MİSTİK AKIMLAR VE NEW AGE
ALLAH ANLAYIŞI VE MİSTİK AKIMLAR
Allah’ın yalnızca yaratıcı(var ve bir) olduğunu bilmek ya da O’nu yalnızca yaratıcı(var ve bir) olarak kabul etmek bireyin yaşamında ender zamanlarda kısmi değişikliklere yol açmaktadır ancak bu değişiklik onun gelişimine anlamlı ve ciddi bir katkı sağlayacak düzeyde değildir.
29Ankebut/65-“Bir gemiye bindikleri zaman (ve kendilerini tehlikede gördükleri sırada) (işte o anda) içten bir inançla yalnız Allah’a yalvarıp yakarırlar; sağ salim karaya çıkar çıkmaz da bazı hayali güçleri (tekrar) O’na ortak koş(maya başl)arlar.”
Allah’ı doğru tanımak da, yeterli bir durum olarak görülmez. Allah’a, Allah’ın istediği gibi inanmak, kişinin yaşamını olumlu etkilemektedir. Allah’a, O’nun iradesine uygun kulluk, Allah’ın ihtiyaç duyduğu bir durum da değildir. Buna, insanlar gereksinim duyar ve onunla güç ve enerji kazanır. Bu güç ve enerji, sanal veya salt psikolojik bir terapi değildir. Gerçeğin gerçekten yaşanmasıdır. O, gerçekten insana yardım ediyor, insan da bundan güç kazanıyor. Çünkü Allah, yardım ettiği zaman gerçekten yardım etmektedir.
35Fatır/15-“Ey İnsanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz, ama O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Öyleyse gerçek övgüye layık olan O’dur.”
36Yasin/43-44-“Biz istesek onları suda boğarız da kendileri için ne imdat çağrısı yapan olur, ne de kurtarılırlar. Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir süreye kadar daha yaşasınlar diye kurtarılırlar.”
Allah tasavvuru, insanın gerek kendisiyle gerekse de çevresiyle olan ilişkisine yön vermektedir. Eğer Allah tasavvurunuzda, yalnızca Allah eşsiz, benzersiz, ortaksız ve her şeye kadir ise üzerinize düşenleri yaptıktan sonra sizi aşan durumlarda bütün ümitlerinizi O’na bağlarsınız. Din adına tek söz sahibi, tek otorite O olur, kısaca sizi yalnızca O’nun kitabı bağlar. Bağlanacağınız tek sınırsız güç O olur. Allah’tan başkasına hak etmediği özellikleri, kısaca Allah’a ait nitelikleri yakıştırmazsınız. Bu bilinçteki birini de Allah asla yüzüstü bırakmaz.
Allah tasavvurunuz, O’nu yalnızca yaratıcı görme üzerine kurulu ise O’nu hayatınıza ya hiç karıştırmazsınız ya da O’nun hayatınıza sınırlı karışabileceğini düşünürsünüz. Zor zamanlarda karıştırıyorsanız bu, O’nun rolü konusunda emin olmadığınızı ve yaşamınızı çelişkilerle sürdürdüğünüzü gösterir.
Allah tasavvurunuz, Allahların çok olduğu veya her şeyin Allah olduğu inancına dayanıyorsa bu iddia sahipleri, siz ve yakın çevreniz olacaktır. Eğer Allahlık iddiasındaysanız bilmeniz gereken bir şey var; ilah evreni ve içindekileri yaratır, ilah evreni ve içindekileri yaşatır, ilah evreni ve içindekileri yönetir. Sizden önce de evren var olduğuna ve siz evreni yaratmadığınıza göre, canlıların tüm ihtiyaçlarını siz karşılamadığınıza göre, sizden ahlak ve adalet beklemek abesle iştigaldir (boş işlerle uğraşmaktır). Allahlık iddiasına bulunan insan insanlıktan çıkar, Allahlığın veya ilahlığın sefasını sürer. İlahları sorgulayacak bir güç olmadığına göre bu sorumsuz ve keyfi yaşam ciddi bir kast sistemi (katı sınıf ayrımını) ortaya çıkarır. Bu sistem olmadan varlığınızı sürdüremezsiniz.
27Neml/60-Peki kimdir, gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren? Öyle bir su ki, onunla, sizin bir tek ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz görkemli bağlar, bahçeler yeşertiyoruz! Allah’la beraber başka bir ilah, öyle mi? Hayır, hayır, (böyle düşünenler) yoldan çıkmış kimselerdir!
27Neml/61-“Peki kimdir, yeryüzünü (yerleşmeye) uygun bir yer haline getiren ve vadilerden dereler, ırmaklar akıtan; ve onun üzerine sağlam dağlar yerleştiren; ve iki büyük su kütlesi arasına bir engel koyan? Allah’la beraber başka bir ilah, öyle mi? Hayır hayır, (böyle düşünenlerin) çoğu (ne söylediklerini) bilmiyorlar!”
27Neml/62-“Peki kimdir, kendisine başvurduğunda darda kalmış olanın darına yetişen, kötülüğü gideren ve sizi yeryüzüne mirasçı kılan? Allah’la beraber başka bir ilah, öyle mi? Aklınızda ne kadar az tutuyorsunuz (bütün bu gerçekleri)!”
27Neml/63-“Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan ve rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? Allah’la beraber başka bir ilah, öyle mi? Allah, insanların ilahi(tanrısal) nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir!”
27Neml/64-“Peki, yaratılışı ilk defa başlatan ve sonra da onu aralıksız devam ettirip, yenileyen kimdir? Ve kimdir, sizi gökten ve yerden rızıklandıran? Allah’la beraber başka bir ilah, öyle mi? De ki: “Eğer ileri sürdüğünüz iddiaya gerçekten inanıyorsanız getirin o zaman delilinizi!”
27Neml/65-De ki: “Göklerde ve yerde olan hiç kimse, (yani) Allah’tan başka (hiç kimse,) yaratılmışların duyu ve tasavvur alanı dışında kalan gerçekleri(gaybı-geleceği) bilemez“. (Yaratılmış olanlar) öldükten sonra ne zaman diriltileceklerini de bilemezler;
Allah’a, O’nun bildirdiği ilkelere uygun olarak inanmadığı halde O’na bağlılık iddiası, Allah tarafından Allah’ı istismar olarak görülmektedir. Bu bağlılık, O’ndan onay almamakta ve O’nu hoşnut etmemektedir. İlahi kitaplar bu yönde mesajlarla doludur:
31Lokman/33-“Sakın ayartıcılar sizi Allah ile aldatmasın.”
35Fatır/5-“Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın günübirlik (dünya) yaşam sizi ayartmasın. Sakın ayartıcılar sizi Allah ile aldatmasın.”
TÜMTANRICILIK(Panteizm)
Panteizme göre, Tanrı yaratıcıdan çok varlıkların kendisinden türediği bir varlıktır, dünyayla özdeştir, birdir, aynıdır. Dünya Tanrı’nın yansıması, görünüşü veya türevidir. Panteizm her şeyi Tanrı gören anlayıştır. Tanrı, var olan her şeyin toplamıdır. Dünya, Tanrı’dan ayrı bir töz değildir. Panteizmde yaratmadan çok bir türüm, türeme söz konusudur. Tanrı, hem aşkındır, hem de dünyayla iç içedir. Bazıları Tanrı’yı dünyayla bir sayar. Bunlar maddeci panteistlerdir. Kimisi dünyanın Tanrı’dan türediğini, kimisi Tanrı’nın bir fikir olduğunu savunur. İlk savuncuları Stoacılardır. Plotinos’a göre, evren Tanrı’dan türemiştir. Spinoza’ya göre Tanrı ve evren iç içedir, bu ise maddeci panteizmdir. Fichte, Schelling, Diderot, Holbach ve Hegel de bir çeşit panteizmi savunurlar. Kimisi de, Tanrı’yı insana benzetme yoluna gitmiştir(İnsanbiçimcilik).
GİZEMCİLİK (Gnostisizm)
Gizemci ve çileci öğretiye göre Allah(Tanrı), doğru biçimde ancak birtakım kişilerin sezgisiyle bilinebilir. Gizemcilik, Hıristiyanlar arasında 2.yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Hıristiyan inancındaki ilk sapkın öğretidir.
Gizemci anlayışa göre Tanrı, akıl ve ilimle değil ancak aşkla bulunur ve bilinir. Kitaplarla, araştırmalarla elde edilen bilgi yerine sezgi, rüya, ilham ve perdenin açılması(keşf) yoluyla bilgi elde edilir. Bu bilgiye irfan ve marifet(bilinircilik) de denir. Mistikler bilgi edinmede normal duyumsal, deneysel, rasyonel ve bilişsel süreçleri değerli bulmazlar. Bilgi edinmeyi mistik deneyime ve akıldışı gizemli bir sezgiye bağlarlar. Bu sezgisel yöntemle madde dünyası aşağılanır, ona ilgisiz kalınır. Onlara göre, madde özü itibariyle kötüdür. Maddenin kötülenmesi beraberinde insan bedeninin de aşağılanmasını getirir. Bu ise, çileci yaşamı ve ruhbanlığı ortaya çıkarır.
Mistik anlayışa göre, dinin ve bilginin kaynağı, vahiy ve akıl değil, mistik mürşitlere gelen ilhamdır. İnsanlar; sıradan halk(avam) ve seçkinler(havas) diye sınıflara ayrılır. Evliyalar, pirler, abdallar, gavslar, kutuplar, mürşitler, üçler, yediler, kırklar, erenler, azizler, ruhaniler, kurtarıcılar, müritler, kurbanlar, sofular… Sıradan görülen halkın(avamın) mistik seçkinlere(havassa) mutlak itaati öngörülür. Mistik öğretilere göre seçkinler(havas) insanların kalplerinden geçen dahil, her şeyi bilirler.
Tasavvuf, herkesçe bilinemeyeceğine inanılan gizli bir öğretidir, Batıni bir anlayıştır. Mürit gelişimini, inzivayla ve çilecilikle elde eder. Dünyadan el etek çekmek esastır. Aklın değil duyguların, beynin değil gönlün yönlendirmesi doğrudur. Tanrı’nın seçtiği peygamberler ve onlara gelen kitapların rehberliğinden daha ziyade Allah ile doğrudan ve kişisel iletişim kurulabileceği savunulur. Yaşayanlardan daha ziyade ölülerden medet beklenir. Ölülerin yaşayanlar üzerinde tasarruf hak ve yetkileri olduğuna inanılır. Halkın kullanmadığı sözcüklerle, kılık kıyafetlerle, ses tonuyla, tutum ve davranışlarla halk üzerinde ruhani hava estirilerek onlar etkilenir. Hızır, derviş kerametleri, türbeler ve ruhlardan medet bekleme üzerine kurulu menkıbe adı altında çok sayıda gerçek ötesi efsanelerle insanlar düşünsel açıdan felç edilir. Onların düşünmesi ve sorgulaması dindeki en büyük suçlardan biri olarak belletilir.
Türbelere mum yakma, ağaçlara bez parçası bağlama, bazı gün ve gecelerin uğruna veya uğursuzluğuna inanma, ocak anlayışı (ailece şeyhliği ve seyitliği ilan etme), nazar boncuğu, kapıya, tarla ve bahçeye birtakım fetişleri asma ve dikme, bazı gün ve saatlerde iş yapmanın uğur getirdiğine inanma, kabirlere tevessül(aracılığına başvurma), kabirler üzerine bina yapma, ölü ruhlarından medet bekleme, ruhani törenler yapma, şeyhi uzun bir süre hayalinde canlandırma anlamına gelen rabıtayla şeyhe bağılılık, ruhların hayattakiler üzerinde tasarruf sahibi olduğuna inanma gibi.
Gizemcilik, Hinduizm ve Budizm kaynaklıdır. Eski Yunan felsefesi aracılığı ile Batı’ya, eski Mısırdaki Hermetizm ve İrandaki Maniheizm aracılığı ve eski Türklerdeki Şamanizm aracılığı ile İslam dünyasına girmiş tasavvuf akımıdır. Yahudilikte “Kabala”, Hristiyanlıkta “Gnostisizm” ve “Mistisizm” olarak ifade edilmektedir. Eski Yunanda Pisagor ve Platon bu düşünceye zemin hazırlamışlardır. Batı’da bugün ‘New Age’ akımı bu öğretinin yandaşı durumundadır. Bireyin ya zamanla tanrı olabileceğini ya da bizzat tanrı olduğunu ama henüz bunun farkına varamadığını iddia eder. New Age akımı, hiçbir değer ve ilke tanımamayı, keyfi bir yaşam sürmeyi amaçlar.
Mistik düşünce savunucularına, rahipler gibi yünden uzun elbiseler giydikleri için sufî veya belirli ilkeleri olmadığı için antik Yunandaki sofistler anlamında ‘sofi’ denmiştir.
MİSTİSİZMLE NE AMAÇLANMAKTADIR?
Mistisizm; yerine ve sahiplendiği dine göre farklı görüşler üzerine oturmuştur. Tektanrıcılık yerine panteizmi(evrenin Tanrı veya Tanrı’nın evren olduğu savı) veya panenteizmi (her şeyin Tanrı’dan sudur ettiği inancı), tevhid yerine vahdet-i vücudu(evrenin Tanrı’nın yansıması veya O’ndan bir parçası olduğu savı), peygamberler ve bilge insanlar yerine evliyayı, pirleri ve Hızır’ı, bilinen ibadetler yerine rabıtayı(şeyhi hayalinde canlandırmayı) ve türbelere tevessülü(aracılığına başvurma), din yerine tasavvufu (mistisizmi), akıl ve bilimsel bilgi yerine sezgiyi, vahiy yerine ilhamı ve menkıbeleri, doğal yaşamak yerine riyazeti(az yiyip-az uyumak/perhiz) ve ruhbanlığı(din adına dünya nimetlerinden uzak durmayı veya onları çirkin görmeyi), kitaplı eğitim yerine inzivayla(bir köşeye çekilerek) çileciliği, nesnel gerçekler yerine gizemciliği ve kerameti, sorgulama yerine her şeye boyun eğmeyi, okul yerine tekkeyi, öğretmen yerine şeyhi ve piri seçmiştir.
MİSTİSİZM VE İLGİ ALANLARI
Mysticism Yunanca (mystikos) gizemlere katılım anlamında kullanılmıştır. Mistisizmin bilinen en eski uygulamaları Mısır’da ‘Hermetiks’, antik Yunan’da ‘ezoterizm’, Hıristiyanlıkta ‘gnostisizm’, Yahudilikte ‘kabalizm’, İslam’da ‘tasavvuf’ adıyla ortaya çıkmıştır. Medyumluk, kehanet, sayıları ve harfleri kutsama anlamındaki Hurufilik de ‘okültizm’ adıyla anılmaktadır. Hepsi de, belli başlı ortak özelliklere sahiptir; Sırlara önem verirler, gizemci yapıya sahiptirler. Özellikle şu kavramlar bu öğretinin literatüründe yoğun biçimde işlenir:
Astroloji, tarot, astral seyahat, parapsikoloji, ruhçuluk(spiritualizm), kehanet, ezoterizm, okültizm, Hermetizm, Kabala, Maji, cinler, büyü ve büyücülük, falcılık, medyumluk, cincilik, üfürükçülük, muska, cevşen, tılsım, yıldız name, deccal, Mesih, rüya, Atlantis, mitoloji, feng shui, yoga, meditasyon, reiki, renk, hipnoz, ruhsal telkin, biyoenerji, manyetizma, telekinezi, gizli bilimler, UFO, fütürizm, karma, tenasüh veya reenkarnasyon, 9 bilinmeyen, paganizm ve wicca, Şamanizm, piramitler, uğur, uğursuzluk, şans, şanssızlık, nazar, ebcet, vampirler, fal ve tüm gizemler.
Mistik iddialar, ilahi dinden yola çıkmış ancak ilahi dine bir alternatif gibi algılanmış öğretilerdir. Propagandalarını din üzerinden yaparlar.
Gnostisizm, eski Yunanca’daki “sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki “gnosis” sözcüğünden türetilmiştir. Gnostisizm, İskenderiye’deki antik çağın en büyük kütüphanesindeki el yazmalarına sahipti. Bu kentteki okullarda bu kitaplara yer verilmesini Kilise sapkınlık olarak görmüştür. Gizemci anlayışa göre, hakikate ulaşmada dinler yetersiz olup bu ancak ruhsal yollarla edinilebilir. Onlara göre ruh ölümsüzdür. Gerçek yaşam bu fiziksel dünya değil ruhsal yaşamdır. Doğru bilgi, ancak ruhsal ilişkiyle seçkin insanlara verilir.
Gizemcilik İslam dünyasında ‘sofizm’ veya ‘sufizm’ biçiminde ortaya çıkmış ve daha sonra ‘tasavvuf’ adını almıştır. Antik Mısır’da, Hz. Yusuf peygamber olarak görevlendirilmiş, çok sonraları ise Hz. Musa elçilik yapmıştır. Peygamberlerden sonra orada ruhçuluk(spiritualizm) ve gizemcilik gizli tarikatlar olarak baş göstermiştir. Antik Mısır, Hz. İsa’nın doğumundan kısa bir süre önce Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirilmiştir. Antik Yunandaki sofist akımın etkileri, Mısır’daki ruhçulukla birleşerek İslam dünyasını da etkilemiştir. Zaten İran ve Türkistan buna hazır bir zemine sahipti. O dönemde Budizm bu bölgelerde bir şekilde taraftar bulmaktaydı.
Mistik anlayış, geniş halk kesimlerini etkilemektedir. Hindistan’da, Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da, şeyh veya pir adı altındaki bazı kişiler, Peygamber’le akraba olduklarını ve başkalarını da bağlayıcı olarak Allah’tan ilham aldıklarını iddia etmişlerdir. Onların yandaşları ise, bu kişilerin bazı sözde olağanüstü işlerini(kerametleri) bir menkıbe(mitoloji) olarak anlatarak ve abartarak taraftar toplamışlardır. Geniş halk yığınları da, kısa sürede her türlü kötülükten ve tehlikeden kurtularak rahata kavuşacaklarına ve şeyhe tam bağlılıkları karşılığında cennete gideceklerine inandırılmışlardır. Bunlar, her toplumda, her dinde değişik adlarla ve sanlarla din perdesi altında yayılmıştır.
Çok ilginçtir ki dini temaları işleyen bu anlayış, İblis’e(şeytanı), hak ve adalet düşmanı, insan düşmanı diktatör olan Firavun’a övgüler dizmekten çekinmemişlerdir. Değerlerin mücadelesini verenleri istismar ederek, onları kullanarak değerleri çiğneyenleri övgüye mazhar bulmuşlardır. Firavun’un cana kıymasını anlayışla karşılarken, fuhşu meslek haline getirenleri överlerken, Allah’ın bildirdiği pek çok değeri ya küçümsemiş ya da hafife almışlardır.
Şeytan; vahiy dilinde insanları saptırıcı, ayartıcı, yoldan çıkarıcı, bataklığa ve karanlıklara sürükleyici ahlakdışı, hukuk dışı kara güçlerdir. İnsanlık düşmanı herkes birer şeytandır. Ancak onlar şeytanlara övgü dizmekten geri durmamışlardır. Örneğin tasavvufun kurucu mimarlarından Hallâc-ı Mansûr, Tavâsîn adlı eserinin “Ezel ve İltibas Tâsîni” bölümünde, “Dostum ve üstadım, İblis ile Firavun’dur!” (Öztürk, s.231). “Mürit, şeyhi gerçek bir İblis de olsa ona itaat ve sadakat zorundadır.” (Y.N.Öztürk, Kur’an Açısından Şeytancılık, s.245). Yine tasavvufun en büyük önderlerinden Muhyiddin İbn Arabi’nin eserlerinde şu görüşleri savunduğu görülür: “Allah bana hamd eder, ben de O’na hamd ederim. O, bana kulluk(ibadet) eder, ben de O’na.” (Fusûsu’l-Hikem, s.1/83) “Müslüman putun ne olduğunu bilseydi, dinin putperestlikten ibaret olduğunu anlardı. Müşrik putun farkında olsaydı, dininde hiç dalalete düşer miydi?”(Fusûsu’l-Hikem, 1/258).
TASAVVUF VE KUR’AN
Kur’an’da tasavvufi öğretiye sıcak bakılmaz. Tasavvufa ait pek çok inanç ve rituel İslamdışı görülür. Allah’a ait niteliklerin(esmaü’l-hüsna) Allah’tan başkalarına yakıştırılması bir çeşit putlaştırmadır. İslam kişimerkezli din anlayışını doğru bulmaz. Çünkü İslam, Allah ve ahlak (değer) merkezli bir dindir. Peygamberler bile bu değerlerin aktarımcısı, savunucusu ve uygulayıcısıdırlar. İnsanlar peygamberlere değil, peygamberlerin de çağırdıkları Allah’a ve O’nun ahlaki değerlerle iç içe olan ilahi kitaplarına davet edilirler. Bu konuda Kur’an’dan bazı alıntılar:
1)Rabb’inizden indirilene uyun, başka velileri (evliyayı) izlemeyin-7A’raf/3,
2)Allah’a yaklaşmak amacıyla evliyalara umut bağlamayın-39Zümer/2-3,
3)Gerçek veli(evliya), Allah’tır-42Şura/9 2Bakara/257
4)Allah’tan başka evliya arayışı çoktanrıcı anlayışın(şirkin) bir uzantısıdır-7A’raf/3 13Ra’d/16 18Kehf/102 25Furkan/18 42Şura/6
5)Evliyaperestlik, ‘evliyaullah (Allah’ın velileri)’ ifadesini istismardan doğmaktadır. Oysa İslam’da evliya diye belirlenmiş özel bir sınıf yoktur-10Yunus/62-63 5Maide/55
a)Allah’a inananlar, birbirlerinin dostlarıdırlar(veli). Bu veli, ancak birbirlerine yardım eden, aralarında dostluk bulunan demektir. 5Maide/55 8Enfal/72-73 Ama ilahi güç sahibi, kutsallık, kurtarıcılık, Allah’a yaklaştırıcı, şefaatçi ve aracı, sığınılacak kişi, medet beklenilecek, umut bağlanılacak gibi Allah’a ait özelliklerin Allah’tan başkasına verilmesi Allah’ın bildirdiği değerlere aykırıdır-42Şura/46 46Ahkaf/32;
b)Veli olarak da, yardımcı olarak da Allah yeterlidir-4Nisa/75
6)Allah’a veli(sözde evliya) yoluyla rabıta yaparak, onu aracı kılarak ulaşmak anlayışı çoktanrıcı bir tutumdur(şirktir)-39Zümer/2-3 46Ahkaf/28
MİSTİK CEMAAT OLUŞTURMA TAKTİKLERİ
İnsanları aldatmanın, onların inançlarını ve duygularını sömürmenin, güç ve itibar kazanmanın çeşitli yolları vardır. Ancak din istismarcıları, genellikle tarih boyunca da günümüzde de benzer yolları izlemişlerdir. Bunlar;
1)Önce din büyüğü sayılan bir kişiye olağanüstü bazı özellikler yakıştırılır. Böylece insanlar onun etrafında daha kolay toplanırlar.
2)Sonra onun Allah’a çok yakın olduğuna vurgu yapılarak onun aracı ve kurtarıcı olması sağlanır.
3)Daha sonra yazdığı kitapları, Allah’ın ilhamıyla yazdığı iddia edilir.
4)En sonunda, o cemaate girmeyenin kurtuluşa ermeyeceğine vurgu yapılır. Böylece ayrı adı, ayrı önderi ve ayrı kitabı olan ayrı bir cemaat ortaya çıkar. Bu amaçla önderleri farklı giyinir, farklı konuşur ve farklı davranır. Aklını kullanan herkes, bunun bir oyun olduğunu anlar. Ancak bazıları arzularını ve duygularını okşadığı için bu durumdan etkilenir ve bu tuzağa düşerler. Gözleri büyülendiği için orada gördükleri pek çok olayı keramet sayarlar. Bir kabile kültürü veya suç çetesi gibi birbirlerine kenetlenirler. Yoğun hurafe bombardımanı ve hayali hikâyeler bunu güçlendirir. Buraya katılanlar orada olmanın bazı faydalarını görebilirler. Onları birbirine bağlayan şey zamanla menfaat ilişkisine döner. Aralarında akıl ve mantık temelinden yoksun bir sevgi ve dostluk bağı oluşur. (Bayındır, Aracılık ve Şirk)
MİSTİKLERİN SAVLARI
Mistik akımlar Allah konusunda panenteist bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Panenteizme göre Tanrı’nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Bu anlayışa göre Allah her şeydedir ve her şey Allah’tan sudur etmiştir (doğmuştur, çıkmıştır). Panteistler de evrende var olan her şeyin (canlı ve cansız tüm varlıkların, fizik kanunlarının) aslında bir bütün olarak Tanrı’yı oluşturduğunu iddia ederler. İnsanın da Allah’ın bir parçası olduğunu kabul ederler. Mistik anlayış Allah, evren ve insan ayrımı yapmaz. Böyle bir ayrımın göz ve akıl yanılsaması olduğuna inanır. Bunun sonucu olarak, onlara göre Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez. Yaratan ile yaratılan ayrımı yoktur. Doğayla Tanrı bir ve aynı şeydir. Ezoterik felsefeye göre Tanrı yaradan değil, var olandır ve evrenin tümüdür. Varlık, O’ndan var olmuştur, O’ndan çıkmıştır(sudûr). Her varlık O’ndan bir parçadır. Parçalar bir bütün hainde Tanrı’nın kendisidir. Evrende görülen şeylerden başka bir Tanrı yoktur. Tanrı, evrendeki bütün varlıkların toplamıdır. Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Tanrı, evren ve insan aynıdır. Evren, makrokozmoz, insan mikrokozmozdur. O’na dönüş ancak tekamül, tenasüh, ruh göçü, reenkarnasyonla olur.
Panteizmi ve panenteizmi, ilahi kitapları esas alan tüm dinler reddeder. Ancak antikçağ Grek Stoacıları, Yeni Platoncular ve Doğunun Vahdet-i vücut anlayışı, Yahudilerin Kabalası gibi anlayışlar panteizmi açıktan veya örtülü biçimde savunmaktadırlar. Çağımızda ruhçuluğu(spiritualizm) savunan ‘New Age’ akımı da benzer temaları işlemektedir.
43Zuhruf/15-“Buna rağmen insanlar, Allah’ın kullarından bir kısmını O’nun bir parçası saydılar. Gerçekten de insan apaçık bir nankördür.”
Arapça’da ‘varlığın birliği’ anlamına gelen ‘vahdet-i vücut’ anlayışı ile panenteizm (evreni Allah’tan sudur etmiş, hem evrene içkini hem de evrenden aşkın bir Tanrı anlayışı) savunulur. Örtülü bir biçimde de olsa panteizme kapı aralanır. Panteizmde Tanrı evren olarak görülürken, vahdet-i vücut anlayışında evrenin Tanrı, Tanrı’nın bir parçası veya Tanrı’nın bir yansıması olduğuna inanılır. Tanrı yaratmış, kendisini ilahi bir evren olarak sunmuştur.
Gizemcilik ve mistisizm bir mitostur. Gizi ve mitolojiyi kutsar. Aklın bulgularına değer vermez ve akılcı davranışı küçümser. Mistisizm(gizemcilik) ve ateizm, Tanrı ve değerler konusunda benzer temaları savunur ve birbirlerinin değirmenine su taşırlar. İlahi kitaplar(Kur’an, Tevrat, Zebur ve İncil), Tanrı konusunda varlık problemiyle (ontolojik) ilgilenmez. İlahi kitapların ele aldığı konular ve vurguladıkları noktalar, Allah’ın varlığıyla ilgili değildir. Hiçbir peygamber Allah’ın varlığını anlatma gibi bir görev üstlenmemiştir. İlahi kitaplar peygamberlere, “Allah’ın var olduğunu anlatın veya Allah’ın var olduğunu ispatlayın” gibi bir görev yüklememiştir. Kısaca Allah’ın varlığı konusu ne ilahi kitabın ne de peygamberin ilgi alanına girmemektedir. Onlar ahlaki değerler, insanları alçaltan ve değerli kılan (örneğin kula kulluk etmeme gibi) nedenler üzerinde durmuşlardır. Sözgelimi cana kıymayın, çalmayın, haksızlık yapmayın, aldatmayın, dürüst ve adil olun, zayıfı, yoksulu ve hastayı gözetin, kendinizi ve muhataplarınızı küçük düşürmeyin gibi.
Namaz, türbelerden medet beklemek yerine Allah’tan daha düzenli ve disiplinli bir şekilde yardım istemek ve Allah’ın bizlere sunduğu güzelliklerle O’nu unutmamak ve O’na teşekkür etmek için vardır… Zekât, paylaşmak için vardır… Oruç, yoksullarla empati kurmak ve iç disiplinli bir yaşam için vardır… Bu amaçla peygamberler tarafından sık sık dini buyrukları belirleyenin yalnızca Allah ve ilahi kitap olduğu vurgulanır ki insanların özgürlüğü birileri tarafından din adına kısıtlanmasın. Yine o peygamberler sınırsız güç sahibinin yalnızca Allah olduğunu vurgulamışlardır ki insanlar birilerine boyun eğip de kendilerini küçük düşürmesinler.
11Hud/1-2-“(Bu) İlahi bir kitaptır ki, ayetleri her şeyden bütünüyle haberdar olan hikmet sahibi (Allah) tarafından kendi içlerinde açık ve anlaşılır kılınmış, birbirleriyle açıklanmış ve ayrıca birbirleriyle bağlantılı olarak etraflı biçimde dile getirilmiştir ki, Allahtan başkasına kulluk etmeyesiniz. (Ey Peygamber, de ki:) “Bakın ben size Onun tarafından bir uyarıcı ve müjdeleyici (olarak) görevlendirildim:”
Diğer bir ifadeyle Allah’ın ilahi kitabının veya peygamberin gündeminde insani ve ahlaki değerler vardır. Müslüman; Allah, ilahi kitap ve peygamber deyince insani ve ahlaki değerleri anlar. Ne var ki mistik ve ateist tiplemeler, konuyu Tanrı’nın varlığına getirirler. Ateist, “Tanrı var mıdır? Zannetmiyorum. Varsa neden?” diye başlar sorularına. Mistik, “Tanrı vardır, ama Tanrı kimdir, gördüğünden veya benden başkası mıdır, evrenden ve evrenin içindekilerden başka Tanrı var mıdır? Ben birebir Tanrı olmasam bile bende de Tanrılık özelliği veya Tanrı’dan parça vardır” demeye getirir. Dikkat edilirse ateistin de mistiğin de gündeminde insani ve ahlaki değerler egemen değildir. “Tanrı ya yoktur veya varsa Tanrı benim” gibi. Oysa gündem Tanrı ise bu durumda O’nun bildirdiği değerleri konuşmak gerekmez mi? Ya hiç konuşmazlar veya ikincil sorun olarak gündeme getirirler. İki grup da Tanrı’nın bildirdiği değerlere odaklanmaz. Biri Tanrı’ya inanmadığı için konuyla da ilgilenmez, diğeri ise o zaten Tanrı olduğu için kendisi için artık bu kuralların geçerli olmadığını sabuklar. Ne de olsa ‘ermiş’, ‘aşmış’, ‘olmuş’tur. Kısaca insanlığını tamamlamış, insanlıktan çıkmış ve Tanrılığa soyunmuştur.
7A’raf/29-De ki: “Rabbim adaleti emretti…
4Nisa/58-“Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size bu şekilde ne güzel öğüt veriyor.”
6En’am/151-De ki: “Gelin, Allahın (gerçekten) neyi yasakladığını size anlatayım: Ondan başka şeylere asla ilahlık yakıştırmayın; anne babanıza iyilik yapın (ve onlara karşı saygısızlıkta bulunmayın); ve çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin; (çünkü) sizin de onların da rızıklarını sağlayacak olan biziz; açık veya gizli hiçbir utanç verici fiil(fuhuş) işlemeyin; ve haklı bir gerekçeye dayanmadan Allahın haram kıldığı cana asla kıymayın: Allah bunu size emretti ki aklınızı kullanabilesiniz;
6En’am/152-“ve rüşd yaşına erişmeden önce yetimin mal varlığına -onun iyiliği için olmadıkça- dokunmayın“. (Bütün alış verişlerinizde) ölçü ve tartıya tam olarak, adaletle uyun; (Biz) hiçbir insana taşıyabileceğinden daha fazla yük yüklemeyiz; ve bir görüş belirttiğinizde, yakın akrabanıza (karşı) olsa da, adil olun. Allaha karşı taahhütlerinize (daima) riayet edin: bunu Allah size emretti ki ders alabilesiniz.”
Oysa insanları mutlu-mutsuz eden, huzurlu-huzursuz eden konu Allah’ın varlığının ispatlanması ya da ispatlanamaması değildir. Asıl gerekçe, insan onuruna yakışan insani ve ahlaki değerlerin hayata hâkim kılınıp kılınmamasıdır. Dolayısıyla Allah’ın varlığını gündemlerinin en önemli konusu haline getiren din yandaşı ve din karşıtı oluşumlar insanların onurlu yaşamasının değil başka işlerin peşindedirler. Çoğu defa hiçbir değer üretmeyen ve başkalarının sırtından geçinen bu insanlar ancak laf cambazlığıyla, demagojiyle ve masa başı sohbetlerle vakit geçirmektedirler.
31Lokman/22-“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bilgisi olmayanları Allah yolundan saptırmak ve onu gülünç duruma düşürmek için (yol gösterici mesajlar üzerinde) kelime oyunu yapmaya (oyalayıcı sözlerle vakit geçirmeye) kalkışırlar: böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor.”
6En’am/112-“Ve işte böylece, biz, hem insanlar hem de görünmez varlıklar içinden zihin çelmeyi amaçlayan yaldızlı/parlak yarı hakikatleri birbirine fısıldayan şeytani güçleri her peygambere düşman kıldık. Ama Rabbin dilemedikçe onlar bunu yapamazlardı: o halde, onlardan ve onların mesnetsiz hayallerinden uzak durun!”
6En’am/113-“Ki ahirete inanmayanların kalpleri o(nların yaldızlı sözleri)ne kansın, ondan hoşlansınlar ve onlar, işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler.”
18Kehf/56-“Biz, peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. İnkâr edenler ise, hakkı batılla çürütmek için mücadele ederler. Ayetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar.”
22Hacc/8-“İnsanlardan kimi, hiç bir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır durur.”
40Mümin/56-“Kendilerine gelmiş hiçbir kanıt olmadan, Allah’ın ayetleri hakkında tartışıp duranlar var ya, onların göğüslerinde, asla ulaşamayacakları bir büyüklüğün kuruntusu vardır. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Mistik öğreti, özünde bir çeşit panenteist anlayışa sahiptir. Teorik (ideolojik) tasavvuf anlayışında karşıt inançlar, dinler ve onların mensupları arasında bir fark yoktur. Nitekim tasavvufçuların en önde gelen isimlerinden biri olan Muhyiddin İbn Arabi kitaplarında açıkça şunu dile getirmiştir: “İnsanlar Allah hakkında çok değişik şeylere inanmışlardır. Bense onların inandıklarının tamamının doğru olduğuna inanıyorum.” “Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu halde aydınlık(nur) ile karanlık(zulmet) aynıdır.” İbn Arabi, Fusûsu’l-Hikem, s.151. “Allah bana hamd eder, ben de O’na hamd ederim. O, bana kulluk(ibadet) eder ben de O’na.” Fusûsu’l-Hikem, s.1/83 “Müslüman putun ne olduğunu bilseydi, dinin putperestlikten ibaret olduğunu anlardı. Müşrik putun farkında olsaydı, dininde hiç dalalete düşer miydi?” Fusûsu’l-Hikem, 1/258.
Gazali, ‘La ilahe illallah’ sözünün cahillerin(avamın) tevhidi olduğunu, ‘La huve(mevcude) illallah’ sözünün ise tarikatçı seçkinlerin tevhidi olduğunu savunmuştur. Gazali, Mişkatü’l-Envar, 124. Böylelikle Gazali Allah’tan başka varlık olmadığını örtülü biçimde ifade etmiştir. Oysa Kur’an’da 3Al-i İmran/18’de, Allah’ın, meleklerin ve adaletli ilim sahiplerinin tevhidinin ‘La ilahe illallah’ olduğundan söz edilmiştir.
3Al-i İmran/18-“Allah, (bizatihi Kendisi) ile melekler ve hak ve adaleti gözeten ilim sahipleri O’ndan başka tanrı olmadığına şahittir: O’ndan başka tanrı yoktur, O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Mistik literatürde üstad; inisiyatördür, mürşittir, şeyhtir, pirdir ve tektir, öğrenci ise inisiye adayıdır, mürittir. Bir inisiyatör, öğrencisinin kalbinden ve aklından geçenleri bilebilir ve hatta onun rüyalarını denetleyebilir. Sırlar mitolojisi ile geniş halk yığınları aldatılır. Bazı gerçeklere, “gözlerini kapayarak”, sezgileri ile ulaşmaya çalışmıştır. Mistisizm bu çabaların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Kimileri küçük sırları çıraklık sırları, büyük sırları kalfalık sırları, hakiki (hakikata ait) sırları da ustalık sırları olarak adlandırır.
İnisiyasyon denilen eğitim, Batınilikte, genel olarak “tedris, irşat” olarak ifade edilmekle birlikte, Tasavvufçular ve İslam İlahiyatçıları inisiyasyon sözcüğünün özel anlamdaki karşılığının tasavvuf olduğunu düşünürler.
İdeolojik tasavvuf; düşünceler, inançlar ve insanlar arasında bir fark görmezken, tasavvufa yeni giriş yapan mürit buna inanmaz ve bu yönde davranmaz. Onun için tek doğru; bağlandığı şeyhi, piri, tarikatı ve tarikat mensuplarıdır. Mistik hiyerarşi basamaklarında üst mertebelere çıkan sofu veya inisiye, gitgide değerlerden soyutlanır, bizzat kendisi üstün bir değer haline gelir. Allah ile direkt ilişkiye geçebileceğine inanır, kendisini peygamberler ve onların getirdiği mesajların üstünde ve hatta bu mesajlardan muaf görürler. Zamanla Allah’ı, ötede beride aramak yerine kendi içinde olduğuna, bu sözü anlamayanlara kendisinin Allah’ın yansıması olduğuna, eğer ortam uygun ise kendisinin bizzat ‘O’ olduğunu iddia ederler. Bedeninin Allah’ın evi olduğunu, eğer hac etmek isteniyorsa kendisinin bedeni etrafında tavaf yapılabileceğini, Allah adına ne yapmak isteniyorsa kendileri adına yapılabileceğini savunur.
Mürşid-i Kamil (kemale ermiş, olgunlaşmış) olarak kabul edilen şeyh, dünyadan elini eteğini çekmiş biridir. “Tasavvuf kâal (laf-söz) değil, hâl(durum) yoludur.”
MİSTİK KİŞİLİKLERE YAKIŞTIRILAN ÖZELLİKLER
1. Onlar kutsal kişiliktir; günahsızdırlar, yanılmaz, unutmaz ve kusursuzdurlar.
2. Gaybı; geleceği, gizliyi ve insanların kalbinden geçeni bilirler.
3. Ne dua ederlerse etsinler, Allah onların dualarını kabul eder.
4. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler.
5. Savaşta ordunun en ön safında yer alır ve görünmezler.
6. Anında en uzak yerlerde bulunabilirler. (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendîlik, Ferid Aydın)
Meşhur mistikler, sofistlerin ve Budizm’in etki alanına giren coğrafyalarda yetişmişler ve düşüncelerini bu bölgelerde savunmuşlardır.
MİSTİSİZMDE İLGİNÇ ANLAYIŞLAR
1. Buldukları zaman sabrettiklerini, bulamadıkları zaman şükrettiklerini söylerler. Bulunca şükredip, bulamayınca sabredenleri köpeklere benzetirler.
2. Şeyhi olmayanın şeyhinin şeytan olduğuna inanırlar.
3. Tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir.
4. Şeriat: Seninki senin, benimki benimdir, der. Tarikat: Seninki senin, benimki de senindir, der. Hakikat ise: Ne seninki diye bir şey var, ne de benimki diye bir şey var, der. Yani hiçbir şey yoktur.
5. Şeyh uçmaz, mürit uçurur. Esasında şeyh uçamaz. Ama şeyhi gözünde büyüten mürit, onu uçtuğunun propagandasını yapar.
6. Seçkin sınıf (havass), hiçbir ilkeyi mutlak gerçek veya doğru olarak görmez. Bununla çağdaş ruhçu(spiritualist) ‘New Age’ akımıyla paralellik taşırlar.
İSLAM ve MİSTİSİZM
1. İslam’ın temeli; “Lâ ilahe illallah”, yani “Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesine dayanırken, Tasavvuf’un temeli; “La mevcude illallah”, yani “Allah’tan başka varlık yoktur” ilkesine dayanmaktadır-3Al-i İmran/18
2. İslam’ın gündeminde Allah ve O’nun bildirdiği değerler (din) yer alırken, Tasavvuf’un gündeminde tarikatın kurucuları veya evliya bildikleri şeyhler, pirler ve onların menkıbeleri yer alır-7A’raf/3
3. İslam’da Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez-42Şura/11 112İhlas/4 Tasavvuf’un fikir babası Muhyiddin İbn Arabi, eserlerinde açıktan; “Yaratan yaratılandır(halik mahluktur), yaratılan da yaratandır(mahluk haliktir). Bunların hepsi tek varlıktır.” anlayışını savunmuştur. Yine İbn Arabi, Firavun’un rablık iddiasını(79Naziat/24), Firavun’un Allah olduğuna bağlamıştır.
4. İslam’da kaynak Kur’an’dır ve Kur’an’ı destekleyen her şeydir . Oysa Tasavvuf’ta kaynak, şeyhlerin ve pirlerin rüyaları ve ilhamlarıdır.
5. İslam aklı kullanmayı över(8Enfal/22-24 10Yunus/100), Tasavvuf aklı kullanmayı yerer. Bu yüzden Tasavvuf’ta bilenle bilmeyen arasında bir fark yoktur. Oysa İslam’da bilenle bilmeyen bir değildir-39Zümer/9
6. İslam’da sadece Allah’ın ‘bir bildiği(hikmeti) var’ iken, Tasavvuf’ta şeyhin ‘bir bildiği var’ ilkesi esastır.
7. İslam’da kişi mal varlığını Allah ve O’nun bildirdiği değerler uğruna paylaşır. Tasavvuf’ta şeyhinin istekleri uğruna harcama yapar.
8. Tasavvuf’un kullandığı çoğu kavram Kur’an’da apayrı anlamlarda kullanılmıştır.
9. İslam’ı; türbelerden medet bekleme, muskacılık, bez bağlamak, üfürükçülük gibi hurafelerle özdeşleştiren Tasavvuf’tur.
10. İslam’da hatalarıyla sevaplarıyla, doğrusuyla yanlışıyla insan insandır. İnsanca yaşar, insanca ölür, insanca dirilir. Tasavvufta insan, kendinden geçme (vecd, sekr) sonucu ortaya atılan insanüstü bir varlıktır. Oysa Kur’an’a göre kimse, Allah’a ait bir parça(cüz) değildir-43Zuhruf/15
11. İslam’da zikir, Allah’ı ve O’nun bildirdiği değerleri gündemde tutmaktır. Tasavvufta zikir, bazı dini sözcükleri belli sayılarda binlerce kez tekrar etmektir. Zikrin anlamı için bkz. Atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha fazla Allah’ı zikredin-2Bakara/200
12. İslam’da ruh vahyedilendir veya vahyin getirdiği ilahi bilinçtir. Tasavvufta ruh, kendi içlerinde taşıdıklarına ve bu sayede Allah’tan bir parça taşıdıklarını iddia ettikleri bir tözdür. Kur’an’da ruh için bkz: 16Nahl/2 40Mümin/15 42Şura/52 Ruh konusunda fazla bilgimiz yoktur-17İsra/85
RUHBANLIK
Ruhbanlık, din adına dünyevi nimetlerinden uzaklaşmak. Allah adına yorum yapma veya son noktayı koyma yetkisini kendisinde görmektir. Allah adına dine eklemeler yapmak, din sınıfı oluşturmak, dinde tekel oluşturmak ruhbanlığın genel özelliklerindendir.
İSLAM’IN RUHBANLIĞA BAKIŞI
1)İslam’da din adamı diye bir sınıf, dinsel otorite veya din kurumu diye bir kurum yoktur. Kısaca son sözü söylemek veya bir konuda yapılabilecek olası açıklamaların önünü sonsuza kadar kapatmak hiç kimsenin tekelinde değildir.
2)İnsanlardan bazısı Allah’ın öz, bazısı üvey yakını değildir. O’na göre herkes eşit uzaklık ve eşit yakınlıktadır. Bazı uluslar, diller veya kişiler bir diğerinden Allah’a daha yakın veya daha kutsal değildir. Allah’a yakınlık, ancak O’na ve O’nun bildirdiği değerlere bağlılıkla kurulur.
3)Ahireti elde etmek için sırf kendine eziyet etmek için dünyalarını zehir-zindan edenlerin, ahiretlerini mutlaka kurtacakları gibi bir inancın bir temeli yoktur.
4)Sağlıklı-kaliteli şeyleri yeme-içme, giyinme, sağlıklı-kaliteli bir yaşam sürmek, Allah tarafından önemsiz veya değersiz olarak görülmemiştir. Tam tersine, sağlıklı-kaliteli yaşam idealize edilmiştir.
5)Yüce Rabbimizin mesajı Kur’an, ahiretteki yaşamı değil, dünyadaki yaşamı düzenlemek için insanlığa iletilmiştir.
6)Allah adına bağışlayacak, cezalandıracak veya ödüllendirecek hiçbir kurum ve otorite meşru(yasal) değildir.
7)Allah, kendi katında aracılık edecek, kayırımda bulunacak hiçbir istismarcıya izin vermemiştir, kimseye mutlak yetki vermemiş ve özel bir kişiye taahhütte bulunmamıştır.
MİSTİSİZMİN TARİHİ VE TARİHTE MİSTİKLER
Pisagor (M.Ö.580-M.Ö.500) tarihlerinde Ege sahillerinde İyonya’da (Yunan ve İtalya bölgeleri) yaşamıştır. Pisagor, antik Mısır ve Babil(Irak) kâhinlerinden 34 yıl eğitim almıştır. Kahinlik üzerine ders alan Pisagor İtalya’ya döndüğünde Orfik öğretilerin ve gizemciliğin savunucusu olmuştur. Mısır’da Osiris dininin eğitimini de almıştır. Mısır, Babil tarafından işgal edilince, matematik ülkesi Babil’de aldığı eğitimle de matematiksel bazı rakamların gizemi üzerine teoriler geliştirmiştir ve böylece bazı rakamları putlaştırmıştır.
Orfik dini veya öğretisi, eski Mısır’dan özellikle Pisagor ve Eflâtun gibi filozofları etkilemiştir. M.Ö. 6. asırda gizli bir tarikattır. “Orpheus (Orfüs)” sözcüğü efsanevî bir şarkıcının isminden gelir. Bu dinin tanrısı Dianysos adı verilen ve Trakya’dan gelmiş olan ve sarhoşluk hallerini kutsayan bir efsane tanrısıdır. Bu dinin inananları ayinlerini muayyen bir cezbe ve sarhoşluk halinde yaparlardı.
Orfik dininin temelini oluşturan bu inanç, bu dünyayı, önceki hayatta işlenmiş suçların cezalarının çekildiği bir yer, çile çekme yeri olarak görür. Böylelikle ruh güya arınacaktır. Orfik dinine paralel olarak gelişen ve Pisagor ile Eflâtun gibi filozoflarca da benimsenen tenasüh (ruh göçü-reenkarnasyon) fikrinin gelişmesinde ve yayılmasında, bu dinin rolü olmuştur. Bu din yahut tarikat ayrıca, Yahudi essenist anlayışını, gnostisizmi, oradan da Hıristiyan doktrinini etkilemiştir.
Pisagor, gizemciliğin(ezoterizm) büyük üstatlardan(inisiyator) biri olarak kabul edilir. Bir enstitü açarak kehanetlerde bulunmuş ve kendi gizemci (ezoterik) ekolünü kurmuştur.
Osiris dininin, yitik efsanevi kıta Atlantis’ten Mısır’a getirildiği iddia edilir. Terim ilk kez ünlü Mu araştırmacısı James Churchward tarafından kullanılmıştır. Efsaneye göre, Osiris Atlantis’de doğdu, belirli, bir yaşa gelince, bilgisini derinleştirmek üzere Mu Kıtası’na gitti. Mu kıtasında ruhçuluk(spiritüel) eğitim aldı. Üstadlık derecesine ulaşınca ülkesi Atlantis’e döndü. Bu öğretinin savunusunu yaptı. Zamanla Atlantis’in ruhani lideri haline geldi. Bu öğreti, İ.Ö.16.000 yıllarında Atlantis’li bir bilge olan Hermes-Thot tarafından Mısır’a getirildi.
James Churchward’e göre Atlantis, efsanevi Mu uygarlığının bir sömürgesidir. ‘Atlantis’ sözcüğüne Platon’un diyaloglarında rastlanır. Platon’a göre Atlantis, yaklaşık M.Ö.9500 yıllarında Atina’yı fethetmeye çalışan, ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batmış bir uygarlıktır. Esasında Platon, antik Mısır’ı ziyaret ederek birkaç orada yıl kalmış. Mısır’da mistik öğretiyi tanımış ve inisiye(mürit) olmuştur. Platon’un diyaloglarında anlatılan Atlantis, genellikle Platon tarafından kendi politik teorilerini anlatmak için yaratılmış bir efsane olarak görülür.
Mu, iddiaya göre yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı yer ve Büyük Okyanus’ta efsanevi batık bir kıtadır. Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Daha sonra ruhçuluk, sembolizm, reenkarnasyon, telepati, çift bedenlenme, astral seyahat gibi medyumların ve mistiklerin savundukları görüşler hakim olmuştur. Ne var ki Büyük Okyanus dibinde Mu kıtasını kanıtlayacak herhangi bir SiAl (silisyum/ alüminyum) kayaya rastlanmamıştır.
Bilindiği kadarıyla dünyanın ilk demokratik düzeni M.Ö. 500′de Kleisthenes tarafından kurulmuştur. Demokrasi gücünü şehirli erkeklerin oluşturduğu bir meclisten alıyordu. Bu meclis, sadece yerel halkı kapsıyor, köleleri ve Atina’lı olmayanları bunun dışında kalıyordu. Yeni kurulan demokrasiyle birlikte pek çok konu tartışmaya açıldı. Meşhur filozoflar Sokrat (M.Ö.470-M.Ö.490), Eflatun (Platon) (M.Ö.427-M.Ö.347), Aristo(M. Ö. 384-322) bunun öncülerindendi.
Antikçağ Grek’de(Yunanda) sofistler evrensel doğru olamayacağını, hakikatin göreceli olduğunu savunmuşlardır. Bunların öncüleri Protagoras ve Gorgias’dır. Protagoras’a göre biri için doğru olan bir şey, bir başkası için yanlış olabilirdi. Protagoras, Heraklitos‘un (M.Ö.535-475), ‘Doğadaki her şey değişmektedir, bir nehirde iki kez yıkanılmaz’ sözünden hareket ederek objektif anlamda genel geçer bir bilginin ve doğrunun olamayacağını savunmuştur. Protagoras’a göre bilgi, doğrular ve değerler tümüyle görelidir, hakikat insana göre değişir. İnsan her şeyin ölçüsüdür. Protagoras Tanrı konusunda agnostikbir tavır almıştır. Dinsizlikle suçlandığından dolayı kaçmak zorunda kalmış ve kaçarken boğulmuştur.
Kuşkuculuğun ve hiççiliğin öncülerinden Gorgias ise göreliliği daha da ileri götürmüştür. Hiçbir değerin var olmadığını, bilgi bile mümkün olmadığını, insanlara ikna yoluyla her şeyin kabul ettirilebileceğini savunmuştur. Onun anlayışına göre; Hiç bir şey yoktur. Bir şey varsa bile bilinemez. Bilinse bile başkalarına bildirilemez.
Sofistler felsefeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Doğadaki doğal yasalar dışındaki her şeyi reddetmişlerdir. Bunun sonucu her türlü düşünce ve inanca kuşkuyla bakmışlar, haklı haksız ayrımı yapmamışlardır. Onlara göre bir diktatörle hak ve adalet savunucusu arasında bir fark yoktur. Çıkarları için her yolu denemişlerdir. Söz sanatlarını, hokkabazlığı, zengin öğrenci avcılığını, masalları, fikir sahtekârlığını kullanmışlardır.
Mistik akımın öncülerinden biri de Philo’dur. Philo, Helen kültürü ve İskenderiye Yahudiliğinin bir temsilcisidir. M.Ö. 20 yıllarda yaşamıştır. Düşüncelerinden Yahudiler değil daha çok Hıristiyanlar etkilenmiştir. Philo, eserlerinde Yunan bilgeliğinin aslında Yahudi öğretisine dayandığını göstermek istemiştir. Philo’nun, çalışmalarında Platon’dan etkilendiği görülür. O’na göre Platon’un idealar dünyasına ulaşmak için derin düşünceye ulaşmak ve maddi zevklerden uzaklaşmak gerekir. Bu süreci gösterirken Philo, ruhun Tanrı’ya yükseldiğini, Tanrı’nın da insan ruhuna indiğini söyler. Sonsuz olana yükselirken insanlar kendilerini dünyevi bağlardan kurtarmalıdır. Philo hermeneutik sistemi kullanmış, sayı gizemciliğini Pisagor’un öğretisiyle birleştirmiştir.
Tabiatçı panteizmde tek realite tabiattır. Tanrı, tabiatın içinde var olandır. Bu öğretiyi daha çok Dideron, Boron d’Holbach savunur. İdealist panteizmde tek realite ruhtur. Tanrı, ruhun özünde var olandır. Hegel, Fichte, Brunschvicg bu anlayıştan yanadır. Teolojik panteizmde evrende tek realite Tanrı’dır. Hiçbir şey onun dışında değildir, her şey odur.
Panteizm; Hinduizm ve Budizm gibi doğu dinlerinde hayal gücü geleneğine uygun bir anlayıştır. Felsefî bir tasarım olarak Panteizm eski Yunan felsefesinde Plotinos (205-270), Rönesans’tan sonra ise, Dominiken tarikatına giren ve her şeyin Tanrı olduğunu savunduğu için diri diri yakılan Giordano Bruno (1548-1600), Alman Jakob Böhme ve Endülüs’te Muhyiddin İbn Arabi’den etkilenen Hollandalı Yahudi ailenin çocuğu Spinoza (1632-1677) tarafından savunulmuştur. Bu filozoflar, tasavvufçuların eserlerinden etkilendikleri gibi onların ileri sürdükleri panteist görüş de tasavvufçuları etkilemiştir. Panteizmin düşünsel kökü Antik Çağ Yunan Stoacılığına dayanır ve ruhçuluğu(spiritualizm) savunur. Evrenin ruhu olduğu anlayışını, Hegelciliği ve Spinozacılığı doğurmuştur.
Hinduizm’de “Vedalar’ın tefsiri olan Vedanta’nın öğretilerinin özü vahdet-i vücuttan(evrenin Tanrı’nın yasıması veya Tanrı’dan bir parça veya Tanrı’nın kendisi) ibarettir. Vedanta’ya göre, her birimizin ruhu Brahman’ın bir parçası, bir zuhur ve tecellisi değil, bütün kemaliyle sermedi ve bölünmez olan Brahman’ın kendisidir
Bilindiği gibi, bundan sonra ortaya çıkan Budizm’de de bu dünya insan için bir nevi zindan telakki edilmiş ve bundan kurtulmak için yıllarca çile hayatı yaşamak gerektiği kabul edilmiştir. Bu çileli hayatın sonunda insanlar “nirvana” denilen mertebeye ulaşırlar ki, tasavvuftaki “fena fillah” mertebesine ulaşılmış sayılır. Hint dinlerinin hemen tümünde bu ruhaniyetçi eğilim hakimdir.
Mısır toplumunda da ruhaniyetçi eğilimin daha açık bulunduğu ve bugün İslam toplumunda tarikatlarda bulunan şeyh-mürid sistemi ile sülük sisteminin egemen olduğu görülmektedir. Antik Mısır toplumunda bu işlerin üstadı Hermes Toth kabul edilmektedir. Hermes bir kişi olarak Mısır’ın en eski ve en büyük mürşididir.
Antik Mısır’daki bu ruhaniyetçi eğilim sistemleştirilmiş ve bugün tarikatlardaki seyr ve sülük sistemi gibi bütün boyutları ortaya çıktığına tanık olmaktayız.
Yahudi toplumuna baktığımızda da benzer ruhaniyetçi anlayış ve eğilim bulunduğunu, nefsin arınması, çile, ruhun kurtuluşu, aşk ve irfan motiflerinin egemen olduğunu görüyoruz.
“Zahor (Kabbala’nın Nur bölümü)’a göre ruhlar, ilahi olan asıl vatanlarına dönebilmek için temizlenip saf hale gelmek ve geldikleri ilahi yeri ve kaynağı bilmek, bunun için de bazı çileler geçirmek zorundadırlar. Ruh, bilgi ve irfana ancak dünyadaki hayatında ulaşabilir. Eğer bir ruh, dünyadaki hayatında irfana ve marifete(sezgi, rüya ve ilhamla gelen bilgiye) ulaşamazsa, dünyaya tekrar başka bir kalıpta gelip yeniden bu yolda çalışmak zorundadır. Bu ikinci kez hayatında da bunu başaramazsa, tekrar gelip gitmeye devam eder ve bu gelip gitmelerden ancak irfana ve marifete kavuştuktan sonra kurtulur. Ruhun ilahi olan aslına geri dönmesi sonsuz bir lezzete geri dönmesi demektir ki; bu, sadece ölümle sağlanmaz. Ruhu ilahi olan aslına kavuşması daha bu dünya hayatında iken de mümkündür. Bunun da iki şartı vardır:
Hıristiyan toplumunda da riyazet(az yiyip-az uyumak/perhiz), dervişlik ve çilekeş rahiplik hayatının egemen olduğu bilinen bir gerçektir. Mevcut Hıristiyanlık öğretilerinin büyük bir kısmı da dünyadan uzaklaştırıcı (ruhbanlaştırıcı) konularla ilgilidir. Ruhaniyetçi eğilim din anlayışında hakimdir.
“Miladi birinci yüzyılda Hıristiyanlar içinde “Gnostikler(marifetçiler)” denilen bir çeşit mutasavvıflar türemiştir. Bunlar Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında, esası, rabbani birer ilham olan ve ulu kişiler aracılığıyla anane ile süregelen yüksek bir bilgiye sahip olduklarını iddia etmişlerdir. Fakat Hıristiyanlıkta tasavvuf, ilk önce miladi birinci yüzyılda yaşamış olan ve İsa’nın havarilerinden Paulus eliyle Hıristiyan olan ve hatta Atina Piskoposluk makamını da eline geçiren Denys l’Areopagite’de görülmektedir. Tasavvuf kelimesinin Garp dillerindeki karşılığı olan Mysticisme deyimini de ilk defa kullanan odur.
Denys, özellikle ilahi isimler (Noms Divins) adlı kitabında ruhun duyular aleminden nasıl sıyrılabileceğini, bu dünya ve nimetlerini nasıl bırakabileceğini ve bizzat kendinden de geçerek, kendini de yok edip Hakka nasıl ulaşabileceğini öğretmektedir ki, sonu Allah’a ulaşan bu yol, aklen istidlal yolu değil, aşk yoludur.
Mutlak varlığın saklandığı perde akılla değil, ancak aşk ile kalkabilir. Bu da her şeyden ve kendinden geçerek tam bir feragat ile her türlü engelleri aşarak, aşk sayesinde gizli alemlerin nurlarıyla nurlanmakla olabilir.
Kabala Musevilik içinde, Tasavvuf İslam içinde bir mistik hareket iken Gnostisizm hem Hristiyanlık içinde bir mistik hareket hem de Hristiyanlığın dışına çıkan çeşitli mistik gruplara işaret etmekte kullanılan bir terimdir. Kimileri Hristiyanlığın Musevilikten doğan bir mistik grup olduğunu iddia etmiştir. Budizm’de Vajrayana, Hinduizm’de de Vedanta bu dinlerin mistik kolları kabul edilebilir.
Türklerin dinî tarihlerinde, bugünkü ilmî tahliller sonucunda bozkır medeniyetlerinin tabii bir sonucu olarak Türklerin toprak, su, ağaç, gökyüzü, güneş, ay ve yıldızların gizli kuvvetler taşıdıklarına inandıkları tespit edilmektedir. Böylece onların en eski dinlerinin “tabiat kültü”, “atalar kültü” ve “gök tanrı kültü” şeklinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Şamanizm’in ise dinden ziyade bir büyü sistemi olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır.
MİSTİSİZM TARİHİ
İslam dünyasında ilk çıkış dönemi, 875-925 yıllarıdır. Allah ile kâinat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides’tir. Daha sonra Yunan filozofu Platon savunmuş ve geliştirmiştir, sonra Platines onun izinden yürümüştür. Çeviri hareketi ve İran ve Hint kültürünün etkisiyle Müslüman toplumlarda da benzer görüşe destek verenler çıkmıştır. Hıristiyan Stoacı ve Hermesçi düşünceden etkilenmişlerdir. Hallac-ı Mansur, Zunnun el-Mısri, Mevlana, Muhyiddin İbn Arabi, Nesimi bunlardandır. Vahdet-i Vücud’un en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran’dır. Sonraları diğer bölgelere de derece derece yayılmıştır. İlk tekke, Suriye ile Ürdün’e yakın bölgelerde Hıristiyanlarla birlikte yaşayan halk, daha dindarlaşmak için bir lokma, bir hırka ile manastıra kapanan ve kendini Allah’a adayan Hıristiyanları örnek alarak kurulmuştur. Oysa Peygamber, ancak vahiy almadan önce(42Şura/52) dağdaki(Hira’daki) bir sığınağa (inziva türü bir yaşam) gidip gelmiştir. Vahiy aldıktan sonra toplumla iç içe yaşamıştır. Dünyadan el etek çekme anlayışı, Budist rahiplerinin ve Hıristiyan keşişlerinin bir yaşam biçimidir. Tarihte Tasavvuf’a karşı, Hariciler, İmamiler, Sünnilerden Hanbeli mezhebi, Zahiriler ve Mutezile açıkça tavır almışlardır. İbn Cevzi, İbn Teymiyye, İbn Kayyim bunlardandır. Tekkeler; bilgi ve hizmet yeri olarak kullanıldığı gibi gayri meşru işler de kullanılmıştır. Tasavvufta araştırma yerine empoze etme, düşünme yerine taklit esastır. Tasavvufta raks, sema’ ve müzik, dinin bir parçası olarak görülmüştür. Tasavvuf’un önemli bir handikapı, İslam’ı çile dini diye takdim etmesidir.
İslam’ın ilk yüzyılında Araplar arasında tasavvuf diye bir şeyin bulunmadığı, bunun ancak ikinci yüzyıldan itibaren ve İslami fetihlerin ardından başladığı bilinmektedir. İlk temsilcilerinin de acemler olduğu bir gerçektir. Bir sapma şeklinde toplumda başlayan zühd akımının tasavvuf kültürüne can kurtaran simidi gibi sarıldığı ve zamanla tekamül ederek tasavvuf olarak revaç bulduğu bilinmektedir. Nitekim İslam tarihinde tasavvuf akımının bariz temsilcileri olan mesela Kuşeyrî, Hucvirî, Cami, Attar, Kelebazî, Suhreverdî, Gazali, Bistamî, Hallaç, Tusî, Tebrizî, Rumî, Muhasibi gibi kişilerin de acem (İran menşeli) oldukları bir gerçektir. Diğer taraftan ana konuların hemen pek çoğunda tasavvuf ile gulat(aşırı) şiilik arasında bir aynilik olduğu görülmektedir. (İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslam, s.71) Günümüzde ruhçuluk(spiritualizm) taraftarı ‘New Age’ akımı mistik öğretilere düşünsel destek vermektedir.
Prof. Amiran Kurktan: “Eskiden Hindistan’da Brahman, Mısır’da Hermes mezheplerinin dış yüzlerinden başka bir de iç yüzleri vardı ki, bu, ledûn(İlahi sırlara ait) ilmini gizli olarak derece derece yalnız mürid ve müntesiplere verirlerdi. Bunun konusu tasavvuftan başka birşey değildi. Dinin Panteizme döndüğü çağda, ezeli, kendiliğinden varolan bir Allah’ın varlığına inanılmış, buna Brahma ismi verilmiştir.
Daha çok ibadet etmek veya daha fazla maneviyatçı olmak için Allah’ın kendilerine farz kılmadığı rahipliği uydurmuş ve dini bozmuşlardı. Hz. İsa’ya insanüstü nitelikler yakıştırarak onu ilahlık derecesine çıkarmış ve sonuçta üçleme(teslis) inancına düşmüşlerdir. Allah’ın kendilerine indirdiği ilahi kitaplarla hükmetmeyi bırakmış, rahip ve papazlarını din koyucu durumuna koymuşlardı. Onların helal ve haram hükümlerine boyun eğmiş ve tanrının hükümleri gibi bağlanmışlardır. Bundan dolayı hem Yahudilere, hem de Hıristiyanlara hitap ederek haham ve rahiplerini tanrı edindiklerini belirtmiştir:
“Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler.” 9Tevbe/31
Rahiplik hayatını sürdürmek ve maddi hayattan uzaklaşmak için Hıristiyanların manastırlara kapandıkları, dünya zevklerinden kendilerini mahrum etmek için rahiplerin evlenmedikleri ve çile hayatı yaşadıkları bilinmektedir. Bütün bunlar maneviyatçı eğilimin ağır basması ve iki eğilim arasında dengenin bozulması sonucu ortaya çıkan durumlardır. Bu eğilimin ağır basması sonucu Hıristiyan inancına birçok esrarengiz ve mistik unsurlar da karışmış, Hıristiyanlığa daha fazla ruhaniyetçi bir karakter kazandırmıştır.
O dönemde İslam devletinin mali durumu fetihlerle birlikte her gün gittikçe güçlenmiş ve toplumda zenginlik, elle tutulur bir şekilde gerçekleşmiştir. İslam devletine ganimetler ve servetler dört bir taraftan akıyordu. Bu da toplumda belirgin bir refah seviyesi meydana getiriyordu. Diğer taraftan gerek fetihler sonucu ve gerekse gördükleri manzara karşısında insanlar kitleler halinde İslam’a giriyor ve İslam devletinin nüfusu gittikçe büyüyordu. İslam toplumu Araplar ve Arap olmayan mevali denilen topluluklardan oluşmaya başlamıştı. Bu Arap olmayan insanlar İslam toplumuna girerken beraberlerinde önceki inanç ve kültürlerinden birçok unsurları da taşıyorlardı. Ama bu güzel günler çok sürmedi. Hz. Osman’ın hilafetinin özellikle ikinci yarısında bu berraklığı bulandıran birtakım nahoş olaylar meydana geldi. Bir takım çevrelerin fitne ateşini alevlendirmeleri ve kimi yöneticilerin halkı tedirgin eden davranışları sonucu toplumda çok tatsız ve kötü etkileri günümüze kadar süren olaylar meydana geldi. Daha hayatta iken ashaptan seçkin kişiler birbirlerine kılıç çekmek ve birbirinin kanını akıtmak durumunda kaldı. Daha önce sağlanmış İslam kardeşliği gittikçe bozulmaya ve kardeşlik duyguları yavaş yavaş zayıflamaya yüz tutmuştu.
Nihayet Emeviler devri başladı. Denilebilir ki, Emeviler devri fırka ve çatışmalar, fitne ve bozukluklar bakımından tipik bir devirdir. Toplumun bütün kesimleri arasında fitne ve savaşlar, saltanat kavgası ve hizipleşmeler, baskı ve şiddet kullanma, Arap ve Arap olmayan(mevali) çatışması, milliyetçilik ve grupçuluk, zulüm ve adaletsizlik yönünden çok tipik bir devirdir.
Emevi devleti yıkılıp yerine Abbasi devleti geçtikten sonra da bu olaylar durmamıştır. Bu sefer Abbasi yönetimi, Emevilerden ve taraftarlarından intikam alma yoluna gitmiş ve es-Saffah zamanında kan gövdeyi götürmüştür. En acımasız kitle imha yoluna gidilmiş ve terör ortalığı kasıp kavurmuştur.
Abbasi devleti bir taraftan Emevilerden intikam alırken, bir taraftan da Ebu Müslim ve taraftarlarına diyet borcunu ödemeye çalışmış, bunun neticesi olarak Şiî ve Rafızî güçler toplumu tahakkümleri altına almaya çalışmıştır. İhtilal, çocuklarını burada da yemiş ve başta Ebu Müslim olmak üzere zinde güçler Halife Mansur zamanında tasfiye edilmiştir.
Bütün bunların fitneye bulaşmak istemeyen, dinine ve ahlakına bağlı insanlar üzerinde ne kadar olumsuz etkiler yaptığı, onları toplumdan soyutlayıp münzevi(kendi köşesine çekilen) bir zühd(dünyadan el etek çekme) hayatı yaşamaya nasıl zorladığı bilinen bir gerçektir. İnsanların mal, saltanat, ırk(kavmiyet) mücadelesi içinde olduklarını gören, toplumda adalet ve eşitlikten bir ölçüde de olsa ümidini kesen kişilerin kabuklarına çekildiklerini biliyoruz. Bir bakıma bu durum, Emevi saltanatının politik, ekonomik ve sosyal uygulamalarına bir tepkiydi.
Bu siyasi ve idari bozukluk yanında toplumun ahlaki ve sosyal yönlerden de bozukluklar içinde bulunduğu müşahede edilmektedir. Toplum kesimleri arasında ekonomik ve sosyal dengesizlik, ahlaki ve dini bozukluk elle tutulur bir duruma gelmiştir.
Mesela ilk halifeler, boş vakitlerinde zaman zaman şairlerin kasidelerini dinlerken, çok geçmeden bunun yerini şarkı dinlemek almıştır. Emevi halifelerinden Muaviye, Mervan, Abdulmelik, Velid, Süleyman, Hişam ve Mervan ibn Muhammed, nedimlerle(sohbet arkadaşları) aralarında bir perde bulundururlardı ki halife şarkıdan coştuğunda nedimler ne yaptığına muttali olmasınlar. bazen eğlence sırasında aşırı neşe, halifenin aklını başından alır ve bazı hareketlerde bulunurdu ki, bu hareketlere yakın cariyelerinden başkası muttali olamazdı. Perdenin arkasından herhangi bir ses yükselir veya garip bir hareket meydana gelirse, perdedar “Yeter ey cariye, kendini tut, son ver, kısa kes” diye bağırarak nedimlere bu hareketi cariyelerden birinin yaptığını vehmettirmek isterdi.
Yezid ibni Abdulmelik, nedimlerden yüksek tabaka ile alt tabakayı eşit hale getirdiği, onları bir arada bulundurduğu gibi, nedimlerin huzurunda çok laubali olur ve halkın kınamasından hiç çekinmezdi. II. Velid zamanında halk musiki ve şarkıya çok düşkünlük gösterdi. Bu hususta halk son derece ileri gidiyor ve halifenin uzak bölgelerden Şam’a davet ettiği meşhur şarkıcı ve müzisyenlere bolca para harcıyorlardı. Ses sanatkârlarının Şam’a gelmelerinin halkın ahlakı ve toplum hayatı üzerinde büyük tesiri oldu. Nihayet ülkede yavaş yavaş konfor yayıldı.
Her iki devletin devrinde başta müzik olmak üzere lehviyyat(oyunlar-boş işler) ve eğlence oldukça yayılmış, şarkıcılar çoğalmıştır. Başta halifelerin bir kısmı olmak üzere memleketin zengin ve yönetici kesimi bu işte önayak olmuşlardır.
Eğlence ve içki meclisleri ile bu meclislerde olup biten ahlaksızlıkların haddi hesabı yoktur. el-Ağani, Beşşer, Ebu Nuvas ve Müslim ibn el-Velid gibi şairlerin divanları ahlaksızlık ve edepsizliği dile getiren örneklerle doludur.
Müziğe çok düşkün olup bu konuda ilerlemeler kaydettiler. Müzik meclislerinde içki ve atışmalar yapıldı. Tavla ve satranç oyunlarına daldılar. Güvercin beslemeye, köpek ve horoz dövüştürmeye çok düşkünlük gösterdiler. Fakirlerin iş yerlerinde ve evlerinde bile kumar alabildiğine yayıldı. Nevruz günü çok hediye verme adeti yayıldı. Dans ettiler. İshak ibn İbrahim el-Mavsili en meşhur dansözlerdendi.
Lüks ve konfora alışkın olan Farisi soyu Abbasilerde çoğaldı. Cariyeler muhtelif yerlerden seçilip getirildi. Güzellikte yarıştılar. Bunun neticesi olarak eğlence, ahlaksızlık ve çıplaklık eğilimleri çoğaldı. Beşşar, Ebu Nuvas ve Sari’ el-Gavanî gibi bazı şairler bu duyguları şiirleriyle körüklediler ve müstehcenliği yaydılar. Konserlerde ve eğlence meclislerinde içki yayıldı ve şairlerin şiirleri genellikle onu tasvir etti.
Bu şekilde hayat bu asırda, bir kısmı dışında, ahlaksızlık ve oyunla dolmuştur. Emeviler devrinde daha ciddi ve mazbut sayılabilen Irak bölgesi, Abbasiler devrinde ahlaksızlık ve fücur yeri haline gelmiştir. Bunun belli başlı iki sebebi görülmektedir; Malların oluk oluk gelmesi ve çoğalması, Irak bölgesinin kozmopolit bir bölge olması. Bu bölgede her soydan ve inançtan topluluklar bulunmaktadır.
Emevi halifeleri, kralları ve onların şaşaa ve debdebelerini taklit ettiler. Şam’daki halife sarayı gayet azametliydi. Sarayın duvarları mozaik, direkleri mermer ve altınla, tavanı mücevheratla süslenmiş ve altınla tezyin edilmişti. Fıskiyeler, dışardan akan sular, çiçekli ve ağaçları bol zengin bahçeler, sarayın havasını güzelleştiriyordu. Halife büyük bir azamet içerisinde otururdu.
Küfe’de meşhur aileler, ganimetler ve yıllık atiyyeler(vergiler) sayesinde büyük servetler biriktirdiler. Hatta Küfe’li biri savaşa giderken, aile efradını ve eşyasını yüklemek için yanında bin deve götürmüştü.
Saraydaki lüks hayat sadece halifelere mahsus değildi. Şam ve diğer büyük şehirleri güzelleştirmek hususunda emirler ve büyük devlet adamları birbirleriyle yarışmışlardır.
Müzik, oyun ve eğlence, lüks ve israf, hayatın ağırlığını gösterirken toplumda değişik ahlaksızlık şekilleri de sergileniyordu. Bunun boyutlarını göstermesi bakımından hadımlaştırma uygulamalarına değinmek istiyoruz.
Bu adet, daha önceleri Bizans ve antik bazı şark(doğu) memleketlerinde mevcut olmuş, daha sonra İslam âlemine hicri 200/810 yıllarında girmiştir. Hâlbuki Hz. Peygamber bunu şiddetle yasaklamıştır.
Harun Reşid’in oğlu halife Emin, halife olduğunda hadımlaştırılmış erkeklere ilgi duydu ve para ile satın aldı. Gece gündüz onlarla baş başa kaldı, yeme içme işlerinde, emir ve yasaklamalarında onları çalıştırmıştı. Onların emrine de birtakım insanları görevlendirmişti. Onlarla oturup kalkmış, hür kadın ve cariyelere ise iltifat etmemiş, bundan dolayı da kınanmıştı.
Hayattaki bu bozukluk ve sınıflaşmalar bariz iki hareketi doğurmuştur. Bunlardan birincisi, kötülükle savaşan topluluktur. Bunlar yuları kesen, fıskı açıkça işleyen, yollardan kız ve erkek çocukları kapan bozguncularla örgütlü bir şekilde mücadele etmiştir… İki grup halinde çalışan bu insanlardan birinci grubun başında Halid ed-Derviş, ikinci gurubun başında da Sehl ibn Selame el-Ensari vardı. Bunlar, Allah’ın Kitab’ı ile amel etme, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama prensiplerine çağırır, zalimin zulmünü önlemeye çalışırlardı. Halktan büyük kitleler bunlara katılıyor ve uyuyordu. Bunların belirli merkezleri ve alametleri olmuştur. Ancak çok geçmeden vurguncu ve soyguncu ayak takımı ile işbirliği halinde olan yönetim tarafından bunlar tutuklanmış ve zindanlara doldurulmuşlardır. Bu olay hicri 201-202 yılında meydana gelmiştir.
İkinci hareket ise, zühd(Dünyadan el etek çekme) hareketidir. Bu hareketin mensupları ise, toplumdaki lüks ve eğlence hayatından, ahlaksızlık ve kötü gidişattan tiksinen, elde etmek istediklerini elde edemeyen, bundan dolayı arzu ve isteklerini asgariye indirip aza kanaat eden, kendilerini zühde ve mahrumiyete alıştıran kişilerin oluşturduğu harekettir. Yukarıda sayılan veya benzer sebeplerden hayata küsen ve ona iltifat etmeyen insanlar zühdü yol edinmiş ve kendilerini ona alıştırmışlardır. Zühdü, basit hayatı ve ahirette hesabın kolaylığını düşünerek seçenler de olmuştur. Bu anlamda tasavvuf yayıldıkça yayıldı. Çünkü toplumda “İstediğin olmuyorsa, olabileceği iste” sözü özdeyiş haline gelmiştir.
Daha Emeviler devrinde başlayan eski Yunan, Hint ve Sasani kültürünü tercüme hareketinin toplumda meydana getirdiği kültürel ve itikadı çalkantıları ve insanların yabancıya yahut yeniye ilgi duyma eğilimlerini de hesaba katmak lazımdır. Bu hareket toplumun özellikle aydın kesiminde fikri ve itikadı büyük bir değişiklik ve çalkantı meydana getirmiştir. Özellikle Hind kültüründen yapılıp İran yolu ile geçen ve hem mistik hem de esrarengiz unsurlar taşıyan kültürün yanında, Yunan felsefesinin de aydınlara cazip gelen yönlerinin etkileri büyük olmuştur. Bütün bunlar tasavvuf eğiliminin başlangıçta zühd(Dünyadan el etek çekme) şeklinde doğmasında ve gün geçtikçe yayılmasında büyük rol oynamıştır. Zaten sapma niteliği taşıyan eğilim ve akımlar böyle olumsuz ortam ve şartlarda kısa zamanda boy verip gelişmekte ve revaç bulmaktadır.
İslam toplumu; Hint, Yunan ve Sasani(İran) gibi kültürlerle de muhatap olmuştur. Bilhassa Hint ve İran kültürünün münzevi(inzivacı-bir köşeye çekilip dünyadan uzak kalan) hayat yaşayan bu insanlara cazip geldiği, bu milletlerden ihtida eden kimi insanların eski anlayış ve geleneklerine uygun olarak yaşadıkları hayatın ilgilerini çektiği anlaşılmaktadır
Hatta daha sonra tasavvuf olarak adlandırılacak olan akımın liderliğini özellikle bu iki milletten birtakım insanların yaptığı görülmektedir. Nitekim toplumda bu hareket gizli başlayıp ikinci asırda kendini açığa vurduğunda bu akımın başını çekenlerin istisnasız hepsinin acemlerden(İranlılardan-Arap olmayanlardan) olduğu göze çarpmaktadır.
Tasavvufun İslam’a İran’dan girmiş olabileceği de düşünülmektedir. Nitekim İslam’ın doğuşundan önce de İran’da mevcuttur ve buraya Hindistan’dan gelmiş olabilir. (Sarmış, Tasavvuf ve İslam, s.39-55)
Tasavvuf ile ilgili Osmanlılarda “Meclis-i Meşayih” adı altında resmi bir kurum vardı. Tekke ve zaviyelere kadılar gibi maaş bağlanırdı. (Zaviye: Küçük tekke. Tekke: Dergâh. Dergah: Tarikat ehlinin barındığı ve ibadet ettiği yer). Onlara vakıflar tahsis edilmiş, müritlere vergi muafiyeti sağlanmıştı.
Mehmet Akif bunu şöyle dile getirmiştir
Sürdüler Türk´e “tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı!
Bu cihan boş, yalnız bir rakı hak bir de şarab;
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git o “dîvan “mı, ne karın ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu!”
Beni söyletme, neler var daha!
-Tekmilleyiver…
Şeyh Abdulkâdir Geylani’nin bazı söylevlerinden seçmeler
“Benim emrim, Allah’ın emridir; eğer ol! dersem oluverir.”
“Benim kabrim Beytullah’dır, gelen onu ziyaret eder.”
“Benim ocağımı tavaf et yedi defa, emânıma sığın!
Her yıl beni ziyaret için meşguliyetten sıyrıl!”
“Bana doğru haccedip gelin, evim kurulu bir Kâbe.
Beytin sahibi yanımdadır, koruluğu haremimdir.”
“Her kutub tavaf eder Beytullah’ı yedi defa.
Ben ise Beyt’in kendisiyim çadırımı tavaf ediciyim.”
(Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh A.Geylâni, s.57-67-68-69. Bedir Yay.)
TARİKATLAR
Toplumda bozulmalar baş gösterince, birtakım insanlar, mürşit diye belledikleri birisi etrafında toplanarak, toplumsal yaşamdan kopmuştur; inzivaya çekilme ve dünyadan el etek çekme yönünde bir dini anlayış ya da yaşayış gelişmiş ve sistemleşmiştir. Tarikatlar, böyle bir yaşantı biçimini meşrulaştırmak için, köklerini Peygamber dönemine kadar uzatma yoluna gitmiştir. Tarikat; kendine özgü ritüelleri ve ibadet biçimleri, kavramları, giyimleri, işaretleri, söz ve davranış kalıpları, tavırları, terminolojisi, merasimleri, adap ve erkânı, hiyerarşisi, tekke düzeni olan bir yapılanmadır. Tasavvufun alt birimleri olan tarikatlar, aynı ortak dili, farklı davranış kalıplarıyla kullanmıştır.
Her tarikatın bir kurucusu vardır. Ona, pir ismi verilir. Tarikattaki uygulamaları sistemleştiren genellikle bu pirdir. Nakşibendiliğin kurucusu Şahı Nakşibend(v.1389), Kadiriliğin kurucusu Abdulkadir Geylani(v.1166), Mevleviliğin kurucusu Mevlana Celaleddin(v.1273), Bektaşiliğin kurucusu Hacı Bektaş Veli(v.1338), Bayramiyyenin kurucusu Hacı Bayram Veli(v.1429), Rifailiğin kurucusu Ahmed el-Rifai(1183), Yeseviliğin kurucusu Ahmed Yesevi(v.1166), Ahmediyyenin kurucusu Ahmed b. Abdulahad el-Farukî isimli İmam Rabbani(v.1624), Celvetiyyenin kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi(v.1628), Ekberiyyenin kurucusu Muhyiddin İbn Arabi(v.1240), Gazaliyyenin kurucusu İmam Gazzali(v.1111), Cüneydiyyenin kurucusu Cüneyd Bağdadi(v.909), Bistamiyyenin kurucusu Bayezid el-Bistami(v.874)’dir.
TASAVVUFÇULARLA ŞİA ARASINDAKİ BENZERLİK
Tasavvufçuların tasavvufu Hz. Ali ile başlatmaları şiilikle tasavvufun aynı kaynakta birleştiğini göstermektedir.
Tasavvufçular Hz. Ali’nin hırkayı Hasan el-Basri’ye giydirdiğini ve tarikata bağlı kalacağına dair ondan söz aldığını, onun da Cüneyd el-Bağdadi’ye verdiğini iddia ederler.
Özel ilimler iddiası: Şia’nın ayırıcı özelliklerinden biri, belki en başta geleni kendilerine mahsus ve diğer insanlarda bulunmayan birtakım özel ilimlere sahip olduklarını söylemeleridir. Bu ilimleri bazen Hz. Ali’ye nisbet ederler. Çünkü onlara göre Hz. Ali, dinin sırlarına sahiptir ve diğer Müslümanlara açmadığı bilgileri Hz. Peygamber ona açmıştır. Bazen Hz. Fatıma ve Hz. Alinin çocukları olan imamların ilimlerine sahip olduklarını, bu imamların gaybı bildiklerini, hata ve unutmaktan masum bulunduklarını, İslam’ı imamların yolu dışında kimsenin anlayamayacağını, Kur’an ve sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazen da “Fatıma Mushaf’ı” adını verdikleri özel bir kitaba sahip bulunduklarını ve bunun Müslümanların elindeki Kuranın üç katı kadar olduğunu ileri sürerler. Bu konuda birtakım rivayetler de üretilmiştir. Örnek olarak bunlardan bir tanesini kaydedelim.
Cafer es-Sadık şöyle dedi: “Bizde Fatıma aleyhisselam’ın mushafı vardır. Allah’a yemin ederim ki onda Kur’an’ınızdan birtek harf yoktur dedi. Bazen de bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan cifr (cefr)e sahip olduklarını söylerler.
Kimi dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, bazı şia ekolleri Kur’an ayetlerinin gerçek tefsirine de kendilerinin sahip olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah’ın Hz. Muhammed’i tenzil (Kur’an harfleri) ile, Hz. Ali’yi de tevil ile gönderdiğini ileri sürerler.
Tasavvufçular da aynı yolu izlemişlerdir. Başka insanlara karşı övündükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında, ancak kendilerinin sahip oldukları ve tarikata mensup olmayan kişilerin elde edemeyeceği ledunni(ilahi sırlara ait) bilgilere sahip oldukları, bilgilerini keşf ve ilham yolu ile elde ettikleri, bilgilerin kalblerine aktığı, irfan ve işrak yolu ile kalblerinin marifetle dolduğu iddiaları gelmektedir. Hatta kimileri peygamberlerin ilimlerini bile gizli ilimleri yanında hor görürler…
İlim tahsil etmenin ve hocadan okumanın yararsızlığı, onun yerine keşf ve ilhamla alim olmak için tasavvuf yoluna girmenin gerekliliğini anlatan İbn Arabi, Fahreddin er-Razi’ye yazdığı mektupta bakınız gizli ilmi ve batınî yolu nasıl savunuyor:
“Bize göre zahirde ilim dallarını ikmal eden kimse âlim sayılmaz. Başka bir hal aranır. İlmini vasıtasız olarak Allah’tan alacak.”
Tasavvufçular Kur’an ve sünneti batınî yollarla te’vil ederek sahip olduklarını iddia ettikleri özel ilimlere dayanak yapmaya çalışmışlardır. Çünkü bazen bu te’vili (izahı) Allah’tan aldıklarını, bazen melekten aldıklarını, bazen da ilham ve keşf olduğunu iddia ederler. Bu işin şampiyonluğunu da İbn Arabi ve ekolünün mensupları yapmaktadır. Aynı şekilde batını ilimlerini Kur’an’daki hurufu mukattaa’nın sırlarını bilmeye, yahut Hızır’dan almaya, hatta bazen doğrudan doğruya levh-i mahfuz’dan telakki etmeye nispet ederler.
Tasavvufçular, gulat(aşırı) şianın yolunu izleyerek Kur’an ve sünneti amaçları doğrultusunda tevil ederek onda her ayetin, hatta her kelimenin gizli bir anlam taşıdığı ve bu anlamların ancak vecd(kendinden geçme) halinde olan kişilerin kalblerinde doğabileceğini söylerler. Tasavvufun gizli ilim olduğu ve bunu Ali’nin Hz. Peygamberden miras aldığım göstermek için Kur’an ve sünneti rahatlıkla tevil ederler.
Özellikle gulat şia da imamları için aynı şeyleri iddia etmiştir. Onların gaybı bildiklerini, bilgileri dışında bir yaprak bile düşmediğini, ezelden ebede kadar bütün olayların bilgileri dahilinde meydana geldiğini iddia ederler.Başta Keysaniyye, İsmailiyye, Hattabiyye ve Karmatiyye fırkaları olmak üzere Gulat-ı Şia ancak imamların bildiği ve birinden diğerine geçen özel ilimleri olduğunu söyler. Kuran ve Sünnetin batın bilgisini imamlar, zahir (kabuk) bilgisini ise, diğer insanların bildiğini ileri sürerler. Nitekim Haşimiyye fırkası imamların herşeyi bildiğini söylemektedir.
Tasavvufçular da aynı inancı taşımakta ve benzer iddialarda bulunmaktadırlar. Kutuplar, Gavs, Ebdal ve İsmailiyye, Batıniyye fırkasının gölge hükümeti olan bu hiyerarşinin diğer organları için aynı şeyleri iddia etmektedirler. Şia, inanç ve bilgi sistemini nasıl batın ve gizli yola dayandırmışsa tasavvufçular da tasavvufu gizli yola dayandırmakta ve bu işin gizli yollarla geldiğini, ilimlerini gizli yollarla kazandıklarını söylemektedirler. Bu şekilde batın ve özel ilimlere sahip olma konusunda şia ile tasavvufçular arasında tam bir benzerlik ve bütünlük bulunmaktadır.
Şia’da İmamet ve Tasavvufta Velayet: Şia’nın imamları hakkında iddia ettiklerinin aynısını tasavvufçular evliya dedikleri meşhurları ve çevreleri hakkında iddia ederler. Şia’nın birçok fırkasına göre, imamlar; Rasulullah’tan sonra insanları yönetmek için Allah tarafından seçilmiş insanlardır. Onun için imamlar özel ledunni ilimlere sahiptirler ve ne unutur ne de hata ederler. Allah nezdinde seçilmiş ve vehbi(Allah vergisi, fıtri) ilimle donatılmış olarak üstün makamlara sahiptirler. Allah onları bu iş için özel olarak yaratmıştır.
İmamlar hakkında aşırılığa gidenler, bütün anlamlarıyla tanrı kelimesinin taşıdığı manaları onlara da verebilirler. İsmailiyye ve Nusayriyye’de olduğu gibi, kimi Rafıziler Allah’ın ruhunun imamlara hulul ettiğini(girdiğini) söylemektedir. Kimileri de onların mertebesini peygamberler ve bütün meleklerin mertebesinden üstün tutar. Ne yazık ki Ayetullah Humeyni’nin kitabında bile böyle bir yaklaşım vardır. Şöyle demektedir: “Mezhebimiz gereğince bu manevi makamlara melek-i mukarreb(gözde melekler) ve nebiyy-i mürsel(görevli elçiler) de erişemez.”
Tasavvufçulardan bazıları velayette son hedefe ulaşan kişilerden şerî tekliflerin düştüğünü ve onlar için bütün haramların helal kılındığını söylemişlerdir. Allah’ı gördüklerini ve kendisiyle konuştuklarını, kalplerine dökülen bütün şeylerin hak ve gerçek olduğunu iddia etmişlerdir.
İşrakiyyun tasavvufçuları kendilerini peygamberlerin makamından üstün bir makamda görürler. Onun için kitaplarında “Hangisi daha üstün? Peygamberler mi, veliler mi?” şeklinde bir bölüm bulunmaktadır. Bu da yukarıdaki kanaatlerin bir sonucudur. Bilgilerini peygamberin aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah’tan aldıklarını iddia etmeleri de bunun bir ifadesidir.
Aşırı şia, imamet makamından sonra gelen ve onların vekilleri olan nakipler makamını kabul etmişlerse, tasavvufçular, aynı inancı alarak veliyyi azam, hatemu’l-evliya, kutbu’l-aktab, Gavs-ı Azam makamını kabul etmişlerdir. Bu isimlerle anılan kişinin bir adı Gavs Kutup’tur. Bunu da üç kutup izler, onları da yedi Abdal, onları da yetmiş nuceba izler ve bu silsile piramitsel olarak böyle devam eder. Bütün bunları şianın imam ve velileri için yaptıkları tertipten almışlardır. Bu şekilde imamet konusunda şii itikat ve velayet konusunda tasavvufi inanç aynı çizgide birleşmektedir.
Başka bir şii akım olan İsmailiyye akımı tasavvufun velayet anlayışına hizmet etmiş, ortaya çıkmaya ve kendine güven duymaya teşvik etmiştir. Çünkü İsmailiyye mezhebi, imamları ezeli yediler olarak kabul etmekte, onlara nübüvvetin hükmünü vermekte ve akide konusunu en iyi bilen ve imamların yardımcıları olan nukeba veya hüccetleri kutsal insanlar saymaktadır. Bunların sayılarının 12 olarak sabit ve sınırlı olduğunu, 7 sayısının gezegenlere bağlı olduğu gibi 12 sayısının da burç ve aylara bağlı olduğunu söylemektedirler. Bu şekilde İsmailiyye nakiplerine velayet boyasını vurmuş ve onları maddi insanlık özelliğinden ruhaniliğe yükseltmiştir.
Tasavvufçular bu fırsatı ganimet bilmiş, çevrelerinde uygulamış ve adamlarına aynı kalıbı dökmüşlerdir. Nitekim asırlar sonra tasavvufun makamlar, marifet ve sulukta dereceler kabul ederek İsmailiyye karakterini taşıdığını görüyoruz.
Dinin Zahiri ve Batını Olduğu İnancı: Dinin bir zahiri bir de batını olduğu konusunda şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zahir, avam halkın nasların zahirinden anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki onu da ancak imamlar ve veliler bilir. Mesela “Namazı kılınız ve zekatı veriniz” ayetindeki zekattan maksat, şer’î ölçü ve şartları belirtilen zekatı mallarınızdan verinizdir. Ayetin zahiri anlamı budur.
Kur’an’ın manasını ancak imamların bildiğini iddia etmektedir. Bunu mantıklı göstermek için de Kur’an’ın bir zahiri bir de batını olduğunu, zahirini avamın, batın manasını ise ancak imamların ve velilerin bildiğini söylerler.
Mesela yukarıda geçen “Namaz kılınız” sözünden maksat, masum imama biat etmek, “Zekatı veriniz” sözünden maksat da imama karşı samimi ve itaatkar olmak demektir, derler.
Her iki taraf da iddia ettiği ve inandığı şeylere uygun düşmesi için Kur’an ayetlerini heva ve heveslerine göre açıklamaktadır. Tasavvufçular nasların bu şekilde batıni tarzda açıklanmasına hakikat, zahiri tarzda açıklanmasına da şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın zahir alimlerine ve avam halka olduğunu söylemişlerdir.
“Tin”in Resulullah, “zeytun” un Hz. Ali, “Tur-i Sinin”in Hz. Hasan, “haza’l-beledi’l-emin”in Hz. Hüseyin olmasıyla ne ilgisi vardır. Yine “meracal bahreyni yeltekıyan” ayetinden maksadından Hz. Ali ve Hz. Fatıma, “berzah”ın Hz. Muhammed, “yahrucu minhuma lu’luu ve’l-mercan” ayetinden maksadın Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğunu iddia etmişlerdir.
Mesela abdest imama bağlılıkla; teyemmüm hüccet olan imamın yokluğu halinde onun yerine mezun olan kişiden almakla; namaz konuşanla –ki bu da resuldür-; ihtilam, (uyurken cünüp olmak) kasıtsız sırrı yabancıyı açmakla; gusül, ahdi tazelemekle, zekat, anlayışlarındaki dini öğrenerek nefsi tezkiye etmekle; Kabe, Hz. Peygamberle; kapı, Hz. Ali(yle); mikat ve telbiye, çağırana icabet etmekle; Kabe’yi yedi defa tavaf yedi imama taraftar ve bağlı olmakla; cennet, vücutların tekliflerinden rahat etmesiyle; cehennem, mükellefiyetleri yerine getirerek meşakkat çekmekle; tefsir etmişlerdir. Bütün bunların dinin bir şahsa itaat, namaz ve zekatın birtakım şahıslardan kinaye olduğunu söyleyen gulat (aşırı) Şia’nın söylediklerinden ibaret olduğunu görmemek mümkün mü?
Bilindiği gibi İsmailiyye fırkası nakiplerin imam olmamalarına rağmen Allah’ın desteğini aldıkları, imamların sayısı yedi olduğu gibi her zaman bunların sayısının 12 olduğunu, her imamın zamanında bunların yeryüzüne dağıldıklarını ve yeri onların idare ettiklerini söylemektedir.” Bunun kaynağı da İslam öncesi başka inanç ve kültürlere kadar uzanır.
Kabirlerle Tevessül(aracılığına başvurma): İslam aleminde görülen kabirleri kutsallaştırma eğilimi aşırı Şiiliğin bir tutumu olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır.
Şia Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandırdıkları kişilerin kabirlerini yükseltmiş, üzerine yüksek kubbeler ve sandukalar yaparak ziyaret yeri ve anıt haline getirmiştir. Nitekim İhvanı Safa risalelerinde Şia’dan kıssacı ve bekçi gibi bir takım kişilerin bunu bir kazanç yolu yaptıkları, türbedarlık ve kabir ziyaretlerini kendilerine meslek edindikleri anlatılmaktadır.
Kabirler üzerine bina yapmak, kabirleri kutsallaştırmak ve bunu şiar edinmek, hicri üçüncü asrın başlarında olmuştur. Abbasi halifelerinden bazıları Şia’nın uydurduğu ve yükselttiği bu kabirleri yıkmaya başlamış ve karşı çıkmıştır.
Tasavvufçular da aynı yolu izleyerek kabir ve yatırları ziyaretgah haline getirmeyi, etrafını tavaf edip taşı, toprağıyla teberrük etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerine ilke edinmişlerdir.
Hatta tasavvufçular bu kabirler üzerine bina yapma ve yükseltmeyi, onları kutsallaştırıp yüceltmeyi, ziyaret etmesi için insanları teşvik etmeyi, etrafını kutsallık haleleriyle kuşatmayı, sandukalarla kaplamayı ve türlü örtülerle örtmeyi, taşı toprağıyla teberrük etmeyi ve onlara dua edip medet ve yardımı onlardan istemeyi din anlayışlarının bir temeli ve özelliği yapmışlardır. Denilebilir ki, taraftarları ve izleyicileri bulunan hiçbir tasavvuf şeyhi ve meşhuru yoktur ki, kabri üzerine bir kubbe, bir sanduka yaptırmış ve orayı bir makam haline getirmiş olmasın.
Masumiyet(Günahsızlık): Şia’daki masum iman inancı, olduğu gibi tasavvufa geçmiştir. Tasavvufçular bu masumiyeti şeyhlerine, evliya dedikleri kişilere ve büyüklerine tanırlar.
Nitekim İbn Arabi, felsefesini oluştururken Şia’nın kavram ve anlayışlarını olduğu gibi almış ve kullanmış bulunmaktadır. İbn Arabi tasavvufi fikirlerini şii bir kalıba dökmüştür.
Keramet: Tasavvufçuların karakteristik vasfı keramete sarılmalarıdır. Keramet dedikleri şeylerle Şia’nın imamları için kabul ettiği mucizeler arasında tıpatıp benzerlikler bulunmaktadır.
Takiyye: Şia mezhebinin temel ilkelerinden olmuştur. Takiyyeyi şöyle tanımlamaktadırlar: “Din ve dünya bakımından bir zarar tehlikesi olduğu zaman hakkı gizlemek, inancı açığa vurmamak, muarızlarla konuşmak ve muhalefet yapmamaktır. Zararın kesin olarak veya galip zan ile bilinmesi durumunda takiyye farz olur, değilse, farz olmaz.
Tasavvuf takiyyeyi ilke olarak almıştır. Hulul ve ittihad inancına saptığı ve kendisini bekleyen tehlikeyi gördüğü anda bundan dolayı eziyet görmemek için tasavvufçular basit insanlara karşı da olsa bunu gizlemeye ve karşı tavır takınmaya gitmişlerdir. Mesela Cüneyd el-Bağdadi’nin kendisi takiyye yapar ve onunla gizlenirdi.
Tarikat: Tarikatların Şia ile bağlantılı olduğunu hemen bütün kaynaklar kaydetmektedir. Zaten tarikat şeyhlerinin çoğu ehl-i beyte mensup olduklarını iddia eder ve tasavvufun Hz. Ali yolu ile geldiğini söylerler. Aynı şekilde Şiada imamet konusunda olduğu gibi, tarikat reisliği de babadan oğula geçmektedir.
Tasavvufun Şia ile beraberliğini gösteren yönlerden biri de kutsal mertebelerdir. Tasavvufçular piramitsel mukaddes bir sıra oluşturmuşlardır. Bu sıra kutupla başlar ki Şia’nın imamına tekabül eder. Bu sıra Ebdal, evtad, efrad, nükeba, nüceba vb. sınıflarla devam eder.
Tasavvufçular ruhlardan kurulu bir ülke tasarlamışlardır. Bu ülkenin başına da kutbu getirmişlerdir ki Şiadaki mehdi veya imamın mukabilidir.
Hulul ve ittihad: Bu inancın Şia’da erken bir dönemde başladığı ve gulatı Şia’nın bariz niteliklerinden olduğu bilinmektedir. Hallac’ın, Bistami’nin, Suhreverdi’nin, İbn Arabi ve tabilerinin hulul ve vahdet-i vücut inancı da dolaylı olarak hulul ve ittihad anlayışından başka birşey değildir.
Netice olarak biz de İbn Haldun’un dediği gibi, tasavvufçuların İslama yabancı olan bu sistemi ana hatlarıyla gulat Şia’dan iktibas ettiğini belirtmek isteriz. Zaten tasavvuf hırkasını giymeyi Hz. Ali’ye isnad etmekle onu ‘kat ve inançlarının temeli yapmış ve Hz. Ali’yi tasavvufun imamı saymakla onu tanrılaştıran aşırı Şiilerle aynı kaynakta birleşmiş olmaktadır. (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, s.155-174)
MİSTİSİZMDE ORTAK KAVRAMLAR
Zikir: Allah Allah, hu hu, hay hay veya La ilahe illallah gibi sözcükleri sesli(Kadiriler), sessiz (Nakşiler), oturup sallanarak(Halvetiler), ayakta(Rifailer), halka biçiminde dönerek(Kadirilik, Rifailik, Halvetilik ve Mevlevilik) veya toplu(Mevleviler) halde defalarca tekrarlamaktır. Hinduizm’den geçme, bir çeşit meditasyondur.
Süluk: Tarikata girip derviş olan kişinin “Çile” ye girmesidir. Çile, Farsça’da kırk demektir. Bu dönemde mürit, dünya nimetlerinden vazgeçerek en ağır işlerde çalıştırılır, karanlık hücrede bekletilir. Hiçbir şekilde bu zorluğu aksatma, ara verme veya yumuşama olmaz. Tuvalet temizlemek, yerleri süpürmek ve mutfakta çalışmak buna birkaç örnektir. Bu süre, 40 gün ile 1001 gün arasında değişir. Süluk, kapılanma gibi anlama gelmektedir. Hinduizm’de, özellikle Budizm’de “Çilecilik” vardır.
Zühd: Dünyadan el etek çekmek Hinduizm’de ve Budizm’de “Sanyasin” aynı durumu anlatır.
Halvet: İnsanlardan ayrı, yalnız yaşamak demektir. İnzivaya çekilmek.
Uzlet: Toplum yaşamından kaçarak tek başına yaşamak anlamına gelir.
Riyazet: Nefsin isteklerine karşı durmak, onunla savaşmak, isteklerini yapmamak, yeme, içme, uyuma gibi doğal ihtiyaçları en aza indirmektir.
Vera: Her şeyden kaçınmaktır.
İnziva: Bir köşeye çekilmek, etliye sütlüye karışmamaktır. Dünyadan el etek çekmektir.
Pir: Pir, tarikatın kurucusudur. Tarikatlarda en önemli makam, kurucusunun(Pir’in) yattığı yerdir. Kabri, müritlerce sık sık veya belli dönemlerde ziyaret edilir. Tarikat ehli; evliyaların, pirlerin ve şeyhlerin her şeyi bildiklerine, her şeyi gördüklerine ve her şeye gücü yettiklerine inanırlar.
Şeyh: Tarikatın yaşayan ve yöneten dini lideridir. Tasavvuf geleneğinde bir kimsenin herhangi bir şeyhe bağlanmadan tarikatta ilerlemesi ve kâmil insan olması mümkün değildir. Tarikatlarda en önemli ikinci makam, halen tarikatın başında olan şeyh efendinin ikametgâhıdır. Şeyhler, tartışılmaz ve sorgulanmaz insanlardır. Onlar, her şeyi bilir, her şeyi görür ve her şeye güç yetirirler.
Mürit: Kendisini şeyhinin önüne, ölünün kendisini yıkayıcısına bıraktığı gibi bırakan insandır. Müridin en iyisi, gözü en kapalı ve itaati en çok, koyun gibi olandır.
Ta-i mekân: Şeyhin aynı anda dünyanın birçok yerinde bulunabilmesi ve görülebilmesi inancıdır.
Giyim: Başta külah, sırta hırka, elde bir asa, çubuk, zincir.
Hırka: Çeşitli kumaş parçaları birbirine dikilerek yapılmış yamalı elbise. Dervişler zikir yaparken bu yelekleri giyinirler. Hırka giyen talib, artık şeyhin müridi olur.
Silsile: Şeyhten Peygamber’e kadar gittiğine inanılan şeyhler zinciri, bir halkadır.
Tekke: Tarikat gereklerinin yapıldığı yerlerdir.
Dergâh: Tarikatlarda şeyh ve dervişlerin yatıp kalktıkları yerdir. Tarikat kurucusunun türbesinin de bulunduğu büyük dergahlara asitane, küçüklerine zaviye denmektedir.
Dede: Mevlevilikte 1001 gün süren çileyi tamamlayan dervişe “dede” denmektedir. Şeyhten sonraki rütbedir. Bektaşilikte Peygamber soyundan gelenlere “dede”, tekke şeyhlerine “baba” denir.
Cezbe: Bir inanç veya bir duygunun verdiği coşkuyla kendini yitirme, kendinden geçme, duygusal olarak aşırı ölçüde coşmaktır.
Vecd: Rabıta ve zikir anında müridin büyük coşkuyla kendini kaybetmesi, transa geçmesidir.
Gavs: Kendisine sığınılan, medet beklenen evliyaya veya kutba Gavs denmektedir. Tasavvufa göre dünyayı bir topluluğun manen idare ettiğine inanılmaktadır. Bunlar, kırklar, yediler, dörtler, üçler diye bilinir. Gavs, bu topluluk içinde mertebelerin en yükseğinde bulunan kişidir. Tarikat mensupları, sıkıştıklarında, darda kaldıklarında “Yetiş ya Gavs, Medet ya Gavs” diye yakarırlar. Böylece kutbun manevi yardımını isterler. Gavs-i azam gavsların en ulusudur. Abdulkadir Geylani, Gavs-i Azam olarak bilinir. Kutbu’l-Aktab(kutupların kutbu), veliler grubu diye bilinenler ise; Abdulkadir Geylani, Ahmed Rifai, Ahmed Bedevi, İbrahim Desuki’dir. Anadolu maneviyatının dört büyüğü olarak bilinen Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, Mevlana Celaleddin Rumi ve Yunus Emre’dir.
Rabıta: Müridin abdestli olarak, kıbleye dönmesi, şeyhinin sûretini ve şeklini, iki kaşının ortasına odaklanıp, kalbinden ondan başka her şeyi çıkararak, hayal etmesidir. Onu gönül gözünün önüne getirmek, kalbini ona bağlamaktır. Şeyhinin suretini zihninde ve kalbinde sevgiyle canlandırarak Allah’ı zikretmesidir. Müritler, fotoğrafın icadından sonra bunu fotoğraf aracılığıyla yapmaktadırlar. Rabıta, bir çeşit fena fiş-şeyh’tir. Şeyhte yok olup kendini şeyhliğe hazırlama, şeyh olarak görmedir. Rabıtasız zikir yerine, zikirsiz rabıta tercih edilir.
Rabıta: Müridin şeyhi ile (Şeyhinin yokluğunda) hemhal olması, onda yok olmasıdır. Mürit, kendini musalla taşında, teneşirde yıkanmak üzere, hatta mezarda yatıyor kabul ederek, şeyhi yanında Allah ile arasına getirmiş, şeyhinin yanında olduğunu farzedip alnına, iki kaşının ortasına gözlerini dikmiş bakarak, vesile ve vasıta olmasını düşünür. Rabıta, üç aşamalıdır: a)Şeyhin sûretini hayalinde tasarlar, b)Şeyhin(pirin) sûretini kalbinde tasarlar, c)Şeyhin kıyafet ve heyetine(biçimine) aynen bürünmektir. (Rabıta-i Şerife s.18-19 Abdulhakim Arvasi)
Niyaz: Tarikat büyüklerinden birinin huzurunda baş eğerek edeple durmaktır.
Abdal: Kendisinde sofu, derviş, mecnun, meczup, divane ve deli gibi nitelikler taşır.
Marifet: Marifet, kalp kaynaklı, vasıtasız bilgidir. Keşif, ilham, ledün(ilahi sırlara ait) bilgisidir. Yani bir çeşit vahiydir. Arif, marifet veya irfan sahibidir.
Keramet: Tarikat ehlinde ortaya çıkan olağanüstü ve olağandışı bir takım mucizevî hallerdir. Peygamberde ortaya çıkana mucize, inanmamış kimse de ortaya çıkana istidrac, müritlerde ve şeyhlerde ortaya çıkana keramet diyerek, bir çeşit isim değişikliği ile şeyhlerin de mucize gösterebileceği inancı meşrulaştırmak istenmektedir. Keramete örnekler: Deniz üstünde yürümek, azı çoğaltmak, ateşte yanmamak gibi.
Hızır: Tasavvufun çok sık kullandığı bir konudur. Hz. Musa’yla yolculuk yapan ‘salih kul’ istismar edilerek ilahlaştırılmıştır. Tasavvufta hızır, şeyh veya pir gibi bir evliyadır. Peygambere veya insanlara yardım ettiğine inanılır. Üç kez Hızır derseniz, her türlü yardıma yetiştiğine inanılır. Hızır; karada, havada ve denizde olacak her türlü olaya etkisinin olduğuna, hastalıkları iyileştirdiğine, istediği an görünmez olduğuna, çok özel durumlarda çok az kimseye göründüğüne ve Allah’ın vekili olduğuna inanılır. Her nedense görenler de genellikle tarikat ehlidirler. Muhyiddin İbn Arabi eserlerinde, hızır’a ve onunla ilgili rumuzlara geniş yer ayırmıştır. Destanlarda, efsanelerde, masallarda ve halk inanışlarını anlatan kitaplarda ona geniş yer verilmiştir.
Evliya: Ermişler veya erenler diye bilinir. Keramet ve ilham sahibi kimselere denilmektedir. Evliyaların varlıklar ve olaylar üzerinde etkili bir manevi güçleri olduğuna geniş halk yığınlarını inandırma yoluna gitmişlerdir. Keramete güya değer vermediklerini söylerlerken, diğer taraftan evliyalığın kerametle ilgisinin kurulması bir çelişkidir. Tarikat ehli; evliyaların, pirlerin ve şeyhlerin her şeyi bildiklerine, her şeyi gördüklerine ve her şeye gücü yettiklerine inanırlar.
Derviş: Tarikat mensubu, dilenci, çileden geçmiş, pısırıklı görünümlü, çalışmadan geçinen anlamlarına gelmektedir.
Virdler veya evrad: Tarikat kurucuları veya sonraki şeyhler tarafından düzenlenmiş her gün tekrarlanan, okunması gereken dualar topluluğudur.
Fena fî’ş-Şeyh: Gözün ve gönlün şeyhten başkasını görmemesidir; şeyhin kimliğine bürünmektir.
Fena fî’n-Nebî: Gözün ve gönlün Peygamber’den başkasını görmemesidir; Peygamber’in kimliğine bürünmektir.
Fena fîlllah: Gözün ve gönlün Allah’tan başkasını görmemesidir; Allah’ın kimliğine bürünmektir. (Allah’ın varlığında kaybolmak. Kişi, kendisi dâhil Allah’tan başka hiçbir varlığı görmemesidir.)
Bekâ billah: Gözün ve gönlün Allahlıkta süreklilik kazanmasıdır; Allahlıkta ebedileşmektir.
Vahdet-i Vücud: Fena fillah’ın bir adım ilerisi vahdet-i vücut(Varlığın tekliği)’tur. Fena fillah noktasına gelip kendisinden geçen sufi güya öyle bir dereceye gelir ki, artık: “La mevcude illallah”, yani “Allah’tan başka varlık yoktur” der. Tasavvufa göre başka varlıklar, hayali, izafi veya mecazidir. Bu görüşün en ciddi savunucusu, Muhyiddin İbn Arabî(v.1240)’dir. Vahdet-i vücud anlayışında cezbe halinde söylenen bu söz, doğal halde de değişmez bir esas kabul edilir. Vahdet-i Vücud, bir çeşit panteizmdir. Sadece işin içine Allah karıştırılmıştır. Panteizm, evrenin kendisini tanrı olarak görürken, evrene Tanrı’ya ait özellikleri yakıştırmaz. Oysa Vahdet-i Vücudçular, evreni bir çeşit Tanrı olarak görürken, Tanrı’daki birçok özelliği de ona yakıştırırlar. Örneğin; evliyaların, pirlerin ve şeyhlerin her şeyi bildiklerine, her şeyi gördüklerine ve her şeye gücü yettiklerine inanırlar. Panteizm inancı, Hinduizm, Budizm ve Platon’un görüşlerinden çıkmış, Avrupa’da Spinoza tarafından savunulmuştur.
Vahdet-i Şühud: Fena fillah halindeyken insan; “Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur” diyebilir. Ancak şuuru yerine gelince, Allah’ı ayrı, kâinatı ayrı varlık kabul etmesi durumudur. İmam Rabbani, bu anlayışla vahdet-i vücudu meşrulaştırmak istemiştir.
Tenasüh: Ruhgöçü demektir. Bazı Şii kökenli gruplarda ve mistik akımlarda göze çarpmaktadır.
Sema: Musiki nağmelerini dinlemek, dinlerken vecde gelip harekette bulunmak, kendinden geçmek, raksederek dönmektir. Mevlana’nın Şems geldikten sonra sema etmeye başladığı söylenmektedir.)
ÖNEMLİ MİSTİK ŞAHSİYETLER
Cüneydi Bağdadi
(207-822/298-911) Nehâvend’de doğdu, Bağdat’ta büyüdü ve orada yaşadı.
Tasavvufçuların pîri olarak adlandırdıkları Cüneyd el-Bağdadi de şöyle der: “Yeni başlayan (mürid) kişinin şu üç şeyle kalbini meşgul etmemesi iyi olur. Aksi halde durumu değişir: Bunlar mal kazanmak, hadis öğrenmek ve evlenmektir. Sofunun okuyup yazmaması gerekir. Çünkü bu, himmetini toplamak için daha iyidir.” (Sarmış, s.412)
Hallac-ı Mansur
(858-25.03.922): İran’da doğdu. Batıni Karmatilerle gizlice işbirliği yaptığı sabit olduğundan dolayı (309-921) yılında idam edilmiştir.
Hallaç yakalanıp onun ilah olduğuna inanan birtakım kişilerle beraber yargılandıklarında bu gerçek olduğu gibi açığa çıkmıştır. Bunlar Hallacın ölüleri dirilttiğine inandıklarını itiraf etmelerine rağmen, Hallaç bunu takiyye yaparak inkar etmiştir.
Kur’an’ın gizli anlamlarını öğrenmeye merak saldı. Sihirbazlık ve cinlerle işbirliği yapmakla suçlanınca, Türkistan ve Hindistan’ı dolaştı. Bu ülkelerde Budizm, Manizm ve Hinduizm gibi inançlar hakkında bilgi edindi. Kendisine “Ene’l-Hakk!”, yani “Ben, Allah’ım!” dediği için, cezalandırılmak istendi. Bulunduğu şehirden kaçtı. Üç yıl gizli saklı yaşadı. Karmatilerin ajanlığıyla suçlandı. Bundan dolayı hapse atıldı. Hallaç, Tavâsîn isimli kitap yazmıştır. Bu eserin “Ezel ve İltibas Tâsîni” bölümünde, İblis(şeytan)’i ve Fir’avun’u övmüş ve yüceltmiştir. Kitabında, Allah ile şeytanı aynı kefeye koymuş; Allah’ın İblis’i, İblis’in de Allah’ı zikrettiğinden ve İblis ve Fir’avun’un Allah olduğundan söz etmiştir. Dostunun ve üstadının İblis ve Fir’avun olduğunu yazmıştır. Bu görüşleri nedeniyle halife Muktedir döneminde darağacında asılarak idam edildi. Allah’ı ruhsal olarak sufinin kendisinden ayrı görmemesi inancını yayıyordu.
Gazali:
(505-1111) İslami ilimlerinde geniş alanda eserler vermiş, sonunda hayatını tasavvufa adamıştır. Tasavvufun ve Hallac-ı Mansur’un Sünni dünyada meşru görülmesini sağlamıştır.
Muhyiddin İbn Arabi:
(561-1165/638-1240) Endülüs İspanya’da 1165 yılında doğdu, 1240 yılında Şam’da öldü. Kuzey Afrika, Mekke, Bağdat, Malatya, Konya, Şam ve Kudüs’ü dolaştı. Sadrettin Konevi, ondan ders almış olup onu üvey babası olarak görmektedir. Yavuz Sultan Selim 1517’de türbesini, bir de oraya bir cami yaptırdı. Vahdeti Vücud’u Anadolu’da yayan Sadreddin Konevi’dir.
İbn Arabi, daha çok Antikçağ Grek(Yunan) Stoacılarından, Philo’dan ve Yeni Eflatuncu’lardan etkilenmiştir. İslam dünyasında daha İbn Arabi hayattayken başlayarak en fazla eleştirilen ve İslamdışı gösterilen bilgin İbn Arabi olmuştur.
İbn Arabi, rüyasında Peygamber’in direktifi üzerine kitap yazdığını söyler. Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 373’de yazdıklarının bir ilahi yazdırma, en kutsi makamdan indirildiğini ve ruhuna üfleme olduğunu iddia eder. Muhyiddin İbn Arabi, vahdet-i vücut inancının en hararetli savunucusudur. Eserlerinde açıktan; “Yaratan yaratılandır(halik mahluktur), yaratılan da yaratandır(mahluk haliktir). Bunların hepsi tek varlıktır.” diye uzun uzadıya anlatmaya çalışmıştır. Yine İbn Arabi, Firavun’un rablık iddiasını (79Naziat/24), Firavun’un Allah olmasına bağlamıştır. Taşa, toprağa tapanların bu yüzden onları tanrı olarak isimlendirdiklerini iddia etmiştir. Fusus-ul Hikem, 1/212’de Allah’ın kadını kıskanıp kadının yerine geçtiğini ve bu ilişkiden dolayı tekrar Allah’a dönmek için guslün gerekli olduğunu iddia eder. Yine aynı kitapta “Allah beni över, ben de onu överim. Allah bana kulluk eder, ben de O’na kulluk ederim” demiştir. (Fusûsu’l-Hikem, s.1/83) Ben ve O desek de, ben yoktur sadece O vardır. O, çokluk halinde olan varlıktır. Evliyaların peygamberlerden üstün olduğunu iddia etmiştir.
Mevlana
(v.1273) Mevlana, Mesnevi adlı altı ciltlik manzum eserinin önsözünde, bu kitabının âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğini ifade etmiştir. Kur’an’a ait özellikleri kendi kitabı için sıralamıştır. Örneğin, “Allah’ın onu korur(15Hicr/9), ona önünden ve arkasından batıl giremez(41Fussilet/42), yüce katipler tarafından yazılmıştır(80Abese/13-16), ancak temiz kişiler bu kitaba dokunabilir(56Vakıa/79), gönüllere şifadır(17İsra/82) gibi. Tanrı, neliksiz(varlığı olmayan, varlık olmayan) ve niteliksizdir. Mesnevi, c.5 s.38 Aynanıza bakın, kendinize görmüş olsanız bile hakikatta Allah’ı görmüşsünüz demektir. Mesnevi, c.5 s.166 1852- Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! 1853 –Sofiler bunu halktan giz1emek için gönül vahyi demişlerdir. C:IV, Sh: 325-326-327.
Yunus Emre
(v.1320) Taptuk Emre dergahında yetişti. Osmanlı Şeyhulislamı Ebussuud efendi, Hanefi fıkhını uygulamış ve Yunus’un bazı şiirlerini okuyanların şer’an hapsedilmelerine ve öldürülmelerine fetva vermiştir. Bu şiirlerden biri: “Cennet cennet dedikleri/ Bir ev ile birkaç hûri/ İsteyene ver sen anı(onu)/ Bana seni gerek seni” Yunus bu beyitte, kendisinin cenneti değil, Allah’ı istediğini, yani Allah’ın yerini, diğer ifadeyle Allah olmak istediğini(fenâ fî’l-lah), Allah’ın mertebesine ulaşmak, O’nun yetkisine sahip olmak istediğini söylemeye çalışmaktadır. Örneğin, kendisini bir damla, Allah’ı da bir okyanus olarak gören zihniyet, artık bir damla olarak kalmayı kendisine yedirememekte, okyanusa düşerek, okyanus olmayı hedeflemektedir. Diğer bir örnekle, çok güzel bir iş yapmış olan bir sadrazamı veya bir veziri padişah ödüllendirmek ister. Padişah, ona verilebilecek en güzel ödülü vermek ister ve bunu ona sunar. Ancak o, ukalalık edip: -O hediye ne ki, o bana yetmez, ben seni istiyorum, senin tahtın devam etsin, ama ben de o tahta ortak olmak, ben de padişah olmak istiyorum, demektedir. Esasında ona göre kendisi, padişahı yerinden etmek amacında değildir. Padişahla bütünleşip, onun yetkilerini kendi görebilmek niyetindedir. Hediyeyi küçümsemekle padişahı, cenneti küçümsemekle de insan Allah’ı küçümsemiş olmaktadır. Allah, 9Tevbe/111 ayetinde, insanın cenneti; malını ve canını ortaya koyduğu zaman ancak elde edebileceğini, 3Al-i İmran/136 ve 42Şura/22 ayetlerinde cennetin büyük bir ödül olduğunu bildirmiştir.
Ebu Yezid Bistami
Horasan’ın Bistam köyünde Zerdüşt bir aileden doğmuş, 261-874/1469 yılında orada ölmüştür. Kendisine Fena fi’t-Tevhid doktrinini öğreten Hintli hocası Ebu Ali es-Sindi tarafından tasavvufa sokulmuştur. Bestami Vedantik düşüncesinin Şankara (öl. 820) ve okulu tarafından aktif olarak canlandırılmaya ve sistemleştirilmeye çalışıldığı bir zamanda yaşamıştır.
Bayezid demiştir ki:
“Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: Ey Ebu Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar. Bunun üzerine ben dedim: Beni vahdaniyetinle(birlik) donat ve senin benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine(birlik) yükselt, ta ki yaratıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: Sen’i (Allah’ı) gördük ve sen O’sun. Fakat ben(Ebu Yezid) orada olmam.”
“Subhani ma a’zame şani”(Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir!).“
Bestami Allah’ı Arş üzerinde bulamamış ve bu yüzden O’nun Arş’taki yerine oturmuştur: “Melekut ummanına ve lahut hicaplarına daldım, hatta arş’a ulaştım. (Bir de ne göreyim) O boştu. Böylece kendimi onun üzerine attım ve dedim: Rabbim, seni nerede bulayım? Ve perdeler kaldırıldı da gördüm ki ben benim, evet Ben Benim. Aradığım şeye geri döndüm ve O Ben idim ve Benden başkası değildi.”
Dokuzuncu yüzyılda bir müslümanın böyle kendisini neredeyse Allah’ın üstünde bir yere koyan şatahatı(alaycı ve uçuk sözler) söyleyebilmesi ve buna rağmen ceza görmemesi gerçekten şaşırtıcıdır… Ebu Yezid el-Bistami ve benzerlerinin İslam inançlarıyla bağdaşmayan sözlerini, dinin özüne ve ruhuna sahip olduklarını iddia eden tasavvufçular reddedip karşı çıkacaklarına, onları temize çıkarma, haklı gösterme ve savunma yoluna gitmişlerdir. Hatta uydurdukları sekr, mahv, fena ve şatahat gibi paravanlarla açıkça küfür ve dinsizlik olan birtakım sözlerini dine uygun göstermek veya sorumluluktan kurtarmak için her yola başvurmuşlardır. (Sarmış, s.236-237)
“Yemek külfetinden ve kadın sıkıntısından beni kurtarmasını Allah Teala’dan niyaz etmek istemiştim. Sonra kendi kendime, “Rasulullah bile Allah’tan böyle bir şey istemediği halde benim istemem nasıl caiz olur?” dedim ve bunun için dua etmekten vazgeçtim. Sonra Hak sübhanehu ve Teala kadın sıkıntısından beni kurtardı. O kadar ki karşıma çıkan kadın mı duvar mı, fark edemez oldum.” Kuşeyri Risalesi, (Sarmış, s.141-142)
“Otuz senedir her namaz kılışımda, belime sardığım zünnarı(Hristiyan keşişlerin bellerine bağladıkları ucu haçlı kuşak) koparıp atmak isteyen bir mecusiyim, itikadı içinde olduğum halde namaz kılmaktayım.” (Sarmış, s. 144)
“Allah’a yemin ederim ki sancağım Muhammed’in sancağından daha büyüktür.” “İlminizi ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi ölmeyen diri (Allah)’dan aldık.” (Sarmış, s. 157)
“Cehennem de ne ki, onu görsem eteğimle söndürürüm.” gibi sözleri güya manevi sarhoşluk(vecd) halinde söylediği düşünülmüştür.
Görüldüğü gibi mistikler de gizemciler de tasavvufçular da tarikatçılar da ezoterikler de okültistler de kabalistler de gnostikler de, her ne adla isimlendirilirlerse isimlendirilsinler hepsi, birbirinin değişik zaman ve yerlerdeki farklı görünümleridirler. Amaçları hakkın ortaya çıkması değil, sınıflara ayırdıkları sıradan halkın(avam) dinlerini ve dünyalarını sömürme peşindedirler. Seçkin(havas) diye tanımladıkları şeyhler, pirler içinde yaşadıkları halkın dinini istismar ederek güya halkın bilmediği gizli bilgilere vakıf oldukları, bu bilgiyle başaramayacakları iş olmadığı iddiasındadırlar. Birtakım meczuplar da onların borazanlığını yapmaktadırlar. Muhataplarına karşı her türlü entrikaya başvururlar. Halkı uyutur ve uyuştururlar. Akıl, mantık ve bilim karşıtıdırlar. Ateist geçinen biri kadar Allah hakkında saygısızlık ve küstahlıktan çekinmezler. Girdikleri yere pısırıklığı, edilgenliği ve kaderciliği pompalamışlardır. İlahi dinde ortaya çıkan bozulmaların asıl sorumlusudurlar. Müslümanların bilim ve teknoloji konusunda geri kalmalarının gerçek sorumlusu da bu anlayıştır. İnsanların tarikatlara girmesinin önemli nedeni şudur; Bu anlayış sahipleri, başka alanlarda kazandıkları gücü kullanarak hileli yollarla, insanları alıştırarak ve ısındırarak uydurdukları din anlayışını onlara enjekte etmektedirler. İş, aş ve meslek edinmek isteyen halk bu tuzağa düşmekte, düşülen tuzakta zamanla oluşan çıkar ilişkileri onları birbirlerine bağlamaktadır. Saf ve samimi görünmeleri, rollerini uzun süre yapma sonucunda bunu kanıksamalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa saf ve samimiyetin arka planında bir bilinç ve sağlıklı bir anlayış bulmak çoğu kez olanaksızdır. Hak ve hukuk onlar için gereksizdir. Tek gerekli olan şey, efendilerle halk arasında kul-köle ilişkisinin sürüp gitmesidir. Haktan yana olan herkes bilir ki söz, önemlidir, söz değerleridir. Değişim ve gelişim sözle başlar ve sözle devam eder. Sözün değerli olmadığı, konuşmaya izin verilmediği yerde hak ve adalet olmaz. Mistik anlayışa göre söz boştur, batıldır. Bu anlayış sahiplerine göre sorgulamak, akıl yürütmek boştur, batıldır, hatta en büyük küstahlıktır. Onlara göre dünya değerlerini yaşamak, Allah’tan ve dinden uzaklaşmaktır. Böyle olunca da tam bir gerileme ve tutucu davranışlar söz konusudur.
Allah tüm insanları şeytani her türlü virüsten korusun.