SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
Hz. Muhammed’e mucize verilmiş midir?
Hangi İslam
Sözcük olarak ‘aciz bırakan, karşı konulmayan, benzeri yapılamayan, harika’ anlamına gelen mucize; kavram olarak da: ‘İnandırmak ve ikna etmek amacıyla, Allah’ın peygamberleri şahsında yaptırdığı, yarattığı, gösterdiği fiil’ anlamına gelmektedir.
Kur’an’da kelime olarak geçmeyen mucizeyi karşılama anlamında ‘ayet, ayat, beyyine, delil ve delail’ kelimeleri kullanılmıştır. Ayet: ‘Belli olan bir alamet, bir şeyi ispat eden delil veya işaret’ demektir.
Mucizenin yaratıcısı/yapıcısı Allah’tır. Yani, mucize, Allah’a ait bir fiildir.
Kur’an, elçi gönderilen toplumlardan ve o toplumların azgın, inkarcı ve ileri gelenlerinin elçilere karşı koymalarından ve Allah’ın da karşı koyanları ikna, elçinin de haktan olduğunu ortaya koyma amacına yönelik bir çok mucizeden söz etmektedir. Kur’an’da ismi geçen hemen hemen bütün peygamberler çeşitli mucizeler göstermiş, fakat yine Kur’an’ın bildirdiğine göre, gösterilen bu mucizeler bir yarar sağlamamış ve genellikle inkarcılar yok(helak) edilmişlerdir.
Diğer peygamberlere yaptırdığı mucizelerden açık-seçik söz eden Allah, Hz. Muhammed(s)’e de mucize vermediğini aynı açıklıkla ifade etmektedir. Bu konuda, Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Bu ayetleri aktarmadan önce bazı hususları belirtmekte yarar var: Hz. Muhammed(s)’in gösterdiği mucizeler olarak Kur’an’dan gösterilen bazı ayetlerin yanında -ki o ayetlere değineceğiz- yüzlerce hadis rivayet edilmektedir.
Bu konudaki bütün hadisler uydurmadır. Ayetler de yanlış tevil edilmektedir. Allah, Rasulune mucize vermediğini bildirmiş olmasına rağmen; bunca yalanın uydurulmuş olması psikolojik tatmin ve Peygamberi yükseltme kompleksinden başka bir şey değildir. Diğer peygamberlerin göstermiş olduğu mucizelerden daha büyük ve sayı olarak da daha fazla mucizeyi peygambere mal ederek, onu diğer peygamberlerin önüne geçirme gayreti, insanları mucize uydurma yarışına sokmuştur.
Oysaki mucizelerin peygamberlerin şahıslarında gerçekleşmiş olması, onların üstün oluşundan ve kendi güçlerinden kaynaklanan bir şey değildir. Yani mucize, peygamberlerin değil; Allah’ın eseridir: “And olsun Biz, senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allah’ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah’ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman (Allah’ın ayetlerini) boşa çıkarmaya uğraşanlar, hüsrana uğrarlar.”(Mü’min -78).
Gerçek bu olunca da binlerce mucize de göstermiş olsa; bu peygamberlere bir şey kazandırmaz. Rasulullah (sav)’de isterse hiç mucize göstermemiş olsun; isterse binlerce mucize göstermiş olsun bu onun değerini, büyüklüğünü ve üstünlüğünü ne artırır ne de azaltır. Çünkü: mucize göstermiş olsa bile, Mucizede onun -diğer resullerde olduğu gibi- bir katkısı yoktur.
Zira, mucizenin kaynağı asla peygamberler değildir. Mucizeler peygamberlerin kendi yetenekleri ile gerçekleştirdikleri, kendi üstünlükleri ve güçlerinin eserleri olan şeyler değildir. Mucize: Ancak Allah’ın iradesi ve dilemesi ile insanın, eşyanın ve doğanın yapısında meydana gelen ‘olağanüstü’ değişikliklerdir. Burada, ‘aracı’ olmanın ötesinde peygamberlerin hiçbir rolü yoktur. Önemli olan araç değil, araca hükmeden güçtür. Bu bakımdan mucize, şahsında gerçekleşene bir üstünlük vermez. Çünkü, ‘yaptıran olmazsa, aracının hiçbir şey yapmaya, gerçekleştirmeye gücü yetmeyecektir.’
Peygamberlerin şahsında gerçekleşen mucizeler (ayetler), onların üstünlüklerini belirtmek için değil; yaratıcının gücünü insanın idrakine sunmak içindir.
Mucizeler, sanki onları gösteren peygamberlerin eseriymiş; sanki onların şahsi özellikleriymiş gibi algılanarak; mucize sahibi peygamberler, mucizeleri ile yüceltilerek adeta bir destan kahramanı yapılmışlardır. Böyle olunca da peygamberler, getirdikleri mesajla değil; şahıslarında | gerçekleşen mucizelerle anılmakta ve aralarında üstünlük yarışına girişilmektedir. Her ümmet/toplum kendi peygamberini yaptığı mucizelerle öne çıkarmakta; onu diğer peygamberlere üstün göstermeyi de, yaptığı/gösterdiği mucizenin büyüklüğü ile sağlamaya çalışmaktadır.
Şu gerçeği göz ardı eden zihniyete hatırlatmak gerekir ki: Müslüman olmak, peygamberlerin arasını açmadan, onları birbirinden ayırmadan hepsine iman etmeyi gerektirir, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün elçiler peygamberimiz; gönderilmiş kitaplar da bizim kitabımızdır. Hepsinin Allah’ı birdir. Hepsi aynı mesajı(dini) insanlığa sunmakla görevlendirilmişlerdir. Hz. Muhammed(sav) bizim peygamberimiz olduğu gibi, İsa(as)’da, Musa(as)’da, İbrahim(as)’de, Nuh(as)’da bizim peygamberimizdir. Allah (Bakara-4)’de Müslümanlardan bütün kitaplara ve peygamberlere iman etmelerini istemektedir.
Bu gerçeğe rağmen, Müslümanların Hz. Muhammed(s)’i üstün gösterme ve öne çıkarma yarışına katılmaları ve öne geçirmek için peygambere yapmadığı halde yüzlerce mucize(!) yaptırmaları, doğru sayılsa bile; bu mucizelerin, peygambere artı bir üstünlük sağlamayacağı gerçeğini değiştirmez. Çünkü, yukarıda da değindiğimiz gibi, mucizenin gerçek sahibi ve gerçekleştireni Allah’tır,
“İnkarcılar: “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut – 50) ve
“De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar verecek ve yarar sağlayacak durumda değilim. Her ümmetin bir süresi vardır. Onların süreleri dolduğu zaman, bir an bile onu geciktirmezler ve öne de alamazlar.” (Yunus -49) ayetlerinde mucizenin kaynağı açıkça belirtilmektedir.
Peygamberlerin kendiliklerinden bir şey gerçekleştirmeleri söz konusu değildir. Onun için yapılan olağanüstü işler onların adına bir üstünlük sayılamaz. Üstünlük ve güç Allah’ındır. Ayrıca biraz olsun aklını kullanan için, başta insan olmak üzere, evrende ne varsa hepsi birer ayettir(mucizedir). Bunca ayetle yetinmeyen ve Kur’an gibi bir mucize elimizde iken, uydurulan yalanları İslam’a yamamak kime ne yarar sağlayacaktır? İnanmayan; mucizeyi gözü ile gördüğü halde ikna olmayan insan, anlatılan -geçmişe ait- şeylerle inanır mı?
Elbette ki Rabb’imiz isteseydi, diğer nebilere verdiği gibi, Muhammed(sav)’e de mucize verirdi. Ancak vermemiştir; O’nun vermediğini, bizim vermeye gücümüz yetmediğine göre, geriye bir tek seçenek kalmaktadır: O da yalan uydurmak. Uydurulan bu yalanlara yaptığımız itirazlara, verilen cevaplarda alabildiğine çarpık bir imani yapının sergilenmekte olduğunu görmekteyiz. “Peygamber mucize göstermemiştir” sözüne karşılık: ne yani(!)”Allah’ın her şeye gücü yetiyor da buna mı yetmiyor?”; “Allah istese yapamaz mı?” denmektedir. Sanki onlara: ‘Allah’ın gücü yetmiyor’ diyen varmış gibi…
Elbetteki itirazımız, Allah’ın yapıp yapamayacağına değil; itirazımız, Allah’ın böyle bir şeyi Hz. Muhammed(s)’e yaptırdığı inancınadır. Zira, Kur’an’da birçok ayette Allah, Hz. Muhammed(sav)’e mucize vermediğini açıkça bildirmektedir. Allah’a rağmen bizim: “Hayır, yapmıştır, göstermiştir” demeye hakkımız var mı?
Kaldı ki, Kitab’ın bildirdiğine göre: Allah, hangi topluma mucize göstermişse, o toplumun gösterilen mucizeye rağmen inanmayanlarını genellikle helak etmiştir. Şayet, Hz. Muhammed’e de mucize verseydi, mucizeye rağmen inanmayanların sünnetullah gereği helak olması gerekirdi.
Peygamberden mucize göstermesini isteyen müşriklere karşı, Allah’ın verdiği cevaplar, Rasulullah(s)’e mucize verilmediğini açıkça belirtmektedir.
Şimdi Allah’ın; Peygamberimiz(sav)’e mucize vermediğini belirten ayetleri aktaralım:
“Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!” (En’am – 35)
“Hayır, dediler, (bu) karmakarışık hayallerdir; hayır onu uydurmuş; hayır o şairdir. (Eğer gerçekten peygamberse) öncekilerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin.” (Enbiya – 5) “Bundan önce helak ettiğimiz hiçbir kent(halkı) inanmamıştı, şimdi bunlar mı inanacaklar?” (Enbiya – 5,6)
“İnkar edenler, “Rabbinden Muhammed’e bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler. Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir yol göstereni vardır.” (Ra’d – 7)
“İnkar edenler, “Rabbinden Muhammed’e bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler. De ki: “Doğrusu, Allah, dileyeni saptırır, kendisine yöneleni doğru yola iletir.” (Ra’d – 27)
“Muhammed’e, Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mi?” diyorlar. De ki: “Görünmeyen ancak Allah’a aittir, bekleyin, doğrusu, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (Yunus – 20)
“İnkarcılar: “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut – 50)
“Eğer kendisi ile dağların yürütüldüğü, yahut arzın parçalandığı, yahut ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı!… Hayır bütün işler Allah’a aittir, insanlar hala anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, bütün insanları doğru yola iletirdi? Yaptıkları işler yüzünden inkar edenlerin başlarına ani bela(lar) gelmeye devam edecek, yahut yurtlarının yakınına konacak (yahut sen onların yurtlarının yakınına konacaksın), Allah’ın vaadi gelinceye kadar bu böyle sürüp gidecektir. Allah sözünden caymaz.” (Ra’d – 31).
“Mucizeler göndermekten bizi alıkoyan husus, öncekilerin onları yalanlamış olmasıdır. Semudlulara, gözle görülebilen bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa, Biz mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz.”(İsra -59)
Yukarıdaki ayetler, Rasulullah (sav)’dan mucize rivayet edenleri yalancı çıkarmaktadır. Kuşkusuz mucizelerle ilgili haberlerin dayandırıldığı sahabeleri bu nitelemeden tenzih ederiz. Onların bu işle hiçbir biçimde ilgileri yoktur. Ne var ki yapılan rivayetlerin bir yerlere dayandırılması gerekmektedir. Bu nedenden dolayı, başta Rasulullah olmak üzere, birçok sahabe adına yalanlar uydurulmuştur, işin ilginç yanı, temel kaynak olarak kabul edilen İslami eserlerde bu konu kabul görmüş ve pekiştirilmesi konusunda birçok izahlar yapılmıştır. Haber baştan doğru kabul edilince, onu sağlamlaştırmak ta Müslüman alimlere düşmüştür. Mucizenin olduğuna dair uydurulan rivayetlerin, Kur’an’la sağlamasının yapılmamış olması, iyi niyetli birçok kimseyi yanılgıya düşürmüştür, işin başında uydurulan yalan, fark edilmediğinden -iyi niyet yüzünden-, sonra gelenler tarafından da kabul görmüş ve inancımızda tartışmasız bir şekilde yer etmiştir.
Ancak Müslümanların yeniden Kur’an’a yönelmeleri ve onu birinci kaynak olarak almaları, inancımızda yer etmiş yanlışların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Din yeniden kaynağıyla buluşmuş, bid’at ve hurafelerden arındırılmaya başlanmıştır.
Rasulullah’ın mucizelerine(!) Kur’an’dan delil olarak gösterilen ayetler, mucizenin olduğunu baştan kabul eden zihniyetin ayetleri yanlış tevil etmesinden başka birşey değildir. Özellikle, Kamer Suresi’nin l. ve 2. ayeti (ayın yarılması olayı), İsra Suresi’nin l. ayeti (Gece yürüyüşü/Mi’rac hadisesi), Necm Suresi’nin 7. ayetinden 20.ayetine kadarki ayetler (Peygamberin Sidretü-l Münteha’da Allah ile buluşması), İnşirah suresinin l. ayeti ( Peygamberin göğsünün yarılması olayı) Peygamberin mucizeleri olarak gösterilmektedir.
Bu ayetlerle ifade edilmek istenen gerçeğin şu şekilde olduğuna inanıyoruz:
Ayın yarılması:
Kamer – 1. ve 2. ayetleri: “O saat yaklaştı, ay yarıldı. Bir mucize görecek olsalar yüz çevirirler ve süregelen bir büyüdür” derler.
Benzeri birçok ayette olduğu gibi bu ayetlerde de kıyametin kopacağı(koptuğu) zaman olacak olan olaylardan birini anlatmaktadır. Kıyametin kopması ile ilgili ayetlere bakıldığında da görülecektir ki: Birçok olay, ya olmuş gibi veya olmaktaymış gibi anlatılmaktadır. Yani, gelecekte olacak birçok şey sanki olmuş gibi geçmiş zaman kipiyle veya şimdi oluyormuş gibi canlı ve kesin bir ifade kullanılarak verilmektedir. Özellikle, cennet ve cehennem sahneleri şu anda oluyormuş, gerçekleşiyormuş gibi anlatılmaktadır. Oysa biliyoruz ki, cennet ve cehennemle ilgili olacak olanlar kıyamet koptuktan sonra gerçekleşecektir. Bu da gösteriyor ki, bu Kur’an’ın sık sık kullandığı bir anlatım yöntemidir.
Bu ayet, kıyamet kopacağı zaman gerçekleşecek olan ‘ayın yarılması’ olayından söz etmektedir. Buna başka anlam vermek mümkün değildir. Zaten rivayetlerdeki çelişkiler de rivayetlerin ne denli gerçekten uzak olduklarını göstermektedir. Olayın oluş biçimi, oluş zamanı, tanıkları ve olayla ilgili verilen bilgiler incelendiğinde; rivayetlerin gerçeği yansıtmadığı gün gibi ortaya çıkmaktadır. Ayette, “saat yaklaştı, ay yarıldı” denmektedir. Yaklaşan şey kıyamettir. Saat kıyamete işarettir. Böyle olunca, ayet, ayın yarılma hadisesini kıyametin kopacağı zamanda olacak bir olay olarak belirtmektedir. Yoksa, ayın yarılmasını, saatin (kıyametin) yaklaşmasına bağlanmazdı.
Olayı rivayet edenlerin olayın oluş tarihinde ya doğmamış veya henüz çocuk yaşta oldukları ve ravilerden yalnızca bir-iki kişinin olgun yaşta olduğu ve Peygamberin çok yakınında yer alanlardan hiç kimsenin olaya tanık olmayışı da dikkate alınırsa, bu konudaki haberlere ne denli güvenilmesi gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bu konudaki birçok rivayet, olayın bir anda olup bittiğinden; ayın iki parçaya ayrıldığından ve parçalarından birisinin dağın bir tarafına, diğerinin de diğer tarafına indiğinden söz etmektedir. Bu rivayetler akla şu soruları getirmektedir: Mucize bir gerçeği ortaya koymak için yapılmaktadır; Kur’an’ın değindiği bütün mucizelerde bu ‘işin şartı’ olarak ifade edilmektedir. Ve mucize gösterileceği zaman bu açıktan ilan edilmekte ve inkarcıların görecekleri ve tanık olacakları şekilde ortaya konmaktadır. Çünkü, mucizenin gerçek muhatabı müşrikler ve kafirlerdir. Ve Kur’an’da meydana gelmiş mucizeler açıkça yer almakta ve neticeleri ilan edilmiş olmasına rağmen bu mucizeye(!) hiçbir açıklık getirilmemektedir.
Ayın yarılarak ikiye ayrılması ve her bir parçasının dağın ayrı ayrı yanlarına inmesi ise işin ravilerce gözden kaçırdıkları başka bir yanlışları. Öyle ya, ay her ne kadar gökyüzünde küçük bir parça olarak görülüyorsa da şu bilinen bir gerçektir ki; her bir parçasının değil dağın bir yanına sığması, bütün bir Arap Yarımadasına sığması bile mümkün değildir. Çünkü ay, dünyanın dörtte biri büyüklüğündedir. Ne var ki anlaşılan, o günün şartlarında ayın gerçek büyüklüğünü bilmeyen raviler (daha doğrusu olayı o raviler adına uyduranlar) böyle bir yanlışa düşmüşlerdir.
Mucizenin amacına ulaşması için yeterli bir süreyi kapsaması gerekirken, olayın göz açıp kapayıncaya kadar bir sürede olduğunun rivayet edilmesi, yapılan rivayetin bir anlam taşımadığını ve gerçeği yansıtmadığını ortaya koymaktadır.
Göğsün Açılması/Kalbin Yarılması
Göğsün açılması ile ilgili rivayet özetle şöyledir: Peygamberimizin dört kez göğsü açılarak kalbi temizlenmiştir. Bunlardan, birincisi, henüz çocukken sütannesi Halime’nin yanında, ikincisi on yaşlarında çölde üçüncüsü Hira mağarasında ilk vahiy geldiğinde, dördüncüsü de Miraç esnasında meydana gelmiştir. Kütüb-i Sitte ve diğer islam kaynaklarında bu konuda birbirinden farklı ve çoğu yerde de birbiriyle çelişen birçok rivayet bulunmaktadır. Ortak olan anlatıma göre, beyaz elbiseli görevliler peygamberi yere yatırıyor, göğsünü açıyor, kalbini dışarı çıkarıp altın kaptaki zemzem suyu ile yıkayıp kalbinin üzerinde bulunan kan pıhtısını da attıktan sonra işlemi tamamlıyorlar. Ve bu işlem yukarıda da değindiğimiz gibi ayrı ayrı zamanlarda ve yerlerde dört kez tekrar edilmiştir.
Bu rivayetler ayrıca,”Ey Muhammed ! Senin göğsünü genişletmedik mi? (İnşirah -1) ayeti ile desteklenmiştir. Ayetle de desteklendiği için kesin olmuş bir hadiseymiş gibi Müslümanların düşüncesine yerleşen bu uydurma göğüsün yarılması olayının kritiğini yaptığımızda, gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı açıkça görülmektedir. Hadis rivayetleri üzerinde durmaya değer görmüyoruz. Zira uydurma oldukları, olayın hikaye edilişinden de anlaşılmaktadır. Sanki, Allah elçi seçeceği kulu bilmiyormuş gibi temiz kalpli birini yaratacağı veya seçeceği yerde; elçi seçmeye karar verdiği kimsenin kalbini temizleme gereği duymuştur. Ayrıca temiz olması gereken -her canlıda bulunan- bir et parçası olarak düşünülmesi de olayın nasıl bilinçsiz bir temele oturtulduğunu göstermektedir.
Neden bir kez değil de dört kez kalp ameliyatı yapıldığı da işin başka bir gülünç yanı. Bu ameliyata neden ihtiyaç duyulduğu da ayrı bir sorun. Dini, ‘efsaneler ve kıssalar dini’ haline sokanlar uydurdukları bu yalanla, bütün bir islam alemini kandırmış olmaları, Müslümanım diyenlerin islam’dan ve onun Kitab’ı Kur’an’dan ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Bu, ‘hurafeci ve kıssacı’ çarpık zihniyet, Hz.Muhammed(sav) için “bütün bir alem onun hatırı için yaratılmıştır” diyen zihniyettir. Bütün evrenin kendisi için yaratıldığı bir kimseyi, ameliyatla ‘kalbini’ temizlenmesi gereken bir kişi konumuna düşürmek, bu zihniyetin ne kadar gerçek dışı, basit ve dayanaksız olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu gibi yanlış, yalan ve uydurma rivayetlerin inancımızda yer etmesi Kur’an’dan uzak kalmamız yüzündendir. Göğsün açılması deyiminin geçtiği diğer bazı ayetlere baktığımızda ne anlama geldiğini gayet net bir biçimde görmekteyiz. Örneğin:
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar…”(En’am – 125) ayetini ele alalım.
Şimdi bu ayete, “Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü meleklerine açtırarak kalbini zemzemle temizler” şeklinde anlam vermek mümkün mü? Veya, “Allah’ın göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabb’inden bir nur üzerinde değil midir?” (Zümer -22) ayetindeki “göğsün İslam’a açılması” deyimine; ‘göğsün yarılması(ameliyat edilmesi) anlamını vermek doğru olabilir mi?
Keza, “İnandıktan sonra, Allah’a nankörlük eden, kalbi imanla yatışmış olduğu halde(inkara) zorlanan değil, fakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl – 106); ayetindeki “kalbin küfre açılması”nı, Allah’ın, nankörlük, eden kimselerin göğüslerini meleklere yardırarak (ameliyatla), onları kafir yaptığı anlamını çıkarmak mümkün mü? Bu bütün küfredenlerin ameliyatla kafir yapıldıkları anlamına gelmez mi?
Gerek bu ayetler ve gerek ” (Musa) dedi ki: “Rabb’im benim göğsümü aç (risalet görevini yüklenebilmem için yüreğimi genişlet.)” (Taha – 25) ayetinde, göğsün açılmasının ne anlama geldiği açıkça ifade edilmektedir.
“Göğsünü açmadık mı” ayetini, bu ayetlerin ışığında değerlendirdiğimiz zaman görmekteyiz ki: ‘Göğsün açılması’ asla ameliyat edilme anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla bu konudaki rivayetlerin uydurma oldukları da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zaten, İnşirah suresinden bir önce inen “Duha” suresi ile bu ayetin devamı olan diğer ayetlere bakıldığında, göğsün yarılması(açılması) olayının ne anlama geldiği açıkça görülmektedir.
‘Duha’ suresinde, Allah, peygamberin giriştiği çetin mücadelede; karşılaştığı zorluklar, bitmez tükenmez saldırılar ve yaptığı davetin cevapsız kalması yüzünden, oldukça zor durumda kalmasından dolayı ona ‘moral destek’ vererek, yalnız ve sahipsiz olmadığını ve “sonunun iyi olacağını bildirerek, bıkmadan usanmadan yoluna devam etmesini istemektedir. Ayrıca, “seni yetim bulup, barındırmadı mı?, şaşırmış bulup yola iletmedi mi?, fakir bulup zengin etmedi mi?” ayetleri ile de kendisine daha önce verilen nimetler hatırlatılarak; bu sahiplenmenin devam edeceği belirtilmektedir.
“Göğsün açılması” da, ‘bir destek ve yardım anlamında’ bu nimetlerin arasında nimetlerden bir nimet olarak yer almaktadır. Bununla; bunalan, çaresizlik içinde kıvranan Rasulüne; sana düşen sadece uyarmaktır, onların iman etmeyişlerini kendine dert etme, gönlünü ferah tut, canını sıkma; kendini harap ederek bir yere varamazsın; ‘hesap görücü olarak’ onları bana bırak” denmektedir. Bu mesaj, Rasulullah’ı rahatlatarak ‘göğsünün açılmasını’ sağlamıştır.
Demek ki, “göğsün açılması” ayeti: Sıkıntılara ve zorluklara karşı yılgınlığa düşmemek; ümitsizliğe kapılmamak, morali bozmamak anlamına gelmektedir. Gerçekten de müşrik ve kafirlerin amansız saldırıları, her sahada boykota gitmeleri, iftira kampanyaları açmaları, alay etmeleri ve hakaretleri karşısında Allah Rasulü çok güç durumda kalmış ve bu durumun verdiği sıkıntıdan göğsü alabildiğine daralmıştı. Allah’ta ondaki umutsuzluk ve çaresizlik ‘hissini’ “göğsünü açarak” gidermiştir. Her türlü zorluğa katlanma ve dayanma gücünü ‘kendisinde bulma duygusunu’ Rasulüne aşılayan Allah; bunu “göğsünü açmak” olarak tanımlamıştır. Evet, göğsün açılmasının gerçek anlamı budur; yoksa ameliyat edilerek, kalbinin zemzem suyu ile yıkanması değil.
Göğsün açılması deyimini kendimize uyarlayarak açıklamaya çalışalım; örneğin, çok değerli bir eşyanızı yitirdiniz. Bu sizde sıkıntıya neden olmaz mı? Ve bu sıkıntıdan dolayı göğsünüz daralıp canınız sıkılmaz mı? Şayet yitirdiğinizi bulursanız bunun sizde meydana getirdiği rahatlamaya karşılık, “oh be göğsüm açıldı, rahatladım” demez misiniz?
Veya birine borcunuz var. Ödeme günü geldi ve ödeyecek paranız da yok. Çaresiz, ‘canınız sıkkın ve dünyanız kararmış’ bir durumdasınız. Şaşkın ve ne yapacağınızı bilememenin verdiği sıkıntısından göğsünüz daralmış bir haldesiniz, işte böyle bir durumda hiç ummadığınız bir arkadaşınızla karşılaşıyor ve o size borcunuzu ödeyecek miktarda para yardımında bulunuyor. Bu yardım sizdeki sıkıntıyı sona erdiriyor ve bunun verdiği rahatlamayı arkadaşınıza: “Allah razı olsun; göğsüm bayağı daralmıştı, sanki canım çıkacak gibiydi; yardımınla ferahladım, adeta dünyalar benim oldu”. Şeklinde veya diğer bir deyimle “oh be dünya varmış, göğsüm açıldı” demez misiniz? İşte Allah’ın Peygamber(sav)”göğüs açması” da bu anlamdadır.
Miraç Mucizesi
Hadis ve tarih kitaplarında anlatılan ve geleneksel kültürümüzde yer etmiş şekli ile miraç; Hz. Muhammed(sav)’in göğe yükselip, huzura kabul edilerek Allah’la bizzat görüştüğü sanılan olayın adıdır. Bu görüşmenin şöyle gerçekleştiğine inanılmaktadır:
Hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce, Recep ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşen miraç olayının iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber, Mescidü’l -Haram’dan Beytü’l- Makdis’e(Kudüs) götürülür. Kur’an gece yürüyüşü anlamına gelen bu aşamayı İsra suresinin birinci ayetinde şu şekilde anlatmaktadır:
“Eksiklikten uzaktır O(Allah) ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü, ona ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye.(böyle yaptık). Gerçekten O, işiten, görendir.”
İkinci aşama ise Hz. Muhammed (sav)’in Beytü’l Makdis’ten (Mescid-i Aksa) Allah’a yükselişi oluşturur. Kur’an’da anılmayan ve Miraç denilen bu olay çok sayıda hadisle(!) ayrıntılı biçimde anlatılır.
Hadislerde verilen bilgilerin hepsini buraya almaya gerek görmediğimizden konuyu özetlemeye çalışacağız. İsteyen daha detaylı bilgi için hadis kitaplarının konu ile ilgili bölümlerine bakabilir. Buna göre Miraç olayı özetle şöyle gerçekleşmiştir:
Peygamber, Kabe’de uykuda olduğu bir sırda Cebrail gelip göğsünü yarıyor, kalbini zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruyor. Burak adlı bir binekle Mescid-i Aksaya götürüyor. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Hz.Muhammed(sav), onlara imamlık yaparak namaz kıldırıyor. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başlıyorlar. Göğün birinci katında Hz.Adem(as), ikinci katında Hz. İsa(as)ve Hz.Yahya (as) üçüncü katında Hz.Yusuf(as), dördüncü katında Hz.İdris(as), beşinci katında Hz.Harun(as), altıncı katında Hz.Musa(as), yedinci katında Hz. İbrahim(as) ile görüşüyor. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü’l Münteha’ya kadar devam ediyor. Cebrail; “Buradan öteye geçecek olursam yanarım” diyerek orada kalıyor.
Hz. Peygamber(sav) Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürerek Allah’ın huzuruna varıyor. Bu yükseliş sırasında kendisine cennet ve cehennem gösteriliyor, ümmetinden Allah’a şirk koşmamış olanın cennete gireceği müjdesi veriliyor önce elli vakit namaz farz kılınıyor; Allah’la yapılan pazarlık neticesinde elli vakit namaz beş vakte indiriliyor.
Allah’la görüşmeyi tamamlayan Hz.Muhammed(sav), dönüşte Musa (as)’a uğruyor. Musa: “Ne ile emrolundun?” diye soruyor. Hz.Muhammed(sav): “Elli vakit namaz” diye cevap veriyor. Bunun üzerine Musa (as): “Hergün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın” diyor. Hz.Muhammed(sav)’de yeniden Allah’a giderek vakit sayısını azaltmasını istiyor, Allah’ta on vakit azaltıyor. Peygamber dönüşte yeniden Hz.Musa(as)’a uğruyor. Hz.Musa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” diyor. Hz.Musa(as)’ın bu uyarıları ile namaz beş vakte indirilinceye dek Hz.Muhammed(sav)’ın Allah’la görüşmeye gidip gelişi devam ediyor. Peygamber, namaz beş vakte indirildikten sonra yeniden Hz.Musa’ya uğruyor. Musa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceği uyarısında bulunarak yeniden Allah’a dönmesini ve biraz daha azaltmasını istemesini söylüyor. Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söylüyor. Ve miraç olayı böylece tamamlanmış oluyor.
Olayın birinci aşaması ayetle sabittir. Bu konuda hiç kimsenin bir itirazı olamaz. Bizim itirazımız olayın ikinci aşamasıyla, yani miraç kısmı ile ilgilidir. Allah, bir kısım ayetlerini göstermek amacıyla kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yürüttüğünü söylemektedir. Kur’an bu ayetlerin/belgelerin neler olduğu konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Bu tamamen gaybi bir konu olup, Kur’an bu konuda başka hiçbir şeyden söz etmemektedir.
Şimdi Miraç hadisesinin neden uydurma olduğunu izah etmeye çalışalım. Muhaddisinden siyercisine, aliminden cahiline varıncaya kadar, İslam toplumunun büyük bir çoğunluğunca gerçekliği kabul edilen miraç olayı, Kur’an’ın dışında başka kaynaklara dayandırılan bir olaydır. Ve olay tamamen uydurmadır.
Aslında olayı nakleden hadisler üzerinde düşünüldüğünde, olayın uydurma olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Ancak hadislerdeki çelişkilere değinmeden önce, olayı Kur’an açısından değerlendirmeye çalışalım:
1 – Konunun başında da izah etmeye çalıştığımız gibi Kur’an, Hz.Muhammed’e mucize verilmediğini söylemektedir.
2 – Kur’an, gece yürüyüşünün nasıllığı hakkında hiçbir ipucu vermemektedir. Eğer olayın mucize yönü bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması şarttır. Oysa olay tamamen peygamberin şahsında gerçekleşmiş bir olay olup mahiyeti bilinmemektedir.
3 – Namazın ilk kez Hz.Muhammed ve ümmetine farz kılınan bir ibadet olmayıp, daha önceki ümmetlere de farz kılınan bir ibadet olduğu Kur’an’da açıkça belirtilmektedir. “Kitap’ta İsmail’i de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekat vermeyi emrederdi…” (Meryem -54,55)
4 – Kur’an’da namazla ilgili onlarca ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerde namazın vakitleri, şartları ve önemi vurgulanmaktadır. Söz konusu ayetler değişik zaman aralıklarında vahyedilmiş olup, her biri başta namazın rükünleri ve vakitleri olmak üzere birçok değişik boyutunu anlatmaktadır. Şayet namaz Miraçla belirlenmiş olsaydı ayrıca Kur’an’da bu kadar değişik şekilde anlatılmazdı. Özellikle vakitleri bildiren ayetlere bakıldığında her bir vaktin değişik bir ayetle belirtildiği görülmektedir. Miraç hadisesinde namazın vakitleri belirlenseydi Kur’an’ın değişik yerlerinde vakitler konusu tekrar tekrar işlenmezdi.
5 – İsra suresinden önce inen surelerde de hatta ilk indiği konusunda ittifak bulunan sure olan Alak suresinin onuncu ayetinde de namazdan söz edilmektedir. “Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu(namazdan)? (Alak -9,10); “Rabb’inin adını anıp namaz kılan.”(Ala – 15). Oysa ki miraç olayının vahyin on ikinci yılında olduğu iddia edilmektedir. İlk inen Vahiy ile İsra suresinin indiği zaman aralığında birçok ayette namazdan detaylı bir şekilde söz edilmektedir. Yani namaz Miraç hadisesinden çok önce farz kılınmış bir ibadettir.
6 – Allah’a mekan izafe edilemez. Oysa ki, Peygamber’in yolculuk güzergahı ve sonu bir mekanda noktalanmaktadır. Bu olgu Kur’an’a ters düşmektedir.
Rivayet edilen hadislere gelince:
l – Günün 24 saat olduğunu bilen Allah, nasıl olur da 50 vakit namazı farz kılar? Uyku için 7-8 saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan 16 saate bölünecek olunursa, yaklaşık her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak nasıl mümkün olabilir? Mümkün değil diyorsak, mümkün olmayan birşeyi Allah’ın kullarından isteyebileceğini nasıl düşünebiliriz?
2 – Nasıl bir Allah ki, kullarının gücünün neye yetip yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor? Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülebilinilir mi?
3 – Hz.Musa ile karşılaşma işi olmasa, bu azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadislere bakılırsa Hz.Musa oldukça akıllı, Peygamberimiz de akılsız bir konuma düşürülmektedir. Demek ki Hz.Musa (dikkat edin, diğer peygamberler değil. Çünkü olay israiliyat olduğu için, Hz.Musa da İsrail oğulları’na gönderilen bir peygamber olduğundan olay onun adına uydurulmuştur. Ve bu olayla Hz.Musa, Peygamberimizden daha akıllı ve üstün gösterilmek istenmektedir) olmasaydı deyim yerinde ise “biz happı yutmuş” olacaktık, iyi ki Hz.Musa peygamberimize akıl vermiş(!). Öyle ki; Hz.Musa, Allah’ın ve Hz.Muhammed(sav)’in düşünemediği şeyi düşünmüş(!). Bu anlayış, Allah’ı ve Rasulünü alay konusu ettiğinin farkında olmayacak kadar kör bir anlayış değil mi?
4 – Namaz Miraçla farz kılındıysa daha miraca çıkılmazdan evvel Hz. Muhammed’in diğer peygamberlere imamlık ederek, namaz kıldırmış olduğunun ayni metinlerde anlatılması büyük bir çelişki değil midir?
5 – Elli vakitten beş vakite düşürülünceye kadar Allah’la pazarlık yapılmasının ve bunun ilk gidişte bitirilemeyip, pazarlığın birkaç kez yapıldıktan sonra neticelenmesini izah etmek mümkün mü?
Gerek Kur’an’dan, gerek bu konuda rivayet edilen hadislerdeki tutarsızlıktan yola çıkarak konuyu izah etmeye çalıştık. Kuşkusuz daha birçok şey söylemek mümkün. Ancak biz konunun anlaşıldığına inanıyor konuyu burada bitiriyoruz.
(Erhan Aktaş http://www.kuranmuslumani.com/2007/10/07/hz-muhammed-save-mucize-verilmis-midir/#comment-5782 )
posted in Mucize | 4 Comments