-
25th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Gerçeğe saygısı olmayan insanın kişisel bütünlük içinde kalması mümkün değildir.

-Farz edelim ki söylediklerimi dinleyecek yerde, şu anda başka şeylere ilgi göstermeye başladınız. İlk koşul der ki, “Arif öğretmen, konuşmalarımı dinlemiyor.” Bu benim için bir gerçektir. Bu yokmuş gibi davranamam. Bu yokmuş gibi davranırsam kişisel bütünlüğüm yok olur. Yani içimden, “Arif bey konuşmalarımı dinlemiyor,” derken, dışımda hiç ipucu vermeyeceğim ve sanki siz dinliyormuş gibi konuşmama devam edeceğim. Bu kendi gerçeğime saygı ile ilgili ilk koşula örnek.

 

Bir insan ancak kişisel bütünlüğü kadar kendisidir. Kendisi olmayan insanın etkileme gücü de yoktur.

-Hepimiz özü sözü doğru insana güveniriz ve onun dediğine inanırız. İki birey arasındaki ilişkide, ailede, şirkette, toplumda özü sözü doğru insan, yani kişisel bütünlük içinde olan insan daha etkilidir. Kişisel bütünlük içinde olmayan insan kendi gücünyok eder.

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.

İnsanın kaçamayacağı en büyük otorite kendi vicdanıdır.

Sıradan bir insan olmaktan uzaklaştıkça, sıradan insanlar arasında kendinizi yalnız hissedersiniz.

Siz sadece diğer insanlarla beraber yaşamıyorsunuz; kendinizle de sürekli beraber yaşıyorsunuz. Sıradan insanları sizden uzaklaştıran süreç, sizi kendinize yakın getirecek olan süreçtir.

Savaşçı gibi yaşamak, muhteşem bir başarıdır. Sıradan insanın ha deyince omuzlayacağı bir şey değildir.

Kişisel bütünlük içinde olmayan insan kendisini sürekli zehirliyor demektir.

Bir insanın en önemli ilişkisi onun kendisiyle olan ilişkisidir.

Kişinin kendisiyle ilgili vardığı sonuçlar, kendisiyle ilişkisindeki tutarlılık, onun kendi özdeşim yasasının, “ben kimim” tanımlamasının temelini oluşturur.

Söz vermenin önemlisi önemsizi yoktur. Haklı nedenler olmadan tutulmayan her söz, sizin kendi gözünüzde kim olduğunuzu derinden yaralar.

-Doğan Bey, bir insan kişisel bütünlüğünü arttırmak için nelere dikkat etmeli?

-Verilen sözlerin önemli olduğu bilinci yerleştirilmeli. Kişinin verilen sözleri tutmayla ilgili bilincini keskinleştirmesi ve uyanık tutması gerekir.

-Herhalde ancak tutabileceği sözler verilmeli.

-Evet, bu en önemli ilk adım: Ancak tutabileceği sözlerin verilmesi gerekir. Fakat kişisel bütünlüğü mekanik bir olay olarak almamalı. Mekanik bir söz verdim, yaparım anlayışı ile Nasrettin Hoca alay eder. Hocaya yaşını sormuşlar, kırk dört demiş. Çevresindeki biri “hocam beş sene önce yaşını sorduklarında da kırk dört dedin, bu nasıl iştir” deyince Hoca, “erkek adam sözünden dönmez” demiş.

“Böylesine bir mekanik sözünü tutmadan söz etmiyoruz. Ancak tutabilecek sözlerin verilmesinden söz ediyoruz. Bunu yapabilmesi için kişinin “hayır” demeyi öğrenmesi gerekir. “Hayır” demek cesaret ister; başkaları kırılır mı, alınır mı, beni sevmezler mi, hakkımda olumsuz düşünürler mi gibi sorular içinde yaşamını düzenleyen biri “hayır” diyemez. Çünkü henüz yaşamında neye “evet!” dediğini keşfetmemiştir.

Eğer akvaryumdaki su hasta ise, içindeki balıklar eninde sonunda hasta olurlar.

Kişisel bütünlüğün bir anlam ifade edebilmesi için evrensel değerlerin toplumun kültüründe yaşaması gerekir. Geleceği yaratmak, değerleri yaşamak ve yaşatmakla mümkündür.

 

Güç

Ben ‘güçlü bir insanım, benim gücüm var,’ diyen insan, yaşamının direksiyonunu elinde tutan insandır. ‘Düşünürüm, isterim, yaparım’ duygusu içinde yaşar.

Hayatlarını tribünlerden seyreden insanların kendilerini güçlü hissetmeleri çok zordur.

Balığın okyanusta yaşadığı gibi biz insanlar da kültür okyanusu içinde yaşarız. Bu kültür okyanusunda birçok inançlar, varsayımlar, felsefi mesajlar bize zaman içinde, biz farkına varmadan verilir, öğretilir.

Savaşçı ‘ben varım’ı bilinçli olarak söyleyebilen kişidir. Gücünden gelir.

“Ait olma ve birey olma dansının bilinci içinde savaşçı kendi yaşamının dokusunu oluşturmaya başlar. Sıradan, kalıplaşmış, mış gibi bir yaşamı olan insanın kendine özgü, kendi geliştirdiği, bu benim diyebileceği inançları, değerleri ve bilgisi olmadı için, başkalarının sunduğu inançları, değerleri ve bilgileri hemen kabul eder.

Çünkü var olabilmesi için bunlara ihtiyacı vardır. Yani, bu insanın yaşamını yönetenler, diğer insanlar ya da daha genel ifadeyle, toplum ve toplumun inançları, değerleridir. Birey kendi yaşamına, kendi içinden gelen bir şey katmamaktadır. On altısında öldü, altmışında gömülü dediğimiz kişilerdir, bunlar Tamamıyla ait olma içinde geçen bir hayat; kendi hayatlarının anlamlarını başkalarının vermelerini beklerler. Bu insanlar için diğer insanların algılamalarının dışında başka bir realite yoktur; başka insanların ne dediği, ne gördüğü onların gerçeklerini tayin eder.

Savaşçı gözlemleyen bilincini geliştirmiş olduğu için diğer insanların gördüğü, inandığı gerçekliği gördüğü gibi, onun ötesinde olan kendi gözleriyle görebildiği gerçeği de algılar. Kendisi, kültürün verdiğinin ötesinde vardır.savaşçı ben varımı bilinçli olarak söyleyebilen kişidir. Gücü bundan gelir.

-Sıradan kalıplaşmış insanın güçlü olma ihtiyacı yok mu?

-Var. Kalıplaşmış insan, herkesin takdirini kazanmak için işler yapar, ve onlar aferin! Dendiği sürece kendini güçlü hisseder. Ama herkes aferin derken bile, içinde bir yerde korku vardır:”Ya biraz sonra aferin demeyi keserlerse” diye korkar. O nedenle yaptığı işlerde hep sonuca önem verir. “bak ben pekiyi aldım” “bak ben oyunda 3 gol attım” “bak ben çocuğuma dükkan açtım” demeye önem verir.

 

Sürece önem vermez, çünkü süreç ancak kendisinin gözlediği, bildiği bir oluşumdur.

O nedenle şöyle düşünmez ve söyleyemez: “dersten pekiyi aldım, ama en önemli tarafı zevk alarak yeni bilgiler öğrenmemdi, bu ders bana yeni ufuklar açtı”, “oyunda hiç gol atamadım ama beraberce çok iyi vakit geçirdik”…

Değerlerden kaynaklanan güç, insanı ezmeyen insan onurunu küçültmeyen, aksine insan onurunu yücelten bir güçtür.

Korkudan gelen disiplin, korku kaynağı yok olduğu zaman kaybolur. Ama, kişinin kendi içinden gelen disiplin hiç kaybolmaz; kişi kendini o geleceğe adadığı sürece devam eder.

Kişisel bütünlüğü yüksek olan insanın bakışı, oturuşu, duruşu kendine özgü bir gücü ifade eder.

Bilinçlenmiş bireylerin sayısı çoğaldıkça, toplum daha bilinçli algılayıp, düşünüp, daha bilinçli davranmaya başlar.

-Bireyin bilinci donanınca, zenginleşince, onun algılaması değişir. Algılaması değişen insan otomat olarak davranmaktan vazgeçer, daha çok yönlü düşünmeye başlar. Daha çok yönlü düşününce, davranışlarını daha gelişmiş bir planlama içinde gerçekleştirir. Bireyin bilincinin donatılmasının değişmesinin onun düşünüşün değiştireceğini, bireyin düşüncesinin değişmesinin de onun eylemini değiştireceğini söylüyorsunuz.

İnsanların birbirine güvenmediği yerde olumlu sonuç alınamaz

Çoğunluğun doğru demesi, benim bunu yanlış görmemi etkilemez.

Kültürün temelini değiştirmeden, o kültür içinde yaratılacak gelecek, değerler üzerine kurulu bir gelecek olamaz.

Savaşçı gücün kendini adadığı gelecekten alır.

Niyetin saflığı içinde verilmiş kararlar, savaşçının en önemli güç kaynağıdır.

 

Sorumluluk

İnsan bir şeyi yapmaya karar verdi mi, sonuna kadar gitmeli; ama yaptığı şeyden sorumluluk almalı (Don Juan)

Ölümün avcılık yaptığı bir dünyada, kuşku ve pişmanlık için zaman yok. Ancak kararlar için zaman var (Don Juan)

Bir insanın kararlarının sorumluluğunu kabul etmesi demek, o kararlar uğruna ölmeye hazır olması demektir (Don Juan)

Bir insanın sorumlu olması için, o insanın sorumlu tutulacağı konuda bir farkındalığı, bir bilinci olması gerekir.

Sorumluluk almış insan hesap verir; kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları içinde olaya sahip çıkar.

Arif Beyle bu noktada şu soruyu ele almak istedik: “Bir insanın eyleminden sorumluluk alması ne demektir? Yani eylemlerinden sorumluluk almış bir insanla, sorumluluk almamış bir insan arasındaki fark nedir?” sorusu, bilen ve istediğini yapabilme özgürlüğolan insanlar arasında ayırım yapmak üzere sorulmuş bir soru.

-Sorumluluk almış insan hesap verir; kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları içinde olaya sahip çıkar. Burada kişinin kendi yaşamına sahip çıkması var.

-Evet anlıyorum. Sorumluluk almamış kişi, söz konusu olan her ne ise, ona sahip çıkmaz. Konuyu kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları dışında tutar.

“Doğan Bey bu söyledikleriniz, masum kelimeler gibi görünüyor, ama, aslında insanın büyük farklar yaratacak güçlü farkındalıklar. Şu anda tüylerin diken diken. Ben çoğu kere sorumluluktan kaçış görüyorum. Üniversite hocası öğrencinin sorunlarının kaynağını onların lisede iyi yetişmemesinde görüyor. Lise öğretmenleri sorumluluğu ortaokul eğitimindeki eksikliğe, ortaokul öğretmeni ilkokul eğitimindeki yetersizliğe yüklüyor ve ilkokul öğretmeni de aileyi sorumlu tutuyor. Tabii ailede bütün kabahati devlete atıyor.

Özgürlük ancak sorumluluk temeli üzerinde yaşayabilir. Sorumluluk olmadan, özgürlük yaşayamaz

-Sorumluluk özgürlüğün diğer yarısıdır. Yani sorumluluk ve özgürlük el ele baş başa gitmek zorundadır.

-Sorumluluğun olmadı yerde özgürlük, özgürlüğün olmadığı yerde sorumluluk olmaz diyorsunuz.

-Evet. Bugün toplumumuzun içinde bulunduğu sorunların temelinde yatan nedenlerin biri de, insanlarımızın yetişkin özgürlüğü isterken, çocuk sorumluluğu içerisinde kalması.

Sorumluluk bilinci, kişinin olgunlaşma sürecinde nerede olduğunun en iyi göstergeci

-Bir çift düşün, aralarında bir çatışma olmuş, ondan sonra her ikisi de surat asarak birbirleriyle konuşmamaya başlamışlar. Çocuklar küserler, birbirlerine surat asarlar; ama, yetişkinlerin sorunları konuşarak çözüm aramaları beklenir. Böyle durumlarda “haydi çocuklaşmayın aranızdaki sorunu konuşarak çözün” deriz.

“24-25 yaşların bir genç bayan kendi yaşamıyla ilgili kararları hala annesine bırakıyorsa “henüz daha çocuk gibi annesine bağlı” deriz. Çünkkendi yaşamından sorumluluk almamakta, kendi yaşamının sorumluluğunu annesine bırakmaktadır.

Kişinin yetiştiği ortamda kendine seçim yapma ve yaptığı seçimin sonuçlarından sorumlu olma fırsatı verilmemişse, sorumluluk duygusu gelişmez.

Beni diğerlerinden ayıran özellik, benim diğerlerinin sormadığı soruları sormam, ve sormaya devam etmemdir. (Vernon)

…Aslında şu dört konu birbiri ile sıkı sıkıya bağlantılı: 1. Seçim yapabilme. 2. Özgürlük. 3. Sorumluluk. 4. Kişisel bütünlük.

Ne kadar seçeneğim varsa, o kadar özgürlüğüm var demektir.

Sorumluluk almayan insanın neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl yapacağına dair sınırları belirgin değildir.

-Sorumluluk duygusu gelişmemiş bir insanda kişisel bütünlüğün bir anlamı yoktur. “Bu benim yaşamım” diyebileceği bir hayatı olmadığı için, yaşadığı bu hayat, başkalarının beklentilerini gerçekleştirme temeli üzerine kurulu olduğu için, kendi özüyle ilişkisi kesilmiştir. O nedenle özü, sözü, eylemi birbirini tutmuş, tutmamış, bir anlam taşımaz.

Çevreme bakıyorum, birçok insan var, ve bir şeyin farkına varıyorum: bu kadar insan buraya gelip oturuyor ve gerçekten tamamen oturmak için geliyor ve gerçekten oturuyorlar; hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden zamanlarını burada geçiriyorlar

Sorumluluğun gerçek temeli kişinin ortama getirdiği bilinç düzeyinde yatar.

Kendi sınırlarının dışında olan bir sorumluluğu aldığında, kişi, kendine karşı sorumsuzca davranmış olur.

Niyetimiz yaşamımızın pusulası olmalı.

Savaşçı, niyetinin saflığı içinde neyi değiştirmek istediğini tanımlar ve gücü çerçevesi içinde kendini ve zamanını verir

Ben sorumlu bir insanım diyen kişi önce içinde yaşadığı gerçekleri algılamaktan sorumlu olduğunu bilir.

Bilincini geliştirmeye kendini adamışsan, bilincin zaman içinde gelişir.

 

Ölüm Bilinci

Yaşamımın tüm anları tek ve kendine özgüdür.

Sıradan insanları savaşçı olmaya götüren ilk adımlardan birisi ölüm bilincidir.

Eğer ölümün her an ve her yerden gelebileceğini kabul edersem, bencilliğimden gelen “şimdi ve burada” ya ilişkin tembelliğim kaybolur. (Martin Heidegger)

Sıradan insan sonsuz yaşamı zemin kabul ederek, günlük yaşamını anlamlandırırken, savaşçı, her an ölüm bilincini zemin kabul ederek, günlük yaşamını anlamlandırıyor.

Ölüm düşüncesi insanoğlunun ruhuna çeki düzen veren tek şeydir (Don Juan)

Savaşçı kafası karıştığı zaman ölümü düşünür (Don Juan)

Bir savaşçı her eylemi dikkatle inceler, çünkü o eylem onun bu dünyadaki son eylemi olabilir. (Don Juan)

Ölüm bizim dostumuzdur; onu evine misafir etmek istemeyen zaten evde değildir. (Francis Bacon)

 

Değişim

Her şeyin gerçekleştirmek istediği bir varoluş amacı vardır ve değişim, bu amacın gerçekleşmesi için doğal olarak ortaya çıkar.

Değişim varoluşun içinde potansiyel olarak vardır.

Tüm dünya birbirleriyle ilişkisi olan parçalardan oluşur ve her bir parçanın kendine özgü amacı, hedefi vardır.

Gerçek evrensel bilince erişmeden önce, sahip olduğunuz tek şey istektir (Hegel)

Bir tek insan öyle bir düşünce ve eylem düzeyine girebilir ki, kendinden sonra gelen çağı tamamıyla farklı bir yöne yönlendirebilir.

Bilinçte meydana gelen değişimler, diğer tüm değişimlerin esasını oluşturur.

İnsanın gerçeğini onun algıladığı dünya oluşturur. İnsanın algılamasını etkileyen en önemli faktörlerden biri, o insanın dünyaya bakarken hangi niyetle baktığıdır.

Zaman içinde yer alan her şey değişir. Var olmak demek, değişmek demektir.

Değişimi bilinçli olarak yapmayı göze almak için gayret ve cesaret ister.

Hayatını anlamlı bulan veya bulmayan kişinin kendisidir. Anlamsız bulduğu zaman arayışa geçen de kendisidir.

Savaşçı kendi değişiminin peşindedir. Başkalarını değiştirmek onun amacı içine girmez.

 

-Savaşçı başkalarını değiştirmek istiyorsa ama gerçekten istiyorsa onların değişmine katkıda bulunur. Bu kadar. Savaşçı yaşamının kendi seçtiği anlamı içinde, olabileceğinin en iyisini olmaya kendini adamıştır.

“Bu adama sadece zihinsel bir adama değil, gönlünde kapsayan bir adamadır. Bunu özgür iradesiyle seçmiştir ve bu seçimin yaratacağı gelecekten kişisel bütünlük içinde sorumluluk alır. Ve bu andan itibaren niyetinin saflığı içinde, hayatını stratejik olarak yaşar. Her bir düşüncesi ve eylemi, niyetinin saflığı içinde kişisel bütünlüğünün ve sorumluluğunun damgasını taşır.

Kendimiz hangi sınırlar içinde tanımlayacağımız, nelere dost, nelere düşman gözüyle bakacağımızı belirler.

Kendini önemsemek insanı ağırlaştırır, hantal ve mağrur yapar. Bilge kişi olmak için insanın hafif ve akıcı olması gerekir (Don Juan)

Bu dünyada en önemli şeyin sen olduğunu düşündüğün sürece, çevrende seni kuşatmış olan dünyanın farkına vararak onları anlaman mümkün değil (Don Juan)

Her melankoli nöbetinin altında kendini önemseme yatar (Don Juan) Savaşçıda hüzün duyar ama o hüznüyle alay edebilecek ve gülüp geçecek güce ermiştir.

İnsan gerçek potansiyelini ancak savaşçı olarak sağlayabilir.

İnsan ancak bir savaşçı ruhu içinde özgün bir yaşam oluşturabilir.

İnsan yaşamın belirli alanında yaptığı işi en iyi şekilde yapmaya çalışırken savaşçı olma yoluna girer.

 

Bitmemiş İşler

İnsanoğlu öyle muhteşem bir potansiyel ki, kırdaki otlar gibi özgürce büyüme imkanı bulursa, kendi özü yönünde gelişir ve özgün bir insan olur.

-Japon bahçesini gezerken dikkatimi en çok çeken şu oldu: Bazı bonzai ağaçlarının önüne plaketler koymuşlar. BU plaketler ağacın geçmişi hakkında bilgiler veriyor. Ağaca bakıyorum bodur bir ağaç ama okuduğum plakette 150 yaşını aşmış olduğu yazıyor. Ağaçları budama tekniği geliştiren kimseye Japonlar büyük saygı duyuyor. Ağacın doğal olarak büyüyüp, gelişip, ulu bir ağaç olmasını önleyen ve bodur bir ağaç olarak kalmasını sağlayan kişiye üstat olarak bakılıyor.

-Yani Hocam, bizim ana babalarımızda birer bonzai üstadı mı?

-Ve kim çocuğunu daha bodur bırakıyorsa ona “vallahi bravo o anaya babaya öyle bir çocuk yetiştirmişler ki, çocuğun ağzından hiç laf çıkmıyor, her yerde çok hanım hanım veya paşa paşa oturuyor” gibi laflarla onları taltif ediyoruz.

-Evet doğan bey şimdi anlıyorum ne demek istediğinizi. Bizimkiler bizi kırdaki otlar gibi özgür bırakmıyorlar. Bonzai ustadı gibi dürekli buduyorlar. Bence bizim ezikliğimizin ve çekingenliğimizin kaynağı bu. Budanmışız yani…

Önemli olan şu: kendi hayatımla ilgili ne yapıyorum?

Bitmemiş işler bizim şimdi ve şu anı algılamamıza ve yaşamamıza sürekli engel teşkil eder.

Savaşçı bitmemiş işler taşımaz, sürekli işlerini bitirerek yaşamına devam eder.

Varoluşun temel boyutları kişinin kendi algılaması içinde oluşur.

İnsan ancak ilişkileri içinde var ya da yok olabilir.

Temel varoluş boyutlarından biri de kişinin kendisini doğal görmesidir.

İnsan sürekli farkında olabilen bir yaratıktır.

Savaşçı ait olmaya önem verir ama ait olma tarafından kullanılmaya izin vermez

İnsan yürekten affetmeyi öğrenmeden bitmemiş işlerini bitiremez

 

Savaşçı Olmak İçin

Savaşçı karar vermeden önce düşünür, inceler, gözden geçirir, acele etmez, her şeyi hesaba katar

Savaşçı kararını verirken özgür iradesi içinde verir yani onun kararı bir seçimdir

Savaşçı verdiği karardan pişmanlık duymaz savaşçı sabırla bekler; beklediğini bilir ve ne için beklediğini bilir

Savaşçı hiçbir şeyin müptelası olmaz

Savaşçı seçimini yaparken gönlünün sesini dinler.

Dinlemek en iyi iletişim eylemidir.

Diğer insanların yaptıkları şeyler ancak biz izin verirsek bizim ruhumuzu zedeler. Ruhun zedelenmemesi için savaşçı her durumda uygun duygusal tavrını alır

Savaşçının duygusal durumu başkalarının söyledikleri, davranışları ile değil, kendi bilinçli seçimiyle oluşur

Savaşçı tüm evrenle biz bilinci içinde ilişki kurar

Savaşçı sağlığına özen gösterir

Savaşçı yaşamına katkıda bulunan her şeye ve herkese teşekkür duygusu besler.

 


 

posted in PSİKOLOJİ | 7 Comments

7th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

FELSEFE PROFESÖRÜ AHMET İNAM’DAN SOHBETLER

 

DEĞER YAŞAMAK-Prof. Dr. Ahmet İNAM

EĞİTİMİN SORGULANMASI İÇİN ÖNERİLER-Prof. Dr. Ahmet İNAM

İNANÇLAR, ÖZGÜRLÜK ÇİÇEKLERİ AÇABİLECEK Mİ?- Prof. Dr. Ahmet İNAM

YAŞAMAK OKUYABİLMEKTİR YAŞADIĞINI- Prof. Dr. Ahmet İNAM

BİLİNÇ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER- Prof. Dr. Ahmet İNAM

AHMET İNAM’LA SÖYLEŞİ: “Düşünmek, göze almaktır.”

AKLIMIZ DUYGULARIMIZIN NERESİNDE?- Prof. Dr. Ahmet İNAM

 

DEĞER YAŞAMAK-Prof. Dr. Ahmet İNAM

Yaşayıp giden bir insanın sorusu değil, “Nasıl yaşamalıyım?” Yaşayıp giden, hayatındaki soruları silmiş, arada bir aklına takılan her sorunun yanıtını buluveren, yaşamının içine gömülüp, onda kaybolmuş bir insanın, çağımızın yorgun, yılgın, bıkkın, kolaycı, kurnaz, tembel insanının yaşadığı değerlerle ilgili bir sıkıntısı pek olmuyor. “Nasıl yaşamalıyım?”sorusu bizi” hangi değerlerle yaşamalıyım?” sorusuna götürüyor. Değer duyarlığı gelişmiş, değerlerinin farkında, değerlerini gözden geçirebilen, canlı, araştırıcı bir insan bekliyor çağım.

Değer yaşayamayan bir insan nasıl bir insandır? Sorunun yanıtı, değer yaşayamama biçimlerini irdelemeyi gerektiriyor.

Bir anlamıyla her insan değerlerle yaşıyor. Dürüstlük, erdemlilik, adalet insana olan saygı, dostluk, sevgi…değerlerimizden bazıları. Paraya, toplumsal konuma, şana, şöhrete, mala, mülke, en yüksek değerleri uygun gören insanlar, tarihin başlangıcından beri karşımıza çıkar.Toplumda bir arada yaşayan insanların, bu yaşamın sürmesi için yaşam düzenleyen değerlere gereksinimleri vardır. Değerlerle yaşamak, bir arada yaşamanın olmazsa olmaz özelliği. Oysa değer yaşamakla, değerlerle yaşamak arasında derin bir fark var. Değerlerle yaşamak, olağan, sıradan bir yaşamın içindeki insana özgü olabilir. Değer yaşamak ise, değer bilinci gelişmiş insanın bir başarısıdır. Değer yaşayamayan bir insanın, yaşadığı toplum ve kültürdeki değerlerin bilgisine ve bilincine sahip olmadığını söyleyebiliriz. Denizin içinde olup da denizin farkında olmayan balıklar gibi, değerlerle yaşayıp, değer yaşayamazlar. Bilinç ve bilgi sahip olup, değer yaşayamama olasılığı hiç de düşük değildir. Yüksek değerlerin, ahlak, estetik bilim alanındaki işleyişini bildiği hâlde bu değerleri kendi yaşamına katamayan insanlar da vardır. Değer yaşamak, değer bilgisi ve bilinciyle, yüksek değerleri, hayatımıza katarak benliğimizin bir parçası yaparak yaşamaktır. Yalnız değerlerin farkındalığı, bilgisi ve bilinci yetmez; irade gücüyle onların hayata geçirilmesi gerekir. O değerlere göre yaşamayı gerçekleştirebilmek, o değerleri eylemlerimize katabilmek zorunluluğu vardır.

Hangi değerlerimiz yüksek değerlerdir? Bir değeri “ yüksek” kılan nedir? Evrenselliği midir örneğin? İnsan sevgisi , saygısı mıdır? Emeğe, bilgiye, dünyayı güzelleştirme çabalarına saygı mıdır? Yoksa “yüksek”lik, çağdan çağa, kültürden kültüre, inançtan inanca değişen bir kavram mıdır?

Değerlerimizin sıra düzeni (hiyerarşisi) hayatı geliştirmeye, zenginleştirmeye, canlandırmaya katkıları oranında değişir. İnsan cân taşıyan bir varlıktır. Bu cânı, canlılığı geliştirecek bir yaşamın hizmetinde olan değerlerin kültürden kültüre, çağdan çağa bazı değişiklikler gösterse de fazla bir değişikliğe uğramadıklarını düşünüyorum. Cân ahlâkının, cân estetiğinin, cânı geliştirecek, güzelleştirecek bilgilerin sahip olduğu yaşam saygısına odaklanmış değerlerin yüksekliğinden kuşku duymamak gerekir. Örneğin; özgürlük, bağımsızlık yüksek değerlerdir; insanın gönlü bu değerlere çiçek açar. Özgür olmayan bir insan değer yaşayamaz. Özgürlük insana yakışan bir hayatın oluşmasında önemli, onsuz edilmez bir değerdir. Yüksek değerler onları yitirdiğimizde, gerçekleştiremediğimizde, hayatımızın anlamsızlaştığı, sıradanlaştığı, kuru, sığ, çirkin bir hâle geldiği değerlerdir.

Bizim gibi düşünmeyen, yaşamayan, inanmayan insana saygısızlık cân ahlâkını yaşayan bir insan için hayata saygısızlıktır. Hayat farklılıklarla zenginleşir. Oysa, bu gezegendeki binlerce yıllık serüvende insan, farklıyı bir tehdit olarak gördü çoğunlukla. Farklı olandan korktu. Onu, cânın gelişmesini engelleyecek bir düşman olarak gördü. Dünyayı ele geçirip herkesi kendine benzetmeye çalıştı. Farklı olanın hayatına, değerlerine ilgi göstermedi. Farklı olanla ortaklığını, onun da kendi gibi can taşıdığını anlayarak; cânın ancak insanın farklılıkları içinde özgürce yaşayarak gelişebileceğini görme olanağı bu çağda gerçekleşebilir. Çağımızda değer yaşamadığı hâlde karşı tarafı sömürmek, kullanmak için “yüksek” değer propagandası yapan insanlara rağmen, kendi farklılığını içine sindirmiş, insana, hayata saygılı cân sahibi insan, dünyayı değerlerin yaşanabildiği güzel, değerli bir hâle getirmeye çalışıyor.

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/deger.htm

 

 

EĞİTİMİN SORGULANMASI İÇİN ÖNERİLER-Prof. Dr. Ahmet İNAM

Kendini devingen biçimde var etmek isteyen toplum, eğitim düzenine sahip çıkmalı, onu sürekli olarak yeniden değerlendirebilmelidir. Eğitim elbette uzmanca bilgiler isteyen bir işleyişe sahiptir. Eğitimin değerlendirilip gelişmesinde uzmanların görüşleri, çalışmaları önemlidir. Ama, toplumuna, kültürüne, yaşayışına sahip çıkmak isteyen herkes, eğitim uzmanı olsun ya da olmasın eğitim üstüne görüş geliştirmelidir. Eğitimi değerlendirmek, hayatımızı değerlendirmektir. Geçmişimizi, geleceğimizi… Eğitimci olalım ya da olmayalım, yaşarken hepimiz eğitiliyoruz, eğitiyoruz, öğretiyoruz, öğreniyoruz. Kimse okulda okusun ya da okumasın, içinde bulunduğu toplumun eğitim düzeninin dışında olamaz.

Öyleyse, toplumumuzdan, kendimizden, dostlarımızdan, düşmanlarımızdan bile sorumluysak, eğitim düzenimizden de sorumluyuz. Onu değerlendirebilmek hakkına sahibiz. Sorumluluğumuz bu.
Her toplumun bir eğitim düzeni vardır. Zaman içinde varlığını sürdürmek, geçmişteki değerlerini yeniden değerlendirerek geleceğe bağlamak, genç insanlara, deneyim ve bilgi birikimlerini aktarmak, onların da bu birikime katkılarını sağlamak, bu katkılarla toplumun diğer düzenlerini etkilemek, değiştirmek eğitim düzeninin işlevleri arasındadır.
Eğitim düzeni kendi haline bırakılamaz. Nedeni açık: Hayatımız kendi haline bırakılamaz. Bilgilerimiz, bilimimiz, sanatımız, kültürümüz…

Değerlendirilmeli, yeniden gözden geçirilmeli, eleştirilmelidir.
Uzman dostlarımızın karşı çıkışlarına saygı duyuyorum. Uzmanlar, danışmanlarımızdır. Onlarla tartışırız, onlardan öğreniriz. Onlarla birlikte eğitim düzenimiz üstüne düşünürüz. unutmayalım ki, eğitim kimsenin TEKELİNDE OLAMAZ. Bu hayat bizim hayatımızdır. Eğitim de bizim eğitimimiz. Eğitim düzeni, toplumun diğer düzenleriyle eşgüdüm içinde yürüyecekse, bize tepeden inme, hayatımızla bir türlü bağlarını kurama?dığımız malumat yüklemek yerine, içimize sindirebileceğimiz bilgi edinme yollarını gösterecekse, sesimizi dinlemelidir. Burada yeni bir terim önerisiyle geliyorum; Bundan böyle eğitime eğitişim diyelim. Eğitim karşılıklıdır; çünkü etkileşmeye, iletişime dayanır. Eğitim, Türkçe’ mizde “eğmez” sözcüğüyle çağrışım yapıyorsa, eğitişim durumuna geldiğinde, bu, “eğme”nin, biçim vermenin karşılıklı oluşunu gösteriyor demektir. Eğitici bizi eğitir, biz de onu. Eğitişiriz birlikte.
İşte toplumun herhangi bir bireyi olarak, hayatımız eğitim düzeninin içinden geçiyorsa, eğitiliyorsak, değerlendiriliyorsak bu süreç içinde, biz de eğitimimizi değerlendirelim, öyle öğrenciler olalım ki öğrenirken, öğrendiklerimize katkımız olsun bizim de, öğretebilelim. Öğrenim hayatımız, “öğretişim” olsun. Bunu sınıf içindeki hayatımızdan başlayarak, okul sonrası, yaşayışımızın her aşamasında, ölünceye dek uygulamaya çalışalım. Öğrenirken edilgen olmayalım. Değerlendirilirken, öğretmenimizi, sınıfımızı, okulumuzu, eğitim düzenimizi değerlendirelim. Bir defalık değil, sürekli olarak, yeniden, yeniden…

Bakın bize, farkında olarak ya da olmadan temel değerler öğretiliyor. Örneğin, büyüklere saygı, küçüklere sevgi duymamız gerektiğini, vatanımızı sevmemizi, milletimize yararlı evlatlar olmamızı… Oysa, genel ve çoğu kez belirsiz bu görüşlerde, hayatımızın daha derinlerde yatan noktaları unutuluyor: Nasıl “saygı” duyulur? Nasıl “sevilir”? Toplumumuza “yararlı” olmak ne demektir? Bütün bu kavramların anlamları değişiyor. Yeniden değerlendirilmezse anlamlarını yitiriyor. Görünüşte “saygılı”, görünüşte “sevgi dolu” olup da saygısız, sevgisiz yaşayabiliyoruz.
Malumat ediniyoruz. Ders kitaplarımız bunun içindir. Dünyayı, hayatımızı tanımak için gereklidir. Eğitim düzenimiz bize malumat sunarken (özellikle bilgi sözcüğünü kullanmıyorum. Benimseyip, hayatımıza katabildiğimiz, kullandığımız, papağanı olmadığımız, gerekçelerini, kaynaklarını bir ölçüde verebildiğimiz malumata bilgi diyorum.), bu malumatla nayatımız arasında nasıl bir bağı varsaymaktadır? Sana şu malumatı veriyorum; çünkü bunu öğrenirsen şunları kazanırsın diyor mu? Elbette. Ders kitapları böyle yazılıyor. Arada yazılanların, eğitimcilerce gerekçeleri veriliyor. Bu gerekçeleri biliyor muyuz? Bunlar öğrenciye neden söylenmiyor? Ders kitaplarına ayrı bir bölüm olarak neden konulmuyor? O zaman öğrenci, eğer ilgili ve yeterli ise bu gerekçeleri eleştirmez mi? Eğitişim başlamaz mı? Öğretmenine ya da kitap yazarına, “bana bunu okutuyorsunuz, okuyunca şu becerileri, alışkanlıkları, erdemleri kazanacağımı söylüyorsunuz. Özür bende mi, öğretmende mi, kitap yazarında mı, eğitim düzeninde mi?” demez mi?

Saygıdeğer uzmanlarımız burada öğrencinin programını eleştirecek gücü olamayacağını söyleyebilirler. Müfredat programlarını, onların kitaplaştırmasını, aktarımını yalnızca uzmanlar mı eleştirirler?
Eğitim bir cumhuriyettir; egemenlik öğrenenler ve öğretmenler arasında paylaşılır. Eğitim kendi kendini, öğrenen, öğreten, planlayanlarla birlikte yönetir. Onu dışarıdan, toplum hayatının gereksinmelerinden, beklentilerinden, geçmişteki değerlerinden kopuk ilkelerle yönlendiremezsiniz. BELLİ BİR GRUBUN TEKELİ ALTINDA OLAMAZ. OLİGARŞİ YA DA ARİSTOKRASİ DEĞİLDİR, EĞİTİM.

Hayatımızın hızlı değişimine yanıt verebilecek devingen yapıya sahip, kendini yenileyebilen, özürlerini, eksiklerini saklamayan, eğitimle ilgili herkesin değerlendirmelerine, görüşlerine, tartışmalarına açık bir eğitim düzeni, hayatımızı anlamlı kılabilir. Bir parçası, bir üyesi olmaktan utanmayacağımız bir düzen. ‘Bir düzen, diyorum. Yerleşik değerleri olan. Sürekli yenilenmenin yanı sıra, gelişi güzel, keyfimizce değiştiremeyeceğimiz, yaz boz tahtası haline getirilemeyecek, temel ilke-leri olan bir düzen.” Devingen bir biçimde kendini değişen dünyada, değişen görüş ve bilgilere uyarlarken, toplumun temel değerlerine, insan anlayışına, yaşama biçimine saygılı, yerleşik bir yapısı olabilen bir düzen.
İşte böyle bir düzende sesimizi yükselteceğiz. Talep edeceğiz. Bu düzene kavuşmak için eğitim adına yapılıp edilenleri, ortaya konan ürünleri değerlendireceğiz.

Bu sayfalarda, eğitimle ilgili eleştirilerini, beklentilerini, sıkıntılarını dile getirecek genç okullarla eğitim düzenimizin yeniden değerlendiril?mesine ışık tutacağız. Eğitimin bir eğitişim, öğretimin bir öğretişim olduğunu göstermeye çalışacağız. Okur, eğitimin kendi kendine öğrenmeyi öğrenmek, kendini ve öğreticilerini eleştirmek olduğunu görecek. Başta bu yazıyı yazan beni eleştirecek. Okurun bu eleştirisine olanak sağlamak için, düşündüğüm eğitim düzeninin bazı temel noktalarını anlatacağız. Eğitimin boyutlarından söz edeceğiz. Eğitim düzenimiz hangi sorulara yanıt aramalıdır, nasıl bir dünya ve insan için insan yetiştirmelidir? Görüşlerimi söyleyeceğim. Bir tartışma açmak istiyorum. Sağlıklı eğitişim için. Eğitimine sahip çıkacak bir toplum için. Dünyaya sesini duyuracak geniş bilim adamları için. Teknoloji yaratacak, üretecek heyecanlı, tutkulu insanlar için.

 

 


Eğitimin Boyutları

Çok boyutlu bir düzendir eğitim. Başka türlü söylersek: Eğitimin birçok bileşeni vardır, önemli gördüğümüz bazılarını tartışmaya açacağım. Sorgulamaya çalışacağım düzeni, bu boyutlarını ele alarak tanımayı deneyebiliriz.

Gençlere ulaştırılmaya çalışılacak bilgilerin teorik temellerinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Eğitimin ilk boyutu olan teorik ya da kuramsal boyut, dünyaya karşı bilim ve düşünce adamlarının takınması gereken bir tavrı da gösteriyor. Eğitim yalnızca pratiğe, uygulamaya, sonuç geti?rici görgü, bilgi ve hünere yönelmeli. Müfredat programları hazırlanırken, kitaplar yazılırken, derslerin iletişim biçimlen göz önüne alınırken, kuramsal tavır, kuramsal bakış öğrencinin düzeyi gereği ayrıntısıyla anlatılamasa da öğrenciye duyurulabilmeli. Öğrenci, öğrendiği bilgileri hayatına uygulamaya çalışırken, onların arkasındaki kuramı sezebilmeli. Kuramsal bakış, bakılan nesneye uzaktan bakıştır. Yoğun, derin düşünce ile yürütülür.

Eğitim hayat içindir. Bizim hayatta karşılaştığımız, çoğu kez “somut” dîye nitelendirdiğimiz sorunları çözmek içindir. Kuramın ne yararı vardır bu sorunların çözümünde? Anlatacağımız konunun yararlı, kolay anlaşılır, pratik yanlarını tartışsak, yalnızca bunları öğretsek ne olur? Önce konuyu (konunun kuramsal temellerinin olduğunu varsayıyoruz) çarpıtmış oluruz. Eksik iletmiş oluruz. “Bunlar kuramsal ayrıntılar, öğrenmeye gerek yok” derseniz, kuramı önemsemeyen bir tavrı, öğrenciye olumlu tavır olarak göstermiş olursunuz. Böyle bir düzen, yaratıcı, sorgulayıcı, bilimin temel kuramlarını kavrayabilen bilim adamlarını yetiştiremez. Taklitçi, uygulayıcı, kendisine verilen bilmeceleri çözen insanlar çıkar ortaya.
Kuramı önemseyen eğitim düzeni, derinliği olan insanların yaratılmasına katkıda bulunur.

İkinci boyut ahlak alanındadır. Bilginin oluşumu da, aktarımı da ahlaksal bir yapı içindedir. İnsanla, toplumla, birey olarak insanların ahlaksal karakterleriyle, birbirleriyle ilişkileriyle ilgilidir. Bilgi, görgü, değerlerin genç insanlara iletimi, onlaria bu yolla kurulan iletişim belli bir ahlak anlayışı içinde gerçekleştirilmelidir, öğrenci, öğrendiği bilgileri toplumun ortadan kaldırması için kullanmamalıdır. Sömürüye, haksızlığa, zulme, sorumsuzluğa izin veren bir bilgilenme, düzenimizin dışında kalmalıdır. Burada bence eğitim düzenimizdeki yeterince tartışılmamış bir konuyu gündeme getirmekte yarar var. Bilgi ahlakı, bilim ve düşünce ahlakı, ahlak dersleri okunarak mı kazanılman yoksa, ahlak, bilginin aktarımında mı ortaya konmalı? Hangi konuyu öğretiyorsak, öyle bir tavırla, öylesine örnek eğiticiler olarak öğretelim ki konunun ahlaksal boyutunu, konu?nun içinde görsün öğrenci. Yoksa, bilgilerin öğretilişi, tartışılışmın dışına düşen, kendi başına bir konuymuş gibi efe alınan ahlak, “havada” kalır. Sıradan öğütler dizgesi olmanın ötesine geçemez.
Coşku boyutunu unutmayalım. Genç insan coşkuludur. Duyarlıdır. Bilgi aşktır. Aşk içinde aktarılmalı, aşk içinde tartışılmalıdır. Anlattığı konuya karşı soğuk, heyecansız eğiticiler, duyarsız, yılgın öğrenciler yok bizim eğitim düzenimizde. Olmamalı. Bir spor karşılaşmasında, bir konserde duyulan coşku, bilgilenirken neden duyulmasın? Neden eğitim bir eğitişim haline gelirken, bir zevk olmasın? Neden ondan keyif alınmasın?
Elbette altyapının yerinde olması gerekir. Damı akan, sobası, kaloriferi yanmayan sınıflarda, geçim derdine, can derdine düşmüş öğretmenden nasıl bir bilim heyecanı bekleyebiliriz ki? Eğitimin coşku boyutunun temel koşullarından biridir toplumsal, ekonomik boyut. Toplumsal çalkantının, huzursuzluğun, ekonomik sıkıntının, eğitim düzenini tümüyle ortadan kaldırıverme tehlikesi vardır. Kısaca altyapısal boyut diyebileceğimiz bu özellik, eğitim düzeninin “olmazsa olmaz” koşuludur. Yeterli altyapıya sahip eğitim düzeni, “teknik” donanıma kavuşturulmalıdır. Laboratuvar mafzemeleri, gerekli araç gereç, bilgisayarlar ve diğer elektronik olanak?lar ve bunlarla öğrenen, bunları kullanabilip, bilgiye erişebilen, teknik teknolojik boyutunun olduğunu söyleyebilir. Öyleyse, teknik olanaklarla, yeterli toplumsal, ekonomik desteğe sahip, toplumuna, kültürüne, tüm insanlığa ve öğrendiği bilgiye karşı sorumluluğu olan, öğrendiklerini yalnızca pratik çıkar amacıyla değil de kuramsal kaygıyla da bakabilen öğrenci, öğretmen, eğitimcilerin oluşturduğu eğitim düzenini arıyoruz.

Bu nitelikleri tamamlayacak boyutlardan biri de, eğitimin tarih boyutudur. Her eğitim düzeninin, içinde yer aldığı kültürle birlikte, bir geleneği vardır. Düzen, bu geçmişi yorumlayabilmeli, şimdiki hayatımıza, düşünce, düşünme biçimlerimize ulaştırabilmelidir.
Bu geçmiş, canlı, yaratıcı bir gelecek beklentisiyle birlikte gitmelidir. Gelecek boyutu, şimdi ve geçmişle birleşerek üç boyutlu bir zaman anlayışıyla zenginleştirilmelidir. Umut zenginleştirilmelidir, umut vermelidir, bir eğitim düzeni, genç insanın neyi umacağı, gelecekten ne bekleyeceği konusunda ışık tutmalıdır ona.

Bilgiyi öyle aktarmalıyız ki, eğitişim öyle yürütülmelidir ki, eğitişimciler (öğrenciler, öğretmenler, uzmanlar…) yaşama sevinci duymalıdırlar yaptıklarından. Geçmiş yeniden gözden geçirilip, gelecekle olan bağı kurulmalıdır, insan zenginleşmen, yılgınlığını, karamsarlığını atmalı, bilginin coşkusunu yaşamalıdır. Düzenin kuramsal boyutunu anlatırken, pratiğe bağlanıp kalma tehlikesinden söz etmiştik. Bilgi, diploma almak, un sahibi, unvan taşıyıcısı olmak için edinilmemeli. Bilgi, kültürümüzün son derece gereksinim duyduğu “iç insarrın doğmasına yardımcı olmalıdır, “iç insan” değerler taşıyan insandır. Salt çıkarlarını gözeten, insanları “dış’tan, toplumsal, ekonomik konumlarına göre ele alan biri değildir. Gönül zenginliğine erişmiş, bilgisiyle aklını, duygularını birleştirmiş, bütünleştirmiş biridir. İlişki kurduğu insanları, çıkarlarına hizmet eden varlıklar olarak görmez. Eğitim düzeninin “iç insan”ı hedefleyen bu boyutunu başka yazılarımda, daha ayrıntılı tartışmak üzere burada kesiyorum. Eğitimin ne kadar da çok boyutu varmış diyen okuru umarım sıkmıyorumdur. Kutuyu açtıkça yeni kutular çıkıyor. Eğitimin iletişim boyutu var bir de. Kendini anlatmayı, başkalarını dinlemeyi, söylemeyi, söyleşmeyi bilen, eleştiri cesaretine sahip, aldığı eleştirilerle kızgınlığa, yılgınlığa kapılmayan, muhabbet insanı yetiştirmeyi amaçlayan boyutu, sohbetin, salt konuşmanın, dinlemenin tadını almış, birbirlerini bir araç gibi kullanmayan, anlamaya, anlatmaya, anlaşmaya yetkin insanların oluşturduğu toplumun kurulmasını sağlayan bir eğitim düzeni, unutmayalım ama: iletişime hazır olma, bir boyun eğme tavrını gerektirmez. Sağlıklı iletişim, sömürmeye, sömürülmeye izin vermez. Başkalarını anlamaya çalışma, onların düşüncelerini kabul etme anlamına da gelmez. Anlarım ama kabul etmeyebilirim. Tartışabilirim. Yoksa gelişme olmaz. Değişme gerçekleşmez. Anlama, art niyeti, kandırmayı, propagandayı sezdirir. Gönül açıklığını sağlayabilir.

Gelelim son boyuta: Eğitimin önemsenmemiş, en can alıcı boyutlarından birinden söz edeceğim. Mizahtan. Mizah eğitimi diri tutar. Eğitime can katar. Mizah duyusu olan eğitişimciler kendi özür ve eksikliklerini belirler. Araştırmanın, bilgilenmenin, yaratıcı olmanın gülümsemeden, gülmeden geçtiğini anlamışlardır. Hiçbir bilgi, ne denli karmaşık, soyut olursa olsun mizahtan uzak değildir. Zorluk, bu mizah öğesini yakalayabilmektedir. Yakalandığında, en çetin bir bilgi sorunu bize yakınlaşır. Bir parçamız olur. Belki ders kitapları sıkıcılıklarını karikatürlerle, ince esprilerle ortadan kaldırabilirler. Burada mizahın dozunu ayarlayabilmek önemlidir.

Eğitim düzeni mizah duygumuzu öldürmemelidir. İnsanın en önemli yanıdır çünkü, umutsuzluklarımızdan, sıkıntılarımızdan arınmadır, çaresizliğimizin yaşama sevinciyle birleşebilmesidır. Bu yazımda dile getireceğim boyutlar bu kadar. Sizler de eğitimin yeni boyutlarını keşfedin. Nasıl bir eğitim düzeni içinde olmak ‘istediğinizi söyleyin. Talep edin. Eğitişimcilerin tümü, öğretmen de olsalar, sonunda talebedir çünkü. http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/egitiminsorgulanmasi.htm

 

 

İNANÇLAR, ÖZGÜRLÜK ÇİÇEKLERİ AÇABİLECEK Mİ?- Prof. Dr. Ahmet İNAM

İnsan, inanan bir varlık. Din, insanın ontolojik, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda, bu temel özelliğinin bir sonucu olarak yaşıyor dünyamızda. İnanmamanın olanağı yok, insan için. İnsan, inandığı için insan.

Varoluşsal açıdan, sanki şöyle bir çığlık yükseliyor insandan: Credo, ergo, sum. İnanıyorum, o halde varım. Peki, ama neye? Nasıl ? Neden?

Credo, insanın içine düştüğü boşluktan çıkışı için gerek. Varoluşsal açıdan, örneğin Heidegger’in Geworfenheit dediği fırlatılmışlık, credo öncesi, güven, inanç öncesi, insanın kendini buluverdiği bir hiçliktir. İnsan, kendi varlığının anlamını yakalayabilmek, bu hiçlikten, bu uzlet halinden kurtulabilmek için, kendi ayakları üstünde durmak (ex- sistere) zorundadır.

İnanma, hiçlikle karşılaşabilen insan için özgürlük olabilir. Kendi ayakları üzerinde dikilebilmek, dünya gezegeninde bilinçli, seçimini yapabilen bir varlık olarak ortaya çıkabilmek, kendini insan olarak gerçekleştirebilmek, inancına nasıl sahip çıkabildiğine bağlıdır. İnanç öncesi hiçlikle yüzleşilemediğinde, dayatılmış, ya da alışkanlıklarla edinilen, seçim sonucu gerçekleşmeyen bir tavırla, hiçliğin üstü, inanç bilinci, inanç duyarlılığı yoksulluğu ile örtülmüş olur. Hiçlikle karşılaşmayan inancın, kör, kıstırılmış bir yapı taşıması olasılığı yüksektir.

İnanma, ten ve can taşıyan insanın bilincinden önce gelir. Bilinç yaşantısı, kendini, ten ve can birlikteliğinde, bu birlikteliği olanaklı kılan canlılıkta bulur. Eski Yunan’ın zôê dediği (örneğin, “zooloji” sözcüğünün kökeni !) canlılık, dirim, kendi varlığını sürdürebilmek için, bir anlamda güvene, credo‘ya bağlanmak zorundadır. Yokluk karşısında, onu yok etmeye çalışan güçlere karşı direnebilmek, diri kalabilip, bir dirim olabilmek için, kendi bütünlüğünü korumaya değer bulabilmek için “güven”e gereksinimi vardır. Tek hücreli bir canlı bile besleneceği kaynaklara, kendi iç işleyişine, diğer hücrelerle ilişkisine bir anlamıyla güvenmek durumundadır. Bir dirim, bir zôê olarak, ten-can birlikteliği, yolda yürüyebilmek için, adımını attığında, devrilmeyeceğine, yerin yarılmayacağına inanmak durumundadır. İnanç, yalnızca bilinçli insan için değil, bilinç öncesi insan için de, diğer canlılar için de varoluşları açısından çok önemlidir. Bedenimdeki milyonlarca hücre, benim bilincimin dışında işleyişlerini sürdürüyor, kendilerini korumayı biliyor; yaşayabildiğim sürece, ölüme direnç gösteriyor, bağışıklık düzenimi oluşturuyor. Dirimimde daha, bilinç öncesi, ten-can birlikteliğimde inanç var. Ölüme, yok olmaya direnç buradan geliyor.

İnsanın hiçliğe direnmesi, onun yalnızca dirim taşımasından kaynaklanmıyor: İnsan aynı zamanda bilinç taşıyan bir varlık. Hiçliği, ten-can birlikteliği ile, kısaca dirimiyle, yaşama, hayata “hayy olana” inanarak, credo su ile yenmeye çabalarken, bilinci ona, curo, ergo, sum, özen gösteriyorum, o halde varım diyor (Bu deyimi bana anımsattığı için Erdem Kutlu arkadaşıma teşekkürler ediyorum). Curo, kol kanat germek, yaşama özen göstermek, yaşama doğru hamle yapmak gibi anlamlar içeriyor. İnsan, hiçlikten inancı ve saygısıyla varlığı çıkıyor: “Varolanlar arasında bir var olan olarak yaşamaya değer” sözünü özetliyor curo. Varlığa olan bağımı gösteriyor. Yoksa nasıl çıkardım hiçlikten? Ne adına, nasıl doğrulur yaşamın kendisini yaşamaya değer bulurdum? Yok olma yerine var olmayı seçiyor, varlığıma, ten-can birlikteliğime, dirimime inanıyorum, diğer varlıklara, diğer dirimlere saygı duyup, kol kanat germeye hazır hale geliyorum.

İşte, varoluş düşüncesi açısından, insan inancının kaynağı, pınarı buradan geliyor. Tüm anlamlardan önce gelen anlam yaşamdır, hayattır. Üzerinde titrememiz gereken, bu kainattaki sürüp duran kıpırtıdır:Candır, canlılıktır. Can ahlakı, ten-can birlikteliğine saygı üzerine kurulur. Evrendeki canlardan, canlılıktan sorumluluğu şart koşar. Hiçlikle yüzleşebilmiş ahlak, canlılığın, canın, insanın ne olduğunu sezer, anlamaya, bilmeye, yorumlamaya çabalar. Bu ahlak, her canın, aziz olduğunu, saygın olduğunu, önünde saygıyla eğilmemiz gereken varlık olarak görülmesi gerektiğini buyurur.

Hiçlikle yüzleşebilen ahlak, hiç değil de, anlam taşıyan bir varlık olarak varolabildiği, soluk alıp, düşünebildiği için insanın teşekkür etmek gerekliliğini söyler. Yüzlerce yıldır, Doğu Hikmeti boşluğun, hiçliğin yaşam için anlamını söyler durur bize. Bu boşluğu görmek istemeyen inanç düzenleri, dinler ya da ideolojiler inançlarını bir güvence olarak anlarlar. Din, ideoloji, bir sigorta şirketi görevi yapmaya başlar. İnançlarını kuşku duyulmaz, üstelik kendilerine verilmiş ayrıcalıklı hakikatler olarak anlarlar. “İnanıyorum, o halde üstünüm. İnanıyorum, o halde “en doğru” olanı ben biliyorum. İnanıyorum o halde benim gibi inanmayan yanlış yoldadır, o yanlış yoldaki gâfilleri doğru yola sokmak boynumuzun borcudur” derler. İnanma öldürmeye dönüşür. Oysa “hayy” olana, can olana saygıdan kaynaklanıyordu inanç! İnanan, yaşama saygı temelinde inanan,nasıl öldürebilir? Nasıl düşman olabilir? Diğer canları yok etmek, sömürmek, köleleştirmek amacını nasıl taşıyabilir? İnanan, nasıl olur da, her türlü yaşam düşmanlığını, insan düşmanlığını, kaynağı hayat olan inancının perdesi arkasına saklayabilir?

Yanıt, uzun. Kısaca bir saptamayla başlanabilir: İnsan hâlâ bu gezegende inanmayı bilmiyor. Tanrıya, Allaha inandığını söylüyor. İnancın nesnesini ortaya atmak, inancı yaşayabilmekte yetmiyor ki! Nasıl inanacaktır? İnanç insanı, çirkinleştiriyor; onu dünya çıkarlarına gömülmüş, iki yüzlü, yalancı, düzmece sözlerle kendini ve diğer insanları kandıran bir varlık haline getiriyorsa, bu nasıl bir inançtır? Bu inancın, insanlıkla, bu inancın özgürlükle ne ilgisi olabilir?

Yaşama saygıdan, hiçlikle yüzleşmeden kaynaklanan inanç, inanan diğer insanları incitmemeyi, kendilerinden farklı da olsa onların inandıkları değerler önünde hürmetle, huşu içinde eğilmeyi gerektirir. Bu evrendeki yaşama saygıdan başlıyor herşey. Bu yaşam hiç bir canlının tekelinde değildir. Kimse, bir diğerini kendi inancından ya da karşısındakinin inancından yola çıkarak yok etme, sömürme, özgürlüğünü kısıtlama hakkına sahip degildir. Can, can bulmak durumundadır. Can, kendi ayakları üzerinde, kendi seçimleri ve o seçimleri sonuncunda taşımak zorunda olduğu sorumluluğu ile yaşadığında, özgür olabilir. Özgürlük bir yaşama bilinciyle oluşur. Kendi inancını iç özgürlüğü ile yaşayamayan insan, diğer inançlara saldırır. Her türlü inanca saldırır. İnanmanın bilim karşısında eskiyip, yozlaştığını ileri sürer. Düşünmenin, araştırmanın, soruşturmanın inaçla başladığını anlayamaz.

Dirim kaynağı olan “inanç” inancın en geniş anlamı. Aşkın bir varlığa inanma anlamında din, bu en geniş anlamındaki inanca dayanıyor. Oysa, yeryüzünde semavi dinler, bu ana inançla yüzleşmelerini, hesaplaşmalarını yeterince yapamıyorlar. Dinler, dünyadaki gidişe dur diyemiyorlar. Can ahlakı, canın sürekli yenilenme, tazelenme ile varolabileceğini söylüyor. Oysa, inanç sahibi olduğunu ileri süren birçok kişi, yeniliklerden uzaklaşıp, geleneğini yorumlamaksızın geçmişe saplanıp kalıyor. İnancını, gerçekle yüzleşerek elinde tutamıyor. İnanç düzenlerinin özgürlükleri koruması, bu düzeni yaşayan, ona hayat veren insanların özgür olmalarıyla olanıklıdır. Özgür olmak, özgür düşünebilmeyle can bulur. Özgür düşünebilme inanç bilincine ve inanç duyarlılığına sahip olmayı gerektirir. İnanç bilinci, credo ve curo yüzleşmesiyle gerçekleşir. İnanmanın “korku ve titreme”yle yaşandığının bilincidir bu. İnsanın akıl sınırlarını, bilgi birikimlerini aşan, onu çaresizlikle karşı karşıya getiren bir bilinç durumudur. Bu çaresizliğin yaşanması, insanı, inancıyla yüzleşmeye, inancının ardındaki temelleri anlamaya götürür. Bu bilinçle, inanç duyarılığına sahip olur. Yoklukla, hiçlikle karşılaşmaktan korkmadığı için varlığın değerini anlar, ona saygı duyar. İnanmak, inandığının sınırlarında dolaşabilme özgürlüğüne, bu inancın dışındakilere ve kendi inanç arkadaşlarına karşı sorumluluğa sahip olmakla yaşanır.

İnanmak, inancının gereğini yerine getirmek, inananlarla birlikte bir toplum içinde, o inancın tarihinden gelen törelerle yaşamaktır. Bugün, yeryüzünde dindarlar, inanç bilinci ve duyarlılığı taşımayan bir inanç ortamını yaşıyorlar. Dinlerini hazır buluyorlar. Kendilerine verilen, sunulan, kimi zaman dayatılan inanma biçimlerini sorgusuz kabul ediyorlar. Din, onlar için pazar günleri gidilen kilise, toplumsal dayanışma, ruhsal sorunların çözümü anlamına geliyor. Ruhsal-toplumsal varolma çabalarında çok duyarlı bir noktayı oluşturduğu için, bu kanaldan gelebilecek telkinlerin etkisinde kolayca kalıyorlar. Yaşam değerlerini, bu inanç düzenlerini yöneten insanların çizdiği sınırlar içinde oluşturuyorlar.

Özgürce inancını yaşayamayan, inanç bilinci ve duyarlılığından yoksun biri için, din, tam bir güvence kaynağı oluşturuyor. Bu güvence kaynağının elinden gitmesinden korkan insan, güvenceyi yitirmemek için, güvence kaynağına olan bağını zorlayacak, ortadan kaldıracak düşüncelere, inançlara, yaşam biçimlerine düşman kesiliyor. Dini bir korumacılık, muhafazakarlık tutmuyla yaşıyor. İnanç bilinci ve duyarlılığından yoksun olduğu için, neyi ne adına, hangi değerlere sahip olmak için koruduğunun farkında olamıyor. İnancının altında ezilen, inancıyla özgürleşemeyen, köle olan bir inanç sahibinin mensub olduğu din, özgürlükleri koruyabilir mi? Korumak tazelenmeyi gerektirir. Korumak, koruduğunun bilincinde olan, koruduğu ile yaşama kol kanat geren insanın başarabileceği bir çabadır. İnancıyla özgürleşemeyen, inandığı için özgür olabilmeyi, özgürce araştırıp, soruştura bilmeyi başaramayan bir insanın, diğer insanların özgürlüklerine saygı duyabileceğini düşünemeyiz. Koruyan, sıkı sıkı yapışan, yapışıp kaldığı çerçevenin dışına çıkmaktan korkan,güvence tutkunu, inanmayı köle olmak sanan biri, özgürlügü nasıl anlayabilir de diğer insanların özgürlüklerine değer verir ?

Sorun, inanan insan sorunudur. Sorun, inancıyla, hayatı geliştiren, gezegenimizdeki yaşamı yükseltecek değerleri yaşayabilmek sorunudur. İnanmak, geçmişten körü körüne devraldığımız düşünce ve yaşam biçiminin içinde sıkışıp kalmak; gerçekleri, üstlendiğimiz hayatı, dışımızda olup bitenleri, hiçbir noktasına dokunmadan, tartışmadan, sorgulamadan, kavrama kalıpları içinde, işimize geldiği gibi çarpıtarak yorumlamak demek değildir. İnancımız bizi, bizden farklı olanla yüzleşmeye çağırıyor. İnancımız bizi, kendimizle yüzleşmeye çağırıyor. İnsan özgürlüğünü anlamaya. Ona saygı duymaya.

İnanan, inancıyla özgür, inancıyla güzel, inancıyla özerk, inancıyla kendisi olabiliyorsa, böyle bir dünyada inanç düzenleri tehdit olmaktan çıkar. İnancıyla gelişip, serpilebilen; ruhunu inancıyla besleyebilen, inancını yenileyip, gerçeklerlerle, inancın ardındaki hiçlikle, yoklukla hesaplaşabilen insan, bu gezegendeki güzellikler özgürlükler için bir tehdit oluşturmaz. Böyle bir insanla özgürlükler çiçek açar.

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/inanclar.htm

 

 

YAŞAMAK OKUYABİLMEKTİR YAŞADIĞINI- Prof. Dr. Ahmet İNAM

Okuyunca artık, görebiliyorsun dipsizliğinin dibini, mânâ yokluğunu sözle kapatmaya çalışan edepsizlerin.

* * *

Okumanın okunun kanattığı yaradan akan kandır, bu sefillik metinlerinden ayrılık şerbeti.

* * *

İnişi olmayan bir yaşam yokuşunda, metnime okur gibi okur bakışında.

* * *

Bir pastasın beyaz pantolonunla. Yuvarlak. Sana okudum. Ve yedim.

* * *

Pencerenden kırlangıçlar. Yaz sonu. Sevdâ terinin buharında teninin gizemli alfabesi. Sana okudum. Ve yedim.

* * *

Nasıl çıkılsındı? Sevişme merdiveni. Kuşlar ki onları sen doğurdun. Tohumumdan. Tohumu sana okudum. Ve yedim.

* * *

Sana okumak. Seni okumak. İnsan gibi inlemeyen kitaplar okumadım hiç. Okuduğum her kitap tendi. Tenindi. Yumuşak karnındı, göbek deliğindi. Sana okudum. Ve yedim.

* * *

Okumak bir şehvettir ve şevktir. Sevişince anlıyorum, anlamını kelimelerin. Okumak, geri gelmektir ana rahmine. Bismillâhla yeniden doğmaktır. Ebedi kalçalarına senin. Sana okumaktır ve yemektir seni.

* * *

Yahut da şöyledir: Boynumu dişlerine uzatarak “Ye beni”, “Oku beni”, “Yut beni” demektir. Yenilmektir okumak. Sevdânın mütebessim cadısına. Cadısınca.

* * *

Ama nasıl unuttum çıkınca ruhunun çatısına: “Aç tenini ben geldim. Kapılarını, pencerelerini, bedeninin. Ruhunu havalandırmaya geldim. Aç sayfanı ben geldim. Kendini bana okut.”

* * *

Girişti içlerimiz. Bacalarımızdan tütüştük. Sonra bana elma soydun. Çekirdiği cilveli bir kayısıydı ağzımda. Metnin. Tenin.

* * *

Sonra yazımı çilek reçeliyle yuttun. İncir soyup alın yazıma yedirdin. Biz birbirimizi okumakla ünlendik. Ruhlarımızı tatile gönderip, tenlerimizi sevişme hamamında kaynar şaraplarla yuduk.

* * *

Okuduk. Evren yanımıza geldi. Okuduk, geçmiş şimdiledi. Okuduk başımız göğe erdi. Yıldızlara çiçek ektik.

* * *

Teninin elifi aklımı alıyor. Kalbim, bakışlarının ateşiyle fokurdayıp bu sayfadaki satır aralarına dönüşüyor.

* * *

Ben bir kitabım. Sen bir kitapsın. İkisi aynı yatakta kalem olup hayatı yazıyor.
Beyaz pantolonlu pastaydın. Yuvarlak. Seni üfledim. Okudum. Ve yedim.

* * *

“Afiyet olsun”umdun. Oldun. Kolay okunan zor bir kitap. Buyurdum. Seni içtim. Okudum. Senden geçtim. Hadi bana eyvallah.
Hadi bana hoş geldin.Sayfana. Satırlarına. Beni kitabının okyanusunda yüzdür.

* * *

Bacaklarının arasında dünyanın en eski kütüphanesi.

* * *

Ruhun teninin cildi. Tenin başucu kitabım. Ruhun teninin hapishanesi. Gemiyle gidiliyor, göğüslerine, aktarmalı. Tenini ruhunun altın kafesinden kurtarmak için, seni üfledim. Okudum. Ve yedim.

* * *

Kitaplar aradım. Kitaplar aramak için kitaplar. Sonunda seni buldum. Kitap kutbunda buz kıran. Kitap öte okumasavar. Seni buldum. Kağıtyırtan. Sözbozan. Kitapları teninin ısısında yaktım.

* * *

Kitapları ektim. Bahçene. Yıldızlar bitti.

* * *

Okuma kuşu virân olmuş kalbimde susmuyor.

* * *

Susma kuşu ma’mur beynimde okuyor.

* * *

Okudukça anlam balıkları daha derinde yüzüyor.

* * *

Kitap olsam, yâre varsam. Gözünün nuruyla dolsam.

* * *

Söz elbiseni giy. Okuma aynamda taran.

* * *

Yazı pergelimin bir ayağı gözünün nurunu kesiyor.

* * *

Aşk ateşlerinin yandığı yazı evimde, ilâhî bir fırtınadır beni okuyuşun.

* * *

Yazı kandilimden evrenin dehlizlerine ulaşan gölgeli ışıkta, daha da örtünür tenini saran perde.

* * *

Lûgatine bak, derindeki çelişkilerinin; yazımdan vuran ışık karartınca seni.

* * *

Yükü hafiflerin sayfasından, dehlizlerden söz taşıyan katırlara bindirin beni. Muamma suyunu okuma kuyusundan çekin.

* * *

Çünkü bulutundan yağan harflerle sırılsıklam girdim koynuna.

* * *

Sözümden sevdâ uçtu, sır âlemine göçtü; sanmayın okur sarhoş, şarabı yazım içti. http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/yasamak.htm

 

 

 

 

BİLİNÇ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER- Prof. Dr. Ahmet İNAM

Bilinç, çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavram. Bu çalışma ne felsefe tarihinde bilinç kavramını açıklayıcı öğretilerin tartışılmasını, ne de çağdaş felsefede bu kavrama ilişkin görüşlerin çözümlemelerini, eleştirilerini içeriyor. Burada, belli bir insan anlayışından kaynaklanan bir bilinç modeli sunuluyor. Bu model, farklı kaygılarla, bilinç araştırmalarına; değindiği sorunlar, verdiği ipuçlarıyla katılmayı deniyor.

Bilinç araştırmalarında, bilinci anlama, yorumlama, sorgulama çabalarında taşınan kaygılar açısından, farklı yönelimleri belli bir sözlükle aşağıdaki gibi saptayabiliriz:

1. Beden işleyişine bağlı olarak bilinç işleyişini felsefece açıklama etkinlikleri (örneğin nöro-felsefe!),

2. Anglo-Amerikan felsefenin zihin-beden ilişkilerini sorgulayan tartışmaları (zihin felsefesi!),

3. Bilincin işleyişini “fenomenolojik” (E. Husserl anlamında!) temelde anlama, betimleme uğraşları (Bilinç Aktlarının fenomenolojik açıdan betimlenmesi!),

4. Beyin ve sinir sistemiyle uğraşan hekimlerin, nörologların, psikiyatristlerin araştırmaları,

5. Yapay zeka araştırmacılarının, bilgisayar programcılarının mühendislik açısından, insan beynini “kopya” etme, “simüle” etme gayretleri,

6. Mistiklerin, din felsefecilerinin, “spiritizma” ile uğraşanların etkinlikleri,

7. Sosyal bilim ve siyaset bilim kuramcılarının ideolojileri, insanın dünyayı, toplumu kavramasını incelerken ele aldıkları bilinç kavramı üstünde geliştirdikleri tartışmalar,

8. Psikologların, sosyal psikologların, antropologların anlama, anlam verme, kavrama etkinliğinde insanı araştırırken dayandıkları bilinç anlayışları,

9. Kültür insanlarının, sanatçıların insanı yorumlarken bilinci sorgulamaları, yorumlamaları.

Bütün bu farklı yönelimlerle gerçekleştirilen çabalar arasında eldeki çalışmanın yeri nedir? Türkiye’de yaşanan hayatın dayandığı zengin birikimden, kültürümüzün canlanıp, Türkçe ile düşünmeye verilecek önemle gerçekleştirilecek dil zenginliğinden yola çıkan, insanımızın eksikli, özürlü yanlarının giderilmesi kaygısı taşıyan bir bakış açısı ve tavırla bir bilinç anlayışı oluşturulmaya çalışılacak bu yazıda. Bu oluşturulan modelin felsefede, bilimde yapılan çalışmalara ters düşüp düşmediği, açıklayıcı olup olmadığı, böyle bir bilinç anlayışıyla geliştirilebilecek insan anlayışının, hedeflenen (yazarın ya da okurun hedeflediği) insan anlayışına uyup uymadığı okurun yargılarına bırakılmaktadır.

 

 

 

Bilinç Modelinin Dayandığı İnsan Anlayışının Temel Özellikleri

“Model” düşüncesine uzak olanlar için, bilincin “bir tek doğru” açıklaması vardır, bu da “bilimsel” verilerle ortaya konan açıklamadır. Elbette geliştirilebilecek bir “model”, bilimdeki araştırmalara, bulgulara ters düşmemelidir. Araştırmaların ve bulguların ortaya koyduklarını farklı kaygılarla, farklı biçimlerde yorumlama olanağı vardır. “Gerçek” onu açıklamaya çalışan kuramlardan, modellerden hep “fazla”dır; dolayısıyla bir çok “modelle”, kuramla açıklanma olanağı vardır.

Buradaki modelde kaygı, bir insan anlayışını tartışarak, irdeleyerek geliştirmeye çabalamaktır. Gönlümüzde, nasıl bir insanın dünya gezegeninde yaşamasını istiyoruz? Yanıtım: Gönlü olan insanın. Gönül sahibi insanın bu yazı çerçevesinde şimdilik on temel onto-ethik karakteri, özelliği içinde taşıdığını düşünüyorum.

1. Özgürdür, gönlü olan insan. Bu özgürlük ona “yalnızca dışarıdan” yasalar ve toplumsal düzenlemelerle sağlanmış özgürlük değildir. İnsanın “iç” özgürlüğünden söz ediyoruz. Kararlarında, seçmelerinde,belirleyiciler altında “özgür” olabilen; kendini belirleyen etkilerin, engellerin, zorlukların neler olduğunu anlamaya gönüllü, açık; anlayabilen insandır özgür insan.

2. Özerktir. Otonom. Özgürlüğünün sağladığı hareket olanağı, onu “kopya çeken”, “özenti” biri yapmamalıdır. Özerk insan, “iç dünyası” egemenliğine, istiklaline kavuşmuş, bağımsız bir kişidir. Özgürlüğünün erki kendindendir. Özerk “başına buyruk” biri değildir, bir anlamıyla. Özerkliğinin diğer insanların özerkliğine bağlı olduğunu bilir.

3. Diğer insanlara bağlılığının, bağımlığının verdiği bir özellik de onun özgül olmasıdır. Özgüllük, bir kültüre, inanç düzenine, yaşam biçimine özgü oluştur. Özgürlük ve özerklik ancak özgüllük içinde gelişebilir. Özgül insan, belli bir toprağın, kültürün insanıdır. Çağımız böyle bir özgül insana pek sıcak bakmıyor. (Globalleşme, dünyanın bir “köy” oluşu savı!)

4. Özgündür. Özgün olmaya çabalayandır. Orijinalliği, özüne uygun etkinlik içinde oluşundan gelir. Sahip olduğu gizil güçleri (potansiyelleri) gerçekleştirmeye, taşıdığı yetenekleri kuvveden fiile çıkarmayla uğraşır. Özünü oluşturmaya, kurmaya, keşfetmeye doğru yönlendirir yaşamını.

5. Özdendir. Burada “özdenliği” kendiliğindenlik, içtenlik anlamında yorumluyorum. Kendi özünden çıktığı için, özgün, “orijinal” olabilir. İki yüzlülük taşımadığından.

6. Özlemlidir. Oluşturacağı “öz”, “benlik”, bilinç düzeni, sürekli üzerinde çalışılması gereken, “inşası bitimsiz” bir özellik taşıdığından, içinde yaşanılanla varılması hedeflenen arasından ortaya çıkan kapatılamaz uçurum, gönlü olan kişiyi özlemli kılar: Özlem, yaşayabileceği özgür, özerk, özgül, özgün, özden… kişilerin bulunduğu dünyayadır. Özlem, bu özelleri edinebilme, taşıyabilme olgunluğuna erişebilmeyedir.

7. Özenlidir. Titiz, çalışkan: Ayrıntıları unutmayan. Akıl yürütmesinde gedikler vermemeye çalışandır.

8. Özverilidir. Değerler yaşayan bir insandır çünkü. Sahip olduğu değerler için tehlikeleri göze alır. Değerleri yaşar, yaşamaya çalışır, yaşadıklarının bedelini öder, ödemeye hazırdır.

9. Özgedir. Bu sözcüğün Türkçe’deki alışılmış anlamları “başka, diğer, yabancı”dır. Ben bu çalışma bağlamında, Kazak, Özbek, Uygur Türkçe’lerindeki anlamını yeğliyorum. Özge, bu anlamıyla “değişik” demektir. Türkçe’de kullanılan anlamlarıyla birlikte özge oldukça zengin anlam renkleri taşıyor. (Örneğin Divan-ü Lugat-it Türk, III, 155-4′ de, -Türk Dil Kurumu, Besim Atalay çevirisi, 1986) özge, “öze” anlamında, bana, kendime, özüme olarak geçiyor; o dönemin, o coğrafyanın telaffuzuyla! Özge, özgül, özden olan insanın bağnazlığını, ruh darlığını önleyen bir özellik: Özünüze özge olabilmek! “Değişik” anlamın özgeyi özge kılan da budur: Hem öze yöneliktir, hem öze yabancı, özden başkadır! Öze varabilmek, bilinç düzenini sağlam kurabilmek özge olmayı gerektirir: Bilinç düzeninin devingenliği, özgelik olmadan öze yürümenin zorluğunu gösterir sanırım. (Kendimizi “ötekiler” yardımıyla öğrenebileceğimiz olgusu!)

10. Özgeliğin öze giden yolda katkısı ancak özümseme ile olanaklıdır: Özümseyendir. Özgeliği özdenlikle, özgüllükle, özgünle birlikte özümlemiştir. Özümseme, bilinci oluşturan öğelerin ahengi; duygu, düşünce ve davranışların bir bütünlük içinde yoğrulması demektir.

Bu saydığım özellikleri anlatan kavramlar beş ayrı kavram çifti oluştururlar: (Özgürlük, Özenlilik), (Özerklik, Özverililik), (Özgünlük, Özgüllük), (Özdenlik, Özlemlilik), (Özgelik, Özümseyenlik).

Her kavram çiftindeki kavramların taşıdığı özellikler, birbirlerini tümlerler; bilinç taşıyan insanın bilinç düzeninin olgunlaşmasına katkıda bulunurlar.

 

 

Yaşantı Uzayında Beden ve Öte

Bilinç nerededir? Bir “yer” midir bilinç? Öyleyse nasıl bir yerdir? Bilinci Platoncu bir “idealar alemi”ne yerleştirmiyorum. Bedenin bir açılımıdır. Dünya gezegeninde bedensiz var olamaz. (Parapsiklolojideki tartışmalara kapalı kalmamak koşuluyla: Bilinç bu gezegende bir enerjiyle gösteriyor kendini!) Bedenin işlevlerine indirgenemez, ondan bir anlamda “fazla”dır. Bilinç bedenin olduğu yerde “gösteriyor” kendini. Bu çalışmada onu “benzetme”lerle, metaforlarla anlatmayı deneyeceğim. Metafor, sözcük anlamıyla “taşıma”, dönüştürme, “transfer” demek. Bilinci, böylesi bir anlam dönüşümüyle anlatacağım.

Bilinç yaşantı uzayındadır. Duyduğumuz, duyumsadığımız, düşündüğümüz, düşlediğimiz, anımsadığımız, umduğumuz herşey yaşantıdır. (Erlebnis, Erfahrung) Yaşantılar bilinçte yaşanır. İnsan bilinciyle gerçekliği karşılar. Bilinç, bu anlamda, insanın gerçeklikle karşılaşma yeridir. Bu “uzayda”, yaşantılar işlenir. Yaşantı işliğidir bilinç. Duygular, düşler, düşünceler gözden geçirilir; onlarla, başarılabiliyorsa hesaplaşılır. Yaşantılardan dokunur bilinç, bir ölçüde “inşa” edilir. Bilincin yapısına, bireysel özelliklerine göre bilinç düzenleri oluşturulur.

Beden, bilincin komşusudur. Aralarında çok sıkı bir etkileşim söz konusudur. Bedenle çalışır bilinç. Bedenden çalışır. Beden de, bilinç de açılabilen, alanını genişletebilen, dönüşebilen varlıklardır. Bilinç bedenin açılımıdır, demiştim. Bilinç de, hem bedene hem bedenin dışına doğru açılabilir. Hem bedeni hem dışını bilebilme bölgesini genişletebilir. Bilinç kendi üzerine de açılabilir, birazdan üzerinde duracağım.

Bilinç-beden bütünlüğüne beri, bu bütünlüğün dışına da öte diyorum. Yaşantıların bilince, beden aracılığıyla ulaşan bölümünde, öteden gelen duyulardan (görme, dokunma, işitme, tatma, koklaması gibi), bedenden kaynaklanan duyumlardan örneğin ağrılardan, söz edebiliriz. Bilinç öteyle ilişkisinde bedeni kullanır, kendi içindeki yaşantılardan da yararlanır.

Ötede, çevre ve ortam bulunur. Bilinç, öteyi çevre ve ortamdaki durumlarda yaşar. Çevre, bilinci saran fiziksel özellikler taşıyan nesnelerden oluşur. Doğa, kent, insanın ürettiği eşya, bilince çevre oluştururlar. Ortamsa (çevreye yüklediğimiz anlam ve değerlerden, düşüncelerden, görüş, yorum, model kuramlardan meydana gelir. Bilinç, çevre ve ortam içinde durumları yaşar; durumlar, belli koşullarda, belli etkiler altında, belli zaman süreleri içinde bilincin ortam ve çevreyle etkileşimleridir. Bilinç her zaman bir durum içindedir, bir çevre ve ortam içinde.

Bilinç dışında ne vardır? Beden ve öte! Bilinç temelde üç kaynaktan gelen yaşantıları yaşar demiştim: Bedenden, öteden ve kendisinden. Bilince yaşantı yağar, yaşantı akar. Bilinç, yaşantı uzayındaki işleyişin çok azını bilebilir. Bilincin yaşantılar uzayı olması, yaşantıların bilincine varılıyor demek değildir. Bilinç dışı, bilinçteki akış, işleyiş düzenini etkiler. Beden, bilinç duyarlıdır; bilinç, beden duyarlı, ikisi birden beriyi oluştururlar. Beri, öte duyarlıdır. Bilinç, bilincine varamadığımız, işleyişine, düzenine çoğu zaman egemen olamadığımız bir yapı taşır. Bilinç düzenine egemen olmak, beden düzenine egemen olmaktan daha zordur. Belli alıştırmalar, yoğun bir beden eğitimi, beslenme düzeni ile bir ölçüde bedenin işleyişi denetlenebilir. (Anatomi, fizyoloji, nöroloji ile farmakolojik bilgi bu denetimin güçlendirilmesine katkıda bulunabilir!) Bilinç, hem bedenden hem öteden gelen etkilerin anlaşılmasındaki zorluktan, kendi yapısının, bilinç uzayının ontolojik özelliğinin kavranmasındaki sıkıntılardan dolayı, denetimi çok çetin bir yapı taşıyor.

Yaşantıların akışı, dönüşümü, engellenmesi, bastırılması, kılık değiştirmesi, beden, bilinç ve öte arasındaki kapı ve pencerelerin varlığı ile açıklanabilir.

Önce pencerelerden başlayalım. Yaşantı uzayında, bilinç, beden ve öte arasında altı pencere bulunur. İlki bedenden öteye “bakan” penceredir. Beden bu pencereden öteyi görür, algılar. Bedenden bilince bakan pencereden, beden bilinci görür: Bilinç duyarlı beden, bilinci izler ve işleyişinden etkilenir. Üçüncü pencere bedenin kendine açılan penceredir. İşleyişine duyarlı beden kendini farkeden, duyabilen, yaşayabilen bedendir. Dördüncü pencereden, bilinçten bedene açılan pencereden görünen, bilincin gördüğü bedendir: Bilincin bedenle ilişkisinin yönetildiği pencere. Bilincin bedene sahip çıkmasının değerlendirilmesinin yapıldığı pencere. Bu pencerede görülenlerin her zaman bilincine vardığımız söylenemez. Bilinç pencereden görebildiğini görür, kapılarını ona göre denetlemeye çalışır, kararlar alır.

Beşinci pencere bilinçten öteye bakan penceredir. Bir çok açıdan ilginç penceredir bu: Bilinç öteyle olan ilişkisini çoğu zaman bedenin açtığı pencereden sağlar (duyu verileriyle örneğin…). Oysa öte, yalnız fiziksel bir yapı taşıyan “çevre”den oluşmuyor. “Ortam”, çevrenin anlamı, yorumu, değerlendirilmesi bilincin kendi yaşantılarıyla; duygu, düşünce ve düşlerle yapılır. Bu pencere, sanata, bilime, düşünceye açılan penceredir. Elbette “uzaklardan” bedenin etkileri sürebilir, buradan görüleni anlamaya; yine de pencere, bir anlamda, bilincin öteye “doğrudan” açılan penceresidir, bu pencere.

Alımcı pencere, bilincin kendine açılan penceredir. Bir çok insanda kapalı, yarı kapalı, belki de buzlu camlardan oluşmuş penceredir. Oysa bilinç kendine açılabilen, kendi üzerine derinleşebilen kendi içini araştırabilen, kendini içleyebilen (içini zenginleştirebilen) bir varlıktır.

Pencerelerden görebilmek, yaşantı uzayının ustası, “efendisi” olabilmek, öncelikle pencereleri farketmekle, bedenimiz ve bilincimize “sahip çıkmak”la sağlanabilir. “Bilinç düzeyi yüksek” insan diyebileceğimiz insanın, yaşantı uzayındaki pencereleri, böylesi pencerelere duyarlı olduğu, beden-bilinç-öte bütünlüğünü yaşayabildiği için, bir ölçüde açıktır.

Doğu bilgeliğinin uzun çileli bir “terbiye” ile pencereleri açık kılma etkinliği, hala içinde yaşantı uzayını anlamak açısından, önemli ipuçları taşıyabilir. Ben, pencerelerin yapısının yaşantı uzayının tanınması, araştırılmasıyla giderek anlaşılacağını düşünüyorum. Unutmayalım ki, yaşantı uzayı bilgisi, yaşama deneyimi olmadan kazanılamaz. Beden üzerinden çalışmalar yapmak, araştırıcının kendisinin katılmasını gerektirmediği için (giderek böylesi bir katılım, “öznel” sayıldığından, alışılagelen bilimsel araştırma yöntemlerine ters düşer!) daha kolay; başlangıç için daha uygun görünüyor. Bilinç salt bedensel yolla anlaşılmaz. Nedeni açık görünüyor: Yaşantıların dıştan incelenmesi olanaklıdır; onları ortaya çıkaran durumları “dıştan” araştırabilir, gözlemler yapabilirsiniz ama yaşantılar “içten” yaşanırlar. Örneğin, diş ağrımı ancak ben yaşayabilirim; sevincim, ne denli üleşsem de, benim yaşadığımdır; yaşantılarım “mahremdir”, özeldir (private!). Bilincimin de böyle bir özelliği var; yaşantı uzayında, yaşantıların yaşandığı bir yer olarak: Bilinç, yaşayanın bilincidir: Dışarıda duran bilinç, ötekinin bilinci, sizin bilinciniz değildir, “öte”dir sizin için. Bilinç ve beden “beri” dedir oysa. Bilincimi inceleyen, “öte”deki bilincimi inceleyebilir ancak. Oysa, bilincim, öteden inceleyerek tüketilemez, berim, hep “orada”; yaşama uzayındadır. “Beri” ise özeldir, “bir tek bana” aittir: Ancak, özneler arası iletişimlerle bir ölçüde, “öteye” çıkarılabilir, ötelenebilir, alışılagelmiş deyimlerle nesnelleştirilebilir.

Altı penceresinin yanında, altı da kapısı var yaşantı uzayının. Bedenden öteye, bedenden bilince, bedenden bedene, bilinçten öteye, bilinçten bedene, bilinçten bilince açılan kapılar. Kapılar, pencerelerden farklı olarak, yaşantıların aktığı, süzüldüğü, dönüştürüldüğü yerlerdir. Bilinçte, bilincine varılarak yaşanan bir takım yaşantılar, üç kez dönüştürülmüş, iki kapıdan geçmiş yaşantılardır: Öteden bedene gelmiş, bedenden öteye açılan kapıdan, nice dönüşümlerle geçmiş, sonra bedenden bilince (öte açısından, duyu organlarının sinirler ağından beyine…) açılan kapıdan bilince ulaşmış, bu arada bir kez daha dönüşümden geçirilmişlerdir. Bilinç, kendine ulaşan yaşantıları bir kez de kendisi dönüşüme uğratır. (Dönüşüme uğratma yerine, “kodlama”, “yeniden düzenleme” diyebilirsiniz. Örneğin, psikolojide savunma mekanizmalarının bir bölümü bu tür dönüşümlerle gerçekleşiyor!)

Bilinçteki yaşantıların, yaşantı hareketlerinin neden çok azının farkındayız? Bilinçte neden bilemediğimiz, denetimimiz altında olmayan yaşantı süreçleri yaşanıyor? Neden bilinç bizim elimizde değil? Bir ölçüde elimizde, bir ölçüde bilincimize egemeniz. Neden tümüyle bilincimizde olanların bilincinde değiliz, denetimini ele geçiremiyoruz? Bilinç neden kendi kendisinin bilgisine ulaşamıyor, kendisinde neler olup bittiğinin farkına varamıyor?

Bilinç uzayında, yaşantı uzayının bir parçası olarak bir meydan ve bir haneden söz edebiliriz. Bilinç meydanı, bilince açık, dile getirilebilip, iletilebilen yaşantılarla yüklüdür. Bilinç, kendi meydanında dolaşabilir, meydanı düzenleyebilir. Bilinç, bilinç meydanına egemendir! Oysa, bilinç, yalnızca meydandan ibaret değildir. (Aydınlanma düşüncesi “aklı” böyle bir meydandan oluşmuş sanıyordu, bir bakıma.) Bilincin bir de “kapalı alanı” mahremiyeti vardır. Bilincin hane hayatı, ancak belli bir bilinç eğitimi, terbiyesi ile kısmen farkedilebilecek bir hayattır. Bilinç düzeni, yalnızca meydan düzenlemesiyle sağlanamaz. Hanenin öyküsü, psikanaliz tarafından, farklı psikoloji, psikiyatri kuramlarıyla; felsefede Hegel, Marks, Schopenhauer, Nietzsche ve varoluşçu düşünürlerce anlatılıp duruyor. Öykü biteceğe benzemiyor.

 

 

 

Yaşantı Uzayının Güç Alanları

Yaşantı uzayında bilinç ve bedenle, “beri”yle ilgili dört güç alanından söz edebiliriz. İnsan, bedeni ve bilinciyle çevre ve ortamına güç yayan, buralarda “güç alam” oluşturan bir varlıktır. İnsan nereye gitse bu alanları yanında götürür. Bilincin içinde ve dışında, bedenin içinde ve dışında olmak üzere dört alan, insanın güç alanını ortaya koyar.

Bilincin iç güç alanı, bilinç içindeki yaşantı hareketlerini etkiler, bu hareketlerden etkilenir. Güç alanı, bilinç düzeninin yürütülmesinde bir enerji kaynağıdır. “Benlik”, (self) bilinç içindeki yaşantı akışının trafiğini, işlenişini düzenler, düzenlemeye çalışır. Benlik, bilincin bütünlüğünü sağlayan bir düzendir. Bütünlük, bilincin iç güç alanıyla, kısaca bilinç iç alanının güçlülüğü ile sağlanabiliyor. İç alanın zayıflığı, dağılan yarılan benlik anlamına gelir: Bilinç düzeni kendini sürdürecek enerjiyi bulamaz. Duygu, düşünce, düşler ya şiddetlerini yitirir, ya da şiddetleri arasındaki ahenk bozulur.

Bilincin dış güç alanı, onun bedenle, öteyle ilişkiye geçmesini sağlar. Dış alan, bedene, bedenden öteye uzanır. İnsan, çevre ve ortamında dış alanla diğer insanlarla ilişkiye geçer. İç ve dış alanlar etkileşim halindedirler. İç alan, dış alanı etkileyebilecek özellikte ise, örneğin, bir insana baktığınızda onun iç dünyasından, iç alanından kaynaklanan olumlu yada olumsuz iletiler (mesajlar) ulaşır size. Çağımız dış alanı düzenleyerek, etkili, güçlü görünmeye önem veriyor.

Bedenin de bilinç gibi iç ve dış alanları vardır. Bedenin iç alanı, iç organlarının düzeniyle, işleyişini etkiler, onlardan etkilenir. Dış alan (tam söylersek, bedenin dış güç alanı!) iç alanla etkileşim halindedir; insanlar arası bedensel etkileşimler dış alanların gücü altında gerçekleşiyor. Beden alanları ile bilinç alanları birbirlerine karışırlar, birbirlerini etkilerler; benlik, bu açıdan yalnızca iç bilinç alanının etki alam içinde değildir; bedenin iç ve dış alanlarından, kendi dış alanından da güç dalgaları alır. Bilincin bedenle eş güdümü, alanlar arasındaki “sağlıklı” etkileşimi gerektirir. Beden-bilinç-öte üçlüsü, güç alanlarının can verdiği yaşantı uzayında var olur.

Nedir güç alanlarının kaynağı? Fiziksel güç müdür güçleri? Ontolojik yapıları nelerdir?

Güç alanlarının yaşantı uzayında olduğunu anımsayalım.

Yaşantı uzayı, çevre ve ortam içindedirler. Öyleyse güç alanlarının hem fiziksel hem de “düşünsel”, “anlamsal” özellikleri var: Bilincin iç ve dış alanları, fiziksel, çevresel özelliklerini beyinde, sinir sisteminde, bedenin tümünde akan enerji dalgalan olarak “dışa” vururlar: Bu açıdan, bu dalgalar, şu anda tıbbın “psiko-somatik” dediği bir “enerji” taşırlar. Bedenin iç ve dış alanları “çizgilerini”, bilince, bilincin iç ve dış alanlarıyla karışmak üzere gönderirler. Alan “çizgileri” birbirlerini keserler: Bu alanların birbirlerinin içine girerek “çalkantısı”, beden-bilinç-öte arasındaki ayrılamaz bütünlüğün varlığını gösteren önemli bir gösterge.

 

 

 

Yaşantı Ayrışımları

Yaşantı uzayındaki yaşantıların bir kısım özelliklerini bu yazı çerçevesinde kısaca sıralayabiliriz:

1. Yaşantılar zamansal (temporal)dır. Zaman içinde bir sürekliliğe sahiptirler.

2. Her yaşantı bedene ve bilinçteki etkileriyle var olur. Nedir yaşantı olmak? Bilinçte, bilinç uzayında “izi” olmaktır. Bilinçte sürüp giden, olup biten yaşantılardır. Yaşanan yaşantılar kendilerini yansıtabilme (reflectibility) özelliğine sahiptirler. Örneğin, seyrettiğimiz bir manzaranın yaşantısı yıllar sonra bize kendini yansıtır, kendini sunar. Seyrederken seyrettiğimizin bilincine varmasak bile, seyretmiş olmamız onun kendisini yeniden bize sunmasını, yansıtmasını sağlayabilir. Yaşanan yaşantının yansıtabilme özelliği, dönüşüme uğrasa da onun kalıcılığını gösterebilir.

3. Yaşantı uzayında hiçbir yaşantı yitmez. (Unuttuklarımız, anımsamadıklarımız onların yok olduğunu göstermez). Onların “yansıtma”, kendilerini gösterme “bölge”lerine ulaşamadığımızın bir işareti olabilir. Bilincin düzeni “gereği”, yitip gittiğini düşündüğümüz, ya da bedensel yapımızın içinde bulunduğu durumlar sonucu yaşayıp da anımsayamadığımız yaşantılar, yaşantı uzayında “ebedi” yerlerini almışlardır aslında.

4. Her yaşantının salt yaşayan bilincin bilebileceği bir bileşeni (özel bileşen) ile kendini diğer bilinçlere yansıtabildiği bileşeni (kamusal bilinç) vardır.

5. Belli bir bilinç açısından yaşantılar, yaşanan ya da yaşanmayan yaşantılar olarak ikiye ayrılabilir. Yaşanmayan yaşantılar, bilince ulaştığı halde bilincin farketmediği yaşantılardır. (Belli dalga boyunun altındaki ışık ışınlarını göremesek de bilinçte yerlerini alırlar, beden-bilinç bütünlüğüne etkileri olabilir!)

6. Yaşantılar bilinç düzeninde oluşturdukları etkiler açısından belli şiddetlere sahiptirler. Büyük felaketlerde, travmalarda yaşantı şiddeti bilincin yerleşik düzenini alt üst edebilir. Örneğin “huzur” yaşantısı sıfır alınırsa, şiddeti, artı ve eksi olmak üzere niceliksel olmasa da kabaca nitelik açısından değerlendirebiliriz.

7. Yaşanan yaşantıların bir bölümü, bilincine varılmış, üzerinde durulmuş, gözden geçirilmiş bir bölümüyse düpedüz yaşanıp gitmiş yaşantılardır!

Bilinçteki yaşantıları belli bir açıdan sınıflamayı deneyebiliriz. Bedenden geçerek ya da bedenden kaynaklanan duyu ve duyumdan sözederek, yaşantıları ayrıştırmaya başlayabiliriz. Öteden bedene ulaşan, günlük dilde “beş duyu” gibi adlar alan görme, işitme, dokunma, tatma, koklama yaşantıları, duyuları oluştururlar. Duyum sözünü bedenin kendi içinden kaynaklanan, doğrudan öteden gelmediğini düşündüğümüz, ağrı, sancı, sızı gibi adlar verdiğimiz yaşantılar için kullanıyorum.

Duygu, bedenle bilinç arasında ilginç bir yeri olan yaşantıdır. Çoğu kez “akılla” (aklı, modelimiz açısından bilincin meydanında düzenlenen, açıklayıcı, yorumlayıcı, anlaşılmayı sağlayıcı yaşantılar dizgesi (sistemi) olarak yorumlayabiliriz, ilk bakışta!) anlaşılıp, denetlenemediği için filozofların çok fazla ilgisini çekmemiş, sanatın, edebiyatın konusu yapılmıştır.

Düşünce bilincin meydanında ise, duygular çoğu zaman bilinç hanesinde bulunurlar. Düşünce yaşantıları yansıtabilme, ifade edilebilme, düzenlenebilme özellikleri taşıyıp, içeriklerinden soyutlanarak biçimsel hale getirilebildikleri için “yüksek” bilinç yaşantıları sayılmışlardır. Batı düşüncesinin Lagos‘u değerli sayılmış, giderek, dinsel, kutsal anlamlar taşımıştır.

Buraya kadar dile getirdiğim yaşantı çeşitleri, yaşadığımız olağan yaşamın, kimi felsefe çevrelerinin “halk psikolojisi” (folk psychology) dediği sınıflaması sayılabilir. Beden-Bilinç-Öte bütünlüğü açısından, bu psikolojinin pek farketmediği bir yaşantı çeşidi üstünde durmak istiyorum. Türkçe’de bu yaşantıya yörelence, bu yaşantının yaşanma sürecine yöreleme diyorum. (Türkçe’de yer bulmamış bir sözcük. Batı diliyle buna sırasıyla, Eski Yunanca’dan çıkarak oikoima, oikoisis diyebiliriz; noema, noesis sözcüklerine benzeterek).

Yöreleme eylemini bilinç nasıl gerçekleştirir? Yöreleme bir öteleme eylemidir. Bilincin alanını güçlendirmesi, uzayda “kapladığı” yeri genişletmesidir. Yöreleyen bilinç, beden-bilinç-öte bütünlüğünü gözeterek işler. Düşünce bilinç içinde kalırsa, “spekülatif”, edilgindir; Marks’ın dünyayı değiştirmediğini düşündüğü düşünce olur. Oysa yöreleme böyle bir bilinç etkinliği değildir: Bilincin yöreyi dönüştürme eylemidir. Yöre, bilinci ve bedeni saran ortam ve çevredir, ötedir, ötenin bilinç-beden bütünlüğüne katılmış parçasıdır. Öte, bilincin ulaşamadığı, ulaşamayacağı bilinemez bölgeleri de taşır. Oysa bilinç-bedenle birleştiğinde yöre adını alır: Öteyi yöreleştirme, bilincin atılımlarından kaynaklanan bilinç-beden bütünlüğünün bir başarısıdır. Yöreleme, alışılmış terimlerle söylendiğinde arzu-irade-eylem bütünlüğüdür. Bilinç, iç ve dış güç alanlarının sağladığı potansiyelle yörede “varolmaya” çalışır, yöreler. Yöreleme ürünleri, yörelencelerdir. (Düşünme, düşünce gibi…) Dil bir yörelencedir, yörelenceler yeniden bilince yaşantılar olarak alınır, bu sayede insan düşüncesi daha yetkin, daha düzenli, daha açık, belirgin, tanımlı yürüyebilir. Teknoloji ürünleri, düşünce, efsane, folklor, sanat… ürünleri yörelencelerdir. Yöreleme, dünyayı yaşanır kılma, insanın kılma, deyim yerindeyse insanlama çabasıdır. Yöreleme ile bilim, sanat, din, felsefe, teknoloji (çeşitli mühendislik dallarıyla, tıp, ziraat, hayvancılık…), yönetim düzenleri, hukuk, gelenek, töre, ahlak… oluştu. Kültür, insanın yöreleme etkinliği sonucu geliştirdiği yörelencelerden, kültür ürünlerinden oluşur. Bilinç, ahlak açısından yöreleme ile ötekiyle ilişkiye geçer. Yöreleme, bilincin “dışına”, bütünlüğüne, beden ve öteye uzanma, kavuşma, onlarla bütünlenme uğraşıdır.

 

 

 

Bilinç Düzenini Anlamaya Doğru

Bilinç uzayında yaşantılar “başıboş” dolaşmıyor. Düzenleniyor. İşleniyor: bilinç, bir bakımdan yaşantı işliği. Peki, bilinçte yaşantıdan farklı ne var ki “düzenleme” gerçekleşiyor? Bilinç, boş bir uzay olarak verilmiyor bize. Doğuştan, bilinç, belli bir ön-coğrafya ile geliyor. Bedensel bir alt yapı ile donanım kazanıyor bilinç. Bu alt yapının genetik tarihi, belki Jung’cu bir yorumla çok eskilere gidebiliyor. Belli çevre ve ortamda bilincin binlerce yıllık serüveni, tarihsel, kültürel, bedensel dönüşümlerin izlerini taşımasına yol açıyor. Yaşantılar, bilincin bedensel ve kültürel tarihinin oluşturduğu coğrafyası içinde akıyor, odaklanıyor, yönleniyor. Bilince uğrayan yaşantılar, oranın düzeni içine giriyor. Bilinç alanı, bilincin bedensel alt yapısı, bilincin geçmişten devraldığı işleyiş biçimi, bilinç düzenini oluşturuyor. Ön-coğrafya deyimi, bilinç uzayının belli geometrik yapıyı, “engebeli” özelliklerini taşımasını anlatan benzetmeli bir ifade. Yaşantı akışı, bir nehrin akışına benzetildiğinde, nehir yatağının önceden bir ölçüde verildiğini söylemek istiyorum bu deyimle. Yaşantı trafiği zamanla bu ilk verilen coğrafyayı değiştirir, yaşantılar geldikleri kapılardaki dönüşümleri bilince aktarır, bilinç uzayının yapısını dönüştürürler. Bilinç, bedenin değişimlerinden, içinde bulunduğu durumların farklılaşmalarından, zaman içindeki gelişimlerinden, oluşumlarından etkilenir. Bilinç işleyişi, bilincin “oturmuş”, yerleşmiş coğrafyasında fazla bir değişiklik göstermese de, karşılaştığı yaşantı fırtınaları, afetlerinde, değişen bilinç coğrafyası, işleyişi değiştirecek özellikler taşıyabilir.

Yaşantılar, bilince uğrar; bilinç, yaşantılara maruz kalır. Bilinç pencere ve kapılarının durumuna göre, uğradığı yaşantılara karşı koyar, onları kabul eder, alır, “red eder”, görmezden gelir. Kapı ve pencerelerden bilince ulaşan yaşantıları bilinç “gerisin geri yollayamaz”, içine alır ve dönüştürür. Bilincin yaşantıları “red etmesi”, kovması demek değildir; onu coğrafyası içine yerleştirirken, “meydanından” uzak tutmaya çabalamasıdır. Bunda ne denli başarılı olabilir, bu kuşkuludur. İstenmeyen yaşantılar, bilinç alanının gücü, işleyiş düzeninin uygunluğu, içinde bulunulan “durum”un yapısına bağlı olarak etkisiz hale getirilmeye çalışılabilir. Bu sürecin bilinç ne denli farkında olabilir, bu da önemli bir soru olarak duruyor karşımızda.

Bilincin kendisine ulaşan yaşantılara hazırlıklı olabilmesi, beklenilmeyen yaşantı afetleri karşısında gerekli dönüşümler yaratabilmesi, onun yaşantılardan “öğrenebilme” özelliğini gösterir. Batı düşüncesinin Pathemata mathemata ya da experientia docet sözleriyle dile getirdiği yaşantılardan öğrenme, yöreleme etkinliğinin bileşenlerinden biridir. Örneğin Gademer’in Alman dilinde yaptığı Erlebnis-Erfahrung ayırımını Türkçe’mizde de yapma olanağı vardır. Üzerinde çalışılmamış, bilincin işleyip öğrenmediği yaşantıya ham yaşantı (Erlebnis) öğrenilen yaşantıya da deneyim (Erfahrung) diyebiliriz. Aristo, Emperia’dan, deneyimlerden genç insanların yararlanamayacağını; başka türlü söylersek, gençlerin yaşantıları deneyime çeviremediğini söylüyor. Genç insan yaşantılar, (yaşantılama, yaşantıları yaşama anlamında) ama onları deneyime dönüştüremez. Bilincin yaşantıları alabilip, işlemesiyle ilgili bir başarısıdır, deneyim.

Bilinç, devir aldığı bedensel alt yapı ve bilinçsel ön coğrafya ile, içinde yaşadığı durumlarla, yaşantıları karşılar. Öte, beden, bilinç kaynaklı yaşantılar, kendisi de düzenleyici, işleyici yaşantılar üreten bilinç tarafından işlenir.

Bilinç, gelen yaşantılarla, karşılayan bilinç yaşantılarının buluştuğu bir uzaydır, bir coğrafyadır. Bilinç cansız, ölü bir uzay değildir; canlı bir uzaydır; yaşantı duyarlı bir “organizma”dır, deyim yerindeyse. Yaşantılar, yansıtabilme özellikleriyle kendilerini ortaya koyarlar, karşılayıcı bilinç yaşantıları onlara yönelir. Karşılayıcı yaşantıların nereye, nasıl, neden dolayı yöneldiği bilincin yapısına, tarihine, içinde bulunulan duruma bağlıdır. (Edmund Husserl’in “akılar”la açıkladığı bilinç düzeninden farklı bir açıklama!) Onlarla etkileşir. Kimilerini tutar. Bilincin belli bölgelerine yerleştirir. Zaman içinde, bilinç içindeki yerleşim düzeni, bir benzetmeyle uzaya kurulmuş, bilincin işleyip tutup, yerleştirip, düzenlediği kentler oluşturur. (Bilincin, ruhun, kente, şehre, benzetilmesi, ortaçağ filozoflarının, Platon’un başvurduğu bir anlatım yoludur!) Deneyimler arttıkça, kentler, kentler arasındaki yaşantı trafiği yoğunlaşır. Bilinç düzenine güç veren alanın desteğiyle gelişmiş benliğin yönetimiyle bilincin çok karmaşık işleyişi, işleyişin sorunlarının üstesinden gelinmeye çalışarak başarılır. (Bilinç yönetimi ilginç bir konu, psikagoji adıyla üzerinde çalışılabilir) Bilincin, yönelme, tutma, yerleştirme, düzenleme işlevlerinin yanında türetme işlevinden de söz edebiliriz. Bilinç yaşantılar türetebilir. Düşünme ve düş kurmada, “dıştan gelen” yaşantılardan farklı yaşantılar ortaya konabilir,.Bu yazıda bilincin “gelen” (dıştan ve içten!) yaşantıları karşılayan, karşılayıcı yaşantılardan söz etmeyeceğim. Bilinç, kendi kendine yaşantılar yollayan, yaşantı kaynağı ve yaşantı alıcısıdır.

Peki, bilinçteki bu oluşumlardan, bilinç ne kadar “haberli”dir? Bilincin, yaşantıları yaşaması, onlardan “haberli” olması şimdileştirme dediğim bir süreçle gerçekleşir. (Edmund Husserl’in kendi sistemi içinde Vergegenwârtigung terimiyle dile getirdiği işleyişe bir açıdan benzer bir süreç!) Yaşantı yaşanması hep “şimdi” içinde olur. Anımsamak, örneğin, yerleştirilmiş yaşantılara yönelip onları şimdiye çekmektir, şimdileştirmektir. Şimdileştirebildiğimiz yaşantıları farkedip, yaşayabiliriz.

Bilince uğrayan yaşantılar, şimdileştirilebildiğinde, aralarındaki farklar görülüp, tanınabilirler. Yaşantıya maruz kalıp, aralarındaki farkları ayırt ederek tanıma, bilincin henüz edilgin süreçleridir. Etkinlik, bilincin yoğun bir yönelmeyle (odaklanma diyorum buna!), gelen yaşantılara anlam verme, yorumlama, değerlendirme işlemlerini uygulamasıyla ortaya çıkar. Bu odaklanmadan değerlendirmeye uzanan süreç, başarıldığında, yine yörelemenin bir parçası olur. Bilimde kavram oluşturma, açıklama, sanatta, felsefede yorumlama, yaşam içindeki ahlak ilişkilerindeki değerlendirme bu sürecin farklı işleyişleridir.

Modelin kaba çizgileriyle çizmeye çalıştığım kavramsal resmini burada kesiyorum. Geliştirmeye çabaladığım bilinç modeli içinde bir çok belirsizlikler ve boşluklar taşıyor. Yazımın başında sözünü ettiğim kaygılarla yürüdüğüm yolda, bu model, gelecekteki olası düzeltmelerle daha ayrıntılı işlenmeyi bekliyor.

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/bilinc.htm

 

 

 

 

 

AHMET İNAM’LA SÖYLEŞİ: “Düşünmek, göze almaktır.”

Halil Turan – Sinan Kadir Çelik

Halil Turan: Hocam, ikimizin de hocasısınız. Felsefe öğrenciliğinin sonu var mıdır? Buna bağlı olarak şunu da soralım: “İyi” felsefe öğrenciliği ne demektir? Bu konuda bir tanımınız var mı?

Ahmet İnam: Felsefeyle uğraşmak, bana sorarsanız, zaten “öğrenci” olmayı bilmek demektir. Öğrenci olamazsan, felsefeye olan ilgin dışardan bir ilgi olarak kalacaktır. Her zaman dışarlıklı bir felsefe uğraşıcısı olursun. İçten bir şekilde felsefeyle ilişkiye girmek ise öğrenci olmayı bilmekle olanaklı; çünkü, sonsuz bir öğrenme çabası var öğrencilikte ve bu çaba biter gibi de görünmüyor. Daha önce yaşamış olanlardan, düşünülmüş olanlardan bir şeyler öğreniriz. Aynı zamanda kendimizin onlarla olan ilişkisinden de bir şeyler öğreniriz. Bir üçüncü öğrenme daha var ki, bu kendi yaşamımızdan, başımızdan geçmiş olanlardan öğrendiklerimizdir. Çünkü felsefe kendi kişiliğimizi katmadan ilişkiye geçebileceğimiz, tarafsız bir tutumla veya soğukkanlı, yansız bir bakışla ilişkiye girebileceğimiz bir alan değil diye düşünüyorum. Belki bilim için de geçerlidir bu söylediğim.

Halil Turan: Ama sanırım, felsefenin nesnel olması gerektiğini savunanlar, hatta felsefeyi nesnel bir biçimde yaptıklarını iddia edenler var.

Ahmet İnam: Hayır, hayır, ben hiçbir şeyin öyle yapılabileceğini düşünmüyorum. En yansız etkinlik dediğimiz bilimde bile yansız olma tavrının da senin kişiliğinle ilgili olduğunu düşünüyorum. Kişilik bizde genellikle öznellik olarak görülür; öznellik de olumsuz bir kavram olarak yorumlanır. Öznelliği bir tür laubalilik, karşındaki nesneyle ilgilenmek yerine kendi özel çağrışım dünyana girip bir sürü laf söylemek olarak anlıyorlar. Benim burada sözünü ettiğim ise kendini katma meselesidir. Yani dışımızdaki problemlere, herkes için ortak olan problemlere, herkesin, görebileceği, ele alabileceği problemlere kendi bakış açımızdan, kendi duruşumuzdan, kendi deneyimimizden yola çıkarak, yani öznelliğimizden ziyade kendi özgüllüğümüzden, yani bize özgü olandan yola çıkarak bakabilme işidir ki bu sanıyorum, zaten bütün bilim insanlarının, bütün düşünen insanların da yapageldiği bir şeydir. Elbette herkes için ortak olan bir alan vardır. Ama o ortak alana biz kendimiz olarak giriyoruz. Ve kendimiz olarak girdiğimiz zaman bakışımız anlamlıysa, o bakış herkesi ilgilendiren, herkesle ortak bir şey oluyor. Herkeste ortak olan bir şey bile kendi gözümüzle gördüğümüz, gösterdiğimiz bir şeydir. Sadece felsefede değil, ama sanatta da, bilimde de bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, kendi özgüllüğünü yakalayabilmiş bir öğrenciliğin felsefe için çok gerekli olduğunu, ama bunun aynı zamanda çok zor başarıldığını düşünüyorum. Bunun çok büyük tehlikeleri de var. Bunun patolojik hali, kötü bir megalomani ve gaflettir; kendini bir matah sanmaktır ve her söylediğinin de özgün bir şeyler olduğunu düşünmektir. Bu, akademik hayatta gençken çok izin verilmeyen bir şeydir; çünkü gençken kendinize özgü laflar zaten ettirmiyorlar. Ama bir biçimde denetim mekanizmalarından kurtulup, deyim yerindeyse palazlandığınızda ve bir takım rütbeler alıp ağzınıza gelen her şeyi söylediğinizde, sizi denetleyecek bir güç olmadığı için kendinizi bir insan sanmaya başlıyorsunuz. Şakşakçılar da olduğu sürece “Bastır hoca”, “Helal olsun hoca”, “Ne güzel söyledin hoca” dedikçe, üfürüğün bir fırtınaya dönüştüğünü görebilirsiniz. Bu durum çok tehlikeli. Çünkü felsefede öğrenci olabilmek, kesinlikle bir özeleştiriyle yürüyen bir şeydir. Bu, öylesine zalimane bir özeleştiri olmalıdır ki kendini yerin dibine sokup o soktuğun yerin üzerinde tepinmen gerekebilir. Ama bunun hastalıklı hali de “ben akılsızım”, “ben aptalım”, “dur bakalım” falan deyip hiçbir şey söylemeden, sonunda söylediklerini totolojik hale getirip sağlamlaştırmaya çalışmak da bazı akademik çevrelerin yaptığı bir şeydir. Yani felsefede çok güvenceli bir yol izlersen, söylediklerini öyle teknik ve analitik bir biçimde söyleyeceksin ki söylediklerinde herkes bir şeyler var sanacak. Tabii, örtük totolojiler olur bunlar da. Birçok akademik makalenin de böyle olduğunu düşünüyorum. Akademik rütbelerin koşullandırmaları da eklendiğinde insanlar, o bir takım dergilerde makaleler yazmak için böylesine hiçbir anlamı olmayan bir sürü laf söyleyebiliyorlar ve yazdıklarını galiba bir kendileri bir de hakemler okuyor. Onun dışında, bu yazılara, arada bir göndermeler, anlaşmalı ya da şaşkınlıkla yapılan göndermeler de olabilir. Çağımızdaki felsefe öğrenciliğinin zorluğu, felsefenin günümüzde geldiği yerle ilgili. Felsefe bir meslek haline geldiği için, akademik bir birimin içinde çalışan ve sırf maaş aldığı için onla uğraşan insanlar var; yani içinden geldiği için, başka bir şey yapamayacağı için değil. Hasbelkader bir felsefe bölümüne kapağı atmış ve oradan da ekmek parası kazanabilmek için terfi etmek zorunda olan insanlar var ve bu insanların da belli bir üretimde bulunmaları gerekiyor. Bu üretimin de ortalama, sıradan ve çok saçma laflar etmeyen bir üretim olması lazım.

Halil Turan: O halde, tanımlarınıza göre, “Böyle kişiler öğrenci olamazlar” diyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Aslında bunlar da öğrenci olabilirler. Konuyu biraz saptırdım. Ama, evet bunlar da öğrenci olabilirler. Herhalde bunlar da kendi teknik felsefe anlayışları içinde bir şeyler öğreniyorlardır. Öğrenci olmak yaptıklarından bir şeyler öğrenmekse, bu kişiler de öğrenebilirler. Ama burada anlatmaya çalıştığım öğrenmenin biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Kendimizi öğrenmekle ilgili bir öğrenmeden söz ediyorum. İyi bir felsefe öğrencisi olmak demek, kendini felsefe problemlerinin içine katabilmek demektir. Dolayısıyla, o yolculuğun doğuracağı sıkıntılara katlanabilmek, o cesareti bulmak, hatta dalga geçilmeye, eğlenilmeye, dışlanılmaya katlanabilmek demektir. Felsefeciler çevresinden sürülebilirsin de, alay edilebilirsin, dalga geçebilirler, insan yerine konmayabilirsin; ama benim olduğum gibi ünlü, popüler de olabilirsin. Bunlar çok tehlikeli şeyler ve hakiki bir öğrenmenin ve iyi bir öğrenci olmanın göstergeleri değiller. Çünkü, iyi bir öğrenci olmanın göstergesi, kendi yaşamıyla felsefe problemlerinin iç içe oluşundan bir şeyler öğrenebilmektir. Öğrenci, bu öğrenme sürecinde kendi sorunlarıyla felsefe problemlerini elbette karıştırmayacak. Ama onun yaşam sorunlarıyla felsefe problemlerinin koşut olduklarını görebilen biri olması gerekir. Bunların ötesinde, felsefe sorunlarını tamamen kendi dışında olduğunu düşünen, “yaşamım ayrı, felsefe sorunları ayrı” diye bakan bir gözün öğrenmesinin bir felsefi öğrenme olmayacağı, bunun teknik ve mesleki bir öğrenme olacağını düşünüyorum. Bu biçimde felsefe yapan insanların sayısı çok fazladır. Ama bunlar yanlış yapıyorlar da diyemem. Çünkü böyle insanlar, felsefe de bir meslek olduğuna göre, her meslekte vardır. Her mesleğin teknisyeni vardır. Bu teknisyenlerin bir kısmı işlerini iyi yapabiliyorlar. Bazıları iyi teknisyenlerdir; bazıları ise değildirler. Teknisyenlerin çoğunun teknisyen olduklarının farkında olduklarını sanmıyorum; çünkü bu iş böyle yapılır diye öyle yapıyorlar. Bunların çoğunun da dürüst insanlar olduğunu düşünüyorum. Bir de, tabii, teknisyen olmayıp, felsefeyi kendi varoluş sorunu haline getiren insanlar var. Bunların her birinin ürettiği felsefi ürünlerin anlamlı olduğunu da savunamam; bunların çoğu saçmadır. Çünkü çok tehlikeli bir yoldur kendini katarak gitmek. Söylediğin her sözün bir matah olduğunu sanmanın dışında, kendi özel cinsel problemlerinin, duygusal problemlerinin büyük felsefi sorunlar olduğunu sanma tehlikesiyle karşılaşılabilir. Bu da kendi başına büyük bir sorundur. Galiba sağlıklı felsefe öğrenciliği şu: Herkesin kendi özgüllüğü içinde sorunlarla ilişkiye geçtiği, ama birlikte konuşulabilen, tartışılabilen, birlikte öğrenebilmenin gerçekleşebildiği bir öğrencilik. Felsefe hiçbir zaman bir kişilik bir etkinlik olmadığı için, felsefe etkinliğinin birlikte yürütülebilecek, yani agora’da sürekli tartışmalarla öğrenilebilecek bir şey olması gerek.


Sinan Kadir Çelik: Peki o zaman hocam, beraber neyi öğreneceğiz? Yahya Kemal’in “Bir aşk oluverdi aşinalık” dizesinden yola çıkarsak, aslında felsefe dediğimizin bize malum olanı mümkün kılma çabası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Sanırım, evet. Fenomenologlar, şaşırtıcı olarak ? Husserl’de olduğu gibi Wittgenstein’ da da bu vardır ? derler ki, “Hiçbir şey gizli değildir. Her şey önümüzdedir. Her şey önümüzde, her şey aşikar olduğu için onu görmek zordur”. Çünkü onlar bir yerlere saklanmış olsa, bir saklambaç oyunu haline döner felsefe ve biz onları bir yerlerde ararız. Asıl gizli olansa gözümüzün önünde olandır. Gözümüzün önünde olanı görebilmek çok çok zordur. Ve elbette bu başarılabilirse, fenomenolojiyle başarılacaktır. Fenomenolojinin “fenomen”i zaten görünendir; yani görünen üzerine konuşacağız. Söylediklerimiz gözümüze görünenler hakkında olacak. Görünmeyenler üzerine ahkam kesmek dayanaksız bir konuşma anlamına geliyor. Felsefeci konuşurken sürekli olarak gördüğü, duyduğu, yaşadığı şeyle ilişkili olarak konuşacaktır. Öbür türlü sadece bir yerlerde okuduğu ama göremediği bir şeyler hakkında konuşur. Çünkü okumak, soyut olarak anladığını sanmak, malumat sahibi olmak görmek anlamına gelmiyor. Görmek, problemleri görebilmek, Husserl’in sayfalar boyu, yıllar boyu anlamaya çalıştığı bir şeydi. Belki de Husserl görmeyi görmeye çalışıyordu; görmenin kendisinin nasıl bir şey olduğunu. Dolayısıyla mesele bir görme çabasıdır ve elbette bu görme de gözümüzün önünde olanı görmektir. Ama “neden gözümüzün önünde olanı görmüyoruz?” diye sorarsak, bunun cevabı “Çünkü gözümüzün önünde olanın nasıl bir şey olduğu bize öğretilir” olur. Aşinalıklar hep verilmiş aşinalıklardır; edinilmiş aşinalıklardır. Bizim kendi özgüllüğümüzden çıkan değil de, yaşadığımız kültürle, tarihle, dille öğretilen, yaşamdaki insan ilişkileri içinde edindiğimiz aşinalıklardır. Bu aşinalıkların çoğu gözlerimizi kör eder; çünkü bu aşinalıklar bir alışkanlığın ürünüdürler ve kolaycılıktırlar. Veciz sözler, atasözleri, basmakalıp düşünce şekilleri ve bunlarla yürünen araştırma yolu da herkese malum olanın ilamından başka bir şey olmayacaktır. İngilizce’de buna “belabour the obvious” diyorlar; yani açık (obvious) olanın üzerine konuşmaktan başka bir şey değil. Felsefe bu değil. Felsefe tam da bu açık gibi görünenin açık olmadığının farkına vardığın zaman başlayan bir şeydir. İşte o zaman Aristotelesçi anlamda şaşma da başlar. O zaman karşındaki kaleme “vay be!” diyerek bakabilirsin. İşte o zaman “hayret” başlar ve işte o zaman “aşk” başlar. İşte o zaman aşinalık aşka dönüşmüş olur. Felsefe sapına kadar bir aşk işidir; erotik bir iştir.

Sinan Kadir Çelik: Hocam, size iki sözünüzü hatırlayacağım. Birincisi, “Mutsuzluk ahlaksızlıktır” ki, bu sözünüz neredeyse bir motto oldu. Diğeri ise, “Bazıları uçup uçup düşecekler ki yürüyenler nereye gittiklerini görebilsin”. İşte bu iki sözün hayatınızın temel izlekleri olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Aslında ben hayatımla düşüncelerim arasında çok paralellik olduğunu düşünmüyorum. Sağda solda, evet, öyle konuşuyorum. Ama kendimin öyle olduğunu düşünmüyorum. Uçuk kaçık şeyler söylüyor gibi görünsem de, hayatıma baktığımda son derece ihtiyatlı olmaya çalışan bir insanım. Ama galiba bu ihtiyatlılığın bir hesabiliğe dönüşmesi beni rahatsız ediyor. Tabii, bir ihtiyat var ki felsefeci için bir anlamda gereklidir; çünkü uçmak bile belli bir ihtiyatla yapılabilen bir şey. Uçma derken alıkça bir uçmadan söz etmiyorum. Çünkü gidip kendini alıkça Galata Kulesi’nden atan bir adama benim hürmetim olamaz. Ama birisi kendine özgü bir aerodinamik teorisi geliştirir, ona göre kanatlarına özen gösterir ve hatta kanatlarını farklı renklere boyar… İşte böyle adamların uçamayışı çok anlamlıdır. Çünkü uçma üzerine düşünmüştür; uçma hakkında bir fikri vardır; uçmayla kendi yaşam deneyimlerini biriktirmiştir ve uçamamıştır. Yanındaki sevgilini etkilemek için kendini aşağı atabilirsin. Yahut ilaç alıp aşağı atlarsın. Bunlar bize bir şey öğretmez. Bir felsefe öğrencisinin, “hangi uçuculara saygı duyulmalıdır?” diye sorması lazım. Çünkü hakikaten bir saygın olanlar gibi, beş para etmez uçucular da var. Tabii bunların yanında piyadelerden de bahsedebiliriz. Gerçekten eli öpülesi piyadeler de vardır, alık piyadeler de. Bu alık piyadeler sürekli elinde kalkan olan birinin arkasından giden, onun bacağına yapışıp “bana ok gelmesin” diyen piyadelerdir bunlar. Diğerleri de “ben gidiyorum gelen var mı?” diyenlerden. Ötekiler de buna diyecektir ki “sen git, bir şey olmuyorsa biz de gelelim.” Bu doğuluların mayın tarlasına önce eşeklerini sürmelerine benziyor. Evet, böyle, mayın tarlasına girebilen piyadeler var. Yaratıcı düşünür ikiye ayırdık; uçarak düşünenler ve piyade olarak düşünenler diye. Bu iki düşünme biçiminde de ortak olansa risk almaktır; yani bir şeyleri göze almaktır. Çünkü, düşünmek göze almaktır. Heidegger buna “Wagnis” diyordu. Yani Wagnis tavrı içinde değilsen, ister uçucu ol ister piyade ol, eli öpülesi bir insan olacağını sanmıyorum. Mesela bizim akademik çevrelerde şöyle yürünür: Ciddi bir ifadeyle biri el çırpar ve tok bir sesle “Toplanın, yürüyeceğiz” der Sonuçta birilerini önden yürütüyorlar. O kişi alık bir asistan olabilir ya da meczup biri olabilir. “Sen bir yürü bakalım” derken de, yani “Sen bir makale yolla bakalım bir dergiye basılıyor mu?” demektir o. Ya da “Sen bir kitap yaz da alık gibi görünüyor musun yoksa, Nobel mi ödül mü alacaksın, akademik çevreler seni nasıl görecekler bakalım?” demektir. Bu insanların da ihtiyatları sigortalı bir ihtiyat oluyor; çok fazla garantili oluyor. Bu, çok anlamsızdır demek istemiyorum; zaten çoğunluk böyle yürüyor. Belki de, Viyana Çevresi’nin kurucuları ve bu düşünce akımının oluşturucuları kesinlikle iyi piyadelerdi. Onların eli öpülesi piyadeler olduklarını düşünüyorum; mesela Carnap. Wittgenstein zaten uçucudur ve daha Tractatus’dan anlarsınız bunu. Çünkü, rezil olabilirdi. Russell gibi bir insan olmasaydı, Moore gibi bir insan olmasaydı, Wittgenstein kolaylıkla rezil olabilirdi. Wittgenstein’ın akademik çevrede hiçbir şansı olmayabilirdi; adı sanı duyulmayabilirdi diye düşünüyorum. O tam bir uçucuydu; ama onun dışında bir Carnap gibi, Hempel gibi insanlar da çok saygın, eli öpülesi piyadelerdi. Mesela hocamız Teo Grünberg’i düşünürsek, o da saygın bir piyadedir. Fakat o çok titiz bir piyadedir. Titiz olması kendisinde cesaretsizliğe yol açmamıştır. Teo Bey’in dürüstlüğü bence şuradadır: Neyi nasıl yürüyeceğini baştan söyler. Gerçi son zamanlarda kendisinin de uçmaya kalktığı söylense de, ki uçmaya karar vermişse de hak etmiştir; hoca uçsa bile saygınlığını kaybedeceğini sanmam. Çünkü hoca, piyade yürüyüşlerinin tekniğini anlamaya çalışmıştır ve çok da anlamlıdır bu. Analitik okulda yürümek çok iyi bir şekilde yürüyüş tekniği üzerine düşünmekle olanaklıdır. Yürürken aynı zamanda “nasıl yürüyorum?” üzerine de yürüyüş yapmak lazım. Bir yandan sorunların üzerine giderken, “sorunların üzerine nasıl gidiyorum?” sorununun da üzerine gitmek lazım.

Halil Turan: Sizi çok sevenler, izleyenler olduğu gibi eleştirenler, yerenler de var. Size karşı bu farklı iki tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet İnam: Önce beni öven, sevdiğini söyleyenler için bir şeyler söyleyeyim; oradan başlayayım. Ne yapmaya çalıştığımın iyi anlaşıldığını sanmadığım için, bu övgülerin de çok anlamlı olduklarını düşünmüyorum. Övenlerin çoğu da zaten felsefeden anlamıyorlar. Dolayısıyla da beni övmeleri bir felsefeci olarak değildir. Belki bir Karagöz olarak övüyorlardır; belki Kavuklu diye övüyorlardır; yani meddah olarak övüyorlardır. Belki de sadece Türkiye’de yaşayan bir kültür insanı olarak övüyorlardır. Olmadı, suratımızı beğenmişlerdir filan da, onun için övüyorlardır. Bu övgülerin yazdıklarımın içeriğiyle ilgili olmadığını, dolayısıyla onların övgülerinin, onlardan özür dileyerek çok da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Yerenlere gelince, yerenlerin bir kısmının beni anlamadıklarını düşünüyorum. Beni yerenler arasında farklar var. Mesela, bunların bir kısmı beni bir akademisyen olarak görüp “Yahu, bir felsefecinin bu tür laflar etmemesi gerekir”; “Bu türden etkinliklere girmemesi lazım”; “Bu türde yazılar yazmaması gerekir” diye yeriyorlardır. Ama ben oralarda bir felsefeci olarak dolaşmıyorum. Benim bir felsefeci olarak görünmem, daha çok bir meslek sahibi olmakla ilgilidir. Felsefe üzerine konuşurken girdiğim tavırların laubaliliğinden dolayı beni yererlerse, o anlamlıdır. O yermeyi haklı bulurum ve haklı oldukları noktalar da vardır. Ama ben aşk üzerine konuşurken, bu konuşmayı bir felsefeci olarak yapmıyorum. Bu daha çok benim edebiyatçılığımla ilgili bir şey. Kaldı ki edebiyatla olan ilişkim felsefeden çok önce, daha 15-16 yaşlarındayken dergilerde yazmamla başlar. Söylediklerimin, yazdıklarımın çoğu edebi denemelerdir. Yazdığım kitapların çoğu da edebiyattır. O kitapları “felsefe” diye yutturduğumu da sanmıyorum. Eğer beni öyle eleştiriyorlarsa, o eleştiriler doğru değil. Ama beni felsefi tavrımla ilgili olarak eleştiriyorlarsa, orada benle ilgili bir sorun var; bu henüz kendimi anlatamamış olmakla ilgili bir sorun. Beni eğer Batı’daki bir takım kalıplara koyarak eleştiriyorlarsa, “işte postmodernist!”, bilmem ne diye, bu yanlış. Çünkü, hangi izleğin ardında olduğumu çok iyi bildiklerini sanmıyorum. Beni Heidegger çizgisinde, Levinas çizgisinde veya bir fenomenolog olarak görüp onların peşlerinden gitmeye çalışan, ama onu da beceremediği için işi meddahlığa vurmuş biri olarak görüp eleştiriyorlarsa, bu yanlış bir şeydir. Çünkü ben böyle bir şeyi felsefe yazılarımda yapmadım. Felsefe yazılarımda henüz Batılı düşünürlerle hesaplaşmadım; onları kritik bir bakış açısıyla gözden geçirmedim. Levinas üzerine yazdığım son yazıda bile başka bir kaygı var. Oysa ben bu kültürden açılan bir kapıdan yürümek istiyorum ve bu yürüyüşte yalnız olduğum için, şaşkın görülüp, birçok eleştiri okunu çekmem anlaşılır bir şeydir. Ama bu bilerek kendimi maruz bıraktığım bir şeydir ve bu tarz eleştirilere de söyleyeceğim bir şey yoktur. “Bir şey” deniyorum ben. Takla atmayı denerken, diyelim ki “Beceremedi”, “Atamadı”, “takla böyle atılmaz, çünkü atalarımız şöyle atıyorlardı” diyerek eleştirenler var; ama ben “şöyle de takla atılabilir” iddiasında bulunan, ama henüz o taklayı atamamış biriyim. Taklayı attığım zaman da bir sürü insan yine beğenmeyecek. Yerenlerime o açıdan da teşekkür edebilirim. Hepsini de okuduğumu söyleyemem. Yerenlerimin bir kısmından da hoşlanmadığımı söyleyebilirim. Bu eleştiriye kapalı olduğum anlamına gelmiyor. Çünkü beni yerenlerin ? bu belki bir hüsnükuruntudur, kendimi aldatıyor da olabilirim ama ? beni anlamadıklarını düşünüyorum. Ama tabii bu bir kaçış da olabilir. Onun için bana dair söyledikleri bana yararı olacak şeyler değil. Fakat hem yerenleri hem övenleri saygıyla selamlıyorum.

Sinan Kadir Çelik: Hocam nedense felsefeciler felsefeyi hep ikiye ayırırlar; ayrılmasa da ayırırlar. Derler ki, mesela, felsefe idealist-materyalist olarak ikiye ayrılır; Anglo-Sakson ve Kıta Avrupa felsefesi olarak ikiye ayrılır; Kartezyen ve Kartezyen olmayan olarak ikiye ayrılır; Doğu- Batı olarak ikiye ayrılır; vs. Örneğin Nietzsche de benden önce ve benden sonra diye felsefeyi ikiye ayırır. Ben de mesela felsefeyi şu şekilde ikiye ayırabilirim: Bir tür felsefeci “Bana bir sorun söyleyin onu çözeyim” der ki bu sizin deyiminizle “piyade” olacak herhalde; diğer tür felsefeci de “bana sorunsuz bir şey söyle sana onun ne kadar sorunlu olduğunu söyleyeyim” der ki “uçucular” da bunların arasından çıkıyor olsa gerek. Ama herhalde en basitinden felsefecileri “felsefe ikiye ayrılır” diyenler ve “Felsefe ikiye ayrılmaz” diyenler olarak ikiye ayırabiliriz. Herhalde bu önerme doğruluğundan şüphe edilmeyecek bir önerme olur. Peki hocam siz bu ayırmak meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ahmet İnam: Düşündükçe oldukça gülünç gelir bana, ben uzun yıllar taksonomi peşinde koştum. Şimdi düşündükçe de ne kadar saçma bir şey olduğunu fark ediyorum. Otuzlu yaşlarımda oluyor bunlar. Dedim ki tarafsız ve müthiş bir sınıflandırma yolu bulursam, yani bilim, felsefe, hayat ilişkisini anlatan içerikler üstü bir taksonomi yapabilirsem, problemi çözerim. Sonra uzun zaman düşündükçe saçmalığını anladım ? ama tabii bunlar da hep ustasızlıktan oluyor. Benim gibi insanlar cami avlusuna bırakılmış çocuklardır. Gerçi o cami avlusundan Cemal Yıldırım olsun, Teo bey olsun bizi almış. Onların da karakol olduğunu düşünüyorum; ayrıca Nermi Hoca, mesela, saygıyla andığım… Bu insanlar bizim ustalarımızdı ama hiçbirinin evinde oturamadığımız için öyle cami avlusunda kaldık. O cami avlusuna bırakılan, yetiştirme yurtlarında büyüyen kişiler bir aile sevgisi alamadığı için, Oxford’da Strawson’un yanında okusaydım veya Almanya’da bir filozofun, mesela Jaspers ekolünden birinin yanına gitseydim… Gerçi Takiyettin Bey’in ilgisini hep görmüşümdür; ama onun da sonuçta evine fazlasıyla giremedim. Çünkü, çocuk yuvasında yetiştiğimiz için böyle aile ortamları da bana hep bir huzursuzluk verir. Masasına oturunca çatal kaşık tutmayı bilmediğimiz için “elimizle yemeyelim” diye doğru dürüst yemek de yiyemedik. Dolayısıyla onların masasında da oturamadığımız için şaşkın olduk. Fakat, yaşım ilerledikçe bu şaşkınlığın bir olanak olduğunu düşünmeye başladım. İyi ki öyle olmuşum; bunun sonucu olarak farklı bir yolda yürünebileceği vehmine kapılıp yürümekteyim. Tabii, Aristoteles gibi düşünmek lazım: Henüz ölmedik, hala yaşıyoruz ve can çıkmadıkça da neler yaptığımızı anlamak zor, bunu ben bile anlayabilmiş değilim. Şu anda yüzlerce yayınlanmış yazım olduğu gibi, yayınlanmamış, dosyalarda duran bir sürü yazım var. Bu durumda ben de ne yaptığımı çok iyi bilemiyorum. Yapmış olduklarıma bakarak nerede olduğumu anlamam da zor. Onun için de yazdıklarımı okumuyorum. (Beni eleştireceklere ne denli çok malzeme veriyorum değil mi ?)


Halil Turan: Böyle bir taksonomi yapmalı mı?

Ahmet İnam: Tabii, yanlış olduğunu anladım. Taksonomi biraz Husserl, biraz da analitik felsefenin, mantık eğitimin getirdiği bir şey. “İçerikler üstü bir form bulabilir miyim?”; “Hangi içerik olursa olsun o formu yakalayabilir miyim?” diye soruyordum.

Halil Turan: Nasıl bir sonuca ulaştınız? Bulunamaz mı bu form? Hâlâ bulunabileceğine inananlar var.

Ahmet İnam: Evet, tabii, hâlâ var. Mathesis universalis, yani formlar üstü, biçemler üstü bir form elbet aranabilir. Ama ben bunun bulunabileceği fikrinden vazgeçtim. Ama ben vazgeçtim. Burada söylemek istediğim benim vazgeçtiğimdir. Bu biraz da özel yaşamımla ilgili bir şey. Ama arayan aramayı sürdürüyor. Zaten felsefenin en temel motiflerinden biri de budur. Felsefe sevdalısı tam da buna vurulur: “Bir form var” der; form aşığıdır yani. Platon’dan bu yana biz formların vurgununu yediğimiz için koşuyoruz bu işin peşinde. Ben kendi adıma konuşayım, bunu bulamayacağım düşüncesine kapıldım. Çünkü, konuşmanın başında da söylediğim gibi bu form meselesi, form arayışı kesinlikle tekillikten çıkıyor. Benim singularité’min içinden çıkan bir form. Bu form elbette ortaklaşa bir insanlık formudur. Bu form, bulabilirsem, evrensel olan bu form, kendi özel yaşantılarım, özel tecrübelerim sonucunda ortaya çıkmış bir formdur; ama bu form bulunmuş başka formların yanında çok cılız ya da anlamsız kalabilir. Dolayısıyla, bu formla hiç kimse ilgilenmeyebilir.

Halil Turan: Felsefeyi tanımlama çabası çok da verimli bir iş değil o halde, öyle mi?

Ahmet İnam: Bu daha çok şu anlama geliyor; form aramak yanlış değil. Ama form aramanın bedeli kendi yaşantılarımızdır. Kendimizi ortaya koyarak form bulabiliriz. Mesela Husserl bir takım formlar aradı. Russell olsun, Wittgenstein olsun bir takım formlar aradılar. Ama onların ortaya koyduğu formlarla, Leibniz’in ortaya koyduğu formlarla ? Monodoloji’de ortaya koyduğu formlar ? bunların ortaya koyduğu formlarla kendi yaşamları, yaşantı deneyimleri veya bütünlükleri arasında kesinlikle ilginin olduğunu ve bunun çok sıkı bir psikanalitik okumayla bulanabileceğini düşünüyorum.

Halil Turan: Fikirlerin kendileri açısından baktığımızda, bunların bir önemi var mı? Düşüncelerin kendi başına değerlerinden söz edemez miyiz?

Ahmet İnam: Tabii ki, kesinlikle söz edebiliriz. Bu düşüncelerin kendi başlarına bir değerleri var. Gödel’in nasıl bir psikolojisinin olduğu önemli değildi. Ama ortaya attığı tezleri ve yaptığı ispatlarla önemli bir insan. Dolayısıyla aynı şekilde bunu Husserl için söyleyebiliriz; Popper için de söyleyebiliriz. Fakat benim felsefi duruşuma göre, bu ikisi arasındaki bağ çok önemli. Benim yapmaya çalıştığım felsefi etkinlik, bu ikisi arasındaki köprüde cereyan ediyor. Benim kim olduğum ve psikolojik problemlerimle aradığım formlar arasındaki ilişki bizzat benim en büyük felsefe problemimdir. Ben bunu dert edinmiş bir insanım. Ama herkes bunu yapmalıdır diye bir şey söylemiyorum.

Halil Turan: “Yaratıcı olmak için psikolojik açıdan özürlü olmak gerekir” düşüncesi uzun zamandan beri gündemdedir.

Ahmet İnam: Hayır, ben bunun psikolojik bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Psikoloji bu işin görünüşüyle ilgili bir şey. Çünkü, temel duruş, insanın iç dünyasıyla, duygularıyla yarattıkları arasındaki ilişki problemi kesinlikle psikolojik, psiko-sosyolojik bir şey değil. Öyle de anlaşılabilir ama benim anladığım bu değil. Neden öyle değil derseniz, varoluşçuların “Angst” kavramı, “anxiété” kavramı ve diğer kavramları emosyonel kavramlarmış gibi gözükür. Ama onlar ontolojik kavramlardır. O, sana ait olmakla birlikte insan olarak aittir; bu, bütün insanlara ait bir şeydir. Kierkegaard’ın korkusu, titremesi sadece tuhaf bir rahip olan Kierkegaard’a ait değildir. O, tüm insanlığa ait olan korku ve titremeyi anlatmış ve onu dert etmiş bir insandır. Buradaki dert psikolojik bir saplantı, obsesyon olarak anlaşılmamalı, ontolojik bir obsesyon olarak anlaşılmalı. Ama keskin bir psikiyatrist diyebilir ki “Bu adam da her psikolojik problemini ontolojik bir problem haline getiriyor.” Ben öyle olmadığını düşünüyorum. Çünkü, bu fenomenolojiden sonra müthiş bir akıma, varoluşçuluğa yol açmış. Aynı şekilde, Heidegger’lerin yürüdüğü yola baktığımızda, Levinas gibi insanlara baktığımızda, örneğin, bu insanların psikolojik gibi gözükebilen, hatta teolojik gibi gözükebilen problemlerin çok derin ontolojik ve etik karşılıklarının olduğunu anlamış insanlar olduklarını düşünüyorum. Bu, köprü dediğim şey Halil, bir üslup, bir biçem, bir felsefe yapma tarzı. Durduğum noktadan, o anlamda bahsettim.

Halil Turan: Bazen Türkiye’de felsefe ve bilim etkinliğinin sığ ve bağımlı olduğunu söylüyorsunuz. Felsefecilerin de bilimcilerin de kendilerine bakmadıklarını söylüyorsunuz. Nedir “dönüp kendine bakmak”?

Ahmet İnam: Bunu söylerken bir hakkı teslim etmek lazım. Herkes kendi kişiliği içinde ve kendi yürüyüş yolu içerisinde, formlarla ilişkiye geçebilir. Dolayısıyla, ben kendi yürüyüş yolumdan yola çıkarak “Herkes böyle yürümeli” diyemem. Ama bu yürüyüş yolu içerisinde hangi yoldan yürürsen yürü, o yürüdüğün yolla ilgili bir kaygının olması, yani yol, sen ve yolunun götürdüğü yerle ilgili böyle bir triad ortaya koyarsak, bu triad’la ilgili bir kaygının olması gerektiği gibi bir saplantım var. Bu yanlış mıdır, doğru mudur, onu bilemiyorum. Burada dayandığım bir kaç şey var. Biri, gerçekten bilim alanında yaratıcı olmuş insanlarda böyle bir trilojinin ön planda olduğunu düşünüyorum. Newton’da olsun, Einstein’da olsun, daha az ünlü fizikçilerde olsun… Tabii, çok daha trajik deneyimler yaşayanlar var. Boltzmann gibi fizikçilerin daha ilginç yaşamları vardır; kimi matematikçilerin de öyle. Bu insanların problemlerle olan ilişkisi bir yaşam problemiyle, bir varoluş problemiyle kurulan ilişki gibidir. Çağımızda belki de bilimcilerin sayısının son derece artması, aynı şekilde felsefecilerin sayısının artması ve bunun bir meslek haline gelmesiyle teknisyenlik ön plana çıktı. Belki de bu çağ belli bir döneme kadar böyle gidecek. Bilim, felsefe ve sanat alanında o trilojiyi içselleştirmiş insanlar yerine, ufak tefek teknik meselelerle, Nermi Bey’in deyimiyle “bölük-pörçük” çalışan insanlar olacak ve bu insanların katkılarıyla bilim, felsefe ve sanat gelişecek. Hiçbir itirazım yok buna. Belki de benim itirazım çok gecikmiş, aslında modası geçmiş, romantik bir itirazdır. Evet, romantik deyimini burada kullanabiliriz. Herkes kendi gönlüyle problemlerle ilişkilensin, kendi duygu yaşamını katabilsin; kendi iç dünyasıyla çözeceği matematik problemi arasındaki bağlantıyı duysun. Bazıları duyar, bazıları duymaz; belki duymazsa daha da başarılı olur. Belki de duyan da alıklaşıyordur. Ama ben meseleye insan olmak açısından yaklaşıyor ve onu arıyorum. İnsan olmanın bilincine felsefeci, sanatçı olmakla varılamayacağı gibi bir iddiam var. Bunun akademik çevrelerde öğretilebilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Biz öğretmenlerin ele aldığımız sorunları öğrencilere anlatırken, o sorunları nasıl yaşadığımızı öğrencinin görmesinin çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben bazı öğretmenleri gördüğümde çok acı çekmiştim. Şöyle demiştim kendime: “Ben bu adamın öğrettiklerini öğrendiğimde bu adam gibi olacaksam, gergin, sinirli, kompleksli, takıntılı biri olacaksam; ben felsefeyi öğrenip bunun gibi bir adam olacaksam, okumuyorum, ben oynamıyorum”. Çünkü, ben bunun için felsefenin ardında değilim. Ama diyebilirsiniz ki “Sen adamın kendisine bakma da söylediğine bak.” Ama gençler ondan etkileniyorlar. Gençler senin sınıfta duruşundan etkileniyorlar. Ağzın müthiş laflar etse de, otuz beş kitap yazmış da olsan da, dünya çapında ünün olsa da, dünya bilmem ne birliği başkanı olsan da, sonuçta sen nasıl bir insansın o etkiliyor insanları. “Yaşamla felsefe arasında hiçbir bağ yokmuş” diye de etkileyebilir. Dünyanın bir çok yerinde, Rusya’da, Polonya’da, Fransa’da, orada burada karşılaştığım felsefeciler arasında ortalama felsefeci tipi olarak obsesif ve büyük ölçüde de paranoyak olduklarını düşündüğüm, gergin, sinirli, buzlu camın arkasından bakar gibi bakan, belki içlerinde büyük bir yaşama coşkusu olsa da onu derinlere itmiş, bir şeyler yapamayan, muzdarip insanlar karşıma çıktı. Belki tespitim ucuz bir tespittir. Ama ben felsefenin insana yaşama sevinci veren bir etkinlik olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de hep bir mizah, espri anlayışıyla beraber yürütülebilecek güzel bir şey olduğunu düşünürüm. Eh, tabii, bunu da Heidegger’den öğrendim. Heidegger aslında bu sözünü ettiğim tipe aykırıdır. Soğuk, yanına varılmaz, ters birisi olmasına rağmen, demek ki insan onun yazılarından böyle şeyler de öğrenebiliyor.

Sinan Kadir Çelik: Son soru olarak “Türkiye’de felsefe nereye gidiyor?” diye soralım.

Ahmet İnam: Hemen tespitlerimi söyleyeyim. Birincisi, sayı olarak felsefeci akademisyenler artıyor, felsefe bölümleri, felsefe dergileri, yayınları, kitapları artıyor. Nicel bir yükseliş kesinlikle var. İkincisi, felsefeyle ilgilenenlerin sayısı da artıyor. Türkiye için son derece olumlu bir durum bu. Ama yine de Türkiye’deki entelektüellerin en büyük problemi taklitçi oluşlarıdır. Bir mühendis, arkadaşı Nietzsche okumuşsa gider o da Nietzsche alır; “Ben senden daha akılsız ve daha az entelektüel değilim; onun için ben de Nietzsche okuyorum” demek için. Yalomlu malomlu şeyleri kütüphanesine koyabilir. Ama her ne olursa olsun, müthiş bir sayı artışı var. Ayrıca, başka bir saptamam da, felsefenin ilgi alanlarının çok arttığı. Yurt dışına gönderdiğimiz, buralarda değişik felsefe bölümlerinde çok değişik alanlarda yetişen insanlar var. Bu son derece olumludur. Bazı genç arkadaşların ihtiyatlı ve saygın felsefe piyadeleri olduklarını görmekteyim. Bu da beni gururlandırıyor. Uçucu olanlarsa henüz gözükmüyor etrafta. Belki profesör olduktan sonra uçmayı deneyebilirler. Ama erken uçmak iyi değildir, ciddi şekilde yaralanabilirsin, uçmayı hak etmek lazım.

Sinan Kadir Çelik: Evet, Nietzsche, Heidegger, Derrida gibi uçucu felsefecilerin doktora tezlerine baktığımızda hep dönemlerinin ana akımı içinde kalan tezler yazdıklarını, belirli bir noktadan sonra uçmaya başladıklarını görüyoruz.

Halil Turan: Öte yandan, çok genç yaşta “uçanlar” da var. Örneğin, genç yaşta ortaya önemli metafizik görüşler, çok önemli ontolojik görüşler koymuş filozoflar vardır.

Ahmet İnam: Bizim akademik hayatımız ona pek izin vermiyor. Çünkü, siz daha yüksek lisans tezinizden itibaren o felsefi topluluğun beklentilerine uygun bir şeyler üretmek zorundasınız. Tabii, bu felsefi toplulukların, akademik toplulukların sayısının ve rengini artırması da iyi bir şeydir. Eskiden felsefe birkaç kişinin tekeli altındaydı. Terfiler falan da onlara bağlıydı. Onlar da, Deli Dumrul gibi, terfileri bir biçimde engellemeye çalışıyorlardı. Ama bu engellemeler ve zıtlaşmalar hep sürecek. Bu zenginliğin ve çeşitliliğin içerisinde beni kaygılandıran, kendi öznel bakış açımdan beni üzen, buralı olmakla ilgili felsefi kaygısı olanların sayısının az oluşu. Çünkü ben buradan, Anadolu topraklarından, Türkçe’den evrensel formları arıyorum. Dolayısıyla bu bilinci ben her zaman diri tutmalıyım. Bu bilince sahip arkadaşların sayısının çok az olduğunu düşünüyorum. Hatta bu bilincin küçümsendiğini bile görüyorum. Nereden bakıyorsun? “Anadolu topraklarından, yani içimden bakıyorum, kendi öznel, otobiyografik yaşamımdan bakıyorum” demek, aslında Anadolu topraklarından ve Türkçemden bakıyorum demektir. Bu inanılmaz bir tehlikeyi de içinde taşıyor. Ama hiç aşılmaz bir şey gibi de görünmüyor bu tehlike. Kaldı ki bu bakışın kaygısını yaşayan, bu zorlukları aşmaya çalışan Hilmi Ziya gibi, Nurettin Topçu gibi insanlar da yaşamıştır. Ama nedense dinle ilgisi olmayan veya kendisini sol çizgide gören arkadaşlar, belki dini ve siyasi kaygılardan dolayı Hilmi Ziya Hocayı, hem de belki Nurettin Topçu Hocayı dudak bükerek okurlar. Ama bu iki zat da, özellikle Hilmi Ziya Ülken, çok çalışkan biriydi ve müthiş şeyler üretti. 1930’larda daha Türk düşüncesine dair ciddi kaygıları vardı ve Türkiye’de Düşünce Tarihi diye bir kitap yazmıştır. Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası düşünürlerini anlatan ve ihatalı bir insandı. Kuşatıcı insanlardı bunlar. Böyle kaygılara sahip arkadaşların sayıca az olduklarını görüyorum. Diğer yandan dini terbiye almış, felsefeyle ilişkili olan mesela ilahiyat çıkışlı arkadaşların geldikleri kökenin etkisinde çok fazla kaldıkları ve felsefeyi de biraz kendi yaşamlarını meşrulaştırmak için yaptıklarını düşünüyorum. Bunların da, maalesef, Türkiye’de felsefeye çok katkıları yok. Çünkü kafalarının biraz daha değişmesi lazım. Yoksa bizim klasik kültürümüzü bilmelerine rağmen, Osmanlıca okuyabilmelerine rağmen, İslamı iyi bilmelerine rağmen, maalesef bunları anlatabilecek evrensel donanımları eksiktir. Evrensel olanı bilen, çağdaş felsefenin sorunlarını bilenler de buralı olmakla ilgili kaygılardan ve dertlerden yoksun oldukları için bunu es geçmektedirler. Türkiye’de felsefe elbet gelişir; ama Türkiye’deki felsefe bir Meksika’daki felsefe gibi gelişmemeli. Türkiye’deki felsefe “no man’s land”deki bir felsefe gibi gelişmemelidir. Türkiye’deki felsefe Türkçe’nin yüzyıllardır biriken zenginliğine bir katkı olarak gelişmelidir. Türk şiirine, Türk düşüncesine, felsefe dışı düşünceye, siyasi düşünceye, Türk yaşam biçimini etkileyecek biçimde gelişmeli. Buradaki Türkçe’nin ve bize özgü yaşam biçimiyle yapılan felsefenin evrensel olarak yapılan felsefeye katkılar yapacak şekilde gelişmesi gerekir diye düşünüyorum. Bunun için daha zamana ihtiyaç var. Ama bu kaygı ne kadar yaşar bilemiyorum. Bunun daha muhafazakar bir çerçevede ayakta tutulabileceğini, daha milliyetçi veya daha dinci bir çerçeveyle geliştirilebileceğini de sanmıyorum. Böyle bir felsefeyi öncelikle bir dil, Türkçe’yi duyma heyecanıyla gerçekleştirebilirsiniz. Bu da bizim masallarımız, öykülerimizi, türkülerimizi, Yunus’u duymakla gerçekleşebilen bir şeydir.

Halil Turan, Sinan Kadir Çelik: Felsefe Yazın okurları adına teşekkür ederiz.

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/felsefeyazin.htm

 

 

 

 

 

AKLIMIZ DUYGULARIMIZIN NERESİNDE?- Prof. Dr. Ahmet İNAM

Akıl ve duygu ilişkisi hayatımızın çok önemli ilişkilerinden. Çünkü, biz insanlar hayatımızdaki yaşam serüvenimizde aklımız ve duygumuzla yaşıyoruz. Aklımız ve duygularımızı taşıyan maddi dayanak da bedenimiz. Bedenimiz, aklımız, duygularımız ve diğer insanlarla, çevremizle girdiğimiz ilişkilerimiz bizi oluşturuyor. İnsanlık tarihine baktığımızda, akıl duygu ilişkisinin çok düşündürücü olduğunu görebiliriz. İnsanlar, akılları ve duygularıyla, kendi kapasiteleri oranında, güçleri oranında yaşamayı bilmiyorlar. İnsanın geçmişine baktığımızda, sanki daha iyi bir hayat yaşayabilirdi gibi geliyor. Daha iyi olabilirdi. İnsanın donanımı, yeteneği buna daha uygundu. Ama, öyle değil de, böyle oldu. (Belki de böyle olması zorunluydu. Bu da bir tartışma konusu.) Başka türlü olamazdı; çünkü insanın, hayatını düzeltebilecek birtakım donanımlara sahip olduğunu anlaması için uzun yüzyıllar geçmesi gerekiyordu. Şimdi öyle bir noktada bulunuyoruz ki, İsa’nın doğumundan bu yana geçen süre içinde ve ondan önce insanların yazıya geçişi, uygarlıkları oluşturuşu, yerleşik düzene geçişi, teknolojiyi ve bilimi başlatışı. Bütün bu tarihleri içerisinde insanın bu serüvenini düşündüğümüzde, oldukça zengin bir birikime sahip. Yani insan için umutsuz olmak için sebebimiz yok. İnsan çok yanlış yapmış ve hâlâ yapmakta. Çok acı çekiyoruz. Çoğumuz mutsuzuz bu dünyada. Ama bu günkü mutsuzluğumuzla, geçmişteki mutsuzluğumuz arasında fark var. Belki bu gezegendeki hayat bitinceye kadar böyle problemler sürecek. Belki insanın hayatı dediğimiz serüven bundan başka bir şey değil. Yani hep acılarla, mutsuzluklarla, eksikliklerle, özürlerle süren bir yaşam; ama yine de dönüp baktığımızda bir şeyler öğrenmekte olduğumuzu görüyoruz. O yüzden geçmişteki yanlışlarımız ve mutsuzluklarımız; yaşadığımız haksızlıklar, zulüm ve çirkinlikler, şimdiki yanlışlardan, mutsuzluklardan, zulümlerden ve çirkinlikten farklı. Hiç değilse matematikçilerin deyimini kullanırsak, epsilon kadar bir farkı var.

İnsanın kendisini tanıması çok önemli. Çünkü yaşadığımız mutsuzluklar ve sorunların ardında, çirkinliklerin, eksikliklerin ardında biraz da kendimizi tanıyamamak, kendimizle yüzleşememek, geçmişte yaptıklarımızla hesaplaşamamak yatıyor. O yüzden aklımız ve duygularımız arasındaki ilişkinin, insan olarak bizim kendimizi daha iyi tanımamızda yol gösterici olabileceği gibi bir umudum var.

Akıl, bizim elimizde olanlardır. Aklımız, bizim yönetimimiz altında olan, farkına vardığımız, bir ölçüde dilediğimizce yönlendirebildiğimiz gücümüz. Tabi aklımızla her sorunu çözemiyoruz; ama nerede çözemediğimizi biliyoruz. Nereye kadar çözebildiğimizi biliyoruz. Aklımız kendi üzerine de düşünebiliyor. Dolayısıyla akıl, hem dünya hakkında hem kendisi hakkında bilebiliyor; bilgi sahibi olabiliyor. Dünyadaki sorunların üstesinden gelebiliyor. Aklımız deyince sadece bilim yapan, teorik düşünen, felsefe yapan aklımızı anlamıyorum. Aklın çok değişik boyutları var. Teori yapan, anlayan, sorgulayan, düşünen yanının yanında, aklımızın duygularımıza yakın özellikleri de var. Mesela sanat yapan yanımız da bir ölçüde aklımızla başarılır. Hatta insanın aşkı yaşamasında da aklın payı olabilir. Hatta bana sorarsanız aşk, akılla yaşanan bir şeydir. Genellikle akılsızların yaşadığı durumlar olarak anlaşılır; ama akılsızların yaşadığı aşka ben “şk” diyorum. “A” sı yok. Çünkü akıl olmayınca “a” harfi de aşktan kalkıyor. “şk” gibi bir şey kalıyor. Aklı bu kadar geniş algılarsak, belki biraz çarpıtmış oluyorum anlaşılagelen anlamı da, ama biraz da genişletmiş oluyorum. Yani gayet bilinçli, farkına vararak, isteyerek, planlayarak, umut ederek, bekleyerek, tasarlayarak, hazırlayarak gerçekleştirdiğimiz yaşam atılımlarının kendisinde aklımızın payı var. Tabi aklımızın gücü her şeye yetmiyor. Tanrı dediğimiz bir güç omnipotent bir şeydir; yani her şeye gücü yeten, kadiri mutlak olabilir. Ama bizim öyle bir gücümüz yok insan olarak; yine de bir gücümüz var. İşte insan bu gezegendeki hayatı daha güzel yaşayabilirdi ya da yaşabilir ya da yaşayabilecek dediğimizde insanın akıl gücünü gözönüne alarak bunu söylüyorum. İnsanda böyle bir güç vardır; ama böyle bir gücü harekete geçirebilmesi, böyle bir gücün her şeyden önce ayırdına varmasıyla, bilincine varmasıyla olanaklıdır. Yoksa bu güç, potansiyel halinde, uyku halinde, eskilerin deyimiyle atıl olarak bizde bulunur; aslında akıllıyızdır, ama aklımızı kullanamadığımız için kimse bize akıllı diyemez.

Hayat tamamen tesadüflerle, rastgele, bir derenin üzerindeki kurumuş bir yaprağın akışı gibi, tamamen dış güçlerin eline bırakılmış bir akış değildir. Hayatımızı bir ölçüde elimizde tutma olanağımız vardır. İşte bu gücün tam kendisine değilse, bile bu gücün büyük bir bölümüne akıl diyorum. Bu gücü kullanamayışımızın ardında duygularımızla ilişkilerimiz yatıyor olabilir; çünkü yaşam korkağı insanlarsak, risk almıyorsak, kullanmadığımız aklı potansiyel halinden etkin hale geçiremiyoruzdur; aslında gücümüzün içinde bulunanı, bizim farkına varmadığımız ve yeterince cesur, yeterince yiğit olamamaktan kaynaklanan korkaklıktan dolayı, gerçekleştiremediğimiz bir enerji olarak, bir güç olarak, bir yeti olarak, bir yetenek olarak, içimizde hareketsiz bırakıyoruzdur.

Duygularımız nasıl bir şeydir? Duygular, genellikle elimizde olmayan, aklımızın dışında, eski deyimle söylersek “maruz kaldığımız” şeylerdir. Yani bizim dışımızdan, v bir rüzgar gibi, yağmur gibi gelirler. Bize uğrarlar, biz onlara uğrarız. Kazaya uğramak gibi bir şey. “Ben şimdi biraz sonra kıskanıyım” deyip, kıskanma durumunu, kıskançlık duygusunu yönetemeyiz. Etrafa belli etmeyebilirsiniz de, ama o duygu içimizde olup biter. Nereden geliyor bu? Maruz kalıyorsunuz, uğruyorsunuz, üzerinize geliyor. Belki bundan dolayı, yüzlerce yıl düşünürler duyguların akıl dışında bir alanda olup bittiklerini söylemişlerdir.

Ne aklımızın ne düşüncemizin bizi hiç bırakmadığını, sürekli akış halinde olduğunu, bu akışın kimi zaman da durgun, durağan olduğunu düşünüyorum. En soyut matematik problemini çözerken bile duygularımızla birlikte çözümü yapıyoruz.

Soyut düşünmemiz veya bilimsel araştırmada düşünme biçimimiz hep duygularla olan bir şey. Belki de duygu durumlarımız, duygu dünyamız, duygu sağlığımız yerinde olmadığı için, düşünce akışımız engelleniyor olabilir.

Bütün yaşam sorunlarını çözmedeki gücümüz nereden geliyor? Aklımız mıdır sadece? Düşünme bizim farkına varmadığımız biçimde de iç dünyamızda devam ediyor. Aklımızın bir yanı düşünmeye devam ediyor; ama biz onun farkında değiliz. Demek ki, gözümüzden yahut bilincimizden, aklımızın ışığından kaçan yalnız duygularımız değildir; aklımızın işleyişinin bir kısmı da aklın ışığından uzaktadır. Karanlık bölgede cereyan eder. Duygularımız da aynı biçimde bizim dışımızdadır. Ama aklımızın egemen olduğumuz kısmıyla, işte bu bilemediğimiz yanlarla ilişkiye geçme olanağı vardır.

Duygularımızın o akılsal bileşenini yakalayabilecek akıl keskinliğine sahip miyiz? Bunun için aklı bileylemek gerekiyor. Aklımızı keskinleştirmenin imkanı vardır. Keskinleştirerek, duygularımızı tanımayı olanaklı kılabiliriz. Bunun için de aklın gücü içerisine alışılagelmiş anlamıyla iradeyi de katmak gerek. Duygu, akıl ve eylem bütünlüğünü kurabilmek gerek.

Duygularımızı dinleyebilen, duyguların sesini aklın ve iradenin kulağıyla anlayabilen, akıl dışı sesleri aklın kulağıyla dinlemeyi bilen bir insan için, eyleme geçebilme gücü de varsa, akıl dışı olanı adım adım tanıma ve aklın alanına katma olanağı da vardır.

(10 Mart 2004 Tarihinde TÜBİTAK’da yapılan konuşma özeti)

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/duygu.htm

posted in PSİKOLOJİ | 0 Comments

29th Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Küçük Şeyler’den alıntılar-Prof. Dr. Üstün Dökmen

“KÜÇÜK ŞEYLER ÜZERİNE BİR ÖYKÜ: İKİ DOST, BİR KUŞ

Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “Evladım az ve öz konuşun” demişler ki, sonunda adlan Az ve Öz kalmış.

Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi–kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan’dan, Eski Roma’dan, Eski Türk’ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos’u bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos ustayla.)

Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az’ın ve Öz’ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş.

Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar.

Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az’a “Ben uyurken ne oldu?” diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz “Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?” demiş. Az, “Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu” demiş. Öz heyecanla “Nasıl bir kuştu?” demiş. Az “Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü” demiş. Öz “Gagası nasıldı?” diye devam etmiş. Az, “Ne bileyim dikkat etmedim” demiş.

Öz bu duruma çok üzülmüş. “Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik” demiş. Az “Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” demiş.

Öz “Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır” demiş ve devam etmiş:

Bu dünyada küçük şeyler yoktur.

Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır.

“Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma’nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü’dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir.”

Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz’e “Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?” Öz, “Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür” demiş.

Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.

Kıssadan Hisse (Öyküdeki Önem):

Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır. Ve insan, bedenine ve dünyaya hapsedilmiştir; taştan bir hücrede gibidir. Çevresindeki pek çok küçük şeyi fark ettikten sonra özgürlüğüne kavuşabilir. Bir gün yıldızlara ulaşabilmek için, bugün yeryüzündeki her şeyi değerlendirmeniz gerekir. Azlık çokluğun özüdür. Ve bir de şu: Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size. İşte Az ile Öz’ün öyküsü bunları anlatıyor bize.” (s. 13-15)

…………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………

“Genelde büyük şeylere değer veririz. Ancak büyük şeylere ulaşabilmek için küçük şeylere, küçük adımlara ihtiyacımız vardır.

Devasa büyüklükteki çığları ortaya çıkaran şey, başlangıçtaki ufacık kar parçacıklarıdır. Bütün büyük ırmaklar, dağlardaki sızıntılarla, çanak büyüklüğündeki gözelerle gözlerini dünyaya açarlar.”

Akiro Krusava’nın çevirdiği Dersu Uzala adlı bir film vardı. Sibirya’daki ormanlara uyum sağlamış bir adamı anlatıyordu. Dersu Uzala, ormanda bir ayak izi gördüğünde, bu izin sahibinin genç bir insan mı yoksa yaşlı mı olduğunu anlayabiliyordu. Gençlerin ayak izlerinin arkası, yaşlıların ise ön tarafı daha derin oluyormuş. Çünkü gençler dik, yaşlılar ise öne doğru hafifçe eğilerek yürürlermiş.

Benzer şekilde atomları oluşturan parçacıklarda ortaya çıkan -bize göre- küçük farklılıklar, bambaşka elementlerin, maddelerin oluşmasına yol açmıştır.

Hintliler alışık olmayan gözlerin göremeyeceği ufacık bir bulut kümesine bakıp muson yağmurunun başlayacağını bilirlermiş. Anadolu köylüsü de bir zamanlar belirli bir yönden çıkan küçük bulutları görür görmez, “sağanak geliyor” diye harmanı toplardı.

Hekimler en küçük belirtileri, dedektifler ulaşabildikleri bütün ipuçlarını değerlendirirler.

Sonuçta, ister bir ormanda, ister bir muayenehanede olalım, yaşamdaki küçük ipuçlarını fark ettiğimizde, doğaya uyum sağlamamız, yarına kalmamız kolaylaşır.

Aslında bu durumun farkındayızdır. Küçük Şeylerin önemi geleneksel kültürümüzde “bir mıh (bir tür çivi) bir nal kurtarır, bir nal bir süvari kurtarır” özdeyişiyle ifade edilir. Ancak pratikte küçük şeylere ne ölçüde önem verdiğimiz ve özellikle küçük şeylerden mutlu olmayı ne ölçüde becerdiğimiz tartışmaya açık bir konudur.” (s. 17-18)

Küçük ipuçlarını fark ettiğimizde, doğaya uyum sağlamamız, yarına Kalmamız Kolaylaşır.

……………………………………………………………………………………………….

……………………………………………………………………………………………….

“Küçük şeyler, doğa–insan etkileşiminde olduğu kadar, insanlar arasındaki iletişimlerde de önemlidir. Konuşurken, tek bir kelimeye alınırız veya tek bir kelimeye seviniriz. Birbirimizin yüz ifadelerinden, en küçük mimiklerinden sürekli anlam çıkarmaya çalışırız. Karşımızdakinin sözleri ile mimikleri arasındaki küçük çelişkiler bizi çok ilgilendirir. Örneğin birisi bizi evine davet ettiğinde, bu daveti yürekten mi, yoksa usulen mi yaptığı konusunda ipucu yakalamak için onun yüz ifadesini inceleriz. Genelde, davette bulunan gözlerini aça aça ve hafif yalvarır bir ifadeyle “Allah aşkına gel bak, gelmezsen ölümü gör” diyorsa, gitmemiz gerektiğine gönül rahatlığıyla karar veririz.” (s. 19)

……………………………………………………………………………………………….

………………………………………………………………………………………………..

“Kadınların empatik becerilerinin erkeklerin empatik becerisinden daha yüksek olması, “kadın duyarlılığı” kavramıyla açıklanabilir. İyi de kadınlar niçin daha duyarlı? Niçin erkeklere oranla daha iyi empati kurabiliyorlar?

Kadın, erkeğin gözüne bakmak, onun sinirli olup olmadığını anlayıp kendini ona göre ayarlamak zorundadır. Aksi halde, sözel ya da fiziksel saldırıya uğrayabilir.

Erkeğin şu andaki davranışlarına bakıp az sonraki davranışlarını tahmin etmek zorunda olan kadın, giderek onun yüz ifadelerine, vücut diline daha duyarlı olmuştur. Bu durum da kadının empatik becerisinin gelişmesine yol açmıştır.” (s. 20)

…………………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………………

“Empati, doğuştan sahip olunan bir özellik değildir. Araştırmalar, kadın–erkek herkesin empatik becerisinin eğitim yoluyla geliştirilebileceğini, empati kurmanın öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir.

Belli mesleklerdeki kişiler, meslekleriyle ilgili şeylere giderek daha fazla dikkat eder hale geliyorlarmış. Örneğin, terziler insanların elbiselerine, berberler saçlarına, ruh sağlığı uzmanları yüz ifadelerine daha fazla dikkat ediyorlarmış. Bir tiyatro salonunu, küçük bir deliği bir saniye açıp kapatarak bir tiyatrocuya gösterdiğinizde seyirci yoğunluğunu, bir itfaiyeciye gösterdiğinizde ise salonda kaç kapı olduğunu algılıyormuş.

Bunlar ve benzeri örnekler, küçük şeylere dikkat etmenin, aslında öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir. Belirli ortamlar, belirli yaşam koşulları bize bazı şeylere özellikle dikkat etmeyi öğretir.

Bildiğim kadarıyla biz Türkçe’de kara iki ad veririz: Kar ve kırç. (Kırç, diş diş olmuş eski kardır.) Eskimolarda ise otuza yakın kar adı vardır. Kültürlerdeki bu farklılıklar, yaşam şartlarından kaynaklanıyor olsa gerek.” (s. 21)

………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………

“Küçük farklılıkları yakalayamamak, ötekileri yanlış algılamamıza, zaman zaman da mutsuz olmamıza yol açar.

Bir arkadaşım anlattı. Havaalanında bir grup Türk oturuyorlarmış. Birkaç Japon çocuk bunların karşına geçmiş, baş ve işaret parmaklarıyla gözlerinin altını ve üstünü çekiştirip, yani çekik gözlerini yuvarlak hale getirmeye çalışarak bir yanda da “Hımm.. ” sesi çıkarıyorlarmış. Birkaç kişinin bunlar bizimle dalga geçiyor diye canı sıkılmış. Arkadaşım ise “Kızmayın, biz de küçükken Çinlilerin karşısına geçip, parmaklarımızla gözlerimizi iki yana çekiştirip ‘Hımmm… ‘ derdik” demiş.

Galiba herkes, kendi gözünün, kendine ait her şeyin normal olduğunu, ötekilerde ise bir tuhaflık bulunduğunu düşünüyor.” (s.23)

…………………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………………

“Küçük şeylere dikkat öğrenilebilen bir şeydir, insanlar, içinde yaşadıkları ortama, aldıkları eğitime göre birtakım küçük şeylere dikkat etmeyi öğreniyorlar. Çiftçiler, hekimler, terziler, dedektifler, kendi uğraşlarıyla ilgili küçük ipuçlarını değerlendirmeyi öğrenebiliyorlar.

Küçük şeylere dikkat etmeyi öğrenebilen insan, bunlar karsısında mutlu veya mutsuz olmayı da öğrenebilir.

Yani bazıları bardağın yarısı boş diye esef etmeyi, bazıları ise yarısı dolu diye sevinmeyi, şükretmeyi öğrenmiş. Doğuştan iyimser veya kötümser olmuyoruz. Belirli durumlar karşısında iyimser veya kötümser olmayı çeşitli yollarla öğreniyoruz. Örneğin, büyüklerimizi model alarak öğreniyoruz.”

Eğer bir insan genelde kötümser, karamsar ise, galiba zamanla bu karamsarlığı destekleyecek yönde küçük ayrıntıları fark eder hale geliyor. Negatifi vurgulaya vurgulaya, yaşama negatif bir bakış tarzı geliştiriyor. Bu durumun sonucunda da, arabesk şarkılarda duyduğumuz “batsın bu dünya” tavrı çıkıyor ortaya. Karamsarlığı öğrendiğimiz gibi iyimserliği de öğrenebiliriz. (s. 25)

“Küçük şeylerden mutlu olabileceğimiz gibi, mutsuz da olabiliriz. “Neyin küçük, neyin büyük olduğu veya küçük şeylerden hangisinin ne ölçüde önemli olduğu görecelidir.

Eldeki ölçüt “yarına kalmak” olmalıdır. Eğer bir olaya verdiğimiz değer, yarına kalma ihtimalimizi artıracaksa önemlidir, artırmayacaksa önemli değildir. Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada kişinin kendini koruması esas olmalıdır.

İnsanın, göreceli bir dünyada, dünyaya uyum sağlayacak, kendini mutlu kılacak şekilde, çevresindeki olayları önemli ya da önemsiz algılamaya yetecek beyin gücü vardır.

Bir çocuğun sokakta bana gülümsemesi çok önemli bir olaydır. Birisinin ters ters bakması ise, düzeltmem gereken bir davranışım varsa önemlidir; ama yapabileceğim bir şey yoksa hiç önemli değildir. Kendimi bu şekilde düşünecek şekilde eğitebilirim.” (s. 27)

“Bir insan parmağı, evrende çok küçük bir şeydir. Ama bir parmak izinin, geçmişteki ve gelecekteki tüm parmak izlerinden farklı olması, işte bu büyük bir şeydir. (Olasılıklar aleminde, küçük olasılıkların mevcudiyeti, bazen ise büyük olasılıkların imkânsızlığı, büyük bir şeydir.)” (s. 30)

“Yaşaminizdaki enstantaneleri yakalamak: küçük şeylerden büyük mutluluklar üretmek

Günlük yaşamda karşınıza çıkan küçük olayları, kendinizi ve çevrenizi mutsuz edecek şekilde, “çok büyük ve kötü” olaylar olarak algılayabilirsiniz. Böyle bir gücünüz vardır. Örneğin trafikte size haksız yere korna çalan birisini aracınızla izleyip, sıkıştırıp, kavga edip, karakollara, hastanelere düşebilirsiniz. Bunu becermeye yetecek zihinsel ve bedensel gücünüz vardır.

Ama sizin aynı zamanda size haksız yere korna çalınmasını küçük, önemsiz bir şey olarak algılama ve sıkıntıya girmeme gücünüz de vardır.

Ve dahası, sizin, çevrenizdeki bazı küçük şeyleri fark edip onlarda büyük lezzetler, büyük mutluluklar yakalama gücünüz de vardır. Örneğin bir yolculukta, yoldan, yolculuktan, teknolojiyle bütünleşiyor olmaktan* ötürü keyif duymaya gücünüz vardır. Yaşamınızdaki enstanta­neleri yakalamaya gücünüz vardır. Eğer bunu gerçekleştirirseniz -bir önceki bölümde belirtildiği gibi-yarına kalma ihtimaliniz artar. Eğer küçük şeylerde büyük mutsuzluklar yakalar, üzülür kavgalar ederseniz, ölme ihtimaliniz artar. Seçim size aittir.” (s. 32)

“Olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir.

Neyin önemli, neyin önemsiz olduğu, neyin kabalık, neyin kibarlık olduğu, üç boyutta değişir: Kişiden kişiye değişir, toplumdan topluma değişir, zaman içinde değişir.

Yaşamınızda ortaya çıkan bazı aksilikleri büyük değil, küçük olarak algılamak, bazı güzellikleri ise büyük/önemli olarak algılamak mümkündür. Bu konudakendinizi eğitebilirsiniz. Başlangıç olarak şunu düşünebilirsiniz: Karşılaştığınız olayları “rezillik mi” yoksa “güzellik mi” olarak algılayacağınız; eğer güzellikse ne büyüklükte bir güzellik olarak algılayacağınız öğrenilebilen bir şeydir. Ve sizin bunu öğrenmeye gücünüz vardır. (Ve tabii öğrenmeye direnme konusunda da gücünüz vardır. Seçim size aittir.)” (s. 33)

“Yaşamınızdaki Enstantaneleri Yakalamak

Enstantane küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda, o an ömür boyu karşımızdadır.

Şu an bu kitabı okumaktasınız. Birazdan okumayı bırakacaksınız. Ve tarih boyunca, şu andaki duruşunuz, pozunuz bir daha hiç varolmayacak. Bakın ve bu enstantaneyi fark edin. Gözlerinizle, zihninizle, içinde sizin de bulunduğunuz şu enstantaneyi yakalayın. Tek kopya halinde zihninizde saklı kalsın.

Şu an evinizin en dağınık köşesini düşünün. Benim görmemi istemezsiniz. Ama bir fotoğraf sanatçısı gelip o köşeyi öyle bir açıdan çeker ki, sergilere koyarlar; görseniz iftihar edersiniz. O halde o köşeyi bugün siz fark edin. Gözlerinizle, zihninizle o köşenin resmini çekin.

Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak sizin sorumluluğunuzdur.

Dünyada enstantane sıkıntısı yoktur; önemli olan sizin objektifinizin kaydetme gücüdür.” (s. 36)

“ “İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?”

Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkınadan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini artırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.

Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır:

Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek, sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır, ikinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir, yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez, ikinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye oranla daha kaliteli geçer.

Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme gücü ver. Değiştiremeyeceğim şeyleri Kabullenmemi sağla, İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.

“Üç yeğenim vardı. Marmara depreminde üçü de enkaz altındaydı. Bir tanesine ulaştık, çıkardık, ölmüştü. Mahvolduk. Daha sonra, aynı enkazın altından diğerleri sağ çıktı. Ölene üzüldük, ama sağlam çıkanlara sevindik. Ölene üzülmemek, sağlam çıkanlara sevinmemek mümkün değildi.”

Polyannacılık, yaşama devam edebilmek için, gerektiğinde sıkıntılarla baş edebilme sanatıdır.” (s. 41)

…………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………….

“Öykü

Büyük kızım küçükken -sanırım anaokuluna gidiyordu-sabahları yatağında beş dakika otururdu, ben de karşısına otururdum. Küçük, spontan bir oyun oynardık. Ben, bir hayvan, eşya veya bitki rolüne girerdim, o kendisi olurdu ve karşılıklı bir drama veya fabl diyebileceğimiz bir şey sergilerdik.

Bir sabah uyandı, oturup battaniyeye sarıldı ve “Hadi bana bir ağaç ol” dedi. O sabah, canım sıkkındı, keyfim yoktu; son günlerde irili ufaklı bir çok olay moralimi bozmuştu. İçime baktım, oyun oynamak istemediğimi hissettim ve dürüstçe bunu kızıma söylemeye karar verdim. “Canım benim” dedim “bu sabah keyfim yok, canım sıkılıyor, ağaç olmak istemiyorum. ” Bir an durdu ve parmağını uzatarak “Baba tamam” dedi “o zaman üzgün bir ağaç ol. ” Tekrar içime baktım, neşeli bir ağaç olmak istemiyordum, ama üzgün bir ağaç olabilirdim.

Ve üzgün ağaç oldum. Birilerinin meyvelerimi taşladığını, insanların canımı sıktığını anlattım. Anlattıkça, hafifledim, ferahladım. Beş dakika bittiğinde rahatlamıştım. (İfade edilen sıkıntı, çoğunlukla bizi rahatlatır.)

Kıssadan hisse: Yaşamın her zerresi kutsaldır, değerlendirilmelidir. Güzelliklerden güzellikler çıkar; ama sıkıntılardan da güzellikler çıkarmak mümkündür.” (s. 42)

…………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………….

“İnsan evrenin merkezinde mi?

Evrenin çapı, beyninizin çapına eşittir.

Çünkü siz, evreni fark edebilen, algılayabilen, yorumlamaya çalışan, evrenin çapını ölçebilen bir varlıksınız, Siz, evreni idrak edebilen, ufak ama muhteşem bir varlıksınız. Çapınız küçük, kapsamınız muhteşemdir.

Siz evreni idrak edebiliyorsunuz. Bilgisayarınız bunu yapamıyor, evreni ve tarihini idrak edemiyor. Güneşimizi bugüne kadar çok güzel şeyler yaptı; ama bunun far kında değil. Güneş, ne evreni idrak edebiliyor ne kendisini ne de yaptıklarını. Siz, yaptıklarınızı ve yapabileceklerinizi idrak edebilen bir varlıksınız. Siz muhteşem bir evrende yaşayan ve onu beyninde taşıyabilen bir varlıksınız.

Siz muhteşem bir evrende yaşayan ve onu beyninde taşıyabilen bir varlıksınız.” (s. 45)

……………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………….

“Öteki–bilmezlik/ ben-merkezcilik

“İnsan evrenin merkezindedir” sözünde, bu sözü söyleyen bilgenin kastetmediği bir de olumsuz anlam,

İnsanoğlu bencildir, kendini dünyanın merkezinde kabul eder; her şeyin onun için olduğunu, her şeyi keyfince sömürebileceğini düşünür.

İnsan, bir yandan iletişim kurar, sosyaldir, yardımseverdir; ama bir yandan ben-merkezcidir (ego-santriktir), olaylara karşısındakinin bakış tarzıyla bakmaz, onunla empati kurmaz.

Bir insan eğer ben-merkezci davranıyor, kendini karşısındaki insanların, ötekilerin yerine koyamıyor, onların bakış tarzlarını kavrayamıyorsa, bu durumu “öteki-bilmezlik” olarak adlandırmak istiyorum. (Kadir bilmezliği çağrıştıran bir kavram oldu.)

Ben-merkezciliğimizi üç grupta toplayabiliriz. Bunlar, fiziksel, zihinsel, duygusal.

Fiziksel Ben-Merkezcilik: Kime Göre?

Sokakta bir adres sorduğunuz zaman, insanların en az yarısı, eliyle göstermeden “soldaki yolu izle; sağa dön” benzeri şeyler söylerler. Bunu söyleyen kendi solunu kasteder; o kişi karşınızda durduğu için onun solu sizin sağınız olur. Aslında sizin sağ tarafa gitmeniz gerekir ama o “sol” dedi diye siz sola, yani yanlış tarafa gidersiniz. (Bu durum yalnızca ülkemizde değil, dünyanın hemen her yerinde karşınıza çıkar.)

Adres tarifindeki bu yanlışlık, tarif eden kişinin ben-merkezciliğinden kaynaklanmaktadır. Tarif eden kişi kendini karşısındakinin yerine koymamakta, fiziksel açıdan ben-merkezci düşünmekte ve davranmaktadır.

Bir öykü:

“Karşıdaki Adam

Bir ırmağın bu yakasında bir adam varmış. Karşı yakasında da başka bir adam. Irmak geçilmesi zor bir ırmakmış. Bu yakadaki karşı yakadakine seslenmiş: “Hey, karşıya nasıl geçebilirim?” Karşı yakadaki adam hayretle cevap vermiş: “Ne lüzum var, sen zaten karşıdasın.””

Dünya haritasına bakınız. Avrupa kuzeyde, yukarıdadır. Bunun nedeni, coğrafyayı, coğrafyanın matematiğini geliştirenlerin Avrupa’da yaşamış olmaları. Uzayda dünyanın aşağısı–yukarısı yoktur. Ama yeryüzünde bir yerküre yaptığında, kendi ülkesini yukarıya yerleştirmek insanoğluna iyi gelmektedir. Eğer coğrafyayı Aborijinler geliştirmiş olsalardı, Avustralya bugün haritaların yukarısında bulunurdu. (Aborijinler kendilerine “Gerçek insanlar” diyorlarmış; galiba aynı şeyi Batılılar da kendileri için düşünüyorlar.)

Fiziksel ben-merkezcilikle ilgili bir son söz: Dünya gördüğünüz gibi değildir. Leş “size” pis kokmaktadır; dünya da size böyle görünmektedir. Eski Yunanda bir bilge, muhteşem bir sezgiyle “Cisimlerde renk yoktur; renk ışıktadır” demiş. Galiba olay şu: Bir cisimden gözünüze belli dalga boylarında ışık gelir; beyin bunu yorumlar, “kırmızı” diye algılar. Cisimlerde renk yoktur; renk beyninizdedir. Nitekim bir köpek veya arı dünyayı bizim gibi görmez.

Dünya bizim gördüğümüz gibi değildir. Sağlam bir duvarın dopdolu olduğunu görürüz. Oysa o duvarın onbinde biri atomların çekirdekleri ve elektronları tarafından doldurulmuştur; atomun içinde büyük bir boşluk vardır. Duvarın onbinde 999u boştur. Biz dolu görürüz.

Zihinsel Ben-Merkezcilik

Karşımızdakilerin dünyayı ve olayları algılama ve düşünme biçimlerinin yanlış olduğunu, bizim algılama ve düşünme biçimimizin ise tek doğru olduğunu düşünmek zihinsel ben-merkezciliktir. Fiziksel ben-merkezcilik zihinsel ben-merkezciliği besler.

Diyelim ki çocuğunuza matematik ödevinde yardım ediyorsunuz. Size göre kolay bir şeyi anlamadı. Çocuğa ‘Yavrum bak çok kolay” deriz. bize göre kolay veya zordur.

Bir öykü:

Saz Çalamayan Bektaşi

Bir Bektaşi saz çalmayı bilmiyormuş. (Belki de biliyordu da bize ders vermek için bilmiyor gözükmüş.) Bilmediği için de sol elinin bir parmağını sazın bir perdesinde hareketsiz tutup sağ eliyle de çalar gibi yapıyormuş. Bir ara birisi “Erenler, başkaları ellerini perdede gezdiriyor, senin elin niçin sabit?” diye sormuş. Bektaşi, “Benim tuttuğum yer en doğru yerdir. Onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar” demiş.

Yukarıdaki öykü, ben-merkezciliği çok güzel anlatıyor. Ben-merkezci kişi, kendi bakış tarzının, kendi düşüncelerinin tek doğru olduğunu, kendisi gibi düşünmeyenlerde bir bozukluk bulunduğunu düşünür. Bazen de kendi gibi düşünmeyenleri değiştirmeye, kendine benzetmeye çabalar.

Bir öykü:

Menemen Treni

Bir dostum gerçek diye anlattı. Tren İzmir’den Menemen istikametinde yola çıkmış. Yaşlı bir teyze kondüktörü çağırıp “Yavrum Menimen’e varınca beni bildiriver, aman unutma” demiş.

Kondüktör de “Sen uyu teyzem, Menimen’i vannca ben seni bildiricem” diye garanti vermiş. Teyze güvenip uyumuş. Kondüktör ise olayı unutmuş. Tren Menemen’i geçmiş. Epey sonra kondüktör teyzenin ineceğini hatırlayıp makiniste koşmuş. Treni durdurmuşlar ve üzülmüşler. Gecenin bir vakti kadıncağızın Menemen’e tek başına dönmesi olacak iş değilmiş. Makinist “Dur, ben treni geri alayım, Menemen’e geri dönelim. Gece fark eden olmaz; soran olursa da ‘Yanlış makasa girmişiz’ deyip idare ederiz” demiş. Ve gece karanlığında Menemen’e geri dönmüşler. Kondüktör koşup teyzeyi uyandırmış “Kalk teyzem, Menimen’i vardık” demiş. Teyze uyanmış “ömrüne bereket yavrum” diyerek çantasını açmış, bir hap çıkarıp yutmuş. Tekrar başını yaslamış. Kondüktör hayretler içinde, inmiyor musun diye sormuş. Teyze “Yok yavrum, ben bugün doktora gittiydim, doktor iki tane hap verdi. Birini Basmane’de alcen dedi, ikinciyi de Menimen’i vannca alcen. Ben hapımı aldım, kal sağlıcakla” demiş.

Önemli olan, hata yapmamak değil, yapılan hatalardan ders almak (geribildirim almak), tecrübe kazanmaktır.

Zihinsel ben-merkezcilik bireylere özgü değildir. Toplumlar da sergiler bu tavrı. Tarih boyunca nice toplum kendini herkesten üstün görmüştür. Bilimde, felsefede bile bu ben-merkezci tavrı görmek mümkündür.

Batılı bilim insanlarının yazdığı “Dünya Tarihi” veya “Bilim Tarihi” adını taşıyan nice kitap sadece Batı tarihinden ve biliminden söz eder. Pes.

Belki benzeri tavır bizde de var. Çocukluğumda şunu sık duyardım: “Efendim, Batı bu seviyeye bizim sayemizde ulaştı. Barutu, kağıdı, pusulayı, biz Çin’den aldık; Batı da bizden öğrendi. Biz olmasaydık var ya, Batı geri kalırdı. ” Pes.

Duygusal Ben-Merkezcilik

Karşınızdakinin duygularına kapalı kalıp yalnızca kendi duygularınızı fark ettiğinizde duygusal ben-merkezcilik sergilemiş olursunuz.

Bir öğrenci “Ders çalışmak beni sıkıyor” dediğinde annesi / babası “Biz senin yaşındayken hiç sıkılmazdık; sıkılma, bu senin istikbalin” derlerse, bu sözleri duygusal ben-merkezciliğin ürünüdür. Eğer ders çalışmaktan sıkıldığını söyleyen çocuğa “Sen ders çalışmaktan sıkılıyorsun” şeklinde basit bir mesaj verseler, bu mesaj ben-merkezcilikten uzak olurdu. Çocuğunuza “Çalışmaktan sıkılıyorsun” derseniz çalışmaz diye endişe edebilirsiniz. İyi de, “çalış” dediğiniz zaman da zaten çalışmıyor. Bari “sıkılıyorsun” diye empati kurarak söze başlayın da aranızda bir diyalog kurulma ihtimali artsın.

Bu konuda son olarak şunu belirtmekte yarar var. Fiziksel, zihinsel, duygusal ben-merkezcilik, birbirlerinden tamamen bağımsız şeyler olmayıp birlikte işleyen yapılardır. İçlerinden birini sergilediğimizi fark ettiğimizde, diğerlerini azaltma şansımız artar.” (s. 50)

……………………………………………………………………………………………

……………………………………………………………………………………………

“Kendini bilmezlik (rol tutsakliği)

Rol tutsaklığı, kişinin rolleriyle övünmesi, kendisine ait rolleri, farkında olmadan kendinden üstün tutmasıdır. Rollerimizi kendimizden üstün tuttuğumuz zaman, bir anlamda rollerimizin altında eziliriz, kendimizi bir kenara atmış oluruz.

“Ben” dediğimiz şeyi oluşturan pek çok rol var. “Acıkan, yiyen–içen ben” vardır; “konuşan, düşünen, algılayan ben” vardır; bunlar psikolojik rollerimizdir. Bir de sosyal rollerimiz vardır, mesleki rollerimiz vardır; evlat, anne, baba, öğrenci, öğretmen, avukat, müdür, alıcı, satıcı… rollerine bürünürüz.

Sosyal/toplumsal rollerimizi o kadar benimseriz ki, giderek psikolojik rollerimizi küçümser, hatta unuturuz. Doktor, mühendis, müdür yanımıza çok önem veririz de, “yiyen–içen, uyuyan, konuşan, düşünen ben”i küçük bir şey olarak algılarız. Oysa, psikolojik ve sosyal rollerimiz bir bütündür ve psikolojik rollerimiz “küçük şey” değildir.

Bir Çinli bilgenin sözü: Doğduğun zaman l’sin, sapsade bir 1. Zamanla l’in sağına sıfırlar eklersin; diplomaların olur, unvanların, rollerin, rozetlerin olur, evler, arabalar alırsın. Bunların her biri bir sıfırdır ama l’in sağına eklendikçe senin değerin artar. Şu hale gelirsin:

10000000000… 0

Bütün bu sıfırların ne zamana kadar değeri vardır? Sen hayatta olduğun sürece. Sen öldün, 1 gitti,

0000000000… 0 oldu, sıfırların hiçbir anlamı kalmadı. İşte “1 bizim psikolojik rollerimizi, 0lar ise sosyal rollerimizi sembolize ediyor. 1 (bir) küçük bir şeydir. Ama sıfırlarınızın başında bu küçük şey olmasa siz evreni fark edemezdiniz; o 1 olmasa siz şu an bu kitabı okuyor olmayacaktınız.

Varoluşumuzu yaşayamadığımız zaman sahip olduğumuz toplumsal rolleri, giderek öz varlığımızdan üstün tutmaya başlıyoruz.

Bazı rütbeler/makamlar/roller bir ayrıkotu gibi yaşam bahçemizi öylesine kaplıyor ki, onlar sökülüp gittiğinde, artık ekilip biçilemeyen bir bahçe, işe yaramayan bir ömür kalıyor elimizde.

Ancak bütün bu sosyal/mesleki rollerin yanı sıra, psikolojik rolleri de önemlidir. Yiyen, içen, uyuyan, konuşan, dinleyen, seyreden Alihan da önemlidir. Psikolojik rollerimiz, sosyal rollerimizden önceliklidir. Sosyal rollerimiz olmadan da psikolojik rollerimizle yaşayabiliriz. Ama psikolojik rollerimiz olmadan yaşayamayız.

Her insan, sahip olduğu eşyaların, unvanların, rollerin dışında, yiyip içen, konuşup düşünen, seyredip dinleyen bir ben’e sahiptir.” (s. 59)

……………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………….

“Değerlere Uymada Üç Hata

Değerlere uymada, kanıksamış olduğumuz, üç temel hata vardır:

1. Ortamına göre değerlere uyarız;

2. Keyfimizin/moralimizin iyi olup olmamasına göre değerlere uyarız;

3. Karşımızdaki kişiye göre değerlere uyarız. Şimdi bu üç hatayı açıklamaya çalışalım.

Birinci Hata: Ortama Göre Değerlere Uymak

Bazı toplumsal değerlere bazı ortamlarda uyar, bazı ortamlarda uymayız. Örneğin trafik polisinin yanındaki kırmızı ışıkta dururuz, polis yoksa aynı kırmızıda durmayız. Bu, değerlere uyma konusundaki birinci hatadır. Bu tür hatalar, değerleri içselleştirmediğimiz için ortaya çıkar. Bir değeri gerçekten benimseyenler, her ortamda, her durumda o değere uygun davranırlar.

“Temizlik” değerlerimizden birisi olarak kabul edilebilir. Bu değere, ne yazık ki toplumun en azından bir bölümü ortamına göre uyuyor. Örneğin, hiç kimse evindeki halıya, koridora tükürmez, sigarasının izmaritini atmaz. Ama sokağa tüküren, sigarasının izmaritini atan c, ok kişi görüyorum. Ortama göre davranıyoruz.

Trafik kurallarını çiğneyen, “Ama kurallara kimse uymuyor, ben niçin uyayım” diyor.

Belirli bir değere niçin uymadığımızı açıklamaya çalışırken “Ama… ” diye başlayan mazeret cümleleri kurduğumuz zaman, bu tavrımız, söz konusu değeri yürekten benimsemediğimiz anlamına gelir. Bir değeri yürekten benimseyen kişi, o değere ortamına göre uymaz, başkalarına bakarak uymaz, ne olursa olsun uyar.

Pis bir sokak, üzerine yeni çöpler atılmasını hak ediyor olabilir. Ama ben o sokağa çöp atmayı hak etmiyorum.

Eğer, bir toplumsal değeri yürekten benimsemişsek, içselleştirmişsek, başkalarının ne yaptığına bakmadan, ortama göre davranmadan uyarız o değere.

İkinci Hata: Keyfimize Göre Davranmak

Yaygın bir tavır vardır. Canımız sıkılıyorsa, keyfimiz yoksa, çevremize ters davranırız, aksilik ederiz. Böyle davranmak bize gayet doğal gelir, işyerinde canımız sıkılmışsa ev halkına sinirli davranırız, trafikte canımız sıkılmışsa işyerinde çevremizdekilere öfkeleniriz. Kısacası, herhangi bir nedenden ötürü keyfimiz kaçmışsa, moralimiz bozuksa çevremize öfkeli davranırız, zaman zaman saygısızlık ederiz. Oysa böyle davranmak zorunda değiliz. Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere saygılı davranabiliriz, davranmalıyız.

Keyfimiz olmadığında da çevremizdekilere saygılı davranabileceğimizi, Koreliler bize çok şık bir şekilde gösterdiler.

Üçüncülük maçında televizyonu maç biter bitmez açan bir Türk izleyici herhalde şöyle derdi: “Tuh, maçı biz kaybetmişiz, Koreliler kazanmış. ” Niçin böyle derdi? Çünkü Koreliler alkışlıyordu. Oysa Koreliler yenildikleri halde alkışlıyorlardı. Yenilmişlerdi, üzgündüler, buna rağmen alkışlıyorlardı. İşte, bunu belirtmeye çalışıyorum. Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere, karşımızdakilere saygılı davranabiliriz. Koreliler gibi.

Üçüncü Hata: Karşımızdaki Kişiye Göre Değerlere Uymak

Bazı değerlere uyup uymama konusunda ölçütümüz, karşımızdaki kişidir. Örneğin fiziksel açıdan ve statü açısından bizden güçlü kişilere saygılı davranırız. Güçlü bulmadığımız kişiler karşısında ise saygılı davranmayız, davranışlarımızı kontrol etme ihtiyacı duymayız. Oysa, renkleri, cinsiyetleri, yaşları, statüleri ne olursa olsun, tüm insanların onurlan eşittir. Bu yüzden ayırım gözetmeden hepsine saygılı davranmalıyız.” (s. 64)

…………………………………………………………………………………………….

…………………………………………………………………………………………….

“İlginç bir roman olan “Küçük Ağacın Eğitimi”*nde Kızılderili dede ve nine ile Küçük Ağaç adlı çocuk arasındaki ilişki anlatılmaktadır.

Küçük Ağacın dedesi, giderek derinleşen, üstü dallara örtülü, hindinin boynundan alçak bir tünel kazar, tüneli derin bir çukura bağlar. Toprağın yüzeyinden tünelin içine doğru mısır taneleri serpiştirir. Yaban hindisi başını eğip taneleri yiye yiye tüneli geçer, çukura girer. Başını kaldırır, çukurun üstü açıktır ama çukur derindir. Tek bir çıkış yolu vardır, başını eğip tünelden gerisin geriye gitmek. Ancak hindi başını eğmeyi akıl edemediği için çukurdan çıkamamaktadır.

Küçük Ağaç dedesine, “Dede, hindi niçin kafasını eğip tünelden dışarı çıkmıyor?” diye sorar. Dedesi ‘Yavrum, hindi kendini herkesten üstün gördüğü için, öğrenebileceği yeni bir şeyler bulunduğuna inanmadığı için, alçak gönüllülük gösterip başını eğemediği için girdiği çukurdan çıkamıyor” der.

Çukurlar içinde kalakalma tehlikesi hepimiz için vardır. Ama eğer tüm insanların onurlarının eşit olduğuna inanırsak bu tehlike bizden uzaklaşır. Daha onurlu bir insan olmaya çalışmak yerine, daha bilgili, daha etkili, daha iyimser, daha sevecen olmaya çalışmak, daha akıllıca olsa gerek. Anadolu’da “Boş başak dik durur” derler.

Dolu ve alçakgönüllü bir başak olduğumuzda, yaşam kalitemiz artacaktır.

Boş başak dik durur.” (s. 73)

…………………………………………………………………………………………….

…………………………………………………………………………………………….

“Ekmek mi İnsan mı?

Hangisi daha fazla saygı görüyor; ekmek mi, insan mı? Gözlenen o ki, ekmek daha fazla saygı görüyor ülkemizde. Bazı değerler söz konusu olduğunda bu hataları yapmayız. Ekmeğe yönelik olarak da söz konusu hataların sergilendiğini hemen hiç görmeyiz.

Hangi ortamda olursa olsun -evde veya sokakta- ekmeğe saygı gösteririz. Yerdeyse basmayız, üstünden atlamayız; kaldırıp kenara, yüksekçe bir yere koyarız; hatta öperiz ekmeği. Ekmeğe gösterdiğimiz saygı, ekmeğin büyüklüğünden ve niteliğinden bağımsızdır. Yerdeki ekmeği kaldırma konusunda, büyük–küçük veya buğday-arpa ayırımı yapmayız. Keyfimiz olsa da olmasa da yerdeki ekmeğe basmayız.

İnsanlara, sokaklara karşı sergilediğimiz üç temel halayı ekmeğe karşı sergilemeyiz. Kısacası ekmeğe çok saygılıyızdır. Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı birbirimize göstersek çok daha huzurlu yaşarız.

Ekmeğe niçin saygı gösteririz? Çünkü nimettir. İyi de eşlerimiz, çocuklarımız nimet değil mi? Öğrencilerimiz, çıraklarımız, komşularımız nimet değil mi?

Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı birbirimize göstersek, ne güzel olurdu.

Ben ülkemde yerdeki ekmeğe tekme atıldığını hiç görmedim. Ama yerdeki insana tekme atıldığını çok gördüm. Yerdeki ekmeklere gösterdiğimiz saygıyı birbirimize de göstereceğimiz günlerin gelmesini diliyorum.” (s. 74)

…………………………………………………………………………………………….

…………………………………………………………………………………………….

“Çelişki, İkilem

Çelişki ve ikilem kavramları arasındaki farka bakalım. Galiba doğrusu şu:

Doğada ya da insan zihninde zıtlıkların birlikte bulunması bir çelişki sayılabilir. (Bir tezin antitezini içermesi bir çelişki sayılabilir.) İnsan, sahibi olduğu çelişkili düşüncelerin genelde farkında değildir, ikilem ise iki farklı davranıştan hangisine yönelmek gerektiği konusunda sıkıntı, kararsızlık çekmek demektir. Sahip olduğumuz çelişkili düşüncelerin, davranışların genelde farkına varmayız, ikilemde ise farkında olduğumuz bir kararsızlık söz konusudur.

Bir dostunuzu hem seviyor hem de kızıyorsanız ve bu iki zıt duyguya/düşünceye birlikte sahip olduğunuzun farkında değilseniz, bu durumu bir “çelişki” olarak adlandırmaktan yanayım. Benzer şekilde, belirli bir olay karşısında üzgün olduğunuz halde sevinmiş gibi davranıyorsanız ve bu tezadı fark etmiyorsanız, yine çelişki içinde olduğunuzu düşünebiliriz. Ama eğer bir arkadaşınızı sevip sevmediğinize bir türlü karar veremiyorsanız veya iki meslekten hangisini seçeceğinize karar veremiyorsanız, bir “ikilem” içinde olduğunuz kanısındayım.

İkilemler evrenin her köşesinde olabilir (olmayabilir de); ancak canlılar, özellikle insanlar, ikilemlere girmekten ötürü acı çekiyorlar. İnsanın görevi, ikilemlerini fark etmek, bunları yaşamın doğal bir parçası kabul etmek, çözebileceklerini çözmek, çözemediklerine ise uyum sağlamak olmalıdır.” (s. 77)

posted in PSİKOLOJİ | 1 Comment

29th Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİLİN DÜŞÜNCEYE ETKİSİ

HÖRİSTİK (ZİHİNSEL KISA YOLLAR)

 

DİL VE DÜŞÜNCE SİSTEMİ

DİLİN DÜŞÜNCEYE ETKİSİ

 

Kullandığımız dilin, içinde bulunduğumuz kültürel öğelerle etkileşim içerisine girdiği gerçeği bir yana kelime hazinesi ve cümle yapılarının temelde insan beyninin biyolojik özelliklerinden etkilendiği bir gerçek. Başka bir deyişle, dili dil yapan pek çok kural ve yapının beyinlerimizin işleyiş şekliyle uyum göstererek evrimleştiğini varsayabiliriz. Ancak bu varsayımımızın tersinin doğru olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Kullandığımız dil, düşünce yapılarımız üzerinde de yoğun etkilerde bulunabiliyor. Bugün, dünya üzerinde konuşulan tüm dillerin ortak özellikleri bir yana, tümü de gramer ve sözdizimi bakımından büyük çeşitlilik göstermekte. Bu çeşitlilik, bireylerin düşünce şekillerine de yansıyor olabilir mi dersiniz? Dil konusunda yoğun araştırmalarda bulunmuş ünlü bilim insanı Benjamin Whorf’a göre bu sorunun yanıtı “Evet”. Whorf’a göre insanların görsel ve düşünsel algıları kesinlikle içinde bulundukları kültürde edindikleri dille şekilleniyor. Ancak Whorf’un ortaya attığı bu iddia sonrasında yapılan araştırmalar varsayımda soru işaretleri uyandırır nitelikte. Gelin, bazı araştırmalara hep beraber göz atalım.

Renk Terimleri

Kimi dillerde renkleri tanımlamak için pek çok kelime bulunuyorken, kimi dillerin renk terimleri oldukça kısır kalabiliyor. Uç bir örnek verecek olursak, Yeni Gine’de yaşayan Dani topluluğunun kullandığı dilde tüm renkleri tanımlamak adına yalnızca iki kelime bulunuyor. Biri karanlık, koyu, diğeriyse aydınlık, açık anlamına geliyor. İlginç olansa bu kısır tanıma rağmen Danilerin de renkleri tıpkı bizler kadar iyi algılayabiliyor oluşları. Bizler hangi renk tonlarını ayırt edebiliyor, hangilerini ayırt edemiyorsak Danili katılımcılar arasında yapılan çalışmalar da benzer sonuçlar veriyor.

 

Yeni Gine’de yaşayan Dani topluluğunun kullandığı dilde tüm renkleri tanımlamak adına yalnızca

iki kelime bulunuyor.

Uzam Tanımlarında Dil

Uzaydaki bir yeri tanımlamak için kullanılan terimleri uzamsal tanımlar başlığı altında inceleyebiliriz. Örneğin, kendi dilimizden iki örnek verelim:

•  Meyveler tabağın içinde.

•  Disket bilgisayarın içinde.

Her iki cümlede de “içinde” edatını kullanmış olduk. Kore’deyse bu durumlar için farklı edatlar kullanılmakta. Meyvelerin tabağın içinde bulunduğu durum için farklı, disketin bilgisayar içindeki konumu için farklı edatlar kullanılıyor. Çünkü meyveler tabağın içinde daha serbest konuşlanmışken, disket bilgisayarın içindeki göze sıkı sıkıya oturmuş oluyor. Dolayısıyla da bu küçük ayrım dile değişik edatlar kullanılarak yansıtılıyor.

 

Meyveler tabağın içinde daha serbest konuşlanmışken, disket bilgisayarın içindeki göze sıkı sıkıya oturmuş oluyor. Dolayısıyla da bu küçük ayrım Kore diline değişik edatlar kullanılarak yansıtılıyor.

Yapılan çalışmalar öyle gösteriyor ki, dildeki bu çeşitliliğe rağmen dünyayı algılayış biçimi pek de değişim göstermiyor.

Örneğin, katılımcılara belirli bir referans noktasına göre farklı pozisyonlara yerleştirilmiş nesneler gösteriliyor. Daha sonra ufak tefek değişimler yapılarak aynı görsel uyaran tekrar verilip bir fark görüp görmedikleri soruluyor. Sonuç olarak, ana dili farklı olan katılımcılardan birçoğu dillerindeki uzamsal tanım şekilleri değişim de gösterse bu testlerde benzer performans gösteriyorlar.

Öyleyse Benjamin Whorf’un “Dil düşünceyi etkiler” varsayımının bir takım bulgularla çelişki gösterdiğini söyleyebiliriz. Yine de daha net konuşabilmek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç bulunduğu bir gerçek.

HÖRİSTİK (ZİHİNSEL KISA YOLLAR)

 

Höristik’in kelime kökü Yunanca’da “buldum” anlamına gelen ” heurisko”dan geliyor. Bir psikoloji terimi olaraksa karar verme ya da sorunlarla başa çıkma süreçlerimizde kullandığımız zihinsel kısa yollar anlamı taşıyor. Şöyle ki, karmaşık sorunlarla karşılaştığımızda ya da elimizde yeterli bir bilgi olmadığında evrimsel işleyişlerle şekillenegelmiş ya da deneyimlerle edinilmiş bu zihinsel kuralları kullanarak bir çözüm yolu ya da anlayış geliştirmeye çalışıyoruz.

Örneğin, daha önceden adını duymadığımız bir ürün eğer ki fiyat olarak diğerlerinden daha yüksekse, elimizde o ürüne dair başka herhangi bir bilgi olmadığından onun daha kaliteli olduğu yargısına varıyoruz. Kalitesine yönelik yaptığımız bu çıkarımdan dolayı tüketici olarak adını hiç duymamış olmamıza rağmen o ürünü satın alma davranışı gösterebiliyoruz.

Problemleri aşmada hız ve kolaylık sağlayan bu zihinsel kısa yollar kimi zamansa hatalı sonuçlara varmamıza neden olabiliyor:

 

Sizce bu hayvanlardan hangisinin bir gün içinde uykuya ayırdığı vakit daha fazladır? Sağ resimdeki yakalı hayvanı tanımadığımız için muhtemelen bu soruya yanıtımız “kedi” olacaktır. Bu yanıtı verirken kullandığımız kısa yol, kediyi uykuyu seven bir hayvan olarak biliyor oluşumuza dayanıyor. Ancak kediler günde 14,5 saat uyurlarken sağ resimdeki yakalı hayvanlar günün 20 saatini uykuda geçiriyor. Diğer bir deyişle, kullandığımız zihinsel kısa yollar bizleri her zaman doğru yöne yönlendirmeyebiliyor.

DİL VE DÜŞÜNCE SİSTEMİ

 

Konuştuğumuz dille düşünme sistemlerimiz arasında yakın bir ilişki olduğunu biliyoruz. Her ne kadar görsel imgeler, sesler ve hareketlerle de düşünsek de çoğu düşüncemiz kendimizle yaptığımız sessiz konuşmalardan meydana geliyor. Eğer ki bu doğruysa, dil düşünme tarzımızı da etkiliyor, ne dersiniz? Farklı diller konuşan insanların düşünce sistemleri de farklı gelişiyor.

Benjamin Whorf

Bu varsayımı ortaya atan Benjamin Whorf, bugün kendi ismiyle de anılan “Görsel Görecelilik Kuramı”nın fikir babası. Her ne kadar Whorf farklı dillerin düşünmeye etkisini sözlere birebir dökmemiş olsa da, dil ve algı üzerine etkileyici söylemlerde bulunuyor.

Örneğin, kutuplarda yaşayan Eskimo’ların dilinde “kar” için kullanılan pek çok farklı kelime var. Ve bu insanların, karın pek çok çeşidini bir sıcak iklim kültürüne göre daha iyi tanımlayabilecekleri açık. Peki, sizce Eskimo’ların dilinde kar için bu denli çeşitlilik bulunması, onların algılarında da bir farklılık yaratıyor mu? Aslına bakarsanız, Whorf’un söyledikleri tam da bu noktada devreye giriyor. Whorf’a göre bu insanların görsel algıları kesinlikle etkileniyor. Hatta Eskimo’lar öncelikle farklı kar türleri arasındaki farkı algılayıp, bu küçük farklılıkları sonradan adlandırıyorlar.

         

Bu varsayımın doğruluğunu sınayan bir ispat olarak farklı kültürlere ait dillerde, farklı insan karakterleri için o dile özgü kelimelerin varlık göstermesi sunulabilir. Örneğin, “artistik insan” kavramıyla Batı toplumları yaratıcı, sanatla ilgilenen, kimi zaman depresif bir insanı anlarken, Çincede böyle bir tanım bulunmuyor. Çincedeki bilgili ancak çok utangaç birine gönderme yapan “shen cang bu lou” kavramıysa bizim dillerimizde karşılıksız.

Whorf kuramı bu kişilik tiplerine dair kullanılan kelimelerin o insanlar hakkında nasıl düşündüğümüzü etkilediğini öne sürüyor. Örneğin, “bilim adamı” kelimesi kadınların bilim alanında ne derece yetenekli olduğuna dair düşüncelerimizi etkileyebiliyor. Bu nedenle de, bu kavram ülkemizde yeni yeni “bilim insanı” olarak değiştiriliyor.

Dilimizdeki “bilim adamı” kavramı “bilim insanı” kavramıyla değiştirilmeye çalışılıyor. Whorf’un kuramına göre dildeki bu değişim, düşünce sistemlerimizde de mutlaka bir değişime yol açacaktır.

 

posted in PSİKOLOJİ | 0 Comments

29th Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK




BEYİN GÖRÜNTÜLEMENİN GÜCÜ






Rengarenk beyin görüntülerinin bir araştırmayı daha zevkli ve sunulabilir hale getirdiğinden kuşkumuz yok. Öyle ki bilimsel konferanslarda bile herhangi bir davranış karşısında belli bölgeleri etkin hale gelmiş beyin atlasları dikkatleri üzerlerine çekmekte gecikmiyor. Ancak Colorado State ve Kaliforniya Üniversiteleri’nde yapılan son bir araştırma öyle gösteriyor ki bu görüntüleme teknikleri araştırmaya yalnızca estetik değil inandırıcılık da katıyor. Dr. David McCabe ve Dr. Alan Castel tarafından yürütülen araştırmada öğrencilere üç farklı makale okutturulmuş. Makalelerin başlıkları şunlarmış: – Televizyon izlemek matematik becerileriyle ilişkili – Meditasyon yaratıcı düşünceyi geliştiriyor – Bilgisayar oyunları oynamak odaklanma yetilerini arttırıyor Her üç makalede de araştırmacılar makaleye mantık hataları da katmışlar. Örneğin, ilk makale için aynı beyin bölgesini etkinleştiren iki eylemin yalnızca bu neden dolayısıyla neden-sonuç ilişkisi içinde olabileceğini ileri sürmüşler: TV izlemek ve matematik problemleri çözmek temporal bölgede etkinliğe neden oluyor öyleyse televizyon izlemek matematik becerilerini geliştirir gibi (Makalelerin içeriklerinin çalışmanın asıl teması üzerinde etkide bulunmasını önlemek adına yapılan bir kontrol olarak düşünelim bunu). Aynı mantık hataları her makalede tekrarlanmış. Bulgularsa ya yalnızca metin içerisinde, ya grafikle ya da görüntülenmiş beyin resimleriyle açıklanmış. Öğrenciler beyin görüntüleri içeren makaleyi bilimsel mantık sınırları içinde daha etkili bulmuşlar. Diğer bir deyişle eşit ağırlıkta mantık hataları içeren üç makaleden beyin görüntüleriyle varsayımını destekleyen makale sonuçları grafik ya da metin içinde veren makalelere göre daha “mantıklı” bulunmuş.

Kaynak: http://faculty.washington.edu/chudler/brainp.html

GEÇMİŞİ YENİDEN YAŞAMAK

Beyninizde özel bir bölge uyarılıyor ve geçmişte yaşadığınız sıradan bir olayı en ince detaylarıyla yeniden yaşamaya başlıyorsunuz. Hem de o anda içinizden geçen tüm duygular ve koku, görüntü, dokunma hissi gibi duyularla beraber. Bu bir bilim kurgu filminin senaryosu değil, tarihten bir sinir bilim öyküsü.



1934 yılıydı. Kanadalı nörolog Wilder Penfield az sonra gireceği bir beyin ameliyatı için son hazırlıklarını da tamamlamıştı. Operasyon sırasında epileptik kadın hastasının duyma ve konuşma yetilerinden sorumlu temporal korteksinden bir parça alınacaktı. Ameliyat başlamadan önce hastaya sınırlı uyuşturma (lokal anestezi) uygulandı. Dolayısıyla bilinci yerindeydi, ancak operasyonun uygulanacağı bölgede acı hissetmeyecekti. Dr. Penfield epilepsi ameliyatları konusunda oldukça deneyimliydi. Hastalar bu ameliyat sırasında doktorla konuşabiliyor, sorduğu soruları yanıtlayabiliyorlardı. İlginç olansa, böylesi bir diyalogun beynin yalnızca bu bölgesi operasyon geçiriyorken gerçekleşebilmesiydi. Doktor, bu beyin bölgesinin niçin bu denli “özel” olabileceği konusunda her geçen gün daha da fazla kafa yormaya başlamıştı.



Beyinde temporal kortekse uygulanacak elektriksel bir uyarım hastaların geçmişteki sıradan olayları en ince detaylarına kadar yeniden yaşamasını tetikliyordu.



Ameliyat başladığında, Dr. Penfield’i oldukça şaşırtan bir gelişme yaşandı. Kadın hastası, beyin ameliyatı masasında bebeğini doğurduğu ana geri dönmüş olduğunu iddia ediyordu. Öyle ki, bu bir anıyı hatırlama gibi değildi. O anı yeniden yaşamıştı, tüm o duygusal patlamaları, acıları ve duyusal hisleriyle. Dr. Penfield, bu bulgunun psikiyatri alanında çığır açacağını düşünmüştü. Ne de olsa kişilerin geçmişte yaşadıkları olayların hâlihazırdaki ruhsal durumlarını nasıl da etkileyebileceğine dair fizyolojik bir ipucu elde etmiş olabilirdi. Bu etkiyi yalnızca kendisi araştırabilmek ve işleyişi derinlemesine çözebilmek adına konuyla ilgi olarak tam 20 sene boyunca bilim dünyasına tek bir kelime bile etmedi. Ta ki 1954 yılında bir sunumunda bulgularını kendisi gibi doktor arkadaşlarıyla paylaşana dek… Penfield konuşmasında temporal kortekste yaratılacak elektriksel bir uyarımın geçmiş deneyimleri uyandırdığını ve akan bir nehir gibi bilince taşındığını anlatmıştı. Hastalar, geçmişlerindeki herhangi bir zaman dilimini tüm detaylarıyla yeniden yaşıyorlardı. Bu deneyim, beyne yerleştirilen elektrot geri çekilene kadar sürüyordu.

Bu bulgu gerek tıp, gerekse psikoloji dünyasında büyük bir heyecan uyandırdı. Dr. Penfield, hayatımız boyunca bilincimiz yerindeyken yaşadığımız her bir olayın en ince ayrıntılarına kadar sinirsel olarak belleğimize depo edildiğine inanmaya başlamıştı. Çünkü gerekli beyin uyarımı yapıldığında değil yalnızca olayları, o olaylar sırasında hissettiğimiz duyguları bile yeniden yaşayabiliyorduk. Öyleyse hiçbir şey unutulmuyordu. Her şey, zihnimizde bir yerlerde kayıtlı tutuluyordu.


Sinir sistemimiz hayatımız boyunca yaşadığımız her anı tüm detaylarıyla saklı tutabilir mi?

Penfield’in bulguları yorumu şüphe uyandırmıştı. Çünkü sinir sistemi kapasite itibariyle sınırlıydı ve kişinin tüm yaşamı boyunca yaşadıklarının böylesi ayrıntılı kayıtlarını tutabilmesi mümkün değildi. Dahası sonradan yaptığı çalışmalar, konuyu başka bir platforma taşıdı. Bir ameliyat sırasında beyninde belirli bir nokta uyarılan hasta kavga eden bir adam gördüğünü söylemişti. Aynı nokta tekrar uyarıldığında gördüğüyse yol boyunca yürüyen bir adam ve köpek olmuştu. Penfield, hastaların yaşadıkları bu deneyimin psişik bir sanrı ya da algısal bir yanılsama olabileceğine ancak geçmişe dair kaydın yine de temporal kortekste, bu bölgeyle ilişki içerisinde bulunan hipokampüste ya da bu alanlardaki gri maddede tutulduğuna inanmaya başlamıştı. Olaylara dair yargılara gerçekleştikleri sırada varılıyor, daha sonra zihne gelen yeni kayıtlar geçmişteki bu bilgilerle karşılaştırılıyordu. Dr. Penfield’in bulguları yalnızca tıp alanında değil, bilişsel psikologlarca da yıllarca tartışıldı. Bugün, belleğin sınırlarına ve sistemin nasıl işlediğine dair çalışmalar halen sürüyor.

Kaynak: http://primal-page.com/penfield.htm

EİDETİC (FOTOĞRAFSI) BELLEK

Sessiz ve ferah bir deney odası. Önünüzde boş ve beyaz bir zemin var. Biraz sonra asistan, önünüzdeki bu bembeyaz zeminin üzerine renkli, ilgi çekici bir resim koyarak sürenizi başlatıyor. Yalnızca yarım dakikanız var. Resmi belleğinize kazıyabilmek ya da imgesini canlı tutabilmek adına yarım dakika. Daha sonraysa resim görüş alanınızdan çekiliyor ve en ince ayrıntısına kadar resmi hatırlamanız isteniyor: “Öndeki yaprağın kaç damarı vardı?”

Karmaşık bir doku ya da resmin detaylı görsel imgesini canlı tutabilme yetisi olarak tanımlanan ” eidetik imgeler “, konu hakkında yapılan ilk deneylerden bir asır sonra halen psikologların aklını kurcalamaya devam ediyor. Dilimize çoğu kez ” fotoğrafsı bellek” olarak çevrilse de eidetik imgeler asıl uyaranın tıpatıp kopyası olmayabiliyor. Bu nedenle de “yeniden biçimlendirilen imgeler” oldukları düşünülüyor. Ancak eidetik imgeler kişiye nesneleri görselleştirme ya da onları zihinde canlandırabilme imkanı veren görsel imgelerden farklı. Çünkü herhangi bir zamanda örneğin bir elmayı gözlerinizin önüne getirebiliyorken (görsel imge), eidetik belleğe sahip olabilmeniz için size gösterilmiş bir şeyi her detayına dek aktarabiliyor olmanız gerekiyor. Örneğin matematik denklemleriyle dolu bir sayfaya yalnızca saniyeler içinde bakarak tümünü hatırlayabilmeniz! Fotoğrafsı belleğe sahip kişilerle yapılmış pek çok çalışma var. İlginç olansa, “eidetik” olarak tanımlanan grubun genellikle çocuklardan oluşması. Araştırmacılar, bunu evrimle bağlantılandırıyor. Bir çocuk görsel uyaranlara sonuna dek açık olmalı ki, bellekte ne tutup ne tutmaması gerektiği bilgisini öğrenebilsin. Büyüdükçeyse, imgelerden ziyade “kelimeler” ile düşünme oranı artıyor.

Peki, “eidetik” ya da daha sık anılır şekliyle “fotoğrafsı bellek”e sahip bu çocuklar baktıkları her sahneyi akıllarında tutabiliyorlarsa dünyayı algılarken nasıl oluyor da sorun yaşamıyorlar. Örneğin, annelerinin yüzüne bakıp başlarını babalarına çevirdiklerinde nasıl oluyor da annelerinin imgesi gözlerinin önünde kalmaya devam etmiyor. İşte bu sorunun yanıtı göz hareketlerinde ve kodlama zamanında saklı. Fotoğrafsı imgeler en az beş saniye boyunca söz konusu görüntüye birebir bakma gerektiriyor. Eidetik çocuklar, sürekli göz kırparak imgeyi silebildiklerini, ayrıca onu görebilmeleri için kaynak yüzeye bakmaları gerektiğini, yoksa imgenin yok olduğunu söylüyor. Yani anne görüntüsünün gözlerinin önünde canlı kalabilmesi için annelerini önünde gördükleri duvara bakmaları gerekiyor. Başlarını babalarına, yani diğer duvara çevirdiklerinde ise gözlerinin önündeki görüntüsel imgeyi kaybediyorlar.

Eidetik çocuklar, yalnızca ilk resim gösterildiğinde bunu bir insan suratına benzetmiyor. Zaman aralıklarıyla ilk ve ikinci resim gösterildiğinde ise, bu resimleri belleklerinde üst üste bindirebiliyorlar. Üçüncü resimdeki adam suratı bir anda gözlerinde canlanıyor.

Peki, bu çocukları diğer yaşıtlarından ayıran ne. Daha mı zekiler? Yapılan çalışmalar gösteriyor ki, zeki olmak eidetik belleği diğerlerinden ayırt etmiyor. Çünkü zihinsel gelişimi geri kalmış çocuklarda bile böyle bir yetiye rastlanabiliyor. Zaten işin içine zihinsel beceriler girdiğinde (Örneğin resimdeki herhangi bir öğey adlandırarak gruplamak gibi: çiçek, ağaç vs…) fotoğrafsı imge yok oluyor. Öyleyse bu imgeler, üst düzey zihinsel becerilerden daha farklı bir yerde duruyor olmalı. Ancak ne yazık ki eidetik (Fotoğrafsı) imgeler üzerine yapılan bunca araştırmadan sonra bile hakkında bilinenler çok az. Fotoğrafsı bellek, daha uzun yıllar çözümlenmeyi bekleyen esrarengiz bir konu kalmaya devam edecek gibi görünüyor.

Fotoğrafsı Belleğe Sahip Bir Yetişin: “Elizabeth”

Eidetic (fotoğrafsı) bellek üzerine yapılan araştırmaların çoğu çocuklar üzerine odaklanmış olsa da, üstün bir yetiye sahip “Elizabeth” isimli bir yetişkin gelmiş geçmiş en büyük istisna olma özelliğini günümüzde de halen koruyor. Elizabeth, resimlerin aynısını aklından tuvale yeniden yansıtabiliyordu. Üstelik çizdikleri, kendisine gösterilen resimlerle üstüste bindirildiğinde çizgiler birbirleriyle eşleşiyordu. Stromeyer’in çalışmalarında (1970) Elizabeth’in sol gözüne 10.000 adet kareden oluşan bir stereogram gösterildi. Haftalar sonra, Elizabeth’in sağ gözüne ilk stereogramın eşi yansıtıldığında, Elizabeth üç boyutlu görüntüyü görmeyi başarmıştı. Bu da demek oluyordu ki, haftalar önce sol gözüne gösterilen 10.000 siyah ve beyaz kare düzeni belleğinde halen canlı duruyordu!



Stereogramları kare bulmaca dokularına benzetebiliriz. Beyaz ve siyah karelerle oluşturulan iki ayrı doku, birbirlerinin sağa ve sola kaydırılmış şekli. Sol göz birine, sağ göz diğerine baktığında- ki bu stereoskop makineleriyle gerçekleştirilebiliyor- derinlik algısı oluşuyor.

Kaynaklar:

http://serendip.brynmawr.edu/bb/neuro/neuro00/web2/Arnaudo.html

http://pages.slc.edu/~ebj/minds/student_pages/sally-jane/conference.html

www.ababasoft.com/games/eidetic05.htm-12k

Held, R (1974), Image Object and Illusion , Scientific American, Inc.

MUTLULUK VE ÖFKE

Öfke: Öfke, üzüntü, korku ve iğrenme gibi olumsuz duygularımızdan sorumlu beyin bölgesi amigdala . Beyin görüntüleme teknikleri sayesinde edinilen sonuçlara göre, duygusal hissiyatlar uyandırmayan zihinsel faaliyetlerimiz sırasında amigdaladaki sinirsel uyarım bastırılıyor. İşte tam da bu yüzden zihnimizi farklı uğraşlara verdiğimizde gerginsek bile öfkemizi unutabiliyoruz.

Öyleyse, bundan sonra kendimizi kötü hissettiğimizde elimize kalemi kâğıdı alıp bulmaca çözmeye başlayabiliriz! Böylece, kısa süreliğine bile olsa olumsuz duyguların etkisinden kurtulabiliriz.

Mutluluk: Mutluluk fiziksel zevklerle yakın ilişki içerisinde. Yukarıda, olumsuz duygulardan sorumlu tutulan beyin bölgesinin amigdala olduğundan bahsetmiştik. Kendimizi mutlu hissettiğimizdeyse tahmin edebileceğiniz gibi amigdaladaki etkinlik bastırılmış oluyor. Dolayısıyla zihnimizi farklı uğraşlarla meşgul tutabilmek mutlu hissedebilmemiz adına ilk adım diyebiliriz. Ancak bu durum elbette ki kendimizi tamamen mutlu hissedebilmemiz için yeterli değil. Mutlulukla bağlantılı beyin bölgesi ön beyin lobu . Örneğin, depresyondaki kişilerin beyinlerinin bu bölgesindeki etkinlik normal kişilere göre daha az. Zevkle ilişkili en önemli beyin kimyasalı ise dopamin . Hoşlandığımız birini gördüğümüzde, ya da bir başarı haberimizi işittiğimizde dopamin salgısı artıyor.

BİLGİLER BEYNİMİZDE NASIL SINIFLANDIRILIYORLAR?

Doğal Sınıflamalar








Gözlerinizin önüne bir çalgı aleti getirin desem aklınıza gelen ilk enstrüman hangisi olurdu? Bir gitar mı? Yoksa saksafon mu? Peki, bu alet zihninizde nasıl yer etmiş dersiniz? Gitar denilince aklınıza ilk gelen klasik gitar mı yoksa elektrogitar mı? Kendinizi bu konuda hiç sınamış mıydınız?








İçinde yaşadığımız dünyanın en önemli özelliklerinden biri de, nesnelerin birbirleriyle “kapsam” ilişkisi içerisinde olmaları. Örnek olarak müzik aletleri sınıfına dâhil gitarın, klasik ya da elektrogitarı kapsamasını verebiliriz. Bu kapsam ilişkisini bir tür özelleşme olarak da düşünebiliriz aslında. Örneğin klasik gitar, gitarın özelleşmiş bir formudur. Bu ilişkiyi basamak basamak irdeleyecek olursak, aklımıza gelen pek çok nesneyi böyle bir düzen içerisinde sıralayabiliyor olduğumuzu görürüz. Peki, bu sınıflandırmanın bizlere geri bildirimi ne dersiniz? İşte başlıyoruz, yalnız zihnin derinliklerine inmeden önce bu “kapsam” ilişkisine biraz daha yakından bakalım isterseniz.

Nesnelerin birbirleriyle olan ” kapsam” ilişkisi 3 düzeyde inceleniyor:









Üst Düzey Sınıf

Kapsam ilişkisinde

en yukarıdaki seviye.

Örn: Meyve

Temel Sınıf

Kapsam ilişkisinde

orta seviye.

Örn: Elma

şeftali

üzüm

Alt Düzey Sınıf

Kapsam ilişkisinde

en özelleşmiş seviye.

Örn: Lezzetli, kırmızı elma

Çekirdeksiz şeftali

Kara üzüm

Bu üç düzeyi birbirinden ayıran, her birinin elemanları arasında paylaşılan ve paylaşılmayan özelliklerin sayısındaki fark. Nasıl mı?

Meyve ( üst düzey sınıf) dediğimizde aklımıza gelen tanımlayıcı sıfatlar gerçekten de kısıtlı. Renk söyleyemiyoruz çünkü elma ile muzu ortak kılan renkleri değil. Büyüklük diyemeyiz, koku hiç olmaz. Dolayısıyla, “Meyveler tatlıdır ya da enerji verirler” gibi az sayıda ortak özellikten bahsedebiliyoruz. Peki, kara üzüm ( alt düzey sınıf) dersek? İşimiz yine zor. Çünkü kara üzümlerin paylaştığı birçok özellik var. Bu kez de, tüm bu özellikler sayfalar halinde uzayıp gidebiliyor. Oysa üzüm ( temel sınıf) dediğimizde, her iki uç seviyeden de uzaklaşıyoruz. Üzümü elmadan ayıran özellikler hepimizin aklına kolayca gelebiliyor. Bu noktada aklımızdaki soru açık: Niçin temel sınıftaki tanımlama, üst ya da alt düzey sınıflardakine kıyasla daha kolay? Çoğu bilim adamının savunduğu varsayım bu sorunun yanıtını veriyor: Çünkü ilk anda, beynimizde gördüğümüz nesneleri tanımlarken temel sınıf düzeyinde işlem yapıyoruz. Daha sonra ise onları ortak kılan üst düzey ya da farklı kılan alt düzey noktalara yoğunlaşıyoruz. Ancak yine de bir dipnotun üzerinden geçmekte fayda var. Alanında uzman kişilerin bu beyinsel işlemlemeleri, alanlarıyla ilgili bir konuda alt düzey sınıflandırma seviyesinde olabiliyor. Örneğin, bir kuş bilimci farklı kuş türleriyle sınandığında bu türler arasında ayrım yapması oldukça kolay olabiliyor. Tıpkı normal durumlarda, temel sınıflandırma yapmanın daha kolay olması gibi.












Zihnimizde meyve prototipi oluşturmak imkânsız

Nesnelerin beyindeki temsili temel sınıf düzeyinde olduğundan algı da en hızlı bu sınıfta gerçekleşiyor. Bu varsayım kulağa karmaşık gelebilir. Oysa altını çizdiğimiz gerçek yine aynı. Prototip ler bir sınıfa ait elemanların ortalama, tipik bir görüntüsü. Örneğin, elma dediğimiz zaman bugüne kadar gördüğümüz tüm elmaların birleşiminden oluşan, ortalama bir elma figürü geliyor aklımıza. Oysa bu prototip oluşumu üst düzey sınıfta imkansız. Düşünsenize, meyve dediğimizde aklımızda oluşan figür ne olurdu? İstediğimiz, tüm meyvelerin birleşiminden oluşan, tümünü de tanımlayacak bir şekil. Böyle bir şekil bulmamız olası değil. Ancak meyve dediğimizde aklımıza gelecek tipik görüntü büyük olasılıkla bir elma olacaktır. Peki, hiç düşündünüz mü, niçin elma da örneğin muz değil. İşte bunun nedeni de, elmanın tipik simgesel özelliği. Araştırmacıların tipik simgesel özellikleriyle kastettikleriyse gruptaki diğer elemanlarla paylaşılan ortaklığın sayıca daha fazla olması. Yuvarlak, kabuklu, ortadan sapı çıkan, sulu, tatlı daha pek çok meyve var. İşte tüm bu özelliklerin bir arada toplandığı meyveyse elma. Muz değil. Bu özelliğe, sınıfsal aile benzeşmesi de deniliyor.

Karşılaştığımız Yeni Nesneleri Nasıl Tanıyıp Sınıflandırıyoruz?

Yeni bir kedi türüyle karşı karşıya gelen küçük bir çocuk düşünelim. Bu yeni kedi türünün “kedi” olduğunun farkına varabilmesi için önceki deneyimleriyle karşılaştırma yapması gerekiyor. Örneğin siyah bir köpeği olan küçük bir çocuk, gördüğü ilk siyah kedinin “köpek” olduğunu düşünebilir.









Peki, bu karşılaştırmanın temelinde yatan etmenler ne? İşte, sınıflandırma modelleri:

İnsanların yeni bir uyaranla karşılaştıklarında onu nasıl tanıyıp sınıflandırıyor olduklarına dair öne sürülen çeşitli varsayımlar bulunuyor:

1.) Yakın-komşuluk kuralı

Kişi yeni bir nesne gördüğünde onu, belleğinde o nesneye en çok benzeyen başka bir nesneyle aynı sınıfa koyuyor. Örneğin, bu varsayım küçük bir çocuğun tüyleri uzun, küçük bir köpeği varsa, gördüğü bir Van kedisini kediye değil de köpeğe benzeteceğini ön görüyor.

2.) Ortalama uzaklık kuralı

Kişi, zihnindeki tüm benzer nesne elemanlarını tarayarak bu yeni nesneyle karşılaştırmalarını yapıyor ve en çok benzeşeni referans sınıf olarak alıyor.








3.) Prototip Kuralı

Bugün, bilimsel çevrelerce en çok kabul gören yaklaşım. Hayatımızda ilk kez gördüğümüz yeni bir nesneyle karşılaştığımızda, onu her bir temel sınıf düzeyindeki prototiplerle karşılaştırıp, ne olduğuna dair kararımızı bu karşılaştırma sonucunda veriyoruz. Dolayısıyla kullandığımız referanslar zihnimizdeki gerçek nesne görüntüleri değil, onların ortalamalarından oluşan hayali bir figür oluyor.

Prototip kuralı diyor ki, çocuk karşılaştırmayı renk (siyah) gibi bir özellik üzerinden değil de, zihnindeki hayali bir kedi prototipi üzerinden yaparsa- ki bu prototipi çizgi filmlerdeki animasyonlardan da kazanmış olabilir- gördüğü kediyi yanlış sınıfa (köpek) koymayacaktır.


http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/beyin.htm

posted in PSİKOLOJİ | 0 Comments

29th Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Doğan CÜCELOĞLU- SAVAŞÇI’dan alıntılar

“e.e.cummings der ki:

Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!…

Birinci bölümde arayıştan söz ediyoruz. Anlamını yitiren bir yaşamın temel sorunu, kendi yaşamının dansını yapamamaktır; ‘mış gibi’ yaşamaktır. Arayışa geçmek zamanı gelmiştir.

Farkına varınca uyanış başlıyor. İkinci bölümde uyanıştan söz ediyoruz. Kişi ancak uyandıktan sonra, daha önce uyuyor olduğunu kavrıyor. Uyuyan uyuduğunu bilmezse, gördüğünün rüya olduğunu anlayamaz.

Peki ne yapalım, şimdi? Niyet edelim. Üçüncü bölümün konusu niyet etmek. Neye niyet edeceğiz? Anlamlı ve coşkulu bir yarın yaratmaya.

Peki nasıl yaratacağız bu yarını? Kişisel bütünlük içinde bildiğimizi bilerek, bilmediğimizi bilmediğimizin farkında olarak, ikisi arasındaki farkın bilincinde gerçeğe sürekli saygılı olarak. Dördüncü bölümde, kişisel bütünlük içinde yarını yaratmaktan söz ediyoruz.

Yarını yaratmak için güçlü olmak gerekir: Gücümüz nereden gelecek? “Kim olduğunu bil,” diyoruz; “kişinin gerçek gücü orada.” Ve devam ediyoruz: “Nasıl konuşacağını bil: kiminle, neyi, nerede, ne zaman, ve nasıl konuşacaksın? Ve en önemlisi, niçin konuşacaksın? Bil.” Beşinci bölüm bu tür bilmekten söz ediyor.

Yaşam kimin sorumluluğu? Kimine göre anababanın; kimine göre evlendiği eşinin; kimine göre komşusunun; kimine göre onu çalıştıran şirketin; kimine göre devletin sorumluluğu. Kimine göreyse yaşamda sorumluluk diye bir şey yok. Altıncı bölümde savaşçının sorumluluğundan söz ediyoruz.

“Şimdi ve şu anı yaşama tembelliği” neden bu kadar yaygın? Neden görmeyiz bize bakan gözleri, neden kırarız gönülleri, neden pişmanlıklar içinde yuvarlanır gideriz? Yedinci bölümde bu soruların yanıtını savaşçının ölüm bilinci içinde irdeliyoruz.

Peki bu sıradan insan, kaybolmuş, güçsüz insan savaşçı olabilir mi?

Evet!

Nasıl?

Değişerek!

Nasıl değişir?

Farkına vararak ve farkına vardığını yaşayarak.

Sekizinci bölümde bu değişimden söz ediyoruz.

Yaşandıkça ağırlaşan, yükü artan bir yaşam içinde değişime nasıl cesaret edilir?

Bitmemiş işleri bitirerek.

Dokuzuncu bölümde sizi bitmemiş işlerle tanıştırıyoruz.

Bitmemiş işler bitmeden gücümüzü kazanamayız; şimdi ve şu anın tembelliğinden kurtulamayız.

Örnek mi istiyorsunuz?

Onuncu bölümde Don Juan savaşçı olmanın güçlü örneklerini veriyor.

On birinci bölümde, konuştuklarımızı gözden geçiriyoruz.” (s.11-12)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

“Arayış içinde olan insana pek kolay rastlamıyorum toplumumuzda. Benimle konuşmak isteyen insanların çoğu aslında bir başkasını nasıl değiştirebileceklerini soruyorlar:

“Kocam benimle iletişim kurmuyor. Sizin kitaplarınızı okumasını söyledim, onları da okumuyor. Ne yapmalıyım?”

“Annem ve babam sürekli birbirleriyle kavga ediyorlar. Onların kavga etmemesi için ne yapabilirim?”

“Çocuğumuzun öğretmeni, öğrencilerini azarlıyor. Asık suratlı biri. Daha iyi bir öğretmen olması için ona ne söylemeliyim? Acaba öğretmeni değiştirmeli miyim?”

“Karımın annesi burnunu bizim her işimize sokuyor. Karım bundan rahatsız değil, ama ben rahatsızım. Ne yapayım, nasıl hareket e-deyim de bizim kayınvalidenin işimize karışmasını önleyeyim?”

Tabii, en sık sorulan, “Bu memleketin insanını nasıl değiştireceğiz, nasıl adam edeceğiz, hocam?” sorusu oluyor.” (s. 16)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

Arif öğretmenim, öğretmenliği hizmet olanağı için seçtiğinizi söylemiştiniz.

-Evet.

-“Şimdi hizmet olanağı olarak gözükmüyor mu?” diye sormuştum. O zaman; “Hayır, artık öyle düşünmüyorum,” demiştiniz.

“Niçin?” diye sorduğumda, “Her şeyden önce öğretmenlerin öyle düşünmediğini gördüm” diye başlayan bir açıklama getirdiniz. “Her şeyden önce” diye başlamanız dikkatimi çekti.

Arif öğretmenim, izin ver bir manzara çizeyim. Bu manzara içinde kendinizi nasıl hissettiğinizi bana söylemenizi isteyeceğim.

Varsayalım ki

“Manzara şu: Farzedin ki ailelerin çocuklarını yaşama tam hazırlamadığını, onları geliştirmediğini kamu, medya, hükümet anlamış durumda. Biz biliyoruz ki, bu eksikliği gidermenin en iyi yolu anababaları eğiterek onları etkili, geliştiren anababalar haline getirmek. Ama bunu yapmak güç; büyük planlama, organizasyon, takip, eğitim stratejisi ve en önemlisi, uzun zaman ister. O nedenle, far-zedelim ki, çocukların ailede bulamadığı eğitimi, gelişimi, yaşama hazırlamayı okulda öğretmenlerin yapabileceğini anlayan bir toplumla, bir yönetimle karşı karşıyayız.

“Varsayalım ki, bu anlayış her yerde yaygın: özellikle, öğretmenler arasında. Öğretmenler kendilerine toplumun en değerli elemanları olarak bakıyorlar ve ‘biz bu toplumunun geleceğinin mimarlarıyız,’ diyorlar.

“Öğretmenliğe büyük bir hizmet olanağı diye bakarak öğretmen olduğunuz için meslektaşlarınız sizi kutluyorlar. Bir insanın yaşamının bundan daha anlamlı olamayacağını, parası pek iyi olmasa dahi, en doyurucu, en anlamlı, en coşkulu mesleklerden birini seçtiğiniz için sizi övüyorlar. Üniversitedeki kız arkadaşınız, öğretmen olduğunuz için sizi takdir ediyor ve hayranlık duyuyor. Anneniz ve babanız, ‘Oğlum, sen daha çok para kazanacak meslekler seçebilirdin ama, hiçbir meslek, öğretmenlik kadar anlamlı ve doyurucu olamazdı. Seni kutlarız,’ diyorlar. Lise arkadaşların, ‘Arif seninle gurur duyuyoruz. İçimizde en anlamlı mesleği sen seçtin. Para önemli ama, anlamlı bir hizmet yaptığın duygusu daha da ö-nemli. Seni takdir ediyoruz,’ diyorlar.”

Ben konuşmamı sürdürürken Arif öğretmen gülümseyerek ö-nüne bakıyordu.

-Ne demek istediğinizi anlıyorum, Doğan Bey.

-Ben yine de size soracağım soruyu sorayım. Farz etmiş olduğumuz bu ortamda da, yine sizin aklınız karışır, öğretmen olmaya karar verdiğiniz için kendinizi aptal, safdil hisseder miydiniz?

-Sanırım hissetmezdim. Demek ki, kendi mesleğimi değerli görüp görmeyeceğime karar verirken ben, başkalarının tepkisini, değerlendirmesini esas alıyorum.” (s. 23-24)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

“Anlam arayışında ilk adım, kritik ve can alıcı sorulan sorabilmektir. İkinci adım ise, soruların yanıtını aramaktır.” (s.27)

…………………………………………………………………………………………………………

“-Felsefenin üç temel alanı var. Bunlardan biri biraz önce sözünü ettiğimiz ontoloji, varoluşun incelenmesi.

“Bir diğer temel felsefe alanı da epistemolojidir. Episteme ve loji kelimelerinden oluşur. Episteme eski Yunanca’da bilgi anlamına gelir. Epistemoloji bilginin doğasını, kaynağını, sınırlarını inceleyen bir alandır. Epistemoloji alanında çalışan biri, bir insan bir şeyi “biliyorum” dediği zaman, o kişinin ne demek istediğini, yani ‘bir şeyi bilmek ne demektir’ konusunu inceler.

“Felsefenin bir diğer temel alanı da etikdir. Latince ethica, eski Yunanca ethike kelimelerinden türetilmiştir; ahlaki ve sosyal davranışın incelendiği alandır. Bu alanda çalışanlar, ‘bir insan olarak yapmamız gerekenlerin ne olduğunu incelerler. Bu konular birbirinden ayrı ayrı mı inceleniyor?”(s. 30)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

“-Kendimle ilgili olarak bu alanları tanımlayacak olursam, şöyle diyebilir miyim: “Ben kimim?” sorusunu sorduğum zaman ontoloji alanında bir düşünür oluyorum; “Ben ne biliyorum, veya öğrencilerimin neyi bilmesini, nasıl bilmesini istiyorum?’ sorularıyla ilgilendiğim zaman epistemoloji sorunlarına yöneliyorum; ve “Nasıl davranmam gerekir, ne yapmalıyım?” sorularını sorduğum zaman da etik alanına girmiş oluyorum.

-Evet, söylediğiniz gibi.

-Şimdi, “Ben kimim?” sorusunda tıkanmış kalmıştım. Siz, “Dürüst, çalışkan ve diğer özellikleri olan bir insan olmanın ötesinde sen kimsin?” diye sorduğunuzda nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. Şimdi oraya dönsek olur mu?

Ben Kimim?

-’Ben kimim?’ sorusuna ‘Ben bedenimim’ biçiminde cevap verebilir misiniz?

-Bedenim bir parçam ama, ‘Ben kimim?’ sorusunun cevabı olamaz.

-Gerçekten de olamaz. Siz küçükken, size yine “Arif diyorlardı. Size birçok çocukla birlikte çekilmiş bir resim gösterseler ve “Sen hangisisin göster, deseler, kendinizi o grup içinde bulur gösterir ve “İşte ben buyum,” dersiniz. Halbuki çocukluk bedeninizle şimdiki Arifin bedeni birbirinden çok farklı. Sizin bedeninizde milyarlarca hücre yenilendi. Ama, siz yine o çocuğun ve şimdiki Arifin aynı insan olduğunu rahatlıkla ve kuşkusuzca söyleyebilirsiniz.

-Evet, söyleyebilirim.

-Aynı şeyi duygularınız ve düşünceleriniz için de söyleyebilir miyiz?

-Yani, ‘Ben duygularım değilim!’ anlamında mı?

-Evet, o anlamda.

-Tabii, söyleyebiliriz. Ben düşüncelerim değilim, ve duygularım da değilim.

-Bilimsel psikoloji uzun yıllar, bilincin kendisiyle bilincin içeriği arasında bir ayırım yapamadı: Bilinç farkında olan, bilincin içeriği ise farkında olunan şeydir. İkisi aynı şey değildir. Algılayan, gözlemleyen bilinçtir. Algılanan, gözlemlenen ise bilincin içeriğini oluşturur.

Gözünüzü kapattığınızda bedeninizi, duygularınızı, düşüncelerinizi gözlediniz. Gözleyen sizin bilincinizdi; bedeniniz, duygu ve düşüncelerinizle ilgili algılamalarınız ise içerikti.”

“‘Ben kimim?’ sorusuna cevap ararken hep bilincin içeriğini saymışızdır; ben öğretmenim, ben anneyim, doktorum, evladım, vb. gibi. Çoğu kez o soruyu soran bilinci hesaba katmadık. Halbuki, ‘ben kimim?’ sorusunun cevabı orada yatıyor: Ben bütün bu sorulan soran, farkında olan, gözlemleyen bilincim.

-Çocukluğumdaki Arifle, şimdiki Arif arasındaki ilişki de bu bilincin sürekliliğinden mi kaynaklanıyor?

-Resimde, “İşte ben buyum” demenizi sağlayan sizin bilincinizin sürekliliğidir. Duygularınız, düşünceleriniz, bedeniniz, sosyal rolleriniz değişse de, ‘ben’ özdeşimini ayakta tutan sizin bilincinizin sürekliliğidir.” (s.33-34)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

“-Bilimsel psikoloji uzun zaman bu farkında olan, gözlemleyen bilinçle, gözlemlenen arasındaki farkı pek önemli görmedi. Böylece ne oldu biliyor musunuz?

-Hayır, bilmiyorum, ne oldu?

Gözlemleyen benle, gözlemlenen ben arasındaki fark bilinmeyince insanlar gözlemlenen şeyin içinde hapis oldular. ‘Ben öğretmenim, marangozum, babayım, anneyim, müslümanım, kadınım, erkeğim’ gibi sosyal rollerin içinde kendilerini tanımlamaya çalıştılar ve tabii ki boğulup kaldılar.

-Sizin bunalımınızın temelinde, sizin de böyle bir hapishanenin içinde olmanız yatıyor.

-Beni tıpış tıpış hapishaneye sokmuşlar da haberim yokmuş. Hatta onlar sokmamışlar, ben hapishaneye kendi ayaklarımla gitmiş, hapishanenin kapısını da üstüme kilitlemişim. Daha sonra hapishanenin penceresinden bakarak, “Batsın bu dünya” arabeskini söylüyorum.

-Hapishaneden yüzde yüz kurtulanlar var mı?

-Evet, var. Sayıları az ama, yine de var.

-Onlar kim.

-Onların özel bir ismi var. Kelimeyi duymuşsundur, ama, bu anlamda kullanıldığını pek duymamışsındır.

-Hangi kelimeyi?

-Hapishaneden yüzde yüz kurtulan, ve sayıları az olan insanlara verilen ismi.

-Onların ismi ne?

-Savaşçı!

Hapishanede olduğunuzu fark ettiğiniz an, SAVAŞÇI olma yolunda ilk adımı atmış olursunuz.

-Hocam, farkına varmadan ilk adımı atmış olduğumu söylediniz, ama, savaşçı yolculuğunu yapabilecek miyim?

-Bilmiyorum. Sizinle böyle bir yolculuğa çıkmak isterim. Bu sadece sizin yolculuğunuz olmayacak, benim için de anlamlı bir yolculuk olacak.

-Böyle bir yolculuğa çıkmak beni heyecanlandırıyor Doğan Bey. Nasıl oldu onu bile pek bilmiyorum, ama, şimdi sizinle ilk karşılaştığım andan daha güçlü, daha umutlu, daha diri bir Arif olarak görüyorum kendimi.” (s. 36-37)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

“-Arif Bey, Bir uyanış süreci içindesiniz. Sizi bu uyanış sürecine getiren ise sizin anlam arayışınız.

-Evet, hayatımın anlamını bulmaya çalışıyorum.

-Öğretmen olmak anlam dolu bir yaşam vaat ediyordu. Zamanla o anlam kayboldu. Sıradan bir öğretmen olmaya doğru gitmek sizin yaşamınızı anlamsızlaştırdı.

Bilinciniz gelişmeden o bilince uygun olan fenomenleri algılayamazsınız. Örneğin, benim seminerime geldiniz ve seminerde duyduklarınız sizi etkiledi. Seminerime gelen, fakat hiç etkilenmeyen insanlar da var.

-Bu gözlem sizin bir başka kitabınızda ele aldığınız paradigma kavramıyla benzerlik gösteriyor. Kişinin bir konuda paradigması oluşmamışsa, o konuyu algılayamaz.

-Evet, paradigma kavramı ile ilgisi kesinlikle var. Ama, Husserl’in düşünüşünde ‘niyetlilik’ kavramı da var. Husserl der ki, “Her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir. Ve bu niyet, o bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler.”” (s. 42)

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

“Daha sonra konuşmama devam ettim:

-Biliyor musunuz Arif Bey, değişimin olduğu her yerde mutlaka direnç oluşacaktır. Bu son derece doğal.”

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

Farkında Oluş Katmanları

Arif Bey bir süre sustu, sormak istediği bir soru olduğu bakışlarından anlaşılıyordu.

-Doğan Bey bu sıkıntının kaynağı ne? Yani nereden kaynaklanıyor benim depresyonum?

-Geştalt terapisinin kurucusu Frederick S. Perls adında bir düşünür, üç tür farkında olma alanı tanımlar. Bu alanlar, katmanlar gibi birbirleri üstüne geçmiş durumdalar.

“İlk katman kişinin kendinin farkında olmasıdır. Bu farkında oluş temel bir bilinçtir. Gelişerek kişinin yaşamında sürekli olabilir; ama, sürekli bastırılıp körlenerek, hiç gelişmeme ihtimali de vardır. Eğer bu farkında oluş, gelişimini sürdürüp tamamlanabilirse, o zaman ‘gözlemleyen ben’ dediğimiz bilinç oluşur.

“Üçüncü katman, dış dünyanın farkında oluştur.

-İkinci katmanı unuttunuz, Doğan Bey.

-Hayır, unutmadım. Önce üçüncü katmanı söylemek daha anlamlı. Evet, üçüncü katman dış dünyanın farkında olmaktır. Bizi kuşatan dışımızda çok boyutlu ve karmaşık bir evren var. Bu evreni olduğu gibi görebilmek, ona uyum sağlayabilmemiz için gerekli.

“Bu dış realiteyi olduğu gibi algılayabilmek, onunla ilişkiyi devam ettirebilmek önemlidir. Bu algılama kişinin dış dünya realitesi ile olan ilişkisinin temelini oluşturur. Ne var ki, kişinin dış dünya realitesi ile ilişkisini devam ettirebilmesi zordur. Çünkü ikinci katman bunu engeller.

-İkinci katman kişinin kendinin farkında oluşu ile dış dünyanın farkında oluşu arasında yer alır. Bu kavramsal algılamanın, dil ve kültürün yer aldığı dünyadır.

-Husserl’in kendine özgü niyetliliği olan kültürün dünyası.

Dışımızda bizi kuşatan çok boyutlu ve karmaşık bir evren var. Bu evreni olduğu gibi görebilmek, ona uyum sağlayabilmemiz için gerekli.

-Evet, kendine özgü niyetliliği olan dil ve kültürün dünyası.

-Ve çoğu kere kişinin dünyayı ve kendisini doğrudan algılamasını engeller. Sanki kişinin kendisiyle onun içinde yaşadığı dünya arasına bir duvar örer. Kişi ne kendisinin ne de dış dünyasının farkına varır; sadece bu duvarın gerçeğini yaşamaya başlar. Yani, bu duvar kişinin kendi gerçeği imiş gibi görünür.

“Bu orta katman her şeyi kaplayarak, kişinin özgün benliği ile ilişkisini kesmeye başlar,” der Perls. Bu orta katman deneyimli öğretmenlerin sözlerini, sizin annenizin ve babanızın inançlarını, toplumun eğitimle ilgili değerlerini içerir. Bu orta katman sizin kendi özünüzün ne olduğu ile ilgili algılamanıza olanak vermez. Kendi özünüzü algılayabilmeniz için bu orta katmanın etkisinden kurtulmanız, yani daha önce sözünü ettiğimiz hapishanenin farkına varmanız gerekir. İşte bu farkına varışa ‘uyanış’ diyorum.

-Hiç uyanmadan insan tüm ömrünü harcayabilir mi, Doğan Bey?

-Çoğunlukla öyle olur.

-Yani bizim sıkıntılarımız, hüzünlerimiz, depresyonumuz, bize uyanmak için çağrılar yaptığı halde, hiç uyanmadan tüm ömrümüzü geçirebiliriz.

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

-Benim özüm mutsuzluğunu, sıkıntı ve depresyon halinde ifade ediyordu; öyle mi?

-Evet. Yaşam enerjinizin kaynağı sizin özünüz. Kendi özünüzden koptuğunuz zaman şevkiniz kalmaz. Yaşamınızın anlamı da bu

Yaşam enerjinizin kaynağı sizin özünüz. Kendi özünüzden koptuğunuz zaman şevkiniz kalmaz.

Yaşam Dansı

Arif Bey önemli bir soru sormuştu, açıklamak istedim.

-İnsan doğarken birbirinden farklı, hatta birbirine zıt iki temel gereksinimle doğuyor.

-Sadece iki gereksinimle mi doğuyor?

-Hayır sadece iki gereksinimle doğmuyor. Birçok gereksinimle doğuyor. Bu birçok gereksinim arasında oldukça temel iki gereksinim daha var: Bunlardan biri, ait olma, diğeri de, birey olma gereksinimi.

“Çocuk doğmadan önce anne karnında tamamiyle ‘ait’. Anne onun için nefes alıyor, yiyor, dışkılarını atıyor. Ekmek elden, su gölden çocuk sadece büyüyor. Çocuğun birey olarak yaptığı ilk anlamlı davranış, doğumdan hemen sonra nefes alması. Bu noktadan sonra çocuk yavaş yavaş birey olma yolunda ilerlemeye başlıyor.

“İşte bu ‘ait olma’ ve ‘birey olma’ arasındaki denge her bir bireyin yaşam dansını oluşturur.

‘Ait olma’ ve ‘birey olma’ arasındaki denge her bir bireyin yaşam dansını oluşturur.

-Toplumla, sosyal yaşamla, kültürle ilgili yönlerimiz ait olmayı ifade eden yönlerimizdir: Annemizin dediğini yapmak, komşularımızı küstürmemek, toplumda saygı duyulacak bir meslek seçerek geçim temin etmek, fedakârlık yapmak gibi şeylerin tümü ‘ait olma’ gereksinimimizdir. İstediğimiz için oyun oynamak, eğlenmek, istediğimiz için cinsel ilişkide bulunmak, istediğimiz için kampa gitmek, doğayla ilişki kurmak, hayal kurmak, kısacası kendi özümüz, canımız istediği için yaptığımız şeyler ise ‘birey olma’ gereksinimimizden kaynaklanır.

-Bu dedikleriniz her toplum ve her kişi için geçerli mi?

-Evet, bu söylediklerim evrenseldir; her kültürdeki, her bir insan için geçerlidir.

-Peki ait olma, birey olma dengesi nasıl oluşuyor? Daha doğrusu nasıl oluşmuyor?

-En önemli neden çocuğun içinde yetiştiği aile.

-Doğru söylemedim. En önemlisi çocuğun içinde yetiştiği aileyi biçimleyen kültür. Husserl’in tabiriyle ‘o kültürün niyeti’. Örneğin dört yaşındaki çocuk arkadaşlarıyla oynamak için sokağa çıkarken annesi ona, “hırkanı giy,” der.

“Neden çocuğuna ‘hırkanı giy’ der, anne? Tabii, annelik görevini iyi yapmak istediği için. Çocuğunun hasta olmasını istemediği için. Ayrıca, komşularından, kendi annesinden, kayınvalidesinden öyle görmüştür. Varsayalım ki, anne çocuğun hırkaya ihtiyacı olmadığını düşünsün ve çocuğu sokağa hırkasını giymeden bıraksın. Komşusunun, annesinin, kayınvalidesinin, ‘ne biçim anne, çocuğunu hırkasız sokağa bırakıyor’ demelerinden çekinebilir. Ve böylece, anne, bilinçli veya bilinçsiz, kendi isteği ile veya ‘başkası ne der’ korkusuyla çocuğuna, ‘hırkanı giy’ der. Böyle söylemek o kültürün, ‘insanlar birbirine bağımlı olmalıdır’ niyetine uygun düşer.

“Çocuk kendi bedeninden gelen bilgilere dayanarak, ‘Anne üşümüyorum,’ der.”

-Çocuk “anne üşümüyorum,” dediği noktada, ait olma ve birey olma gelişimi yönünden, kritik bir etkileşim söz konusu. Anne şu seçeneklerden biriyle cevap verebilir:

-Öyle mi yavrum, peki o zaman hırkanı giymene gerek yok. Böyle bir tavır içindeki anne çocuğa şunları ifade etmiş olur: “Sen doğalsın: Sen üşüyüp üşemediğini bilebilecek bir insansın.”

“Sen kendi durumun hakkında karar verebilirsin ve ben o kararlara saygı duyarım. Senin kendi bedeninle ilgili konularda karar verebilme gücün var.”

“Sen ve ben konuşarak beraberce sorunları çözebiliriz. Benim söz hakkım olduğu gibi senin de kendi sorunlarını çözmede söz hakkın var.”

Anne, hırkasını giymek istemeyen çocuğa şöyle de diyebilir:

-Dışarısı soğuk, hasta olursun. Hırkanı giymeden seni dışarıya çıkartmam.

Böyle bir tavır içindeki anne çocuğuna şunları ifade etmiş olur:

“Sen doğal değilsin: Sen üşüyüp üşemediğini bilebilecek bir insan değilsin. O yüzden sen başkasının ne dediğine, kendinin ne dediğinden daha fazla önem vermelisin!”

“Sen kendi durumun hakkında karar veremezsin. Senin kendi bedeninle ilgili konularda karar verebilme gücün yok.”

“Eğer seninle benim aramda bir sorun ortaya çıkarsa o sorunu ben çözerim ve sana ne yapman gerektiğini söylerim. Sen ve ben konuşarak beraberce sorunları çözemeyiz. Benim söz hakkım var, ama senin söz hakkın yok.”

Hırkasını giymek istemeyen çocuğa anne şöyle de diyebilir: -Peki yavrum, hırkanı giymeden dışarı çıkıp oynayabilirsin.

Ama, hırkanı kapının yanındaki sandalyenin üstüne koyuyorum, üşürsen gelip giyebilirsin.

Böyle bir tavır içindeki anne çocuğa şunları ifade etmiş olur:

“Sen doğalsın: Sen üşüyüp üşemediğini bilebilecek bir insansın. Ama, yaşam değişiklikler gerektirebilir, kararını değiştirmen son derece doğal.

“Sen kendi durumun hakkında karar verebilirsin ve istersen o kararını değiştirebilirsin; senin verdiğin kararlara ve o kararları değiştirmene saygı duyarım. Senin kendi bedeninle ilgili konularda karar verebilme ve onları değiştirebilme gücün var.

“Sen ve ben konuşarak beraberce sorunları çözebiliriz. Benim söz hakkım olduğu gibi senin de kendi sorunlarını çözmede söz hakkın var.” (s. 53-55)

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

Arif Bey konuşmaya başladı:

-Tabii, çocuk annenin verdiği bu mesajların zihinsel olarak farkında değil, sadece sezgi olarak algılar. Ve sezgi olarak algıladığı bu mesajlar içinde kendisinin varoluşu hakkında bir karara varır. Kafamı sallıyorum, çünkü bu verdiğiniz örnek, bir günde böyle yüzlerce etkileşimin olabileceğini, daha doğrusu çocuk büyürken bunlardan binlercesiyle karşı karşıya gelebileceğini bana düşündürdü. Ve birçok anne baba bunların farkında bile değil.

-Evet, maalesef farkında değiller. Çocuk belirsiz bir dünyaya doğar, onu koruyacak, ona emniyet duygusu verecek belirginlik içinde bulunduğu ev ortamından gelir. Çocuk bu güven ortamını ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemez. Bu nedenle, zaman içinde kendi öz benliğinden uzaklaşmayı göze alır ve yavaş yavaş ait olmayı bir varoluş biçimi olarak seçer.

Kaygılar içinde geçen bir yaşam, ‘mış gibi bir yaşam’dan öteye geçemez.

“İşte kendi iç dünyalarından, özlerinden güven alamayan kişiler, Perls’in orta katman dediği hapishanede kalmaya özen gösterirler. Bu, sosyal roller içinde kalmak demektir. Bu, ben kimim sorusuna cevap verirken, ben ‘babayım,’ ‘anneyim,’ ‘evladım,’ ‘komşuyum,’ ‘öğretmenim,’ ‘doktorum,’ ‘Müslümanım,’ ‘Türküm,’ ‘teyzeyim,’ ‘dayıyım,’ demektir.”

‘Mış Gibi Bir Yaşam’

Hemen sağımda, kahvehanenin dışında, orta yaşlı bir çift oturuyordu. Birbirlerine hiç bakmıyorlar, hiç konuşmuyorlardı; ikisi de fiziksel olarak orada idi, ama aralarında ilişki yoktu. Birbirlerine söylecek sözleri kalmamış gibiydi.

Gözlemimi Arif Bey’e söyledim.

-Hocam, bu çok yaygın. Yalnızca bu iki kişiye ait değil; benzerlerine her yerde rastlamak mümkün.

-Evet, ben de görüyorum. İki rol birbiri ile ilişki içinde. İki rol birbiri ile ilişki içinde olunca, kişinin özü geri plana itilir.

“Böyle bir düşünüş biçimindeki kişi sürekli iyi rol oynama kaygısı içindedir: bana iyi baba desinler, bana iyi anne desinler, bana iyi evlat desinler, bana iyi öğretmen desinler kaygısı vardır. “Başkası bana ne der acaba?” kaygısıdır bu. “Beni takdir edecekler mi?” “Bana aferin diyecekler mi?” “Beni alkışlayacaklar mı?”-Bu’ tür bir kaygı içinde hareket eden kişi de bir var olma tarzı içindedir ama sergilediği varoluş, gerçek anlamda kendisi değildir. Ben bu tür yaşama ‘mış gibi yaşam’ adını veriyorum.

‘Mış gibi yaşam’ içinde olanlar kendi varoluşlarını yaşamıyorlar; başkalarının beklentilerini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İşte, sürekli hapishanede olanlar veya bir başka deyişle uykuda olanlar bunlar. Ama, hapishanede olduklarının farkında bile değiller.

Her bir insan, her bir hayvan, her bir bitkinin doğuştan getirdiği tek bir amacı vardır: “kendini olduğu gibi gerçekleştirmek”.

-Hapishanede yaşayanların içine düştükleri bir temel çatışma vardır. Bu temel çatışma hepimizin içinde var. Sizin içinizde de, benim içimde de var. Şu çevrede gördüğünüz herkesin içinde var.”

-Nedir bu temel çatışma, Doğan Bey ?

-Temel çatışma şudur: Her bir insan, her bir hayvan, her bir bitkinin doğuştan getirdiği tek bir amacı vardır: “kendini olduğu gibi gerçekleştirmek”. Şu ağaç, kendisi olabilmek için yıllarını verdi ve başka hiçbir şey değil, ama sadece bu ağaç olmak üzere büyüdü, gelişti, serpildi.

Demin ‘gak’ diyerek uçan karganın yaşamının temel amacı tamamen kendisi yani bir karga olmaktır. Karga kedi olmaya çalışmaz, kedi insan olmaya çalışmaz. Doğada, insanlar hariç tüm yaratıklar, bedenleriyle, davranışlarıyla, sağlıklarıyla, gelişimleriyle tüm yaşam süreçleriyle kendilerini gerçekleştirmek üzere yaşarlar.

“İnsanoğlu dışında tüm yaratıklar kendilerini gerçekleştirmeyi, doğal ortamları içinde kaldıkları sürece, başarıyla tamamlarlar.

-Yani, müdahale edilmediği takdirde kuş kuşluğunu bulur ve yaşar; kaplumbağa kaplumbağalığını gerçekleştirir ve kaplumbağa olarak yaşar. Bunu mu demek istiyorsunuz?

-Evet, doğal ortamları içinde yaşayan bitkiler ve hayvanlar için bunu demek istiyorum.

-Doğal ortamı içinde olmayan bitki ve hayvan var mı?

-Hiç hayvanat bahçesine gittiniz mi?

-Evet, gittim.

-Kafese konmuş hayvanları gözlediniz mi?

-Evet, gözledim. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Kafesteki bir aslanı gördüğüm zaman ne kadar içimin burkulduğunu hatırlıyorum. Zavallı o kafeste kendisi, yani aslan olamıyordu; ve onun kafesindeki çaresiz gezinişi beni çok üzmüştü.

– Bonzai ağaçları fidanken sistematik bir şekilde budanıyor ve bu özel budanma biçimi içinde biçimlerini koruyorlar, ama, gelişip dallanıp budaklanıp ulu bir ağaç olamıyorlar.

-Biz insanlar kafese konmuş aslan, ya da budanan ağaç gibi miyiz?

-’Mış gibi bir yaşam’ içinde olanlar için evet.

-Savaşçı olmadığınız için, sıradan bir insan olarak bu duruma tepkide bulunuyorsunuz.

-Bu savaşçı tutumunu merak etmeye başladım. Savaşçı öfkelenmez mi? Savaşçı tutumundan ne zaman söz etmeye başlayacaksınız?

-’Farkında olmamak,’ ‘baktığını görememek,’ anlamında kullanıyorum. Geçen gün ‘uyanmak’ kelimesinin anlamına Ali Püsküllüoğlu’nun Arkadaş Türkçe Sözlük’ünden baktım, şunları yazıyor:

“Uyanmak (nsz) 1 uyku durumundan çıkmak. 2 gerçekleri anlar, kavrar duruma gelmek. 3 mec. bilgisizlikten kurtulmak. 4 (bitkiler için) canlanıp sürmeye, yeşermeye başlamak. 5 mec. Ortaya çıkmak, depreşmek, belirmek. 6 arg. ergenleşmek. 7 arg. Cin-«sel yönden hazır duruma gelmek.”

Arif Bey, beni dinledikten sonra, “Sanırım bizim konuştuğumuz uyanış ikinci ve üçüncü anlamda. Yani hapishanede olduğumuzu bilmez durumdayken, hapishanede olduğumuzun farkına varınca, ‘gerçekleri anlar, kavrar duruma gelmiş,’ ve ‘bilgisizlikten kurtulmuş’ oluyoruz. -Evet.

-İnsanların büyük bir kısmının ‘uyur gezer’ bir durumda yaşadığını söyleyebilir miyiz?

-Evet, diyebiliriz. Psikoloji terimleri içinde buna trans hali deniyor.

-Trans, hipnotizma yapılan insanın içinde bulunduğu durum değil mi?

-Klasik olarak bu anlamda kullanılıyor. Günlük yaşamda da biz trans halini gösteriyoruz. Trans nedir? Eğer bir insan başka bir kişinin, ya da kurumun etkisi altına giriyor ve bu etki altında irdeleme ve eleştirme yetilerini kullanmayı yitiriyorsa, buna trans hali diyoruz.

“Weitzenhoffer adında bir psikolog der ki, “İnsanların yapılan önerilere eleştirel bakmadan uydukları her yerde trans vardır. Bu anlamda hipnotik ve uyanık durumlar arasında fark yoktur. Eğer bir kişi, başka birinin dediğini süreçlemeden, eleştirmeden olduğu gibi kabul edip yapıyorsa, orada trans vardır. Birinin dediğinden yeteri kadar etkilenerek onun dediğini yapmak hipnozun etkisi altında olmakla aynı şeydir.”

-Yani şu anda trans halindeyim.

-Sen de öyle, ben de öyle.

-Peki kim trans halinde değil?

-Savaşçı.

-Trans halinde olduğumu bana nasıl kanıtlayabilirsiniz? -Şu an hâlâ hapishanede olduğunuzu göstererek. -Şu an hâlâ hapishanede olduğumu nasıl kanıtlayabilirsiniz? -’Mış gibi bir yaşam’ yaşıyor olmanızla. -Şu anda ‘mış gibi bir hayat’ mı yaşıyorum?

-Şimdi beni iyi dinleyin sevgili Arif Bey; eğer siz ait olma ve birey olma dengesini bulmuş, ne yapmak istediğine kendi özgür iradesiyle karar vermiş ve bu kararının anlamını iyice kavramış biri olsa idiniz, benimle burada bu konuları konuşarak zaman geçirmezdiniz. Şimdi siz bir savaşçı olarak daha iyi, daha etkili, daha güçlü bir öğretmen olma süreci içinde olurdunuz. Bu süreç içinde olmak için de kimseden izin almak ya da özür dilemek gereğini duymazdınız. Şu ağacın kendisini gerçekleştirmesi yönünde gelişmesi gibi, Arif Okurer olarak öğretmen olma yolunda gelişiyor olurdunuz.

“Ama şimdi kafanız karışık. Neden? Çünkü sizin hapishane arkadaşlarınız, ‘Niye böyle karar verdin? Akıllı adam böyle karar verir mi? Sen evlenmeye dahi değmezsin! Sen ev dahi kiralayamazsın!’ diyorlar. Ve siz o kadar ‘uyuyorsunuz’ ki, onların ’sen Arif Okurer olamazsın!’ dediğinin dahi farkında değilsiniz. İşte sözünü ettiğim trans bu.”

-Ne dediğinizi şimdi daha iyi anlıyorum . -Onların böyle şeyler söylemesi sizi neden bu kadar etkiliyor? Çünkü ait olmaya çok önem veren bir düşünüş tarzı içindesiniz; yani övgü bekleyen, aferin bekleyen, takdir, beğeni, mükâfat bekleyen milyarlarca insandan birisiniz. Ben de öyleyim. Sizinle benim aramdaki tek fark, belki de benim böyle olduğumun, yani hapishanede olduğumun biraz daha farkında olmam.

-O zaman savaşçının dışındaki herkes gerçekten özgür değil. -Kesinlikle.

-Doğan Bey, bu ağır bir ifade. Yani şu çevremizde gördüğümüz analar, babalar, kadınlar, erkekler, şu el ele tutuşmuş gençler, garson, yani bütün bu insanlar özgür değil mi? -Eğer savaşçı olmamışlarsa, değiller. -Savaşçı olup olmadıklarını anlayabilir misiniz? -Yani bir insana dışarıdan bakıp onun savaşçı olup olmadığını anlayabilir miyiz, diye mi soruyorsunuz? -Evet.

-Hayır, anlayamayız. Savaşçıyı anlayabilmek için onun iç dünyasını bilmek gerekir. Savaşçıyı savaşçı yapan onun kendine, topluma, yaşama bakış tarzıdır, yaşam felsefesi ve bu yaşam felsefesi içinde yaptığı eylemdir; kişinin savaşçı olup olmadığını anlayabilmemiz için o bakış tarzını, felsefeyi bilmemiz ve eylemini gözlememiz gerekir. Bu yaşam felsefesi ile davranışlarının uyup uymadığına, yani onun kişisel bütünlüğüne bakmamız gerekir.

-Anladığım kadarıyla savaşçı ‘uyanık’ biridir.

-Daha doğrusu ‘uyanmış’ biridir. Savaşçının gözlemleyen bilinci dipdiri ayaktadır. Yaşam dansını yaparken ait olma ve birey olma dengesini bu bilinç sayesinde ayarlar.

-Savaşçı hapishaneden çıkmış biridir, öyle mi?

-Savaşçı önce hapishanede olduğunun farkına varır. Bu hemen hapishaneden çıkmasına olanak sağlamaz. Ama, bu uyanıştan sonra savaşçı stratejik bir yaşam yaşamaya başlar. Konuştuğu her kelimeyi, yaptığı her davranışı ait olma-birey olma yaşam dansının bilinci içinde gerçekleştirir. Bazen savaşçı bilerek hapishaneye geri döner ve onlardan biri olarak diğer tutuklularla beraber yaşar. Ama bu, belirli bir amaca hizmet etmek üzere bilinçli bir seçim olarak yapılmıştır ve bu bilinçli seçim onu diğer tutuklulardan farklı kılar.”

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

İnsanlar mutlaka sosyal roller içinde bulunacaktır ve sosyal roller içinde yaşamını sürdürecektir. Önemli olan, bu sosyal rollerin ona empoze mi edilmiş, yoksa kendi isteği ile mi bu sosyal rolleri yüklenmiş olduğudur.

Barışçı mı, Savaşçı mı?

Bir süre sessiz yürüdükten sonra, Arif Bey, “aslında savaşçı kavramı ile kendisinin pek rahat olmadığını,” söyledi. Ve aramızda şöyle bir konuşma geçti:

-Savaşçı kavramı sizi niçin rahatsız ediyor?

-Barışı değil, savaşı çağrıştırdığı için!

-Hiç ‘barışçı’ diye bir kavram duydunuz mu?

-Savaşçı kadar sık değil, ama insanlardan ‘barışçı bir kişi’ biçiminde söz edildiğini duydum.

-Aslında bizim sözünü ettiğimiz savaşçının adı, ‘barışçı’ olmalı. Ama, barışın olabilmesi için büyük bir savaşın verilmesi gerekiyor. O nedenle gerçek ‘barışçı’ önce savaşçı olmak zorunda.

-Ne anlamda savaşçı olmak zorunda?

Barışın olabilmesi için önce büyük bir savaş verilmelidir. O nedenle gerçek ‘barışçı’ önce iyi bir ’savaşçı’ olmalıdır.

-e. e. cummings’in dediği anlamda. Savaşçı olabilmesi için kişinin önce uyanarak hapishanesinin farkına varması gerekir. Kişinin kendi hapishanesinin farkına varması oldukça cesaret isteyen bir iştir.

-Cesaret yalnız savaşçıda yok ki! Barışçı olabilmek daha büyük cesaret ister.

-Kesinlikle katılıyorum. Ama, sizin düşündüğünüz barışçı, alışılagelmiş düşünce içinde algıladığımız barışçı değil. Biz barışçı deyince genellikle suya sabuna dokunmayan, Nasreddin Hoca’nın hikâyesinde tanımladığı, herkese “sen de haklısın!” diyen, bukalemun gibi ortamın rengine uyan, sorun çıkarmayan insanı algılarız.

-Ama, o anlamda bir barışçıdan söz etmiyorum.

-Savaşçının cesur olması gerektiğini görebiliyorum. Her şeyden önce kişi kim olduğunu görmekten korkmamalı. Sanırım ilk adım bu!

-Cesaretin en belirgin tanımını yaptınız. “Kişinin kendi potansiyeline inanarak, kendisinden korkmadan, kendini gerçekleştirme yolunda yaşaması.” Ağaç kendi olmaktan korksa, kendi olmaktan utansa, tüm potansiyelini gerçekleştirerek ulu bir ağaç olamaz. Cılız bir fidan olarak kalır.

-Bana öyle geliyor ki, gerçek cesaretin temeli kişinin kendisinden korkmaması.

-Kişinin korkmadan kendiyle yüzleşmesi, onun gerçek mücadeleye hazır olduğunu gösterir.

-’Gerçek mücadele’ sözünü kullanmanız bana ilginç geldi. ‘Sahte mücadele’ var mı?

-Ah Arif Bey, lütfen çevrenize gören gözlerle bakın. Sanırım siz de benim gibi, hep ‘mış gibi yaşayan’ insanların, ‘mış gibi mücadele’lerini göreceksiniz.

-Yani, gerçekten, inandıkları için değil, başkalarına göstermelik olsun diye, takdir toplamak için mücadele eden insanlardan bahsediyorsunuz.

-Evet onlardan söz ediyorum.

-Yine ait olma-birey olma dansına geldik galiba?

-Evet! Zaten savaşçıyı tanımlayan bu dans. Savaşçı kendisiyle mücadele ederken, savaşçı olmak yolunda ilerlemek için kendisiyle yüzleşir, hesaplaşır; zorlu bir savaştır bu. Gerçek mücadele budur ve bu nedenle ’savaşçı’ sözünü seçiyorum. (s. 66-67)

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

Niyet

-Gözlerimi kapattırmış ve bir uygulama yaptırmıştınız. Benim yalnızca bedenimden, yalnızca düşüncelerimden ya da duygularımdan ibaret olmadığımı bana hissettiren şeyin, aslında, bana özgü devam eden bir bilinç olduğunu keşfettirmiştiniz.

-Evet, bu bilince ‘gözlemleyen ben,’ veya ‘gözlemleyen bilinç’ adını veriyoruz. Bir de bilincimizin gözlemlediği, etten kemikten, arzulardan, gereksinmelerden oluşan nesnel bir tarafımız var. Bu konuşmalarımız süresince ben buna ‘ego’ diyeceğim

-Bu gözlemleyen benden farklı bir ben.

-Evet, bu fark çok kritik, can alıcı bir fark. Gözlemleyen ben ve gözlemlenen nesnel ben -ego- farklı dinamikler içinde çalışırlar. Nesnel ben gereksinmeler dinamiği içinde çalışır, ve bu gereksinmeler içinde ortamı algılar. Sınırları, farklılıkları algılamaya önem verir. Bir ormanda avını arayan avcının veya bir şehirde müşteri gözeterek süren bir taksi şoförünün algılaması ve davranışı nesnel beni tarafından yönetilmektedir. Böyle bir algılama içinde nesneler birbirlerinden ayrı, belirgin şekilde farklı algılanırlar. Bu tür bir algılama organizmanın kendi işine yarayan şeyleri hemen algılamasına ve onlara yönelmesine yol açar.

Savaşçı, gözlemleyen bilincini sürekli canlı tutabilmeyi başaran bir insandır.

-Nesnel ben gereksinmeleri karşılamak, sorunları çözmek, kendini korumak, sorulara cevap vermek gibi süreçler içindeyken, bir de bütün bu süreçlerin farkında olabilen, bütün bu olan bitenlerin üstünde yer alabilen bir bilinç var.

-Gözlemleyen bilinç.

Evet, gözlemleyen bilinç. İşte savaşçı, gözlemleyen bilincini sürekli canlı tutabilmeyi başaran bir insandır. Nesnel ben her ortamda uğraşırken, çalışırken, süreçlerken, gözlemleyen bilinç daha bir üst düzeyde her şeyin farkında olmaya devam eder; ve bu olup bitenlere bir başka düzeyde -ki çoğu kere bu üst düzeye metadüzey adı verilir- anlam verir.

-Yani savaşçı sürekli, ‘ben şimdi bu insanla niçin konuşuyorum?’ ‘ben şimdi bu kadına niçin bakıyorum?’ ‘ben şimdi niçin burada oturmuş yemek yiyorum?’ sorularının farkında olan birisi.

-Gerçekten savaşçı olmayı başarmışsa, evet.

-Yani sürekli iki düzeyde yaşıyan birisi: ilk düzey, nesnel ben düzeyi; bu düzeyde diğer insanlar gibi kendi gereksinmelerini karşılamak üzere toplumun sıradan bir üyesi olarak yaşamaya devam ediyor; ama, bir başka düzeyde ise, gerçek kişinin bütün bu uğraşılar arasında koşturan kişi değil, gerçek kendisinin bütün bunların bilincinde olan, neyi niçin yaptığını bilen bilinç olduğunu unutmuyor. Peki ama, gözlemleyen bilince nasıl ulaşıyor? (s. 80-82)

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

“Daha Büyük Bir Resim Gereksinimi

-Kişinin ortama getirdiği niyet, onun neyi algılayacağını, nasıl bir bilinç içinde olacağını belirlemektedir demiştik. Nesnel ben, yani ego, denetlemeye ve sahip olmaya önem verir. Nesnel ben içinde kaldığımız sürece, parçası olduğumuz daha büyük resmi, ve bu resim içindeki diğer şeylerle nasıl bir ilişki içinde olduğumuzu göremeyiz. Nesnel ben, ego, kendisinden daha büyük bir özdeşim kazanmanızı engeller; ego, sürekli bencildir, ve her şeyi kendi çıkarı açısından görür.

Dinlerin ve mistik geleneklerin yapmaya çalıştığı şey, bu nesnel benin sınırlarını aşarak, daha büyük bir realitenin, daha kapsamlı bir gerçeğin parçası olduğumuzu anlamamızı sağlamaktır.

Böylece kendimizi, diğer insan ve varlıklardan kopuk, ayrı, ilişkisiz görecek yerde, daha kapsamlı bir gerçeklik içinde, şimdiye kadar görmediğimiz bir biçimde görebiliriz.

Dinler bu kapsamlı gerçeklik içinde yaşamanın erdemlerini ortaya koyarken, anlatmaya çalışırken ceza ve ödül kavramlarını sık sık kullanırlar. Böylece, kendilerini belirli bir dinin mensubu olarak gören birçok kişi, o dinle aralarında, ilkokul öğrencilerinin öğretmenleriyle kurduğu ilişkiler türünden bir ilişki geliştirirler.

-İlkokul öğrencilerinin çoğu, bilgiyi bilgi olduğu için öğrenmek istemez; ödevlerini bilgiye önem verdiği için yapmaz.

-Çocuk henüz o yaşta, bilgiden çok, öğretmeni tarafından takdir edilmek, öğretmeninin gözüne girmek, ondan aferin almak için ‘iyi öğrenci’ olmaya çalışır.

-Doğru, Doğan Bey. Kendi öğrencilerimde de bunu gözlüyorum.

Kendilerini dindar gören, ve iyi bir dindar olmak için davranan insanları yakından gözle, ve neler söylediklerini dinle; ilahi bir muhasebeciyle oldukça ciddi bir alışveriş ilişkisi içinde olduklarını görürsünüz.

Neyin sevap olduğunu, ne kadar sevap olduğunu, neyin ne kadar günah olduğunu, bu kadar sevap biriktirirsen nelere layık olduğunu, ne kadar günah olursa, öbür dünyada başına neler geleceğini hesaplayanları kastediyorsunuz, herhalde?

-Evet, bu tip dindarlardan iyi tüccar çıkar. Çünkü, tüm düşünüşleri çıkar bilinci içinde yapılanmıştır.

Arif Bey, gülümseyerek aklına gelen bir olayı anlattı: -Tanıdığımız bir avukat vardı. Oldukça dindar geçinirdi. Sakalı, giyinişi, yürüyüşü, konuşuşu hep, ‘ben dindar bir adamım,’ mesajını vermek üzere yerli yerine konmuştu. Bir gün müşterek tanıdığımız birinden öfke ile söz etti. Kızdığı insan ona bir kötülük etmiş. O da bunun altında kalmak istemiyordu. “O’na öyle bir iş edeceğim ki, anasından emdiği süt burnundan gelecek,” diyordu.

Bir süre düşündükten sonra, “Biliyorum, ben de günaha gireceğim,’” diye devam etti. “Ama, alt tarafı bir hacca gitmek; bir hacca gider, ondan gelen sevapla günahımın altından kalkarım. Ama, o deyusun da ağzının payını vermiş olurum!” Bu olayı hiç unutmuyorum. Bu avukatın dindarlığı bana tüccarca gelmişti; şimdi siz bu konuda konuşurken o aklıma geldi.

-Tam uygun,bir örnek. Hani, ‘cuk diye oturdu’ derler, ya, işte öyle oldu.

-Dindar geçinen kişi, dini faaliyetlerini -yani ibadetini, iyilik davranışlarını- bu dünyada veya öbür dünyada elde edeceği bazı kazançlar için yapıyorsa, bu kişi nesnel beni -egosu- ile hareket ediyor, diyemez miyiz?

-Bir örnek verir misiniz?

-Fakire sadaka ya da zekat veren birini düşünün. “Neden sadaka ya da zekat veriyorsun?” diye sorduğumuzda, “Vermek sevap, vermemek günah” diye cevap vermiş olduğunu düşünelim. O zaman soru, “Neden sevap kazanmak istiyorsun, veya günahtan kaçınmak istiyorsun?”a dönüşecektir. Bu soruya cevap olarak gelecek olan cümlede, “çünkü,” kelimesinden sonra mutlaka bir çıkar ifade edilecektir; “çünkü, cennete gitmek istiyorum, veya cehenneme gitmek istemiyorum,” gibi.

-Böyle bir algılamanın, daha doğrusu böyle bir düşünüş tarzının nesnel bene ait olduğu sonucuna nasıl varıyorsunuz?

-Doğan Bey, siz demediniz mi?

-Neyi Arif Bey?

-’Nesnel ben -ego-, gereksinmelerini karşılamaya yönelmiştir ve onun için denetlemeye ve sahip olmaya önem verir,’ anlamında konuşmuştunuz; öyle değil mi?

-Evet, doğru hatırlıyorsunuz.

‘Cennete gitmek,’ veya ‘cehenneme gitmemek’ amacına yönelik kalındığı sürece hep nesnel ben düzeyinde kalınmış olmaz mı? Arif Bey’in söyledikleri doğruydu; bunu daha önce düşünmemiştim. Arif Bey’e, bunu daha önce düşünmediğimi, ama o söyleyince şimdi görebildiğimi, ve onunla hemfikir olduğumu söyledim. Ve devam ettim:

-Arif Bey, tabii samimi dindarların niyetleri ve bu nedenle yaşama yaklaşışları son derece farklı.

-Onu biraz açar mısınız, Doğan Bey.

-Samimi dindar, daha büyük bir realitenin, kapsamlı bir bütünün anlamlı bir parçası olmanın bilinci ve ‘hizmet sorumluluğu’ içinde yaşamına yön verir.

-Yani? -Yani…….

Bir süre düşündüm, ve bir örnekle konuya açıklık getirmek istedim.

Yani, ‘mış gibi dindar’ fakire sadaka verirken, ’sevap – cennet’ çıkarı içinde güdülenirken, gerçek dindar, ‘insan kardeşimin ıstırabı, aslında, büyük resim içinde, benim ailemin ıstırabı’ olarak görür ve yaşamın bütününe hizmet etmeden kendi yaşamının anlamlı olamayacağını bilir. Gerçek dindarın sadaka verişi farklıdır. ‘Mış gibi dindar’ sadaka vermeden önce vereceği parayı üç defa başının üstünden geçirebilir, ‘başımın, gözümün sadakası olsun,’ gibi laflar mırıldanabilir veya benzeri şeyler yapabilir. Sadaka verirken, sadaka vermek kendisi için ne çıkar sağlayacak, onu düşünmüş ve bu bilinçle güdülenmiştir.

-Gerçek dindar nasıl sadaka verir, Hocam?

Gerçek dindar, büyük resmin bilincinde davranır. ‘Bu insana nasıl hizmet edebilirim,’ diye düşünür. O nedenle samimi dindar, sokakta, “Allah rızası için, başınızın, gözünüzün sadakası için” diyerek dilenenlere para vererek yardım etmekten ziyade, onları dilenci olmaktan kurtaracak bir yardımı daha anlamlı bulur.

“Fakir bir ailenin okumaya çalışan, çabalayan, yetenekli çocuğuna hiç karşılık beklemeden burs vermeyi yeğler. O çocuğun gelişmesinin kendisinin de sorumluluğu olduğunu görür. Çünkü büyük resim, tüm mahallenin, kentin, ülkenin, bütün insanların, hatta tüm yaratıkların birbirini etkilediği, birbiriyle ilişki içinde olduğu ‘bir büyük aile gerçeği’ni ifade eder.

“Yavrusunu doğurmak üzere kapalı bir yer arayan ana kediye, onun yavrusunu doğurabileceği bir kutu bulmaya çalışır. Su bulmakta güçlük çeken kuşların farkında ise, onların gelip rahatlıkla su içebileceği olanaklar yaratmaya uğraşır. Trafikte korkmuş, donmuş kalmış, karşıya geçemeyen hiç tanımadığı yaşlı kadına sevap, günah düşünmeden el uzatır.

“Kısacası, Arif Bey, gerçek dindar, bu evrenin sorumlu bir vatandaşıdır; o bilinç içinde duyar, algılar, düşünür, ve eyleme geçer.”

-Ama, çevremde dindar geçinenlerin çoğunu böyle görmüyorum.

Çevremizde gördüklerimizin büyük bir çoğunluğu ‘görünüm için dindar’ izlenimi veriyor. Ait olma bilinci içinde, içinde yaşadıkları cemaatle ilişkileri onlar için birinci derecede önem kazanmış görünüyor. Sanki ellerinde pankartlarla, cemaate: Gerçek dindar,

“Bana bakın; şalvarım, sakalım, bu evrenin sorumlu türbanım, ceketim, yeleğim, hatta yüz ifadem tam bir dindar görünümünde.” diyorlar,

-’Mış gibi dindar’ dediğiniz insanlar bunlar mı?

-Samimi dindar bu tür gösterişlere itibar etmez. Hatta bu tür gösterişlere önem verdiği sürece bir insanın Yüce Tanrı’yı gerçekten içinde hissedemeyeceğini düşünür. Evet, ‘mış gibi dindar’ dediklerimiz bunlar.” (s. 87-88)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

İçtenlik

Bir insanın içten olup olmadığını anlayabilmek için onun niyetini bilmek gerekir. Daha doğru bir ifade ile, içtenlik niyetin dürüstçe ifadesi olarak tanımlanır. Bir öğrenciyi düşün, okula gidiyor, o kadar zamanını veriyor. Bu samimi, içten bir öğrenci mi? Eğer öğrenmeyi, bilgiyi gerçek güdü olarak yaşatıyorsa, evet. Ama, yalnızca sınıfın birincisi olmak, sırf öğretmenden aferin almak, sadece sınıfı geçince alınacak bisiklete sahip olmak için çalışıyorsa, onun öğrenciliğinde içtenlik yok demektir.

-Bunun savaşçı konusuyla ilgisi ne, Doğan Bey?

-Savaşçı içten değilse, hiçbir zaman savaşçı olamaz. Çünkü hiç kimse, gerçek savaşçının dış görünümünden onun savaşçı olduğunu anlayamaz. Savaşçı ancak bir savaşçı tutumu içinde yaşamaya kendini adadığı zaman, ve hiç kimseden övgü beklemeden, ilgi beklemeden, destek ve takdir beklemeden sırf kendi yaşamının anlamı için kendini buna adadığı zaman savaşçı olma yolunda a-dım atmış olur.

“Savaşçı başkası için değil, kendi gönlü, kendi niyeti ile, kendi yaşamı için savaşçıdır.”

Savaşçı başkası için değil, kendi gönlü, kendi niyeti ile, kendi yaşamı için savaşçıdır.

-Yani içtenlik, özgünlük, savaşçının temel özelliklerinden biri.

Gösteriş dindarlarının savaşçı olması mümkün gözükmüyor, o zaman. Doğru düşünüyor muyum? Yani giydiği şalvarı, taktığı türbanı, bıraktığı sakalı ile tüm dünyaya, ‘Bakın ben dindarım!’ diyen gruptakilerin savaşçı olması mümkün gözükmüyor!

-Haklısınız. Onların gerçek niyetleri -ki bu niyet bilinçli olabilir, veya taklit olarak başkasından alınmış sezgisel düzeyde hissedilen bir niyet olabilir- başkaları tarafından dindar bilinerek görecekleri kabulde, elde edecekleri kazançta, güçte, şöhrette odaklanmış olabilir. Gerçek niyetleri ile gösterdikleri niyet arasında bir tutarlılık yoktur; bu nedenle sizin dediğiniz gibi, yaşamlarında içtenlik yoktur. Kendini aldatmamakla başlar ’savaşçı’lık. (s. 90)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

“Kişinin niyeti, motivasyonu onun bilincinin, algılamasının yapısını oluşturur.

Savaşçının kişisel bütünlük içinde olması vazgeçilmez bir önkoşuldur.

Umarım şu ana kadar konuşmalarımızdan şunu görebildiniz: Kişinin niyeti, motivasyonu onun bilincinin, algılamasının yapısını oluşturur.

Tenis oynamak isteyen birini düşün. İyi bir hoca buluyor, ve hoca ona tenisi öğretmeyi kabul ediyor. Hocayla konuşuyor, ne kadar zaman alacağını soruyor; hoca hangi amaç için ne kadar zaman alacağını sorduğunu öğrenmek istiyor. “Şöyle arkadaşlarla oynayıp onları ne zaman yener hale geleceğim,” diyor. Öğretmen, haftada üç saat ciddi olarak çalışırsan, bir, birbuçuk yıl sonra yenmesine oynayabilirsin diyor. Ve tenis oynama isteği adamda balon gibi sönüyor. Neden? Çünkü adamın niyeti tenis oynamak değil, tenisi kullanarak arkadaşlarını yenmek, onlara üstün olduğunu göstermek. İçindeki gerçek niyet ile yapılan davranış birbirine uymuyor.”

Ve konuşmaya devam ettim:

-Açgözlülük ve cömertlik konusunu alalım. Sahip olmak ve sahip olduğunu elinde tutmak, çoğaltmak isteği korkuya götürür.

-Anlayamadım. Niçin sahip olmak korkuya götürsün?

-Kişi elinde kalmasını istediği için sahip olmak ister, değil mi?

-Evet, sanırım öyle. Yani kaybetmek istediği bir şey için niçin çaba sarf etsin?

-Tabii, haklısın. Bu ne demek oluyor: sahip olduğum her şeyi kaybetmemeyi düşünerek sahip oluyorum, demektir. Böylece, sahip olduğum şeylerin sayısı arttıkça, kaybetmekten korktuğum şeylerin sayısı da artacaktır. Öyle değil mi?

-Evet, doğru, böyle olması gerekir. Bunu daha önce böylesine hiç düşünmemiştim,

Kaybetmekten korkan insan, daha çoğuna sahip olmak ister ki, sahip olduğu bazı şeyler kaybolursa, hiç olmazsa elindekiler geriye kalsın.

Böylece, fazlasıyla sahip olmaya yönelik kişi sonu gelmeyen bir doyumsuzluğa kendini kaptırır.

-O zaman, şöyle diyebilir miyiz, Doğan Bey? Nesnel ben bilinci içinde yaşamını sürdüren sıradan insan, mal mülk kazanmaya başladıkça diğer insanlara daha korkarak bakmaya başlar.

-Eğer, diğer insanlarla ilişkisi sen ben bilinci içinde ise, evet. Böyle bir insan çevresindeki insanlara iki gruptan hangisine giriyor diye bakar. Yani böyle bir insan bir diğeriyle karşılaştığı zaman şu gözle bir değerlendirme yapar: Kendinden daha zayıf, daha bilgisiz, daha çaresiz insanlarla karşılaştığı zaman, “Bu karşılaştığım insan malı elinden alınacak, benim yararlanabileceğim biri mi?”

Gerçekten cömert insan büyük resmin, bütünün bilincinde olan insandır. Bu insan diğer insanların yaşamı tehlikeye girdiğinde çabalar, uğraşır, bir şeyler yaparak onlara yardımcı olmaya gayret eder. Karşılığında ne bekler?

-Sadece teşekkür!

-Hayır! Gerçekten cömert insan karşılığında teşekkür de beklemez. Beklediği tek şey, yaptığı yardımın işe yaraması, hedefini bulması, ihtiyacı olan insanların yaşamında olumlu bir sonuç vermesidir. Teşekkür beklemek nesnel bene ait bir olaydır.

Nesnel ben cömert olamaz. Nesnel ben korku ve kaygıyla sürekli sahip olmak ister; vermek istemez. Verdiği zaman, verdiği şeyin karşılığını daha iyi alacağını umut ediyordur.

-Yani, bir tür alış veriştir. Ona karşılığında bir şey vereceğimizi bildiği için verir.

-Nesnel benin cömertliği aynen böyledir. Öte yandan, nesnel beni aşmış olan kişi, gözlemleyen benin bilincinde vermeye karar vermiş kişi, farklı bir bakış açısına sahiptir. O verdiği zaman daha özgürleşir, daha bilgeleşir, çünkü vermenin bir hizmet olduğunu bilir; diğerleriyle anlamlı bir ilişki içinde olan insanların birbirlerine hizmet etmesi gerektiğinin bilinci içinde verir.

-O zaman şunu söyleyebilir miyiz: gözlemleyen ben insanı özgürlüğe, daha gelişmiş bir bilince, bilgeliğe götüren bir yola yöneltir. Nesnel ben yani ego ise, kişiyi daha korkak, daha bencil, kaygılı, yani daha az özgür yapar. Bunu söyleyebilir miyiz?

-Evet söyleyebiliriz. Gözlemleyen bilince ulaşmış savaşçı bir ortama girdiği zaman “bu ortamdan neler öğrenebilirim,” “büyük resme nasıl hizmet edebilirim,” “ortama nasıl bir artı değer katarak hayatımı daha anlamlı kılabilirim,” niyetiyle bakarken, egosuyla güdülenmiş biri, aynı ortama “kimi kendi yararım için kullanabilirim,” diye bakar.

-Doğan Bey, Ahmet Altan’ın Tehlikeli Masallar kitabını okudunuz mu?

-Evet okudum. Bir Ahmet Altan hayranıyım. -Niye Hocam?

-Bir kere güçlü bir algılaması ve algıladıklarını anlatabilecek güçlü bir kalemi var. Türkçe’yi zenginleştirenlerden biri olarak görüyorum onu. Neden sordunuz?

Çantasından Tehlikeli Masallar kitabını çıkardı, sayfalarını çevirmeye başladı; bir yandan da konuşuyordu:

-Gelip giderken vapurda şimdi bu kitabı okuyorum. Buraya gelirken okuduğum bir kısım, sahip olmak isteyen, ve daha sonra sahip olduğu şeyi kaybetmekten korkan insanın durumunu hatırlattı. Hah, evet, buldum, izin verirseniz, okumak istiyorum.

Yirmi altıncı sayfanın alt paragrafı kurşun kalemle işaretlenmişti.

-Sen de mi okurken kitaplarını işaretlersin?

-Evet, işaretlerim. Eğer elimde kalem yoksa, kitap okurken bir eksiklik hissederim. Daha sonra işaretlediği yeri okumaya başladı:

“-Neden bıraktın beni?

“Bu, basit ve sıradan bir soruydu, ama ilişkimizin belki de bütün çıkmazı bu sorunun yanıtında gizliydi. Bu sıradan sorunun yanıtı da aslında o kadar basit ve sıradandı ki, bu sıradanlık yanıtın inandırıcılığını yok ediyordu. Sevdikçe, sevdiklerinden daha çok korkan insanların, başkalarına inanılmaz, tuhaf ve yabancı gözüken davranışlarını Sevda’ya anlatmam mümkün değildi. Bunu ne anlar ne de buna inanırdı. Ona. “”Seni çok sevdiğim için seninle olamazdım, sana duyduğum sevgi çok korkuttu beni,” diyemezdim. O bir kadındı, sevgiden korkmaz, aksine sevdikçe daha cesur ve atak olurdu.”

“Bense korkuyordum. Bir kadına daha çok sevip daha çok bağlandıkça, bir gün onu kaybedip yapayalnız, acılarla kalmak

“En korkunç gerçekler, söylenmeye değmeyecek kadar basit olan bildik gerçeklerdir.”

Ahmet Altan Tehlikeli Masallar”

(s. 96)

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

Cesaret, egonun denetiminden çıkmayı göze almak demektir.

Arif Bey de sessiz sakin kendince çevresine bakıp, gözlemler yapıyor. Konuşmaya başlayarak sessizliği bozdum:

Sokrat, “incelenmemiş bir hayat, yaşamaya değmez,” der. Kişinin incelemesi ve farkına varması gereken ilk şey, hangi ortamda hangi niyetle insanlara, olaylara baktığıdır. Eflatun, “Kendini bil,” der. Kendini bil birçok anlama gelebilir: ne istediğini bil; kendi sınırlarını ve zayıflıklarını bil; diğer insanlar seni nasıl algılıyorlar farkında ol, gibi. Daha birçok anlamı olabilir, “kendini bil,” sözünün.

“Savaşçı önce kendi niyetinin, güdülerinin, isteklerinin farkına vararak işe başlar. Daha önceki kitaplarımda sözünü ettiğim Kızılderili bilge don Juan, ‘Savaşçının en büyük gücü, onun niyetinin saflığındadır‘ der.

“Savaşçının en büyük gücü, onun niyetinin ’saflığındadır.” Don Juan

Savaşçı ortama getirdiği bilincin derecesinden yüzde yüz sorumluluk almasını bilir.

-Evet. Bir insanın herhangi bir konuyla gerçekten ilgilenip ilgilenmediğini, o konu konuşulurken ortama getirdiği farkında oluşun, bilincin derecesi gösterir.

-Bunun savaşçı konusuyla ilişkisi şu: Savaşçı ortama getirdiği bilincin derecesinden yüzde yüz sorumluluk almasını bilir. Niyetinin saflığı içinde kendini yüzde yüz ilgilendiği konuya verir. İlgilenmiyorsa, ‘mış gibi’ ilgilenmez. Dürüsttür.

-Savaşçı bir ortama girdiği zaman kendi niyetinden, niyetinin saflığından emindir. Tamam, bunu kabul ediyorum. Ama, anladığım kadarıyla savaşçı da bizim gibi bir toplum içinde yaşıyor ve onun da tanıdıkları, bildikleri, ailesi, dostları var. Kendi istediğini bilmesi yeter mi? Çevresindekilerin istediklerini de hesaba katmak zorunda değil mi?

-Aslında bu bizi daha önce konuştuğumuz hapishane konusuna, ait olma birey olma dengesi ve yaşam dansı farkındalıklarına geri götürüyor. Savaşçı ‘evet’ini ve ‘hayır’ını keşfetmiş biridir. Bu evet ve hayır dengesi içine kişinin yakınları, dostları, ailesi, çevresi girer. Yani savaşçı ortama getirdiği bilinçte bütün dinamikler üzerinde düşünüp karar vermiştir.

Savaşçı şunun farkındadır: ‘Hayır’ demesini bilemeyen kişi güçsüz kişidir. Hayır demesini bilmeyen kişinin ‘evet’inin de anlamı yoktur. Kendi yaşamlarının liderliğine soyunmuş kişiler, ‘hayır’ ve ‘evet’ kelimelerinin tam-eksiksiz-tüm birer cümle olduğunu bilirler. ‘Hayır’ ve ‘evet’leriyle savaşçı hem kendinin hem de ilişki içinde olduğu insanların sınırlarına saygılıdır.

‘Hayır’ demesini bilemeyen kişi güçsüz kişidir. Hayır demesini bilmeyen kişinin ‘evet’inin de anlamı yoktur. (s. 100)

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

Geleceği Yaratmak

Gerçeğe Saygı Kişisel Bütünlüğün Temelidir

-Gerçeğe saygı, kişisel bütünlüğün temelinde yatar. Gerçeğin ne olduğu bilinci kişilerin bu bildikleri gerçeğe saygılı olmasına yol açar.

-Çocuk doğduğunda gerçeğin ne olduğunu bilmez. Daha doğrusu kendi algılamalarına nasıl bir tutum içinde bakacağı konusunda herhangi bir ön bilgisi yoktur. Çocuk büyürken sürekli öğrenmeye açıktır; özellikle 3 ile 7 yaş arasında soru sorma devresi, yani her şeyi öğrenme isteği çok belirgin olarak kendini gösterir.

-İşte bu devrelerde eğer çocuk gerçeğe saygılı bir ortamda büyüyorsa, gerçeğin ne olduğu ile ilgili sağlıklı bir fikir edinmesi ve gerçeğe nasıl yaklaşacağı konusunda tutum geliştirmesi çok kolay olacaktır.

-Peki, ya gerçeğe saygılı olmayan bir ortamda büyüyorsa?

-Maalesef, birçok yetişkinin gerçek ile, yani rasyonel bir insanın gerçeği ile ilişkisi yoktur ve gerçeğe saygı duymayı unutmuşlardır. Bu ortamlarda çocuk gerçekle ilişkisinde sorunlar geliştirecektir.

-Sanırım çocuğun aklını hiçe saymak ona yapılabilecek en büyük zulüm.

Aynı şeyden yüreği yanan iki insan olmanın oluşturduğu bir dostluk içinde konuşmaya devam ettim.

-Çocuk sürekli yetişkinin davranışını gözler; bu davranışlardan anlam çıkarmaya çalışır. Yetişkinin davranışı tutarsız, açıklanamaz, söylenene uymayan türden olduğu zaman çocuk şaşırır ve hem kendine hem de içinde yaşadığı dünyaya güveni temelden sarsılır. Bu nedenle çocuk içinde bulunduğu gerçeği algılamamayı öğrenmeye başlar; içinde bulunduğu ortama getirdiği bilinçte bir azalma görülür.

“Kişinin özüne saygısı ve sorumluluğu üzerine araştırmalar yapmış ve kitaplar yazmış olan psikoterapist Nathaniel Branden çocuğun bilincindeki azalmaya birçok örnekler verir. Şu örneklere bir göz atalım:

Anne, dürüstlük üzerine çocuğuyla önemli bir konuşma yapar. Daha sonra misafirler gelir ve anne misafirlere bir şey anlatır; çocuk bu olayın doğru olmadığını bilmektedir, ama, annesi olay doğru imiş gibi, üstelik abartarak anlatır. Bu tutarsızlığın açıklamasını bulmak üzere çocuk annesinin yüzüne bakar; annesinin yüzünde hiçbir değişiklik yoktur; suçluluk duymadan, doğru bir şeyi anlatıyormuş gibi olayı anlatmaya devam eder.

Arif Bey, bu noktada sözümü kesti:

-Evet. Başka bir örnek de alkolik baba veya annenin bulunduğu evlerden verilebilir. Alkolik birinin bulunduğu ailede sık sık gözlenen şu durumu düşünün:

Anne masada çocuklara hoş bir şey anlatmaktadır. O sırada baba sarhoş olarak eve gelir, ayakta zor durmaktadır. Anne dönüp bakmaz bile, çocuklarla aynı şekilde konuşmaya devam eder. Baba, daha fazla ayakta kalamaz, kıçının üzerine yıkılır, yan yatmış vaziyette yerdedir. Anne konuşmasına devam eder. Çocuk yerdeki babaya bakar, konuşmaya devam eden annesine bakar, gözleri bu ikisi arasında gider gelir. Olumsuz şeylerden hiç söz etmeme alışkanlığı olan anne, çocuklarla konuşmasına devam eder. Çocuk ortamdaki mesajı alır: “Eğer bir olayı görmezlikten gelirsen, o gerçekte olmamış gibidir.” Çocuk görmemeyi öğrenir.

“Geleceği Yaratmak

Çevresinde gerçekle ilişkisini açık ve seçik kurmayan insanlar olduğu zaman çocuğun kafasında birçok soru açıkta kalır. Bu soruların en önemlilerinden biri, “Ben bu dünyada nasıl yaşayacağım?” sorusudur.

Bu sorunun birçok alt soruları vardır:

İnsanlar söylediğini yapmadığı, yapılanı söylemediği zaman ben neyin doğru olduğunu nasıl anlayacağım?

Yalan söylendiğini hiçbir zaman anlayamayacağıma göre, ben insanlara nasıl güveneceğim?

Gördüğüm şeylerin konuşulmadığı, yokmuş gibi davranıldığı bir ortamda ben emniyette miyim?

Gerçek diye bir şey var mı, ve ben, gerçeğin ne olduğunu nasıl anlayacağım? Neyin ne olduğunu nasıl anlayacağım?

Bunları bilmeden ben nasıl yaşayacağım?

Çocuk sorduğu sorular ve gözlemleriyle içinde bulunduğu dünyayı ve kendini anlamaya çalışmaktadır. Bu doğanın insanoğluna verdiği özel ve, muhteşem bir potansiyeldir; anlayabilme, öğrenebilme, düşünebilme yeteneği. Gerçeğin inkâr edildiği, kişisel bütünlüğün olmadığı bir yetişme ortamında çocuk bu muhteşem yeteneğini ömür boyu kaybedebilir: “düşünmenin, anlamanın, algılamanın hiçbir anlamı yok, hiçbir değeri yok,” sonucuna ulaşabilir.

“Ortamda gerçeğe, düşünceye, algılamaya değer verebilmesi için insanın kişisel bütünlük içinde olması gerekir.”

-Evet, özellikle kendilerini öğretmenliğe adamış öğretmenlerin ilk dikkat etmesi gereken konu bence bu. Algılanan gerçeklere mutlak saygı duyarak, onların konuşulmasına olanak sağlamak.

Çocuk her konuda soru sorabileceğini, ve istediği kadar soru sorabileceğini bilmeli. Bütün soruların cevabını yetişkin bilmeyebilir; yetişkin soruların cevaplarını bilmek zorunda değildir. Ama, çocuğun sorusunu duymak, işitmek, ve çocuğun ne dediğini anlamak zorundadır. Bir öğretmen bunu yapabilecek bilinci geliştirmiş olmalıdır.”

Biraz durduktan sonra, hızımı alamadım. Tekrar ettim: “Öğretmen mutlaka bu bilinci geliştirmiş olmalıdır. Bu bilinci geliştirmeden, öğretmen olmamalı. Bu o denli önemli!”

-Hocam, toplumumuzda ailelerin -ki sizin bir kitabınızda bunun birçok örnekleri var, özellikle beş temel özgürlükten konuşurken bunları dile getirmişsiniz- öğretmenlerin, ve daha da acısı, medyanın -gazetesiyle, tv’siyle, radyosuyla- çok büyük bir çoğunluğu gerçeğe saygılı bir yaklaşım içinde değil maalesef. Öyle algılıyorum; hemfikir misiniz, merak ediyorum?

-Evet, maalesef hemfikirim. Bütün kötülüklerin anası, bütün yanlışlıkların ve geriliklerin kaynağı gerçeğe saygısızlıktır. Aile-bütün yanlışlıkların ve gerçeklere saygılı olmayan toplumumuzda çocuk rasyonel bir varlık olarak gelişemez.” (s. 105)

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

“Rasyonel Bir Varlık Olarak Gelişmek

-Hocam, rasyonel bir varlık, dediniz. Bunu biraz açar mısınız?

İnsanoğlu inanan, hisseden, duyan; ve bu arada aklıyla hareket edebilen, düşünen, düşüncelerini uygulayabilen rasyonel bir varlıktır. Eğer insanın gördüğü, algıladığı dünya önemsenmez ise, o zaman kişi rasyonel bir varlık olarak gelişemez. Çünkü düşünebilmek için kişinin algıladıklarının bilincinde olması ve algıladıklarını hesaba katması gerekir.

-Anlıyorum. Yani algılama konusunda, neyi gördüğü konusunda insanların açık seçik ve dürüst olması gerekir.

-Evet, öyle olması gerekir. Bizim toplumumuzda maalesef çoğunlukla, yetişkinler çocukların korkularına hitap ederler, onların zihinlerine, anlayışlarına değil. Bir toplumun gelecekteki ….

Nerede sen ben bilinci hâkim ise, orada insanlar birbirlerinin korkularına konuşurlar.

-Sen ben bilinci.

Sen ben bilinci içinde kurulan ilişkilerin temelinde, ‘Kim daha güçlü?’ ‘Kim kimden korkmalı?’ anlayışı yatar.

Yetişkinlerin çoğunlukla çocukların korkularına konuştuklarını söylüyordum. Biliyorsun, toplumun gelecekteki sağlığı, çocukların zihinlerini ve gönüllerini geliştirmede yatar. Toplumun sağlığı dediğim zaman, bir toplumun her yönünü kastediyorum. Aile yapısı, e-konomik süreçler, siyasal yönetim, yasal uygulamalar, kültür, sosyal yaşamın aklınıza gelebilecek tüm boyutlarını kastediyorum.

-Doğan Bey, biz ezbere önem veriyoruz. Çocuğun rasyonel bir dünyada, düşüncenin, soru sorarak gerçekleri anlamanın önemli olduğu bir dünyada yetişmesinin önemini çoğu öğretmenlerimiz bile pek düşünmüyor. Hatta itiraf edeyim Hocam, ezber bilgi ile bilgi üreten düşünme arasındaki farkı birçok öğretmen arkadaşımız bilmiyor.

Arif Bey, monolog halinde konuşmasına devam etti: “Niçin bilmiyor? Bu onların kabahati mi?”

“Bilmiyorlar, çünkü onları yetiştirenler de bilmiyor.” Bir süre sustu, yine kendi kendine konuşmaya başladı: “Halbuki öğretmenler düşünmeyi öğretmede önemli bir konuma sahipler.”

-Unutma, savaşçı kimdir onu irdeliyoruz. Savaşçının anlam arayışından, uyanışından, niyetinden söz ettik. Şimdi savaşçının kişisel bütünlüğünden söz ediyoruz. Kişisel bütünlüğün olabilmesi için, savaşçının kendi içindeki ve çevresindeki gerçeklere koşulsuz saygı duyması ve onları tanıması gerekir.

Gerçeğe koşulsuz saygı çocuğun öğrendiği bir tutumdur. Büyükler verdikleri sözleri tutmadıkları, bir dediği bir dediğine veya dediği yaptığına uymadığı zaman, çocuğun kafası karışır.”

Hocam, geçenlerde sınıfımda bir öğrencim, ezanın niye Arapça okunduğunu sordu. İlkokul dörtteki bir çocuk bunu merak etmiş. Hazreti Muhammet’in Arap olduğunu, Kuran’in Arapça olduğunu, ve müslümanların Kuran’ın dilinde orijinal haliyle ezanı okumak istediklerini söyledim. Ama, gergindim. Çünkü bu konularda konuşmak bizim toplumda mantık ve gerçek sınırlarını aşar. Yine de, çocuğun düşüncesine saygı göstermek için çocuğun sorusunu onurlandırdım ve cevapladım.

“Ben bu açıklamayı yaptıktan sonra, çocuk tüm saflığı ile şunu söyledi: “Allah Türkçe bilenlerin anlamasına önem vermiyor mu?”

-Nasıl yanıtladınız?

Kuran’ın Türkçe’si olduğunu, ezanın da Türkçesi olduğunu, isterse kendisine daha sonra anlatabileceğimi söyledim. Ama gergindim. Çünkü o masumiyeti içinde bizim toplumun yüzyıllardır kaçındığı, kafasını kuma soktuğu konulan deşmeye başlamıştı. ‘Din konusunda konuşmak ve akıl yürütmek tehlikeli ve yasaktır’ levhasını henüz görmemişti. Ama sanırım, yüzümden, sesimin tonundan, ve bedenimin gerginliğinden bu konuda pek rahat konuşamadığımı anlamıştı.

-Çok güzel bir örnek verdiniz. Kızım Ayşen, Ankara Gazi Osman Paşa İlkokulu birinci sınıfta iken bana şu soruyu sordu: “Baba, Allah mı büyük, Atatürk mü?” Bilmem geçmişimle ilgili ne kadar bilginiz var, Arif Bey; o zaman Emily ile evliydim. Ayşen’in annesi, Emily, Amerikalıydı. Emily hayretler içinde bir Ayşen’e, bir de bana baktı. Ayşen sorusunda son derece ciddi idi. Emily, Ayşen’in bu soruyu nasıl aklına getirdiğini, nasıl böyle bir karşılaştırma yapmak gereğini duyduğunu anlayamadı. Ama, ben içim burkularak çok iyi anlamıştım. Kızıma Atatürk’ün bizim gibi insan olduğunu, bu ülke için önemli ve büyük işler yaptığını, memleketini sevdiği için, memleketinin insanlarının uygarca yaşaması için çalıştığını anlattım. Atatürk’ün büyük insan olduğunu, ama onu Allah’la karşılaştırmanın anlamsız olduğunu, çünkü birinin insan, öbürünün Tanrı olduğunu söyledim.

Ayşen büyük bir saflıkla, bunu gidip öğretmenime anlatacağım, çünkü sanırım o, Atatürk’ün Allah’tan daha büyük olduğunu sanıyor, babacığım,” dedi. Öğretmeniyle konuşmuş olacak ki, bir veli toplantısında öğretmen, “Biz çocuklara Atatürk’ün ne kadar büyük bir insan olduğunu anlatıyoruz; siz de evde bunu pekiştirin, lütfen,” demek gereğini duydu.

Evet, o da tabu konulardan biri. Atatürk hakkında dengeli ve gerçekçi değerlendirmeler yapmak gittikçe zor hale geliyor. Maalesef çocuklarımız daha okula başlamadan önce bu konularda düşünmemeyi öğrenmeye başlamışlar, ezbere laflar edip, bunların ne anlama geldiğini dahi düşünmüyorlar. Bunu öğrencilerimde net olarak görebiliyorum. Atatürk hakkında çocuklar büyüklerin dediklerini ezberleyip tekrar etmenin ötesinde herhangi bir değerlendirme yapmaktan acizler; onları bu şekilde aciz hale getiren biz büyükleriz.

-Evet, Arif Bey. Biz öğretmenlerin, çocukların gerçeklik duygusunu nasıl kazandığını bilmemiz gerekir. Bu gerçek duygusu bilinçli yaşamanın; bilinçli yaşam da, kişisel bütünlüğün gereğidir. Gerçeklik duygusunun kazanılışına bakalım.” (s. 110)

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

“Gerçeklik

-Arif Bey, şimdi şu anda ben sizin karşınızda oturuyorum. Önünüzde bir defter var, ve onun da içinde bir kalem duruyor. Bu defterin başka bir şey haline gelmeyeceğini biliyorsunuz; şimdi ayağa kalksanız ve biraz dışarıda yürüseniz ve yine bu masaya geri gelseniz, benim koyun veya keçi olmayacağımdan, yine Doğan olarak kalacağımdan eminsiniz.

Buna felsefede özdeşim yasası denir: yani nesneler ne ise odur. A, A’dır. Bu varoluşla ilgili bir ifadedir ve mantığın başlangıcıdır.

“Özdeşim yasası, nedensellik yasasını doğurur.

Özdeşim yasası şunu der: Bir şey, ne ise odur; başka bir şey değildir. Sandalye, sandalyedir. Bardak bardaktır.

-Nedensellik yasası ise şudur: Bir nesne ne ise kendi doğasına uygun davranır. Bir nesnenin ne yapacağı, onun ne olduğu ile belirlenmiştir.

-Burada nesne yerine “varlık” diyebiliriz. Bu varlık, bir insan, bir eşya, bir ağaç, hatta bir özellik, veya bir eylem olabilir. Bir düşünce, bir duygu, herhangi bir düşünce hali olabilir. Enerji olarak tanımlayabileceğimiz her ‘var’ bu sınıfa girer.

“Bu dünyada duyduğumuz emniyet duygusu, durağan ve kalıcı bir evren içinde yaşadığımız duygusu, bu özdeşim yasasına -ki bazen özdeşim aksiyomu adı da verilir- indirgenebilir. Tüm yaşantılarımızın temelinde bu o kadar yer almıştır ki, bunun hakkında hemen hemen hiç düşünmeyiz. Ama, bu yasa, her şeyin temelini oluşturur. Olan şey kendisidir; kendisi olmayan şey, kendisi değildir. Bundan daha temel ve daha emin bir şey yoktur.

-Bu yasanın geçersiz olduğu bir durum yok mu?

Özdeşim ve nedensellik yasası sarsıldığı zaman dünyamız sarsılmış olur. Güneşin yarın doğmama ihtimali hiç aklımıza gelmez. Şu içinde bulunduğumuz binanın yarın yine burada var olmaya devam edeceğini, varsayarız. Şu altımızdaki toprak sallanmayacaktır. Şu önümüzde görünen ağaçlar, çimler, ilerdeki evler, okyanusun altında olmayacaklardır Eğer bu tür temel varsayımlarımız ki şimdi onların farkında bile değiliz, yok olur ise, bizim tüm hayat görüşümüz değişir. Çok farklı bir evrende yaşamaya başlarız.

Bu temel varsayımların, yine temel varsayım olarak yerli yerine yerleşmesi gerekir. Aksi halde kişi büyük bir uyumsuzluk içine girer, gergin olur, psikiyatrik bir vaka haline gelir. Akut anksiyete, nevroz denilen haller başgösterir.

-Arif Bey, bütün kavramların altında yatan iki temel kavram vardır. Bu her şeyin temelinde bulunan iki kavram varlık ve yokluktur. Daha basit bir dille söyleyecek olursak bir şey veya hiçbir şey.

Varlık kavramı sizin bildiğiniz her şeyin, tüm bilincinizin temelindeki kavramdır. Bu temel kavram bilincin en ana öğesidir; bununla farkında oluş başlar. Bebek gözünü açıp ışığı gördüğü, veya sesi duyduğu zaman ilk farkına vardığı, bir şeyin var olduğudur. Bebek gördüğü veya duyduğu şeyin ne olduğunu bilmez, ona isim veremez, çünkü henüz bizim bildiğimiz kavramlara sahip değildir; orada bir şey var’in farkına varır. Farkına varmak, ancak bir şeyin farkına varılarak gerçekleştirilir.

“Bebeğin bilincinin gelişmesiyle bu farkına varılan şey, sınırları olan, biçimi olan bir birim haline dönüşür. Beyin geliştikçe farklı duyuları yakalama ve birleştirme özellikleri gelişir. Mekân, biçim, renk, düzey farklı farklı algılanıp birleştirilerek nesneler birbirinden ayırt edilmeye başlanır. İşte bu düzeyde bilgi oluşmaya başlar.”

-Olmayan şey yoktur. “Cebimde bir şey yok” dediğim zaman, cebimde hiçbir nesne olmadığını söylüyorum. “Servetim sıfırdır,” dediğim zaman, param olmadığını ifade ediyorum. Bunlar yokluğun özel, pratik anlamda kullanılışıdır. Felsefi anlamda yokluk, var olmamayı ifade eder. Boşluk, hiçlik, sıfır olma.

-Var olmama, var olmamayı ifade eder. Bu noktada Arif Bey, gülmeye başladı. “Hocam, bu biraz Demirel mantığına benziyor,” dedi. Ben de, “Demirel mantığını yabana atma, o mantık sayesinde, bak bir köylü çocuğu nerelere geldi,” diyerek onun esprisine cevap verdim. Daha sonra, konuşmama devam ettim:

-Özdeşim yasası -veya aksiyomu- taş taştır, masa masadır, saç teli saç telidir der. Eğer öfke duygusu içindeysen, öfke duygusu içindesin demektir. Eğer kendini başarısız görüyorsan, kendini başarısız görüyorsundur. Bütün mantığın ve rasyonel düşüncenin temeli bu gerçekte yatar. Bu yasayı, bu aksiyomu ihlal edip, göz ardı edersek düşüncemiz tutarlılığını, mantıksal yapısını kaybeder.

Özdeşim aksiyomunun doğal sonucu çelişki aksiyomudur. Çelişki aksiyomu, bir şey aynı zamanda, aynı boyutta hem A hem de A değil’ olamaz, der. Bu aksiyom, hiçbir şeyin aynı zamanda ve aynı boyutlarda hem kendisi olup, hem de kendisi olamayacağının mümkün olmadığını ifade eder. -Bu boyut işini anlayamadım? -’Aynı boyutlarda’ sözüne takıldın galiba.

-Evet.

-’Doğan gür saçlı bir insandır,’ dedikten sonra, ‘Doğan keldir’ diyemezsiniz. Çünkü, saçlı olma boyutu yönünden hem saçlı hem de saçsız olamam. Ama, ‘Doğan gür saçlı bir insandır’ dedikten sonra, ‘Doğan kısa boylu biridir’ diyebilirsiniz; çünkü ’saç’ ve ‘kı-sa-uzun olma’ aynı boyutlar değildir.

-Bir keresinde, bir emlakçı hakkında birisi şöyle demişti, “Çok dürüst bir insandır, gerekmedikçe yalan söylemez! Bir keresinde de bir anne, “Dayaktan nefret ederim; çocuklarım beni kızdırdığı zaman babalarına söylerim, o döver.” demişti.

-Herhalde burada söz konusu anne, ‘dayaktan’ değil, ‘dayak atmaktan’ bahsediyor. Yani şöyle dese idi, bir çelişki söz konusu değildi: ‘Dayak atmaktan nefret ederim; çocuklarım beni kızdırdığı zaman babalarına söylerim, o döver.’

-Doğru. Ve bu tür masum dikkatsizlikler, iletişimin kalitesini etkiler. Çocuk bu tür konularda bilinci yüksek bir ortamda yetiştiği zaman, daha açık seçik ve dikkatli düşünmeyi ve konuşmayı öğrenir. Ama, paldır küldür diyebileceğimiz bir bilinç ortamı içinde çocuk da süratle bu konulara dikkat etmemeyi öğrenir. O da, çevresindekiler gibi kafası karmakarışık yaşamaya başlar.

-Doğan Bey, ülke için, ülkenin çocukları için önemli konulardan söz ediyorsunuz. İnsanımız açık seçik düşünme ortamında yetişmiyor. Okulda da bu böyle; öğretmenler ile, sokakta gördüğünüz insanlar arasında açık seçik düşünme, düşünmeye özen gösterme bakımından maalesef pek fark yok. Çocuk annesinden, babasından, amcasından göremediği düşünce berraklığını, öğretmeninde de göremiyor. Bir süre sonra o da çevresindekiler gibi dikkatsiz, bilinçsiz bir insan oluyor. (s.115)

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

“Kişisel Bütünlüğün Felsefî Temelleri

-Doğadaki yaratıklara baktığınız zaman onlarda hiçbir eksiklik olmadığını görürüz. Kuş, kuş gibi yaşaması için donatılmıştır; hiçbir eksikliği yoktur. Örümcek, karınca bütündürler, hiçbir eksiklikleri yoktur. Kuşun bu bütünlüğünü bozarsanız, örneğin kanadının birini keserseniz artık o kuş gibi yaşayamaz. Veya bir karıncayı ele alalım; onun ayaklarının ikisini koparalım. Karınca olarak yaşaması güçleşir.

“İnsanoğlu doğduğu zaman onun da örümcek, kuş ve karınca gibi bütünlüğü vardır, ve tamdır. Onun zihinsel kanatlarını ve ayaklarını göremeyiz ama, eğer yakından bakar, çocuğu gözler, onun sorduğu sorulara dikkat edersek, muhteşem bir potansiyel ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Bu potansiyel çocuğun bütünlüğünün bir parçasıdır; bu bilişsel yetenek insan olma dediğimiz bütününün bir parçasıdır.

Özdeşim ve çelişki yasasına uyulmayan ortamlarda, farkına varılmadan çocuğun zihinsel kanatları ve zihinsel ayakları koparılmaya başlanır. Zihinsel kanatları ve zihinsel ayakları koparılan çocuk gelişemez; insan olma muhteşemliğini gerçekleştiremez. (s. 118)

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

“-Algılama ile kişisel bütünlük arasındaki ilişkiden söz etmek istiyorum. Kişisel bütünlüğün ilk koşulu gerçeğe saygıdır, demiştim. Algıladığı gerçeğe kişinin koşulsuz saygısı olmalıdır. Gerçeğe saygısı olmayan insanın kişisel bütünlük içinde kalması mümkün değildir.

“Algılanan bu gerçek, işine geldiği için öylesine algılanmış ‘çarpıtılmış gerçek’ değil. Kişinin niyetinin saflığı içinde algılanan gerçekten söz ediyorum. Gerçeği çarpıtmak yalan söylemenin kılıfı olarak kullanılabilir; böylece yalan söyleyen kişi, gerçeği çarpıtarak kişisel bütünlük içinde imiş gibi görünür. Bu tür ‘mış gibi’ bir durumdan söz etmiyorum.

Gerçeğe saygısı olmayan insanın kişisel bütünlük içinde kalması mümkün değildir.” (s. 120)

posted in PSİKOLOJİ | 1 Comment