-
23rd Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. İSA/MESİH’İN DÖNÜŞÜ İNANCI, HZ. MUHAMMED’İN SON PEYGAMBER OLDUĞU İNANCINA AYKIRIDIR

Doğulu ve Batılı araştırmacılar, tarih boyunca bütün toplumlarda şu veya bu şekilde üstün bir kurtarıcı fikrinin bulunduğunu, sıkıntılara düşen ve çaresiz kalan toplumların bu tür kurtarıcılara umut bağladığını, bunun onlara yaşama ve mücadele etme dinamizmi verdiğini belirtmiş­lerdir.

[-Mesela, R. Bastide, Mesihçiliğin sosyal değişme yönündeki ilk adımı ve yeni ekono­mik ve sosyal değerlerin kabulünü simgelediğini söylerken, (Sami Baybal, İbrahimî Dinler­de Mesih’in Dönüşü, 31, Yediveren Yay., Konya 2002), Mesihçiliğe inanıp savunan başkaları da aynı şeyi seslendirmektedir. Örneğin, bu konuyu araştıran Sami Baybal bu inancın müs-lümanlara bir müjde ve ferahlık vermeyi hedeflediğini belirtirken, (Age. 265), Mesihçiliği Risale-i Nur eksenli yorumlayan Ahmed Şahin de bu inanan müslümanlara bir dinamizm ve diriliş şevki verdiğini söylemektedir. (Bkz. Hz. İsa’nın Geleceğine Ait Farklı Yorumlar Üzerine, Zaman, 10 Şubat 2004) İsa/Mesih ve Mehdi’nin geleceğine inanan hemen hemen bütün müslümanlar direkt veya dolaylı olarak olaya bu açıdan, yani pragmatik olarak bak­maktadırlar.]

Araştırmalar beklenen kurtarıcı fikrinin bütün din ve kültürlerde mevcut olduğunu, karşılaşılan zulüm, adaletsizlik, siyasi ve içtimai ka­rışıklıklarda çaresiz kalan halkın kendilerini karanlıklardan aydınlığa çı­karacak bir kurtarıcıyı her zaman beklediklerini ortaya koymaktadır.

[-Dr. Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kay­nakları, 234, Çamlıca Yayınlan, İstanbul 2001.]

Bunun açık örneği de tarihlerinde sık sık yenilgi, esaret ve sürgün hayatı yaşamış olan Yahudilerin, doğuşundan uzun zaman sonraya ka­dar umduklarını bulamayan Hıristiyanların ve Hz. Osman döneminde başlayıp Emevi ve Abbasi dönemlerinde zirveye çıkan ve müslüman hal­kın büyük karamsarlığa ve kaosa düşmesine yol açan fitne ve savaşların olduğu dönemdeki müslümanlarm durumudur. Hicri birinci yüzyılda islam toplumunda bu fitneler ve savaşlar sebebiyle kaos yaşayan ve ka­ramsarlığa düşen kimi müslümanlarm daha önce Yahudilerin ve Hıristi­yanların umutlarını bağladığı kurtarıcı inancını bilgi ve kültür iletişimi sonunda benimsedikleri ve kültürlerine sindirerek dinsel bir nitelik ver­dikleri, kimi ayetleri bu kültürel arka plan penceresinden yorumlayarak ve hadis diye birtakım rivayetleri de katarak Kitap Ehli gibi Mehdi, Deccal ve Mesih edebiyatını geliştirdikleri ortak söylem ve benzerliklerden anlaşılmaktadır. Onun için sorgulayıcı/muhakkik bir yöntem izleyen İs­lam alimleri, bu ithal malı inanç ve kültürü eleştiri süzgecinden geçirerek reddetmiş ve bu inanan hem Kur’an’ın evrensel mesajına, hem Hz. Muhammed’in son peygamber olup kıyamete kadar risaletinin ve Müslümanların devam edeceğine aykırı olduğunu belirterek, İslam dininde böyle bir şeyin söz konusu olmadığını söylemişlerdir. Bu alimlerin değerlendirmelerine katılmamak, Hz. İsa’nın geleceğini savunanların tevil yolu ile delil gösterdikleri ayetler ve rivayetlerle ilgili değerlendirme sonunda böyle bir şeyin olmadığını görmemek mümkün değildir. Bu konudaki ayetleri, konu ile ilgili bazı kavramları ve İsa/Mesih’in geleceği anlatan rivayetleri değerlendirdiğimizde gerçek durumu göreceğiz.

[-MEHDİ: Burada Mehdi ve Deccal konulan üzerinde durmayacağız. Sadece her iki ko­nunun islam kökenli olmadığını ve onlarla ilgili rivayetlerin doğrulukla ilgisinin bulunma­dığını okuyucuların bilmesini arzu ettiğimiz için kısaca belirtmeyi uygun görüyoruz.

“Mehdi konusuyla ilgili olarak, Kur’an-ı Kerim’de herhangi bir açıklamaya raslamak mümkün değildir. Buhari ve Müslim’in Sahihlerinde de bu meseleye yer verilmemiştir. (…) Diğer hadis kitaplarında görülen çelişkili rivayetler, bu inancın îslam kültüründe canlı ve renkli bir şekilde yaşatılmasını sağlamıştır. Nitekim konu ile ilgili araştırmalar da Mehdi ile ilgili sahih hiçbir hadisin olmadığını ortaya koymaktadır. (Bkz. Reşid Rıza, Tefsir, 9/461-464; İzmirli, Siyer, 136; Elbani, Silsiletul-Ehadisi’z-Zaife, 1/180-181,4/91-92)

İbni Haldun, da bu konuda nakledilen yirmi dört değişik hadisi inceledikten sonra bunların hiçbirisinin Hz. Peygamber zamanı ile alakalı olmadığını ortaya koymaktadır. (Mukaddime, 1/411-426, çeviri, Halil Kendir, İstanbul, 2004) İbni Haldun, Mehdi inancının bozuk Şia ve sufi çevreler ve fırkalar tarafından neredeyse her türlü bidatin ve sapıklığın arenası gibi seslendirildiğini, bazılarında kendilerini bu düşünceye kaptırarak birçok yerde fitne ve fesat çıkardıklarını da anlatır (bkz. Mukaddime, 1/426-433)

Bu hususa dair rivayetler, Emevi ve Abbasiler dönemindeki içtimai ve siyasi faaliyetler neticesinde tasvir edilmiş ve Hz. Peygamber’in diliyle/adma tavsif edilmiş nakiller olduğu tahmin edilmektedir.

Konu tarihi gelişimi içinde incelendiğinde, Mehdi hadislerinin Şii ve Batınî zümreler tarafından uydurulan rivayetlerle hadis literatürüne girdiği, sonraki dönemlerde geniş öl­çüde mutasavvıflar ve kısmen de kelamcılar tarafından desteklendiği, böylece Sünniler ile Şiiler arasında ortak bir anlayış haline geldiği anlaşılmaktadır. Bu telakkinin Sünni camiada sağlam ve köklü dini kültürden mahrum topluluklar arasında hicri 5. asırdan itibaren kabul görmeye başladığı, akaid kitaplarına da hicri 8. asırdan sonra girdiği tahmin edilmektedir. (Avni İlhan, Mehdilik, 178’den naklen)

Şia’daki Mehdi inancının kaynağı, eski kavimlerdeki kültür ve anlayışlara dayanmakla birlikte Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki kurtarıcı modeline göre dokunduğu düşünülmekte­dir. (Avni İlhan, Age. 47’den naklen)

Hadislerin sened tenkidi göstermiştir ki, hadisçilerin en çok önem verdikleri sened açı­sından da bu hadisler güvenilir değildirler. Herbir hadisin en az bir ravisi tenkid edilmiştir. Metin açısından ise, konu her yönü ile eleştirilmeye müsaittir. Metin tenkidi açısından göze batan ilk husus, hadislerin içerdikleri mantıksal, tarihsel çelişkiler ve abartılardır. Ardından bu hadislerin Kur’an mentalitesiyle çatışan içerikleri gelmektedir. Ayrıca fiten kitaplarında fiten rivayetlerinin Tevrat’tan alındıkları çok açık biçimde görülmektedir. Bu bir tahmin değil, varsayım değil, iftira da değildir. Bizzat-Nuaym b. Hammad’m kitabındaki gibi-ra-vilerin kendi beyan ve itiraflarıdır. (Mehmed Ali Durmuş, Haberlerin Ağında Mehdi, 262, Anlam Yayınları, Ankara 2003)

“Halk öğretisindeki Mehdi ve Nüzul-i İsa meselesi de başta Ehli Kitap ve Şia gibi dış etkiler yanında kurtarıcı fikrini içerdiğinden dolayı sosyo psikolojik açıdan inançlarında kolayca yer bulmuş anlayışlardan biri olduğu ortaya çıkmaktadır.” (Dr. Hatice Kelpetin Arpaguş, Age. 233-234)

 

-DECCAL: Kitap Ehli literatüründe kurtancı Mesih’in karşıtı olarak görülen Deccal, belli dönemlerdeki zalim hükümdar ve yöneticiler şeklinde kötülüğün ve şerrin temsilcisi ola­rak ortaya konmuştur. Bu anlatımlardaki maddi unsurlarla halk öğretisindeki anlatımlar ve hadis literatüründe karşılaşılan beşerüstü nitelikli Deccal rivayetleri karşılaştırıldığında, aralarında paralellikler bulunduğu dikkati çekmektedir. Bu da bizi bu tür anlayışların deği­şik inanç ve kültürlerden İslam kültürüne geçtiği sonucuna götürmektedir.

Örneğin, diğer kültürler arasında Hıristiyanlık kültüründen de geçtiğinin bir göstergesi olarak Paulus’un Selaniklilere yazdığı 1. ve 2. mektupta söylediklerine bakmak yeterlidir.

“Mektuplarda İsa Mesih’in tekrar geleceği, ancak bunun yakın olmadığı, o gelmeden önce irtidat, dinsizlik, yalan gibi birtakım alametlerin çoğalacağı, Deccal’in ortaya çıkacağı belirtilmektedir.” (Tacettin Şimşek, İsevilikten Hıristiyanlığa, 107)

Deccal inancının Yahudi ve Hıristiyan kültürüne nereden geldiği konusunda değişik görüşler vardır. Bunlardan biri, Ön Asya kozmogonilerindeki son anda yaratıcı Tanrı’ya karşı çıkan fesad canavarı efsanesidir. Deccal inancının yayılmasında değişik dönemlerdeki zalim hükümdarlara karşı eski efsanelerin yorumlanmasının büyük etkisi olduğu kana­ati mevcuttur. Bu zalimler de, zaman içinde efsanevi bir hüviyete bürünerek haklarında menkıbeler oluşturulmuş kişilerdir. Bu anlatım, İslam kültüründe de paralel bir seyir takip etmiştir.

Deccal ile ilgili rivayetler, ya isnad açısından veya içerik yönünden sahih kabul edilebilir değildir. Bu rivayetlerden bazıları isnad bakımından zayıf görülürken, bir kısmı da birbir­leriyle bağdaştırılmayacak derecede çelişkiler içermektedir.

“Mesih, Deccal, Mehdi anlayışlarının İslam’a sonradan katıldığı kabul edilecek olursa, bu inancın İslam’a katıldığı dönemler, Hz. Osman’ın katlinden (35/655) sonraki süreç olması muhtemeldir. Çünkü bu dönemde Halife katledilmiş, fitne alevlenmiş, insanlar kamplara ayrılmış, adeta “bu işi sadece o çözer” diye inanılan bir kurtarıcıdan medet umulur olmuş­tur.” (Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, 240)

Deccal edebiyatının Yahudi kültüründen İslam kültürüne nasıl geçtiğini daha sonra “Apo­kaliptik Edebiyat” başlığı altında da göreceğiz.

Deccal inancının temelsiz ve başka kültürlerden İslam kültürüne girmiş bilgiler olduğu­na ilişkin bakınız: Kürşad Demirci-Zeki Sarıtoprak, Deccal, DİA, 9/67-72; Dr. Hatice Kelpe­tin Arpaguş, Age. 227-230.

Deccal rivayetlerinin ne derece sahih, İslam’ın öğretilerine ve akla ne derece uygun ola­bileceğini aşağıda senediyle vereceğimiz bir rivayetten anlamak zor olmasa gerektir. Hı­ristiyan iken İslam’a girmiş Temim Dari’den rivayet edildiği belirtilen ve kurgu filmlerini andıran Cessase rivayetinde canlandırılan He-Man veya Superman Deccal figürüne baka­rak diğer Deccal rivayetlerinde anlatılanlar hakkında bir kanaat sahibi olabiliriz. Cessase rivayetini Ahmed Davudoğlu’nun Müslim tercümesinden veriyoruz:

“Bize Abdulvaris b. Abdissamed b. Abdilvaris ile Haccac b. Şair ikisi birden Abdüssa-med’den rivayet ettiler. (Lafız Abdulvaris b. Abdissamed’indir) (Dedi ki): Bize babam, de­demden, o da Hüseyin b. Zekvan’dan naklen rivayet etti. (Demiş ki): Bize İbnu Büreyde rivayet etti. (Dedi ki): Bana Şa’b Hemdan’dan, Amir b. Şerahil Eş-Şa’bi rivayet etti ki, kendisi Dahhak b. Kays’m kız kardeşi ve ilk muhacir kadınlardan olan Fatıme binti Kays’e demif ki: Bana başkasından değil, doğrudan Resulullah’tan işittiğin bir hadis söyle! Fatıme: Sen ister­sen ben bunu yaparım! demiş. Amir ona: Evet! bana rivayette bulun! demiş. Bunun üzerine Fatıme şunu söylemiş: Ben İbnü Muğire ile evlendim. O gün kendisi Kureyş gençlerinin en iyilerinden di. Derken Resulullah’la birlikte bulunduğu ilk cihadda yaralandı. Ben dul kalınca, beni Resulullah’m ashabından birkaç kişi içinde Abdurrahman b. Avf istedi. Resu-lullah da beni azatlısı Zeyd’in oğlu Üsame’ye istedi. Bana rivayet olunmuştu ki, Resulullah: “Beni kim severse Usame’yi sevsin!” buyurmuşlar.

Resulullah benimle konuşunca: İşim senin elindedir, beni dilediğine nikahla! dedim.

Bunun üzerine: “ümmü Şerik’e taşın!” buyurdu. Ümmü Şerik Ensar’dan zengin, Allah yolunda nafakası çok olan bir kadındı. Ona misafirler gelirdi. Olur, dedim.

(Bu sefer): “Yapma, çünkü Ummü Şerik, misafiri çok bir kadındır. Ben senin baş örtünün düşmesini yahut baldırlarından elbisen açılıp bazı yerlerini cemaatın görmesini hoş karşı­lamam. Ama sen amcarioğlu Abdullah b. Amr b. Ummi Mektum’a taşın!” dedi. (Bu zat Ku-reyş’in fihri, Beni Fihr’den bir adamdı. Kendisi Fatıme’nin kabilesinden idi.) Ona taşındım. Iddetim geçince dellalın (yani) Resulullah’m dellalinin sesini işittim:

Namaza toplanın! diye sesleniyordu. Hemen mescide çıktım ve Resulullah’la birlikte namazı kıldım. Cemaatin arkalarına gelen kadın safındaydım. Resulullah namazı bitirince gülerek minberin üzerine oturdu ve:

“Herkes namaz kıldığı yerde kalsın!” dedi. Sonra: “Biliyor musunuz sizi niçin topla­dım?” dedi. Ashab: Allah ve Resulü bilir, dediler. Buyurdu ki:

“Ben vallahi sizi bir istek veya korkudan dolayı toplamadım. Lakin şunun için topladım ki, Temimi Dari Hıristiyan bir adamdı. Sonra gelerek bey’at etti ve müslüman oldu. Bana bir söz rivayet etti ki, Mesih-i Deccal için size anlattıklarıma uygun düştü. Bana anlattığına göre kendisi Lahm ve Cüzam kabilelerinden otuz kişi ile birlikte bir gemiye binmiş ve dalga onlarla denizde bir ay oynamış. Sonra ta güneşin battığı yerde denizde bir adaya yanaşmış­lar ve geminin sandallarına binerek adaya girmişler. Derken karşılarına çok saçlı, kıllı bir hayvan çıkmış. Kılın çokluğundan önünü ardından ayıramamışlar ve: Vah sana, sen kim­sin? demişler. Hayvan: Ben Cessaseyim! cevabını vermiş. Oradakiler: Cessase nedir? diye sormuşlar. O: Ey cemaat! Manastırdaki şu adama gidin, çünkü o sizin haberinizi özlemiş, demiş. Temim dedi ki: Cessase, bize bir adam ismi verince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk ve hemen sür’atle gittik, manastıra girdik. Bir de ne görelim, orada yaratılış olarak gördüklerimizin en büyüğü ve en şiddetli şekilde bağlanmış bir insan. Elleri boynuna, iki dizinin arası topuklarına demirle bağlanmış! Vah sana, sen kimsin? dedik. Siz benim habe­rimi almışsınızdır. Şimdi bana haber verin, siz kimsiniz? dedi. Oradakiler:

Biz Araplardan bir takım insanlanz. Bir gemiye bindik, denize coştuğu anda rastladık. Dalga bizimle bir ay oynadı. Sonra senin şu adana yanaştık ve geminin sandallarına bine­rek adaya girdik. Derken karşımıza kıllı, çok tüylü bir hayvan çıktı. Kıllann çokluğundan önü arkasından farkedilemiyordu. Vah sana, sen kimsin? dedik. Ben cessaseyim, cevabını verdi. Cessase nedir? diye sorduk. Manastırdaki şu adama gidin, çünkü o sizin haberinizi özlemiştir, dedi. Biz de koşarak sana geldik. Ondan korktuk. Bir şeytan olmayacağından emin değildik, dedik. Bunun üzerine (o adam): Bana Beysan hurmalığından haber verin! dedi. Nesini soruyorsun? dedik. Size onun hurmasını soruyorum, Yemiş veriyor mu? dedi. Kendisine: Evet! cevabını verdik.

Dikkat edin, onun yemiş vermemesi yakındır. Bana Taberiye gölünden haber verin! dedi. Onun nesini soruyorsun? dedik. İçinde su var mı? dedi. Oradakiler: Onun suyu çoktur! dediler. Dikkat edin, gerçekten onun suyu çekilmek üzeredir.

Bana Zügar pınanndan haber verin! dedi. Oradakiler: Onun nesini soruyorsun? dediler. Pınarda su var mı? Sahipleri pmann suyuyla ekin yetiştiriyorlar mı? dedi. Kendisine: Evet, onun suyu çoktur, sahipleri de suyu ile ekin yetiştirirler! cevabını verdik.

Bana; Ümmilerin peygamberinden haber verin, ne yaptı? dedi. Oradakiler: Mekke’den çıktı, Yesrib”e yerleşti, dediler. Araplar onunla harbettiler mi? diye sordu. Biz: Evet! ceva­bını verdik. Onlarla ne yaptı? diye sordu. Kendisine karşı çıkan Araplara galip geldiğini ve Araplann ona itaat ettiğini haber verdik. Bu oldu mu? dedi. Evet! cevabım verdik. Dikkat edin, bu halleri ona itaat etmiş olmalarından daha hayırlıdır, dedi.

Ben size kendimi haber vereyim. Ben gerçekten Mesih’im ve bana çıkış için izin verilmesi yakındır. Ctkn? yeryüzünde sefer edeceğim. Mekke ileTaybe’den başka kırk gecede inme­diğim belde bırakmayacağım. Bunların ise ikisi de bana haram kılınmıştır. Her ne zaman I bunlardan birine girmek istersem, elinde çekilmiş bir kılıç olduğu halde bir melek karşıma çıkacak, beni ondan alıkoyacaktır. Oraya giden bütün yollann üzerinde orasını koruyacak melekler vardır, dedi.” Fatıme demiş ki: Resulullah asasıyle minbere dokunarak: “İşte Taybe budur! İşte Taybe budur! İşte Taybe budur!” dedi. Medine’yi kastediyordu. (Ve sözüne devamla): “Dikkat edin, bunu size söylemiş miydim?” dedi. Cemaat: Evet! cevabını verdiler.

“Gerçekten Temim’in bu sözünün Deccal ve Medine ile Mekke hakkında söylediklerime uyması hoşuma gitti. Dikkat edin ki, o Şam denizinde yahut Yemen denizindedir. Hayır! Doğu tarafından. Evet! O, doğu tarafından! Evet! O, doğu tarafmdan çıkacaktır.” dedi ve eliyle doğu tarafına işaret etti. Fatıme: Ben de bunu Resulullah’tan belledim, demiş. (Müs­lim, fiten, 119; Ebu Davud, melahim, 14, 15; Tirmizi, fiten, 66; Ibni mace, fiten, 33 ve Ibni Hanbel çok yerde)

Rivayetin çürük temellere dayandığını göstermesi bakımından ravilerdenTemim Dari’-nin “israiliyyatı İslam’a en çok katan iki zattan biri olarak görüldüğü” (Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, 240) ve Fatime’nin, hakkında Hz. Ömer’in “Ezberledi mi, unuttu mu belli olma­yan bir kadın yüzünden Allah’ın Kitabı’nı ve Peygamberimizin sünnetini terk etmeyiz” (Enbiya Yıldmm, Age, 245) dediği kadın olduğunu belirtmemiz yararlı olur. Rivayeti detaylı bir şekilde kritik eden Enbiya Yıldmm kanaatini şöyle belirtir:

“İhtimaller, çokluğuna rağmen tatminkar olmasa da, gerçek olan bir husus vardır, o da bu rivayetin Resulullah’la irtibatı/ilişkisi olmayan israiliyat bir haber olduğudur.” (Hadis Problemleri, 247) Rivayetin detaylı eleştirisi için bakınız. Enbiya Yıldırım, Age. 225-247.

Deccal’in çıkmasını beklemeye devam edenlere hatırlatmakta yarar var; kimse orada ye­dirip içirmediğine ve diğer ihtiyaçlarını görmediğine göre zavallı bugüne kadar herhalde ölmüştür! Ölmüşse, Mesih Deccal beklentisi içinde olanlar yenisini nereden bulacaklar­dır?!

Doğrusu, bu tür şeylere inananları saplantılarından Mehdi ve Mesih de çıkıp gelse zor kurtarır.]

 

 

 

Dönüş/Ric’at İnancı

Ric’at kelimesi ‘geri dönüş’ demektir. Kavram olarak, ölmüş kişini hayata yeniden dönmesi, ya da gizlenmiş (muhtefi) kişinin açığa çıkmi anlamındadır. Ric’at inancının tarihi oldukça eskidir. Örneğin Keldaniler, Kabil tarafından öldürülmesinden sonra Habil’in yeniden döneceğine(ric’atine) inanmaktaydılar. Çok eski ve yaygın docetism inancına bağlanan ric’at, tam bir Yahudi-Hıristiyan akidesidir. Bazı rivayetlere ga Yahudiler’in ric’at fikrini benimsemelerinin temeli, Uzeyr’in Allah tarafından öldürülüp yüz sene sonra yeniden diriltilmesi hikayesine dayanmaktadır. Yine rivayete göre Yahudiler, Harun Peygamber’in de böyle akıbete maruz kaldığına inanmaktadırlar. Tih/Sina Çölü’nde ölen Harun’un ölümünden Musa’yı sorumlu tutmuşlardır. Çünkü Musa’nın halk Harun’a meyletmesini kıskandığını iddia etmişlerdir. Şu var ki, kimi “Harun öldü, geri dönecek (ric’at edecek)” derken, bir kısmı da, “kayboldu, geri dönecek (ric’at edecek)” görüşünü benimsemişlerdir. Diğer bir görüşe göre ise, -Yahudi ve Hıristiyanlar’a göre- İlya (İlyas) peygamber semaya kaldırılmış olup, ahir zamanda hakkın ve adaletin esaslarını ikame etmek için yeniden yeryüzüne dönecektir.

DOCETISM, oldukça erken dönemlerde, Hz. İsa’nın acı çekerek çarmıhta öldüğü düşücesini kabul etmeyen ve farklı düşünceler savunan bazı Hıristiyan ilahiyatçıların anlayışıdır. Çoğunluğu gnostik düşünceleriyle de ön plana çıkan Saturninus, Basilides, Cerinthı Heracleon ve Ptolemy gibi erken dönem şahsiyetleri, İsa’nın yapısı, doğumu, ölümü ) benzeri konularda resmi Hıristiyan düşüncesinden farklı bir görüş benimsediler. Bunla dan bir kısmı, İsa’yı Meryem’den doğan normal bir insan olarak değerlendirirken, bazısı ise İsa’nın her ne kadar görüntü itibariyle insan olsa da bu durumun yalnızca hayali olduğunu, zira onun gerçek bir bedeninin olmadığını, dolayısıyla onun doğumu ve ölüm gibi olayların da yalnızca bir göz aldatmacasından ya da bir yanılsamadan ibaret olduğun savundular” (Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Paulus Hıristiyanlığın Mimarı, 166)]

Hıristiyanlar‘daki ric’at inancı Yahudiliğin Hıristiyanlık üzerindeki bir etkisinden ibarettir. Doketik (docetic) telakkiye göre İsa Mesih’in çektiği ıztıraplar ve ölüm gerçekte vaki olmayıp, sadece göze öyle görünen bir hayaldir. “Onun ölümüne, dünyadaki görevinin sona ermesi gözü ile bakılmalı, takat muvakkat/geçici bir kesinti sayılmalıdır. Onun bu hali, şehitlikten sonraki ölüm değil, bir gözden kaybolmadır. Yarıda kesilen ödevini tamamlamak ve zafere ulaşmak onun rücu’una, yeniden zuhuruna bağlıdır.

İslami nasslarda yer almamakla birlikte, çevre kültürlerinin etkisiyle Müslümanlar arasında yer bulan ric’at inancı da (tıpkı Mesih ve Mehdi ‘ telakkisi gibi) tamamen Yahudi ve Hıristiyan kökenlidir. Bu ithal İsraili-Mesihi telakki, birtakım İslami motiflerle bezenerek, İslam kültürüne mal edilmek istenmiştir. Mesihciliğin İslam pazarına sürdüğü bu metam/malın orada derhal alıcı bulması esef verici bir durumdur.”

[Mehmed Ali Durmuş, Haberlerin Ağında Mehdi, 104-107. Yazar, Şia mezhebindeki Mehdi’nin, Hz. Ali’nin, gizlenmiş beklenen İmam’ın geri dönüşü/ricatı inananın da Zer-duştlük’ten başlamak üzere bu kökenlere dayandığını ve İslam’la uzaktan yakından bir ilgisinin buunmadığını kaynaklarıyla belirtmektedir. Bkz. Age. 107-145]

Bu girişten sonra Mesihçilik inancının tarihi ve dinlerde yeralış şekillerine değindikten sonra ilgili hadisleri ve tevil yolu ile delil gösterilen ayetleri değerlendirip, İslam’da Mesih inancının olmadığını belirtmeye çalışacağız.

 

 

 

Batılı Bazı Araştırmacılara Göre Mesihciliğin Tarihi ve Kaynağı

Bir çok araştırmacı, “Kral Mesih Fikri”nin antik Doğudaki krallık fikrinin tasvirinden doğduğunu ileri sürmüştür. Örneğin İran’da Saoshantlar’ın gelmesi beklenirken, Hint’de de koruyucu Tanrı Vişnu’nun son bedenleşmesi olan Kalki’nin gelmesi beklenmiştir. Hindulara göre henüz gerçekleşmemiş olan ve Kalki adı verilen onuncu ve sonuncu Avatara’nın inişi, bütün dünya için tahakkuk edecektir. Avatara’nın karanlık çağa son verip yeni bir altın çağla yeni bir çevrimi başlatması beklenmiştir.

[Avatara: Hinduizme göre koruyucu Tanrı olan Vişnu’nun zaman zaman çeşitli neden­lerle insan veya hayvan şeklindeki bir dünyevi varlık suretinde bedenleşerek yeryüzüne inmesi. Vişnu’nun Avataralarmdan en önemlileri, Krişna ve Rama’dır. İnsan, Tanrıyı yalnız Avatara aracılığıyla tanıyabilir, (bkz. Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, 83’den naklen, Sami Baybal, İbrahimî Dinlerde Mesih’in Dönüşü, 34, dipnot.]

Mesihçilik fikrinin ilk ortaya çıkışını M. Ö. takriben 2066 yılların Hz. İbrahim’e kadar götürenler de vardır. Bu görüşe göre Mesih fikri Tevrat’ın birinci bölümü olan Tekvin’de Hz. İbrahim’le ilgili zikredilen “mübarek” tabirine dayanmaktadır. ‘Mesih’ tabiri, teknik bir terim olarak M. O. I. yüzyıla kadar, Mezmurlar hariç, kullanılmamıştır.

Reynold A. Nicholson’a göre Mesih fikri, Şiilere özgü bir şey değildir. Yahudilik ve Hıristiyanlıktan muhtedilerin/İslam’a girenlerin olduğu ilk dönemde gündeme gelmiştir. Çok geçmeden Muhammedi inancın bir parçası olarak yer etmiştir.

Sami Baykal’ın aktardıklarına göre çağdaş Fransız bilim adamı Edouard Dorme, Asurlular ve Babilliler’in dini ile ilgili yaptığı araştırmalar da, bu toplulukların, kurtarıcı Mesih’ten beklenen şeyin aynısını kendi liderlerinden beklediklerini ortaya çıkarmıştır.

“Konu ile ilgili bazı araştırmalarda, ‘Tanrısal Kurtarıcı’ fikrinin Yahudilik ve Hıristiyanlıkta M.S. I. yüzyıldan sonra gelişmeye başladığı ve her iki gelenekte de bu inancın merkezi bir yer işgal ettiği görüşü de yer almaktadır. (…)

‘Mesih inancı’ Hıristiyanlık dininin temelini oluşturduğundan, bu inancın kökleri ve gelişimi konusu batılı araştırmacıların büyük ilgisine mazhar olmuştur. Çeşitli araştırmalar sonucunda ortaya iki ana görüş çıkmıştır:

a- Mesih inancının ilk önce Sümerler’de doğduğu, Babilliler’de ve Mısırlılar’da geliştiği ve bu iki yoldan bütün dünyaya yayıldığı teorisidir. Bu görüşün tek temsilcisi Alfred Jeramias’tır.

W. Staerk, Jeramias’ın genel görüşüne karşı çıkmamakla beraber, Mesih inancının Yahudiliğe Mısır’dan değil, Mecusilik’ten geçtiğini iddia etmekte, Hugo Gressmann ise, Yahudilerin Mesih inancını Mısırlılar’dan değil, Amurriler’den almış olabileceklerini ileri sürmektedir.

b- İkinci teoriye göre ise, Mesih inancı, her dinin kendi bünyesinde, kendi tarihi, sosyolojisi ve psikolojik şartlarına göre doğmuş ve gelişmiş­tir. Bu dindeki Mesih inancınm diğer dindekine etkisi yoktur.” Sami Baybal, Age. 35-36. Alıntıların kaynaklan için verilen sayfalara bakınız

J. Wach, dinler tarihi araştırmalarının, ilkel dinlerde çeşitli, fakat büyük ölçüde benzerlikler taşıyan kurtarıcı anlayışlarının varlığını orta­ya koyduğunu, kurtarıcının ya bir hayvan, ya bir insan, ya da bir tanrı olarak görünebildiğini ileri sürmekte ve bazı örnekler vermektedir. Yine tamamen mitolojik özellikte olmak üzere başka kurtarıcı şahsiyetlerin Yakın Doğu dinlerinde de bulunduğunu ifade etmektedir. Üçüncü bir kurtarıcı tipinden söz etmiştir ki o da bir kurtuluş mesajıyla gelen ya­hut arzusu dışında veya öldükten sonra saliklerince kendilerine kurtarıcı payesi verilen şahsiyetlerdir. Bu tür şahsiyetlere Mani, Zerdüşt ve Hz. Muhammed’i de dahil etmiştir.

[Geyik veya onun şekline girmiş bir hayvanın dara düşen kişilerin imdadına yetişip olağanüstü bir şekilde kurtarması inancının Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar Türklerin ya­yıldığı coğrafyada yaygınlığı, Hikaye-i Geyik ve Ziya Gökalp’in “Alageyik” şiirinde canlan­dırdığı yol gösterici ve kurtarıcı Geyik masalı için bakınız. (Prof. Dr. A. Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, 207-219)]

J. Wach’a göre farklı bir kurtarıcı tipi de, geçmişte hiçbir zaman aktif olmayıp gelecekte olması beklenen kurtarıcılar tarafından oluşturulmak­tadır.’

[Sami Baybal, Age., 35-36. Alıntıların kaynaklan için verilen sayfalara bakınız.]

Yahudilikteki Mesih inacının kaynağını Mısırlılar’a ve İran’ın eski dini inanışlarından Zerduştilik’e dayandıranlar olduğu gibi, Yahudi kut­sal kitabında arayanlar veya dinin kendi iç bünyesinde görenler de var­dır.

Mesih inancının ilk önce Sümerler’de doğduğunu, Babilliler ve Mısır­lılar’da gelişmeye devam ettiğini ve bu iki kanaldan bütün dünyaya ya­yıldığını iddia eden Alfred Jeramias’a göre, zamanın gün geçtikçe kötüleşeceği, günahların dünyayı kaplayacağı, insanlığın beklediği kurtuluşu ise Tanrı’nın bizzat kendisi veya göndereceği bir hükümdarın gerçekleş­tireceği, dünyayı yeniden düzelteceği inana Mezopotamya’da yaygındı. Bu inancın MÖ. 2000 yıllarında Mısır’ı etkilediği, Mısır’dan İsrailoğulları’na, Babil’den İran’a, oradan Hindistan’a ve Budizm yolu ile Çin’e kadar uzandığı ileri sürülmektedir.

Guignebert, Mesih inananın Babil esaretinden önce Yahudiler arasın­da yaşadığı kanaatini taşımaktadır. Bazılarına göre Yahudilikteki Mesih inancı, Apokaliptik dönemin ürünüdür. (…) Tevraf m, İsrailoğullan’mn Babil esaretinden önce ve sonra yazılmış kitaplarının inanç ve görüşlerinde önemli farklılıklar vardır ve bunların bir kısmı İran’ın dini düşünce dünyasının etkisine bağlanabilir. Bunların arasında “Kutsal tohumdan doğacak ve zamanın sonunda gelip iyiliğin kötülük üzerinde son zaferini sağlayacak bir kurtarıcının geleceği” fikri dikkat çekmektedir.

Yahudilikteki Mesih fikrinin Zerduştilikten kaynaklandığını ileri sü­renler, MÖ. 586 da başlayan Babil esaretinin 538 tarihinde Persler/İranlılar vasıtasıyla sona ermesi ve Yahudilerin şu veya bu şekilde yaklaşık ikiyüz yıllık Pers/İran hakimiyeti altında yaşamalarından yola çıkmaktadırlar.” (Prof. İbrahim Sarmış-Selçuk İlahiyat, Hz. İsa ve Mesih İnancı, s.7-16, Ekin Yay.)

 

 

 

Hz. İsa’nın Ölümü

Hz. İsa, İsrailoğulları’nda peygamberlik görevini yapmaya çalışmış, İsrailoğulları ise onu asmak ve öldürmek isteyerek Romalılara teslim et­miş, onlar da çarmıha germek ve öldürmek istemişlerdir. Ama Allah, onu kendilerinden kurtarmış ve peygamberlik görevini sonuna kadar yaparak eceli gelince normal ölümle ölmüş, müminlerin ruhu gibi ruhu gideceği yere gitmiştir. Yüce Allah bunu açık seçik belirterek şöyle der:

“Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah’­tan başka iki tanrı olarak benimseyin dedin?” demişti de, “Haşa, hak olmayan), sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bilirsin; ben ise senin içinde olanı bilmem; şüphesiz görül­meyeni bilen ancak sensin.” demişti, “Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulundu­ğum müddetçe onları gözlüyordum, beni öldürdüğünde artık onları sen gözlü-yordun. Sen her şeyi gözleyensin. Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır; onları bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan şüphesiz ancak sensin.”] (5 Maide/116-118)

Ayette açıkça görüldüğü gibi “Aralarında bulunduğum müddetçe onları gözlüyordum.” demektedir. Aralarında bulunduğu donem de, onlarla be­raber yaşadığı dönemdir.

[Herhalde peygamberlerin şahitliğinin çağdaşları olan insanlar hakkında olduğunu gösteren kanıtlardan biri de Hz. Peygamber’in Veda konuşmasıdır. Bu konuşmada vahyi tebliğ edip etmediğini ashaba sormuş, onlar da tebliğ ettiğini söylemeleri üzerine parmağı ile yukarıyı işaret ederek “Allah’ım, şahit ol.” buyurmuştur. Böylece kendisi ulaştığı insan­lara vahyi tebliğ ettiğine şahitlik yapmış ve Yüce Allah’ı buna şahit göstermiştir.

Nitekim İncil de bu tanıklığın yeryüzünde müjdenin ulaştırılacağı insanlara karşı yapıla­cağını belirterek şöyle der: “Fakat sonuna kadar dayanan kurtulacaktır. Ve Allah’ın ülkesinin bu müjdesi, bütün milletlerin yüzüne karşt tanıklık etmek üzere, dünyanın her tarafına duyurulacaktır ve son o zaman olacaktır.” (Matta, 24/13-14) “O zaman Hananya bana (Paulus) şöyle dedi: Ata­larımızın Allah’ı kendisinin isteğini bilmek, doğruyu görmek ve onun ağzından çıkan sesi duymak için seni seçti. Çünkü sen ona, gördüğün ve işittiğin şeyler hakkında, tüm insanlar önünde, tanıklık edeceksin.” (Havariler, 22/14-15)]

Bu dönemde onların ne yapıp ettiklerini, nasıl inanıp neler söylediklerini kendisi de görüyor ve biliyordu. Ama Canımı aldıktan sonra artık onları sen gözlüyordun.” ifadesinin belirttiği gibi, onlar­la yaşadığı bir ömürden sonra Allah onu vefat ettirmiş ve artık onların ne yapıp ettiklerini, ne söyleyip nasıl inandıklarını kendisi değil, Allah gözlemlemiştir.

Şüphesiz Hz. İsa’nın onlar hakkında söyledikleri, onlarla bir arada yaşadığı hayat süresi içindir. Yoksa Allah’ın onu öldürmesinden sonra tekrar dünyaya getirerek yaşatacağı ve gerek Hıristiyanların, gerek döne­ceğini kabul eden Müslümanların inandığı gibi gökten inerek yaşayacağı ve ne kadar süreceği ihtilaflı olan sözde ikinci hayatla ilgili değildir. Çün­kü böyle bir hayatı söz konusu değildir ve iddia edilen bu ikinci dönem­de artık tebliğ ve davet değil, iddia edildiği gibi müminleri kurtarmak, kötüleri, Deccal’ı ve domuzları öldürmek, haçları kırmakla meşgul ola­cağı söylenir. Zaten, iddiaya göre göğe yükseldiği andan itibaren tekrar dünyaya geleceği ana kadar insanların neler yapıp ettiklerini, inanış ve davranışlarını görmemekte ve bilmemektedir.

İkinci dönemde insanlar hakkında inançları ve yapıp ettikleri konu­sunda Hz. İsa’nın şahitlik yapması söz konusu olmayacaktır. Onun için Hz. İsa’nın hayata bir kez geldiği, ölüm kalım mücadelesinden sonra Al­lah’ın korumasıyla kurtularak normal ömrünün sonuna kadar yaşadığı, peygamberlik görevini yaptığı ve ömrü sona erdiğinde/eceli geldiğinde öldüğü bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır.

Nitekim Yüce Allah’ın kendisine olan iyiliklerini hatırlattığı “İsrailo­ğulları’na belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, “Bu apaçık bir büyüdür.” demişlerdi de ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim…” (5 Maide/110) ayetinde de İsrailoğuları’nm büyücülükle suçlayarak öldürmek istedik­lerinde Allah’ın kendisini onlardan koruduğu ve zarar vermelerini önlediği belirtilmektedir. Bundan anlaşılıyor ki İsrailoğulları kendisine zarar veremeden Hz. İsa ömrünün sonuna kadar yaşamış ve peygamberlik gö­revini yerine getirmiştir.

Şüphesiz ”Herkes ölümü tadacaktır.” (Âli İmran/185, Enbiya/35, Ankebut/57) ayetlerinde belirtilen Allah’ın yasası gereği her canlı öldüğü/ öleceği gibi, Hz. İsa da bu yasaya boyun eğerek ölmüştür. Doğumunun mucize olması dışında, Hz. İsa’nın veya bir başkasının bu genel yasanın dışında olduğunu veya bu yasanın ona işlemediğini belirten hiçbir şey yoktur. Onun için Hz. İsa da, diğer insanlar gibi yaşadığı kadar yaşamış ve eceli gelince/ömrü bitince ölmüştür.

İleride göreceğimiz gibi Yüce Allah’ın, Hz. İsa’yı düşmanlarının elin- I den kurtardığı, asmalarının ve öldürmelerinin önüne geçtiği kesindir. “Onu öldürmediler ve asmadılar.” (4 Nisa/157) diyerek bunu belir enektedir. Öldürme girişimlerinden kurtardıktan sonra nerede ne kadar yaşadığını ve peygamberliğini nerede sürdürdüğünü, kendisine daha sonra kimle­rin inandığını Kur’an açıkça belirtmese de, normal ölümü ile ölünceye kadar yaşamasını ve peygamberlik görevini yapmasını sağladığı, onunla muhatap olan ve gerek mucize olarak doğmasını öğrenenlerin, gerek­se gösterdiği mucizeleri ve mucize olarak kurtuluşunu gören kişilerin kendisine inandığı, böylece kıyamete kadar kendisini ve ona inananları düşmanlarının üstüne makam olarak yükselttiği gibi, Ölünce de ruhunu^B diğer ruhlar gibi (Allah’ın yanma ve hükümdar olarak sağmda oturmak üzere değil) gideceği yere gittiği anlaşılmaktadır.

[İsa’nın şöyle dediği belirtilir: “Bundan böyle İnsan-Oğul’u, Kudret’in sağında oturur ve göğün bulutları üzerinde gelirken göreceksiniz.” (Matta, 26/64) “Rab İsa onlarla konuştuktan sonra göğe alındı ve Allah’ın sağında oturdu.” (Markos, 16/19) “Onları takdis ederken onlardan ayrıldı ve göğe yükseldi. Onlar da ona secde edip büyük bir sevinç içinde Kudüs’e döndüler.” (Luka, 24/51-52)

İncil, sadece Hz. İsa’nın dirildiğini yazmakla kalmıyor, aynı zamanda ölümü anında meydana geldiği iddia edilen bir dizi olağanüstü olayın yanında, mezarların açılıp azizlerin mezarlarından dirilerek İsa ile birlikte kutsal şehre gittiklerini ve birçok kişiye göründük­lerini de söylüyor:

“Fakat İsa, yüksek sesle bağırarak ruhunu teslim etti. O zaman mabedin perdesi yukarıdan aşağı­ya kadar ikiye ayrıldı. Yer sarsıldı, kayalar yarıldı. Mezarlar açıldı ve birçok azizin cesetleri dirildi. (Zaten o zamana kadar kaç tane aziz ölmüş veya öldürülmüştü ki?! I.S.) Mezarlardan çıkıp İsa’nın dirilişinden sonra kutsal şehre girdiler ve birçok kimselere göründüler.” (Matta, 27/50-53)]

 

Kur’an, Hz. İsa’nın öldükten sonra dirildiğini ve kıyametten önce dünyaya tekrar gelerek ömür süreceğini ve birtakım işler yapacağını söylemez. Kur’an’a göre Hz. İsa’nın peygamberlik süreci veya İsrailoğulları’yla macerası kısaca budur.

Allah tarafından kurtarıldıktan sonra Hz. İsa’nın annesi ile beraber pınarı olan, oturmaya elverişli tepe gibi bir yere yerleştikleri ve yaşamaya devam ettiği sanki şu ayetten de anlaşılmaktadır:

“Meryem oğlunu da, annesini de ayet/gösterge yaptık. Her ikisini de, pınarı bulunan, oturmaya elverişli bir tepeye yerleştirdik.” (23 Müminun/50)

Ayet, Hz. İsa’nın doğduğu günlerde annesiyle beraber halktan uzak böyle bir yerde olduğunu belirtmiş olabileceği gibi, düşmanın öldürme ve asma girişimlerinden kurtarıldıktan sonra annesi ile beraber yaşamaya elverişli olan böyle bir yere yerleştiği ve ölünceye kadar oradan insanlarla diyalogu sürdürdüğünü de belirtmiş olabilir. Bu ikinci anlamı belirtmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim güvenlik ve serbest dolaşım kar­şılığında Hıristiyanlığın sekülerleştirilmesi üzerinde Roma İmparatorlu­ğu ile uzlaşıncaya kadar ilk dönem Hıristiyanlarının bu şekilde tenha ve yüksek yerlerde ikamet ettikleri bıraktıkları eserlerden bilinmektedir.

Onu izleyen 51-53 ayetlerinde geçen “rüsul/elçiler” kelimesinden mak­sadın da bütün peygamberler olabileceği gibi, annesi ile beraber buraya yerleşmiş olan Hz. İsa ve Havarilerinin olması, hepsi aynı dine çağırdık­ları halde sonraki dönemlerde mensuplarının dini parça parça edip grup­lara bölünerek her grubun kendi anlayışının doğru olduğunu söyleyerek onunla sevinmesini belirtmiş olması da muhtemeldir. Arap dilindeki parçanın adıyla bütünün adlandırılması (tesmiyetu’l-külli bilcüzi) kura­lına göre Hz. İsa ile beraber Havarilerin de rüsul/elçiler olarak anılmış olması muhtemeldir. Nitekim bütün peygamberler bir arada olmadıkları halde hepsine hitap edilmekte, tebliğ edilen din bir olduğu halde ardın­dan bölünmelerin ve sapmaların olduğu belirtilmektedir. Bu da Hz. îsa ve annesi ile beraber Havariler topluluğunu ve onları izleyen Hıristiyan­ların sonraki durumlarını çağrıştırmaktadır. En iyi Allah bilir.

Hz. İsa’nın dünya hayatında öldürüldükten sonra dirildiği ve kıya­metten Önce geleceği iddiası, Kur’an’ın “…doğduğum günde, öleceğim gün­de, dirileceğim günde bana selam olsun, dedi.” (19 Meryem/33) ayetine de açıkça aykırıdır. Çünkü iddia edildiği gibi Hz. İsa öldürülmüş ve tekrar dirilerek yaşamış olsaydı, o zaman ölmesinin ve dirilmesinin iki kez olması gerekirdi. Çünkü iddiaya göre öldürülmüş/ölmüş ve dirilmiştir, şimdi yaşamaktadır ve kıyametten önce gelecektir. Kıyametten önce de herkes gibi tekrar ölecek ve kıyamet sonrasında herkes gibi tekrar dirile­cektir. Böylece kıyametten önce iki kez ölmüş, biri kıyametten önce, biri’ de kıyametten sonra olmak üzere iki kez de dirilmiş olmaktadır. Halbuki ayet yalnız bir doğum, bir ölüm ve bir dirilişten söz etmektedir. Kendisine selamın dünyada düşman tarafından öldürüldüğü (!) ve dirildiği (!) gün olacağını belirten ne İncillerde, ne Kur’an’da bir şey vardır.

Zaten ayette “asıldığım ve öldürüldüğüm günde” değil, “öldüğüm gün­de”, demektedir. Şayet asılmış ve öldürülmüş olsaydı, o zaman “öldüğüm günde” değil, “asıldığım ve öldürüldüğüm günde” derdi. Bu da onun asılmadığı ve öldürülmediği, aksine kendi eceliyle öldüğünü gösterir.

İddia edildiği gibi, dünyada öldürülmüş ve dirilmişse, o zaman sor­mak gerekir: Acaba kendisine selam, yani esenlik içinde olmak, bu dün­yada kendisini öldürdükleri ve dirildiği gün mü olacaktır, yoksa eceli u9 öldüğü ve kıyametten sonra dirileceği gün mü olacaktır? Her iki günde de olacağını belirten yine hiçbir şey yoktur. Zaten öldürdükleri (!) gün üzerine selamın/esenliğin, kurtuluşun olmadığı, İndilerde anlatılan acı­lar ve feryatlarla dolu barbarca öldürme sahnelerinden anlaşılmaktadır. Çünkü selamet, esenlik ve kurtuluş anlamındaki selamın üzerine olması ile düşmanın eline düşüp Mell Gibson’ın The Passion of Christ/Tutku fil­minde canlandırıldığı gibi feryatlar içinde hunharca ve barbarca öldürül­mesi olayı kesinlikle bağdaşmaz. Hem esenlik ve kurtuluşun onun üze­rine olması, hem de düşman tarafından yakalanması, türlü hakaretler, eziyetler ve işkenceler altında çarmıh üzerinde ve feryatlar içinde idam edilmesi, çelişkili şeylerdir.

[“46 Ve dokuzuncu saate doğru İsa, “Eli Eli, lama sabaktani?” “Yani Allah’ım, Allah’tım beni niçin bıraktın?” diye yüksek sesle bağırdı… Fakat İsa, yine yüksek sesle bağırarak, ruhunu teslim etti” (Matta, 27/46-50) Sözde idam edilmesi sırasında nasıl büyük acılar ve feryatlar içinde can verdiğini İncillerin anlatımına göre yapılmış olan Tutku filminden de açıkça görülmektedir. Herhalde esenlik ve rahatlık bu değildir.]

Örneğin, peygamber gönderildiği toplumda kendilerini tevhide ça­ğırdığı ve putlarını kırdığı için Babil’de putperestler Hz. İbrahim’i yak­mak amacıyla ateşe attılar. Ama ateşin Hz. İbrahim üzerinde esenlik ve serinlik olmasını Allah söylemiş, Hz. İsa’nın sözde çarmıhta asılırken feryat ve figan ettiği gibi, Hz. İbrahim ateşin içinde feryat ve figan etme­miş, eziyet ve azap çekmemiştir. İndilerin deyişiyle Hz. İsa’nın “Baba beni niçin bıraktın?!” dediği gibi, Hz. İbrahim sitem etmemiştir. İddia edildiği gibi, Allah’ın buyruğu gereği Hz. İsa, insanların günahlarına ke­faret olmak üzere feda edilmiş, çarmıhta idam edilmiş ve esenlik içinde olmuşsa, onun da Hz. İbrahim gibi şikayet veya sitem etmemesi, ateşin İbrahim’i yakmadığı ve eziyet vermediği gibi bütün silahların kendisine etki etmemesi ve ıstırap çekmemesi gerekir. Çünkü Allah, esenlik için­de olmasını söylemişse, hiçbir güç bunun önüne geçemez. Allah, İsa’nın esenlik içinde olmasını söyleyecek, buna rağmen buyruğu etkisiz kalıp İsa acılardan feryat ve figan edecek, işkence ve azap çekecek, böyle bir şey olamaz! Onun için Hz. İsa’nın sözde öldürülmesi, dirilişi ve dönüşü masalı ayete açıkça aykırıdır.

Hz. İsa’nın kimliğini ve sonucu onun dilinden Kur’an’ın verdiklerin­den okuyalım:

“Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni -peygamber yaptı, nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekat vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba yap­madı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selam olsun.” dedi. İşte hakkında şüpheye düştükleri gerçek Meryem oğlu İsa budur.” (19 Mer­yem/30-33)

“Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin, dedin?” demişti de, “Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bilirsin; ben ise senin içinde olanı bilmem; şüphesiz görülmeyeni bilen an­cak sensin” demişti, “Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onları gözledim, ama beni aralarından alınca/öldürünce artık onları sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin. Onlara azap edersen, şüphesiz senin kullarındır, ama on­ları bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan şüphesiz ancak Sensin.” (5 Maide/116-118)

 

 

 

Hıristiyanlıktaki Diriliş Öyküsü Ne Kadar İnandırıcı Olabilir?

İnciller, idam edilerek gömülen Hz. İsa’nın üç gün sonra gökten inen meleğin mühürlü mezar taşını yuvarlamasıyla esrarengiz bir şekilde dirildiğini ve iki kanatlı beyaz giyimli bir veya iki meleğin tavsiyesi ile gö­rüp tanıma yeteneği yok edilmiş bir-iki kadının gidip bunu başkalarına bildirdiklerini anlatır. Bir milyardan çok insanın inanç temeli kabul ettiği, ama temel olarak görüp tanıma yeteneği yok edilmiş olan yalnız bir-iki kadının çelişkili anlatımlarına ve onlardan saatler sonra Celile’de ancak gören birkaç kişinin söylediklerine dayanan bu diriliş ve göğe yükseliş öyküsünü İncil’den okuyucuların bilgisine sunuyoruz:

“Ertesi gün -ki hazırlık gününü izleyen gündü- Başkahinler ile Ferisiler”, beraberce, Pilatus’a gittiler ve ona şöyle dediler: “Efendi, hatırladık ki, bu sahte­kar, hayatta iken: Üç gün sonra dirileceğim, diyordu. Emir ver de üçüncü güne kadar mezarı beklesinler ki, şakirtleri gelip onu çalarak, halka: O ölülerden diril­di, demesinler. Bu son sahtekarlık, birincisinden daha kötü olur.” Pilatus onlara: “İşte size bir muhafız; gidip onu bildiğiniz gibi muhafaza edin” dedi. Onlar da gittiler, taşı mühürleyip, muhafızlar koyarak, mezarı emniyet altına aldılar.

Şabat günü sona erip haftanın ilk günü ağarmaya başlarken, (nerede gömül­düğünü uzaktan gören, İS) Mecdelli Meryem ile öbür Meryem mezarı ziyarete geldiler. İşte o zaman büyük bir yer sarsıntısı oldu: Rabbin meleği gökten indi, gelip taşı yuvarladı ve üzerine oturdu. (Hem mezarın ne zaman açıldığını ve İsa’nın ondan ne zaman çıktığını kadınların bilmediğinin ve görme yeteneklerinin bittiğinin anlatılması, hem de meleğin gökten gelerek taşı yuvarladığını ve üzerine oturduğunu gördüklerinin söylenmesi çelişki­dir. -İ.S.) Görünüşü bir şimşeğe benziyordu ve giysisi kar gibi beyazdı. (İman, İslam, ihsan hadisinde olduğu gibi, nedense melekler hep beyaz elbiseni olarak anlatılır. İ.S.) Onu görünce, muhafızlar dehşetten titrediler ve ölü gibim oldular. Fakat melek, sözü alıp kadınlara şöyle dedi: Sizler, hiç korkmayın, çünkü biliyorum ki, siz haça gerilmiş olan İsa’yı arıyorsunuz. O burada değil, söylemim olduğu gibi o dirildi. Gelin, yatmış olduğu yeri görün. (Acaba beyaz elbiseM kanatlı meleğin şimşek gibi gelişini ve taşı yuvarlamasını, kendileriyle konuşmasını gören kadınlar, İsa’nın mezardan çıkışını neden görmedi­ler?! -İ.S.) Sonra, çabuk gidip şakirtlerine: O ölüler arasından dirildi ve sizden önce Celile’ye gidiyor, onu orada göreceksiniz, diye haber verin. İşte size söyle­yeceklerim bunlar. Kadınlar korkuyla karışık bir sevinç içinde mezardan hemen sür’atle uzaklaştılar ve haberi şakirtlerine bildirmeye koştular. (Meleğin ken­dilerine indiğini ve İsa’nın dirildiğini söylediğini iddia eden iki kadın dışında olayı ne gören, ne tanıklık eden vardır! -İ.S.) İşte o zaman İsa: Size selam diye onların karşısına çıktı. Kadınlar yaklaşıp, onun ayaklarına sarıldılar ve ona secde ettiler. O zaman İsa onlara şöyle dedi: “Hiç korkmayın, gidip kar­deşlerime Celile’ye gelmelerini söyleyin, beni orada göreceklerdir.”

Kadınlar yolda iken, nöbetçilerden bir kaçı şehre gelip tüm olanları Başkahin-lere bildirdiler. Bunlar yaşlılarla/seçkinlerle bir arada toplandılar ve aralarında görüştükten sonra, askerlere büyük bir para verip, onlara şöyle dediler: “İsa’nın şakirtlerinin (öğrencilerini sürekli “şakirt” diye anan çevrelerin kulakları çınlasın? -İ.S.) gece gelerek, siz uykuda iken onu alıp götürdüklerini söyleyin, Bu iş valinin kulağına gidecek olursa, biz onu yatıştırır ve sizi dertten kurtarırız. Askerler parayı alıp kendilerine söylendiği gibi yaptılar ve bu söylenti, bugüne kadar, Yahudiler arasında yayıldı durdu.

Oniki şakirt Celile’ye, İsa’nın onlara İşaret etmiş olduğu dağa gittiler. Onu gördükleri zaman, ona secde ettiler. Fakat bazıları kuşku duydu. İsa, yaklaşa­rak, onlara şöyle dedi: “Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet bana verilmiştir. (Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet kendisine verildiğine göre, ken­disine ve şakirtlerine en ağır işkenceler, hakaretler yapan ve kendisini idam ettiren (!) düşmanlarına bir kez olsun neden karşı koyup cezalan­dırmadığını insan sormadan edemiyor! İ.S.) O halde gidip bütün ulusları eğitin, onları Peder, Oğul ve Kutsal-Ruh (Ruhu’l-Kudüs) adına vaftiz edin. Ve size emrettiğim bütün şeylere uymayı onlara öğretin, işte ben, dünyanın sonuna kadar her gün sizinle beraberim!” (Matta, 27/62-66, 28/1-20, Yine bakınız: Markos, 16/1-19, Luka, 24/1-11, Yuhanna, 20/1-18)

“Bunları söyledikten sonra, onun yükseldiğini gördüler ve bir bulut onla­rın gözlerinden onu gizledi. Ve o giderken, onlar, gözleri göğe dikilmiş, orada durdukları sırada birden beyazlar giymiş iki adam onlara göründü ve onlara şöyle dediler: Celile’nin insanları, niçin böyle durup göğe bakıyorsunuz? Siz­lerin arasından göğe yükseltilmiş olan o İsa, aynen onun göğe doğru gittiğini gördüğünüz şekilde gelecektir.” (Havariler, 1/9-11) (Sırlar Dünyası veya Bü­yük Buluşma’daki gibi, meleklerden biri gelir, biri gider, biri dirilip göğe yükseldiğini söylerken, diğeri geleceğini söyler! -İ.S.)

“Başkahinler böylece İsa’nın şakirtleri tarafından götürüldüğünü kabul etmiş ve Vali’nin İsa’yı ve şakirtlerini bulup cezalandırmasını istememişlerdir. Bu putperest nöbetçi askerlerin başlarındaki komutan­lara değil de, Yahudi kahinlere gitmeleri ve onlardan aldıkları rüşvetle gerçeği saklamaları konusunda Kannengiesser “Bu putperest askerlik tekmil vermek üzere komutanlarına gidecekleri yerde, tutup uydurma şeyler anlatmak için kendilerine ücret ödeyen/rüşvet veren başpapazla­ra/kahinlere giderler.” diyerek kabir başındaki nöbetçi askerler öyküsİM nün gerçekdışı olduğunu ortaya koyuyor. Bu arada böyle bir senaryoyu kitabına aldığı için Matta ile alay ederek sözlerine şunu da ekliyor: “Alay etmekten sakınmak gerekir, zira Matta’nın niyeti son derece saygıdeğer niteliktedir. Çünkü sözlü rivayetlerle gelen eski bir bilgiyi yazılı eserine kendi usulümm yerleştiriyor. Fakat olayın sahneye konulusu, Jessus-Christ Superstar, olmaya değer.” (Jessus-Christ Superstar, İsa’nın hayat hikayesini çarpıtan biri Amerikan filminin adıdır.) [Maurice Bucaille, Age. 109]

Bu hikayeye bakınca, Romalılar birini asarak öldürüp kabre koyduktan üç gün sonra onu kabirden çıkardıkları ve nöbetçi diktikleri askerlerini başkahinlere göndererek Yahudilere ‘İsa’yı öldürdük, kabre koyduk, ama kabirden çıkıp gitti.’ süsü vermiş oldukları akla geliyor. Bu senaryo, Kur’an’ın “Onu öldürmediler ve asmadılar, ama onlara benzetildi (öyle geldi.)” buyruğunu doğrular niteliktedir. Öykünün ne derecede inandırıcı olup olmadığını okuyucuların takdirlerine ba­kıyoruz.

Şüphesiz yeni davetçiler ve taraftarları üzerine statükoların estirdik­leri korku, baskı ve şiddet atmosferini, böyle bir ortamda insanların or­taya çıkmaya kolay kolay cesaret edemeyip uzaktan gözetleme ve bilgi edinme işini daha çok dikkatleri çekmeyen kadınların ve çocukların yap­tığını gerek peygamberlerin hayatlarından, gerek okuduğumuz çağdaş İslami hareketlerin mensuplarının geçtiği süreçlerden ve gerekse yaşadı­ğımız ortamlardan biliyoruz.

Diriliş öyküsü ile ve başka konularla ilgili olarak bunları söylerken, kesinlikle başkalarının inancına saygısızlık etmek gibi bir düşüncemiz yoktur. Sadece gerek bu inancı benimseyen ve ona çağıranların ve gerek­se ona yönelecek insanların bu inancın temeli/kaynağı ve otantikliği/doğruluğu üzerinde iyice düşünüp taşınmaları gerektiği kadar, kıyametten önce İsa’nın tekrar geleceğine Müslümanlardan inananların da daha çok düşünüp taşınmaları gerektiğini belirtmek istedik.

 

 

 

Ayetlerde Geçen “Kelime”, “Ondan Bir Ruh”, “Ruhumuz” Sözlerinin Anlamı

Hz. Meryem, Yüce Allah’ın “Ol” demesi ve Cebrail’in ruh üflemesiy-le Hz. İsa’ya hamile kalmıştır. Bundan dolayı Hz. İsa “Allah’ın kelimesi” ve “O’ndan bir ruh” olarak anılır.

“…Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın peygamberi, Meryem’e söylediği keli­me’si ve ondan bir ruhtur…” (4 Nisa/171)

“Melekler demişti ki: “Ey Meryem! Allah sana, Kendisinden bir kelime, adı Meryem oğlu İsa olan Mesih’i, dünya ve ahirette şerefli ve Allah’a yakın kılınan­lardan olarak müjdeler.” (3 Ali İmran/45)

Allah, Ruh olarak anılan Cebrail vasıtasıyla Meryem’e “hamile ol” demiş ve Meryem Hz. İsa’ya hamile kalmıştır. ‘Kelime’nin anlamı bu-dur.”Çünkü o bir şeyin olmasını istediği zaman sadece ona ‘ol’ der, o da olu­verir.” (2 Bakara/117, 3 Ali İmran/47,19 Meryem/35, 36 Yasin/82, 40 Mü­min/68) Yüce Allah’ın her şeyi yapma ve istediği gibi yaratma buyruğu­nun yaratılan bütün varlıklarda gerçekleştiğini görüyoruz.

Hem Kur’an’da, hem hadiste(Müslim, İman, 46) geçen ‘kelime’ ile ilgili olarak Kadı Iyaz’ın şöyle dediği belirtilir: “Hz. İsa’ya ‘Kelime’ denilmesi, Allah’ın ke­limesi sebebiyle dünyaya geldiği içindir. Sonra bu ‘kelime’ konusunda ihtilaf olmuştur. Bazılarına göre bu, ‘Ol’ kelimesidir. Bazıları ise, bu ‘Ke­lime’ Melek tarafından Hz. Meryem’e müjde olarak söylenen kelimedir, demişlerdir.” Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, 1/217-218.

Allah’ın yarattığı ruhun üflenmesiyle insana can verildiği bilinmek­tedir. Ruhu üflemek; Ruh(Bkz: Meryem, 17, Mearic, 4, Nebe’, 38, Kadr, 4), Ruhu’l-Kudüs, Ruhu’l-Emin(Bkz: Şuara, 193) olarak anılan Cebrail tarafından yapılmaktadır. Yüce Allah, Cebrail için “Ruhumuz” nitelemesi yapmaktadır; “Sonra, insanlardan gizlenmek için bir perde germiş­ti. Kendisine ‘Ruhumuzu’ göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüş­tü. ” (19 Meryem, 17) gibi.

[Bkz: Bakara, 87, 253, Maide, 110, Nahl, 102. Tevrat’ta Ruhullah, Ruhullah’il-Kudüs, Ruhu’r-Rabbi’s-Salih, Ruh, Ruhu’l-Kudüs, kullanıldığı gibi, İncillerde de Ruhullah, Ruhu-‘r-Rab, Ruhu Yesu’ el-Mesih, vb. terimler kullanılmaktadır. Bkz. Abdulvehhab en-Neccar, Age. 462-463.]

Nitekim İncil’de de Cebrail’e Ruh denildiğini ve İsa’nın üzerine indi­ğine Yahya’nın tanıklık ettiğini görüyoruz:

“Bütün halk vaftiz olurken, İsa da vaftiz oldu. Dua ettiği sırada gök açıldı. Kutsal-Ruh, bedensel bir görünümde, bir güvercin gibi onun üzerine indi ve gökten: “Sen benim sevgili oğlum’sun, senden hoşnudum.” diye bir ses geldi.” (Luka, 3/21-22)

“Yahya yine şu tanıklığı yaptı: Ruh’un bir güvercin gibi gökten indiğini ve onun üzerinde durduğunu gördüm. Ben onu tanımıyordum, fakat su ile vaftiz etmeye beni gönderen, bana: Ruh’un kimin üzerine inip durduğunu görürsen, Kutsal-Ruh’la vaftiz eden, odur. dedi. Evet, gördüm ve tanıklık ediyorum ki o, Allah’ın oğludur.”(Yuhanna, 1/32-34) “İsa sudan çıktığı anda göklerin açıldığını ve Ruh’un birt güvercin gibi kendi üzerine indiğini gördü. Göklerden bir ses geldi: “Sen, benim sevgili oğlum’sun, senden hoşnudum.” Ruh, İsa’yı hemen çöle götürdü. Çölde şeytan tarafından denenerek kırk gün geçirdi. Yabani hayvanların arasındaydı ve melekler ona hizmet ediyordu.”(Markos, 1/10-13. Yine ‘İsa, Kutsal Ruh’la dolu olarak Ürdün kıyılarından geri döndü ve Ruh tarafından çöle götürüldü.”, (Luka, 4/1) İsa, Peder’den çıkıp dünyaya ondan meydana geldiğini be­lirterek şöyle diyor: “Ben Peder’den çıkıp dünyaya geldim. Yine dünyadan ayrılıyor ve Pedere gidiyorum.” (Yuhanna, 16/28)

“Annesi Meryem Yusuf ile nişanlıydı. Birlikte yaşamaya başlamalarından önce Meryem, Kutsal-Ruh (Ruhu’l-Kudüs)’ün etkisiyle hamile kaldı.” (Matta;’ 1/18)

Meryem’e gelen ve Allah’ın kendisine çocuk vereceğini müjdeleyen meleğin Ruhu’l-Kudüs diye anılan Cebrail olduğu da şöyle anlatılır: “Melek ona: Korkma Meryem, çünkü Allah önünde inayet buldun. Hamile ka­lacaksın, bir oğul doğuracaksın ve ona İsa adını vereceksin, dedi. “(Luka, 1/30-31) “Meryem’ meleğe: Bu nasıl olacak? Çünkü ben erkek bilmem.” dedi. Melek ona: Kutsal-i Ruh (Ruhu’l-Kudüs) senin üzerine gelecek ve Yüce Allah’ın kudreti seni gölgesi altına alacak, dedi…”(Luka, 1/34-35) Görüldüğü gibi, bu anlatımlardaki Ruh ve Ruhu’l-Kudüs ile, Kur’an anlatımındaki Ruh ve Ruhu’l-Kudüs aynıdır.

Yüce Allah, Kur’an’da gerek Adem/insanın yaratılışını, gerekse İsa’nın yaratılışını anlatırken ‘Ruh’ kelimesini bazan “Ben”, bazan “O” tekil zamirine, bazen “Biz” çoğul zamirine tarhlayan/muzaf olarak kul­lanır. Hepsinde “Ruh” kelimesiyle Cebrail’i kasteder. Onun için “Ondan bir ruh” (Nisa/171, Mücadele/22), “Onun Ruhundan üfledi.” (32 Secde/9), “Ruhumdan üfledim.” (Hicr/29, Sad/72), “Ona Ruhumuzu gönderdik.” (19 Meryem/17), “Ruhumuzdan üfledik.” (Meryem/17, Enbiya/91, Tahrim/12), “Onu Ruhu’l-Kudüs’le destekledik.” (2 Bakara/253,5 Maide/110) ayetlerinin hepsinde geçen Ruh’tan maksat, Cebrail’dir. Bu anlatımlarda “Ruh” söz­cüğü bazan Ben zamirine, bazen O zamirine, bazen Biz zamirine tamla­yan olarak kullanılmaktadır.

[BEN: Tekil zamir/Ben’e tamlayan olarak şöyle kullanır: “Rabbin meleklere: ‘Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp Ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın.’ demişti.” (15 Hicr/28-29,38Sâd/71-72)

O: Tekil zamir/O’ya tamlayan olarak şöyle kullanın “Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ona Onun ruhundan üfleyen Allah’tır.” (32 Secde/7-9)

BİZ: Çoğul zamir/Biz’e tamlayan/muzaf olarak şöyle kullanır: ” Sonra, insanlardan gizlen­mek için bir perde germişti. Ruhumuzu göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüştü.” (19 Meryem, 17), “İffetini koruyan Meryem’e Ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu, alemler için bîr mucize yapmıştık.” (21 Enbiya/91), “İffetini korumuş olan İmran kızı Meryem de bîr örnektir. Ona ruhumuzdan üflemiştik.” {77 Tahrim/12)

RUH: Başka bir yoruma göre, bu ayetlerde geçen “Ruh”‘tan maksat, Yüce Allah’ın kendi ruhu veya Cebrail değil, insan, hayvan, yer, gök, ağaç, su, hava, ekmek, gibi, varlık olarak malik/sahip olduğu bütün varlıklardan bir varlık olan Ruh olup ondan üflemiştir. Allah, bütün varlıkların sahibi olduğu gibi, canlılara can veren ruh denilen nesnenin de sahibi­dir. Böylece genel olarak insanın ve özel olarak İsa’nın Allah’tan bir ruh içermesi, Allah’ın ruhunu taşıması söz konusu değildir. Şüphesiz bu da makul ve ayetlere aykırı olmayan bir açıklama olmakla beraber belirttiğimiz gerekçelerle bizim tercihimiz, Ruh’tan maksadın Cebrail olduğudur.]

 

Yüce Allah, bütün bu durumlarda ruh üfleme işini, Ruh olarak bili­nen Cebrail aracılığı ile yapmakta, ama dolaylı özne, yani can veren ken­disi olduğu için mecaz olarak bunu kendisine nispet etmektedir. Tıpkı rüzgarları gönderirken, yağmuru yağdırırken, ekinleri ve ağaçları yerden bitirirken, rızkı, hastalık ve sağlığı, iyilik ve kötülüğü verirken, öldürür ve yaşatırken, tabiatta meydana gelen bütün işleri kendisine nispet ettiği gibi. Ancak dolaylı Özne olarak bütün işleri kendisi yaptığını söylediği halde, hepsinin koyduğu tabiat yasaları veya sosyal yasalar çerçevesin­de maddi sebepler sonucu/ona bağlı olarak meydana geldiğini biliyoruz. Bunun gibi, yarattığı insanlara ve bunlar arasından Hz. İsa’ya da ruhu, Ruh olarak andığı ve zamirlerle tamlayan olarak kullandığı Cebrail yolu ile/aracılığıyla üflemiştir. Onun için Hz. Isa veya bir başkası Allah’ın ru­hunun bir parçası değildir. Sadece Allah’ın “Ol” demesiyle olan ve ya­rattığı ruhun Cebrail tarafından üflenmesiyle başkaları gibi yaratılan bir insandır. Yaratma işinde bunun dışında bir anlam aramak yanlıştır.

Zaten yüce Allah ruh üflemeyi anlatırken hiçbir yerde ruh’u direkt nesne/meful olarak “Nafaha fîhi ruhahu=Ruhunu ona üfledi”, “Nafahtu fîhi ruhî-Ruhumu ona üfledim”, “Nafahna fihi ruhana-ruhumuzu ona üfledim” şeklinde kullanmaz. Onun yerine hep ondan bir ruh, onun ruhundan, be­nim ruhumdan, bizim ruhumuzdan, şeklinde Ruh’un kendisinden başka bir varlık olduğunu belirtecek şekilde cer harfi ‘min’ ile kullanmaktadır. Bu kullanımdaki “min ” cer harfi, bir şeyin parçasını belirtme anlamın­da baziyet değil, sahiplik, anlamında mülkiyet belirtir. Tıpkı “Resulün min Allahi” (98 Beyyine/2), “Rahmeten min Rabbik” (18 Kehf/82, Kasas/86, vb), “Ğadabin min Allah” (2 Bakara/61, 3 Âli İmran/112,16 Nahl/106. vb), “Gadabin Min Rabbihim” (7 Araf/152) ayetlerindeki gibi. Burada “min” harfinden sonra gelen şeyler, Allah’ın sahibi olduğu şeyler olup onun parçası değildir. Bu da Ruh’tan maksadın, Allah’ın kendisi veya kendi ruhu olmadığını gösterir.

[Arapça dilinde isim tamlamasının üç anlamı veya işlevi vardır. Biri, mülkiyet/sa­hiplik belirtmek. Abdullahi(ALLAH’IN KULU), gibi. Bu tamlama, kul’un Allah’a ait olduğunu, yani Allah’ın onun sahibi ve maliki olduğunu belirtir. Kur’an’da tamlayan/muzaf olarak can veren ruh, vahiy, melek Cebrail, anlamında kullanılan Ruh kelimelerinin geçtiği tamlamalar bu anlamda olup tamlananın/muzafun ileyhi’nin parçası değildir. Örnekteki kul anlamındaki abd’in Allah’ın parçası olmadığı gibi.

Kur’an’daki “Ruh” kelimeleri, baziyet/parçası olma anlamını belirten “min” harfi an­lamını içermekle beraber can veren ruh, vahiy, melek Cebrail Allah’ın parçaları olmadı­ğından Allah’a nispet edilen Ruh da Allah’ın parçası değildir. Sadece bu Ruh’un sahibi ve maliki olduğunu belirtir.

Biri de baziyet/parçası olduğunu belirtmek. Babulbeyti, gibi. Bu tamlamada Kapı anla­mındaki Bab kelimesi, tamlayan olup ev anlamındaki Beyt’in/muzafun ileyhi’nin bir par­çasıdır.

Diğeri de zarf anlamında olduğunu belirtmektir. Bunlar yer ve zaman isimlerinin tamla­yan/muzaf olduğu tamlamalardır. Yevmulahadi (pazar günü), hadikatulbeyti (evin bahçesi) gibi. Her üç tamlama çeşidi, tamlayan/muzaf olan ismin özellik (bir şeye veya kişiye ait olmasını) veya belirlilik kazanmasını sağlar.]

 

Kur’an’da geçen ‘Ruh’ kelimesinin “Allah” anlamında yorumlanma­sının Animizm gibi, batıl din ve inançlardan esinlenerek yapıldığını sanıyoruz. Çünkü Kur’an’da ‘Ruh’ kelimesinin ‘Allah’ yerine kullanıldığı hiçbir yer yoktur.”Ruhî, Ruhihî, Ruhuna/Ruhana/Ruhina, gibi, Ruh” kelime­sinin Allah yerine kullanılan zamir ile isim tamlaması formunda kulla­nışları da gösteriyor ki burada kullanılan Ruh, Allah’ın kendisi değildir. Çünkü isim tamlamasında mutlaka tamlanan ile tamlayan ayrı iki şey­dir. Değilse, gözün gözü, kulağın kulağı, suyun suyu gibi, aynı şey kendi kendisine tamlanmış olur ki hiçbir dilde bunun anlamı olmaz. Çünkü bir şeyin kendi kendini tamlaması diye bir şey olmaz. Zaten Kur’an’da doğ­rudan Ruhullah/Allah’ın Ruhu şeklinde bir kullanış yoktur.

Ne yazık ki tasavvuf felsefesine damgasını vuran ve Celaleddin Rumi’nin kamışlıktan koparıldığı için ayrılıktan şikayet ederek inleyen kamış edebiyatında tasvir ettiği gibi, (bkz. Mesnevi, ilk onsekiz beyit), insanın Allah’tan ayrıldığı için sürekli ona kavuşma özlemi taşıdığı ve ölümle bu en büyük özlemine kavuştuğu (şeb-i arûs) felsefesinin yönlen­dirmesiyle insanın Allah’tan bir parça olduğunu düşünmek ve Hz. Isa ile ilgili geçen Ruh kelimelerini Hıristiyanlar gibi anlamak için zihinler ha­zır hale getirilmiştir. Oysa ne insan Allah’tan ayrılan ve onunla bütünleş­mek için bir an önce ölmek için can atan bir parçadır, ne Hz. İsa Allah’ın ruhunun bir parçasıdır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi yalnız Hz. İsa değil, bütün insanlar Allah’ın verdiği, yani ondan bir ruh ile var olmaktadırlar. Yoksa bu ruh, Allah’tan bir parça olup Hz. İsa’da İlahlık/Tanrılık bulunduğu veya bir yönü ile İlah/Tanrı, bir yönü ile insan iki tabiatlı bir varlık (Pierre Dubois, (Latin Katolik Cemaati başkanı), Yuhanna’ya Giriş, 244, Ankara 1986) olduğu an­lamında değildir. Yani Hz. İsa, Allah, İlah/Tanrı veya İlah-Oğul, İnsan-Oğul, yarı Tanrı değil, yalnız ve yalnız Allah’ın “Ol” emri ile yarattığı ve Cebrail/Ruh’un Meryem’e müjdeliği yaratılmış insan bir peygamberdir.

Onun için Ruh’un tamlama formunda kullanılması, Kur’an’da kul­lanılan Beytullah, Nâketullah, ibadullah, Eyyâmullah, Azâbullah, Gazabullah, Arzullah, Resulullah, Kitabullah, Kelâmullah, Abdullah, vb. kullanışlardan farksızdır. Allah ismi ile tamlama yapan bu şeyler nasıl ki Allah’ın kendisi değilse, onun yerini tutan zamirle tamlama formunda kullanılan Ruh da Allah’ın kendisi değildir. Allah, sahip olduğu diğer şeyleri kendisine nispet ettiği gibi, Ruh’u da kendisine nispet ederek tam­lama şeklinde kullanmaktadır. Ruhu’l-Kudüs/Kutsalın Ruhu tamlaması da aynı şekildedir. Onun için gerek Kur’an’da, gerekse hadislerde kulla­nılan ‘Ruh’ kelimesi, Allah’ın kendisi anlamında değil, ya sahip ve malike olduğu şeylerden ‘Ruh’ adını taşıyan varlık yahut Cebrail, Vahiy, Kitab anlamındadır.

Allah’ın yarattığı varlıklara verdiği Ruh’un yanlış olarak Allah’ın kendisi veya ondan bir parça olarak anlaşılması, insanları vahdeti vücud veya panteizm olan hulul anlayışına götürmüştür. İslam öncesi inanç ve kültürlerde bulunan bu anlayış bir şekilde İslam kültürüne sızmıştır. Buna inanmış olanlar da Kur’an ve hadislerden dayanak bulmak gayre­tiyle Ruh kelimesinin geçtiği bu tür ayetleri ve benzerlerini bu anlayış doğrultusunda yorumlayarak batıl inanışlarına İslami bir temel yapmaya çalışmışlardır. Allah söylediklerinden münezzehtir.

 

 

 

 

“Rab, Baba, Oğul” Sözcüklerinin Saptırılması

Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu diye niteleyen/değerlendiren ve bundan dolayı da sapıtan Hıristiyanların sapıtmalarının sebeplerinden biri de, kelimeleri veya kavramları yanlış anlamalarıdır. İnciller’de Hz. İsa için çokça kullanılan “Rab” kelimesi de İbranice aslında “Hoca/Öğretmen” anlamında olduğu halde, ama yanlış tercüme sebebiyle, ama kasıtlı de­ğiştirilerek “Tanrı” anlamına dönüştürülmüştür.

İnciller’de ve Hıristiyanlar arasında İsa için “Rab” sözcüğünün kullanılması büyük ihtimalle, “Isa, Ona: Meryem, dedi. O da dönüp ona Ibranice “Rabbuni”, yani Hoca, dedi.” Yuhanna, 20/16, 1/38) kullanımında oldu­ğu gibi, İncil’in Aramice metnindeki “Hoca/Öğretmen” anlamında olan “Rab” kelimesinin Tanrı anlamındaki “Rab” sözcüğü ile karıştırılmasın­dan kaynaklanmış ve Allah için kullanılan bu sözcük zamanla Hz. İsa için kullanılır olmuştur. İndilerde bu kelimelerin “Hoca” diye çevrildiği yerler çoktur. Nitekim aynı ifade hoca, muallim, anlamında Yahya için de (Luka, 3/12) kullanılmaktadır. Değilse, aklı başında ve Allah inancı doğru olan bir insanın Allah’tan başkası için bu ifadeleri kullanması düşünüle­mez. Aşağıdaki şu kullanışlara bakınız:

“Fakat kadın geldi, önünde secde edip durdu: Ya Rab, dedi, yardımıma gel. (…) Fakat kadın: Doğrudur, Ya Rab, dedi.” (Matta, 15/25-27), “Şakirtler Rabbi görünce, neşe ile doldular.” (Yuhanna, 20/20), “Onlara ne arıyorsunuz? dedi.

Rabbi! (Hoca anlamındadır), diye cevap verdiler.” (Yuhanna, 1/38), “O zaman İsa onlara: Nasıl diyebilirler ki Mesih, Davud’un oğludur? diye sordu. Çünkü Davud kendisi, Mezmurlar kitabında şöyle diyor: “Rab, Rabbime dedi: Ben düş­manlarını senin ayaklarının altına serinceye kadar, sen sağımda otur”. Davud onu Rab diye çağırıyor. O halde nasıl onun oğlu olabilir?” (Luka, 20/41-44) “Havariler bir araya toplanmış ve ona şu soruyu sormuşlardı: Ya Rab, İsrail’in hükümranlığını yeniden kuracağın zaman geldi mi?” (Havariler, 1/6)

Nitekim 20. Vatikan Ruhani Meclisi’nin ilahi vahiy hakkında tespit ettiği anayasada ‘Tanrı Oğlu İsa” ifadesinin açıkça kullanıldığı belirtil­mektedir.” [Bkz. Maurıce Bucaille, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İndiler ve Kur’an, 132.]

 

Bu ifadelerde ve Markos İncili için “Allah’ın oğlu Mesih İsa’nın İncili’nin başlangıcıdır.” (Markos/1/1) ifadesinde geçtiği gibi “Rab” veya “Tanrı Oğlu” gibi sözcükleri kullanmak ve kutsal kitaba yazmak, tevhid inancını bozmak ve Allah’tan başka tanrılar edinmekten başka bir şey değildir.

İsa için “Rab, Rabbim, Allah’ım, Allah’ın Oğlu, Tanrı’nın Oğlu, Baba’nın Oğlu, İnsan-Oğul, vb.” ifadeler, İndilerin hepsinde yaygın ola­rak kullanıldığı gibi, bugün de Hıristiyanlar tarafından kullanılmakta ve Allah’ın nitelikleri İsa’ya verilerek ancak Allah’ın yapacağı şeyler İsa’dan istenmektedir. Örneğin, daha 8 Ocak 2004’te Atv’nin yayınladığı Protes­tan Pastörü’nün yaptığı okuyarak üfürükle tedavi etme ayininde “Baba, Ya Rab, Mesih İsa Ya Rab, Tanrı’nın Oğlu, yetim yüreğim sana tapıyor, şifa ver Ya Rab, bizim Tanrımız İsa, vb.” ifadeler pervasızca yoğun bir şekilde kullanılıyordu.

Onun için gerek İsa için İndilerde kullanılan Rab, Allah, Allah’ın Oğlu, Tanrı’nın Oğlu, İnsan-Oğul, gibi nitelemelerin, gerekse Zebur’da Hz. Davud için kullanılan “Bana: Sen benim oğlumsun, bugün ben sana baba oldum, dedi.” (Mezmurlar/Zebur, I. KİTAP/7) ifadelerindeki “oğlu” keli­mesinin “Allah’ın halifesi, Allah adamı, seçilmiş kişi” anlamında olduğu, bu sözcüklerle İsa’nın veya Davud’un gerçekten Allah’ın oğlu oldukları anlamında değil, Allah’ın niteliklerinin seslendirilmesi anlamında kulla­nıldığı, savunmaları doğru ve tutarlı değildir.

Türkçe’de ‘oğlu” kelimesinin ne anlama geldiği ve nasıl kullanıldığı bilindiği halde Keldanice, İbranice, Ârâmice, Yunanca, vs. dillerinden ya­pılan çevirilerde söz konusu kişiler için ille de “oğlu” nitelemesinin yapıl­ması, yapılan savunmaların doğru ve tutarlı olmadığını göstermektedir. Olay iddia edildiği gibi olsaydı, söz konusu dillerde Allah’ın Peygamberi, halifesi, Allah adamı, ermişi, seçilmişi, sevgili kulu, gibi anlamları belir­ten kelimeler Türkçe’ye çevrildiğinde “oğlu” yerine bu anlamları belirtil kelimeler kullanılırdı ve hem suçlamaların hem de onlara karşı yapılan savunmaların önüne geçilmiş olurdu. Halbuki bütün bunlara rağmen söz konusu kelimeler veya nitelemeler yerine, “Baba-Oğul” ikiliğinden başka bir şey çağrıştırmayan “Oğul” kelimesi özellikle kullanılmakta ve Baba-Oğul inancı seslendirilmektedir.

Nitekim Kur’an’ın bunu “Yahudiler, ‘Üzeyr Allah’ın oğludur.’ dediler; Hıristiyanlar da ‘Mesih Allah’ın oğludur.’ dediler.” (9 Tevbe) ifadeleriyle be­lirtmesi, Yahudilerin ve Hıristiyanların Üzeyir ve İsa için yazılı ve sözlü olarak “Oğul” kelimesini, karı-kocanın çiftleşmesinden doğan oğul anla­mında değilse de, Baba-Oğul ikiliğini çağrıştıran anlamda kullandıkla­rının göstergesidir.

Baba-Oğul anlamında değil, yukarıdaki anlamlarda kullanmış olsa­lardı, Allah “Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek söyledikleri sözdür…” (9 Tevbe/30) demezdi. Çünkü “Üzeyr Allah’ın oğludur.” di­yen Yahudilerin ve “Mesih Allah’ın oğludur” diyen Hıristiyanların tipli “Cinleri o yaratmışken kafirler onları Allah’a ortak koştular, körü körüne ona oğullar ve kızlar uydurdular…” (6 Enam/100) dediği kafirlerin söyledikleri gibi söylediklerini belirtmektedir.

“Günümüz Hıristiyan toplumunun kanonik/resmi saydığı İndilerde, Kur’an’ın işaret ettiği bu tür ifadelere oldukça sık rasrlamak mümkündür (bkz. Matta, 8/29,16/16, Markos, 1/1, 3/11, 5/7, Luka, 4/41, 8/28, 10/21-22, Yuhanna, 3/16-18, 5/19-20) Ancak bazı Hıristiyan teologlar Hıristiyanla­rın İsa’ya “Allah’ın Oğlu” admı verdiklerini belirtmekle birlikte, bunun Hıristiyanlar için İsa’nın Tanrı tarafından fiziksel olarak tevlid edildi-ği/doğurulduğu şeklinde değil, Tanrı’nın İsa ile içten bir ilişki kurduğu, ezeli ve yaratılmamış mesajının İsa’da varolduğu, şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtirler.”

[Dr. Osman Güner, Resulullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, 179; Thomas MicheM Hıristiyan Tann Bilimine Giriş, 60; Watt, Günümüzde İslam ve Hıristiyanlık, 203; Muhammed Ebu Zehra, Muhadarat fi’n-Nasraniyye, 103’ten naklen.]

 

Şüphesiz her iki dinin mensuplarının bu insanlar için “oğul” ve Allah için “baba” ifadelerini kullanmalarının anlamı, biyolojik anlamda baba-oğul değil, (6 Enam/100) ayetinde belirtilen ve cinleri Allah’a ortak koşan, ona oğullar ve kızlar uyduran inkar edenlerin kullandığı anlamdadır. Allah’a oğullar ve kızlar uyduran inkar edenler bu kelimeleri hangi an­lamda kullanmış/kullanıyorlarsa, bunlar da o anlamda kullanmış ve kul­lanmaktadırlar. Onun için Allah, bunların kullanmasını onların kullan­masına benzetmektedir. Bu yüzden her iki kitapta da ‘oğlu” kelimesinin “üstün, seçilmiş, Allah’ın halifesi, elçisi, Allah adamı, sevgili kulu, vb.” anlamlarda kullanıldığı yönündeki savunmalar gerçeği yansıtmamakta­dır.

Şüphesiz Allah, “Ondan başka tanrı yoktur, ortak koştuklarından münezzehtir.” 9 Tevbe/31, Yunus/18, Araf/190, Nahl/1,3, Müminun/92, Neml/63, Kasas/68, Rum/40, Zümer/67) “Onların nitelemelerinden yücedir.” (6 Enam/100) “Onların söylediklerinden münezzehtir, yücedir.” (17 İsra/43)

Yine, İnciller’de Hz. İsa için çokça kullanılan “İnsan-Oğul” ifadesinin de yanlış anlaşılan ve sapıtmaya yol açan terimlerden olduğunu gör» mekteyiz. Tıpkı Kur’an’da “insanoğlu” anlamında “Benî Adem”‘ ifadesi kullanıldığı gibi, İncil’in orijinalinde de Hz. İsa’nın “Allah’ın oğlu insan” anlamında değil, “Adem’in soyundan gelen, Adem oğlu, insan olan Meryem’in oğlu” anlamında “insanoğlu” şeklinde kullanılmış olması gerekir. Ama bu ifadenin sonraları Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu uyduran zihniyet tarafından “Allah’ın oğlu” formuna sokulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Allah’ın ona yaptığı büyük iyilikleri düşünerek de birçoğu kendisini tan­rılık derecesine çıkarmış ve sapıtmıştır.

[Öyle görülüyor ki Hıristiyanlar “Rab” kelimesini yanlış çevirip anladıkları ve kul­landıkları gibi, “Baba-Oğul” ve “İnsan-Oğul” ifadelerini de yanlış anlamış ve kullanmış­lardır. Nitekim İndilerde, “Baba-Oğul” ifadesi başkaları için de kullanılmaktadır. Mesela, “Barışı gerçekleştirenlere ne mutlu! Çünkü onlar Allah’ın dua eden oğullarıdır. Kendinizi kutlayınız, Göklerde olan Babanızın Oğulları olabilmeniz için size buğzedenlere iyilik yapınız, size kötülük yapanlar ve kovanlar için namaz kılınız/dua ediniz.” (Matta/5/9) denilmektedir.

“Sizler, babanızın yaptıklarını yapıyorsunuz- (Yahudiler) biz zina çocukları değiliz, bizim tek ba­bamız vardır ve o da Allah’tır, dediler. İsa onlara ‘Allah babanız olsaydı beni severdiniz, sizler İblis babanın oğullarısınız, babanızın şehvetlerini işlemek istiyorsunuz…” (Yuhanna, 8/41-44)

“Allah’tan doğanlar günah işlemezler, çünkü onun ekini onda sabittir ve günah işleyemez, çünkü Allah’tan doğmuştur. Allah’ın oğulları ile İblis’in oğulları bu şekilde ayrışır.” (Yuhanna/3/9-10) “Kimler seviyorsa, Allah’tan doğmuştur.”(Yuhanna/4/7)

“Yesu’un Mesih olduğuna kim inanıyorsa, Allah’tan doğmuş demektir. Kim babayı seviyorsa, ondan doğanı da sever. Böylece Allah’ı sevdiğimiz ve vasiyetlerini tuttuğumuz zaman Allah’ın oğul­larını sevdiğimizi anlarız.” (Yuhanna/5/1-2)

“(Kadın), bana dokunma, çünkü henüz babama yükselmedim, fakat kardeşlerime git ve onlara benim ve onların babasına, benim ve onların ilahına çıkacağımı söyle.” (20/17) Matta İncili’nden de benzer örnekler verilmektedir.

Nitekim Allah’ın “oğlum” dediği herkes gerçekten Allah’ın oğlu ve tapılmaya layık bir tanrı olsaydı, bütün İsrailoğulları tanrılar olurdu. Çünkü (İsrailoğulları kitaplarında) Allah, İsrailoğulları için “oğlum” sözcüğünü kullanmaktadır. Mesela “Ben İsrail’in babası oldum, Efram/İbrahim benim ilk oğlumdur.” (Ermiyah/31/9) “Kulum Davud’u gördüm, onu kutsal bir yağla meshettim.”Sen babamsın, Hanımsın, destekleyicim ve kurtarıcımsın.” diye bana dua ederdi. Ben onu yeryüzünün bütün krallarından üstün bir ilk (oğul) yapacağım.” (Mezmur, 88/20,26,27)

Hz. Süleyman için Allah “Ben onun babası, o da benim oğlum olacaktır.” (2. Samuel, 8) dem Bütün bu alıntılar için bakınız: Abdulvehhab en-Neccar, Age. 458-459.

Hıristiyanlar, İncillerin çevirilerinde veya ilahiyat dilinde bu müteşabih lafızları kullanarak İsa’nın Allah’a göre konumu konusunda sapıttıkları gibi, Yahudiler de Üzeyir konusun­da sapıtmışlardır. Onun için bu tür şüpheli şeylerden kaçınmak gerekir. Hz. Peygamber’in, “Helal açıktır, haram da açıktır, aralarında şüpheli şeyler vardır ki insanlardan çok kişi onları bilmez. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli şeylere dalanlar harama dü­şerler. Tıpkı koruluk çevresinde otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girmesi muhtemel olduğu gibi. Haberiniz olsun, her hükümdarın bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise, haram kıl­dıkları/yasaklarıdır…” (Buharı, iman, 39; buyu’, 2; Müslim, müsakat, 107; Ebu Davud, buyu’, 3; Tirmizi, buyu’, 1; Nesai, buyu’, 2; eşribe, 50; İbn Mace, fiten, 14) buyurması ve çok kez belirttiğimiz gibi kendisini aşırı övmekten sakındırması bu endişedendir.

Araf/26,27,31,35,172, İsra/70, Yasin/60, gibi. Bilindiği gibi Adem insandır ve “Ade­moğlu”, insanoğlu demektir.

İlginçtir; filmlerde gördüğümüz gibi, ayinlerde ve yakarmalarda kendilerini koruması ve kötülüklerini bağışlaması için Allah yerine İsa’ya dua edilmekte ve bu şeyler ondan istenmektedir. Isa bağışla, İsa koru, İsa kurtar, İsa ver, gibi. Bunlar, abartma ve değiştirme­lerle dinin nasıl altüst olduğunu çok açık göstermektedir.]

 

Halbuki ‘Allah, ‘Ruhumdan, Ruhundan, Ondan Bir Ruh’ ifadesini sade­ce Hz. İsa için değil, ondan önce Adem için kullanmaktadır. “Rabbin me­leklere: ‘Ben, balçıktan, işlenebilen kara çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın.’demişti.” (Hicr/28-29, Sad/72)

‘Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra şekillendirip ona ruhundan üfleyen Allah’tır. Size kulaklar, gözler, kalpler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.” (32 Secde/7-9)

Aynı şekilde en yakın akrabaları da olsa, kim olursa olsun Allah’a ve Resulüne düşmanlık yapan kişilere sevgi beslemeyen bütün müminler için de kullanarak “ondan bir ruh”la onları desteklediğini şöyle belirtir:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun, babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile Allah’a ve Peygamberine karşı gelenlere, sev­gi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, Ondan bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar, Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki, mutluluğa erecek olanlar, Allah’tan yana olanlardır.” (58 Mücadele/22)

“Ondan bir ruh” ifadesinden “Allah’ın ruhu” anlamını çıkaran mantığa göre hareket edersek, o zaman “ondan bir ruh” ile desteklediği müminler de Allah’ın Ruhu, Allah’ın Parçası, İnsan-Oğul, olması gerekir ki bunun ne kadar saçma olduğu açıktır.

“Rivayete göre Hıristiyan büyüklerinden biri, Kur’an okuyan bir kişinin “İsa, Allah’ın Meryem’e kelimesi ve ondan bir ruh’tur.” (4 Nisa/171) ayetini okurken dinlemiş, bunun üzerine “Ayet, İsa’nın Allah’ın Meryem’e kelimesi ve Allah’tan bir parça olduğunu gösteriyor.” demiştir. Orada bulu­nanlar arasında olan Hasan b. Ali b. Vafi, Hıristiyanın bu iddiasına şu cevabı vermiştir:

“Allah, göklerde olanların, yerde olanların hepsini kendisinden sizin buyru­ğunuz altına vermiştir.” (45 Casiye/13) buyurmuştur. Eğer ‘Ondan bir ruh’ sözünden İsa’nın Allah’tan bir parça olması gerekiyorsa, göklerde ve yer­de kendisinden olan her şeyin de ondan bir parça olması gerekir, halbuki bunu söyleyen kimse yoktur. Onun için bu sözden maksat, olsa olsa onun yarattığı şeylerdir.” demiştir.”

[Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Terriime ve Şerhi, 1/218. Hz. Adem’in veya Hz. İsa’nın yahut bir başkasının Allah’ın parçası veya oğlu olduğunu belirtmeyen “Ondan” ve “Kendisinden” anlamındaki sözcükler, olsa olsa her şeyi Allah’ın bir parçası veya yansıması veya görünümü veya feyezanı veya tecellisi olarak gören vahdeti vücut/panteizm felsefesi­ne malzeme yapılabilir. Halbuki Allah’ın bütün bu anlayışlardan münezzeh olduğu muh­kem ayetlerle sabittir.]

 

Allah, insanlara vahiy gönderir. Ancak bu vahyi Melek/Cebrail va­sıtasıyla insanlara iletir. Tıpkı her şeyi kendisinin yaptığını belirtirken, onu tabiat kanunu/sosyal yasa ile gerçekleştirdiği gibi, vahyi indirmesi de Cebrail vasıtasıyla yapmaktadır. Onun için vahiy indirmesi Cebrail vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Zaten Allah’ın insanlarla/peygamberlerle konuşması da ancak Melek/Cebrail vasıtasıyla peygamberin kalbine il­ham ederek veya vahyi onunla ileterek yahut perde/eşya gerisinden on­larla konuşarak olmaktadır. Nitekim ruh ve vahiy ikisi de diriltici, hayat verici olduğu için bu işleri gören Cebrail’e de “Ruh” denilmektedir.

[Ruh’un hayat vermesi, “Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman kabul edin.” (8 Enfal/24) ayetinde belirtildiği gibi gerçek anlamda, vahyin ha­yat vermesi ise mecazi anlamdadır. Çünkü vahyin insanlara hayat vermesi, maddi olarak ölmüş kişileri bedenen diriltmek şeklinde değil, cahiliyye hayatından kurtarıp Allah’a kul yapmak, böylece ahirette cehenneme gitmekten kurtararak cennette sonsuz yaşatmak an­lamında mecazi diriltmedir. Onun için Hz. İsa’nın mucize olarak bazı ölüleri diriltmesine karşın, Hz. Muhammed’in bugüne kadar milyarların cahiliyye hayatından kurtularak dün­yada ve ahirette hayat bulmasına sebep olduğu seslendirilir.]

 

“Ondan bir ruh” ifadesi kullanıldığı veya “Ondan bir ruh” ile des­teklendiği için İsa Allah’ın oğlu veya Tanrı olacaksa, o zaman “Ondan bir ruh” üflediği Adem’in ve diğer insanların, yukarıda ruh ile destekle­diğini belirttiği bütün müminlerin de Allah’ın oğlu veya Tanrı olmaları gerekir. Halbuki bu yanlış bir anlama olup gerek Allah, gerekse bütün peygamberler ve müminler bundan münezzehtir.

Yine, Allah açısından İsa’nın yaratılışı ile Adem’in yaratılışı benzer ve ikisi O’ndan/O’nun verdiği bir ruh ile yaratılmış iken, hatta Adem’in anasız babasız ve örneksiz topraktan yaratılması daha büyük bir olay1 iken, hatta Havva’nın ya erkek olan Adem’den veya onun yaratıldığı gibi örneksiz olarak anasız babasız onun türünden veya topraktan yaratılma­sı daha büyük iken, Hıristiyanlar bu ikisinin anasız babasız yaratılışına bakarak sapıtmadıkları yahut onlara ve Allah’a baba-oğul olarak bakma­dıkları halde, kitaplarında tevhid inancının bozulması ve çıkmazlara girmeleri sonucu Hz. İsa’nın yaratılışına bakarak Yüce Allah ve Hz. İsa için böyle bir inanca ve adlandırmaya giderek sapıtmaları çok üzücüdür.

[Hz. İsa’nın insanlara tebliğ ettiği orijinal bir İncil’in mevcut olmasını ne kadar is­terdik! Ama ne yazık ki böyle bir İncil mevcut değildir. Mevcut İndiler, Allah’ın bildirdiği orijinal vahiy değil, Hz. İsa’nın hayatı ve peygamberliği hakkında insanların akıllarında kalanların veya anlatılanların onlarca yıl sonra yazarları tarafından derlenerek kitaplaştırılmasıdır. Tıpkı Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarıyla ilgili halk arasında ağızdan ağıza gelen bilgilerin daha sonra siyer ve hadis külliyatı yazarları tarafından ravilerden derlene­rek kitaplaştırılması gibi, her İncil yazarı onlarca yıl sonra bu bilgileri anlatanlardan derle­yerek kendi anlayışı ve kişisel düşünceleri doğrultusunda bir İncil meydana getirmiştir.

Örneğin, Havariler kitabı bir tür Raşid Halifeler tarihi niteliğinde olup Dubois, onu şöyjja
tanıtır: “Mesih İsa’nın dünyamızdan ayrılmasından sonraki yıllarda Hıristiyan dininin gelişmele­rini ve yayılışını anlatmakta, özellikle Petrus’un ve Paulus’un eylemlerini ve sözlerini kaydetmektedir.”(Age.307) {

Aralarında en meşhur filozoflann, düşünürlerin, sosyologların, edebiyatçıların, pozitif bilim şampiyonlarının, tarihçilerin, sanatçıların bulunduğu Hıristiyanların onlarca yıl son­ra derlenen ve birbiriyle çelişen bu bilgilere Allah’ın vahyi gibi inandıkları halde Kur’ana inanmamalarını anlamanın zor olduğunu belirten Seyyid Ebu’l-Kasım el-Hûî şöyle der:

“Çelişkiler ve tutarsızlıklarla dolu Tevrat ve İncil’lere inandıkları halde, insanlığa hidayeti öğ­reten, dünya ve ahirette mutluluk yollarını gösteren ve Allah tarafından korunan Kur’an’a Batılı bilim adamlarının ve düşünürlerinin inanmamaları çok tuhaftır! Ne yazık ki bağnazltk, öldürücü bir hastalıktır. Gerçeğin peşinde olanlar da azdır.” (el-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, el-Medhal, 54, 86, Müessesetu’l-A’lemî li’1-Matbuat, Beyrut, 1974)]

Halbuki belirtiğimiz gibi Allah açısından Adem’in yaratılışı ne ise, İsa’nın yaratılışı da odur. Yüce Allah bunu belirterek şöyle buyurur:

“Şüphesiz Allah’a göre İsa örneği, kendisini topraktan yaratıp sonra ol de­mesiyle olmuş olan Adem örneği gibidir. Gerçek Rabbindendir, o halde şüphe­lenenlerden olma. Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim tartışacak olursa de ki: ‘Gelin, oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, ken­dimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lanetleşelim de, Allah’ın lanetinin yalan­cılara olmasını dileyelim.’ Şüphesiz bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah’tan başka tanrı yoktur. Şüphesiz Allah güçlüdür, hakimdir. Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları bilir.” (3 Ali İmran/59)

Hz. Muhammed için de “De ki: Kur’an’ı, Ruhü’l-Kudüs Rabbinin ka­tından, inananların inançlarını pekiştirmek, Müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere gerçekle indirmiştir.” (16 Nahl/102), “Şüphesiz Kur’an alemlerin Rabbinin indirmesidir. Apaçık Arap diliyle, uyaranlardan olman için onu er-Ruhu’l-Emin senin kalbine indirmiştir.” (26 Şuara/193) buyurmakta­dır.

Hz. Muhammed’e Ruhu’l-Kudüs/Cebrail vahiy getirdiği, onu destek­lediği ve vahiy konusunda güvenilir olduğundan Ruhu’l-Emin olarak da adlandırıldığı halde kimse buna bakarak Hz. Muhammed için ‘Allah’ın oğlu’ veya ‘Rab’ dememiştir.

[Hz. Muhammed için kimse böyle dememiştir ama Bektaşi kimi kişiler bunun da ötesine giderek Hz. Ali için daha beterini söylemektedir. Prof. Dr. A. Yaşar Ocak’ın kitabın­daki örneklerden yaptığımız sağıdaki alıntıların tevhid sınırını çoktan aştığını görüyoruz. Örneğin ‘Hatai’ mahlasıyla şiir yazan Şah İsmail şöyle der:

“Lafeta illa Ali şanında olmuştur nüzul-Hadd içinde sikke vü dinarsın sen ya Ali-Evvelü Ahir de sensin Zahirü Batın da sen-Aklı Evvel’den hüveyda/varolan yarsın sen ya Alî” (Hatayi Divanı, 150’den naklen A. Yaşar Ocak, Age. 202) sözleriyle Ali’nin uluhiyetini seslendirirken, şu mısralarla da Allah’ın onun bedeninde cesetlendiğini anlatır:

“Yer yoğ iken gök yoğ iken ta ezelden var idim- Gevherin yek donesinden ilerü perkâr idim-Gev heri âb eyledim tuttu cihanı ser be-ser-İnsü cinni Arşü Kürsi yaratan Settar idim-Girdim Adem] donuna/bedenine sırrımı kimse bilmedi-Men o beytullah içinde ta ezelden var idim.” (Hatai Divani,, 156’dan naklen A. Yaşar Ocak, Age. 202)

Ve hem Pır Sultan Abdal, “Gafil kaldır şu gönlünden gümanı/şüpheyi-Bu mülkün sahibi Ali değM mi-Yaratmışttr onsekiz bin alemi-Rızıkları veren Ali değil mi” (Cahit Öztelli, Pır Sultan Abdal, 94’den naklen A. Yaşar Ocak, Age. 202) Hem Viranı’ “Evvel O’durÂhir O’dur-Bâtın O’dur, Zahir O’dur-Tayyib Ol’dur Tahir Ol-Ali Ali Ali Ali” (Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı, 83’den naklm A. Yaşar Ocak. Age. 203) sözleriyle bu sapmanın daniskasını seslendirirler.]

 

Ama nedense Hıristiyanlar, İndilerin anlatımındaki sembolizm, abartma, yanlış çeviri ve başta Paulus olmak üzeresi din adamlarının Hıristiyanlığı sekülerleştirerek putperest Roma yöne­timi ile uzlaştırma ve belirsizlikler yumağına dönüştürme çabaları gibi faktörlerin yanında, bu kelimelerin kullanılışından hareket ederek Hz. İsa’yı yücelttikçe yüceltmekte, onu Rab, Allah’ın oğlu anlamında “Oğul-İnsan” diye nitelemekte, öldükten sonra dirilterek göğe çıkarmakta, Yüce Kudret diye anmakta, Allah’ın sağ yanına oturtmakta, Allah’ın ona hulul ettiğini/içine sindiğini söylemekte, Allah adına kullar arasında hakemlik yaptırmakta ve insanları günahlarından kurtarmak, bağlılarına dünya egemenliğini vermek ve dünya cennetini kurmak için kıyametten önce Mesih olarak tekrar geleceğine inanmaktadırlar! Ne yazık ki bu yanlış! inançlarını bilgisizce ve bilinçsizce pekçok Müslüman da paylaşmakta­dır. Doğrusu, tevhid dini olan bir din ve onun yüce peygamberi ancak bu kadar muammalara dönüştürülür ve içinden çıkılmaz bir duruma soku­labilir! Onun için bu muammalar ve çarpıklıklar karşısında Hıristiyanlık’ dini bağlılarının genelllikle “imanın akıl işi değil, kalp işi olduğunu” söyle­melerine şaşmamak gerekir.

 

 

 

Mesihçilik Tezine / Hz. İsa’nın Sözde Dönüşüne Delil Gösterilen Ayetlerin Değerlendirilmesi

Aşağıdaki ayetlerde belirtilen olaylar, ikinci gelişi kabul edenler ve etmeyenler arasında spekülasyonlara sahne olmuş, ikinci gelişi kabul edenler tarafından İslam’ı anlama yöntemi altüst edilerek anlaşılmıştır. Söz konusu ayetler, Kur’an’ın bütünlüğü ve muhkem ayetleri çerçeve­sinde ele alınması ve ikinci gelişle ilgili bütün rivayetlerin bu çerçevede, anlaşılması gerekirken, bu rivayetler çerçevesinde yorumlanmış ve an| lamları onlara uydurulmuştur. Oysa bu tür ayetlerin, muhkem ayetlere bakılarak anlaşılması gerektiği tefsir usulünün temel kurallarındandır.

Hz. İsa’nın ikinci gelişini savunanların iddialarına delil gibi gösterdikleri ayetler şunlardır:

“Allah: Ey Isa! Ben seni vefat ettireceğim (innî müteveffîke), katıma yüksel­teceğim (ve râfiüke ileyye), inkar edenlerden seni arındıracağım, sana uyanları, kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde kılacağım. Sonra dönüşünüz banadır, demişti.” (3 Ali İmran/55)

“Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara benzetildi/benzer göste­rildi/onlara öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, hakkında tam bir kuşku içindedirler. Bu konuda bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hakimdir.” (4 Nisa/157-158)

“Kitap Ehli’nden, ölmeden önce, ona inanmayacak kimse yoktur ve kıyamet günü haklarında şahit olur.” (4 Nisa/159) “O, kıyamet için bir bilgidir, saatin geleceğinden şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru yoldur.” (43 Zuhruf/61)

Ne yazık ki İslam anlayış ve yaşayışımızın birçok alanında bu çarpık yöntem izlendiği için Kur’an yönlendirici ve yönetici/hidayet ve muheymin olacağı yerde, oluşturulmuş geleneksel kültüre uydu ve yönlendiri­len bir kitap olmuştur. Bunun sonucu olarak toplumun İslam anlayış ve yaşayışı Kur’an merkezli olmaktan çıkmış, geleneksel kültür ve İsrailiyat bilgilerinin yansımasına dönüşmüştür. ‘Hadislerin Kur’an’a arzedilmesi’ düşüncesinden ürken ve bunun hadisleri inkar etmek olacağını iddia eden kimi mukallit hadisçiler ve rivayet kutsayıcıları başta olmak üzere, bu çarpık anlayış sebebiyle kimi kesimlerin miras olarak gelen kültürü ve geleneği Kur’an üzerinde hakem yapmalarının Müslümanları bugün nereye getirdiğini çok iyi düşünüp görmeleri gerekir.

Kültürel arkaplandan bağımsız olarak söz konusu ayetler incelendi­ğinde ikinci kez gelişi savunanların iddia ettiği anlamlarda olmadığı ve iddialarına delil olamayacağı görülür. Şimdi israiliyat bilgi arka planından bağımsız olarak teker teker bu ayetlerin anlamına bakalım.

 

 

 

 

Allah’ın Onu Kurtarması, Öldürmesi ve Yükseltmesi

İsrailoğulları, işgalci Romalılarla işbirliği yaparak Hz. İsa’yı öldür­meye kalkışmışlardır. O sırada Yüce Allah, kendisine şöyle vahyetmiştir:

“Allah: Ey Isa! Ben seni vefat ettireceğim (innî müteveffîke), katıma yüksel­teceğim (ve râfiuke ileyye), inkar edenlerden seni arındıracağım, sana uyanları, kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde kılacağım, (ve câilu’l-lezîne’t-tebeûke fevka’l-lezîne kefaru), sonra dönüşünüz banadır, demişti.” (3 Ali İmran/55)

Burada ikinci gelişi savunanların iddialarına delil yaptıkları yerler, ayetlerdeki “innî müteveffike ve râfiuke ileyye” kelimeleri ile, “sana uyanları kıyamet gününe kadar inkar edenlerin üstünde kılacağım.” ifa­deleridir. Şimdi ayetlerdeki bu ifaderin anlamlarına bakalım.

 

 

 

 

“Teveffa” ve “Rafaa” Kelimeleri

Söz konusu ayette “teveffa” kelimesinin öldürmek, canı almak anla­mında olduğunu yine Hz. İsa’nın kıyamet günü Allah’a vereceği Cevabı belirten şu iki ayet açık ve kesin olarak ortaya koymaktadır:

“Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin dedin?” demişti de, “Haşa, hak olmayan söz söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benîım içimde olanı bilirsin; ben ise senin içinde olanı bilmem; şüphesiz görülmeyeni bi­len ancak sensin.” demişti, “Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar üzerinde gözetleyici idim, ama sen beni öldürünce/canımı alınca artık on­ları sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin.” (5 Maide/116-117)

Ayette geçen “teveffeytenî” kelimesinin ‘canı almak, öldürmek’ anla­mında olduğunu ve Kur’an’da hep bu anlamda kullanıldığını görmek için Bakara/234, 240, Ali İmran/193, Nisa/15, Mai3İ/İ17, Enam/60, 61, Araf/37, Enfal/50, Yusuf/101, 126, Muhammed/27, Nahl/28, 32, 70, Yu­nus/46, Rad/40, Hac/5, Mümin/67,77, Zümer/42, Secde/11 ayetlerine bak­mak yeterlidir.

Örneğin, “Kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler aldıkları zaman onlara: “Ne yaptınız bakalım?” deyince, “Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik.% diyecekler, melekler de: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz yal*\ cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönüUm cek yerdir!” (4 Nisa/97)

“Melekler kendilerine yazık etmiş kimselerin canlarını alırken: “Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk.diyerek teslim olurlar. Hayır; öyle değil; doğrusu Allam onların yaptıklarını bilmektedir.” (16 Nahl/28) Nitekim halk arasında “mü­teveffa” sözcüğü, ölen kişi için kullanılır. Onun için Kur’an’da “teveffa” kelimesinin canı almak, öldürmek anlamında kullanılmadığını söylemek doğru değildir.’4

[“el-Muhkem” ve “el-Mucmel” sözlüklerinin yanında Arap dilinde en güvenilir sözlüklerden sayılan “Mucemu Mekayisi’l-Luğa” kitabının yazarı Ibni Faris (öl. 395/1004) “teveffa” kelimesinin anlamını şöyle verir: “Teveffeytu’ş-şey’e ve istevfeytuhu, (iza ehezte’ş-şey’e kullehu hatta lem tetruk minhu şey’en=ondan hiçbir şey bırakmadan şeyin tamamını almak) (ve-fe-ye, maddesi)

Yine, Kur’an’dan anlamını kapalı gördüğü kelimeleri açıklayan “el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an” kitabının yazan Rağıb Isfahani “teveffa” kelimesi için şöyle der: “Teveffi kelimesi, ölüm ve uyku anlamında kullanılmıştır. Allah “ölüm anında kişilerin canını alır.” Ayetlerden çokça örnekler verir. el-Müfredat, 529, ve-fe-ye maddesi.]

 

Böylece kesin olarak anlaşılmaktadır ki Hz. İsa Ölmüştür. Zaten konu ile ilgili ayet ve “Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selam olsun.” (19 Meryem/33) ayeti bunu açıkça belirtmektedir. Yüce Allah bu ayette “İnni müteveffike ve rafiuke ileyye” buyuruyor. Bunun açık anlamı! şudur: “Öldürmeye kalkışanların elinden ben seni kurtaracağım, onlar seni öldüremeyecekler ve asamayacaklar, onlardan kurtulduktan sonra ecelin gelinceye kadar yaşayacaksın, ecelin gelince/ömrün son bulunca da ben senin canını alacağım ve ruhun katıma yükselecektir.”

Aynı şekilde, ayette Allah, “onlar öldürdükten sonra ben seni yük­selteceğim.” değil, “Ben seni öldüreceğim ve ben seni yükselteceğim.” diyor. Yani öldürmeyi onlar yaptılar, yükseltmeyi ise ben yapacağım, demiyor. Aksine, her iki işi de Allah kendisinin yapacağını söylüyor. Böylece Hz. İsa’yı düşmanları değil, eceli geldiğinde her insanın canım aldığı gibi Al­lah öldürmüş, yani ruhunu almış ve başka ruhlar gibi ruhu yükselmiştir.

Kur’an, İsa’nın üç önemli gününden söz eder. Bugünlerin arasında “göğe çıkış” ve “gökten iniş” günleri yoktur. Sadece doğduğum günde, öle­ceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun, dediğini belirtir. Diğer tüm insanlar gibi İsa’nın da doğum, ölüm ve diriliş günleri vardır. Nite­kim “Doğduğu günde, öleceği günde ve dirileceği günde ona selam olsun.” (19 Meryem/15) ayetinde belirtildiği gibi, bugünler Zekeriya için de böyle­dir. Onun için kitaplarda İsa için bu üç güne ek olarak bir de göğe çıkış ve gökten iniş günleri de eklenerek günlerinin beşe çıkarılması Kur’an’a aykırıdır.

Kişiler öldüğü zaman ruhları gidecekleri yere yükselir. Nereye yük­seldikleri açık olmamakla beraber Allah bunu, kendimize/katımıza, şek­linde belirtir. “…Güzel sözler ona yükselir, o sözleri de salih amel yükseltir…”(35 Fâtır/10) ayetinde belirtildiği gibi, güzel sözler de ona yükselir, ama bu yükselişin tam nereye ve nasıl olduğunu bilmiyoruz.

Ölen bütün insanlar için bu böyle olduğu gibi ömrünün sonunda Al­lah tarafından canı alman Hz. İsa için de böyledir. İsrailiyat bilgi arkaplanından bağımsız olarak ayete bakıldığı zaman bu açık ve net olarak anlaşılır.

Düşmanlarının elinden kurtarılan Hz. İsa’nın vücudunun dirildiğini ve bedeni ile diri olarak göğe yükseltildiğini iddia etmek, ayetin açık anlamına aykırı olur. Çünkü ayet “Ben seni öldüreceğim ve kendime yüksel­teceğim. ” diyerek önce öldürmenin, ardından diriltmenin onun da ardın­dan yükseltmenin yapıldığım değil, sadece öldürmenin ve yükseltmenin olacağını söyler. Dolayısıyla Hz. İsa’nın ölümden sonra diriltildiği ve vü­cudunun canlı olarak göğe yükseltildiği iddiası ayetin açık anlatımına aykırıdır.

[İnciller’e göre dirilip dünyaya gelmek halk arasında sanki olağan bir olay gibi anla­tılır. Mesela, İsa’nın peygamber olarak gönderilmesini anlamayan halk ve yöneticiler, olayı Yahya’nın tekrar dirilmesi olarak anlayıp anlatmışlardır. “Kral Herodes İsa’dan söz edildi­ğini işitti, çünkü onun adı artık her yerde yayılıyordu. “Vaftizci Yahya ölüler arasından dirildi; Bunun için onda mucize yaratan kuvvetler var” diyorlardı”. Başkaları ise: “O İlya’dır”; bazıları da, “Bu, eski peygamberler gibi bir peygamberdir” diyorlardı.” (Markos, 614-15, Luka, 9/7-9)

Yine şakirtlerden Petrus, Yakup ve” Yuhanna ile beraber yüksek bir dağa sözde gitmiş olan İsa yeni bir görünüme bürünüyor ve o arada Uya ile Musa Peygamber dirilip geliyorlar, İsa ile konuşuyorlar ve şakirtlere görünüyorlar. “İsa altı gün sonra Petrus, Yakup ve Yuhanna’yı yanına aldı ve onlan yalnız başlarına, yüksek bir dağa götürdü. Onların gözleri önünde yeni bir görünüme büründü. Giysileri pırıl pırıl oldu ve öyle göz kamaştırıcı bir beyazlık aldı ki, yeryüzünde hiçbir çamaşırcı bu beyazlığı veremezdi. Şakirtlere Uya ve Musa güründüler. İsa ile konuşuyorlardı. O zaman Petrus söze karışıp İsa’ya: “Rabbi, dedi, iyi ki bu­radayız! Üç çadır kuralım: Biri sana, biri Musa’ya, biri de İlya’ya.” Gerçekten ne söylediğini bilmiyordu, çünkü çok korkmuşlardı. Sonra bir bulut gelip onları örttü ve buluttan: “Sevgili oğlum budur! Onu dinleyin!” diye bir ses geldi. Birden çevrelerine baktıklarında, kendileriyle başbaşa İsa’dan başka kimseyi görmediler.” (Markos, 9/2-8, Matta, 17/1-8)]

 

Zaten öldükten sonra ruhunun değil, vücudunun canlı veya ölü olarak göğe yükseltildiğini belirten hiçbir delil yoktur.

Yüce Allah, “Herkes ölümü tadacaktır.” (Ali İmran/185, Enbiya/35, An-kebut/57, Rahman/26) ayetleriyle ve Hz. Peygamber’den önce hiç kimse­ye ölümsüzlük vermediği gibi onun da öleceğini belirttiği “Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki mi kalır?” (21 En­biya/34) ayetiyle bütün canlıların ölümlü olduğunu kesin olarak belirt­miştir.

Bu, Allah’ın bütün insanlar için geçerli olan yasasıdır. Kur’an’ı, Allah’ın bu ve diğer sosyal yasalarına göre anlamak, temel kuraldır. Çün­Allah’ın yasasında bir değişme ve bozulma bulamazsın.” (35 Fatır/43) aye­tinin belirttiği gibi, Allah’ın yasalarında değişme veya bozulma olmaz. Bu yasanın dışında kalarak öldükten sonra dünyâda kıyametten önce dirilecek ve kıyamete kadar yaşayacak birilerinin olduğunu belirten hiç bir bilgi de yoktur. Şu halde Hz. İsa’nın ölmediğini ve kıyametten Önce yeryüzüne ineceğini iddia etmek, bu ayete ve Kur’an’ın bütününe ters düşmekten başka bir şey değildir.

Diğer taraftan, ölmeden önce göğe çekilme inancının İslam öncesi heterodoks/muharref ve batıl birçok dinde bulunduğunu görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki gerek Hz. İsa için, gerekse başkaları için gerçekleşti­ği sanılan göğe yükselme/çekilme inancının temelinde bu muharref din ve inançlar yatmaktadır. Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak heterodoks/doğru-yanlış karışımı dinlerde göğe çekilme inananı şöyle anlatır:

“Daha ilk çağlardan beri dünyanın muhtelif yerlerinde ölüm deni­len olayın bir çeşit dünyadan yükseğe çıkma olarak kabul edildiğine dair inançlar görülmüştür. Mesela piramitlerdeki metinlerden öğrenildiğine göre eski Mısır dininde Firavunların ölüm esnasında göğe çıktıklarına inanılmaktadır. Bu çıkış bazan bir kuş, çekirge yahut uçan bir böcek şek­line girerek, bazan da doğrudan yükselmekle olmakta ve firavun Güneş Tanrısı Ra tarafından kabul edilmektedir. Musevilikte İlyas Peygamber’in, ateşten atların çektiği bir arabaya binip göğe yükselerek düşmanlarının saldırılarından ve ölümden kurtulduğuna inanılmaktadır. Hıristiyanlık’ta da Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra yeniden dirildiği ve göğe çekil­diği inancı herkesçe malumdur.

Gökteki bir hayatın varlığı ve buna uçularak ulaşılabileceği inancının Göktürkler’de de mevcut bulunduğu Orhun Kitabeleri’nden anlaşılıyor. “(Siz) gökte hayattaki gibi (olacaksınız.)” “Babam kağan öylece ili, töreyi kaza­nıp uçmuş.” ve “Amcam kağan uçup gitti.” gibi cümleler bunu ifade etmek­tedir.

Burada şunu unutmamak lazım geliyor: Bütün bu inanç örneklerinde herhangi bir insan değil, bir kral, bir peygamber, bir hükümdar ve bir velinin ölmeyip göğe yükselmesi bahis konusudur. Her insan için böyle bir sonuçtan söz edilmemektedir.

Aynı inancın Maniheizm’de de mevcut olduğu müşahede olun­maktadır. Şüphesiz bu Hıristiyanlığın bir etkisidir. Ancak bu inancın Maniheizm’de takdim ediliş tarzı dikkate değer: Bugün elde bulunan hemen hemen bütün Maniheist metinlerin ittifakla kaydettiklerine göre, Mani tevkif edilip hapse atılmış, orada öldürülmüş, ama derhal maddi cesedini atarak bir şimşek hızıyla göğe yükselip kaybolmuştur. Mani bu­radan yeryüzündeki taraftarlarına nezaret etmektedir. Hz. İsa’nın göğe çekilmesinde vuku bulduğu gibi, bunda da tabiat üstü olaylar meydana gelmiş, gök kararmış, yer sarsılmış ve korkunç bir ses duyulmuştur.

Bu bilgilerin ışığı altında Baba İlyas’ın menkıbesi tahlil edilecek olur­sa, görülür ki, hem Yahudi, hem Hıristiyan, hem Maniheist ve hatta İsla-mi unsurlar bir aradadır. Bunların hangisinin doğrudan, hangisinin vası­talı olduğunu tayin etmek zordur. Bir defa motifin esası olan “ölmeden göğe çekilme” inancının Kitab-ı Mukaddes’le alakası ortada görünüyor. Fakat göğe çıkma olayının Mani’de olduğu gibi zindanda cereyan etmesi de aynı kuvvetle Maniheizm’e dayandırılabilir. Bunlardan başka, Baba İlyas’ın yanındaki keşişi kendine benzeterek göğe çekilmesi ve yerine ke­şişin asılması, İslami telakkinin etkisidir. Bütün bunlara ek olarak Baba İlyas’ın beyaz bir at üstünde göğe çıkması ise, hem Yahudi geleneğinde İlyas Peygamber’in göğe çekilişini, hem de Şamanizm’deki Şaman’ın be­yaz at üstündü göğe çıkarak Gök Tanrı’nın huzuruna gidişini hatırlatı­yor.

Bütün bunlara rağmen, yukarıda sayılan çeşitli etkilerin payım unut­mamak kaydıyla biz bu konuda temel olarak, Maniheist bir yoruma tabi tutulmuş Kitab-ı Mukaddes etkisini düşünmenin daha doğru olacağı ka­naatindeyiz. Zira, daha önce de kendilerinden bahsolunan 8-9. yüzyıllar­da Maveraünnehir ve Horasan’da Ebu Müslim’in ölümünden sonra çı­kan isyanlarda kullanıldığı açıkça bilinen Zerdüşti ve Maniheist ideoloji, bu düşünceyi teyid eder mahiyettedir. Hatırlanacağı üzere, bu isyanlara katılan Türkler, Zerdüşti ve Maniheist çevrelerden gelmekte olup liderle­rinin ölmediğine, göğe çekildiklerine inanıyorlardı. Sindbad’m taraftar­larına göre Ebu Müslim ölmemiş, gökyüzüne gitmişti. Türk Ishak’m ta­raftarları da aynı şekilde düşünüyorlardı. Nihayet Mukanna’ın adamları kendisini ölmeyip göğe çekildiğini sanıyorlardı. Bu kadar geniş bir kitle­nin söz konusu inancı paylaşması Maniheist kültür ve inançların kuvvet derecesini gösterir.

İşte Baba İlyas, Mahmut Paşa ve Orman Baba menkıbelerini bu doğ­rultuda değerlendirmek gerekir. Bunların üçü de, İlyas ve İsa Peygam­berler, yahut Mani, Ebu Müslim ve Mukanna’ gibi faniler arasından göğe çekilmişler ve ebedi hayata kavuşmuşlardır. Günün birinde insanlığı kurtarmak için yeryüzüne ineceklerdir.” [Ahmet Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, 256-259 ve 221]

 

 

 

 

Hz. İsa’nın Takipçilerinin Üstünlüğü Nedir?

Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda bakıldığında “Sana uyanları, kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde kılacağım…” (3 Âli İmran/55) ifadesinin de anlam olarak son derece açık olduğu görülür. Yahudiler, Romalılar’la işbirliği yaparak Hz. İsa’yı öldürmek istemişler, ama Allah onu kurtarmış ve hem kendisini, hem kendisine uyanları kıyamet günü­ne kadar inanmayanların üstünde kılmıştır.

Şüphesiz ona uyanlara verilen bu üstünlük, inkar edenlerin üzerine maddi egemenlik tarzında bir üstünlük değil, iman ve izzet üstünlüğü­dür. Çünkü hayatında ona uyanların, düşmanın düşmana karşı maddi bir galibiyeti ve üstünlüğü tarzında, inkar edenler üzerinde maddi bir galibiyetleri söz konusu değildir. Zaten düşmanlarına karşı maddi bir üs­tünlük sağlamadan ömrünün sonunda kendisi vefat ettiği gibi, ona uyan­lar da ömürlerinin sonunda dünyadan göçmüşlerdir.

Bugün Hıristiyanların dünyada elde ettiği maddi üstünlüğe bakarak ona uyanların üstün olduğunu söylemek de doğru değildir. Çünkü bu­gün Hıristiyanların tevhidî anlamda Hz. İsa’ya uyduğunu ve kıyamet gü­nüne kadar bu üstünlüklerinin süreceğini söylemek mümkün olmadığı gibi, bunu, ikinci kez geleceğini ve kendisine uyanların böyle bir üstün­lük sağlayacağını savunanlar da kabul etmemektedir.

Bilindiği gibi dinin sekülerleştirilmesi ve Roma’ya boyun eğmesi karşılığında serbest dolaşım ve açık çağrı yapma konusunda Hz. İsa’ya uyanlar ile Roma İmparatorluğu arasında anlaşmaya varıncaya kadar Hıristiyanlar korkunç bir takibata uğramışlar, baskı ve saldırılardan ko­runmak için dağ başlarında ve tenha yerlerde manastırlar yaparak, yerin altında barınaklar açarak yaşamaya çalışmışlardır. Örneğin, Trabzon’daki Sürmela Manastırı, Mardin Bülbül Köyü’ndeki Habîs Manastın, İzmir’in Efes ve Selçuk’taki manastır ve yeraltı mağaraları, Ürgüp, Göreme ve Anadolu’nun batısından doğusuna kadar değişik yerlerindeki yeraltı sığmakları ve manastırlar, baskı ve zulümden kurtulmak için dağ başla­rında ve yer altında yapılanlardan örneklerdir. Nitekim Kur’an’da Burûc Suresinde anlatılan hendeklerde müminleri cezalandırma/Uhdud olayının, Hz. İsa’ya uyanlara Yahudilerin verdikleri ceza olduğu anlatılır.

[“Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inan­mış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın!” (85 Buruc/4-7)

Bu durumu M. İzzet Derveze şöyle özetler: “Başka bir rivayete göre Yahudilik dinine giren Himyer Kralı Zü Nuvas, Necran Hıristiyanlanndan dinlerini terkedip Yahudi olma­larını istemiş, bu insanlar kralın isteğini reddetmiş, sonra hendek kazılmış, içerisinde ateş yakılmış, Hıristiyanlıkta kalmak için ısrar eden ve sayıları bir rivayete göre 12. 000, bir baş­ka rivayete göre ikibine ulaşan kişi ateşe atılmıştır.

Bu olay, Hıristiyan Habeşliler’in (öfkelenip) Yemen’i işgal etmelerine ve oradaki Zü Nu­vas rejiminin ve Yahudiliğin ortadan kaldırılmasına neden olmuştur. Zü Nuvas ve bazı Ye­menlilerin Yahudi olmaları, Hıristiyanlara baskı ve işkence etmeleri bu rivayetin doğrulu­ğunu kabul etmeye yönelten sabit tarihi olaylardır. Bunu Fil Suresi tefsirinde belirtmiştik.” et-Tefsiru’l-Hadis, 1/275.]

 

Kendisine uyanlara verilen bu üstünlük, kalkışılan öldürme ve asma girişiminden kurtularak ömrünün sonuna kadar yaşarken, kendisine uyanlara verilen iman ve izzet üstünlüğüdür. Çünkü azınlık da olsa, ona uyanlar, Allah katında inkar edenlerden üstündür. Bu, “İzzet Allah’ın, Peygamberi’nin ve inananlarındır, ama ikiyüzlüler bu gerçeği bilmezler.” (63 Münafikun/8) ayetinin anlattığı bir üstünlüktür.

Onun için bu üstünlüğü, kıyametten önce iddia edilen ikinci gelişten sonra verilecek üstünlük ve galibiyetle açıklamak doğru değildir. Çün­“kıyamete kadar” ifadesi, “ikinci gelişinden itibaren kıyamete kadar” kaydı ile sınırlandırılmadıkça, Yüce Allah’ın Hz. İsa’ya bu şekilde hitap ettiği andan başlayıp kıyamete kadar sürmesini belirtmesi mümkün değildir. Çünkü kendisine uyanların böyle bir tarihten başlayıp şu anda ve kıya­mete kadar sürecek maddi bir üstünlüğünün olmadığını herkes görmek­te ve bilmektedir.

Kur’an’ın, tevhid inancından saptıklarını belirttiği geçmişteki ve gü­nümüzdeki sözde tabilerinin üstünlüğü de olamaz. Çünkü bunlar İsa’ya değil, Roma ile yapılan uzlaşma sonucunda sekülerleştirilmiş, teslis inancıyla bulandırılmış, öğretileri sulandırılmış ve tahrif edilmiş bir Hıristiyanlığa inanmaktadırlar. Dolayısıyla bunların Hz. İsa’ya vahyin istediği şekilde uymuş olmaları söz konusu olmadığı gibi, inanmayanlara karşı Allah’ın belirttiği üstünlükleri de söz konusu değildir.

Onun için kendisine uyanlara sağlanan bu üstünlük, düşmanın düşmana maddi üstünlüğü gibi değil, makam ve mevki, şan ve şeref, iman ve izzet üstünlüğü anlamında kıyamete kadar sürecek olan manevi bir üstünlüktür. Kıyametten sonra da ona uyanların inkar edenlerden üstün olacağı şüphesizdir.

 

 

 

Kitap Ehli’nden Herkesin Ölmeden Önce Ona İnanması

Kur’an, “Kitap Ehli’nden, ölmeden önce, ona inanmayacak yoktur ve kıyamet günü onlar hakkında şahit olur.” (4 Nisa/159) der. Geleneksel anlayışa göre “bihi” kelimesindeki “o” zamirinden maksat, Hz. İsa’dır ve “mevtihi” kelimesindeki “o” zamirinden maksat da, Kitap Ehli’nden herkestir. Buna göre Kitap Ehli’nden herkes can verirken ölmeden önce gözündakl perde kalkacağından (neden ve nasıl kalkacaksa?) gerçeği görüp anla­yacak (o ana kadar bilmediği ve kabul etmediği gerçeği nasıl bilecek ve kabul edecekse!) ve Hz. İsa’nın Allah’ın kulu ve Resulü bir peygambar olduğunu, oğlu veya ortağı olmadığını anlayıp kendisine doğru olarak iman edecektir. Ancak ölüm anında yapılan iman Allah tarafından geçer­li sayılmadığından ve sahibine yarar sağlamadığından (bkz. Enam/158; Mümin/84-85) bu iman onlara yarar sağlamayacaktır. Hz. İsa da kıyamet günü Kitap Ehli’nin gerçekleri gözardı ettiğini, tebliğ ettiği vahyi değişti­rip saptırdıklarını, kendisini ve annesini tanrılaştırdıklarmı söyleyecektir. Kısaca, “Allah, Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı olarak edinin, dedin? “Haşa, doğru olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bilirsin; ama ben senin içinde olanı bilmem; şüphesiz görülmeyeni bilen ancak sensin.” demişti, “Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahittim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin.” (5 Maide/116-117) ayetlerinde konuştuğu gibi aleyhlerindi tanıklık yapacaktır, denilir. [Bu görüşü seslendiren alimler için bakınız. Sami Baybal, Age. 98, Dipnot 26]

Oysa “Ölmeden önce Kitap Ehli’nden ona inanmayacak kimse yoktur ve kı­yamet günü onlar hakkında şahit olur.” (4 Nisa/159′) ayetinde her iki kelime­deki zamirden maksat, Hz. Muhammed olup söz konusu olan kişi de Hz. İsa değil, Hz. Muhammed’in kendisidir. Ayet, son peygamber olarak Kitap Ehlinden herkesin ölüm gelmeden önce Hz. Muhammed’e inanması gerektiğini haber kipiyle belirtir. Buna göre ayet, “Kitap Ehli’nden herkes ölmeden önce ona (Muhammed’e) mutlaka inanmalıdır.” anlamında olmaktadır. Haber kipinde olan ayetin istek kipinde emir anlamında olduğunun karinesi/delili de, Hz. Muhammed’e diğer insanlar inanmakla yükümlü olduğu gibi, Kitap Ehli’nin de ona inanmakla yükümlü olduğunu belir­ten ayetlerdir. Yani Kitap Ehli’nin Hz. Muhammed’e inanması gerektiğini söyleyen diğer ayetler, bu ayetin de aynı anlamı içerdiğini ve haber kipi olmakla beraber istek/emir kipi anlamında olduğunu belirtir.

Buna göre Kitap Ehli’nden herkes, ölmeden önce, Muhammed’e inan­malıdır ve kıyamet günü kendisi onların hakkında şahitlik yapacaktır.

Ayetin bağlamı, “Allah’ı ve peygamberlerini inkar eden, Allah’la peygam­berlerinin arasını ayırarak ‘Bir kısmına inanır bir kısmını inkar ederiz?’ deyip ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kafir olanlardır. Ka­firlere ağır bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine inanıp, onlar­dan hiçbirini ayırmayanlara, işte onlara Allah ecirlerini verecektir. O, bağışlar ve merhamet eder. Kitap Ehli, senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni is­terler. Musa’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve “Bize Allah’ı apaçık göster” demişlerdi. Zulümlerinden ötürü onları yıldırım çarpmıştı. Belgeler kendilerine geldikten sonra da, buzağıyı tanrı edindiler, fakat bunları affettik ve Musa’ya apaçık bir hüccet verdik, söz verip tutmamalarına karşılık Tur dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara: “Kapıdan secde ederek girin.” dedik, “Cumarte­si aşırı gitmeyin” dedik, onlardan sağlam bir söz aldık. Sözleşmelerini bozma­ları, Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri, “Kalplerimiz perdelidir.” demelerinden ötürü Allah, evet, inkarlarına karşılık onların kalplerini mühürledi, onun için bunların ancak pek azı inanır. Bu, bir de inkarlarından Meryem’e büyük bir iftirada bulunmalarından ve: “Meryem oğlu Isa Mesih’i, Allah’ın elçisini öldürdük.” demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde kesinlikle şüphededirler, bu konudaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibarettir, kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlü’dür, hakim’dir. Ölmeden önce Kitap Ehli’nden ona inanmayacak yoktur ve kıyamet günü onlar hakkında şahit olur. Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan alıkoymalarından, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine helal kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azap hazırladık. Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, namaz kılanlara, zekat verenlere, Allah’a ve ahiret günü­ne inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz.” (4 Nisa/150-162) ayetler grubu olup peygamberler arasında ayırım yapmadan Muhammed’e inanan Kitap Ehli’nden ilimde derinleşmiş olanlar dışında, Kitap Ehli’nin pey­gamberler arasında ayırım yaparak Muhammed’e inanmadıklarını, zaten geçmişte sicillerinin çok kötü olduğunu ve bundan dolayı Allah tarafın­dan çok kez cezalandırıldıkları gibi Muhammed’e inanmadıklarından dolayı da cezalandırılacaklarını anlatan bağlamdır.

Ayetlerin bağlamına bakılırsa, “Ölmeden önce Kitap Ehli’nden ona inanmayacak yoktur ve kıyamet günü onların hakkında şahit olur.” ayetinin konusu, Hz. İsa ve Kitap Ehli’nin ölmeden önce İsa’ya inanması değil, Hz. Muhammed olup Kitap Ehli’nin ölüm gelmeden önce ona da inanması gerektiği konusu olduğu görülür.

Önce, Kitap Ehli’nin inanmak için Muhammed’den kendilerine gök­ten bir kitap indirmesini istedikleri, böylece işi yokuşa sürdükleri belirtilir. Burada bir parantez açılarak olumsuz tavırları ve bundan dolayı gör­dükleri cezalar anlatılır. Bunlar daha önce Allah’a inanmalarını isteyen Musa’dan daha büyük bir istek olarak Allah’ı kendilerine göstermesini is­tedikleri gibi Kur’an’a inanmalarını isteyen Muhammed’den de Kur’an’ın gökten indiğini kendilerine göstermesini istemektedirler.

Ardından ikinci bir parantez açılarak onların Meryem ve İsa konusunda ne kadar yanlış inandıkları ve kötü davrandıkları belirtilir. Sonra her iki parantez kapatılarak işi yokuşa sürmek için gökten kendilerine bir kitap indirmesini istedikleri Muhammed’e ölmeden önce mutlaka inanmaları gerektiği, nitekim onlardan bilgi sahibi olup gerçeği kavra­yanların diğer müminlerle beraber Kur’an’a ve ondan önce indirilenlere inandıkları belirtilir.

Özetlersek, ayetler grubunun ana konusu, Musa veya İsa olayı değil, Kitap Ehli’nin Muhammed’e mutlaka inanmaları gerektiği konusudur.

Bu bağlam içinde Musa ve İsa ile ilgili olayların anlatılması, inanmama konusunda Kitap Ehli’nin olumsuz tavırlarını göstermek içindir.

Kitap Ehli’nin bugün yüzde doksan dokuzunu oluşturan Hıristiyan­ların yanlış da olsa, ölmeden önce zaten Hz. İsa’ya inandığı gözönünde bulundurulursa, ayetin ona tekrar inanacaklarını söylemesinin ve kıya­met günü aleyhlerine şahit olacağını belirtmesinin tutarsızlığı karşısın­da, söz konusu ayette kastedilen kişinin Hz. İsa değil, Hz. Muhammed olduğu anlaşılır.

Kaldı ki geleneksel anlayışı savunanların söylediği şekilde ayete bir, anlam verilecekse, içindeki zamirlerin Hz. İsa yerine, Hz. Muhammed’e gitmemesi ve ölmeden Önce ona inanmaları gerektiği halde inanmadık­larından Hz. Muhammed’in onların aleyhine şahitlik yapması, şeklinde anlaşılmaması için hiçbir sebep yoktur. Ancak bağlamından anlaşıldığı gibi, ayetin, Kitap Ehli’nin Hz. Muhammed’e inanması gerektiğini belirt­tiği anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan, Kitap Ehli nden herkesin Ölmeden önce İsa’ya mutla­ka inanacağı söyleniyor. Oysa ayette söz konusu edilenler, Hıristiyanlar değil, hem Musa’ya hem Meryem’e hem İsa’ya karşı olumsuz tavır sergi­leyen Yahudilerdir. Onun için ayeti, Hıristiyanlardan herkesin ölmeden önce ona inanacağı, şeklinde anlamak doğru değildir.

Ayrıca, ayetteki “yekûnu aleyhim şehîden” ifadesi, Arap dilinde lehine veya aleyhine tanıklık anlamında kullanılabilir.“Boylece insanlar hakkında şahit olmanız ve Resul de hakkınızda şahit olması için sizi orta bir ümmet yap­tık. ” (2 Bakara/143) “…Daha önce ve Kur’an’da, Peygamberin hakkınızda şahit filması, sizin de insanlar hakkında şahit olmanız için size Müslüman adını veren O’dur…” (22 Hac/78) ayetlerindeki gibi olumlu veya nötr olarak kullanıl­dığı gibi, “…Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahitlik ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır.” (24 Nur/24) ve “Sonunda oraya va­rınca, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhinde şahit­lik ederler. Derilerine: “Aleyhimize niçin şahitlik ettiniz?” derler.”Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi önce yaratan O’dur ve O’na döndürülüyor­sunuz. ” cevabını verirler. Siz, gözleriniz, kulaklarınız ve derilerinizin aleyhi­nize şahitlik edeceğinden korkarak kötü iş işlemekten çekinmiyordunuz. Hayır; Allah’ın, yaptıklarınızın çoğunu bilmediğini sanıyordunuz.” (41 Fussilet/20-22) ayetlerinde olduğu gibi olumsuz anlamda da kullanılmış olabilir.

Konumuz olan “Kitap Ehli’nden, ölmeden önce, ona inanmayacak yok­tur ve kıyamet günü onlar hakkında şahit olur.” (4 Nisa/159) ayetinde de Peygamber’in mutlaka Kitap Ehli’nin aleyhine tanıklık yapacağı anla­mında değil, kendisine inananların lehine, inanmayanların aleyhine ta­nıklık yapacağı anlamındadır. Onun için geleneksel anlayış doğrultusun­da anlayarak mutlaka aleyhlerine tanıklık yapacağını söylemek doğru değildir.

Ayet, ister, ölmeden önce Kitap Ehli’nden herkesin Hz. İsa’ya ina­nacağı şeklinde -yanlış olmakla beraber- geleneksel anlayışla anlaşılmış olsun, ister Hz. Muhammed’e veya Kur’an’a mutlaka inanmaları gerekir, şeklinde anlaşılmış olsun, her iki durumda da Hz. İsa’nın halen hayat­ta olup gökte yaşadığı, kıyametten önce tekrar geleceği ve sözü edilen işleri yapacağı inancıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onun için Hz. İsa ile ilgili Hıristiyanlık kültürünün bir yansıması olduğu anlaşılan söz konusu riva­yetlerde anlatıldığı şekilde Hz. İsa’nın kıyametten önce tekrar geleceğine ilişkin gösterilen deliller arasmda bu ayetin gösterilmesinin doğrulukla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.

Şüphesiz Hz. İsa, Allah tarafından kurtarıldıktan sonra eceli gelince^ ye kadar yaşamış, yaşadığı süre içinde peygamberlik görevini yerine ge­tirmiştir. Onun için geleceğini söyleyen rivayetlerdeki Hz. İsa’nın işlevini tamamlamadan dünyadan göçtüğü ve bu kaybının telafisi için Allah’ın onu ikinci kez dünyaya getireceği söylemi mitolojik bir varsayımdan öte­ye geçmez. Çünkü Hz. İsa ölünceye kadar sağlığında İncil’in vahyinin tamamlanıp onu insanlara tebliğ etmiş olması gerekir. Zira İncil’in vahyi ve tebliği tamamlanmadan, yani risalet insanlara ulaştırılmadan öldürül­mekten kurtarıldıktan hemen sonra İsa’nın ölmüş/kaybolmuş olması ve peygamberlik görevinin yarıda kalması düşünülemez. Zira vahiy ve pey­gamber göndermekten amaç olan “insanların Allah’a karşı bir hüccetlerinin olmaması” (4 Nisa/165) hedefi gerçekleşmemiş olur.

Nitekim “Yuhanna İncili ile öteki üç İncil arasındaki önemli bir ayrı­lık da, İsa’nın peygamberlik süresinin ne kadar olduğu meselesidir. Markos, Matta ve Luka bu süreyi bir yıl olarak kabul etmektedir. Yuhanna’ya göre ise iki yıldan fazla tutar.'[Maurice Bucaille, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İndiler ve Kur’an, 124] tespiti de Hz. İsa’nm söz konusu olaylar­dan sonra da eceli gelinceye kadar yaşadığını ve görevini tamamladığını gösterir. Çünkü bir veya iki yıl içinde Hz. İsa’nın tüm İncil’i aldığı ve in­sanlara tebliğ ettiği belirtilmemiştir.

Şüphesiz Allah indireceği vahyin tümünü indirerek nurunu tamam­lamaya, vahyi tebliğ etme görevini yerine getirmek üzere peygamberle­rini korumaya da kadirdir.” Allah ‘in nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler, Kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlar.” (9 Tevbe/32, 61 Saf/8) ayetinin dediği gibi, Allah indireceği vahyin tamamını indirir ve elçile­ri de onu insanlara teliğ ederler. Çünkü risalet getiren peygamberlerin risaletin tamamım insanlara tebliğ etmeleri gerekir ki Allah’ın insanlar üzerindeki hücceti gerçekleşmiş ve nuru, yani vahyi/dini tamamlanmış olsun.

İsrailoğulları tarihinde Zekeriyya ve Yahya gibi peygamberlerin öl­dürüldüğü bilinmektedir. Ancak öldürülen bu peygamberler risalet/ayrı birer kitap getiren peygamberler değil, önceki/mevcut risaleti sürdüren ve aynı zamanda İsrailoğulları’nın kralı/yöneticisi olan peygamberlerdir. Onların öldürülmesiyle risalette bir kesilme yahut eksilme söz konusu değildir. Ama Hz. İsa yeni bir risalet/İncil getirdiğinden, risaletin/vahyin tümü indirilmeden ve tümünü insanlara tebliğ etmeden göçüp gitmesi vahiy ve peygamber göndermenin mantığı ve amacıyla bağdaşmaz.

“Böylece sizi insanlar hakkında şahit olmanız için vasat/tam ortada bulu­nan bir ümmet kıldık. Peygamber de sizin hakkınızda şahittir.” (2 Bakara/143) ayetinde Hz. Muhammed’in ve ona inanan insanların ancak muhatap oldukları kişiler hakkında şahitlik yapacağı gibi, Hz. İsa’nın da kıyamet günü Kitap Ehli’nden ancak çağdaşı olup kendisine inanan kişiler hak­kında şahitlik yapacağı tezi yanında, gerek Hz. Muhammed’in ve Hz. İsa’nın, gerekse müminlerin insanlar hakkındaki şahitliğinin “insanların peygamberlere inanmadığını söylemek ve onlardan sonra dini bozdukla­rına tanıklık yapmak” şeklinde olacağı da kabul edilmektedir.

 

 

 

Kıyamet İçin Bilgi Olması

Kur’an, “O, kıyamet için bir bilgidir, o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, Bana uyun, bu doğru yoldur.” (43 Zuhruf/61) der.

Ayetin “O, kıyamet için bir bilgidir.” kısmındaki “o” zamirinin gele­neksel anlayışta iddia edildiği gibi Hz. İsa yerine, Kur’an-ı Kerim’e gön­derilmesi gerekir. Çünkü ayetin Hz. İsa’dan söz eden ayetler arasında yer alması dışında, ondan söz ettiğini ve içerdiği “o” zamirinin Hz. İsa’yı gösterdiğini belirten hiçbir karine/delil yoktur. Aksine, ayetteki zamir Kur’an’ı Kerim’i göstermektedir. Çünkü “O, kıyamet için bir bilgidir, o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, hana uyun, bu doğru yoldur.” sözlerini
söyleyen kişi, Hz. Muhammed’dir ve kendisine uyulmasını istemekte, Kur’an’ın gösterdiği yolun doğru yol olduğunu söylemektedir.

Onun için ayette Hz. İsa’nın-kıyametten önce iddia edilen ikinci gelişiyle ilgili birr bilginin bulunması bir yanar Hz. İsa’dan söz ettiğini bile gösteren en ufak bir belirti bulunmamaktadır. Bununla beraber onun mucizevi bir şekilde babasız yaratılışı, bebek yaşta konuşup tevhidi vur­gulaması, annesini tezkiye etmesi ve peygamber olacağını belirtmesi, hastaları iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi, kuş maketleri yaparak onlara can vermesi, Yüce Allah’ın onu düşmanın elinden kurtarması gibi mu­cizelerine bakarak kıyametin kopmasının veya ölümden sonra dirilişin bir delili olduğu yorumları yapılır. [Mehmet Ünal, Tefsir Kaynaklarına Göre Hz. İsa’nın Ölümü, Ref’i ve Nüzulü M«-.«-leşi, İslamiyat, III, 143, sayı 4,2000]

 

Oysa bütün peygamberler kıyametin kopacağını söylemek, ahireti bildirmek ve insanları uyarmak açısından hepsi aynı şekilde ahiret hakkında bilgi verdiklerinden, Hz. İsa için söy­lenen “bilgi olma” Özelliği, onunla sınırlı olmayıp bütün peygamberlerin de özelliğidir.

Diğer yandan, ayette kıyamet için bilgi olduğu söylenen şey, somut bir varlık/kişi değil, soyut olan bilgi olması gerekir. Çünkü dil bakımın­dan “kişi bilgidir”, “adam akıldır”, “ağaç ruhtur” gibi maddi şeyin soyut şey olduğunu söylemek dilin fesahati açısından doğru değildir. Onun için bu niteleme ancak Kur’an gibi kendisi bilgi olan bir şey için yapılabilir. Bu sebepten ayetteki zamirin ancak Kur’an’a gitmesi durumunda anlatım doğru olabilir.

Sonuç olarak, ayetteki zamir, Hz. İsa’yı değil, Kur’an’ı gösterdiğin­den, ayetin Hz. İsa ile ve kıyametten önce ikinci kez gelmesi iddiasıyla hiçbir ilgisi yoktur. [Kur’an Mesajı, 1006, Çev: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İstanbul, 1997]

 

Konu ile ilgili diğer ayetler gibi bu ayetin de söz konusu iddia doğ­rultusunda anlaşılması için ne yazık ki İsrailiyat bilgileri, rivayetler/ha­disler formuna sokularak arkaplan hazırlanmış ve zihinler o doğrultu­da yönlendirilmiştir. Hz. Muhammed’in son peygamber, risaletinin ve ümmetinin de kıyamete kadar kalıcı olduğu gerçeği gözardı edilerek Mehdi-Deccal-Mesih üçlüsünün cenk edeceği bir arena hazırlanmış ve kahramanları oluşturulmuştur. Haça germe, diriliş, göğe yükselme ve yeryüzüne geri gelme olaylarında olduğu gibi, bu arkaplanda da daha önceki bozulmuş dinlerin ve inançların, toplumların yaşadığı travmatik olayların rol oynadığında şüphe yoktur.

[Bu inançlara arkaplan oluşturacak inanç ve kültürlerin örneğin Budizm, Hindu­izm, Şamanizm, Maniheizm, Masdekizm, Eski Mısır ve Ön Asya dinlerinde bulunduğunu görmek için Ahmet Yaşar Ocak’ın Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri kita­bına, özellikle hastaları iyileştirmek, gaybten ve gelecekten haber vermek, Tanrt’nın insan şeklinde görünmesi, tabiat kuvvetlerine hakim olmak, ateşe hükmetmek, kemiklerden diriltmek, tenasüh/reenkarnasyon, hulul/enkarnasyon, havada uçmak, Ölmeden önce göğe çekilmek, suyu kana çevirmek, halka felaket musallat etmek, az yiyecekle çok kişiyi doyurmak, körleri görür yapmak, ölü insan veya hayvanı diriltmek, yerden veya taştan su fışkırtmak, ırmak veya deniz üstünde yürümek konularına bakınız.]

 

Bu sahnenin oluşturulmasında gerek Kitap Ehli’nin yaşadıkları acı olaylar ve hezimetler, gerekse, müslümanlarm daha hicri birinci asırda içine düştükleri fitneler, savaşlar ve kaoslar başrolü oynamış ve üç din mensuplarının ortak kurtarıcı imajı ve kültürü bu üçlüde sembolleştirilerek seslendirilmiştir. Bunun için Kitap Ehli’nin dinsel kültürü kullanıldığı gibi Müslümanların hadis literatürü de kullanılmış ve motifler tamamlanmıştır. Benzer sosyal şartları yaşayan Hıristiyanlardan Mesih figürü Arap diline ve İslam kültürüne transfer edilerek Mehdi’ye dönüştürülmüş ve İslami bir kimlik giydirilmiştir. [Mehmed Ali Durmuş, Haberlerin Ağında Mehdi, 85, Anlam Yayınları, Ankara 2003]

 

Her şeyden Önce İsa, Allah’ın nebisi, yani kitap getiren elçisidir ve doğar doğmaz nebiliği ilan edilmiştir. Son nebi olan Hz. Muhammed’den sonra İsa’nın peygamber olarak değil, vatandaş olarak geleceğini söyle­mek, nebilik unvanını geri almak ve nebi olduğunu belirten ayetleri inkar etmek olur. Böyle bir itirazın önüne geçmek için İsa’nın nebi olarak değil, Hz. Muhammed’in şeriatı ile hükmeden adil bir kişi olarak geleceğini söylemek ise, dayanaktan yoksundur. Çünkü böyle bir bilgi ancak vahyin bildirmesiyle bilinebilir. Vahiy ise bu konuda bir şey söylemiş değildir.

İddia edildiği gibi tekrar gelecek olan İsa, Kur’an’ı tasdik edecekse, kendisinin peygamber olduğunu bildiren ayetleri de tasdik edecek de­mektir. O zaman da Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu belir­ten (33 Ahzab/40) ayetiyle çelişecektir. Çünkü hem kendisinin hem Hz. Muhammed’in aynı anda peygamber olduğunu görecektir.

 

 

 

 

RİVAYETLERDE/HADİSLERDE Hz. İSA

Dönüşü Anlatan Rivayetlerde/Hadislerde Hz. İsa

Kur’an’da Hz. İsa’nın öldükten sonra tekrar dünyaya geleceğine iliş­kin hiçbir bilgi ve delil yoktur. Bu inanç yahut anlayış, hadis olarak kitap­lara geçen ve tamamen öncesi din ve kültürlerin yansıması yahut uzantısı olan rivayetlere dayandırılmaca, Kur’an’dan bazı ayetler de o doğrultuda yorumlanarak rivayetlerdeki anlatıma payanda yapılmaktadır. Mesih’in dönüşünü anlatan rivayetler aynı zamanda Deccal figürü ile içiçe anlatılmaktadır. Hz. İsa’nın kıyametten önce dönüşünü ve yapa­cağı işleri anlatan rivayetlerden bazıları şöyledir:

“Nefsim elinde olana yemin ederim ki, sizin aranıza Meryem oğlunun hakem olarak inmesi yaklaşmıştır. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, savaşı da kal­dıracaktır. Mal çoğalacak, hatta öyle bollaşacaktır ki hiçbir kimse malı kabul et­meyecek, neticede bir tek secde dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır. [Buhari, Ehadisu’l-enbiya 49; Müslim, İman, 242; Tirmizi, Fiten, 54; İbni Hanbel, 2/240.]

“Meryem oğlu İsa, Revha’ya hac ve umre için gidecektir. [Müslim, hac, 216; İbni Hanbel, 2/240.]

“Meryem oğlu İsa, âdil imam ve hakem olarak yeryüzüne inecektir. Büyük topluluklar halinde hac veya umre yaparak yola düşecek, benim kabrime gelecek, bana selam verecek, ben de selamına karşılık vereceğim.” [Buhari, ehadisu’l-enbiya, 49; Müslim, iman, 244.]

“Meryem oğlu size imam olarak indiğinde haliniz nice olacaktır!” [Buhari, ehadisu’l-enbiya, 49; Müslim, 244.]

“Deccal bunları yaparken Allah, Meryem oğlu İsa’yı gönderecektir. İsa, boyalı iki elbise içerisinde ellerini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olaram Şam’ın doğusunda, Beyaz Minare denilen yere inecek, başını eğdiği vakit su damlayacak, kaldırdığında gümüşten inci taneleri gibi su damlaları dökülecektim Nefesinin kokusunu duyan her kafir derhal ölecektir. Nefesi gözünün gördüğü yere kadar yayılır. Isa, derhal Deccal’ı arayacak ve onu “Lüd Kapısı’nda yakalayıp öldürecektir. ” [Müslim, fi ten, 110; İbni Hanbel ve diğer sünen sahipleri de rivayet etmiştir.]

“Meryem oğlu İsa sabah namazı esnasında inecektir. Müminlerin emiri, İsa’ya ‘Öne geç, namazı kıldır’ diyecek, o da ‘Bu ümmet birbirine emir olur’ diyecektir. Bunun üzerine emir de öne geçip namazı kıldıracaktır.” [İbni Hanbel, 4/217.]

“Müslümanların çoğu Beyti Makdis’te olup imamları da salih bir zat ola­caktır. İmamları sabah namazını kıldırmak için Öne geçtiği sırada Meryem oğlu İsa inecek, imam, İsa’nın halka namaz kıldırması için geriye çekilecek, İsa da elini onun sırtına koyarak “Sen geç, namazı kıldır, namazın kaameti senin için yapıl­mıştır.” diyecek, bunun üzerine imam onlara namaz kıldıracaktır.”[İbni Mace, fiten, 33.]

“Peygamberler birbirlerinin babaları bir, anneleri farklı kardeşlerdir. Ben, İsa b. Meryem’e insanların en yakınıyım. Benimle İsa arasında bir peygamber yoktur. O gerçekten inecektir. Onu gördüğünüz zaman tanıyın. O orta boylu, beyaza çalar kırmızı renktedir. Sarıya boyalı iki elbise içindedir. Yağmur yağma­
sa da saçından su damlayacaktır. insanlarla İslam için savaşacaktır. Haçı kırar,
domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır. Onun zamanında Allah milletlerin hepsini he­lak eder, sadece İslam kalır. Mesih, Deccal’ı yok eder, o da yeryüzünde kırk sene kalır, sonra ölür, Müslümanlar namazını kılarlar. “ı
[Buhari, enbiya, 48; fedail, 143,144,145; Ebu Davud, melahim, 14; İbni Hanbel, 2/406]

“Şayet ömrüm uzun olursa, İsa b. Meryem’e yetişeceğimi ümit ederim. Eğer erken ölür de ona yetişemezsem, sizden ona yetişeniniz olursa, benden ona selam söylesin.” [İbni Hanbel, 2/298-299; Hakim, Müstedrek, 4/545]

“Ümmetimin arasında Deccal çıkacak ve kırk kalacaktır, (kırk gün mü, dedi, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı bilemiyorum.) Derken Allah, Meryem oğlu İsa’yı gönderecektir. O, Urve b. Mesud gibidir. Deccal’ı arayıp yok edecektir. Sonra insanlar arasında yedi sene duracak, iki kişi arasında düşmanlık olmayacaktır. Sonra Allah, Şam tarafından soğuk bir rüzgar gönderecek ve yeryüzünde kal­binde zerre kadar hayır yahut iman bulunan hiçbir kimse kalmayacak, hepsinin ruhunu kabzedecektir. “[Müslim, fiten ve eşratu’s-saati, 116. Bunlar ve başka rivayetler, bta rivayetlerin bulun­duğu kaynaklar ve bazı değerlendirmeler için bakınız: Sami Baybal, Age. 208-221.]

 

Bunlar ve benzerleri rivayetler, ileride göreceğimiz gibi, analiz edil­diğinde tamamen başka din ve kültürlerin, o günkü sosyal yapının yan­sıması ve uzantısı olduğu görülür. “Haberlerin Ağında Mehdi” kitabının yazarı bununla ilgili olarak şöyle der:

“Görüldüğü gibi İsa’nın öldükten sonra dirilip göğe çıktığı, tamamen Hıristiyanlığa ait bir inanış olduğu gibi, Mesih olarak bir gün yeniden yeryüzüne döneceği beklentisi de tamamen bir Hıristiyan akidesidir. İl­ginç veya tuhaf olan, böyle bir inanışın İslam kültürüne de girmiş olma­sıdır. Buna dayanarak hadis kitaplarında İsa’nın nüzulü, kıyamet alamet­lerinden biri sayılmıştır.

İsa, kuşkusuz en doğru biçimde Kur’an’da anlatılmaktadır. Kur’an’da İsa iki yerde sadece ‘Mesih’, beş yerde ‘Meryem oğlu Mesih’ ve üç yerde de ‘Meryem oğlu İsa Mesih’ olmak üzere toplam on yerde ‘Mesih’ olarak anılmaktadır. Batılı bir bilim adamı bu ayetlerdeki ‘Mesih’ sözcüğünün ne anlama geldiğinin müphem olduğunu ileri sürmektedir. Oysa, müp­hem olmayan, açık ve kesin olan bir şey var, o da şudur: Kur’an’daki kul­lanımlarından hiçbirinde ‘Mesih’ kelimesi, Yahudilerin bekledikleri ‘Me­sih’ ya da, Hıristiyanların dönüp geleceğine/ric’at edeceğine inandıkları bir ‘Mesih’ anlamını içermezTBöyle bir çağrışıma dahi elverişli değildir. Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim’de bir ‘kurtarıcı Mesih’ vaad edildiği kesinlikle yoktur. Kur’an oldukça açık, net, anlaşılır, gizlisi, şifresi olmayan mesaj­lar içermektedir. Kur’an’m ‘Kitabun mübin’ (apaçık kitap) sıfatıyla şifreli bir biçimde bir Mesih geleceğini vaad etmesi zaten çelişirdi.

Hadislerde geçen ‘Mesih’ kavramı ise, Kur’an’a dayanmamaktadır. Bu kavram Kur’an’dan alınmış olamayacağına göre, Yahudi veya Hıristiyan­ların Mesih telakkilerinden etkilenmişliğin ürünüdür. İsa’nın ‘Baba’nın katına çıkıp sağ yanına oturduğu şeklindeki Hıristiyan dogması, Müslü­man kültüründe “İsa göğe yükselmiştir ve ahir zamanda yeniden inecek­tir.’ inancına dönüşmüştür. Müslümanlar arasındaki ‘Mehdi’ inancı nasıl ki “Mesih ve onunla ilgili fikirlerin yansımasından ibaret görülmekte ise, İsa’nın nüzulü inancı da Mesih ve İsa’nın ric’atı/dönüşü inanışlarının bir devamı, İslam kültürüne yansımasından ibarettir. Kısacası, İslam’daki bir Mesih înancından bahsetmek mümkün değildir. [Mehmed Ali Durmuş, Haberlerin Ağında Mehdi, 104-105.]

Yahudilerin ve Hıristiyanların inandığı ve beklediği gibi Müslü­manlar arasında da Hz. İsa’nın ikinci kez dünyaya geleceğini ve Kitap Ehli’nin beklentileri gibi işler yapacağını düşünen ve inanan çoğunluk bir kesim, bu konuda rivayet edilen birtakım hadislere dayanmakta ve Kur’an’da ondan söz eden kimi ayetleri de bu rivayetler doğrultusun­da yorumlayarak delil göstermektedir. Rivayetlere ve geleneksel kültüre dört elle sarılan gelenekçiler bunu hararetle savunmakta ve söz konusu nasları düşünce ve anlayışlarına destek yaparak Mesih’in dönüşü konu­sunda Kitap Ehli ile aynı çizgide buluşmaktadırlar.

Ancak bu inanç ve kültürün başta Kitap Ehli olmak üzere Orta Doğu kültür havzasından İslam kültür ve düşüncesine girdiğini, ayetlerin de bu kültür ve anlayışların yönlendirmesi altında yorumlanarak anlamları­nın dışına çıkarıldığını görmemek mümkün değildir.

Bunu ortaya koymak için İsa’nın geleceğini savunanların dayandık­ları rivayetlerle ilgili değerlendirmeleri de vereceğiz ve bu inanan Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu belirten “Muhammed içiniz­den herhangi bir adamın babası değil, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin so­nuncusudur. Allah her şeyi bilendir.” (33 Ahzab/40) kesin ayetine ve Hz. Peygamber’in “İsrailoğulları’nı peygamberler yönetiyordu, her peygamber öldüğünde yerine yeni bir peygamber gelirdi, ama kesin olarak benden sonra peygamber yoktur… “[Buhari, ehadisu’l-enbiya, 50, Müslim, imara, 44] gibi hadislerine aykırılığını anlatmaya çalışacağız.

Hz. İsa’nın ikinci kez gelişini iddia edenlerin iddia ettikleri gibi gerçekten Hz. Peygamber hadislerinde Mehdi-Deccal-Mesih üçlüsünün kı­yametten önce ortaya çıkacağını ve tasvir edilen sahnelerin yaşanacağını belirtmiş midir? Eleştirici/muhakkik alimler gerek Mehdi’nin gerekse Deccal’in mitolojik bir şahsiyet olduğunu, Hz. İsa’nın ikinci gelişiyle ilgili rivayetlerinde uydurma, zayıf ve âhâd olup kesin bir inanca te­mel olamayacağını belirterek İslam’da böyle bir inancın olmadığını söylemişlerdir. Kur’an’ın ve sahih hadislerin, Allah’ın sosyal yasalarının ve tarihsel gerçeklerin ışığında baktığımızda böyle bir şeyin olacağını söyle­mek mümkün değildir. Bunu görmek için Hz. İsa’nın ikinci kez gelişine delil gösterilen hadislerle ilgili kaynak, senet ve metin tenkidi yönünden yapılan değerlendirmeleri özetleyerek vereceğiz.

 

 

 

 

İsa/Mesih’in Geleceğini Belirten Rivayetlerin Değerlendirilmesi

Müslümanlar arasında yaygın olan Mehdi ve Mesih inancıyla ilgili kabuller, hadis rivayetlerine dayanmaktadır. Bu rivayetlerle Kur’an’daki, bazı lafız ve kelimelere de farklı anlamlar yüklemeye çalışılmaktadır. Üs­telik bu rivayetlerin gayb alanıyla ilgili olmasına rağmen subut bakımın­dan zannilik taşıması da Kur’anî esaslarla bağdaşmamaktadır.

 

Hayri Kırbaşoğlu’nun bu rivayetlerle ilgili değerlendirmesi ise şöy­ledir:

“İlahi bir yardım ve bu yardım aracılığıyla gerçekleşecek ilahi kur­tarıcıyı beklemek, İslam dünyasında Emeviler döneminde başlayan ge­nel toplumsal huzursuzluklardan itibaren günümüze kadar etkili olmuş, canlılığını korumuştur. İslam dünyasında beklenen bu kurtarıcının adı Mehdidir. Ancak Mehdi kadar ön plana çıkmayan bir başka kurtarı­cı daha vardır ki o da Mesih yani Hz. İsa’dır. Hz. İsa’nın ölmediğine, öldürülmediğine, bilakis Allah tarafından göğe yükseltildiğine inanan müslümanlar, onun, Mehdi’nin zuhurunun akabinde Şam’daki Ümeyye Camii’nin doğusundaki beyaz minareye ineceğine ve Deccal’i öldürece­ğine, sonra Mehdi’nin arkasında namaz kılacağına, Muhammedi şeriata tabi olacağına, inişinden kırk gün sonra vefat edeceğine, cenaze nama­zının Müslümanlar tarafından kılınacağına ve Hz. Peygamber’in kabri­nin yanma defnedileceğine de inanırlar. Kitleleri yüzyıllarca etkisi altına almış olan bu inanç, gerek geçmişte, gerek son birkaç yüzyılda tartışma konusu yapılmış ve bazı kimselerce reddedilmişse de, bu eleştirel yakla­şım hiçbir zaman toplumlara egemen olmamıştır.” (Prof. İbrahim Sarmış-Selçuk İlahiyat, Hz. İsa ve Mesih İnancı, s.102-145, Ekin Yay.)

posted in MEHDİ-MESİH | 8 Comments

12th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSÂ PEYGAMBER

İsâ (selâm ona): Allah’ın bir mu’cizesi olarak bakire Meryem’den Beytlahm’de doğmuştur. Matta İncîli İsâ ile İbrâhîm arasında 42 nesil olduğunu söyler ve İbrahim’den İsâ’ya şu ataları sayar: İbrâhîm, Ya’kûb, Yahuda, Perets, Hetsron, Ram, Amminadab, Nahşon, Salamon, Boaz, Obed Yesse, Dâvûd, Süleyman, Rehoboam, Abbiya, Asa, Yehoşafat, Yoram, Uzziya, Yotam, Ahaz, Hizkiya, Manasse, Amon, Yoşiya ,Yekonya, Şealtiel, Zerubbabel, Abiud, Elyakim, Azor, Sadok, Ahim, Eliud, Eleezar, Matta Ya’kûb,Yûsuf. Yûsuf İsâ’nın annesi Meryem’in nişanlısı idi. Henüz evlen-meden önce Meryem, Rûhu’l-Kudüs’ten gebe kalmış ve bu kendisine rü’yâsında bildirilmiş, doğduktan sonra Yûsuf, karısını ve İsâ adını verdiği çocuğu Mısır’a götürmüştür. Kral Hirodes’in ölümünden sonra tekrar ülkesine dönüp Nâsıra’ya yerleşmiştir. Büyüyen İsâ, Ürdün ırmağı kıyı­sında insanları su ile vaftiz eden Yahya’nın yanına gidip onun tarafından vaftiz edilmiştir. Yahya’nın yakalanıp öldürülmesi üzerine İsâ, Nâsıra’dan ayrılıp Zebulun ve Naftali sınırlarında deniz kıyısında bulunan Keferna-hom’a gelmiş, bölgedeki yerleşim yerlerinde dolaşarak Yahûdî dinini asl-ı safvetine kavuşturmaya çalışmıştır. “Benim şerîati yıkmağa geldiğimi sanmayın, ben yıkmağa değil, tamamlamağa geldim” demiştir.

Peygamberlik misyonuna başlamadan önceki hayatı hakkında, sadece Beytlahm’da doğup Mısır’a gitmesi ve bir süre sonra ailesiyle birlikte Nâsıra’ya dönmesinden başka bir şey bilinmiyor. Yahya tarafından vaftiz edildikten bir süre sonra kendisi peygamberlik misyonuna başlamış, Yahûdî din adamlarının direnciyle karşılaşmış, bu yüzden Kudüs dışındaki bucak kentlere giderek öğretilerini yaymağa çalışmıştır.

Onun hayatı ve öğretileri, Hıristiyan yazarlar tarafından İndilerde özetlenmiştir. İsâ, öğretilerini yaymağa başladığı zaman, Filistin’deki Bizans uydusu Yahûdî Devletinin başında Vali Pilatus vardı. İsâ’nın öğretileri, dini bir çıkar haline getirmiş olan Yahûdî hahamlarını kızdırmış, onu Kaysere karşı insanları kışkırtan, dini inkâr eden bir insan olarak göstermişlerdi. Hıristiyan kaynaklarına göre vali Pilatus, İsâ’yi yakalatıp Yahûdî hahamları tarafından muhakeme ettirdikten sonra çarmıha ger­direrek idam etti. Kur’ân-ı Kerîm’e göre de Allah onu korudu. Onu değil, başka birini ona benzeterek öldürdüler. Meryem: 44/16-34; Mü’minûn: 74/50; Bakara 92/42-61; Nisa: 98/156-159, 171-172’nci âyetler de kısa veya uzun olarak Hz. İsâ’dan söz etmektedir.

İslâm Ansiklopedisinde İsâ maddesini yazan D. B. Macdonald’ın belirttiğine göre bu ad, Yahudilerden Araplara geçmiş bir şekildir. Yahûdî-ler, duydukları kin ve düşmanlık nedeniyle İsâ’ya Esau derler ve Esau’ın ruhunun ona geçtiğini iddia ederlerdi. Bazılarına göre de İsâ adı, Musa’ya nazîr olarak Süryânî Yeşû’ kelimesinden kaynaklanmıştır. İsmin İslâm’daki îzâhı için bakınız: Beyzâvî, KuPân, III. 40; nşr. Fleischer, 1.156′, s. 2.

Macdonald’ın gönderme yaptığı Beyzâvî Tefsîrinde, Mesîh ve İsâ isimleri hakkında şu bilgi verilmektedir: Mesîh, İbrânîce mübarek anla­mındaki meşîhâ kelimesinden gelir. İsâ ise îşau ın Arapça söylenişidir. İki isim de mesh kelimesinden türemiştir. İsâ, bereketle meshedildiği (meshedilerek kutsandığı), ya da günâhlardan temizlendiği, yahut bir yerde durmayıp dünyayı dolaştığı için kendisine Mesîh denmiştir.

Kur’ân’a göre İsâ: “Meryem’in oğlu” (msl. III. 40; IV. 169; XIX. 35 ve başka yerler); bakire Meryem ‘den, bir mu’cize olarak babasız doğmuş, Allah’tan bir kelime, yahut Allah’ın kelimesi (11.40, IV. 169); Meryem’e Allah’ın düşürdüğü “^S”: Ol” kelimesidir. İsâ’nın, babasız, bir mu’czie olarak yaratılması, Âdem’in yaratılmasına benzer (111.52). İsâ, İbrânîce Maşiah’tan doğan Mesîh unvanıyla anılmıştır (III. 40; IV. 169 vs). Allah’ın ruhu (IV. 169). Aynı anlamda meleklere de rûh denilir. İsâ da doğrudan Allah’tan gelen bir rûh idi. Nitekim Allah Âdem’e şekil vermiş ve ona ruhundan (XV. 29, XXXVIII. 72) üflemiştir. Daha sonra gelen yazarlar İsâ’ya er-Rûh (Lisan: III. 290,15) veya Rûhullah (Allah’ın Ruhu) (Zemahşerî, Keşşaf: nşr. Lees, 1.338) diyorlar. Aynı zamanda İsâ Abdullah (Allah’ın kulu)dur (IX. 31, XLIII. 59), Allah’ın kulu olmaktan çekinmez (IV. 170).

Peygamber, mi’râcı esnasında İsâ’yi, ikinci gökte görmüştür (Buhârî, Kahire: 1315, V. 53). Her yerde mübarek (IX. 32); kavlu’1-hakk (hakikatin sözü) (IX. 34). O bir nebî(peygamber) (IX. 31) ve resûl(IV. 50, LVII. 27)dür. Onun risâleti bir mu’cize ve rahmettir (IX. 21). Kendisi ve anası mu’cizedirler (XXIII. 52). Bir mesel, yahut bir remz (XLIII. 57, 59) kılınmıştır. O açık deliller ve hikmet (XLIII. 63; V. 109) getirmiştir ve Allah tarafından Rûhu’l-Kudüs (II. 81, V. 109) ile desteklenmiştir. Allah ona öğretmiştir (III. 43; V. 110) ve ölüleri diriltmek, hastaları iyileştirmek, balçıktan kuşlar yaparak Allah’ın izni ile onlara can vermek (III. 44, V. 110) gibi mu’cizeleri vardır.

Şimdi biz, onun hayatının çeşitli aşamaları hakkındaki âyetleri, iniş sırasına göre izah etmeğe çalışacağız:

İsa’nın Mu’cizevî Doğumu

19/16- Kitab’da Meryem’i de an. Bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönünde bir yere çekilmişti. (Evinde veya mabedde bir kenara çekilip kendini ibadete vermişti). 17-Bkz. İslâm Ansiklopedisi, İsâ maddesi, 5 (II)/1062-1064 Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu ona gönderdik. (O) Ona düzgün bir insan şeklinde göründü. 18- (Meryem) Dedi ki: “Ben senden çok esirgeyen (Allah’a) sığınırım. Eğer (Allah’tan) korkuyorsan (bana dokunma).” 19- (Ruh): “Ben, dedi, sadece Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim).” 20- “Benim nasıl oğlum olur, dedi, bana bir insan dokunmadı ve ben bir kahpe de değilim.” 21- (Rûh): “Öyledir, dedi, Rabbin: ‘O bana kolaydır. Onu insanlara bir mu’cize ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)’ dedi” ve iş olup bitti. 22- (Meryem,) Ona gebe kaldı. Onunla uzak bir yere çekildi. 23- Doğum sancısı onu, bir hurma dah(nın altı)na getirdi. “Keşke dedi, bundan önce ölseydim, unutulup gitseydim!” 24- Altından (Rûh) ona şöyle seslendi: “Üzülme Rabbin alt tarafından bir su arkı var etti” 25- “Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine olmuş, taze hurma dökülsün.” 26- “Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen: ‘Ben Rahman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım’ de.” 27- (Meryem) Onu taşıyarak kavmine getirdi: “Ey Meryem, dediler, sen tuhaf bir iş yaptın.” 28- “Ey Harun’un kız kardeşi, baban kötü bir adam değildi, annen de fahişe değildi (sen ne yaptın böyle)?” 29- (Meryem, konuşmaları için) onu gösterdi. Dediler ki: “Beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?” 30- (Çocuk): “Ben Allah’ın kuluyum, dedi, (O) bana Kitâb’ı verdi, beni peygamber yaptı.” 31- “Beni bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti!” 32- “(Beni) Anneme iyilik eder (kıldı,) beni baş kaldıran bir zorba yapmadı.” 33- “Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de (Allah’tan) bana esenlik verilmiştir.” 34- İşte Meryem oğlu İsâ. Şüphe edip ayrılığa düştükleri şey, “gerçek söz”e göre budur. 35- Çocuk edinmek, Allah’a yakışmaz. O, (böyle şeylerden) yücedir. Bir işi yapmak istedi mi ona sadece “ol” der, (o da) olur. 36- “Şüphesiz, Allah benimde Rabbim, sizin de Rabbinizdir, O’na kulluk edin.” İşte doğru yol budur. (Meryem: 44/16-36)

16-21’nci âyetlerde Hz. Meryem’in, melekle karşılaşması anlatılıyor. ÂI-i İmrân Sûresinde açıklan­dığı üzere, annesi henüz gebe iken, karnındaki Meryem’i, ma’bed’e hiz­metçi olarak adamıştı. İşte çocukluğundan beri vaktini ibâdetle geçirmekte olan Meryem, ma’bed’in doğu yönünde, tenha bir yerde bulunuyordu. O bu halde iken Allah, Ruhunu Meryem’e gönderir. Düzgün, yakışıklı bir insan biçimine bürünerek kendisine gelen ruhu görünce Meryem, Allah’a sığınır, onu kendisine saldırmak isteyen bir delikanlı sanarak: “Eğer Allah’tan korkuyorsan beni bırak, bana dokunma, senden Allah’a sığınırım!” der.

Fakat Rûh, Allah’ın elçisi olduğunu, kendisine tertemiz bir erkek çocuk hediye etmek üzere geldiğini söyler. Kendisine insan eli değmediği ve kendisinin fahişe bir kadın da olmadığı halde nasıl çocuk doğuracağına şaşan Meryem’e Rûh, bunun Allah’a kolay bir iş olduğunu, insanlara bir mu’cize olmak üzere bu çocuğu böyle babasız yaratacağını söyler ve iş olup biter. Son âyet, Meryem’e gelen Rûh’un sözü olabileceği gibi, o durumu anlatan bir âyet de olabilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Meryem’e çocuk üfleyen Ruhun adı belirtilme­miştir. Tefsirlere göre bu Rûh, Hz. Cebrâ’îl’dir. Çünkü o, “er-Rûhu’l-emîn: Güvenilir Rûh” olarak nitelendirilmiştir. Maamâfîh bu konuda bir açıklık yoktur. Sûre, Mekkîdir. Mekke’de inen sûrelerde Kur’ân’ı getiren Rûh, güvenilir olarak nitelendirilmiş, fakat ismen zikredilmemiştir. Ancak Medine döneminde inen Bakara Sûresinin 97’nci âyetinde Kur’ân’ın Cibrîl tarafından indirildiği, Tahrîm Sûresinin 4’ncü âyetinde de Cibril’in, Hz. Muhammed’in dostu olduğu bildirilmektedir. Bundan anlaşılıyor ki Kur’ân’ı getiren Rûh, Cibril’dir. Meryem’e çocuk üfleyenin de Cibrîl olduğu anlaşılmaktadır. Kesin olan şey, Meryem’e yüce bir ruhun çocuk üflediğidir. Zaten Cebrail de yüce ruhlardandır. Biz bunlara melek diyoruz. Ebû Müslim’e göre de Meryem’e gönderilen rûh, karnında şekillenip insan olan ruhtur. Fakat birinci görüş daha kuvvetli kabul edilir.

22-26: Meryem gebe kalır. Çoğunluğun kanısına göre Meryem’in gebelik süresi normal süredir, yani dokuz aydır. Bunun sekiz ay, ya da altı ay sürdüğünü söy­leyenler yanında gebe kalır kalmaz doğurduğunu söyleyenler de vardır. Çoğunluğun görüşü daha doğrudur.

İbn Kesîr’in belirttiğine göre Meryem ile, kızkardeşi yani Yahya’nın annesi, aynı zamanlarda gebe kalmışlar ve Yahya’nın annesi, Meryem’le karşılaştığında, kendi karnındaki çocuğun, Meryem’in karnındaki çocuğa saygı için secde ettiğini hissetmiş. Onların dininde Allah’tan başkası için saygı amacıyla secde edilmesı caizmiş.

Meryem, karnındaki çocuk büyüyüp gebeliği belirmeğe başlayınca durumu ailesinden gizlemek için uzak bir yere gider, onlara görünmemeğe çalışır. Doğum sancısı tutunca bir ağacın altına gelir. Başına gelenlere üzülen Meryem, altından: üzülmemesini, Rabbinin, alt tarafında, yani hemen yanıbaşında içecek bir su akıttığını, ağacı silkelemekle de üzerine taze hurma döküleceğini, yeyip içmesini ve sevinmesini, insanlardan birini görünce Rahman için susma orucu adadığını, kimse ile konuşmayacağını söylemesini bildiren bir ses duyar. Sözgelişinden bu ünleyenin, Meryem’e çocuk üfleyen Rûh olduğu anlaşılır. Ünleyenin İsâ olduğunu söyleyenler de varsa da bu doğru görülmez. Çünkü henüz İsâ doğmamıştır.

27-33: Meryem, doğurduğu çocuğu getirince bunu hayretle karşılayan ailesi, kendisini kınamaya başlarlar. Temiz bir ailenin şerefine yakışma-yacak çirkin bir iş yaptığını söylerler. Fakat o cevap vermez, sadece bebeği gösterir. “Beşikteki bebekle nasıl konuşalım?” diyenlere, bebek, kendisinin Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın, Kitabı verip kendisini peygamber yaptığını, her yerde mübarek kıldığını, yaşadığı sürece kendi-sine namaz kılmayı, zekât vermeyi, annesine iyilik etmeyi buyurduğunu ve kendisini azgın bir zorba yapmadığını, doğduğu, öleceği ve tekrar dirileceği günde esenlik içinde olduğunu söyler.

30’ncu âyette geçen “el-Kitâb “in da, Ahd-i Atîk denen kutsal Kitâb olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki İsâ’ya verilecek olan Kitâb, Yahya’ya da verilmiş olan Kutsal Kitâbtır. Gerek Yahya’ya, gerek İsâ’ya Kutsal Kitabın ruhunu uygulamaları emredilmiş, yani bu iki peygamber, Yahûdî dinini hurafelerden temizleyip aslî safvetine kavuştur­makla görevlendiril-mişlerdir.

28’nci âyette kavmi, Meryem’e “Ey Harun’un kızkardeşi!” diye hitâbetmektedirler. Hz. Musa’nın kardeşi olan Hârûn ile Meryem arasında çağlar vardır. Burada Harun’un kızkardeşi, sözünden maksat, Meryem’in o aileden gelmiş olduğunu vurgulamaktır. Bu ifade ile şerefli bir soydan gelen Meryem ‘i, soyuna asla yakışmaz bir iş yapmakla suçlayıp iyice mahcubetmek istemişlerdir. Nitekim konuşmacı veya komu­tan, dinle-yicileri etkilemek için: “Ey Fâtih’in torunları, Yavuz’un çocuk­ları!” diye hitâbeder. Dinleyiciler, ne Fâtih’in torunu, ne de Yavuz’un oğludurlar. Fakat bu söz, dinleyenlerin, Fatih, Yavuz milletinin neslinden geldiğine bildiklerini belirtir.

34-36’ncı âyetlerde de şüpheli sözlere dayanarak hakkında tartışılan, Hıristiyanlar tarafından türlü biçim­lerde anlatılan Meryem oğlu İsâ’nın gerçek durumunun bu olduğu; Allah’ın çocuk edinmekten münezzeh bulunduğu; O’nun, olmasını istediği şeyin derhal olacağı vurgulanır ve İsâ’yı Tann’nın oğlu kabul edenlere: “İşte benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’tır, O’na kulluk ediniz, doğru yol budur!” denilir.

34’ncü âyetteki ifadesi için iki anlam mümkündür: Hak Allah’tır. Kavlu’l-hakk: Allah’ın sözü demektir. Buna göre âyetin anlamı: “İşte Hakk’ın sözü olan Meryem oğlu İsâ budur” demek olur. Burada kavlu’l-hakk, İsâ’nın bir sıfatı olmaktadır. Kelimetu’llah (Allah’ın sözü) ile aynı anlama gelir. Diğer mânâya göre kavlu’l-hakk, gerçek söz demektir. Bu takdirde âyetin anlamı: “İşte Meryem oğlu İsâ hakkında bu anlatılanlar doğrudur. Gerçek söz budur” demektir.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre 36’ncı âyet, Hz. İsâ’nın sözünü aktarmaktadır. Çünkü Mâide Sûresinde de Hz. İsâ’nın benzeri bir sözü aktarılır: “Meryem oğlu Mesih demişti ki: Ey İsrâîloğulları, benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin…” Zuhruf Sûresinde ise bu cümle aynen Hz. İsâ’nın ağzından nak­ledilmiştir: “İsâ, açık delillerle gelince dedi ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir bölümünü size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’tır. O’na kulluk edin, doğru yol budur!”

Görüldüğü üzere âyet, Hz. İsâ’nın bir sözüdür. Böyle olmakla beraber burada konuya bir sonuç olarak yöeltilmiş bir öğüttür.

“Meryem oğlunu ve annesini birer mu’cize kıldık ve onları oturmaya uygun, çeşmeli bir tepeye yerleştirdik.” âyetinde de Meryem ile oğlunun, çeşmeli bir tepeye yerleşti­rildiği belirtilmektedir.

Hz. İsâ’dan Meryem oğlu diye söz edilmesi, babasız yaratıldığına işaret yanında, Allah’ın oğlu olmayıp insan oğlu olduğunu belirtmek içindir. Bu ifadede, İsâ için Allah’ın oğlu şeklindeki Hıristiyan inancını red vardır.

Rebve (tepe), İsâ’ya gebe kalan Meryem’in, çocuğunu doğurmak üzere sığındığı yerdir. Âyette buranın karâr ve ma’în yeri olduğu belirti­liyor, (Karâr), düz, yahut verimli, mey vah yerdir. (ma’în) de akarsudur. Meryem’in sığındığı yüksek yerde ırmak bulunduğu, Meryem Sûresinin 24’ncü âyetinde belirtilmişti.

Buranın Ramella veya Beyti Makdis (Kudüs), yahut Mısır veya Dımaşk olduğu hakkında Ka’bu’l-ahbâr’a dayanan rivayetler vardır. Matta İncîli’nin birinci ve ikinci bablarında şöyle deniliyor:

“İsâ Mesîh’in doğması da şöyle oldu. Anası Meryem, Yûsuf’a nişan­lanmış olduğu halde, buluşmalarından önce Rûhul’l-Kudüs ‘ten gebe olduğu anlaşıldı. Nişanlısı Yûsuf, salih bir adam olup onu rüsvây etmek istemeyerek gizlice boşamak niyetinde idi. Fakat bunları düşünürken işte Rabbin meleği ona görünüp dedi:

– Sen, Dâvûd oğlu Yûsuf, Meryem’i kendine karı olarak almaktan korkma; çünkü kendisinde doğmuş olan Rûhu’l-Kudüs’tendir. Ve bir oğul doğuracaktır ve onun adını İsâ koyacaksın. Çünkü kavmini günâhlarından kurtaracak olan odur…”

Müneccimler, gelip Kral Hirodes’ten, Yahudilerin kralı olarak doğan çocuğu sordular. Kral bunu işitince İsâ’yi bulup öldürtmek için onu gizlice aratmağa başladı. “İmdi müneccimler yola çıktıktan sonra işte Rabbin meleği Yûsuf’a rü’yâda görünüp dedi: Kalk, anası ile çocuğu al ve Mısır’a kaç ve ben sana söyleyinceye kadar orada kal…”

Matta’ya göre İsâ Beytlehem’de doğmuş, oradan Mısır’a götürül­müştür. İncîl ‘de anlatılan olay, Mefâtîhu’lğayb’de hiç Mısır adı anılmadan rivayet edilir. Herhalde olay, Hıristiyanlar vasıtasıyla Hz. Peygamber’in yaşadığı çevreye aktarılmıştır. Âyette geçen rebve’nin, içinde Nil ırmağı akan Mısır olması mümkündür. Çünkü ortasından Nil’in aktığı Mısır top­rağı, meyvalı, verimlidir.

37- Kendi aralarından hizibler, ayrılığa düştüler. Artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin haline! 38- Bize geldikleri gün ne güzel işitir, ne güzel görürler.’ Ama o zalimler, “bugün apaçık sapıklık içindedirler (Hakkı işitmeğe ku­laklarını tıkamış, doğruya gözlerini kapamışlardır). (Meryem: 44/37-38)

Hıristiyan mezhebleri, İsâ hakkında ihtilâflara düşmüşler, çeşit çeşit inanç ve kanâatler benimsemişlerdir. Kimi onun üç elemandan biri, kimi Allah, kimi Allah’ın oğlu olduğunu; kimi asıldığını, kimi aşılmadığını, ona benzer birinin asıldığını söylemiştir. İşte gerçeği inkâr etmiş olanlar, çok kalabalık bir günde, herkesin gözü önünde azaba uğrayacaklardır.

Bu âyetler, Hz. Peygamberle Araplar, ya da onunla Hıristiyanlar arasında geçen bir tartışma üzerine inmiş olabilir. Zekeriyya ve Yahya kıssası, bu kıssaya bir giriştir.

Bu durum, Mekke döneminde de Peygamber (s.a.v.) ile Hıristiyanlar arasında temaslar bulunduğunu gösterdiği gibi, Araplar arasında İsâ kıs­sasının bilindiğini de ortaya koyar. Nitekim: “Meryem oğlu bir misâl olarak anlatılınca, hemen kavmin, ondan ötürü bağrışmağa başladılar: Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler” âyetleri, Arapların, İsâ’nın tanrılaştırılmış olduğunu bildiklerini ifade eder. Demek ki Araplar, ya da en azından bazı bilgilileri, Hıristiyan inançları hakkında bir şeyler öğrenmişlerdi.

33- Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. 34- (Bunlar) Birbirinden türeyen nesil(ler)dir. Allah işiten, bilendir. 35- İmrân’ın karısı demişti ki: “Rabbim, karnımda olanı tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. 36- Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu bilirken- yine şöyle söyledi: “Rabbim, onu kız doğur­dum, erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytânın şerrinden sana ısmarlıyorum.” 37- Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyya da onun bakımını üstlendi. Zekeriya, onun yanına, mihraba her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. “Ey Meryem, bu sana nereden?” derdi. (O da) “Bu Allah katından” derdi. “Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Âl-iİmrân: 94/ 33-37)

Kitâb ehlinden özellikle Hıristiyanların peygamberlik tarihinden ibret verici kesitlerin anlatılacağı bölüme giriş olmak üzere bu âyetlerde önce Allah’ın, Âdem’i Nuh’u, İbrâhîm ve İmrân ailelerini birbirinden süze süze, yarattığı, seçip ma’nevî kirlerden temizleyerek âlemlere üstün kıldığı be­lirtilmekte; daha sonra İsâ’nın anne annesi olan İmrân karısının, karnındaki çocuğu Allah’a ibâdet için ma’bede adadığı; fakat erkek beklerken kız doğurduğu, ama sözünde durup o kızı (Meryem’i) de dine hizmet için ma’bedin eğitimine verdiği anlatılmaktadır.

Burada anılan İmrân, 33 ve 35’nci âyetlerde olmak üzere iki kez anılmıştır. Çoğunluğun kanısına göre birinci kez anılan İmrân, Hz.Mûsâ’nın babası, ikinci İmrân, Meryem’in babasıdır. İkisi arasında takriben bin sekizyüz yıl vardır.

Ancak Hıristiyanlar, Meryem’in babasının adının İmrân olduğunu kabul etmezler. Herhalde âyetler indiği sırada Meryem’in babasının adının İmrân olduğunu söyleyen Hıristiyanlar vardı. Çünkü Matta ve Luka İn­dilerinde İsâ’nın nesebinde fark görülmektedir. Matta’da Meryem’in nişan­lısı olan Yûsuf, Mattan oğlu Ya’kûb’un oğlu olarak gösterilirken Luka’da Yûsuf Heli’nin oğlu, o da Mattat’ın oğlu gösterilmektedir. Bu da İsâ’nın nesebi konusunda Hıristiyanlar arasında görüş ayrılığı bulunduğunu kanıt­lar.

Tefsirlere göre İmrân’in karısı, Fakuz’un kızı ve Meryem’in annesi olan Hanna’dır. Hannâ’nın kızkardeşi, -bir rivayete göre Meryem’in kız-kardeşi- İyşâ, Zekeriyyâ’nın karışıdır. Ancak Luka İnciline göre Mer-yem’in teyzesi olan Zekeriyyâ’nın karısının adı Elizabet’tir.

Muharrer, âzâdedilmiş köle demektir. Hanna, çocuğunu her türlü dünyâ ilişkilerinden, dünyâya kulluktan çözüp Allah’a kul olmağa vak­fetmeği adamış, erkek beklerken kız doğurduğu çocuğunun adını Meryem koyup onu, şeytânın şerrinden korumasını Allah’tan dilemiştir.

42- Melekler demişti ki: “Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni dünyaların kadınlarına üstün kıldı.” 43- “Ey Meryem, Rabbine divan dur, secde et ve (O’nun huzurunda) eğilenlerle beraber eğil!” 44- (Ey Muhammed) Bunlar sana vahyettiğimiz, görünmez âlemin haberlerin-dendir. Meryem ‘e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin.(Âl-iİmrân: 94/42-44)

Meryem henüz annesinin karnında iken babasını kaybetmiş, yetîm doğmuştu. Annesi onu hahamlara götürdü. Meryem’in teyzesi kocası, bazı rivayetlere göre de eniştesi olan Zekeriyyâ, Meryem’in bakımını üstlenmek istedi. Fakat hahamlar topluluğu buna itiraz ettiler. Meryem’in yetiştiril­mesini üstlenmek isteyen 29 kişi arasında çekilen kur’a, Zekeriyyâ’ya isabet etti. Böylece Meryem’in bakımını Zekeriyyâ üstlendi.

Meryem biraz büyüyünce, annesinin va’dinin yerine gelmesi için Zekeriyyâ onu Kudüs ma’bedindeki Mihraba koydu. Mihrâb, yüksek yer demektir. Meclislerin en özenli yerine mihrâb denilir. Mihrabın bu anlamına bakılırsa Meryem’in rahibe okuluna verildiği anlaşılır.

Hz. Meryem burada eğitim ve ibâdet ile meşgul iken kendisine ma’nevî rızıklar gelmiştir. Zekeriyyâ, Meryem’in odasına girdiğinde gayb âleminden gelen rızıkları görünce bunların nereden geldiğini sormuş; Meryem de bunların Allah katından geldiğini söylemiştir.

Bu âyet, velîlerin kerametlerinin hak olduğunu gösterir. Zira peygam­ber olmadığı halde Meryem’e ma’nâ âleminden rızıkların gelmesi, sâlih kişilerin böyle tanrısal lütuflara erebileceklerini gösterir. Sâlih kişilerin erdikleri bu tür ilâhî lütuflara keramet denilir.

45- Melekler demişti ki: “Ey Meryem, Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor: Adı Meryem oğlu İsâ Mesih ‘dir; dünyada da, âhirette de yüzde (şerefli) ve (Allah’a) yakın olanlardandır. 46- Beşikte ve yetiş­kinlikte insanlara konuşacak ve iyilerden olacaktır.” 47- Dedi ki: “Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur? ” “Allah, böylece dilediğini yaratır, dedi, bir şey(in olmasını) istedi mi ona ‘ol’ der, o da oluverir. 48- Ona Kitabı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. 49- Onu İsrâîloğullarına (şöyle diyen) bir elçi yapacak: ‘Ben size Rabbi-nizden bir mu’cize getirdim: Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileş-tiririm; Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yeyip, ne biriktir-diğinizi size haber veririm. Eğer inanıcı iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır. 50- (Ben,) Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım, diye gönderildim. Size Rab-binizden bir mu’cize getirdim, Allah’tan korkun, bana itaat edin! 51-Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O’na kulluk edin, doğru yol budur’.” (Âl-i İmrân: 94/ 45-51)

45-51’nci âyetlerde Meryem’in, melekler tarafından, İsrâîloğullarına yol gösterecek, mu’cizeler sahibi peygamber bir çocuk doğuracağının müjdelendiği anlatılmakta, İsâ’nın mu’cizelerine işaret edilmekte ve onun asıl misyonunun tevhîd çağrısı olduğu vurgulanmaktadır.

45’nci ve Nisa: 98/171’nci âyette Hz. İsâ, “Allah’tan bir kelime” olarak tavsîf edilir. Hz. İsâ, babasız, sırf Allah’ın “Ol” sözüyle yaratıldığı için ona Allah’ın kelimesi denmiştir. Bu sözde onun mu’cizevî yaratılışına işaret olduğu gibi, Hıristiyanlar arasında ona Kelime dendiğine de işaret vardır. Kelime, kelâmdan geneldir. Kelâm, yalnız kulağa hitabeden sözdür. Kelime ise gerek kulak, gerek diğer duyular aracılığı ile gönülde duygular uyandıran her olgudur. Ağızdan çıkan veya Kitaba yazılan sözler birer kelime olduğu gibi, insanın ruhunda ibret uyandıran doğa olayları da birer kelimedir. Bu anlamıyla kelime, âyete eşittir. Kur’ân bu doğa olaylarına âyet demektedir. Gözlerimizin önünde geçen doğa olayları: doğumlar, çiçeklerin açması, ağaçların yeşilliklere bürünmesi, kuşların uçması, her şeyin belli yasalara göre ve düzenle işlemesi, büyük bir kudret, akıl ve bilgi sahibi bir yaratıcının varlığını haykıran, ruhta derin duygular uyandıran birer kelimedir. Hz. İsâ’nın doğumu ise olağanın üstünde bir olaydır. Bu olağanüstü olay, herkes için Allah’ın kudretini ifade eden sözsüz bir konuşmadır. İşte doğumunun uyandırdığı ibretten dolayı Hz. İsâ, Allah’ın kelimesi olarak nitelendiril-miştir. Yani zuhura gelişi, varlığı, başlı başına bir sözdür, insanlara ibret veren İlâhî bir konuşma, bir âyettir.

İlk defa burada Hz. İsâ, Mesîh sıfatıyla anılmaktadır. Mesih, Arap-çağda, ölçmek ve meshetmek (el sürmek) anlamındaki (mesh) kö­künden bir sıfat olabilir. Müfessirler Mesîh kelimesi üzerinde birkaç mânâ vermiş-lerdir. Ayağının altı dümdüz, çukursuz olduğu için; yahut çok seyahat ettiği, yahut elini sürdüğü her hastayı iyileştirdiği, yahut meshe-dilmek suretiyle kirlerden arıtıldığı, ya da annesinden yağ sürülmüş olarak doğduğu için İsâ’ya Mesîh denmiştir. Bunlar, kelimenin, Arapça kökenli olduğu varsayılarak yapılmış yorumlardır. Gerçekte bu kelimenin, İbrânîce meşîh yahut mişîhâ kelimesinden gelmiş olması daha doğru görünmektedir. Arapçada nasıl Yuhanna, Yahya; Moşe, Mûsâ olmuş ise mişîhâ da Mesîh olmuştur.

Horovvitz, kelimenin Habeşçeden alınmış olabileceğini ileri sürmüş ve yazıtlarda, özel isimlerde ve eski şiirde bu kelimeye rastlandığını söylemiştir. Fakat bu kelimenin Ârâmîceden geçmiş bir kelime olduğu daha güçlüdür. Ârâmîcede maşlah kutsal yağ ile yağlanmış demektir. Bu işlem, tahta oturan hükümdarlara, dini bir kişilik ve otorite kazandırmak anlamı taşır, “Yahve’nin Mesîhi” ta’bîri de yine din adamları, hükümdarlar ve peygamberler için kullanılır. Peygamber Samuel, Allah’ın emriyle kral atadığı Saul(Tâlût)un başına yağ döküp meshetmiş: “Kendi mîrâsı üzerine reis olarak Rab seni meshetti” demiştir Talât’tan sonra Davud’a da yapılan bu yağlama (mesh) töreni, sonra gelenek halini almıştır. İşte Yahûdîler, son zamanda gelecek bir kralın, kendilerine dünyâ egemenliğini kazan­dıracağına inanırlar. Ancak apokaliptik dönemde bu kelime, dünyânın son günlerinde, Allah’ın egemenliğini kuracak kişi anlamında kullanıl­mıştır.

İsrâîloğullarında dinî bir inanç haline getirilen Mesîh kelimesinin mânâsını daha iyi kavrayabilmek için Hz. İsâ’nın doğumuna tekaddüm eden zamanlarda İsrâîloğullarının siyasal ve kültürel tarihine bir göz atmak gerekir. Bu özeti Doç. Dr. Mehmet Paçacı’inin İslâmî Araştırmalar Dergi­sinde yayınlanan bir makalesinden aktarıyorum:

“İsrâîloğulları Mısır esaretinden kurtulduktan ve Dâvûd ve Süleyman (a.s.)ın önderliğinde büyük siyasi, askeri, iktisadi ve kültürel başarılar gösterdikten sonra iki krallığa bölündü. Daha sonra önce kuzeydeki İsrâîl Krallığı Asurlular’ın egemenliği altına girdi, sonra da Yahuda Krallığı’na Babilliler tarafından son verildi. Büyük İskender’in doğu topraklarını ele geçirmesi ile birlikte, bu topraklar yoğun olarak Helen kültürünün etkisi altına girmiştir. Daha önce Babil kültürüne karşı direnmek zorunda kalan İsrâîloğulları, bu defa Helen kültürü karşısında varolma savaşı vermek­tedir. Bugün bu kültürel varolma savaşının ne zorlu bir savaş olduğunu, batılı olmayan toplumlara anlatmak hiç de zor değildir.

“Müslüman toplumlar da büyük kültürel, ekonomik ve siyasi başa­rılarından sonra 19. ve 20. yy’da son derece baskılı bir başka Helenleştirme rüzgârı ile karşı karşıya kaldılar. Biz buna daha çok batılılaşma diyoruz. Tıpkı bugün nasıl doğunun bütün şehirleri Batı uygarlığının doğduğu büyük şehirlerin birer kopyası olmuş ise, ikibin yıl önce de doğudaki şehirler kısa zamanda Atina’ya benzer hale gelmişti. İskender ele geçirdiği bütün doğu topraklarında kendi adına şehirler yaptırmış, daha önce var­olanları da anfitiyatrolar, cimnazyumlar ve tapınaklar ile birer Helen şehri haline getirmiştir.

“Helenleştirme, kültürün başka alanlarında da etkisini göstermiştir. Meselâ İskender’in adına kurulan İskenderiye’de büyük Yahûdî cemâati yaşamaktaydı. Burada Fransız sömürgecilerin, kuzey Afrika’da Arapçaya karşı gerçekleştirdikleri uygulamanın bir benzeri ile o yıllarda İbrânîce karşılaşmıştı. Birkaç nesil içinde bu cemâat, dinin kaynağı olan İbrânîce Kitâbları okuyamaz olmuş; yerine Yunanca felsefe Kitâbları okunur hale gelmişti. Sonunda okunabilmesini sağlamak amacıyla Tevrat’ın Yunanca ya çevrilmesi zorunluğu doğmuştu. Helen kültürü Filistin’de de etkili olmuştu. Buradaki bütün eski şehirlere Yunanca isimler verilmiş, Yunan hayat biçimi bu şehirlere yerleşmişti. Artık İsrâîloğulları Yunan isimlerini kullanır hale gelmişti. Özellikle Yahudiler arasında üst sınıfı oluşturan ve Yunan kültürü ile daha yakın ilişki içinde olan Aristokrat aileler, tüccarlar ve hattâ üst düzey din adamları adetâ bir Helen gibi yaşamaya başlamışlardı. Artık Yahudiler de yemekleri oturarak değil, Yunanlılar gibi yatarak yiyorlardı. Gençler Yunan modasına göre giyiniyor, çırılçıplak Yunan oyunlarına katılıyor ve kendi kanunlarını beğenmeyip Helen kanunlarına ve âdetlerine uymaya özeniyorlardı.

“Doğal olarak bu durum, İsrâîloğulları içinde bir gerilim yarattı. Onlar bir yandan Helen kültürünün başarılarına imreniyorlar, bir yandan da Yahûdî kalmak istiyorlardı… Böylece İsrâîl oğul lan, aralarındaki ayrı­lığın gittikçe arttığı başlıca iki grupa ayrıldı: Helenleşme yanlısı olanlar, ya da bugünün ifadesiyle Batıcılar ve tutucu dindarlar. II. Makkabaer Kitabında o dönemi yaşayan İsrâîloğullarının içinde bulunduğu durum, çok güzel yansıtılmaktadır.

“Jason isminde bir başkâhin, yönetimi ele geçirir geçirmez halkı Yunan âdetlerine alıştırmaya başlamıştır. Dine uygun kuralları kaldırıp yerine dine aykırı kurallar koymuştur. Bir eğitim alanı yaptırarak kendi emri altındaki gençler oraya getirmiş ve onlara Yunan oyunları oynatmıştır. Böylece Yunan âdetleri üstün tutulmuş, putperest fa’âliyet yaygınlaştı­rılmıştır. Kâhinler kurban sunmaz olmuşlar, bunun yerine talim alanına koşup disk atma oyunlarını izlemişlerdir. Yahudilerin Yunan kültürünün bu baskılı döneminde kısa süren kısıtlı bir egemenliği olmuştur. Suriye Helenlerine karşı yapılan bir isyanla (M. Ö. 167) başlayan Haşmoni hane­danı ‘Ferisîler’ ve ‘Sadukiler’ adlı iki siyasi dini parti arasındaki çekişmeler sebebiyle zayıfladı. Romalılar Kudüs’ü kuşattığı sırada bile iç çatışmalar sürüyordu. İşte bu sırada İsrâîloğulları, Romalı askerlerin çizmelerini ve acımasız kılıçlarını Ma’bed’de gördü. Daha sonra Herod’la birlikte Filistin’de (M.Ö.37-4) unvanı kral olan, fakat gerçekte iktidarlarını Roma­lılara borçlu yöneticiler hükümet ettiler. Hz. İsâ’dan biraz önce Filistin’de siyâsî ve kültürel durum, ana çizgileriyle böyle idi. Hz. İsâ döneminde ise önce Herod’un üç oğlu, Filistin’i paylaşarak yönetmiş, daha sonra da Roma, Filistin’i kendi valileriyle yönetmeğe başlamıştı.

“Bu dönemde İsrâîloğulları içinde çeşitli gruplar görmekteyiz. Bun­lardan ‘FerisîLer’ Yahûdîliği şerî’at merkezli bir din olarak görmüşler ve şerî’atin kurallarını çok katı bir biçimde yorumlamışlardır. Din kurallarını toplumsal alanda ve yönetimde uygulamayan hükümdar Herod’a karşı çıkmışlardır. ‘Sadûkîler’ ise üst düzey din adamlarını oluşturuyorlardı.

Sadece Eski Ahid’in ilk beş Kitabını kabul etmişler, geleneği (rivayeti) reddetmişlerdir. Ceza hukukunu uygulamakta Ferisîlerden de ileri gitmiş­lerdir. Diğer bir grup olan ‘Zelotlar’ın bütün hedefleri, Yahûdî bağımsız­lığını yeniden kurmak olmuştur. Onlara göre yabancı egemenliğini kabul etmek ve onlara vergi vermek Allah’ı inkâr etmektir. Zelotların hareket tarzı, yabancıları ve yabancılarla işbirliği yapan Yahudileri öldürmek ve onlara baskınlar yapmak şeklinde belirmektedir. Bunun için de özel yöntem­ler geliştirmişlerdir. O dönemde mevcut bir başka grup ise ‘ Eseneler’dir. Evlenmiş, beyaz elbise giymiş, zâhid bir hayat yaşamış olan Eseneler, kendi aralarında bir yönetim oluşturmuşlardır. Ölü Deniz kıyısındaki Ku-mran Vadisinde kendine ayrı bir yerleşim bölgesi kurarak yaşayanların Eseneler oldukları düşünülmektedir.

“İsrâîloğullarının, Hz. İsâ’dan önce birkaç yüz yıl içinde yaşadığı olaylar ve onun dinsel, siyasal ve kültürel durumu bu şekilde özetlenebilir. İsrâîloğulları bu dönem içerisinde dayanılmaz yenilgiler görmüş, büyük acılar çekmiş ve derin bir kimlik sorunu ile karşılaşmışlardır. Bu acılarını, sorunlarını ve tepkilerini sözü edilen dönem içinde ortaya çıkan ve ‘Apokaliptik Edebiyat’ adı verilen bir mesaj biçimi ile ifadelendirmişlerdir. Bu, aslında İsrâîloğulları peygamberlerini taklîdeden bir teblîğ hareketidir. Ancak bu hareket, hiçbir zaman peygamberi bir karaktere sahibolacak kadar köklü olamamış, temel sorunlara inememiştir. Burada daha çok hâkim güçlerin egemenliği altında acı çeken bir toplumun refleks biçi­mindeki tepkilerini görmekteyiz. Mü’min bir Yahûdî, o gün şöyle düşü­nüyordu: İsrâîloğulları bu dünyâyı ve kâinatı yaratan ve her şeyi yöneten bir Allah’a inandığı halde yine dinsizlerin egemenliği altında ezilmektedir. Nasıl oluyor da Allah’ın yardımı bir türlü gelmiyor, O’na inanan kulların, yani Allah’ın egemenliği bir türlü kurulamıyor ve kâfir devletler inananları eziyorlar? Neden kâfirler egemen oluyorlar da, inananlar egemenlikten yoksun kalıyor? İsrâîloğullarının, o dönemde gündeminin merkezine dini siyasi egemenliği yeniden elde etme sorununu orturttuğu anlaşılmaktadır.

“Tarih içinde, toplumların, büyük hedeflerine ulaşamadıkları zaman, onlardan vazgeçmek yerine, onları idealize ederek gelecekteki bir vakte ertelediklerini görmekteyiz. Bu hedefler böylece toplumun umutlan olarak yaşatılmaktadır. İsrâîloğulları da bir türlü erişemediği siyâsî egemenlik hedefini, dünyânın sonuna yakın bir zamana kadar ertelemiştir. Apokaliptik Kitâblardan öğrendiğimize göre İsrâîloğullarının bu umudu, Allah’ın, yer­yüzüne bir gün müdahele etmesiyle ve sevgili çocuklarını zulümden kur-tarmasıyla gerçekleşecek, böylece İsrâîloğulları bütün başka toplumlara hakim olacaktır. İşte o zaman Allah’ın hükümranlığı kurulmuş olacaktır. Allah, hükümranlığını, sevdiği insanlar arasında seçeceği bir Mesih gön­dererek kuracaktır. Mesîh, ideal bir kişidir. O, bütün kötülükleri yeryü­zünden silecek, kâfirleri yok edecek ve Allah’ın hukukunu, yani Şerîati yeryüzüne egemen kılacaktır.

“İşte Hz. İsâ doğduğu zaman İsrâîloğullarının durumu böyle idi. Onlar, kendilerini yeryüzüne egemen kılacak, inanmayanları öldürecek ve Allah’ın hukuku olan Mûsâ şerî’atini bütün dünyâya uygulayarak Allah’ın hükümranlığını te’sis edecek bir Mesih (kurtarıcı kral) bekliyor­lardı.”

Hz. İsâ, Yahûdî inancındaki Mesîh (kurtarıcı kral) olarak ortaya çıkmış ise de Yahûdîler onu yalancı kabul edip onunla alay etmişler ve onun hakkında bu sıfatı alay maksadıyla kullanmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre İsâ’ya benzeyen birini, İsâ sanarak çarmıha germişlerdir. İsâ’nın ortadan kaybolması üzerine şâkirdleri İsâ’nın öldürüldüğünü ve cesediyle göğe kaldırılmış olduğunu, dünyânın sonunda tekrar gökten ineceğini çevreye yaymışlar veya bu inanç sonra gelen din adamları tarafından İsâ’nın havarilerine nisbet edilmiştir. Böylece Yahûdîlikteki Mesîh inancı, ad değiştirerek Hıristiyanlığa geçmiştir. İsâ’dan sonra Yahûdîler arasında birkaç Mesîh daha çıkmış ise de İsâ gibi onlar da el-Mesîhu’d-deccâl (aldatıcı, düzme Mesîh) veya el-Mesîhu’l-kezzâb (yalancı Mesîh) olarak nitelendirilmiştir.

46-51’nci âyetlerde Hz. İsâ’nın doğumu olayına, onun vasıflarına, mu’cize-lerine ve öğretilerinin özüne işaret edilmektedir. Burada ilginç olan bir husus,49’ncu âyette Hz. İsâ’nın: Ben sizin için çamurdan kuş gibi bir şey yaratırım, içine üflerim,

Allah’ın izniyle kuş oluverir” demiş olmasıdır, jii- (halk: yaratmak), aslında yoktan var etmek değil, takdir etmek, ölçü ve biçim vermek anlamındadır. Hz. İsâ’nın bu fi’li kullanmış olması, konuşma arasında bu sözü kullanmakta bir sakınca olmadığını gösterir.

Peygamberlikle görevlendirilen Hz. İsâ, Allah’ın emirlerini tebliğ etmiş. Peygamberliğinin kanıtı olarak mu’cizeler göstermiştir. Fakat ona inanan pek az olmuş, İsrâîloğulları onun peygamberliğini tanımamışlardır.

52- İsâ onlardan inkârı sezince: “Allah yolunda kimler bana yardımcı olacak?” dedi. Havariler: “Biz, Allah (yolun)un yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şâhid ol, biz müsl-ümanlarız.” dediler. 53- Rabbimiz, senin indirdiğine inandık, peygam­berlere uyduk; bizi şahitlerle beraber yaz!” 54- Tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi; çünkü Allah, herkesten daha iyi tuzak kurar. (Âl-i İmrân: 94/ 52-54)

İsrâîloğullannın kendisini tanımadıklarını ve tanımayacaklarını anla­yan Hz. İsâ, kendisine Allah yolunda yardımcılar, destekçiler aradı ve özel çömezleri olan havârîler, Allah yolunda ona yardım etmeğe söz verdiler ve müslüman (Allah’a teslîm olan kullar) olduklarını bildirdiler; Allah’tan kendilerini gerçeğin tanıkları olan peygamberlerle beraber kılmasını niyaz ettiler.

İsrâîloğulları ise İsâ’yi ortadan kaldırmak için tedbirler düşündüler, tuzaklar kurdular. 54’ncü âyet, onların bu plan ve tuzaklarına işaret etmektedir. Mekr bir şeyi yapmayı planlamak, tedbir düşünmek demektir. Genellikle yapılacak kötü şeyler gizli tutulduğundan mekr kötü iş düzenleme, planlama, tuzak kurma anlamında kullanılır. Fakat mekr, mutlaka kötü tedbir düşünmek anlamına gelmez. İyi tedbir düşünmeğe de el-mekru’l-hasen denilir. Bundan dolayı Allah, mekreden-lerin en iyisidir şeklinde nitelendirilmiştir.

Allah kurulan tuzağı, yapılan suçu benzeri bir ceza ile cezalandırır veya engeller. Suça, dengi bir cezanın verilmesine edebiyatta müşâkele denilir. Burada işlenen suç, tuzak kurmadır. Bunun cezası da o kurulan tuzağı etkisiz bırakacak daha üstün bir tuzak, yani tedbirdir.

Allah planlayıcıların, tedbir düşünenlerin en hayırhsıdır. Zira O’nun tedbirinin sonucu daima yaratıkların hayrınadır. İşin içyüzünü bilmeyenler, O’nun tedbirini bazen şer sanırlar ama aslında cezası dahi kendileri için hayırlıdır.

İsrâîloğullarının, kendisini kabul etmediklerini gören Hz. İsâ, gö­rüşlerini yayabilmek için kendisine yardımcılar aramış; havariler kendisine yardım edeceklerini va’detmişler. İsrâîloğulları ise, İsâ’yı ortadan kaldır­mak için çareler aramışlar ve onu çarmıha gerdirerek öldürmeyi plan­lamışlar. 54’ncü âyet, onların bu planlarına işaret etmektedir.

Hz. İsâ’nın Mu’cizeleri:

Onu İsrâîloğullarına (şöyle diyen) bir elçi yapacak: “Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim: “Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileştiririm; Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yeyip, ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanıcı iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır. (Âl-i İmrân: 94/49) âyetinde Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarına, Allah’ın izniyle çamurdan kuş şekli yapıp içine üfleyince onun kuş olacağını; körü ve alacalıyı iyileştireceğini; ölüleri dirilteceğini; gizli şeyleri haber vereceğini söyleyen bir elçi yapıldığı belirtilmektedir.

Âyette İsâ’nın, bunları yapacağını söyleyen bir elçi olduğu ifade edilir; fakat fi’len bunları yaptığından söz edilmez. Ancak Mâide Sûre­sinden, Hz. İsâ’nın, bu mu’cizeleri yaptığı anlaşılıyor:

5Maide suresi/110- Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni Rûhu’l-Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlara konuşuyordun; sana Kitâb’ı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu; körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyor dun; benim iznimle ölüleri (diriltip kabirlerden) çıkarıyordun ve İsrâîloğullarını senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler: “Bu açık bir büyüden başka bir şey değil!” demişti. 111-Havârîlere: “Bana ve elçime inanın!” diye vahy etmiştim (kalblerine bu düşünceyi atmıştım); “İnandık, bizim müslümanlar olduğumuza şahit ol!” demişlerdi. 112- Havariler demişlerdi ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” (İsâ): “İnanıyorsanız Allah’tan kor­kun!” dedi. 113- “İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalblerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bunu bizzat görenlerden olalım.” dediler. 114- Meryem oğlu İsâ da: “Allah’ım, Rabbimiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için (o gün) bir bayram olsun ve (o olay) Senden bize bir mucize olsun. Bizi rızıklandır, Sen rızık verenlerin en hayırlısısın!” dedi. 115- Allah buyurdu ki: “Ben onu sizin üzerinize indireceğim, ama sonra sizden kim inkâr ederse ben de ona dünyalarda hiç kimseye yapmayacağım azabı yaparım!” (Mâide: 110/110-115)

Âl-i İmrân: 94/49 ve Mâide: 110/110’da Hz. İsâ’nın, çocukluğundan beri çeşitli mu’cizelerle desteklenmesi, çocuk iken konuşabilmesi, ken­disine Kitâb-ı Mukaddes’in içeriği olan Tevrat ve İncil’in öğretilmesi, çamurdan kuş şeklinde yapıp üflediği şeyin canlı kuş oluvermesi, körü ve alacalıyı iyileştirmesi, çağırdığı ölülerin kabirlerinden kalkması gibi rau’-cizeleri yanında kendisinin, İsrâîloğullarının saldırısından da korunmuş olması anlatılmaktadır. Burada anlatılan mu’cizeler, mevcut İndilerde ve eklerinde çeşitli biçimlerde anlatılır. Demek ki Hz. İsâ’nın, bu tür mu’cizeler yaptığı, Hıristiyanlar arasında yaygındı. Kur’ân-ı Kerîm, onların bildiği, aralarında anlatageldikleri şeyleri kendilerine anımsatmaktadır. Mâide Sûresinde daha sonra havarilerin, kendilerine gökten bir sofra indirilmesini, Hz. isa’dan istemeleri, imânlarının iyice kökleşmesi ve Allah’ın kudretini açıkça görmeleri için bu istekte bulundukları; Hz. İsâ’nın da yüce Allah’tan, bir sofra indirmesini niyaz ettiği; Allah’ın da bu sofra indiği halde yine inanmayan olursa ona, dünyâda kimseye etmediği azabı edeceğini buyur­duğu anlatılmaktadır.

Burada Allah’ın, gökten sofra indirip indirmediği açıklanmamıştır, fakat sözgeliminden böyle bir sofranın indiği anlaşılmaktadır.

Abdullah ibn Abbâs’a dayanan bir rivayete göre İsâ Aleyhisselâm, İsrâîloğullarına va’zederken: “Eğer Allah için otuz gün oruç tutar, sonunda dilekte bulunursanız, Allah size dilediğinizi verir” demiş. Onlar da öyle yapmışlar ve Allah’tan, gökten bir sofra indirmesini dilemişler. Melekler gökten bir sofra getirmiş.

Müfessirler, muhakkak ki Hıristiyan kaynaklara dayanarak sofranın içeriği hakkında çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bir rivayete göre sofrada kızarmış, kabuksuz ve dikensiz balık, tuz, bakla, sirke, yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve kadîd(pastırma) varmış. Bir rivayete göre yedi yufka ekmek varmış. Orada bulunanların hepsi o sofradan yemişler. Râzî’nin kaydettiği rivayete göre İsâ Aleyhisselâm, gökten inen çıkını: “Bismillâhi hayri’r-râzikîn: Rızık verenlerin en hayırlısı Allah’ın adıyla” diyerek açmış. İçinde kılçıksız, kabuksuz balık varmış, balıktan yağ damlıyormuş. Balığın başında tuz, kuyruğunda sirke, çevresinde çeşitli sebzeler, beş tane de yufka ekmek varmış. Yufkalardan birinin üstünde zeytin, ikincisinin üs­tünde bal, üçüncüsünün üstünde yağ, dördüncüsünün üstünde peynir, be­şincisinin üstünde pastırma varmış. Havârî Şem’ûn (Simun):

Ey Allah’ın ruhu, bu, dünyâ yiyeceğinden mi, âhiret yiyeceğinden midir? demiş. İsâ:

Hiçbirinden değil. Allah’ın yüce kudretiyle seçtiği yemektir. İste­diğinizi yeyin, şükredin. Allah size daha fazlasını verir, demiş. Havariler:

Ey Allah’ın ruhu, demişler, bu mu’cizeden ayrı olarak bir mu’cize daha göstersen (iyi olmaz mı)? demişler. İsâ:

Ey balık, Allah’ın izniyle diril, demiş.

Balık canlanmış, deprenmiş. Sonra İsâ ona: – Eski haline dön! demiş.

Balık yine kızarmış haline dönmüş. Sonra sofra uçmuş. Bundan sonra İsrâîloğulları, isyan ettiklerinden dolayı maymunlara, domuzlara döndürülmüşlerdir.

Bu rivayetlerin hepsi uydurma şeylerdir. Ana konusu, İsâ’yi mu’-cizelerle yükseltmek, ona karşı çıkan Yahûdîleri de domuzlara, maymun­lara çevirmektir. Bunlar, Hıristiyanların, İsâ’yi çarmıha gerdiklerine inan­dıkları Yahudiler hakkında anlatageldikleri öykülerdir. Gerçi Kur’ân, Yahu­dilerden bir cemâatin meshedildiğini söylüyor ama meshedilenler, Cumar­tesi yasağını çiğneyen bir topluluktur.

Hz. İsâ’ya gökten sofra indiği de kesin değildir. Gerçi müfessirlerin çoğuna göre böyle bir sofra inmiştir ama sofranın içeriğini Allah bilir. Çünkü bu konuda sağlam bir hadîs yoktur. Katâde’ye göre de Allah’ın: “Sofra indikten sonra içinizden inkâr eden olursa ona hiç kimseye etmediğim azabı ederim!” uyarısı karşısında havârîler korkup bu isteklerinden vazgeçmişler, sofra inmemiştir.

Kur’ân’da anlatılan bu olay, bugünkü İncîllerde yoktur. Ancak İncîl-lerde Hz. isa’nın, buna benzer bir mu’cizesi anlatılır:

İsâ, beşbin kişilik bir topluluğa, beş yufka ve iki balık doğrayıp vermiş. Hepsi yemiş, doymuş, geri kalan artık ekmekler de oniki kufa, ya da yedi sele doldurmuş.

Resullerin İşleri Kitabının 10’ncu babında yine benzeri bir olay anlatılmaktadır:

‘Petrus lakabıyla çağırılan havârî Simun, Yafa’da iken acıktı, ken­disine cezbe geldi. Göğe baktı, göğün açık olduğunu ve büyük çarşafa benzer bir kabın, dört köşesinden asılı olarak yer üzerine indiğini gördü. Kabda dört ayaklı hayvanların, yerdeki sürüngenlerin, gökteki kuşların hepsinden vardı. Bir ses ona: ‘Kalk Petrus, boğazla ve ye!’ dedi. Petrus: ‘Hâşâ, yâ rab, ben asla necis veya kirli yemedim’ dedi. Ses ikinci kez: ‘Allah’ın temizlediğini sen kirletemezsin’ dedi. Bu, üç kere vaki oldu ve hemen göğe alındı.”

Bu olay Kur’ân’ın anlattığına benzese de onun aynı değildir. Bugün Kudüs’te hem müslümanların, hem de Hıristiyanların saygı gösterdikleri bir yer vardır ki Dâvûd Peygamber binası içinde bulunan bu yerin adı, Sofra Evi’dir. Bu da gösteriyor ki Hıristiyanlar, ya da onların bir bölümü, Hz. İsâ’ya ve havarilerine gökten bir sofra inmiş olduğuna inanıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile görüşen Hıristiyanlar, bu kanıda idiler. Kur’ân-ı Kerîm de onların bildiği bir şeyi onlara hatırlatmak üzere olaya kısaca işaret etmiş, fakat ayrıntıya girmemiştir. Çünkü Kur’ân’ın amacı, insanların bildiği bir şeyi kendilerine hatırlatıp öğüt vermektir.

İsâ’nın Teveffîsi(vefatı) ve Allah’a Yükseltilmesi:

4Nisa/57- “fiiz Allah’ın elçisi, Meryem oğlu İsâ Mesih’i öldürdük!” demelerinden ötürü (kendilerini yıldırım çarptı). Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat onlara, benzer (kuşkulu) gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu yakinen öldürmediler (onu öldürdüklerini kesin biçimde bilemediler). 158- Hayır, Allah onu kendisine yükseltti. Allah daima üs­tündür, hüküm ve hikmet sahibidir. 159- Andolsun, Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de O, (İsâ) onların aleyhine şahit olacaktır. (Nisa: 98/157-159)

Bu âyetlerde Yahudilerin, Meryem oğlu İsâ’yi öldürdüklerini iddia etmeleri reddedilmekte, onu öldürmedikleri, asmadıkları, fakat bu hususun (asmanın, çarmıha germenin) onlara şüpheli geldiği, astıklarını sandıkları, İsâ’yı kesin biçimde öldürmedikleri; Allah’ın onu kendisine yükselttiği; Kitâb ehli olan herkesin, ölümünden önce gerçeği öğreneceği, Kıyamet gününde İsâ’nın, onların aleyhine tanık olacağı belirtilmektedir.

: Onu öldürmediler ve asmadılar; fakat onlara, benzer (kuşkulu) gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler.”

İsâ hakkında ayrılığa düşenler, onun gerçek hayatını, olayın niteliğini bilmediklerinden , bu konuda kesin bir bilgiye sahibolmadıklarından dolayı onun hakkında çeşitli sözler söylemişlerdir. Kimi İsâ’nın asıldığını, kimi onun yerine başkasının asıldığını söylemiştir. Bu konudaki bilgileri kesin değil, kuşkuludur. İşte cümlesi, gerçi “Onlara benzer gösterildi” şeklinde terceme edilirse de aslında bu siyakta bu cümlenin, “bu mes’ele onlara kuşkulu yapıldı” şeklinde terceme edilmesi daha uygundur. Yani “Onlar bu konuda derin bir kuşku içindedirler, sözleri kesin bilgiye değil, zanna dayanmaktadır. Onu kesin biçimde öldürmediler” demektir.

İndilerde Hz. İsâ’nın şakirtlerine: “Bu gece hepiniz benim hakkımda kuşkuya düşeceksiniz” dediğini yazıyor. İşte âyette, İncil’deki bu söze işaret edilmektedir. Bizzat İsâ’nın çömezleri, onun hakkında kuşkuya düşe­ceklerine göre, olayı şişleyen zaman aşımından sonra gelenlerin kuşkuya düşmeleri gayet doğaldır. Zaten sonrakilerin kuşkusu, İsâ’nın kendi şakirt­lerinin kuşkusundan, onların olaya bizzat tanık olmamalarından kaynak­lanmaktadır.

Bugünkü dört İncîl ‘de İsâ’nın çarmıha gerilip daha sonra göğe kaldı­rıldığı, birbiriyle çelişik biçimlerde anlatılmaktadır. Bunları özetle gözden geçirelim:

Matta’ya göre İncîl ‘de İsâ, sakinleriyle beraber bir evde fısh yemeği yemiş, içlerinden birinin kendisini ele vereceğini söylemiş. “Fakat ben kıyam ettikten sonra sizden önce Galile’ye gideceğim” demiş. Öldürüle­ceğini haber veren İsâ, öldürülmemesi için du’â etmiş: “Ey Baba, eğer mümkünse bu kâse benden geçsin. Fakat benim istediğim gibi değil, senin istediğin gibi olsun.” demiş. İsâ’yi yakalamaya geldiklerinde bütün şa­kirtleri onu bırakıp kaçmışlar (26/56). İsâ, şahsen kendisini tanımayan başkâhinlerin (yargıçların) huzurunda yargılanırken uzaktan onu izleyen şakirdi Petrus, “İsâ’nın arkadaşı mısın, onu tanıyor musun?” diye soranlara üç kez İsâ’yi tanımadığını söylemiş (26/69-74). İsâ, yargılama sonunda vali Platus’a teslîm edilince onu ele veren Yahuda, kederinden kendini asmış (27/1-5).

Vali Platus, İsâ’yi iyi bir adam gördüğü için ona dokunmak istemediği halde halkın kargaşasından korkup İsâ’nın çarmıha gerilmesine razı olmuş. Askerler onu alıp saraya götürmüşler. Üzerine kırmızı bir kaftan giy­dirmişler, başına dikenden yapılı bir tac koymuşlar, sağ eline de bir kamış (çubuk) vermişler. Önünde diz çöküp “Selâm ey Yahudilerin kralı(!)” diye alay etmişler, üzerine tükürmüşler. Sonra onu Golyat’a götürüp çar­mıha germişler. Onunla beraber iki haydutu da, biri sağında biri solunda olmak üzere çarmıha germişler.

Altıncı saatten dokuzuncu saate kadar bütün yeryüzüne karanlık çökmüş ve dokuzuncu saatte İsâ: “Eli, Eli, lama sabaktanî: Allahım, Allahım, niçin beni bıraktın?” diye yüksek sesle bağırmış. Bir kez daha böyle bağırdıktan sonra ruhunu vermiş. Bunun üzerine depremler olmuş. Kabirler açılıp nice mukaddes kişilerin cesedleri kalkmış. Kabirlerden çıkıp İsâ’nın kıyamından sonra mukaddes şehre girmişler ve birçok kimseye görünmüşler. Bunu gören askerler İsâ’nın gerçekten Allah’ın oğlu olduğuna inanmışlar (27/45-56).

Akşam, İsâ’nın şakirdi Arimatealı Yûsuf, vali Platus’tan İsâ’nın cesedini istedi. Cesedi alıp, daha önce hazırladığı yeni kabre yatırdı. Kabrin kapısına bir taş yuvarlayıp gitti. Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem öte tarafta oturuyorlardı. İsâ’nın cesedinin çalınmaması için askerler bekliyorlardı. İsâ’nın defnini uzaktan görmüş olan Mecdelli Mer­yem ile Ya’kûb’un anası Meryem, tanyeri ağarmaya başlarken kabri ya­kından görmeğe geldiler. Birden bir deprem oldu, Rabbin meleği gökten inip kabrin taşını yuvarladı, taşın üstünde oturdu. Askerler korkudan ba­yıldılar. Melek, iki kadına korkmamalarını ve İsâ’nın orada olmayıp kalk­tığını söylediler: “Gelin, Rabbin yattığı yeri görün ve çabuk gidin, şakirt­lerine söyleyin. O, ölüler(arasın)dan kalkmıştır. Ve işte sizden önce Gali-le’ye gidiyor, orada göreceksiniz.” dedi.

İki kadın, olayı şakirtlere haber vermeğe giderken İsâ onların karşısına çıktı. Kabri bekleyen askerler, olayı başkâhinlere bildirince başkâhinler, olay yayıldığı takdirde kendilerinin güç duruma düşeceklerini, rezil ola­caklarını düşünerek olayı örtüp İsâ’nın cesedini, geceleyin şakirtlerinin çaldığını söylemelerini öğütlediler ve bunun için askerlere para verdiler.

Markos’a göre İncîl’in 13’ncü babında anlatılmaya başlanan olayda, askerlerin İsâ’ya erguvânî kaftan giydirdikleri yazılıdır (13/17). Markos İncilinde Yahuda’nın intiharından söz edilmez. Matta İncilinde İsâ’nın haça gerilme saati belirtilmemiş, sadece altıncı saatten dokuzuncu saate kadar bütün yeryüzüne karanlık çöktüğü anlatılmıştır (13/25-33). Markos İncîlinde ise İsâ’nın, üçüncü saatte haça gerildiği söylenmektedir.

Matta’da, İsâ’nın cesedinin kabre konulusunu uzaktan seyredenler Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem iken Markos’ta bunlar: Mecdelli Meryem ile Yoses’in anası Meryem’dir. Ertesi gün cesedi almak için gelenler de Matta’da Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem iken Markos’ta bunlarla birlikte Salome de gelmiş, fakat şafak vakti değil, güneş doğduğu zaman gelmişler (16/1-2).

Bu kadınlar kabre girmişler. Sağ tarafta beyaz kaftan giymiş bir gencin oturduğunu görüp şaşırmışlar, çok korkmuşlar ve kabirden çıkıp kaçmışlar. Halbuki Matta’da: bir deprem olmuş, gökten ışık gibi melek inmiş ve meleğin kendilerine güven vermesiyle kadınlar korkmamış ve kaçmamışlar, korkularından kimseye bir şey söylememişler. Oysa Matta ‘da şakirtlere gitmişlerdi.

Sonra haftanın ilk gününde kıyam eden İsâ, hayatta iken kendisinden yedi cin çıkarmış olduğu Mecdelli Meryem’e görünmüştür. Matta’ya göre iki kadına görünmüştü. Markos’ta ise sadece bir kadına görünmüş, o da gidip İsâ’nın şakirtlerine haber vermiş, inanmamışlar. Sonra İsâ, kırda, şakirtlerinden ikisine görünmüş. Onlar da ötekilere söylemişler. Fakat bunlara da inanmamışlar. Sonra sofrada yemek yerlerken onbinlere görün­müş ve kıyamına kadar inanmadıklarından ötürü onları kınamış ve onlara gidip İncîl ‘i yaymalarını emretmiş.

Luka’ya göre İncil’de ise vali Platus, İsâ’yı Hirodes’e göndermiş. Önce onu sorguya çeken Hirodes, ona renkli elbise giydirip tekrar Platus’a göndermiş (23/7-12). Luka’ya göre İsâ ile birlikte haça gerilen iki suçludan biri İsâ ‘ya hakaret etmiş, öteki ise bu yaptığından ötürü arkadaşını azarlamış, bu yüzden İsâ ona cennette kendisiyle beraber olacağını müjdelemiş (23/39-42).

Luka’da İsâ ‘nın kabrini gören kadınlar, iki değil, daha fazladır. Bunlar haftanın ilk günü seher vakti kabre gitmişler, kabrin taşını yuvarlamışlar (öteki İncîllerde taşı melek yuvarlamıştı. Burada kadınlar yuvarlıyorlar), kabre inmişler, İsâ ‘nın cesedini bulamamışlar. Şaşkın durumda iken parlak elbiseli iki adam görmüşler (Matta ve Markos’ta tek adam görmüşlerdi. Burada iki adam görüyorlar. Yine öteki İndilerde kadınlar adamı daha kabre inmeden, kabrin üstünde veya içinde görmüşlerdi. Burada kadınlar kabre inip cesedi bulamadıktan sonra adamları görüyorlar). Adamlar bunlara:

“- Niçin diriyi ölüler arasında arıyorsunuz? O burada değil, (dirilip) kalktı.” demişler.

Kadınlar da, gördüklerini onbinlere ve başkalarına anlatmışlar. Bu kadınlar: Mecdelli Meryem, Yohanna ve Ya’kûb’un anası Meryem ve başka kadınlar idi (24/2-10). Matta ve Markos’a göre İsâ, asıldığının ertesi günü sabahı kalkmış iken Luka’ya göre asıldığının üçüncü günü kalkmıştır. Diğer İndilerde İsâ’nın, üzerine gerileceği haçın, Kirineli Simon’a taşıttırıldığı yazılı iken Yuhanna İncilinde, İsâ’nın kendisine taşıttırıldığı yazılıdır (19/17).

Ayrıca Yuhanna İncilinde haça gerilme işleminden sonra Sabt günü olan ertesi gün, cesetler haçta kalmasın diye, gerilenlerden iki haydutun bacaklarını kırmışlar, fakat İsâ ‘yi ölmüş görünce bacaklarını kırmamışlar. Ancak askerlerden biri, İsâ’nın böğrüne mızrakla vurmuş, böğründen kan çıkmış (19/31-34).

Diğer İncîllerde İsâ’nın kabrine gelip taşı kaldırılmış gören veya kaldıran, fakat İsâ’nın cesedini orada bulamayan, melekle karşılaşan iki yahut daha fazla kadın olduğu söylenirken. Yuhanna İncîlinde yalnız tek kadın olup Mecdelli Meryem ‘dır (2/1-2).

İsâ’nın iki şakirdi gelip kabirdeki durumu gördükten sonra gitmişler. Fakat Meryem ağlayarak kabrin başında dururken kabrin içinde beyaz giysili iki melek görmüş. Onlardan İsâ’nın nereye kaldırılıp konduğunu sormuş. Birden arkasında İsâ’yi görmüş. Önce onu tanıyamamış, fakat İsâ, konuşmaya başlayınca tanımış. Gelip durumu şakirtlere söylemiş. Sonra İsâ, bazı şakirtlerine de görünmüş 2/6-31).

Görülüyor ki İsâ’nın çarmıha gerilmesi ve kabirden kalkması, İncîl­lerde başka başka ve birbirine ters biçimlerde anlatılmaktadır: Kimine göre İsâ’nın gerileceği haçı başkası taşımış, kimine göre kendisi taşımış. Kimine göre İsâ, çarmıha gerildiğinin ertesi günü kalkmış, kimine göre üçüncü günü kalkmış, kimine göre günün üçüncü saatinde, kimine göre altıncı saatinde çarmıha gerilmiş. Kimine göre gerilmeden önce vali Platus, onu Hirodes’e göndermiş, kimine göre göndermemiş. Kimine göre onun kabirden kaldırıldığını söyleyen meleği, yalnız bir kadın, kimine göre iki kadın, kimine göre de ikiden fazla kadın görmüş. Kimine göre bu melek bir tane, kimine göre iki tane imiş. Kimi İsâ’yi ele veren şakirdin intihar ettiğini söylüyor, kimi bundan hiç söz etmiyor.

Tanrı sözünde bu kadar tutarsızlık olmaz. İsâ’nın kabirden kalkmış olduğunu ilk gören, Mecdelli Meryem’dir. Hz. İsâ, hayatında bu kadından yedi cin çıkarmıştı. Demek ki bu kadın, cin çarpmış, aklî dengesi bozuk bir kadındı; normal bir kişi değildi. Eğer rivayetlerin bir gerçek yanı varsa bu kadın, yine bir cin gördü, gördüğü cin, ona İsâ biçiminde göründü. O zaten hayaller, cinler görüyordu. Cinle meleği birbirinden ayırdedecek ne bilgiye, ne de zekâya sahipti.

Gidip etrafa İsâ’yı gördüğünü söyledi. Hiçbir kültüre sahibolmayan ümmî şakirtler de İsâ ‘nın gerçekten öldürüldüğüne ve öldürüldükten sonra da kaldırılıp göğe çıkartıldığına inandılar. Bu inanç, böylece Hıristiyanlar arasına yayıldı.

Çarmıha gerilme olayı (eğer doğru ise) gece olmuştu. İsâ’yı yakala­mağa gelenler onu tanımıyorlardı. Askerler geldikleri zaman, bütün şakirt­leri isa’nın yanından kaçmışlardı. Sadece Petrus, çok uzaklardan onu seyretmiş, ama askerlerin İsâ’yı yakaladıklarını yakından görememişti. Demek ki İsâ’nın yakalanışını ve çarmıha gerilişini, onu tanıyanlardan hiç kimse görmemişti. Onu ihbar eden Yahuda da İsâ yakalandıktan sonra bir daha görülmemiştir.

İncîllerin anlatımından, vali Platus’un İsâ’yı sevdiği, onu korumak istediği anlaşılmaktadır. Nitekim Yahûdî kâhinlerine, bu suçsuz adamı asmak istemediğini, onun yerine başka birini asmaya razı olmalarını öner­mişti. Onlar ille onun asılmasını isteyince vali, İsâ’yı yakalayıp onun yerine bir başkasını İsâ diye çarmıha gerdirmiş olabilir. Nasıl olsa kâhinler ve askerler içinde İsâ’yı tanıyan yoktu.

Çarmıha gerildikten sonra İsâ’nın kabrine gidenler, onun cesedini görememişlerdi. Demek ki İsâ çarmıha gerilmemişti. Fakat onlar İsâ’nın mutlaka çarmıha gerilip öldürüldüğüne inandıkları için cesedini kabirde göremeyince İsâ ‘nın dirilip cesediyle birlikte göğe çıkartıldığına inandılar.

İsâ’nın şakirtleri, Taberiyye gölünde balıkçılık yapan kimselerdi. Öyle parlak zekâlı, bilgin kişiler değillerdi. Bir olayın bütün yanlan görülüp anlaşılmayınca özellikle ümmî insanlar arasında efsaneleştirme, olaya bir mu’cize niteliği verme eğilimi vardır. İşte İsâ’nın cesedinin kaldırılıp göğe yükseltilmesi inancı da olayın niteliğinin bilinmemesinden doğmuş­tur. Gerçi peygamberlerin mu’cizesi vardır ama ölen kimsenin dirilmesi ve cesediyle birlikte göğe çıkması da Kur’ân’da sunnetullah denen İlâhî yasalara aykırıdır. Bu söylediklerimiz, İsâ’nın öldürülmediğinin bir izah tarzıdır. Kur’ân ‘in anlatımına uygundur. Yine Kur’ân ‘in anlatımına uygun olan ikinci bir izah tarzı da şudur:

Hz. İsâ’yi öldürecek olanlar, onu tanımıyorlardı. İndilere göre otuz gümüş karşılığında İsâ’nın bulunduğu yeri haber veren şakirdi Yahuda İskaryot, askerlere: “Ben kimi öpersem, İsâ odur, onu yakalayın” diye işaret vermişti (Matta, bab: 26, cümle: 48). Barnaba İncilinde askerlerin, İsâ sanarak Yahuda İskaryot’u yakaladıklarını, çünkü onun İsâ’ya benzetil-diğini söylüyor (Fasl: 210, s. 309). Dört İncîlle Barnaba İncilinin birleştiği nokta, İsâ’yı yakalamağa gelenlerin, onu tanımadıklarıdır. Tanımadıklarına göre yakaladıkları şahsın İsâ olduğundan emin olamazlardı.

Hıristiyanlarca mu’teber İndilerden üçü, Yahuda’nın, yaptığına pişman olarak, İsâ’nın çarmıha gerilmesinden sonra kaybolup görün­mediğini söylüyor. Kimine göre İsâ, yakalanınca Yahuda üzüntüden kendi­sini asmış (Matta: 27/5), kimine göre de Yahuda İsâ’yı haber vermesi karşılığında aldığı paralarla bir tarla satın almış, baş aşağı düşüp ortadan çatlamış, bütün barsakları dökülmüştür (Resullerin İşleri: 1/18).

Bu rivayetler, İsâ’nın yakalanmasından sonra Yahuda’nın bir daha görünmediğinde birleşiyorlar. Ama onun âkibeti hakkında kesin bilgi yoktur. Gerçekten görünmemiştir, çünkü İsâ yerine o asılmıştır.Onu yakînen öldürmediler” âyetine; onlar, onu kesinlikle öldürme­diler, onu öldürmedikleri kesindir, şeklinde mânâ verilmiştir. Fakat siyaka daha uygun mânânın: “Onu öldürmeleri kesin değildir; sadece şekke daya­nır.” şeklinde olduğu kanısındayız.

M. Reşid Rızâ, bu konuda özetle şöyle diyor: “İsâ’ya çok benzeyen Yehuda, önce İsâ’nın saklandığı yeri para karşılığında askerlere haber verdi. Sonra bu yaptığına pişman oldu, vicdan azabından kurtulmak için kendisini İsâ diye tanıtıp asıldı. Hıristiyan kaynaklarında İsâ’yı haber veren Yehudâ’nın, İsâ’nın asılmasından sonra bir daha görülmeyip intihar ettiği rivayet edilir. Kendini İsâ diye tanıtıp askerlere teslim olması da bir çeşit intihardır.

Demek ki âyetin dediği gibi Allah, İsâ’ya ikram edip onu, düşman­larının elinden kurtarmış ve İsâ, gizlice başka bir ülkeye gidip normal hayatını yaşadıktan sonra vefat etmiş, vefatından sonra da ruhu, Allah katında yüce derecelere yükselmiştir.

Müfessirler, Hz. İsâ’nın kurtulduğunda ve kendisine benzetilen biri­nin asıldığında sözbirliği içindedirler. Yalnız yakalanmadan önceki olaylara ilişkin anlatımları, belki de dolaylı olarak İncîllerden aynen alınmıştır.

55-Allah demişti ki: “Ey Isâ, ben senin canını alacağım, seni bana yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları Kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” 56-“İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, âhirette de şiddetli bir şekilde azâbedeceğim, onların yardımcıları da olmayacaktır.” 57- İnanıp iyi işler yapanlara da (Allah), mükâfatlarını tam olarak verecektir. Allah zâlimleri sevmez. 58- İşte bu sana okuduğumuz, o âyetlerden ve hikmetli Zikir’dendir. (Âl-iİmrân: 94/55-58)

Bu âyetlerde, Allah’ın, sözgeliminden anlaşıldığı üzere, huzuruna varan İsâ’ya, kendisini teveffî edeceği, inkarcılardan temizleyeceği ve kendisine inananları, tâ Kıyamet gününe kadar onu inkâr edenlerin üstünde tutacağı; sonra huzuruna varacak olan insanlara, ayrılığa düştükleri konu­ların içyüzünü bildireceği; inkâr edenleri çetin azaba çarptıracağı; inanan­ların ödüllerini de tam vereceği; Allah’ın haksızları ve haksızlığı sevmediği belirtilmekte ve Hz. Muhammed ‘e okunanların, Kitabın âyetleri ve hikmetli Zikir olduğu vurgulanmaktadır.

(teveffî), dilde esas itibarıyla bir sayının, bir şeyin tam ve bol elması, bir işi tam yapmak, hakkını tam vermek anlamındadır. Sonradan can almak anlamında kullanılmıştır, hakkını verdi, demektir ruhunu aldı, demektir.(vefat) ölmek, ölüm anlamındadır.

55’nci âyetteki kelimesi üzerindeki görüşleri üç noktada toplayabiliriz: Teveffî: 1) ölüm anlamınadır, 2) uyku anlamınadır, 3) can almak (öldürmek) anlamınadır. Bu görüşleri açalım:

1) Alî ibn Ebî Talha’nın, Abdullah ibn Abbâs’tan aktardığı bir görüşe göre ” Ben seni öldüreceğim” demektir. Muhammed ibn ishâk’ın

meçhul bir kişi yoluyla Vehb ibn Münebbih ‘ten aktarımına göre, Allah İsâ’yı yükselteceği zaman üç saat, ya da üç gün öldürmüş, sonra diriltip yükseltmiştir (aslında Hıristiyanların inancı da böyledir). Bir kısım tefsîr-cilere göre de teveffî ölüm anlamındadır. Fakat âyette takdim ve te’hîr vardır. Birbirine bağlayan vâv tertîb değil, cem’ ifade eder. Âyetin takdîri: “Ben seni yükselteceğim, daha sonra öldüre-ceğim” şeklindedir.

Fakat bu görüş, tutarlı bir görüş olmaktan uzaktır. Çünkü edebî bir sözde, yapılan işler bir sıra ile anlatılır, gelişigüzel söylenmez. Meselâ “Sabahleyin kalkacağım ve çarşıya gideceğim ve elbisemi giyeceğim” denmez. “Sabahleyin kalkacağım, elbisemi giyeceğim ve çarşıya gide­ceğim” denilir. Eğer takdim ve te’hîri gerektiren edebî, ince bir nükte olursa o zaman takdim ve te’hîr yapılabilir. Burada takdim ve te’hîri gerektiren bir şey yoktur.

2) Teveffî’ nin uyku mânâsında kullanıldığını söyleyenlere göre, ki çoğunluk bu görüştedir- âyetin takdîri: şeklindedir. Yani: “Seni uyutacağım” demektir.

3) Teveffi’nin kabz (canını almak) anlamında kullanılmış olduğunu söyleyenler de âyete şöyle bir mânâ takdir ederler: “Ben seni ruhun ve cesedinle yerden alıp bana kaldıracağım.”

Müfessirlerden çoğunun kanâatine göre Hz. İsâ, ruhu ve cesediyle birlikte göğe yükseltilmiştir.

Bir kısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsâ’nın cismi değil, ruhudur. Burada “Seni bana yükselteceğim” hitabayla kasdedilen, Hz. İsâ’nın ruhudur. Çünkü rûh, insanın hakikatidir. Cesed, emanet elbise gibidir, artar, eksilir. Değişmeyen insanın ruhudur.

Bu görüş, âyetin ruhuna daha uygundur. Zira:

1) Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın yasasında değişiklik bulunmadığını söy­lüyor, İsâ’nın, cismiyle birlikte göğe yükseltilmesi, Allah’ın arzdan çıkan maddelerin tekrar arza dönecekleri (Tâhâ: 45/55) hakkındaki kesin yasasına aykırıdır. Madde, madde olarak ve doğasında bir değişiklik olma-dan, dış etkenler bulunmadan yukarı kalkmaz. Hiçbir beşere böyle bir şey olma­mıştır.

2) Gök ile kasdedilen, maddî gök ise bu, yıldızlardan ibarettir. Yani İsâ, şu yıldızlardan birine mi çıkarılmıştır? Eğer kasdedilen ma’nevî gök ise oraya cesed gitmez, rûh gider. Çünkü orası maddî değildir.

3) Kur’ân-ı Kerîm, İsâ ‘nın göğe yükseltildiğini değil, Allah’a yüksel­tildiğini söylüyor. cümlesi: “Allah, onu, göğe yükseltti” değil, “Allah onu kendisine yükseltti” anlamındadır. Göğe yükseltmek başka, Allah’a yükseltmek başkadır. Göğe yükselttiğini söylemek, Allah’a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa yüce Allah her yerdedir. İsâ’nın Allah’a yükselmesi için göğe çıkması gerekmez. Allah, göklerin de, yerin de Tanrısıdır. Yerde de vardır, gökte de. Öyle ise Allah’ı gökte imiş gibi düşünüp, Allah’a yükseltilen İsâ’nın göğe yükseltildiğini söylemek, âyetin ifadesine uymamaktadır. Öyle ise âyetin anlamı, İbn Cureyc’in dediği gibi, Allah’ın, İsâ’nın ruhunu yüceltmesi, sânını yükseltmesi, katında O’na değer vermesi demektir.

Yüce Allah, Hz. İsâ’yi saldırganların elinden kurtarmak suretiyle ma’nevî derecelere nail eylemiş, sânını yüceltmiştir. Nitekim ” Tâ Kıyamet gününe kadar sana uyanları, inkâr edenlere üstün yapacağım” âyetinden bu mânâ anlaşılmaktadır. Gerçekten İsâ’nın ümmeti, daima onu inkâr eden Yahûdîlere hakim ola­gelmiştir. Bu da onun, Allah katındaki şanının yüceliğini gösterir.

Müfessirlerin, ” Seni vefat ettireceğim, bana yükselteceğim.” âyetini, genellikle İsâ’nın göğe çıktığı şeklinde tefsîr et­melerinin başlıca iki etkeni vardır:

Bunların en önemlisi, Hıristiyanlar ve Yahûdîler hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni girmiş olan Yahûdî ve Hıristiyan âlimlerine başvur­maları ve onların söylediklerini tam gerçek kabul edip aktarmalarıdır. Diğer etken de İsâ’nın göğe çıktığı ve âhir zamanda yere inip Deccâl’i öldüreceği, haçı kıracağı ve İslâm şerîatiyle amel edeceği (onu uygula­yacağı) hakkında anlatılan bazı hadîslerdir.

Şimdi Hıristiyanların temel inancı olan İsâ’nın çarmıha gerilmesi hakkındaki düşüncelerini özetleyelim: Âdem yasak meyvayı yiyerek Al­lah’a âsi olunca onun bu günâhı soyunda devam edegeldi. Adem soyundan gelenler, hem kendi günâhlarından, hem de babaları Âdem’in günâhından ötürü cezaya müstehak oldular. Adalet ve merhamet sahibi Allah için, Âdem ve soyunda ortaya çıkan bu günâh yüzünden bir problem ortaya çıktı:

Âdem oğullarını cezalandırması rahmetine aykırı olacak, cezalan­dırmaması da adaletine aykırı düşecek idi. İşte Allah, Âdem’in bu yana hep rahmet ve adalet sıfatlarını bağdaştırmayı düşündü, düşündü, ancak bizim bulunduğumuz tarihe göre 1912 yıl önce rahmet ve adalet sıfatlarını bağdaştırmanın yolunu buldu.

Kendi nefsi olan oğlunu, çocuk şeklinde, bir kadının karnına koyacak, tam bir insan olarak dünyâya gelecek, insanlar gibi yeyip içecek, yaşayacak ve sonunda düşmanların zulmüne uğrayarak asılacak, böylece kendi nefsi olan oğlunu feda ederek insanlığı ezelî günâhından kurtaracaktı. Öyle yaptı. İşte İsâ’nın asılması, Allah’ın oğlunun, insanları ezelî günâhtan kurtarmak için kendini feda etmesidir.

Gerçekte Hz. İsâ’yı yakalayıp öldürmekle görevlendirilen askerler onu tanımıyorlardı. İsâ’nın havârîlerinden, İsâ’ya benzeyen birini İsâ sanıp yakalamış ve öldürmüş olabilirler. İsâ çarmıha gerilmemiş ve öldürül-memiştir. Bu hususta bugünkü Hıristiyanlarca kabul edilen dört İncil’in ifadesi birbirini tutmadığı gibi, Barnaba İncîlinde de Hz. İsâ’nın aşılmadığı, ona benzetilen birinin asıldığı kaydedilmektedir.

Allah onu kendisine yükseltti.” âyetinin benzeri, Âl-i İmrân Sûresinde de geçer. Biraz önce yazdığımız o âyetin açıklamasında belirttiğimiz gibi, teveffî kelimesi, diri olarak”alıp kaldırmak, yahut uykuda almak şeklinde tefsîr edilmişse de bunlar, kelimenin lügat anlamına uyma­yan, âyeti Hıristiyanların inancı istikametinde yorumlayan zoraki tefsir­lerdir. Abdullah ibn Abbâs, kelimeye doğru anlamını vermiş, “”Ben seni öldüreceğim” şeklinde açıklamıştır.

Taberî de İbn Cureyc’den şu tefsîri nakletmiştir: Onu yükseltmesi, onu alması ve kâfirlerden temizlemesidir. Yani âyetin kasdı, İsâ’yı, rûh ve cesediyle, yahut yalnız ruhuyla göğe yükseltmek değil; onu kurtarmak, şerefini, izzetini yükseltmektir. Nitekim Âl-i İmrân: 94/55’nci âyetinde de: “Seni öldüreceğim, bana yükselteceğim, sana uyanları, tâ Kıyamet gününe dek inkâr edenlerin üstünde tutacağım” buyurulması, Allah’a ref’in, İsâ’nın ma’nen yükseltilmesi, onur ve izzetinin artması anlamına geldiğini kanıtlar.

116- Ve Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Isâ sen mi insanlara ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki tanrı edinin’ dedin?” “Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek benim haddim değildir! Eğer demiş olsaydım, sen bunu bilirdin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız sensin, sen! 117- Ben onlara: ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin,’ diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen (yalnız) Sen oldun. Sen her şeyi görürsün. 118- Eğer onlara azâbedersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın); eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hüküm ve hikmet sahibisin!” 119- Allah buyurdu: “Bu, sadıklara, doğruluklarının fayda sağlayacağı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır.” Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük başarı budur! 120- Göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır. O, her şeye kadirdir! (Mâide: 110/116-120)

Mâide Sûresinin 116-120’nci âyetlerinde yüce Allah’ın, huzuruna varan İsâ ruhuna, insanlara kendisini ve annesini Allah’tan ayrı iki tanrı edinmelerini kendisinin mi emrettiğini sorduğu; İsâ ‘nın da hayatta olduğu sürece insanları, Allah’ın buyruğu üzere tek Allah’a kul olmağa çağırdığını; fakat kendisinin vefatından (canının alınmasından) sonra insanların neler yaptığını bilmediğini yüce Allah’a arz ettiği anlatılmaktadır. Cenabı Allah da Yüce Mahkeme’de sadece doğruların ödüllendirileceğini buyurmuştur. İbn Kayyim el-Cevziyye, peygamberlerin Allah’a karşı saygıları, edeb, niyaz ve du’âlarına örnek olarak Hz. İsâ ‘nın bu âyetlerde aktarılan sözlerini örnek vererek şu tefsiri yapmaktadır:

İsâ Aleyhisselâm, Allah’ın: “Ey Meryem oğlu İsâ, sen mi ‘Beni ve anamı Allah’tan başka iki tanrı edinin’ dedin? sorusu üzerine: “Ben de­medim” demiyor. “Söylemiş olsaydım, sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin. Ben sende olanı bilmem.” diyor. Sonra da Rabbini övmenin son sınırına vararak: “Gizlileri bilen yalnız sensin, sen!” diyor. Sonra büyük bir edeble, onlara yalnız tevhidi öğrettiğini belirtiyor: ” Ben onlara, sadece senin bana emrettiğin üzere, ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim” diyor. Ve hayatta iken onların yaptıklarını kontrol ettiğini, fakat vefatından sonra onları gözetleyenin yalnız Allah olduğunu, gerçek şahidin O olduğunu vurguluyor:’Ben onlann içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen benim canımı alınca onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeye tanıksın!” Daha sonra bütün insanların, inanan inanmayan herkesin Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın, dilerse kullarına azâbedeceğinî, dilerse de onları bağışlayacağını vurguluyor: “Eğer onlara azâbedersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın) eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen, dâima üstünsün, hüküm ve hikmet sahi­bisin!”

Sözlerinin sonunda: “Şüphesiz sen, dâima üstünsün, hüküm ve hikmet sahibisin!” denmesi, Allah’ın azaba da, affa da kadir, her şeyi sağlam, hikmetle, yerli yerince yapıcı olduğunu vurgulamaktadır. Bu, edebin en yüksek noktasıdır. Sonunda “Senbağışlayan, esirgeyensin” dememiş, “Sen azız, hakimsin!”diyerek Allah’ın mutlak gücünü ve hikmetini anmıştır. Çünkü bu sözü, kendisine kızmış olan Rabbin sorusuna yanıt olarak söylemektedir. Makam, suçtan kurtulma makamıdır. Bundan dolayı Allah’ın mutlak otoritesini hatırlamak ve anmak, şefkatini dilemekten daha uygundur.

Âl-i İmrân: 94/55’nci, Mâide: 110/117’nci âyetinde İsâ’nın bedeninin öldüğü, açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsâ’yi başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun ma’nevî derecesi, Allah’ın katına çıkan ruhudur. Zaten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür.

Görülüyor ki âyetlere göre Hz. İsâ’nın vefatı kesindir. Bu âyetleri, âhâd haberlerine dayanarak te’vîl etmek yerine bu hadîsleri te’vîl etmek daha doğrudur. Eğer bu hadîsler rivayet edildikleri şekilde gerçekten Hz. Peygamber tarafından söylenmiş ise, bunlardan şu mânâ anlaşılabilir:

İsâ’nın ruhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyametten önce bu rûh, yani İsâ ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadîsler­den, Hıristiyanların bir gün müslüman olacakları sezilebilir. Tabii bu, hadîslerin yüzde yüz Hz. Peygamber tarafından söylenmiş olduğu varsa­yımına göre böyledir. Merhum M. Hamdi Yazır da takriben bunu söyle­mektedir:

“… Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’ân’da zikredilmemişlerdir. Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük peygamberlerin, derece­lerine göre rûhânî semâda bekaları devam etmektedir ki bunlar da İbrâhîm âilesidir. İmrân ailesi de bunlardandır. İsâ’nın cesedi Allah’a kaldırılmış, fakat İsâ’nın ruhu da kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâîloğullarının su-i kasdı, hîlesi ile Hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsâ’nın ruhu, Mûsâ mâhiyetinde yaşamıştır. Bunun için mahvoldu zannedilen bir avuç tâbi’leri, bu ruhtan istifade ederek kısa bir zamanda Yahûdîlerin üstünde bir hayata kavuşmuşlardır. Ve nihayet Hz. Muham-med’in gelmesiyle hepsi, Muhammed’in ruhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra İsâ da diğer peygamberler gibi, Muhammed’in ruhu maiyyetindedir. Bir gün gelecek, ümmet-i Muhammed’in daraldığı bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan İsâ’nın ruhu ortaya çıkacak, Muhammed’in ruhu maiyyetinde hizmet edecek ve fakat Kıyametten evvel vefat eyleyecektir…

Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vîle göre İsâ’nın zamanı, insanların İslâm şerîatinin ruhuna bağlanacakları ve şekilleri bırakıp içleri ıslâh için İslâm şerîatinin özüyle amel edecekleri zamandır.” Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamber(s.a.v.)in, Mi’râc’da Hz. İsâ ve Hz. Yahya’yı, ikinci gökte görmüş olmasını, İsâ’nın ruhu ve cesediyle göğe çıktığına delîl gösterirler. Eğer Hz. Peygamber’in, Mi’râc’da gökte görmesi, Hz. İsâ’nın, cesediyle göğe çıktığına delîl ise, Hz. Yahya’nın ve diğer peygamberlerin de cisimleriyle göğe çıktığına delîldir. Çünkü Hz. Peygamber, öteki peygamberleri de çeşitli göklerde görmüş idi. Oysa hiç kimse, başka bir peygamberin ruhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir. Zaten bütün peygamberlerin ruhları yücelere, melekût âlemine yükselirler. Muhakkak ki Hz. Peygamber’in ruhu, en yüce melekût âleminde, en yüksek göktedir.

Çarmıha gerilme ve göğe kaldırılma inancı, eski dinlerden beri süre­gelen bir inançtır. Allah için kendini feda etme hikâyesi, çeşitli toplumlarda din kurucu ve liderlerine uyarlanmıştır. Binlerce yıldan beri süregelen bu inanç, Hz. İsâ ‘ya da uyarlanmıştır.

Bu inancın, mantığa sığar tarafı yoktur. Ve bu itikad, putperestlikten Hıristiyanlığa geçmiş bir inançtır. Zira Hinduizmde de insanlığın ezelî günâhından ve bunun kaldırılması için babasız dünyâya gelen Krişna’nın, kendisini feda ettiğinden, asılırken başında altın bir taç bulunduğundan söz edilir. Krişna, elleri ayakları delinerek (yani çivilenerek) asılmıştır. Hıristiyanlara göre de İsâ asılırken başında dikenden bir taç vardı. Eski Uzakdoğu dinlerinin birçoğunda elleri ayaklan çivilenerek asılmak sure­tiyle insanlığı ezelî günâhtan kurtaran bir din büyüğünden söz edilir ve bu adam, Allah’ın insan biçiminde bir görüntüsü kabul edilir.

Allah, adalet ve rahmet sıfatlarını bağdaştırabilmek için eğer Âdem’in yaratılışından, tâ 1999 yıl öncesine kadar düşünmüş de, ancak bu kadar uzun yıl sonra bir çare bulabilmiş ise demek ki O, hâşâ, uzun süre âciz kalmış, bir işin nasıl çözüleceğini bilememiştir. Hâşâ, Allah’a hiçbir ân, cahillik ve acizlik ilişemez. Allah, insanların günâhını affetmek için çocuk şekline bürünüp kadının karnına girmez. Bunlar acz belirtileridir. Ve insan şekline de girse Allah’ın aynı olan bu insanın öldürülmemesi gerekir. Hem Allah, insanları affetmek istedikten sonra ne diye böyle çareler düşünsün? Affe-diverir, yaptığından sorumlu değildir, dilediğini yapar.

Kaldı ki Âdem’in günâhından, zürriyetinin sorumlu tutulması da Allah’ın adaletine aykırıdır. Babanın suçundan oğlu neden sorumlu olsun? Çocuğun kabahati nedir? İslâm’a göre herkes kendi günâhından sorum­ludur, günâh ferdîdir. Babanın işlediği suçtan oğlu sorumlu değildir. Hiçbir günahkâr, diğerinin günâhını çekmez. Herkes kendi günâhını yüklenir, ondan hesaba çekilir.

İsâ’nın çarmıha gerilmesini kabul etmeyen Hıristiyan mezhepleri de vardır. Cerinthi ve Tatianos mezhebinde olanlar, asılmayı kabul etmezler. Tatianos, şarap içmeyi haram saydığı için Hıristiyanlar, onu sapık saymışlardır.

Şeyh Tantâvî, İsâ’nın çarmıha gerilmesi öyküsünün, bir Bâbil efsa­nesinden Hıristiyanlığa adapte edilmiş olduğunu, müslümanlığı kabul etmiş olan Lord Headly’nin “İkazu’l-ğarbi li’1-İslâm” adlı Kitabından naklediyor. Lord Headly, 1903-1904 yıllarında Alman Arkeologlar tarafından keşfe­dilen Asur yazısıyla yazılmış iki Bâbil yazıtından, Bill’in dramının, aynen İsâ dramına benzediğini şöyle tesbit ediyordu:

1) Bili esîr olarak götürülür. 1) İsâ da esîr olarak götülür.

2) Bili, tepedeki evde(mahkeme odasında) muhakeme edilir. 2) İsâ da başkâhinin evinde muhakeme edilir.

3) Bili, dövülür. 3) İsâ da sopa ile dövülür.

4) Bili, tepeye götürülür. 4) İsâ inleyerek çarmıha götürülür

5) Bili ile birlikte iki haydut da götürülür. 5) İsâ ile de iki haydut götürülür.

6) Bili tepeye (çarmıha) çıktığı zaman kent sarsılır, olaylar olur. 6) İsâ öldüğü zaman heykelin örtüsü parçalanır, yer sarsılır, kabirler (Beyti Makdis’e) çıkar.

7) Bili ‘in elbisesi alınır. 7) Askerler İsâ ‘nm elbisesini bölüşürler.

8) Bill’in kalbine saplanan mızrak vurulan çıkınca yaradan akan kanı bir kadın siler. 8) Böğrüne mızrakla İsâ’nın yarasından kan ve su çıkar. Mecdelli Meryem ile iki kadın gelip cesedi yıkar ve tahnit ederler (mumyalarlar).

9) Bili, güneşten ve ışıktan uzak olan cehennemi ziyaret eder. 9) İsâ, kayanın altındaki kabre tepenin altına iner, hayatını yitirir. girer, ölüler kısmına gider,

10) Askerler, tepedeki zindanda tutuklu beklerler. 10) İsâ ‘nın kabrini askerler Bili’i gözetlerler. 11) Tanrılar oturup Bill’e bakarlar. 11) Mecdelli Meryem ile öteki Meryem kabrin önünde otururlar. (Gelen melekler kabrin üstündeki kayaya otururlar.)

12) Bili, oturduğu her yerde aranır. 12) Kadınlar, özellikle Mecdelli Özellikle bir kadın onu “Âh kardeşim, Meryem, İsâ’yı aramak için kardeşim!” diyerek arar. Arka kapıdan kabre gelir. Kabrin önünde ağlayarak durur. Çünkü efendisini alıp uzağa götürmüş­lerdir.

13) Bili, ilkbahar güneşi gibi hayata döner, tepedeki kabirden çıkar. 13) İsâ da pazar günü hayata döner, sonra tepeden çıkar.

14) Babillilerde büyük bayram, Martta 14) İsâ’nın da bayramı, ılımlı ilkbahar zamanında olur. Asur yazıtlarını görünce müslüman olan Lord Headly şöyle diyor: “O zaman kürsülerden biricik kurtarıcımız olarak ilân edilen Hıristiyanlığın büyüklüğü nerede? Bu yazıtlardan anlaşılıyor ki bu hikâye, Mesîh ‘in ortaya çıkmasından bin yıl veya daha fazla bir zaman önce vardı. Demek ki bu boş hikâye, size ebedî hayata girme pasaportu vermez. Bütün bunlar, çocukları avutmak isteyenlerin hikâyesidir. İslâm şerîati, ruhsal yüceliğin; insanın şu dünyada yapacağı işlere bağlı olduğunu; ancak kendi eylem­leriyle kurtuluşa erebileceğini söylüyor. Hepinizin güzel ruhsal eylemler yapmanızı istiyorum. Bu, sizin için birtakım kâhin düşüncelerine saplan­maktan iyidir.”

M. S. ikinci yüzyılda yaşayan Hıristiyan rahib İbon: “Mesîh, Yûsuf ve Azrâ’dan doğdu. Fakat ne zaman ve nasıl ömrünü geçirdiğini bilmiyoruz” demiştir. Görülüyor ki Kur’ân’ın söylediği gibi, İsâ’nın aşılmadığını ifade eden Hıristiyan Kitâbları ve böyle inanan insanlar da vardır. Zaten hayatı pek bilinmeyen İsâ hakkında daha esrarengiz bir nitelik ve İsâ ‘nın şahsına kendisini, en büyük işkenceye katlanarak insanlığa feda edecek kadar insan sevgisi vermek için, eski dinlerden kalma çarmıha gerilme öyküsü, İsâ’ya yakıştırılıp bir inanç haline getirilmiştir.

Hz. Peygamber zamanında Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyen, okuyan, onun Hz. Meryem ve Hz. İsâ hakkında anlattıklarını duyan Hıristiyanlar, onun tam gerçeği ifade ettiğini ve İsâ’ya gelen kaynaktan geldiğini kabul edip ağla-mışlar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmişlerdi.Kur’ân, İsâ’nın aşılmadığını söylemektedir. Eğer onlar, İsâ’nın çarmıha gerilmiş olduğuna inansalardı, inançlarının tersini söyleyen Kur’ân’m vahiy ol­duğuna inanmazlar, itiraz ederlerdi. Onların Kur’ân’ı dinleyince ondan etkilenip İlâhî kaynaklı olduğuna inanmaları, o zaman da bu çarmıha gerilme olayına inanmayan Hıristiyanların varlığını gösteren kanıtlar­dandır.

Kur’ân-ı Kerîm’i İngilizceye çeviren George Sale, şöyle diyor: “Bazı kimseler, bu düşüncenin, Muhammed’in kendi icadı olduğunu sanırlar. Fakat yanılmaktadırlar. Onun zamanından çok önce bazı Hıristiyan mez­hepleri bu düşünceyi benimsemişlerdi. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında Basilidler, İsâ’nın öldürüldüğünü kabul etmemiş, onun yerine Simon’un öldürüldüğüne inanmışlardır. Bunlardan önce Cerinthiler, bunlardan sonra da Carpocrati’ler de aynı inanca sahibolmuşlardır. Photius, okuduğu Resul­lerin Seyahatleri adlı eserde gördükleri arasında şu cümlenin de bulun­duğunu yazıyor: İsâ çarmıha gerilmedi, bir başkası onun yerine çarmıha gerildi. Onun için, onu çarmıha gerenlere güldü’ (Photius, Bibi, Cod. 114,col.291).”

Bugün modern Avrupalı araştırıcılar, çarmıh olayının uydurmalığını ispat etmektedirler. Alman Ernest die Bons, Gerçek Hıristiyanlık, adını taşıyan eserinde (s. 42) çarmıha gerilme ve kendini feda etme sorunu hakkında söylenenler, Mesih’i görmemiş olan Paulos ve benzerlerinin icadıdır, gerçek Hıristiyanlığın esaslarından değildir, diyor. Mösyö Charl da şöyle diyor: “İsâ’nın asılması, tamamen uydurmadır. Çünkü Âdem oğullarından kurban kanı dökülmedikçe Allah’ın gazabı dinmez” şeklindeki eski inanca uymaktadır. Yahudiler, Yaratıcının gazabını dindirmek ve rızasını kazanmak için çocuklarını kurban olarak takdim ediyorlardı. Hattâ bazen insan kurbanının etini yer, kanını içerlerdi. Fakat İsrâîloğulları ara­sında peygamberler çıkıp bu çirkin geleneği yasaklayınca insan kesme yerine hayvan kurban edilmeğe başlandı. İşte İsâ’nın kurbanı (kendisini feda etmesi) inancının, bu eski gelenekle yakın ilişkisi vardır. Gerçekten İsâ’nın çarmıha gerilmesi, hayal ürünüdür. Başındaki taç ile çarmıha gerilmiş liderler tablosu, putataparlıktan Hıristiyanlığa kopye edilmiştir.

Âhir zamanda Hz. İsâ’nın ineceğine dair hadîsler:

Aynı inanç, bazı hadîsler yoluyla İslâmiyete de geçmiştir. Hz. İsâ’nın inip Deccâl’i öldüreceği, İslâm ümmeti arasında adaletle hükmedeceği hakkında birkaç hadîs rivayet edilmiştir. Bunların çoğu, Ebû Hüreyre’den nakledilir. Bazılarını zikredelim:

Buhârî, Müslim ve Tirmizî’de Ebû Hüreyre’den çeşitli yollarla şu hadîs rivayet edilir: “Nefsim, elinde bulunan Allah’a andolsun ki Meryem oğlu İsâ’nın aranıza âdil bir hakem olarak ineceği zaman yaklaşmaktadır. O zaman haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal o kadar bollaşacak ki onu kabul eden kimse bulunmayacak”. Bu hadîsin çeşitli rivayetlerinde fazlalık ve eksiklik vardır. Aynı anlamda bir hadîs, İbn Mâce ve İbn Hanbel ‘de de mevcuttur. Buhârîdeki rivayette şu fazlalık vardır: “Sonra Ebû Hüreyre: ‘Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de o, onların aleyhine şâhid olacaktır’ âyetini okuyun, demiştir.”

Ebû Dâvûd’da bulunan bir hadîste: “Meryem oğlu İsâ” Kıyametin 10 alâmetinden biri sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden söz edilmez. Tirmizî’nin rivayet ettiği iki hadîsten birinde Hz. İsâ’nın, Şam’da Ak Minare yakınına ineceği, ikincisinde de Deccâl’i Ludd kapısında öldü­receği ifade edilmektedir.

Müslim’in rivayet ettiği bir hadîste Rumlar, Şam ‘da A’mak’a, yahut Dâbik’a inmeden Kıyametin kopmayacağı anlatılır. Rumlar bu bölgeye gelince Medine’den çıkacak bir İslâm ordusu gelip bunlarla savaşacak, bu ordunun üçte biri bozulacak, üçte biri şehid düşecek, üçte birine de fetih nasîbolacak. Rumları yenen bu askerler, İstanbul’u fethedecekler. Orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını asmış vaziyette ganimetleri bölüştürür­lerken şeytân: “Mesîh sizin yerlerinize, evlerinize sahiboldu!” diye bağıracak. Bunlar Şam’a gelecekler, savaşmak için kılıçlarını düzeltirlerken namaz kılacaklar. Meryem oğlu İsâ inip onlara imam olacak, Allah’ın düşmanı (Deccâl), onu görünce, tuzun suda erimesi gibi erimeğe başlaya­cak. Allah onu İsâ ‘nın eliyle öldürecek. İsâ, mızrağının ucundaki Deccâl’in kanını müslüman askerlerine gösterecek.

Müslim’in rivayet ettiği, Deccâl’den söz eden bir hadîste de Meryem oğlu İsâ’nın geleceği, Allah’ın, onu Deccâl’den koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı, sonra Ye’cûc ve Me’cuc’un zuhur edip Taberiyye Gölüne doğru yürüyecekleri, İsâ ve adamlarının kuşatıla-cağı, sonra İsâ ve adamlarının dağdan yere inecekleri, yerde her şeyin bollaşacağı, nihayet Kıyametin kopacağı anlatılmaktadır.

Macdonald’ın derlemesine göre de İsâ’nın ineceğine dair, sonradan oluşturulan inanç, Beyzâvî tarafından şöyle özetlenir: Gökten Arz-ı Mukad-des’e inecektir. Elinde bir kargı ile, Afik denilen bir yerde ortaya çıkacak ve o kargı ile Deccâl ‘i öldürecek ve sabah namazında Kudüs’e gelecektir; İmam kendi yerini ona vermek isteyecek, fakat o kabul etmeyecek ve imâmın gerisinde Peygamber ‘in şerîatına uyarak namazını kılacaktır. Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır. Sinagogları ve kiliseleri yıkacak ve kendisine inanmayan bütün Hıristiyan lan öldürecektir (nşr. Fleischer, II. 241).

Lafızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadîslerin, mâ­nâlarında da bir birlik yoktur. Çünkü birinde İsâ zuhur edince çok bolluk olacağı, Deccâl’i öldüreceği belirtilirken ötekinde İsâ ve adam-larının, Ye’cuc ve Me’cuc tarafından kuşatılacağı, bir süre çok darlık çekecekleri söylenmektedir. Gerçi bunların hepsinde de İsâ ‘nın ineceği ifade edilmiştir ama, iniş safhaları birbirinden farklı anlatılmaktadır.

İsâ’nın, bütün sinagogları ve kiliseleri yıkacağı ifadesi de Hac Sûre­sinin: “Eğer Allah’ın bazı insanları diğer bazılarıyle savunması olmasaydı, içlerinde Allah’ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı. (Fakat Allah, bazı insanları güçlendirerek, onlar vasıta­sıyla, mii’min kullarını savunur. Kendisine inananlar ile, isminin anıldığı mabedleri korur.) Allah, kendi(dini)ne yardım edene elbette yardım eder.”

âyetine aykırıdır. Ayette Allah’ın koruduğu ve kullan vasıtasıyla savun­duğu, Allah’ın adı anılan ma’bedleri İsâ nasıl yıkar? Aslında âyete göre İsâ’nın, bu ma’bedleri koruyanların başında olması gerekir.

Ayrıca bu rivayetlerde müslümanların kılıçlarını düzelteceklerinden söz edilmektedir. Bu, 14 asır önceki savaş silâhını ifade eder ama Deccâl ‘in çıkacağı Kıyamete yakın zamanların silâhını ifade edemez. Herhalde modern çağlarda müslüman askerler, silah olarak kılıç değil, modern silah­lar taşırlar. Eğer bu askerler kılıç taşıyan askerler ise, bu çağların değil, asırlar öncesinin askerleridir. Eğer bu askerler Kıyamete yakın zamanların askerleri ise, kılıç taşımaları ifadesi, hayatın gerçeklerine uymaz.

Ayrıca bu istikbal haberleri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilme­yeceği hakkındaki âyetlere aykırıdır.

İsâ’nın ineceğine inanmak, itikadî bir mes’eledir. İ’tikad, şekk üzerine kurulmaz, yakîn üzerine kurulur. İsâ’nın göğe çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin bilgi) ifade edecek bir haber yoktur. Bu konudaki rivayetlerin hepsi âhâd haberlerinden ibarettir. Kaldı ki İsâ’nın ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i Beyt’ten, Mehdî adında âdil bir imamın ge­leceğine dair anlatılan rivayetlere çok benzerlik gösterir ki, Mehdî hak­kındaki rivayetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu rivayetler, mütevâtir olmadığı gibi meşhur bile değildir. Hadîsçiler katında sahîhin altında bir derece olan hasen hadîs kabul edilmiştir. Kesinlik ifade etmeyen bu hadîslerle i’tikad kurulamaz.

Kur’ân-ı Kerîm’de İsâ’nın öleceği ve Enbiyâ: 73/34’ncü âyette Hz. Muhammed’den önce hiçbir insana ebedî yaşama verilmediği, ondan öncekilerin hepsinin öldüğü; Hz. Muhammed ‘in de bir gün öleceği belirtil­diğine göre İsâ’nın öldüğüne inanmak gerekir. Ancak İsâ, genelde Hıristi­yanların sandıkları gibi öldürülmemiş, asılmamış, Allah onu Yahûdîlerin şerlerinden kurtarmıştır. Yahûdîler, İsâ’ya benzettikleri birini İsâ diye asmışlardır. Hz. İsâ da onların gözlerinden kaybolup emin bir yere gitmiş ve orada normal bir şekilde vefat etmiş, ruhu da göklere (cennete) yük­selmiştir.

İsâ’nın ineceğine ve İslâm şerîatıyla amel edeceğine dair hadîsler, eğer doğru ise şöyle te’vîl edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça kendisi ma’nen yaşamaktadır. İsâ’nın fikriyatını Yahûdîler öldüreme-mişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, Yahûdîliğe egemen olmuştur.

Onun ruhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, ma’nen Hz. Muhammed’in fikriyatını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar görünürde Hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensub-olacaklardır. Yahut bunların, tamamen Hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a dön­meleri de muhtemeldir.

Nitekim XX. asrın sonunda Avrupa’da İslâm’ın sesi yavaş yavaş duyulmaya başlamıştır. Afrika ve Amerika’da müslümanlık sür’atle yayıl­maktadır. İslâm’ın anlaşılmasına engel olan, onun hüviyetini değiştirerek, çarpıtarak Avrupalılara anlatan misyonerler, yeni yetişen tarafsız bilim adamlarının çabalarıyla yavaş yavaş bu tutumlarından vazgeçmeğe başla­mışlardır. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı takdirde Avrupa’da ve dünyânın her yanında hakim duruma geçeceğinde şüphe görmüyoruz.

Bu hadîslerde servetin çok artacağı, zekât verilecek kimsenin bulun­mayacağı, insanların tam bir barışa kavuşacakları ifade edilmektedir. Belki birbirlerine yaklaşan, fikren ilerlemiş insanlar, sorunlarını dövüşle değil, görüşmelerle çözümleyecekler, artık eskisi gibi birbirlerine saldırmayacak, barış içinde kardeşçe yaşayacaklardır. Zaten İslâm’ın ruhu da barış ve kardeşliktir.

Henüz böyle bir düzen uzaklarda ise de eski yıllara göre insanların, birbirlerine daha çok yaklaştıkları, birbirlerini daha iyi anlamaya başla­dıkları da bir gerçektir. Belki Birleşmiş Milletler Örgütü, gittikçe güçlenip dünya ulusları arasında tam ve âdil bir hakem rolü oynar, uluslararası ilişkilerde adalet, barış ve huzur sağlanır.

İsâ’nın gökten ineceğine benzer bir inanç da Şîîlere göre ortadan kaybolan onikinci imamın, âhir zamanda çıkıp tam adaleti kuracağı şeklinde kendini göstermektedir. Şimdi kabrinden kaybolup bir gün adaleti kurmak üzere yeryüzüne inecek olan İsâ ile, ortadan kaybolup bir gün yine aynı ülküyü gerçekleştirmek üzere ortaya çıkacak olan Muntazar İmam inancı, hemen hemen birbirinin aynıdır. Değişik olan sadece isimlerdir.

Ehl-i Sünnet arasında da Mehdî inancı vardır. Fakat Mehdî, son zamanda Evlâd-ı Resûl’den yani Peygamber soyundan yetişen bir zatın, İslâm’ı yayacağı, imansızları yok edeceği şeklindedir. Kaybolmuş, ya da göğe çıkmış bir insanın, asırlar, belki binlerce yıl sonra ortaya çıkması veya inmesi değildir. Bu tarzdaki mehdî inancında akla aykırı bir şey yoktur. Mehdî, hidâyete götüren, doğru yola ileten kimse demektir. Bu anlamıyla her çağda İslâm uğrunda mücâdele veren ihlâslı liderlere mehdî gözüyle bakılabilir. Ama Resulullah neslinden yetişecek asıl mehdî ne zaman gelir, onu bilemeyiz. Eğer rivayet doğru ise, ortaya çıkacak olan böyle bir zata, bütün müslümanların birden bey’at edip inanacakları da şüphelidir. Çünkü nice büyük din liderleri, ihlâslı insanlar çıkmıştır ki birçok müslüman ona inanmak, onu desteklemek şöyle dursun, ona cephe almış, onunla savaşmıştır. Eğer mehdî, her çağda yetişen din liderleri, İslâm için mücadele veren önderler değil de son zamanlarda yetişecek bir tek kişi ise, o geldiği zaman ona inanıp destek olanlara Allah güç versin.

Şunu da belirtmemiz gerekir ki İslâm’da âhâd haberiyle itikad sabit olmaz. Bizim gökten İsâ’nın inmesine, yahut ortadan kaybolmuş imamın çıkmasını, ya da mehdinin gelmesini beklemeğe ihtiyacımız yoktur. Bu inançlar, kesinlik ifade etmeyen bazı haberlere dayanır. Biz, ne Mehdî’yi inkâr ederiz, ne de mutlaka gelecektir, diye kesin hüküm belirtiriz. Çünkü âhâd haberiyle inanç kesinleşmez. İslâm, Kıyamete kadar bakî olan son dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını feda etmeğe hazır olan her müslüman, İsâ’dır, imamdır, mehdidir. Mehdî, insanları doğru yola sevk eden müslüman âlimdir. Mehdî’nin anlamı budur.

Diyelim ki bugün İsâ geldi, kendisinin İsâ olduğunu söyledi. Acaba ona kim inanır? Ne Hıristiyanlar inanırlar, ne de müslümanlar. İnsanlar, kolay kolay yerleşmiş inançlarını bırakmazlar. Gelecek olan İsâ, Hıris-tiyanları müslümanlığa da’vet etse, sanki bütün Hıristiyanlar dinlerini bırakıp hemen İslâm’a girerler mi? Evvelâ onun İsâ olduğunu kabul etmezler. Ona hakaret ederler, iftiralar atarlar. Müslümanlar da ona inanmazlar. Nitekim kendisini İsâ veya Mehdî olarak takdim eden bazı kişiler çıkmış, bunlar, keramet şeklinde görülen bazı istidrâclar da göstermişler, kendilerine inanan müslümanlar da olmuş, fakat müslümanların çoğunluğu bunları reddetmiştir. Bunun en büyük örneği, 470/1340 tarihinde Nahcivan’da doğan Fadlullah Esterâbâdî; 1235/1819 tarihinde Şîrâz’da doğan ve 1267 /1850 de Tebriz’de kurşuna dizilen Bab (Mirza Alî Muhammed Seyyid) ve 1246-1256/1830-1840 da Hindistan’da doğup, 1326/1908’de ölen Ahmed Kadiyânî’dir. Bunların üçü de kendilerinin, Hz. Muhammed(s.a.v.)in geleceğini haber verdiği İsâ, Sâhib-i Zemân, Mehdî olduklarını söylemişler, kendilerine inananlar da olmuş, ama müslümanların büyük çoğunluğu, bunlarla mücadele etmiştir. Bahâ’îlik ve Kadiyânîlik ile hâlâ mücâdele edilmektedir.

Bir de şâhidolduğum bir olaya işaret edeyim: 1979 Hac mevsiminde, Cehîmân isimli bir Suud’lu, taraftarlarıyla birlikte Ka’be’yi işgal edip mehdîliğini ilân etti. Bunları kuşatan Suud askerleriyle bu mehdî adayı ve adamları arasında çıkan karşılıklı silah atışmalarında, Ka’be’de mahsur kalan birçok hacı öldü. Sonunda bunlar yakalanıp, hatırladığım kadarıyla Cehîman’la birlikte 60 yandaşı Suud’un çeşitli kentlerinde idam edildiler: Kılıçla kafaları kesildi. Demek ki insan çıkıp kendisini İsâ, Muntazar İmâm veya Mehdî diye tanıtmakla herkes ona hemen inanmaz. O halde İsâ veya Mehdî beklemeğe gerek yoktur. Biz, İslâm’a içtenlikle hizmet eden, ihlâslı, İslâm’ı iyibilir liderler etrafında birleşip İslâm’a hizmet etmeğe, onun buyruklarını hakim kılmağa çalışalım. Bizim üzerimize farz olan budur. Allah İslâm’ı gönüllerimize ve dünyâya egemen kılsın!

Oniki İmâm ve Oniki Halîfe Sorunu:

Allah, İsrâîloğullanndan söz almıştı. İçlerinden oniki başkan göndermiştik. Allah demişti ki: “Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekâtı verirseniz; elçilerime inanır ve onlara yardım eder ve Allah’a güzel borç verirseniz (Allah için yoksullara sadaka verirseniz, yahut ihtiyacı olanlara Allah için ödünç para verirseniz), elbette sizin günâhlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim nankörlük ederse, düz yoldan sapmış olur. (Mâide: 110/12)

Bu âyette, Allah’ın, İsrâîloğullarından söz aldığı ve içlerinden 12 nakîb çıkardığı; namazlarını kılıp zekâtlarını verdikleri, elçilerine inanıp onları destekledikleri; Allah’a güzel borç verdikleri takdirde günâhlarını örteceği ve onları altından ırmaklar akan bahçelere koyacağını; ama buna rağmen nankörlük edenlerin, doğru yolu sapıtmış olacaklarını bildirdiği anlatılmaktadır.

Nakîb: bir şeyi araştıran kimse demektir. Toplumun tavır ve hareket­leriyle ilgilendiğinden ötürü lidere nakîb denilir. Tevrat’ın Sayılar Kitabının bir ve ikinci bablarında Yahûdî kabîleleri ve bunların başkanları anlatıl­maktadır. Allah’ın hikmetine bakınız ki İsrâîloğullarının başına on iki nakîb tayin edilmişti. Akabe gecesinde de Allah’ın Elçisi’ne, Medîne’li oniki nakîb bey’at etmiştir. Bunların üçü Evs, dokuzu Hazrec kabîlesinden idi.

Buhârî ve Müslim’de rivayet edilen bir hadîse göre Allah’ın Elçisi (s.a.v.): “İnsanları oniki kişi yönettikçe işleri düzgün gider. buyurmuştur.

İbn Kesîr şöyle diyor: “Bu hadîs, hak ve adaleti yerine getirecek oniki halîfenin varlığını müjdelemektedir. Bunların birbiri ardınca gelme­leri gerekmez. Bunların dördü, birbiri ardınca gelmiş olan Ebûbekir,Ömer, Osman, Alî’dir. Allah kendilerinden razı olsun. Bilginlere göre hiç kuşkusuz Ömer ibn Abdi’1-Azîz de bunlardan olduğu gibi Abbâs oğullarından bazıları da bunlardandır. Bunların velayetleri (iktidarları) tamamlanmadıkça Kıya­met kopmaz. Hadîslerde geleceği müjdelenen Mehdî’nin de bunlardan olduğu anlaşılmaktadır. Mehdî’nin adının, Hz. Peygamber (s .a .v.)in adına, babasının adının da Peygamber’in babasının adına uyacağı (aynı isimleri taşıyacakları); cevr ve zulüm ile dolmuş olan dünyâyı hak ve adaletle dolduracağı zikredilir. Ama Mehdî, Râfızîlerin, yaşadığını ve Samerrâ sirdâbından ortaya çıkacağını sandıkları gibi Muntazar İmâm değildir. Çünkü böyle bir şeyin aslı yoktur. Bu, onların kıt akıllarının hevesi, zayıf hayallerinin vehmidir.

“Bu oniki halîfe de, Râfızîlerin inandığı oniki imâm değildir. Bu inanç da yine onların cehaletinden ve kıt akıllarından doğmuştur. Tevrat’ta İsmâ’îl Aleyhisselâm soyundan oniki büyük kişinin çıkacağı müjdelenir. İşte bunlar, İbn Mes’ûd ve Câbir ibn Semure’nin zikrettiği hadîste haber verilen oniki halîfedir. Yahûdîlikten İslâm’a dönmüş bazı câhiller, kendi­lerinin yanına varan bazı şî’îlere, İsmâ’îl soyundan gelecek oniki büyük kişinin, oniki imâma işaret olduğunu söylemişler, o câhilleri dinleyen çok kimse de, cehaletleri yüzünden şî’î olmuştur.”

Gerçekte şî’îlerin Muntazar İmâm, Sunnîlerin de mehdî inancı, Hıris­tiyanların, halen yaşadığına inanılan ve bir gün yeryüzüne ineceği beklenen İsâ inancından kaynaklanır. Çünkü ölmediği, maddî bedeniyle göğe çıktığı, binlerce, belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde kaldıktan sonra yeryü­züne ineceği sanılan İsâ ile, Muntazar İmâm aynıdır. Yalnız isim değişmiş, İsâ yerine Şî’îler Muntazar İmâmı koymuşlardır. Sünnîler de Mehdî ile İsâ’yı beklemektedirler. Azerbaycana seyahatimizde, şimdi Şeyhu’l-İslâm olan, o zamanki Şeyhülislâm mu’âvini Paşazade Hacı Allahaşükür’e:

Böyle hayalî bir şeye ne diye inanıyorsunuz? dediğimde:

Halkın birleşmesi, inançlarının diri ve canlı kalması için buna inanmalarında yarar vardır. Yoksa ben de bilirem ki bir insan, asırlarca yaşamaz, yanıtını vermişti.

Şfîlerin bu inancı hayal ürünüdür ve Hıristiyanlıktan, müslümanların arasına sızmıştır. Aslında ümmet içinde oniki halîfenin olacağını bildiren hadîs de itikada mesned olacak sağlamlıkta değildir. Buna benzer bir rivayet de özellikle sûfî çevrelerinde yaygındır: “Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim karakteri üzerinde, yedi kişi Mûsâ karakteri üzerinde, üç kişi Isâ karakteri üzerinde, bir kişi de Muhammed (s.a.v.) karakteri üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendileridir.” Bu son hadîsin devamında belirtildiğine göre: Bunlar ile yağmur yağdırılır, Allah bunlar vasıtasıyla belâyı savar ve bunlar yüzü hürmetine insanları rızıklandırır.

Şevkânî, son hadîs hakkında: “Ahmed ibn Hanbel’in, Kitâbu’z-Züh-d’ünde, bu hadîsin sahih olduğu söylenmektedir” diyorsa da ben göz attığım Kitâbu’z-Zühd’de bu hadîse rastlayamadım, herhalde dikkatimden kaçmış olmalıdır. Şevkânî’nin, derlediği görüşlerden, hadîsin sahih olduğu düşün­cesi ağırlık kazanmakta ise dekanâatimize göre bu ve benzeri hadîsler Kur’ân’ın tevhîd inancına ve gaybı Allah’tan başka kimsenin bilmeyeceğini vurgulayan Kur’ân âyetlerine aykırıdır. Kişi haberleri üzerine itikad kuru­lamaz. Tâ Kıyamete kadar sürecek uzun zaman içinde sadece oniki halîfenin geleceği, akla uygun değildir.

Ayrıca her yüzyılda bir müceddid geleceğini bildiren hadîse de aykı­rıdır. Her yüz yılda bir müceddid gelse, Kıyametin ne zaman kopacağı belli olmadığına göre müceddidlerin sayısı onikiyi çok geçer. Şimdi 1420’nci.Hicret yılındayız. Allah’ın Elçisi’nden bu yana ondört asır geçti. Demek ümmet içinde ondört müceddid yetişti. Bu müceddidler, ümmetin velîleri sayılırlar. O halde ümmetin işlerini adaletle yönetecek olanları oniki ile sınırlamak gerçeklere uygun görünmüyor.

Âyette, zaman içinde İsrâîloğullarının başına oniki lider geleceği değil, Mûsâ zamanında oniki kabîleye ayrılmış olan İsrâîloğullarının her kabilesinin başında bir lider bulunduğu bildirilmektedir. Nitekim ” Biz onları (Ya’kûb’un oniki oğlundan gelen) oniki torun kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ ya: ‘Asanla taşa vur!’ diye vahyettik. Taştan oniki gözefişkırdı. Her kabile içeceği yeri bildi. (Ayrıca) Üzerlerine bulutla gölge yaptık ve onlara kudret helvasıyle bıldırcın eti indirdik: ‘Size ver­diğimiz güzel azıklardan yeyinV {dedik). Ama onlar {saptılar, haksızlık ettiler. Böylece onlar) bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmedi­yorlardı.” âyeti de İsrâîloğullarının oniki kabileye ayrıldığını bildirmek­tedir. İşte bu kabilelerden her birinin başına bir lider geçirilmiştir. Gelecekte oniki imam, ya da oniki halîfe çıkacağına işaret sayılan âyet, gerçekte oniki İsrâîloğlu kabilesinin başında bulunan kabile başkanlarını anlatmak­tadır. Âyetin gelecekle bir ilgisi yoktur. Sonra İsrâîloğullarından söz eden âyetin, bu ümmetin geleceğine uygulanmasının mantığını anlamak güçtür. İşte maalesef birçok insan bu tür hayallerle uğraşmış, durmuştur.

Andolsun,Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de O, (İsâ) onların aleyhine şahit olacaktır.” (Nisa: 98/159) âyeti üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır:

Bazılarına göre (4j)deki zamir, Hz. Muhammed ‘e, kelimesin­deki zamir de Kitâb ehli olan her insana gider. Bu takdirde mânâ: Kitap ehlinden her fert, ölümünden önce Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanacaktır, şeklinde olur.

Bazılarına göre de deki zamir, İsâ ‘ya gitmektedir. Bu takdirde mânâ: Kitâb ehlinden her fert, Kur’ân ‘in İsâ hakkında anlattığı gerçeklere inanacak, fakat ye’s halindeki bu îmân, yarar sağlamayacağı için İsâ, Kıyamet gününde onların aleyhine tanık olacaktır.

Diğer bazılarına göre de âyetin anlamı şöyledir: Dünyanın sonunda İsâ gökten inince Kitâb ehlinden her fert, ona inanacaktır.

Birinci mânâ mümkün değildir. Çünkü Kitâb ehlinden her ferdin Hz. Muhammed’e inanmış olması olanaksızdır. Zira Hz. Muhammed’den önce yaşamış olan Kitâb ehli insanlar, onu görmemiş, bilmemişlerdir ki ona inansınlar. Oysa “Kitâb ehlinden her fert” deyimi, geçmiş ve gelecek bütün Kitâb ehli bireylerini kapsar. Zira da ehl, nefy yerinde nekiredir, genel ifade eder.

Üçüncü mânâ da mümkün değildir. Zira daha önce ölmüş olan Kitâb ehli insanlar, dünyânın sonunda yeniden gelecek İsâ’ya nasıl inansınlar? İnanmak için onun devrinde veya ondan sonra yaşamaları gerekir. Henüz gelmemiş olan İsâ’nın, geleceğinden sonraki çağrısına, ondan çok önce ölmüş olan insanların inanması mümkün değildir. Bu görüşlerin sahipleri, İsâ’nın ineceği hakkındaki rivayetler doğrultusunda âyeti bu tür yorumlara zorlamışlardır. Oysa bu rivayetler, bu âyeti tefsir için söylenmiş değildir. Hadîs mecmualarının hiçbirinde bu âyet hakkında böyle bir tefsîr nakle-dilmemiştir. Âyette İsâ’nın ineceğine dair hiçbir işaret yoktur.

Tek ma’kul görüş, ikincisidir. Yani âyetin anlamı şudur: Kitâb ehlin­den hiçbir fert yoktur ki ölmezden önce, İsâ’nın Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inanacak olmasın. Kitâb ehlinden her fert, ölmezden önce gözünden perde kalkınca, Kur’ân’ın, İsâ hakkında söylediklerinin gerçek olduğunu, yani onun, Allah’ın oğlu değil, kulu ve elçisi olduğunu anlar. O zaman insan, gerçeğe inanır ama artık inanmanın yarar sağlamasına zaman ve fırsat kalmamış, iş işten geçmiş olur. Ancak ye’s halinden önceki îmân, insana yarar sağlar.

“Her ümmetten, (inançlarının bozukluğuna) bir şâhid, seni de bun­ların aleyhine şâhid getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?” âyetinin haber verdiği üzere Kıyamet günü her peygamber kendi ümmetinin, ken­disinin tebliğ ettiği dinin hakikatlerine uyup uymadığına tanıklık edeceği gibi, Hz. İsâ da kendi ümmetine tanık olacak, onların kendisi hakkında uydurdukları, gerçeklere aykırı inançların, kendi tebligatına uymadığına dair onların aleyhine tanıklık edecektir. Yani inanç ve davranışları, âhirette, peygamberin getirdiği dinin orijinali ile karşılaştırılacak; hangi söz ve işlerin, kendi tebligatına uyduğunu, hangilerinin uymadığını Peygamber orada açıklayacaktır, ” Kıyamet günü de o, onların aleyhine tanık olacaktır” cümlesi bunu ifade etmektedir.

Peygamberlerin Misyon Birliği:

Andolsun, Musa’ya Kitabı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsâ ‘ya da açık deliller verdik ve onu Rûhü’l-Kudüs ile destekledik. (Bakara: 92/87)

“Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, Jsmâ’îl’e, Ishâk’a, Ya’kub’ ve torunlar(ın)a indirilene, Mûsâ ve isa’ya verilene ve (diğer) peygam­berlere Rableri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz Allah’a teslim olanlarız” deyin. (Bakara: 92/136)

84- De ki: “Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmâ’îl’e, ishâk’a, Ya’kub’a ve sıbtlara, (Ya’kûb oğullarından türeyen kabilelere) indirilene; Musa’ya, İsâ’ya ve peygamberlere Rab’leri tarafından verilene inandık; onlar ara­sında bir ayırım yapmayız, biz O’na teslim olanlarız.” 85- Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır. (Âl-i İmrân: 94/84-85)

92/136, 94/84-85’nci âyetlerde de Hz. Muhammed(s.a.v.)e, hiçbir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inandığını ve yalnız Allah’a teslîm olduğunu söylemesi emrediliyor ve İslâm’dan başka bir dinin makbul olmadığı vurgulanıyor.

İslâm, kişinin özünü Allah’a teslîm etmesi, yalnız O’na kulluk edip O’nun buyruklarına boyun eğmesi demektir. İmân ise Allah’a ve O’nun buyruklarına inanmaktır. Bütün peygamberlerin dininin özü İslâm(Allah’a teslîm olma, yalnız O’na tapma, O’ndan başka İlâh tanımama)dır. Allah’a teslîm olmaya aykırı bir din makbul değildir. Allah’a ortak tanımak, O’nun çocuğu olduğunu söylemek, yahut Allah ile kullan arasında aracılar bulunduğunu, Allah’a ibâdet ve du’â ederken o aracıların adını da anmak ve onlar vasıtasıyla Allah’a gitmek gerektiğini söylemek islâm’a aykırıdr. Bu bakımdan İslâm’dan başka bir din arayan, böyle bir dine giren kimsenin davranışı reddedilir; o kimse âhirette büyük ziyana uğrar.

İşte biz o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu isa’ya da açık deliller verdik ve onu Rûh’ul-Kudüs ile destekledik. Allah dileseydi onların arkasından gelen milletler, kendilerine açık deliller gelmiş olduktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler, onlardan kimi inandı, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi, bir­birlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapar. (Bakara: 92/253) âyetinde de Allah’ın, Meryem oğlu İsâ’ya beyyineler (peygamberliğini ispatlayan kanıtlar, mu’cizeler) verdiği ve onu Kutsal Rûh’la desteklediği belirtilmektedir.

Biz peygamberlerden, (verdiğimiz elçilik görevini yapmak ve hak dine davet etmek hususunda) kuvvetle ahidlerini almıştık, senden, Nûh’dan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan, (evet) onlardan sapasağlam söz almıştık. (Ahzâb: 97/7) âyetinde Allah’ın, bütün peygam­berlerden olduğu gibi, Meryem oğlu İsâ’dan da kesin söz aldığı belirtil­mektedir.

Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyetük. Nitekim İbrahim’e, İsmâ’îl’e, İshak’a, Ya’kûb’a, sıbtlara (Ya’-kûb oğullarına) İsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Harun’a, Süleyman’a da vah-yetmiş ve Davud’a da Zebur’u vermiştik. (Nisa: 98/163) âyetinde de diğer peygamberlere vahyedildiği gibi İsâ’ya da vahyedildiği vurgulanmaktadır.

Dinde Aşırılık ve Teslîs (üçleme):

Zamanla, aşırılık yüzünden Hıristiyanlar arasına yerleşen Üçleme gibi tevhide aykırı inançlar, aşırılık ve egoizmden kaynaklanan inanç mezhepleri, bölünmeler hakkında Hıristiyanlık, Dinde Aşırılık ve Teslîs maddelerine de bakınız.

3/59- Allah yanında isa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir: Onu, topraktan yarattı, sonra ona “Ol” dedi, artık olur. 60- (Bu,) Rabbinden gelen gerçektir. Öyle ise kuşkulananlardan olma. 61- Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartış­maya kalkarsa, de ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden lanetle dua edelim de, Allah’ın lanetini yalancıların üstüne atalım!” 62- İşte (Isâ hakkındaki) gerçek kıssa (öykü) budur. Allah’tan başka tanrı yoktur. Allah, elbette aziz (mutlak gâlib) ve hikmet sahibidir. 63- Eğer dönerlerse, muhakkak ki Allah, bozguncuları bilir. (Âl-i İmrân: 94/ 59-63) âyetlerinde de İsâ’nın babasız yaratılmasının, Adem’in topraktan yaratılması gibi, Allah’ın “Ol” emriyle vukubulmuş bir olay olduğu vurgulanmakta ve İsâ hakkında bu anlatılanlara inanmayıp yine onun, Allah’ın oğlu veya Allah’ı oluşturan üç elemandan biri olduğu gibi inançlarda ısrar edip Peygamberle tartışmaya kalkışanlar, (la’netleşme)ye çağrılmaktadır:

Mübâhele, bir tartışmada tarafların, yalan söyleyen kim ise ona Allah’ın la’net etmesini dilemeleridir. Daha sonraki âyette bu anlatılanların gerçek bir öykü olduğu; Allah’tan başka tanrı bulunmadığı vurgulanmakta; bu kadar kanıttan da yüz çevirirlerse Allah’ın, bozguncuları bildiği vurgu-suyla hak söze karşı direnenler uyarılmaktadır.

3/79- Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitâb, hüküm (hikmet) ve peygam­berlik versin de, sonra (o kalksın) insanlara: “Allah’ı bırakıp bana kullar olun” desin; fakat: “Öğrettiğiniz Kitâb ve okuduğunuz şeyler gereğince Rabba halis kullar olun!” der. 80- Ve size: “Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin!” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size inkârı emreder mi? (Âl-i İmrân: 94/79-80)

94/79’ncu âyette geçen rabbani, kendini Allah’a vermiş, Allah’ı bilen kimse demektir. Kelimenin aslı rabbî’dir. kelimedeki elif nûn fazlalığı, bu niteliğin yani Rabba bağlılığın fazlalığını gösterir. Saçı çok alana şa’rânî, sakalı uzun olana lihyânî dendiği gibi Rabbi çok bilen, O’ndan çok korkan kimseye de rabbani denilir. Müberrid’e göre rabbâniyyûn bilgili insanlardır. Tekili rabbânVdir. Rabbani, ilme sâhibolup hikmeti öğreten ve kavmi düzelten kimsedir. Elif nûn abartma içindir: Reyyân, atşân, uryân gibi. Sonra buna nisbet yası eklenmiştir.

İbn Zeyd’e göre rabbânî, insanları eğiten velîdir. Ebû Ubeyd’in kanısına göre bu kelime Arapça değil, ya İbrânîce veya Süryânîcedir. Doğru olan da budur. Çünkü Kitâb-ı Mukaddes’te de bu terim geçer. İster Arapça, ister İbranî yahut Süryânîce olsun, rabbânhi, bildiğini uygulayşan, hayrı öğreten, doğru yola yönelten insan demektir

Âyetlerde Allah’ın Kitâb ve hikmet verdiği hiçbir peygamberin, insanları kendisine kul yapmağa, köleleştirmeğe çalışmayacağı; melekleri ve peygamberleri Allah’tan ayrı tanrılar edinmeyi de emretmeyeceği; zira islâm’ı getiren peygamberlerin, böyle küfür inanç ve eylemlerini emret­mesinin mümkün olmadığı; insanlara sadece gönülden Allah’a bağlanıp O’na kulluk etmelerini söyleyeceği vurgulanmaktadır.

Bu âyette, Uzeyr(Azrâ)yi Allah’ın oğlu sayan Yahudilerin, İsâ’yı Allah’ın oğlu sayan Hıristiyanların inancına dokunma vardır.

Yahudiler: “Uzeyr, Allah’ın oğludur.” dediler. Hıristiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur.” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. (Sözlerini,) Önceden inkâr etmiş(olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar? Hahamlarını ve rahiblerini Allah’tan ayrı rabler edindiler, Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine yalnız tek Tanrı olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tevbe: 113/30-31) âyetlerinde de Yahudilerin Uzeyr’i, Hıristiyanların da Mesih’i Allah’ın oğlu diyerek tanrılaştırdıkları kınanmaktadır.

“Allah,ancak Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler küfre gitmişlerdir. De ki: “Öyle ise Allah, Meryem oğlu Mesih ‘in, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helak etmek istese, Allah’a karşı kimin elinde bir şey var?” Göklerde, yerde ve ikisinin arasında bulunan her şey O’nundur. O, dilediğini yaratır, Allah, her şeyi yapabilendir. (Mâide: 110/17)

5/72- Andolsun,”Allah, ancak Meryem oğlu Mesih ‘tir.” diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demişti ki: “Ey İsrâîloğulları, benim Rabbim ve sizin Rab-biniz olan Allah’a kulluk edin. Zira kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki, Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir; zalimlerin yardımcıları yoktur!” 73- “Allah, üçün üçüncüsüdür.” diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa yalnız bir tek tanrı vardır, başka tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere acı bir azâb dokunacaktır. 74- Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan af dilemiyorlar mı? Allah bağışlayandır, esirgeyendir. 75- Meryem oğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey değildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğruydu. İkisi de yemek yerlerdi. (Yaşamak için yemeğe muhtaç olan nasıl tanrı olabilir?) Bak, onlara nasıl âyetleri açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) çevriliyorlar!? 76- De ki: “Allah’ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeğe gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işiten, bilendir (O’na tapmanız gerekmez mi?).” 77- De ki: “Ey Kitâb ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoğunu da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın!” 78-İsrâîloğullarının nankörlerine, Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lanet edilmiştir. Çünkü (onlar) isyan etmişlerdi ve saldırıyorlardı. 79- Yaptıkları kötülükten vazgeçmiyorlardı. Ne kötü işler yapıyorlardı! 80- Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Gerçekten nefisle­rinin, kendileri için yapıp gönderdiği ne kötüdür (ki o yüzden) Allah onlara gazabetmiştir ve azâbda sürekli kalacaklardır. (Mâide: 110/72-80)

Mâide: 110/17 ve 72’nci âyetlerde İsâ’ya Allah diyenlerin kâfir oldukları, onun Allah’ın oğlu değil, bir insan oğlu ve Allah’ın elçisi olduğu; Allah’tan başka hiç kimsenin bir başkasının zararını kaldırama­yacağı, du’âsını kabul edip dileğini yerine getiremeyeceği; Allah’tan baş­kasına yalvarmanın hiçbir yarar sağlamayacağı; Meryem oğlu Mesih’in de insanlara, kendisini ve annesini Allah’tan ayrı tanrılar edinmelerini değil, Allah’tan başka Tanrı olmadığını, sadece Allah’a kulluk etmelerini öğütlediği belirtiliyor.

110/73-80’nci âyetlerde Allah’ın, üçün üçüncüsü olduğunu söyleyenlerin de kâfir ol­dukları, onun, bir Tanrı elçisinden başka bir şey olmadığı vurgulanarak, Kitâb ehline hitaben aşırılıkları bırakmaları, Allah’a yakışmayan sözler söylememeleri, kendileri şaşırmış, başkalarını da şaşırtmış kimselerin yolunda gitmemeleri emrediliyor.

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İsâ’dan söz ederken “Meryem oğlu Mesih” der. Bu ifade, Hıristiyanların sandıkları gibi İsâ’nın, “Allah’ın oğlu” değil, insan oğlu olduğunu anlatmak amacını taşır. Mâide: 75’nci âyette Meryem de “sıddîka” olarak nitelendirilmektedir. Bu da ona hâşâ yapılan fuhuş isnâdlarını red anlamını taşır. Yahudiler onu “fuhuş ve fücur” ile yererken, Hıristiyanlar onu “Allah’ın, karnına girdiği bir varlık” saymışlardır. İsâ Allah’ın kulu ve elçisi ve bir yaratılış mu’cizesidir. Annesi Meryem de dürüst, namuslu bir kadındır. Oğlunu günâh yoluyla değil, Allah’ın gön­derdiği meleğin üflemesiyle kazanmıştır.

De ki: “Ey Kitap ehli, dininizde haksız yere aşırı gitmeyin ve önceden sapmış, birçoğunu da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir toplumun keyiflerine uymayın!” (Mâide: 110/77)

Bu âyet de Kitâb ehli Hıristiyanların aşırılıklarına temas etmekte ve onlara, dinde aşırı gitmemelerini, yoldan şaşmış, birçoğunu da şaşırtmış bir topluluğun keyiflerine uymamalarını emretmektedir.

İsâ’nın Kutsal Rûh’la Desteklenmesi:

Andolsun, Musa’ya Kitâb’ı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsâ’ya da açık deliller verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs’le destekledik. Ne zaman ki bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldürüyordunuz? (Bakara: 92/87)

Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni Rûhu’l-Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitâb’ı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu; anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun; benim iznimle ölüleri (diriltip kabirlerden) çıkarıyordun ve İsrâîloğullarını senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler: ‘Bu açık bir büyüden başka bir şey değil!’ demişti.” (Mâide: 110/110)

Bu âyetlerde Hz. İsâ’nın, Rûhu’l-Kudüs’le desteklendiği belirtilmek­tedir, İsâ’yı destekleyen Ruhu’I-Kudüs’ün ne olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır. Kimi bunun, Allah’ın ruhu olduğunu, kimi Allah’ın ism-i a’zamı olduğunu, kimi İncîl olduğunu söylemiştir. Ama en kuvvetli görüşe göre Rûhu’l-Kudüs, Cebrâîl aleyhisselâm’dır. Çünkü “De ki: inananları sağ-lamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Rûhu’l-Kudüs, Rabbinden hak ile indirdi âyetinde Kur’ân’ın Rû­hu’l-Kudüs tarafından indirildiği bildirilmektedir. Kur’ân’ı indiren Cebrâîl olduğuna göre demek ki İsâ’yı destekleyen Rûhu’l-Kudüs de Cebrail’dir.

İşte Hz. İsâ, Cebrail aleyhisselâm tarafından desteklenmişti. Gerçi diğer peygamberler de Cebrâîl tarafından desteklenmiştir ama Hz. İsâ’nın onunla ilişkisi daha fazla olduğundan, burada özellikle Hz. İsâ’nın onunla desteklendiği belirtilmiştir. Meryem Sûresinde belirtildiği üzere Hz. İsâ’nın babası yoktu. O, Cebrail’in, Meryem’e üflemesinden ibaret bir doğuş mu’cizesidir. İşte Hz. İsâ’nın, hayata gelmesine sebebolan Rûhu’l-Kudüs’le İsâ Aleyhisselâm arasındaki bu yakın ilişkiyi belirtmek üzere onun, Rûhu’l-Kudüs’le desteklendiği, özellikle belirtilmiştir.

Onların ardından, yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsâ’yı gönderdik ve ona, içinde yol gösterme ve nûr bulunan, önündeki Tevrat ‘ı doğrulayan, korunanla için yol gösterici ve öğüt olan İncîl ‘i verdik. (Mâide:110/46)

Sonra bunların peşinden ard arda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa ‘yi da onların ardına kattık; ona İncil’i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet (duygusu) koyduk. İcâdettikleri rahbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için (onu kendileri icâdettiler) fakat ona gereği gibi de uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da yoldan çıkmışlardı. (Hadîd: 112/27)

112/27. âyette, Allah’ın, önceki peygamberlerin ardından, Meryem oğlu İsâ’yı peygamber olarak görevlendirip ona İncîl ‘i verdiği; ona inanıp onun izinde gidenlerin gönüllerine şefkat ve acıma duygusu koyduğu; kendilerine farz kılmadığı halde, Allah’ın rızâsına ermek için kendilik­lerinden rahbanhk icâdettikleri; fakat koydukları bu ibâdet yöntemine tam anlamıyla da uymadıkları belirtilmekte; Allah’ın, bunlar içinde gerçek mü’minlerin ecrini (ödülünü) verdiği; fakat çoklarının yoldan çıktıkları vurgulanmaktadır.

İcâdettikleri rahbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah’ın rızâsını kazanmak için kendiliklerinden uyguladılar ama ona gereği gibi uyma­dılar.” cümlesinde iki mânâ muhtemeldir. Sa’îd ibn Cübeyr ve Katâ-de’ye dayanan birinci tefsîre göre mânâ şöyledir: “Onlar bu rahbanlığı, Allah’ın rızâsına ermek amacıyla ortaya çıkardılar. Biz bunu onlara farz kılmadık.” İkinci tefsîre göre de mânâ şöyledir: “Biz onların ortaya çıkardığı bu rahbanlığı onlara, sırf Allah’ın rızâsına ermeleri için yazdık (farz kıldık).”

Bu âyette, Hz. Peygamber dönemindeki Hıristiyanların durumu anla­tılmaktadır. Onlardan kimi şefkatli, merhametli, gerçekten Hıristiyanlığın ruhunu benimsemiş samîmî, dindar; rahbanhk denen, kendini ibâdete verme, dünyadan el etek çekme prensiplerine bağlı kimselerdi. Bunlar Arap-ların gelip geçtikleri yollar üzerinde bulunan kiliselere, manastırlara çekil-miş, ibâdetle meşgul insanlardı. Buralardan geçen Araplar bunların durumlarını gıpta ile izlerlerdi. Fakat böyle samîmî dindar Hıristiyanların yanında birçoğu da dinin ruhundan uzaklaşmış, dünya tutkusuna kapılmış kimselerdi.

Rahb kökünden fa’lân vezninde masdar olan rahbân, korkmak, rahbâniyyet, aşırı Allah korkusundan ötürü Allah’a son derece ibâdet etmek demektir. Râ’nın dammıyla ruhban ise, rahibin çoğuludur. Dinini kurtarmak için dağlara çekilip ibâdetle meşgul olan insanlara râhib den­miştir. Bunlar kaba elbise giyer, insanlardan uzak yaşar, mağaralarda ibâdetle meşgul olurlardı.Kök anlamından anlaşılacağı üzere rahbâniyyet, kendini tamamen ibâdete vermek, korku ve saygı ile Allah’a ibâdet etmek, ibâdet için yalnız başına bir kenara çekilmektir.

Âyette Hıristiyanlardan bazılarının, Allah’ın rızâsına ermek için kendilerini tamamen ibâdete verdikleri, oysa Allah’ın, onlara böyle yapma­yı emretmediği, ancak Allah’ın rızâsına ermek için bu yöntemi koydukları, fakat bunun gereklerine de tam uymadıkları; Allah’ın, onlar içerisinde gerçekten inanmış olanları ödüllendireceği, fakat çoklarının yoldan çıktığı belirtilmektedir.

Bu samîmi dindar Hıristiyanlar, Hadîd Sûresinden önce inmiş bulunan Mâide Sûresinin 82-85’nci âyetlerinde de benzeri bir üslûb ile övülmekte; bunların, şefkatli, sevecen, Allah sevgisi ile gönülleri yumuşamış, duygulu insanlar oldukları vurgulanmaktadır.

Kur’ân’ın Övdüğü dindarlara Peygamber Aleyhisselâm da saygı göstermiş; gerek kendisi, gerek halîfeleri, askerlere, böyle ma’bedlerde ibâdete çekilmiş din adamlarına dokunmamalarını emretmişlerdir.

Bu konuda ayrıntı için Rahbânlık maddesine bakınız. Zekeriyâ, Yahya, İsâ ve İlyâs’a da (yol göstermiştik). Hepsi iyilerden idi. (En’âm: 55/85) O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve isa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: dini doğru tutun (Allah’ın birliğine inanın ve O’nun gönderdiği hükümlere teslim olun. Hurafeler karıştırıp dini boz­mayın) ve onda ayrılığa düşmeyin. (İşte Allah’ın gönderdiği bütün dinlerin temeli budur). Fakat kendilerini çağırdığın (bu) şey, Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve (O’na) yöneleni kendisine iletir. (Şûra: 62/13) âyetlerinde de İsâ, Nûh soyundan gelen, Allah’ın vahyine ermiş salih peygamberler arasında sayılmaktadır. 57- Meryem oğlu, bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin, ondan ötürü yaygarayı bastılar: 58- Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler. Bunu sadece tartışma için sana misal verdiler. Doğrusu onlar, kavgacı bir toplumdur. 59- O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrâîloğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. 60- Eğer iste­seydik, sizden şu dünyada yerinize geçen melekler yapardık. 61- O, (Kur’ân veya lsâ) Kıyamet kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, buna uyun. Doğru yol budur. 62- Şeytân sizi (bundan) alıkoymasın. Çünkü o, sizin için açık bir düşmandır. 63- ha açık delillerle gelince dedi ki: “Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için (geldim), Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” 64- “Allah, işte benim de Rabbim sizin de Rabbiniz O’dur. O’na kulluk edin, doğru yol budur. (Zuhruf: 63/57-64)

Zuhruf: 63/57-59’ncu âyetlerde Meryem oğlu, yani Hz. İsâ, bir öğüt (ibret) olarak anlatılınca müşriklerin, gürültü koparıp yüz çevirdikleri, kendi tanrılarının ondan hayırlı olduğunu söyledikleri anlatılıyor ve İsâ’nın bir tanrı değil, Allah’ın ni’met ve ikramına ermiş bir kul olduğu; İsrâîloğullarına bir mesel (Allah’ın kudretini gösteren bir mu’cize veya izinde gidecekleri bir örnek) yaptığı vurgulanmaktadır.

60’ncı âyette, Allah dilese yeryüzünde melek insanlar yaratabileceği belirtilerek, İsâ’nın babasız yaratılmasını garipseyenlere, Allah’ın her şeye gücü yeter olduğu anlatı­lıyor, isa’yı babasız olarak yaratan Allah, istese, bundan daha büyüğünü de yapar: İnsanlardan melekler yaratır, onları insanların yerine geçirir. Allah için bir güçlük yoktur. 61’nci âyetteki da bulunan zamirin, genel­likle İsâ’ya gittiği kabul edilir. Buna göre âyette İsâ’nın babasız yaratılmasının ve ölüleri diriltmesinin bir Kıyamet ilmi, alâmeti olduğu belirtil­miştir, İsâ’yı babasız yaratan Allah, bu olayla, ruhları da yeni bedenlere sokup kaldıracağını göstermiştir. İsâ’nın babasız yaratılması, Kıyametin, insan-ların yeniden diriltileceğinin delilidir.

Bu âyette kelimesi, şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde de daha açık olarak İsâ’nın babasız yaratılması, Kıyamet olayının alâmeti olarak gösterilmiş olur.

“daki zamîrin Kur’ân’a gitmesi de muhtemeldir. O zaman Kur’ân’ın, bir Kıyamet bilgisi, yani Kıyametin kopacağını açıklayan bir bilgi veya Kıyametin kopacağını gösteren bir alâmet olduğu belirtilmiş olur. Âyette, Peygamber’in ağzından söylenen “Ay Bana uyunuz” kelimesi de zamîrin Kur’ân’a gitmesinin daha uygun olacağını kanıtlar. Kur’ân bir Kıyamet bilgisidir, Kıyametin kopacağını söylüyor ve bunu kanıtlıyor. “Artık siz Kıyametten hiç kuşkulanmayınız ve bana uyunuz. İşte doğru yol budur.”

Görüldüğü üzere zamîrin, Kur’ân’a gitmesi, âyetin devamı açısından daha doğrudur. Çünkü zamîr İsâ’ya gitse “O (İsâ) Kıyametin ilmi veya alâmetidir” dendikten sonra “Bana uyunuz” sözü, âyetin başı ile ilgisiz kalır. Ama zamîr Kur’ân’a gitse: “O (Kur’ân) Kıyamet saatinin ilmi veya alâmetidir” dendikten sonra: “Ondan kuşkulanmayınız, bana uyunuz” sözü, âyetin başı ile ilgili, gayet yerinde olur. Âyette Kur’ân’ın, Kıyameti haber verdiği, bunda kuşku bulunmadığı, öyle ise Hz. Muhammed’in anlattık­larına uyup doğru inanç yoluna girmek gerektiği anlatılmaktadır.

Müfessirler bu âyeti, İsâ’nın gökten ineceğine delîl sayarlar ve bu konuda bazı hadîsler de zikrederler. Gerçekte âyette böyle bir delîl yoktur. Nitekim Taftâzânî ve bazı bilginler de âyette İsâ’nın ineceği hakkında bir delîl görmemişlerdir.

Hz. İsa’nın, Gelecek Peygamber ‘i Müjdelemesi:

61/6- Meryem oğlu Isâ da: “Ey İsrâîloğulları, ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak (geldim)” demişti. Fakat (isa’nın müjdelediği elçi) on­lara apaçık deliller getirince: “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler… 14- Ey inananlar, Allah’ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsâ da Hava­rilere: “Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler: “Allâh(yolun)un yardımcıları biziz” dediler. İsrâiloğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Biz de inananları, düşmanlarına karşı destek­ledik, onlar üstün geldiler. (Saf: 108/6, 14)

Bu âyette Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarına, kendisinin, Allah’ın elçisi olduğunu söylediği ve kendisinden sonra, Ahmed adında bir elçinin gele­ceğini müjdelediği, fakat onun haber verdiği elçi, peygamberliğini ispat­layan kanıtlar getirince İsrâîloğullarının: “Bu, apaçık bir büyüdür” dedik­leri anlatılmaktadır.

“deki zamîri, kimi isa’ya, kimi de onun, geleceğini müjdelediği Peygamber Ahmed’e götürmektedir. Son üç âyetten zamirin, Hz. Ahmed’e gittiği anlaşılmaktadır. Zaten Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarıyla konuşup, onlara Ahmed’i müjdeledikten sonra “İsâ gelince” denmesi uygun olmaz. Çünkü İsâ gelecek değil, gelmiştir, konuşan odur. Onun gelmesi beklenmemektedir. Beklenen, onun geleceğini haber verdiği Ah-med’dir. Gelen Ahmed’e büyücü diyenler de İsrâîloğullarıdır. Sözge­liminden anlaşılan budur.

x»jA (Ahmed) kelimesi, iki anlama gelebilir: Fâil’den mübalağa ola­rak Allah’a, başkalarından daha çok hamd eden; mef’ûl’den mübalağa olarak yüksek ahlakından ötürü başkalarından daha çok övülen demektir. Bu, Hz. Muhammed(s.a.v.)in sıfatıdır.

Hz. İsâ’nın, Peygamber(s.a.v.)in geleceğine dair işaretleri, bugünkü İndilerde de mevcuttur. Yuhanna İncili’nin 14’ncü babında İsâ şöyle demektedir:

“Eğer beni seviyorsanız emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya yalvaracağım ve size başka bir tesellîci, hakikat Ruhunu verecektir; tâ ki dâima sizinle beraber olsun; onu dünyâ kabul etmez, çünkü onu görmez ve bilmez; siz onu bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor ve içinizde olacak­tır …Yanınızda dururken size bu şeyleri söyledim. Fakat benim adıma Babanın göndereceği tesellîci, Rûhu’l-Kudüs, o size her şeyi öğretecek ve söylediğim her sözü hatırınıza getirecektir…”

“Artık sizinle çok şeyler konuşmayacağım; çünkü bu dünyânın reîsi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur. Fakat dünyâ bilsin ki ben Babayı severim ve Baba bana nasıl emir verdiyse öyle ederim.”

“Babadan size göndereceğim Tesellîci, Babadan çıkan Hakikat Ruhu geldiği zaman, benim için o şehâdet edecektir…”

“Ve size bu şeyleri başlangıçta söylemedim, çünkü sizinle bera­berdim. Şimdi ise beni gönderene gidiyorum; ve sizden kimse: ‘- Nereye gidiyorsun?’ diye bana sormuyor. Fakat size bu şeyleri söylediğim için yüreğinizi keder doldurdu. Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem Tesellîci size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman günâh için, salâh için ve hüküm için dünyâyı ilzam edecek(sorumlu tutacak)tir. Günâh için, çünkü bana iman etmezler; salâh için, çünkü Babama gidiyorum ve artık beni görmezsiniz ve hüküm için, çünkü bu dünyânın reisine hükme-dilmiştir. Size söyleyecek daha çok şeyim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni ta’zîz edecektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir…

Muhakkak ki Hz. İsâ, hak dini tamamlayıp güçlendirecek bir elçinin geleceğini haber vermiştir. Gerek Tevrat’ta, gerek İncîl ‘de son Peygamberin vasıfları, üstü kapalı da olsa vardır ama burada İncîller’den aktardığımız cümleler, eğer gerçekten Hz. İsâ’nın sizleri ise, bunların, âhir zaman Peygamberine işaret olduğunu söylemek biraz kendi kafamızda bulunan öncel düşünceleri okumak gibi olmaktadır. Çünkü bu sözlerde İsâ, kendi çevresinde bulunan insanlara, şakirtlerine hitâbederek, kendisi gittikten sonra Tesellîcinin gelip misyonunu tamamlayacağını söylemektedir. “Tesellîci, o Hakikat Ruhu” size gelecek diyor. Bu ifadeden, Tesellîcinin, hemen İsâ’nın ardından, isa’nın içinde yaşadığı topluma geleceği anlaşılır. Hz. İsâ, bu sözleriyle kendisinden asırlar sonra gelecek bir peygamberden söz etmiyor, kendisinin hemen ardından, misyonunu tamamlayacak bir tesellîcinin, bir din liderinin, bir azîzin geleceğini müjdeliyor. Eğer kasdı, asırlar sonra gelecek bir peygamber olsaydı, “size gelecek” demezdi. Çünkü asırlarca sonra gelecek peygamberi, İsâ’nın hitâbettiği toplum göremez. O peygamberin gelmesiyle asırlar önce ölmüş kimselerin sevinmesi de söz konusu olamaz. Fakat genelde İslâm bilginleri, İncîl’in bu âyetlerini Hz. Muhammed’in geleceğine delîl sayarlar.

Bir hususu daha belirtmek isterim ki: Hz. Peygamber’in adı, Ahmed değil, Muhammed’dir. Ona Ahmed adının verildiğine veya bu ad ile tanındığına, yahut çağırıldığına dair hiçbir belge yoktur. Ancak bu kelime, Hz. Peygamber’in adı değil, sıfatı olmalıdır. Ve kanâatime göre bu sıfat kendisine, kendi döneminden sonra verilmiştir. Gerçeği Allah bilir.

A’râf: 39/157’nci âyette Yahûdîve Hıristiyanların, “Ümmî Peygam­ber(Muhammed)” \n vasıflarını Tevrat ve İncil’de buldukları bildirilmek­tedir. Kasas: 49/52-53, İsrâ: 50/107-108, En’âm: 55/114, Ahkâf: 66/10, Ra’d: 87/36, Âl-i İmrân: 94/159, Nisa: 98/162, Mâide: 110/83-84’ncü âyetlerde Kitâb ehlinden bazı kimselerin, Kur’ân’ın Allah tarafından gön­derildiğine inandıkları, bundan sevinç duydukları anlatılmaktadır. Bu âyet­ler Kitâb ehlinin bulunduğu bir ortamda inmiş, Yahûdî ve Hıris-tiyanların, bu âyetlerin söylediklerini reddettiklerine dair bir rivayet gelme-miştir. Bütün bunlar, Hz. Muhammed’in, Tevrat ve İncil’de geleceğine işaret edilen peygamberin vasıflarını taşıdığını, Kitâb ehlinin insaflı, iyi niyetli, şartlanmamış bilginlerinin de bunu bilip anladıklarını kanıtlar. (Prof. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, İsa maddesi)

posted in MEHDİ-MESİH | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Süper bir Mehdi Hayal Ediyorum, Bilincim Kapalı

Bir ramazan gecesiydi. Ortalık zifiri karanlıktı. O esnada sanırım uyuyordum.

Doğu tarafından aniden bir gürültü koptu. Sandım ki mutfaktaki, banyodaki, odadaki ve kömürlükteki tüpler patladı. (Evde bu kadar tüpün olması iyiye işaret değildi biliyordum). Tüpleri kontrol edeyim diye fırladım yatağımdan. Bir de ne göreyim, tüplerde hiçbirşey yoktu.

Evdeki tek ses; buzdolabının, televizyonun, açık kalan bilgisayarın, müzik setinin ve çamaşır makinesinin gürültüsüydü. Evde çıt yoktu. O an anlamıştım “bu ses dışardan geliyor”. Hemen pencereye fırladım, acaba gökyüzünde bir değişiklik var mı diye. Bir de ne göreyim! Hiçbir değişiklik yok. Geçen akşam saydığım 2 küsür milyon yıldız yerinden bile oynamamış. Ama kutup yıldızının biraz sola çektiğini fark ettim.

Sonra da arkasından mavi, yeşil ve kırmızı ışık saçarak kayan bir gök taşı kümesi farkettim. Bu bir işaretti. Evet evet bu bir işaretti. O an anladım ki bu gece beklenen geceydi. O gelmişti. Şölenlere, kutlamalara, sevinç çığlıklarına ve şenliklere hazır olmalıydım.

O ara bizim ufaklık yanıma yanaştı ve “baba” diye seslendi. Şehrin göbeğinde bugün konser var herhalde, havai fişekler gökyüzünü ne güzel aydınlatıyor değil mi” dedi. O an bütün umutlarımı yitirmiştim. Hayallerim mahvolmuştu. Bizim 6,75 yaşındaki bücür hayallerimin üzerinden adeta bir kamyon gibi geçmişti.

Aha geldi aha gelecek, gözünüz yollarda kaldı biliyorum. Hasretlik zor iş. Bilin bakalım güneyden mi yoksa kuzeyden mi zuhur edecek? “Mehdi” yaz 6666’ya gönder nereden zuhur edeceğini öğren.

Peki herkesi razı edebilir mi kahramanımız? Karada kaçanı, havada uçanı, gariban solucanı, sırt üstü dönmüş tosbağayı, emekliyi, dulu ve yetimi? Ne dersiniz?.. Memnun edebilir mi? Eder niye etmesin? Adı üstünde “Süper Mehdi.. Hem de 100 oktan”.

Acaba nasıl bir donanıma sahip. Özellikleri ne? Eminim merak ediyorsunuz.. Bugüne kadar onun hakkında ne söylendiyse az ve eksik söylendi. Ben tamamlamaya niyet ettim. Onun tam ve kusursuz olmasını istiyorum. Hesabı sıkı tutmasını istiyorum. Bir oturuşta bir buzağıyı yemesini, kürdan ve peçete kullanmasını istiyorum. Karşısına dağlar, taşlar, kuşlar ağaçlar bile dikilse hepsini ezip geçmesini istiyorum. Işınlanmasını, bir an burada bir an New Zelanda’da olabilmesini istiyorum. Kuru bir ağacı söküp başka bir yere diktiğinde ağacın hemen karpuz vermesini istiyorum. Karpuz ağacını yetiştirebilen tek kişi olmasını istiyorum. Kuru bir kamış ağacını eline aldığı zaman, ağacın aniden “NEY veya Obua” olmasını istiyorum.

Onun da bir ışın kılıcının olmasını istiyorum. USA kahramanlarından neyi eksik. Hatta yeşil bir taytının olmasını ve o taytın üzerine don giymesini istiyorum. Leb demeden nohutu anlamasını istiyorum. Dünyanın öbür ucundaki bir kadının dırdırını işitebilmesini ve kocasının yerine “yeter artık ulan” deyip kapıyı çarpar gibi yapmasını istiyorum.

Bol bol gizli güçlerinin olmasını, bir oturuşta yediyüz kitap okumasını, hamur açmasını, zeytinyağlı dolma yapmasını, engelli koşu yapmasını, bir de sigara içmesini istiyorum. (Tiryakisi olup nasıl sigara bırakılırmış herkese öğretsin diye. Zayban meretinden de kurtarır bizi)

Bütün püsürüklü işlerin girift tarafını bilmesini ve çözüm bulmasını istiyorum. Organik tarımı yaygınlaştırıp milleti hormondan kurtarmasını, “stokçuluk yapan bizden değildir” anlayışını yeryüzüne hakim kılmasını, yeni doğan her bebenin gönlüne “sevgiyi” aşılamasını, baktı olmuyor kızamık, hepatit B, C, D aşısı yapmasını istiyorum.

Kayıp kaseyi bulmasını, sır namına ne varsa hepsini ortaya dökmesini, ebced, matematik, fizik, kimya, biyoloji, antropoloji, kısaca ne kadar “loji” varsa hepsini bilmesini istiyorum.

Erzincan’ı dünyanın başkenti yapmasını, İstanbul’u nahiye haline çevirmesini, hatta mümkünse özgürlük anıtını bulunduğu yerden kaldırıp Irak’a dikmesini istiyorum.

Savulun uleyn” demesini, bir yayla 200 ok fırlatmasını, ata ters binebilmesini, bir bakışıyla dağ ve çam devirmesini istiyorum.

Bir tıkla herkesin elektrik, su, telefon, doğalgaz ve vergi borçlarını ödeyebilmesini istiyorum. Bankacılığı kaldırmasını bunun yerine “MFK” (Mehdi finans kurumları) kurumunu yaygınlaştırmasını istiyorum.

Ortaya çıktığı vakıt bir daha kaybolmamasını, kaybolsa bile ara sıra cep telefonuyla “nerde olduğunu bize söylemesini istiyorum.

Biraz da fiziksel özelliklerinden bahsetmek istiyorum.

Metre cinsinden 1.30’dan küçük, 1.90’dan büyük olmamalı. Kivi tenli, lila saçlı yeşil gözlü, body building vücutlu, iki omuz arası mesafenin en az 2 metre olmasını, alnının geniş burnunun parlak, 45 numero palet giymesini, yarım metre çapında bir de elinin olmasını istiyorum. Şaplaaa godummu uzatsın diye. Kirli sakallı gezen, gözünden ışık, burun deliklerinden de ateş saçabilmesini istiyorum.

130 erkeğin cinsel gücüne sahip olmasını ve Cengizhan’ı aratmamasını istiyorum. Ondan bin yıl sonra dünyanın %80’inin onun torunu olmasını istiyorum.

Sağ yanağına gözünün hemen alt kısmına da bir tane ben istiyorum. Benin rengiyle ilgili de kararsız kalmak istiyorum. Omzunda mühür, kolunda dövme, burnunda hızma, göbeğinde pirsing, kulağında da gümüş bir küpe olmasını istiyorum.

Onun bir sürü kardeşinin olmasını istiyorum. Hayır vazgeçtim az kardeşi olsun. Olmadı bundan da vazgeçtim onun hiç kardeşi olmasın. Hatta anasız babasız olsun. Ama halası dayısı da olsun.

Evet farkındayım çok şey istiyorum. Hatta ve hatta zopa istiyorum.

Sonuç olarak, bu beklentimin boşa çıkacağını ve avucumu yalayacağımı bilmiyor muyum?! Eşşek (bal mıydı yoksa) gibi de biliyorum. “Niye o zaman fantezi kurup duruyorsun” diyenleri de duyar gibi oluyorum. (Bana mı zuhur etti ne?) Başlıktan da mı anlamıyorsunuz kardeşim, şu an bilincim kapalı. Gayet normal değil mi? Bilincim açılana dek fantezi kurma hakkım saklıydı kullandım. Hadi ben fark ettim bilincimin kapalı olduğunu ve hatamı anladım. Ya asırlardır bilinci kapalı olup da insanları hayal aleminde bir oraya bir buraya koşturan işgüzarlara ne demeli? Gücünüz bu garibana mı yetiyor?

Aha geldi aha gelecek diye asırlarca kandırılmadınız mı? Uyutulmadınız mı? Ben kandırır gibi yapınca niye içinizdeki ışın kılıcını çekmeye kalkıyorsunuz?

En tehlikeli oyun “umut” oyunudur. İnsanlara boş umutlar vaat edersiniz ve o umutlar gerçekleşmez ise, müthiş bir hayal kırıklığı meydana gelir. Sonucunda ne olur biliyor musunuz? Pasifize edilmiş, nötr hale getirilmiş insan görünümlü androitler meydana gelir. Bilinçleri sürekli kapalıdır bu androitlerin. Küçük bi çip takarsınız müsait bir yerine, çipin içine ne yerleştirirseniz ona göre hareket eder. Düşünmez ve akletmez. Çipli sonuçta.

Nasıl olsa ağa gelecek onu bu durumdan kurtaracak. Umut oyunu oynuyoruz ya sonuçta. Bu kuruntuyla avunur/avutulur ve bu dünyadan göçer gideriz. Tabi bilinçsiz göçtüğümüz için de hesabımız çetin olur. Zannederiz ki hesabımızı da ağa verecek. Çipine öyle yerleştirilmiş çünkü. Sen dert etme, iki cihanda da garantörün biziz. Sevsinler. Babanın oğula, ananın kızına garantörlüğünün sökmediği bir mecrada kim takar seni, sizi ve onları.

Son bir anektotla bitirmek istiyorum. Biraz da siz hayal edin. Bir hasta vardı. Böbreklerinden rahatsızlandı ve hastaneye kaldırıldı. Doktor dedi ki: “Böbrekler iflas etmiş diyaliz makinesine girmek zorunda. Tutturdu girmem diye. Kızı buna umut verdi. Dedi ki: “Anne bir kere giriyorsun ve başka girmiyorsun, hepsi bu”. Kadıncağız umutlandı ve kabul etti. Makineye girdikten iki gün sonra taburcu oldu. Doktor taburcu olurken diyordu ki, haftada üç gün getireceksiniz hastayı, artık o bir diyaliz bağımlısı. İlk diyaliz günü geldiğinde yine aynı kızı dedi ki: “ anneciğim hastaneye gidiyoruz”. Annesinin cevabı: “Niye?” Hadi bakalım ayıkla pirincin taşını. Kızı bunu 1 ay oyalamış, bugün son yarın son öbür gün son. Son son son. Sonu yok. Ölene kadar girecek. Kadın artık kızına inanmıyor. Umutlarını kaybetti. Androit oldu. Böbreklerinin yanı sıra şuurunu da kaybetti onca yalandan sonra. Şimdi kızının yediği haltı temizlemekle meşgulüz.

İnsanlara acı da olsa doğruları söylemek gerekiyor. Tebliğ denilen kavramın temeli doğruluktur. Kendi aleyhimize olsa bile doğruları söylemek zorundayız. Yoksa Allah, şahdamarımızı koparıverir. Buna da kimse engel olamaz.

http://www.satirbasi.com/?a=192

posted in MEHDİ-MESİH | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MEHDİ GELMEYECEK-MEHDÎLİK VE MEHDÎCİLİK

Mehdi kelimesi Kur’an’da geçmez. Anlam olarak hidayete eren, hidayete erdiren demektir.

Hidayet (doğruya ve güzele kılavuzlamak), Kur’an’a göre Allah’ın elindedir. Allah bu yetkisini peygamberleri ve kitapları aracılığıyla kullanır. Peygamberin getirdiği kitaplardaki ilkelerle hidayete çağıranlardan ise mübelliğ (tebliğci), dâî (çağrı yapan), nezîr (uyarıcı) denir. Bu hidayet yolcularının hiçbirinde tebliğ dışında bir amaç ve beklenti yoktur.

Mehdî, siyasal liderlik, devlet başkanlığı maddesel önderlik talepleri olan bir “kurtarıcı portresine sahiptir. Nitekim tarih boyunca tüm mehdi adayları, yönetimi bir şekilde ele geçirmeyi esas alan kişilerdir. Bunu bazan açık, bazan da örtülü biçil ifade ederler. Ama hepsinde kitleyi, bir önder sıfat siyasal ve askerî hareketleri de kullanarak kurtarma iddiası vardır. Bunun içindir ki, İslam literatürü mehdî kavramı hemen daima imamet (devlet başkanlığı) kavramı ile yan yana veya bağlantılı olarak ele alınmıştır. Hatta, adaletli, güven verici bir devlet başkanı görüldüğünde ona mehdî denebilmiş, en azından bir devlet başkanının mehdî beklemeye gerek bırakmadığı dile getirilmiştir. Örneğin, Abbasî halifesi Nâsır Lidinillah (ölm. 575/1180), devrin ünlü şairi Sıbt’b. Te’âvîzî (ölm. 582/1186) tarafından mehdî diye anılıyordu. Sibt, Nasır geldikten sonra artık mehdî beklemeye gerek kalmadığını şiirlerinde ifade ediyordu, (bk. İlhan; Mehdîlik, 16)

Bu anlayış, zulüm ve despotizm altında inleyen kitlelerde şu veya bu adla tarih boyunca hep var olagelmiştir. Bugünkü İslam dünyasında yaşayan şekli ise Yahudilik ve Hristiyanlık’taki mesih (kurtarıcı) inancının Müslüman kitlelere aktarılmışıdır. Yahudiler, İlyas Peygamberin göğe çıkarıldığına ve âhir zamanda dünyayı kurtarmak üzere geri geleceğine inanmışlardır. Hristiyan dünya aynı inancı Hz. İsa’yı göğe çıkararak yaşatmıştır. Bu inanç, İslam akîdesi içine de, ne yazık ki, İsa’nın geri geleceğini tekrar eden bir söylem olarak girmiştir.

Emevîler döneminde Süfyânî adıyla bir kurtarıcı beklendi, (bk. Avni İlhan; Mehdîlik, İst. 1993, s. 13) Daha sonra bu, Sünnîliğe Hz. İsa’nın gökten ineceği ve Şiîliğe de, beklenen mehdinin geleceği söylemi halinde girdi.

Kısacası, aklını ve eylemini vaktinde kullanmadığı için ezilen kitleler, iyice bunaldıklarında ütopik bir kurtarıcı beklerler. İslam dünyasında en ateşli mehdî beklentisi, tarih boyunca en çok ezilen Şiî-Alevî kitlelerde görülür. Bu beklenti giderek, “Mehdî-i Muntazar (beklenen mehdî) deyimiyle imanın bir şartı haline getirilmiştir.

Şiî inancında, ilk zamanlar, mehdî olarak Hz. Ali’nin geri gelmesi beklenmiş ve mehdî inancı Ali’nin adı çevresinde oluşturulan mitolojiye bağlanmıştır. 165/782’de ölen ve tarihin en tehlikeli uydurmacılarından biri olan Câbir b. Yezîd el-Ca’fî el-Kûfî (İmam Âzam onun için “en büyük yalancı” diyor) Hz. Ali’nin bir kurtarıcı-mehdî olarak geri geleceğini iddia ediyor ve kanıt olarak da Kur’an’ın Neml Suresi 82. ayetini gösteriyordu.

Hz. Ali’den sonra “geri gelecek mehdî” olarak onun oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye (ölm. 81/700 öne çıkarıldı. Şiîlerde hemen her imam için öne sürülen bu geri gelme (ric’at) nihayet 12. imam Mehdi-i Muntazar veya “Gâib İmam” (Gizlenen İmam) la noktalandı. Şimdilerde tüm Şiî ekoller onun geri gelip insanlığı kurtaracağını ileri sürmektedir. Şiî ekollerin bazıları, bir mehdinin geleceğine inanır, ama onu adını vermezler.

Mehdi inancı gerekeni yapamayan veya yapmayanların avunmasını sağlayan bir ütopyadır. Bu inanç bekleme esastır. Eskiden ezildiğinin farkında olamadığı veya ezilmeye karşı çıkacak imkân bulamadığı için hır çeken kitle, mehdî inancıyla, kahır çekmeyi, aldatılmayı bizzat kendi eliyle imanlaştırmış olmaktadır. Bunun içindir ki mehdî inancından, daha doğrusu mehdi hayal ve aldanışından kurtulamayan kitlelerin kalkınması, ilerlemesi mümkün değildir. Mehdî inancı atılım, üretim, gelişim ruhunu felce uğratan hurafedir.

Bu hurafeye destek olarak ortada dolaştırılan “hadis patentli” sözlerin tümü uydurmadır.

Mehdiden maksat, tanrısal ışık ve aydınlığın önderi ise o, bugün için Kur’an’dır. Artı kişilerden hidayet bekleme devri bitmiştir.

Çünkü peygamberlik devri Kur’an’la kapat ılmış Mehdiden maksat, kitlesel-siyasal kurtuluş ve bağımsızlık ise bunun yolu basiretli aktif siyasettir. Bu değerlerde başarılı olamayanlar, hayal ve afsunun derin ve uyutucu sularında ömür tüketmeye devam ederler.

Mehdî ve mehdîlikle ilgili hadis patentli sözlerin, bir kere, hadis kritiği açısından hiçbirine güvenilemez. Çünkü bunların bazıları Hz. İsa dışında mehdî olamayacağını söylerken bazıları daha birçok mehdî tipten söz etmektedir. Kısacası, herkes kendi ekibinin şefini mehdî yapmak için bir veya birkaç hadis uydurmuştur. Özellikle tasavvuf-tarîkat çevrelerinde her ekip kendi şeyhini “zamanın efendisi” veya “mehdî” olarak kabul ettirmek için elinden geleni ardına koymamıştır. Akıl almaz keramet isnatları, kurtuluş vaatleri, korku ve tehdit salmalar… birbirini izler.

Bu çevrelerdeki “kutup” inancı, mehdî inancının ta kendisidir…

Konuya Kur’an vahyi açısından bakarsak, mehdîlik diye bir inancın varlığını kabul, Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu kabulle yan yana duramaz. Bunların biri doğruysa Öteki yanlıştır. Biz, Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu kabul ettiğimizdendir ki, başka bir mehdî geleceğine asla ihtimal vermeyiz ve böyle bir şeye inanmayı Kur’an’a aykırı buluruz. Esasen Kur’an, kişilerin hidayet önderi olma devrini kapatmış, ilkeleri öne geçirmiştir, ilkelerin kaynağı ise Kur’an’dır

O halde, Kur’an’ın gelişinden sonra mehdi beklemek, ancak Kur’an’ı yetersiz ilan etmekle mümkün olur. Kur’an’ı yeterli bulanlar için başka bir mehdiye ihtiyaç yoktur.

Ne yazık ki Islam tarihi boyunca hemen her coğrafyadan bir veya birkaç mehdi çıkmış ve halkı peşine takabilmiştir. Ancak bunların tümünün sonu felaket ve hezimet olmuştur.

Mehdilikle ilgili uydurmalardan bazıları:

“Mehdinin çıkacağını inkâr eden, Muhammed’e indirileni inkar etmiş demektir. İsa’nın gökten ineceğini inkâr eden de kafir olmuş demektir. Deccal’in çıkacağını inkâr eden de kafir olur. Kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmayan kişi de kâfir olur. Cebrail bana şunu haber verdi: Kadere, hayır ve Şerrin Allah’tan geldiğine inanmayan kendisine benim dışımda bir Tanrı bulsun!” (Elbani’nin sadece uydurma demekle kalmayıp “batıl” dedigi bu yalan icin bk. Elbani; ez-Zaifa, 3/201- 202)

“Arınmış benlik öldürülmedikçe mehdi çıkmaz. Arınmış benlik öldürüldüğünde ise gökte ve yerdeki tüm varlıklar öfkelenir de halk mehdinin huzuruna gelir, onu tıpkı zifaf gecesinde süslenen gelin gibi süslerler. Mehdi yeryüzünü adalet ve dürüstlükle doldurur. Yeryüzü tüm bitkilerini çıkarır, gök yağmur yağdırır ve ümmetim, Mehdi’nin kentinde daha önce hiç nimetlenmediği bir biçimde nimete boğulur.” (Elbani’nin uydurma demekle “münker” dedigi bu yalan icin bk. Elbant; 5/176) (Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK- İslam Nasıl Yozlaştırıldı)

posted in MEHDİ-MESİH | 30 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MEHDİ İNANCI

Sözcük anlamı olarak; ”hidayet görmüş”, “hidayet edilmiş”, yani “doğru yol gösterilmiş”, “doğru yola kılavuzlanmış” demek olan ve Arapça bir sözcük olan “mehdi” sözcüğü, bir kısım Müslümanlar tarafından, ilerideki bir tarihte (kıyamete yakın bir zamanda) ortaya çıkacağı zannedilen belirli bir varlığa isim olarak verilmiştir.

İslâmiyet’in tek kaynağı Kur’an’da “Mehdi” ile ilgili bir tek ayet, bir tek işaret bulunmamasına rağmen, Müslümanlar arasında böyle bir inancın oluşması, Yahudi ve Hıristiyan inançlarındaki “Mesih” inancına dayanmaktadır. Bu husus, Ana Britannica tarafından da şu satırlarla saptanmıştır:

“mehdi, … İslâm’da kıyametten önce gelerek dünyayı adaletle dolduracağına inanılan kurtarıcı. Başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmak üzere hemen bütün din ve kültürlerde bulunan mesih inancının İslâm halk kültüründeki uzantısıdır. …”

Bu durumda, mehdi kavramının ayrıntılarına girmeden önce, İslâm’da yeri olmayan bu sapık inancın kaynağı olan mesih inancının ne olduğuna bakmakta yarar vardır. Kur’an’da İsa peygamberin lâkabı olarak geçen “Mesih” sözcüğü (Nisa; 157, Maide; 72, 75) hakkında Ana Britannica şu bilgileri vermektedir:

“mesih, (İbranice maşiah: meshedilmiş, kutsal yağla kutsanmış), geniş anlamda; dinsel düşüncede dünya tarihinin sonunda tanrısal bir görevi yerine getirerek insanlığı kötülük ve günahlardan kurtaracak kişi, dar anlamda; Yahudilikte Hz. Davud’un soyundan gelerek İsrailoğullarını geçmişteki altın çağına kavuşturacak kral. Hıristiyanlık, daha Yeni Ahit yazarlarından başlayarak “Mesih” adını (Yunanca Hristos; Lâtince Christus) Hz. İsa ile özdeşleştirmiş, insanoğlunu günahkârlığın boyunduruğundan çıkararak Tanrı’yla sonsuza değin barıştırdığına inanılan bu kurtarıcıyı İsa Mesih biçiminde adlandırmıştır. … Tevrat’ın hiçbir yerinde dünya tarihinin sonunda ortaya çıkacak bir mesihten söz edilmiyordu. Kusursuz bir kralın yönetimindeki bir çağın geleceğini öngören bölümlerde de hiçbir yerde mesih terimi kullanılmıyordu. Bununla birlikte günümüzdeki araştırmacıların çoğuna göre Yahudilerin mesih beklentisi krallık kavramı ile ilgili inançlardan türemişti. Buna göre meshedilmiş kral tanrısal kökenli olmadığı hâlde Tanrı’nın Oğlu olarak adlandırılacak, dünyanın kurtuluşu umutları ona yüklenecekti. … Kitab-ı Mukaddes geleneğinden etkilenmemiş dinlerin ahiret öğretilerinde de mesih benzeri inançlar ortaya çıktı. Budizm gibi mesihçiliğe oldukça uzak olan bir din bile, örneğin Mayahana grupları arasında, gelecekte gökten inerek inananları cennete götürecek Buda Maitreya inancını doğurdu. Bütünüyle ahiret yönelimli olan Zerdüşt dininde de, Zerdüşt’ün ölümünden sonra gelecek bir oğlunun, dünyayı sonsuz esenliğe getirmesi ve ölüleri diriltmesi bekleniyordu. …”

Görüldüğü gibi, sadece semavî dinlere mensup olanlar arasında değil, yeryüzündeki tüm ilkel dinlerde var olan inanca göre kötü gidişe dur diyecek olan bu BEKLENEN KURTARICI, aslında insanların zulüm ve işkence altında inlediği dönemlerde, ezilen ve baskı altında tutulan zavallı kitlelerin ürettiği bir HAYALÎ KAHRAMAN; ütopik bir SÜPERMAN’dir.

MÜSLÜMANLARDA MEHDİ İNANCI

İslâm tarihi ve İslâmî bilim kaynakları incelendiğinde, önceden Yahudi ve Hıristiyan olan bir çok kişinin Müslüman olduktan sonra, eski inanç ve kültürlerini İslâm dinine uyarlamaya çalıştıkları, yani kendi sapık inanç ve amellerini, İSLÂMÎLEŞTİRMEYE çalıştıkları görülmektedir. Nitekim tüm İslâm bilginleri, Kâ’bu-l Ahbar, Vehb b.Münebbih, Abdullah b.Selam, Temim-i Dari, İbn-i Cüreyc gibi kişilerin, bu icraatı çokça yaptıkları konusunda birleşmektedirler. İşte mehdi inancı da, bu gibi kişiler marifetiyle Müslümanlar arasına girmiş ve yayılmıştır. Çünkü zaten Kur’an’da bahsi geçmeyen bu kavrama, ne İslâm dinini en iyi anlamış ve bu sebeple sonradan mezhep imamı olarak kabul edilmiş İmam-ı Azam, İmam-ı Maturidî, İmam-ı Eş’arî gibi bilginlerin eserlerinde, ne de hadis kitaplarının en sağlamları olarak kabul edilen Sahih-i Buharî ve Müslim’deki rivayetlerde yer verilmiştir. Bu konudaki rivayetlerin tüm hadis bilginlerince “uydurma hadisler” listesine alınmasına ve güvenilir sayılmamasına rağmen, bir kesim tarafından “bilgin” sayılan bir çağımız insanı, bu rivayetleri “manen mütevater” olarak benimsemiş ve mehdi konusunda “inciler” döktürmüştür. Hayatta iken müritleri tarafından mehdi olarak kabul edilmiş olan bu zat, insanların Allah’tan yardım istemeyi unutacaklarını düşünmüş olmalı ki;

“Ümitsizliğe düşüldüğünde, kahredici, zalim idareciler, istilâlar, sürgünler, baskılar döneminde insanlar böyle bir ümide muhtaçtır. O sayede kötü şartlara sabredilir, tahammül edilir. Onun için Mehdi inancı gereklidir.”

diyebilmiştir.

Buharî ve Müslim dışındaki hadis kitaplarında MÜTEVATER olmayan, bir kaç zayıf rivayete konu edilen mehdi inancı; inançlarının temeli “rüya” ve “keşif” olan, aslında inanç ilkeleri ve amelleri itibari ile İslâm’dan çok farklı bir din olan tasavvuf ve tarikat çevreleri ile Şii mezhebinde revaç bulmuştur. Oysa İslâm’da

ZANNA DAYALI İNANÇ OLUŞTURULMAZ:

Yunus; 36: Onların çoğu ZANDAN başka bir şeyin ardından gitmiyor. Doğrusu şu ki, ZAN HAKTAN HİÇBİR ŞEY İFADE ETMEZ. Allah onların yaptıklarını iyice bilmektedir.

MEHDİ KİMDİR ?

Şiilik’te mehdi, “yüce bir imam”dır. Onu kimse göremez, bilemez. Çünkü kendisini gözlerden saklamıştır. O ölmemiştir. Kıyamet yaklaştığında saklandığı yerden çıkacak, yeryüzünden her türlü kötülüğü kaldırarak herkesin mutluluğunu sağlayacak, böylece Allah tarafından kendisine verilen görevi yerine getirmiş olacaktır.

Şiilik’in İMAMİYYE ekolüne göre ise mehdi, Hasan Askerî’nin oğludur. Babası öldüğü zaman yaşı çok küçük olmasına rağmen babasının cenaze namazını kıldırmıştır. Sonra dünyadan el etek çekerek görünmez olmuştur. Topluma yolladığı mesajları, belirlediği dört temsilci ile iletmiş, kendisi ölünce bu temsilcilerin de görevleri bitmiştir.

Mehdi inancının, Şii ekolde Sünni ekole nazaran daha çok kabul edilmesinin sebebi, Emevi soyunun, Abbasi soyuna çektirdiği aşırı zulüm ve işkencedir.

Zayıf rivayetlere göre ise mehdi;

-Kıyamete yakın bir zamanda, Sünnetlerin unutulup bid’atlerin çoğaldığı, zulüm ve fesadın hüküm sürdüğü bir zamanda ortaya çıkacaktır.

-Peygamberimizin kızı Fatıma’nın oğlu Hüseyin’in neslinden gelecek (yani seyyit olacak), Medine’de doğacak ama kendisini Mekke’de tanıtacak, peygamberimiz gibi kendi adı Muhammed ve babasının adı da Abdullah olacaktır.

-Çok bilgin birisi olacak, kendi adına mezhep kuracak ve bütün Müslümanlar kendisine uyacaktır.

-Ashab-ı Kehf’in kendisine yardım edeceği bu mehdi, tüm dünyanın hükümdarı olacak ve dünyayı zulümden temizleyerek, adaleti hâkim kılacaktır.

-İsa peygamber onun zamanında gökten inecek, onun arkasında namaz kılacak ve Deccal’a karşı beraber mücadele edeceklerdir.

-Altı ilâ dokuz yıl arasında saltanat sürecek ve bu dönemde bol yağmur yağacak, toprak bol bereketli olacaktır.

İşte bu saçma inançlar, Tarih kitaplarında ve ansiklopedilerde görülebileceği gibi, tarihte bir çok şarlatan mehdinin çıkmasına yol açmıştır. Ama bu sapıklık tarihte kalmamış, tarikat şeyhlerinin mehdi olduğuna inanan insanlarca günümüzde kadar da getirilmiştir.

İSLÂM DİNİNDE MEHDİ İNANCI

Bu sapık inancın, İslâm dini ile, hiçbir aşamada örtüştüğü bir husus yoktur. Çünkü bu sapık inancın aşamalarında olacağı söylenen zırvalar şunlardır: Memleket zulüm ve fesada boğulduğu zaman, hiç kimsenin zahmet edip bir çabaya girmesine gerek kalmadan Allah insanlara Mesih ya da Mehdi’yi yollayacak, o da memleketi zulümden, baskıdan, fesattan kurtarıverecektir. İnsanların Mesih ya da Mehdi’nin dünyayı düzeltmesine yardım etmelerine de gerek kalmayacak, çünkü Mesih ya da Mehdi’ye yardımcı olarak Allah mağaradan Ashab-ı Kehf’i çıkaracak ve gökten İsa’yı indirecektir. Böylece insanlar tekkelerde, köşelerde, ellerinde doksan dokuzluk tespihler, lâklâk edecekler, ama memleket zulümden fesattan Mesih ya da Mehdi ve yardımcıları tarafından kurtarılacaktır.

Yukarıdaki tabloya göre, zulüm ve fesatla ölümüne mücadele etmiş peygamberler ve yandaşları sanki birer ENAYİ, Allah da bu mesihci ya da mehdici takımın hâşâ uşağı konumundadır.

Halbuki İslâm’ın öngördüğü, insanlardan beklediği ise şunlardır:

Müddessir; 1, 2: Ey örtüye bürünen!

Kalk, hemen UYAR.

Âl-i Imran; 104: İçinizden hayra çağıran, doğruyu-güzeli emreden, kötü-çirkinden alıkoyan bir topluluk olsun. Kurtuluş ve zafere eren işte onlardır.

Fussılet; 33: Allah’a çağıran ve düzeltici işler yapan ve “ben Müslümanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır.

Enfal; 39: Fitne kalmayıncaya ve din tümüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla SAVAŞ. Vazgeçerlerse kuşkusuz ki Allah, ne yaptıklarını iyice görendir.

Görüldüğü gibi İslâm dinine göre Müslüman, her kötülük karşısında şartlara göre tavır almak, kötülüklerle mücadele etmek zorundadır. Çünkü insanlar hak etmedikçe Allah, onların içine düştükleri perişanlığı değiştirmeyecektir:

Rad; 11: Her biri için onu önünden ve arkasından izleyen gözcüler vardır ki, kendisini Allah’ın emrine bağlı olarak koruyup denetlerler. Gerçek şu ki Allah, BİR TOPLUMUN MARUZ KALDIĞI ŞEYLERİ, ONLAR, İÇ DÜNYALARINDAKİNİ DEĞİŞTİRMEDİKÇE, DEĞİŞTİRMEZ. Allah bir topluma bir perişanlık dileyince de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur. Ve onlar için Allah dışında koruyucu bir dost da olmaz.

Sonuç olarak, Mehdi ve Mesih’i karşılaştırdığımızda, Mehdi denilen kişinin Yahudi ve Hıristiyanlık inancındaki Mesih olduğunu, diğer bir ifadeyle Mehdi’nin, Mesih’in İslâmîleştirilmişi olduğunu görmekteyiz. Orijinal İslâm’da böyle saçma bir inanç yoktur, olması da mümkün değildir. (Hakkı Yılmaz)

http://www.istekuran.com/index.php?page=8c3bb2e15d9fc663f0e0522ef168dc9a&id=29 )

posted in MEHDİ-MESİH | 3 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tarih içinde hakkında en çok yanlış inanca sahip olunan kişi belki de Hz. İsa’dır. Ona karşı ilk haksızlığı Hıristiyanlar yapmış ve onun Allah’ın oğlu olduğunu iddia etmiş ve onu Allah’a eş koşmuşlardır. Kuran’da Allah bu iftiraya cevap verirken şöyle buyurur:

5/73- Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür.” diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır.

Hz. İsa’nın hakkındaki bir diğer yanlış inanç da geleneksel İslam anlayışında vardır. Bu inanca göre ise, Hz. İsa henüz ölmemiştir ve tekrar yeryüzüne dönecektir. Özellikle bazı Kuran ayetlerindeki ifadelerin anlamları kaydırılarak, konu çarpıtılmakta ve yanlış yorumlarla, sanki Kuran’da varmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.

Bu çalışmada Kuran’da Hz. İsa’nın ölümünün nasıl anlatıldığı üzerinde duracağız ve yanlış yorumlanan ayetleri gözden geçireceğiz.

1- Kur’an’daki iki ayette açıkça Hz. İsa’nın vefat ettiği bildirilir:

5/117- “Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde (tevefa), üzerlerindeki gözetleyici Sen’din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.”

3:55 ALLAH İsa’ya şöyle demişti: “Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim. Seni inkar edenlerden kurtaracağım ve sana uyanları Diriliş Gününe kadar inkar edenlerin üzerinde tutacağım. Sonra, dönüşünüz banadır ve anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda ben hüküm vereceğim.”

Bu ayetlerde Hz. İsa’nın vefat ( teveffa) ettiği açıkça vurgulanmaktadır. Teveffa ( توفىَ ) kelimesi “canın alınması” anlamına gelir. Kuran’da bu kelime 25 yerde geçer. Bu kelimesinin geçtiği ayetler şöyledir:

4:97 Kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken melekler…..

6:61 ……. Sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını hiç vakit geçirmeden alırlar.

47:27 Melekler canlarını alırken nasıl da (pişmanlık içinde) yüzlerine ve sırtlarına vururlar?

5:117 ….Aralarında bulunduğum sürece onlara tanıktım. Canımı aldıktan sonra ise sen onların üzerine gözetleyici oldun. Sen her şeye tanıksın.”

16:28 Onlar ki, nefislerine zulmedip dururlarken melekler canlarını alır.

16:32 İyi durumdayken melekler canlarını almaya geldiklerinde,

10:46 Onlara söz verdiklerimizin bir kısmını sana göstersek de veya canını alsak da,

13:40 Onlara söz verilenlerin bir kısmını sana göstersek de, senin canını alsak da

40:77 ……ondan önce hayatına son versek de, onlar bize döndürüleceklerdir.

8:50 İnkar edenlerin canlarını melekler alırken bir görseydin!…..

10:104 …..Ben ancak, sizin canınızı alan Allah’a taparım. İnananlardan olmakla emrolundum.”

16:70 Ve sizi Allah yarattı, sonra da yaşamınıza son verir.

32:11 De ki, “Üzerinize görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak ve sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”

4:15 Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört tanık getirin. Tanıklık ederlerse, onları, ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.

7:37 …. Elçilerimiz kendilerine gelip canlarını alırken….

3:193 “Rabbimiz, biz, ‘Rabbinize inanın’ diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve inandık. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve iyi kişiler olarak canımızı al.

12:101 “Rabbim, sen bana hükümranlık verdin ve rüyaların yorumunu öğrettin. Yeri ve göğü ayırarak yaratansın. Dünya ve ahirette sensin benim Velim (sahibim). Canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat.”

22:5 ………. Kiminizin hayatına son verilir,

40:67 …….. Sizden bazılarının canı daha erken alınır.

2:234 İçinizden ölen erkeklerin geride bıraktığı eşleri…

2:240 Ölüp de geriye eşler bırakan erkekleriniz,…

3:55 Allah İsa’ya şöyle demişti: “Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim. …..

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi teveffa kelimesinin anlamı “canın alınması”dır. Bunlar dışında teveffa kelimesinin geçtiği iki ayet daha vardır. Bunlarda da yine teveffa kelimesi canın alınması anlamında kullanılır. Ama bunun istisnası vardır ve ayette de bu durum belirtilir. Uyku ile ilgili ayetler şöyledir:

39:42 Allah ölüm anında nefsi (bilinci) alır; ölmeyenleri de uyku anında… Hakkında ölüm kararı verdiklerini tutar ve diğerlerini de belli bir süreye kadar salıp gönderir. Düşünen bir topluluk için bunda dersler ve işaretler vardır.

6:60 O’dur, geceleyin sizi öldüren, gündüzün ne işlediğinizi bilen, belli yaşam süresi dolsun diye gündüzleyin sizi dirilten… Sonra dönüşünüz O’nadır ve yaptıklarınızı size haber verecektir.

Bu ayetlerde geçen ifade de teveffadır. İnsanların uykusunda da canlarının alındığı bildirilir. Uykuda olanların canları uyanınca verilmektedir. Ayette uykudaki ölümün istisnası belirtilmiş ve canın daha sonra verildiği açıklanmıştır. Buradaki istisna durumuna dayanarak tüm teveffa kelimelerinin uyku olduğunu iddia etmek son derece yanlıştır. Çünkü diğer teveffa geçen ayetlerde uyku durumunda olduğu gibi canın geri verildiğinden kesinlikle söz edilmez.

Hz. İsa ile ilgili ayetlere tekrar bakılırsa, onun canının alındığı bildirilmekte ve daha sonra verileceği yönünde hiçbir ifade bulunmamaktadır. Onun uykudaki gibi olduğunu iddia etmek sadece konuyu çarpıtmaktan öteye gitmeyen bir çabadır. Eğer Hz. İsa ile ilgili ayetlerdeki “vefat ettirme” ifadesini uyku olarak kabul edeceksek, diğerlerini de böyle kabul etmemiz gerekir. Çünkü aynı kelime aynı şekilde farklı yerlerde kullanılmaktadır. Örneğin: “4:97 Kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken melekler…..” Bu ayette geçen ifadeden hareketle bu zulmedenlerde uyku halinde midir? Onlar da Hz. İsa gibi geri mi döneceklerdir? Onların Hz. İsa’dan farkı nedir? Bu ve buna benzer sorular hep cevapsız kalacaktır.

Ayette olan ifade Hz. İsa’nın açıkça öldüğüdür. Bunun ötesinde tekrar ruhunun verileceğine dair uyku ile ilgili ayetlerde olduğu gibi hiçbir açıklama yoktur.

Örneğin peygamberimizin vefat ettirilmesiyle ilgili bir ayette de aynı teveffa kelimesi geçer:

13:40 Onlara söz verilenlerin bir kısmını sana göstersek de, senin canını alsak ( teveffa) da…

Bu ayetteki hitap Hz. Muhammed’edir. Eğer vefat kelimesini uyku gibi kabul edilirse, buradan yola çıkarak Hz. Muhammed’in bir gün döneceğini iddia edebilir. Bu ne kadar saçma bir iddia ise Hz. İsa’nın gelişini yukarıdaki ayetlere dayanarak iddia etmekte aynı ölçüde saçma bir iddiadır.

2-Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne döneceği iddiasında bulunanların buna delil gösterilmeye çalıştıkları ayetlerden birisi şöyledir:

Hani Allah, İsa’ya demişti ki: “Ey İsa, doğrusu seni Ben vefat ettireceğim ve seni Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim. (Al-i İmran Suresi, 55)

Bu ayette geçen “sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim.” ifadesinden yola çıkarak, sözde Hz. İsa’nın tekrar geleceğinin Kuran’da bildirildiği iddiasında bulunulmaktadır. Bu senaryoya göre Hz. İsa yeryüzüne dönecek ve dünya hakimiyetini kendisine inananlarla beraber kuracaktır. Oysa bu tamamen Kuran’da anlatılmayan, vehme dayalı bir senaryodur.

Bu ayetin hiçbir yerinde Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar gelişinden söz edilmemektedir. Hz. İsa’ya uyanlar kıyamete kadar insanların üstüne geçecektir. Bu ayette vaat edilen budur. Yoksa Hz. İsa gelecek sonra tüm insanları birleştirecek ve insanların üstüne önder olacak gibi bir mantık ayette kesinlikle yoktur. Burada ayetin anlamı kaydırılarak Kuran’da bildirilmeyen bir şeyi söylemek ve böyle bir sonuç çıkartmak yanlış bir yaklaşımdır.

Burada kastedilen Hz. İsa’ya iman edenler yani Müslümanlardır. Müslümanlar ona bir peygamber olarak iman ederler. Müslümanların dünyada bir düzen kuracakları açıklanmaktadır. Bunun için Hz. İsa’nın gelişi gibi bir ön şart yoktur.

3-Bu konuyla ilgili olarak kullanılan bir ayet de şöyledir:

And olsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit olacaktır. (Nisa Suresi, 159)

Bu ayette de dikkat edilirse, yine Hz. İsa gelecek diye bir anlam ya da ima yoktur. Sadece Kitap ehlinden olanların ölmeden önce ona inanacaklarını bizlere bildirmektedir. Bu ayetten yola çıkarak Kitap ehlinin ölmeden önce Hz. İsa’ya inanması ancak onun gelmesiyle olur. Öyle ise Hz. İsa gelecektir gibi yorumlar yapmak yanlıştır. Burada ayette olmayan bir şart ortaya atılmış ve açıkça ayetin anlamı çarpıtılmıştır.

Bir kere ayette Kitap Ehli’nden olanların kıyamete yakın bir zamanda Hz. İsa’ya iman edeceklerine dair bir ifade yoktur. Bu ayette tüm Kitap Ehli kastedilmektedir. Ayrıca ölümlerinden önce Kitap Ehli’nin iman etmeleri için Hz. İsa’yı görmeleri gibi bir şart da ayete göre söz konusu değildir. Hz. İsa’nın sağlığında bile onu görüp kitap ehlinden iman etmeyen bir çok kişi olmuş ve hatta onu öldürmeye bile kalkmışlardır.

Bu olsa olsa böyle olur mantığıyla bu sonuç çıkartılmış, Kuran’da bildirilen dışında ön yargıyla ulaşılmış bir iddiada bulunulmuştur.

Ayrıca ayetin devamı dikkatli okunduğunda çok önemli bir gerçek ortaya çıkacaktır. Hz. İsa ölümlerinden önce kendisine iman edenlerin hakkında kıyamet günü aleyhlerinde şahitlik yapacaktır. Bu ayetin Arapça metninde “aleyhim”( عليهم) ifadesi geçmektedir. “Aleyhim” kelimesinin “onların üzerine” veya “aleyhlerine” anlamları vardır. Bu kelime şahitik yapmak fiiliyle kullanıldığında bu şahitliğin olumsuz olduğu yani aleyhlerine olduğu anlaşılmaktadır. Kuranda bu iki kelimenin geçtiği ayetlere bakıldığında bu anlaşılacaktır.

Örneğin:

41/20- Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir.

Ayetin devamıyla düşünüldüğünde kitap ehlinde ölümlerinden önce Hz. İsa’ya iman edenlerin imanının makbul bir iman olmadığı anlaşılmaktadır. Aksine Hz. İsa onların aleyhlerine şahitlik yapacaktır. Bu iman Firavun’un imanı gibi kabul edilmeyen bir imandır. Üstelik burada söz edilen kitap ehli kıyamet gününe yakın olanlar değil Hz. İsa’dan sonra yaşayan tüm kitap ehlini kapsar. Bunların hepsi ölümlerinden önce Hz. İsa’nın Allah’ın elçisi olduğuna iman etmektedirler. Fakat ölüm anından önce olan bu iman makbul bir iman değildir. Hesap günü İsa onlardan şikayetçi olacaktır. Yukarıdaki ayetin önce ve sonrası okunduğunda burada kitap ehlinden Yahudilerin eleştirildiği görülecektir.

Şimdi ayete başına dönersek bu ayetin neresinde Hz. İsa tekrar yeryüzüne gelecek şeklinde bir anlatım yada ima vardır? Neye dayanarak böyle bir sonuç çıkarılmaktadır? Görüleceği gibi bu iddia sadece bir vehimdir ve bu yanlış yorumlar Kuran’a ait değildir.

4- Zuhruf suresinde ki bir başka ayet de yine anlamı dışında Hz. İsa’nın gelişiyle ilgili kullanılmaya çalışılmaktadır. Ayet şöyledir:

Şüphesiz o, saat için bir ilimdir. Öyleyse ondan yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru yol budur. (Zuhruf Suresi, 61)

Bu ayette o sıfatının Hz. İsa olduğunu söyleyip, onun kıyamet saati için bir ilim olması için ancak kıyametten önce gelişiyle olabileceği iddia edilmektedir.

Bu ayette geçen “o “ zamiri hakkında iki farklı görüş var. Biri “o “zamirinin Kuran’ı işaret ettiği diğeri ise” o” zamirinin Hz. İsa’yı işaret ettiğidir. “O” zamirinin Hz. İsa’yı işaret ettiğini kabul etsek bile, ayetin direkt anlamından Hz. İsa’nın yeniden yeryüzüne gelişini söyleyen yada işaret eden bir ifade bulunmadığı görülecektir. Bu ayette de diğerlerinde olduğu gibi bir ön kabul yapılıyor ve Hz. İsa’nın kıyamet için bir ilim olması için ancak kıyametten önce gelişiyle olabilir denilmektedir.

Örneğin bir başka Kuran ayetinde “kıyamet yaklaştı “ şeklinde bir ifade bulunmaktadır. Günümüzden 14 asır önce de Kuran’ı okuyan bir kişi bu ayetle karşılaştığında kıyametin yaklaştığını okumaktaydı. Fakat aradan 1450 yıla yakın bir zaman geçmiştir. Hala kıyamet kopmamıştır fakat kıyamet bize yakındır. İnsanlık tarihine göre yaşanan zaman ayetin ifadesiyle kıyamete yakın bir zamandır. Ama kıyametin kopması daha asırlarda sürebilir veya yarın da kopabilir.

Bunun gibi ayetin ifadesiyle Hz. İsa kıyamet için bir ilimdir. Yani Hz. İsa ile ilgili bir şey kıyametin saatinin bilgisini verecektir. Fakat ayette Hz. İsa’dan hemen sonra kıyamet kopacak gibi bir anlatım yoktur.

5- Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne döneceğini bir an için kabul edelim. Bu durumda yaptığımız kabul açıkça Kuran’daki ayetlerle çelişecektir.

Hz. İsa kendisine kitap verilmiş bir nebidir. Eğer ikinci sefer gelecekse yine nebi olacaktır. Onun ikinci gelişinde nebi olmayacağının iddia edilmesi açık bir saptırmadır. Kuran’da Hz. İsa’nın nebiliğini ortadan kaldıran hiçbir ayet yoktur. Fakat yine Kuran ayetinde Hz. Muhammed’in nebilerin sonuncusu olduğunu bildirilmektedir:

33/40- Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.

Bu durumda Hz. İsa’nın tekrar geleceğini söylemek bu ayetle açıkça çelişir. Çünkü son nebi Hz. Muhammed’dir ve ondan sonra bir daha nebi gelmeyecektir.

6- Hz. İsa’nın tekrar geleceğini iddia edenlerin, kendi görüşleri doğrultusunda kullanmaya çalıştığı ayetlerden birisi de şöyledir:

4/157- Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.

Bu ayette geçen “onu öldürmediler ve onu asmadılar.” İfadeden yola çıkarak Hz. İsa’nın öldürülmediği ve asılmadığı dolayısıyla hala canlı olduğu ve tekrar yeryüzüne döndürüleceği iddia edilmektedir.

Oysa ayet önyargılardan sıyrılarak okunduğunda böyle bir anlatımın olmadığı açıkça anlaşılacaktır. Burada söylenen şey Hz. İsa’yı öldürmeye çalışan kişilerin onu öldüremediği ve asamadığıdır. Yani inkarcılar Hz. İsa’ya bir zarar verememişlerdir. Fakat bu Hz. İsa’nın vefat etmediği ve tekrar yeryüzüne gönderileceği anlamına gelmez. Örneğin: müşrikler Hz. Muhammed’i ne öldürebildiler ne de asabildiler. Böyle olması Hz. Muhammed’in ölmediği anlamına gelmez. Hz. Muhammed başka bir vesile ile vefat etmiştir. Yukarıdaki ayette de Hz. İsa’nın inkarcılar tarafından öldürülmediği vurgulanmaktadır. Fakat bu başka bir vesile ile Allah onu vefat ettirmiş ve kendi katına yükseltmiştir. Dolayısıyla da bu ayetteki ifadelerde ne Hz. İsa’nın vefat etmediği gibi bir anlam vardır, ne de tekrar yeryüzüne döneceğine dair bir anlatım mevcuttur.

Sonuç: Temel olarak Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne dönüşüne delil olarak gösterilmeye çalışılan ayetler bunlardır. Görüldüğü gibi ayetlerde bildirilen Hz. İsa’nın öldüğüdür. Bunun ötesinde hiçbir ayette tekrar yeryüzüne döneceğine dair bir ifade yoktur.

Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne dönüşü iddiası Kuran’a dayalı bir düşünce değildir. Bu düşünce Hıristiyan etkisiyle uydurulmuş hadisler vasıtasıyla İslam dinine geçmiştir. Günümüzde de bu konuyu suiistimal etmek isteyen kişiler tarafından kullanılmaktadır. Bu suiistimallere karşı yapılacak en iyi tavır, olayları hep Kuran’a göre değerlendirmek ve Kuran dışı bu tarz zırvaları tümüyle terk etmektir.

http://kurandaceliskiyoktur.com/2007/12/10/hz-isa%e2%80%99nin-olumu/

posted in MEHDİ-MESİH | 5 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Mesİh mİ, İsa mI?

Hristiyan teolojisinden apartılan ve İslam dinine yamanmaya çalışılan bir görüş olan Hz. İsa’nın yeniden dünyaya geleceği fikrini savunanların şöyle bir iddiası var: Kur’anda Hz. İsa ile alakalı olarak iki farklı tanımlama mevcut. Meryemoğlu İsa ve Mesih. Meryemoğlu İsa tanımlaması 2000 yıl önceki Hz. İsa içinmiş. Mesih tanımlaması ise Kıyamet Öncesi yeniden gelecek ve Mehdi ile birlik olup Deccalle savaşıp Altınçağı tesis edecek olan Hz. İsa ile alakalı imiş. Yani iki farklı zaman dilimi, iki farklı vazife ve iki farklı tanımlama mevcutmuş.

Kendileri dışındakileri kısıtlı ve cahil olmakla suçlayan zümreye soruyorum. Ayetler aşağıda. Sadece Mesih kavramının geçtiği ayetler de dahil hiçbir ayette Kıyamet Savaşçısı İsa’dan (ona selam olsun) bahsedilmiyor. Sizler bu kanıya nasıl vardınız?

“Meryemoğlu İsa Mesih” kavramının kullanıldığı ayetler

إِذْ قَالَتْ الْمَلَائِكَةُ يَامَرْيَمُ إِنَّ اللَّهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُ اسْمُهُ الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَجِيهًا فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمِنْ الْمُقَرَّبِينَ (45)

Melekler demişti ki: «Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir sözü, adı Meryem oğlu İsa olan Mesihi, dünya ve ahirette şerefli ve Allah’a yakın kılınanlardan olarak müjdeler». 3-Ali Imran 45

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللَّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُ فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَلَا تَقُولُوا ثَلَاثَةٌ انتَهُوا خَيْرًا لَكُمْ إِنَّمَا اللَّهُ إِلَهٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَهُ أَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا (171)

Ey Kitap ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden (gelen) bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın, «üçtür» demeyin, vazgeçin, bu hayrınızadır. Allah ancak bir tek ilah`dır, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde olanlar da yerde olanlar da O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. 4-Nisa 171

لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ أَنْ يُهْلِكَ الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17)

«Allah ancak Meryem oğlu Mesih’tir» diyenler and olsun ki kafir olmuşlardır. De ki: «Allah Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmeyi dilerse kim O’na karşı koyabilir?» Göklerin, yerin ve arasındakilerin hükümranlığı Allah’ındır, dilediğini yaratır. Allah her şeye Kadir’dir. 5-Maide 17

مَا الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ وَأُمُّهُ صِدِّيقَةٌ كَانَا يَأْكُلَانِ الطَّعَامَ انظُرْ كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمْ الْآيَاتِ ثُمَّ انظُرْ أَنَّى يُؤْفَكُونَ (75)

Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir, -ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir- onun annesi dosdoğrudur, her ikisi de (diger insanlar gibi) yemek yerlerdi. Onlara ayetleri nasıl açıkladığımıza bir bak, sonra da bak ki nasıl yüz çeviriyorlar! (5-Maide 75)

وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللَّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِنْهُ مَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا (157)

Ve: ‘Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük’ demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (bir) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.. (4-Nisa 157)

“Mesih” ve “Meryemoğlu İsa Mesih” kavramlarının ayrı ayrı kullanıldığı ayet

لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ وَقَالَ الْمَسِيحُ يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اعْبُدُوا اللَّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ إِنَّهُ مَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللَّهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوَاهُ النَّارُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ (72)

And olsun ki, «Allah ancak Meryem oğlu Mesih’tir» diyenler kafir oldular. Oysa Mesih, «Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur» dedi. 5-Maide 72

Sadece “Mesih” kavramının kavramının kullanıldığı ayetler

لَنْ يَسْتَنكِفَ الْمَسِيحُ أَنْ يَكُونَ عَبْدًا لِلَّهِ وَلَا الْمَلَائِكَةُ الْمُقَرَّبُونَ وَمَنْ يَسْتَنكِفْ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ إِلَيْهِ جَمِيعًا (172)

Hiçbir zaman Mesih de Allah’ın bir kulu olmaktan çekinmez, Allah’a yakın melekler de. Kim O’na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.. 4-Nisa 172

وَقَالَتْ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللَّهِ وَقَالَتْ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللَّهِ ذَلِكَ قَوْلُهُمْ بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِئُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ قَاتَلَهُمْ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ (30)

Yahudiler, «Üzeyr Allah’ın oğludur» dediler; Hıristiyanlar, «Mesih Allah’ın oğludur» dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar! (9Tevbe30)

http://www.tevhidnesli.de/7_-Mes%26%23304%3Bh-m%26%23304%3B%2C-%26%23304%3Bsa-mI-f-.htm

posted in MEHDİ-MESİH | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

3- Teveffİ Kelİmesİ ve Arap Dİlİ

Hz. İsa`nın tekrar yeryüzüne geleceğini öne süren kardeşlerimiz, iddialarını şu iki ayetle delillendirmeye çalışmaktadırlar:

اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ {42}

Allah ölüm anında nefsi (bilinci) alır; ölmeyenleri de uyku anında… Hakkında ölüm kararı verdiklerini tutar ve diğerlerini de belli bir süreye kadar salıp gönderir. Düşünen bir topluluk için bunda dersler ve işaretler vardır. (39 Zümer 42)

وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُم بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُم بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُّسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ {60}

O’dur, geceleyin sizi öldüren, gündüzün ne işlediğinizi bilen, belli yaşam süresi dolsun diye gündüzleyin sizi dirilten… Sonra dönüşünüz O’nadır ve yaptıklarınızı size haber verecektir.
(6 Enam 60)

Üstteki ayetleri baz kardeşler şunu söylüyor: İlk ayette de aynen Hz. İsa ile alakalı olan ayetteki gibi VEFAT kavramı yanı sıra MEVT kavramı kullanılmıyor. Ve konu uyku olduğu için Hz. İsa’da bir nevi uyku haline geçirilmiştir. Bir müddet sonra da bu uyku fazından çıkarılacaktır. Böylece dünyaya nüzul edecektir. İkinci ayette ise konu çok daha net olarak anlaşılmaktadır. Zümer 42’de görüldüğü gibi kişi uyku sırasında VEFAT ettirilir ama ÖLMEZ.

Bu kardeşler iddialarını şöyle sürdürüyor: Bildiğimiz anlamda ÖLÜM MEVT kelimesi ile ifade edilir. VEFAT kavramının bu bilinen anlamdaki ÖLÜM=MEVT ile eşdeğer olabilmesi için bu iki kavramın birlikte kullanılması zaruridir.

Şimdi bu iddiaların doğru ve tutarlı olup olmadığına etraflıca bakalım:

Teveffi Kelimesi Tefa’ul Babından olup mastar hükmündedir. Kuran-ı Kerim’de bu kelime yirmi beş yerde kullanılmıştır. İki yerde İsa için ve yirmi üç yerde, Resulullah Muhammed (as) dahil olmak üzere diğer insanlar için. Tefa’ul babından mastar olan bu kelime, çeşitli zaman çekimleri halinde çeşitli ayetlerde geçmektedir.

Allah(cc) özne ve insan nesne olduğu zaman Kuran-ı Kerim’in her yerinde bu kelime sadece canın/ruhun alınması için kullanılmıştır. Hiçbir zaman cismin alınması veya ruh ile cisim her ikisinin birden alınması manasında kullanılmamıştır. Ayrıca bu kelimenin Arapça kullanılışında böyle bir mana yoktur. Teveffinin bu şekildeki kullanılışının bir tek manası vardır o da, Allah’ın veya meleklerin bir insanın ruhunu/canını almasıdır.Yani onu doğal yollarla öldürmesidir.

Nitekim bu kelime tefa’ul babından türediği zaman, Allah veya melekler özne ve insan nesne olduğu takdirde bunun ölümden başka manası yoktur. Sadece eğer bir ayette teveffi kelimesiyle birlikte leyl (gece) veya menâm (uyku) kelimeleri geçerse orada ruhun/canın alınması uyku halinde olur. Söz konusu metinde bu iki kelimeden biri mevcut değilse manası sadece ölümdür.

Tartışma konusu olan iki yer dışında, Kur’an-ı Kerim’in yirmi üç yerinde teveffi kelimesi kullanılmıştır. Kuran-ı Kerim istisnasız bu kelimeyi ruhun/canın alınması için kullanmaktadır. Bir kimse bu kelimenin cismiyle birlikte bir insanın göğe çıkarılması için de kullanılabileceği iddia ediyorsa, ona düşen teveffi kelimesinin bu manada kullanıldığını ispatlamaktır.

Teveffi kelimesinin geçtiği ayetler şunlardır :

Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken (tevaffa hum): “Ne işde idiniz!” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. (4 Nisa 97)

Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye (yeteveffa hunne) yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin. (4 Nisa 15)

O, kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi (teveffat hu) elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler. (6 Enam 61)

Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken (teveffet humul-) durumları nasıl olacak! (47 Muhammed 27)

Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince (teveffey-teni ) artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin. (5 Maide 117)

Kendilerine haksızlık ederlerken meleklerin canlarını aldıkları (tete-veffehüm ) kimseler: Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk, diyerek teslim olurlar. (Melekler onlara şöyle der:) “Hayır, Allah, sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.” (16 Nahl 28)

(Onlar,) meleklerin, “Size selam olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin” diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları (tete-veffe-hüm) kimselerdir. (16 Nahl 32)

Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek (yete veffeküm) . Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak şüphesiz ki Allah bilgilidir, kudretlidir. (16 Nahl 70)

Eğer onları tehdit ettiğimiz (azabın) bir kısmını sana (dünyada iken) gösterirsek (ne ala); yok eğer (göstermeden) seni vefat ettirirsek (nete veffe-yenneke ) nihayet onların dönüşü de bizedir. (O zaman onlara ne olacağını göreceksin). Sonra, Allah onların yapmakta olduklarına da şahittir. (10 Yunus 46)

De ki: “Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, (bilin ki) ben Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan (yete veffeküm) Allah’a kulluk ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu.” (10 Yunus 104)

Biz, onlara vadettiğimizin (azabın) bir kısmını sana göstersek de veya (ondan önce) seni öldürürsek (nete veffe yenneke) de sana ancak (Allah’ın emirlerini) tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız bize aittir.
(13 Rad 40)

“Sizi (önce) bir topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir aleka (embriyo)dan yaratan, sonra sizi bir bebek olarak çıkaran, sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlar olmanız için yaşatıp büyüten O’dur. İçinizden kimi de daha önce vefat (yüteveffe ) ettiriliyor. (Bunları Allah) belirli bir süreye ulaşasınız ve aklınızı kullanasınız diye (böyle yapıyor).” (40 Mumin 67)

Onun için (Resulüm), sen sabret! Şüphesiz Allah’ın vadi gerçektir. Onlara söz verdiğimiz azabın bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni daha önce vefat (nete-veffeyen-neke) ettiririz. Nasıl olsa onlar bize döneceklerdir. (40 Mumin 77)

Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve “Tadın yakıcı cehennem azabını” (diyerek) o kafirlerin canlarını alırken (yete-veffelleziine ) onları bir görseydin! (8 Enfal 50)

De ki: Size vekil kılınan (bu konuda görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacak (yeteveffe küm), sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. (32 Secde 11)

…….Sonunda elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken (yeteveffene hum) “Allah’ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılar nerede?” derler. ( Onlar da) “Bizden sıvışıp gittiler” derler. Ve kafir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler. (7 Araf 37)

“Rabbimiz! Doğrusu biz Rabbinize inanın diye inanmaya çağıran bir çağırıcıyı işittik de iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bize bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı (teveffene) iyilerle beraber al”. (3 Ali imran 193)

O zaman Allah şöyle dedi: “Ey İsa, şüphesiz ki seni öldüreceğim (müte veffieke), seni kendime yükselteceğim ve seni inkârcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim”.(3 Ali imran 55- Elmalılı meali)

“Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür (teveffeni) ve beni salihler arasına kat!” (12 Yusuf 101)

……Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür (yüteveffe) , kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken birşey bilmez olur….. (22 Hac 5)

Sizden ölenlerin (yüte-veffevne ) , geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir. (2 Bakara 234)

Sizden ölüp (yüte-veffevne )de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp giderlerse, kendileri hakkındayaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah azizdir, hakimdir.
(2 Bakara 240)

Kur’an-ı Kerim’in her yerinde teveffi kelimesinin bir tek manası “canın alınması”dır. Bu kelime çeşitli insanlar için geçtiği gibi Resulullah (s.a.v.) ıçin de geçmiş bulunuyor. Teveffi kelimesi herkes için “ölüm” diye çevriliyorken neden Hz. İsa için cismi ve ruhu ile birlikte göğe kaldırıldığı vb. şeklinde çevriliyor?

Bilindiği gibi bir kelimenin manası ancak muhatabın cinsi değiştiği zaman değişir. Mesela: İnsan sabır eder. Yani başına bir şey geldiği zaman ona karşı direnir. Şimdi Allah’ın bir ismi de “Sabır eden”dir. Halbuki Allah’ın başına hiçbir şey gelmez. Nitekim Allah için sabır kelimesinin manası değişir. Çünkü O insan değildir. Şimdi peygamberler dahil olmak üzere her insan için teveffi kelimesinin bir tek “ölüm” manasına geldiğini söyleyenler. İsa (a.s.) Söz konusu olunca bütün insanlar arasından sadece onun için “teveffi”nin manasını değiştirirler. Böyle bir uygulama Hıristiyanların İsa hakkındaki tezini destekler ve iddia ettikleri gibi İsa’nın peygamber değil peygamberler üstü bir varlık olduğunu ispatlar.

4-„Teveffa“ uyku anlamına gelİr mİ ?

Yukardaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi teveffa kelimesinin anlamı “canın alınması”dır. Bunlar dışında teveffa kelimesinin geçtiği iki ayet daha vardır. Bunlarda da yine teveffa kelimesi canın alınması anlamında kullanılır. Ama bunun istisnası vardır ve ayette de bu durum belirtilir. Uyku ile ilgili ayetler şöyledir:

اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ {42}

Allah ölüm anında nefsi (bilinci) alır; ölmeyenleri de uyku anında… Hakkında ölüm kararı verdiklerini tutar ve diğerlerini de belli bir süreye kadar salıp gönderir. Düşünen bir topluluk için bunda dersler ve işaretler vardır. (39 Zümer 42)

وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُم بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُم بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُّسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ {60}

O’dur, geceleyin sizi öldüren, gündüzün ne işlediğinizi bilen, belli yaşam süresi dolsun diye gündüzleyin sizi dirilten… Sonra dönüşünüz O’nadır ve yaptıklarınızı size haber verecektir.
(6 Enam 60)

Bu ayetlerde geçen ifade de teveffadır. İnsanların uykusunda da canlarının alındığı bildirilir. Uykuda olanların canları uyanınca verilmektedir. Ayette uykudaki ölümün istisnası belirtilmiş ve canın daha sonra verildiği açıklanmıştır. Buradaki istisna durumuna dayanarak tüm teveffa kelimelerinin uyku olduğunu iddia etmek son derece yanlıştır. Çünkü diğer teveffa geçen ayetlerde uyku durumunda olduğu gibi canın geri verildiğinden kesinlikle söz edilmez.

Hz. İsa ile ilgili ayetlere tekrar bakılırsa, onun canının alındığı bildirilmekte ve daha sonra verileceği yönünde hiçbir ifade bulunmamaktadır. Onun uykudaki gibi olduğunu iddia etmek sadece konuyu çarpıtmaktan öteye gitmeyen bir çabadır. Eğer Hz. İsa ile ilgili ayetlerdeki “vefat ettirme” ifadesini uyku olarak kabul edeceksek, diğerlerini de böyle kabul etmemiz gerekir. Çünkü aynı kelime aynı şekilde farklı yerlerde kullanılmaktadır.

MESELA: “4:97 Kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken melekler…..” Bu ayette geçen ifadeden hareketle bu zulmedenlerde uyku halinde midir? Onlar da Hz. İsa gibi geri mi döneceklerdir? Onların Hz. İsa’dan farkı nedir? Bu ve buna benzer sorular hep cevapsız kalacaktır.

Ayette olan ifade Hz. İsa’nın açıkça öldüğüdür. Bunun ötesinde tekrar ruhunun verileceğine dair uyku ile ilgili ayetlerde olduğu gibi hiçbir açıklama yoktur.

MESELA: peygamberimizin vefat ettirilmesiyle ilgili bir ayette de aynı teveffa kelimesi geçer:

13:40 Onlara söz verilenlerin bir kısmını sana göstersek de, senin canını alsak ( teveffa) da

Bu ayetteki hitap Hz. Muhammed’edir. Eğer vefat kelimesini uyku gibi kabul edilirse, buradan yola çıkarak Hz. Muhammed’in bir gün döneceğini iddia edebilir. Bu ne kadar saçma bir iddia ise Hz. İsa’nın gelişini yukarıdaki ayetlere dayanarak iddia etmekte aynı ölçüde saçma bir iddiadır.

5- bu konudakİ hadİsler kur`anla ÇelİŞmektedİr

İsa (as)’ın kıyametten önce tekrar dünyaya geleceğini bildiren hadisler bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

“Ruhum yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryemin oğlu İsa, adil bir hakem olarak aranıza inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, İslamdan başka şeyi kabul etmeyecektir. Mal o kadar çok olacak ki, kimse dönüp de bakmayacaktır. Fakat bir secde, dünya ve dünyadaki her şeyden daha hayırlı olacaktır.” ( Buhari, Enbiya, 50; Müslim, İman, 71; Tirmizi, Fiten, 54)

Bu ve bunun gibi hadisler incelendiğinde hepsinin ana teması şudur: İsa ve Mehdi gelecek, sıkıntı ve buhran içinde bocalayan müslümanları kurtaracaktır. Hatta başka bir hadiste: “Su kabı su ile dolduğu gibi, yeryüzü barışla dolacaktır. Din birliği de olacak, artık Allah’tan başkasına tapılmayacaktır.” (İbni Mace, Fiten, 33) idafesi geçmektedir.

Dikkat edilirse, İsa’nın (as) dünyaya tekrar geldiğinde yapacağı söylenen domuzu öldürme, haçı kırma, gayri müslimlerden alınan cizyeyi kaldırma, herkesi müslüman yapma gibi şeylerin tek bir örneği dahi Kur’an’da yoktur. Ayrıca hiçbir peygamberin insanları zorla müslüman yapma görevi yoktur. Onların görevi sadece tebliğdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Peygamberlere düşen sadece tebliğdir.” (Maide 5/99)

Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. Sen, insanlara, inanıncaya kadar baskı mı yapacaksın?” (Yunus, 10/99)

Dinde zorlama olmaz[1][1]. Doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Her kim azgınları tanımaz[2][2]

Allah’a inanırsa, en sağlam kulpa yapışmış olur. Onun kopması imkansızdır. Allah işitir, bilir.” (Bakara, 2/256)

Birçok İslam alimi, bu hadislerin sadece Kütüb-i Sitte (meşhur altı hadis kitabı)’de yer almalarını yeterli görmüşlerdir. Bu eserlerin müelliflerinin (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, Tirmizi, İbn Mace) otoriteleri, bu rivayetlerin eleştirilmesinin önünde doğal bir engel oluşturmuştur.

Bu tür hadislerin senedleri sahih olsa bile, bu iddialar metin yönünden Kur’an ile uyuşmamaktadır. Çünkü Allah, Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin birer müjdeliyici ve uyarıcı olduklarını bildirmektedir:

“Sen sadece bir uyarıcısın. Biz seni müjdeliyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı bulunmuştur.” (35 Fatır, 23-24)

“Eğer yüz çevirirlerse biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız duyurmaktır..” (42 Şura, 48)

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (10 Yunus 99)

İsa (as)’ın kıyametten önce geleceğine inanmak, bir inanç konusu yapılmıştır. Halbuki bunu iddia eden alimler, ahad haberle inanç belirlenemeyeceğini söylerler. İsa’nın geleceğini bildiren hadisler ahad haberlerdir.

Sonuç olarak müslümanların “nasıl olsa İsa gelecek, dünyayı kurtaracak” şeklinde bir beklentiye son vermeleri ve var güçleri ile İslam için çalışmaları gerekmektedir. Çünkü, Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bir toplum, kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah, o topluma verdiğini değiştirmez.” (13 Ra’d 11)


“Bilinsin ki; insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (53 Necm, 39)


6- Her benlik ölümü tadıcıdır

Rabbimiz Kur’anı Kerim de hiçbir istisna olmaksızın her Nefsin Ölümü Tadıcı olduğunu apaçık beyan etmiştir:

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنْ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ (185)

Her nefis/benlik ölümü tadacaktır. Hak ettiğiniz karşılıklar size, kıyamet günü, eksiksiz bir biçimde mutlaka verilecektir. Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kesinlikle kurtulmuş olacaktır. İğreti-sefil hayat aldatıcı bir yararlanmadan başka şey değildir. 3 ÂLİ İMRAN 185.

Ömrü Sonsuz kılınan yada ölümü tehir edilen hiçbir benlik yoktur

Rabbimiz Kutsal Kitabımızdaki başka bir ayette de Hz. Muhammed’e (sav) şöyle seslenmektedir:

وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِنْ قَبْلِكَ الْخُلْدَ أَفَإِيْنْ مِتَّ فَهُمْ الْخَالِدُونَ (34)

Senden önce hiçbir beşere/insana ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ölümsüz mü olacaklar?” 21 ENBİYA 34.

Apaçık bir şekilde görüldüğü gibi ne Hz. İsa ne de birbaşkası istisna edilmeyerek her benliğin ölümlü olduğu açıklanmıştır. Bir başka boyutta(!) bile olsa ömrü sonsuz kılınan veya kendisine sonsuzluk bahşedilen herhangi bir beşer yoktur.

Eğer Hz. İsa öldükten binlerce yıl sonra yeryüzüne tekrar gelecek olsa bunu Rabbimiz açık açık söylemez miydi?

Şeytan söz konusu olunca bile Rabbimiz onun ömrünün kıyamete kadar uzatıldığını söylüyor ama nedense Hz. İsa söz konusu olunca onun ölümünün kıyametten önceye tehir edildiğini söylemiyor. Nedense böyle pek mühim(!) bir mevzuda Rabbimiz bırakın açık konuşmayı imalı bile konuşmuyor.

Allah’ı açık konuşmamakla İtham edenler
Tahrif edilmemiş İncil’de Hz. İsa’dan sonra gelecek ve adı Ahmet olan (Saff 6) bir elçiden açıkça bahsedildiği için insanlar haklı olarak bir beklenti içinde olmuştu. İyi de neden Kur’anda Hz. Muhammed’den sonra gelecek olan Mesih’den bahsedilmediği halde Müslümanlar bir beklenti içinde? Bu kuru beklentinin kaynağı Kur’an olmadığına göre ne?

Rabbimiz Kur’anda kıyamet öncesindeki Altınçağ’dan, Deccalden, Armegeddon’dan ve Mesihten bahsetmediği halde bunların Kur’anda olduğunu (parantez ve yorumlarla ekleme yaparak) iddia edebilen şahıslar aslında Rabbimizin muğlak konuştuğunu iddia etmektedir. Şüphesiz ki bu çok çirkin bir itham ve iftiradır. Sütanne hususunda bile apaçık söz söyleyen Allah’ın böyle ciddi bir konuda muğlak konuşması mümkün mü?

http://www.tevhidnesli.de/3_-Teveff&%23304%3B-Kel&%23304%3Bmes&%23304%3B-ve-Arap-D&%23304%3Bl&%23304%3B.htm

posted in MEHDİ-MESİH | 0 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an-ı Kerim’e göre İsa (as) canlı değildir, Allah onun canını almıştır:

“Allah Teâlâ buyurmuştur ki: Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (Al-i İmran, 3/55 )

“(İsa der ki:) Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kuluk edin dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen herşeyi hakkıyla görensin.” (Maide, 5/117)

Başka bir ayette ise Allah, peygamberi İsa’yı yahudilerin elinden kurtardığını bildirmiştir. Çünkü onlar onu çarmıha germek istiyorlardı.

“Ve Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük demeleri yüzünden … Halbuki onlar onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur, ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah onu kendi katına yükseltmiştir. Allah büyük izzet ve hüküm sahibidir.” (Nisa, 4/157-158)

İslam alimlerinin bir çoğu bu ayetteki “Allah onu kendi katına yükseltmiştir” ifadesine bakarak İsa (as)’ın ölmediğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Allah, onu kudretiyle manevi semalardaki hususi mevkiine kaldırmış, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir. Halbuki yukarıda verilen ilk iki ayette Allah, İsa’nın öldüğünü açık bir şekilde bildirmiştir. Ayrıca ilk ayette de; “seni kendime yükselteceğim” ifadesi, “seni vefat ettireceğim” ifadesinden sonra geçmektedir: “ Seni vefat ettireceğim ve seni kendime yükselteceğim.”

Bu ayetten anlaşıldığı gibi Allah, eceli gelince İsa (as)’ı vefat ettirmiş ve onun ruhunu kendi katına almıştır.

İsa (as)’ın kıyametten önce tekrar dünyaya geleceğini bildiren hadisler bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

“Ruhum yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryemin oğlu İsa, adil bir hakem olarak aranıza inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, İslamdan başka şeyi kabul etmeyecektir. Mal o kadar çok olacak ki, kimse dönüp de bakmayacaktır. Fakat bir secde, dünya ve dünyadaki her şeyden daha hayırlı olacaktır.” ( Buhari, Enbiya, 50; Müslim, İman, 71; Tirmizi, Fiten, 54)

Bu ve bunun gibi hadisler incelendiğinde hepsinin ana teması şudur: İsa ve Mehdi gelecek, sıkıntı ve buhran içinde bocalayan müslümanları kurtaracaktır. Hatta başka bir hadiste: “Su kabı su ile dolduğu gibi, yeryüzü barışla dolacaktır. Din birliği de olacak, artık Allah’tan başkasına tapılmayacaktır.” (İbni Mace, Fiten, 33) ifadesi geçmektedir.

Dikkat edilirse, İsa’nın (as) dünyaya tekrar geldiğinde yapacağı söylenen domuzu öldürme, haçı kırma, gayri müslimlerden alınan cizyeyi kaldırma, herkesi müslüman yapma gibi şeylerin tek bir örneği dahi Kur’an’da yoktur. Ayrıca hiçbir peygamberin insanları zorla müslüman yapma görevi yoktur. Onların görevi sadece tebliğdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Peygamberlere düşen sadece tebliğdir.” (Maide 5/99)

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. Sen, insanlara, inanıncaya kadar baskı mı yapacaksın?” (Yunus, 10/99)

“Dinde zorlama olmaz [1]. Doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Her kim azgınları tanımaz [2], Allah’a inanırsa, en sağlam kulpa yapışmış olur. Onun kopması imkansızdır. Allah işitir, bilir.” (Bakara, 2/256)

Birçok İslam alimi, bu hadislerin sadece Kütüb-i Sitte (meşhur altı hadis kitabı)’de yer almalarını yeterli görmüşlerdir. Bu eserlerin müelliflerinin (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, Tirmizi, İbn Mace) otoriteleri, bu rivayetlerin eleştirilmesinin önünde doğal bir engel oluşturmuştur.

Bu tür hadislerin senedleri sahih olsa bile, bu iddialar metin yönünden Kur’an ile uyuşmamaktadır. Çünkü Allah, Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin birer müjdeliyici ve uyarıcı olduklarını bildirmektedir:

“Sen sadece bir uyarıcısın. Biz seni müjdeliyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı bulunmuştur.” (Fatır, 35/23-24)

“Eğer yüz çevirirlerse biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız duyurmaktır..” (Şura, 42/48)

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yunus 10/99)

İsa (as)’ın kıyametten önce geleceğine inanmak, bir inanç konusu yapılmıştır. Halbuki bunu iddia eden alimler, ahad haberle inanç belirlenemeyeceğini söylerler. İsa’nın geleceğini bildiren hadisler ahad haberlerdir.

Sonuç olarak müslümanların “nasıl olsa İsa gelecek, dünyayı kurtaracak” şeklinde bir beklentiye son vermeleri ve var güçleri ile İslam için çalışmaları gerekmektedir. Çünkü, Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bir toplum, kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah, o topluma verdiğini değiştirmez.” (Ra’d 13/11)

“Bilinsin ki; insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) Prof. Abdulaziz Bayındır- http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/fetvalar/index.php?cat_id=55#117 )


Hz. İsa nın tekrar yeryüzüne son saatten önce geleceğini açıklamak için örnek verilen 4-Nisa/159 ayetindeki “o” zamiri neyi kastetmektedir?

İsa aleyhisselamın tekrar geleceğini söyleyenler buradaki “o” zamirinin İsa aleyhisselama gönderirler. Arapça’da zamir en yakınını gösterir, uzağı göstermesi için karine gerekir. Zamirin yakını ehli kitaptır. Zamiri oraya gönderince mana ise şöyle olur: “Kitap ehlinden İsa’ya, ölmeden önce inanmayacak kimse yoktur”. Burada sözü edilen kitap ehli, Yahudilerdir. Onlar, ölünceye kadar, İsa aleyhisselam ile ilgili bir kanaate varacaklar, demek olur. Yani her bir Yahudi ölmeden önce ona inanacaktır. Ona inanmaları, bu inancı yaşayacaklar demek olmaz. Kur’an-ı Kerim’i incelerseniz görürsünüz ki, bütün kafirler, zamanla inanmaları gereken şey konusunda tam bir kanaate varırlar. Sonra ona göre davranmadıkları için Allah’ın huzurunda kendilerini savunma imkanları kalmaz. İşte Yahudiler de bu konuda kendilerini savunma imkanı bulamayacaklardır. Çünkü ayetin devamı bunu ispatlamaktadır. “Kıyamet günü onların aleyhine şahit olacaktır.” Onlar İsa aleyhisselamın Peygamber olduğu kanaatine varmadan ölürlerse aleyhte şahitlik için bir gerekçe bulunmaz. Çünkü hiç kimse gücünün yetmediği şeyden sorumlu olmaz.

Buradaki zamirin İsa aleyhisselama gönderilmesini gerektirecek karine olmadığı gibi önemli bir engel de vardır. O da şudur: İsa aleyhisselam kıyametten önce yeniden dirilip, sonra bütün ehli kitap ona inanacaksa; ehli kitabın tamamının da ona inanmak için yeniden dirilmesi gerekir. Çünkü ayet, inanmayacak bir tek kişinin kalmayacağını göstermektedir. Eğer sadece yeniden dirileceği gün yaşayanlar inanacaktır denirse, ondan önce yaşayanlar ona inanmadan ölmüş olacaklardır. Bu, zamirin İsa aleyhisselama gönderilmesini engelleyen önemli bir karinedir. Prof. Abdulaziz Bayındır

http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/fetvalar/index.php?cat_id=49#80


posted in MEHDİ-MESİH | 2 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. İSA GELMEYECEK!

Bu gün dahi, müslümanlar arasında hararetle tartışılan bu konu, aslında Kur’anın nüzulünden çok önceye dayanır. Müslümanlar arsındaki genel kabul ise şudur: İsa (AS) çarmıha gerilmemiş, Allah onu göğe/kendi katına çıkarmış ve kıyamete yakın bir zamanda tekrar yeryüzüne indirecektir. Evet, çok özetle genel kabul budur. Şimdi burada ister istemez akla bir takım sorular geliyor:

1- Ölmediyse şuan nerede?
2- Peygamberlik görevi yarım kalmış olmadı mı? Yani kendisine verilen tebliğ görevi ne oldu?
3- Allah “
Her nefis ölümü tadıcıdır” ve “Bizim yasamızda değişiklik göremezsin” der. Bu tezat teşkil etmez mi?

…. gibi daha bir çok yanıtsız soru akla geliyor. Peki o halde işin hakikati nedir? Kur’an bir elçinin asırlar sonra üstelikte son elçinin ardından gelmesine onay vermiş midir?

Ve hepsinden önemlisi, hatta altının çizilmesi gereken asıl nokta ise şudur; Kıyamete kadar, korunacağına, eksiksiz ve tam olduğuna yemin ile dikkat çekilen Kitap’da tüm kurtuluş reçetesi mevcut iken, İsa (AS) gelip neyi ekleyecek, gelip hangi eğriyi düzeltecek?

İsa (AS), Kur’an İslam’ından uzak olunduğundan dolayı geri kalmışlık, perişanlık yaşayan müslüman halkların zorla kulaklarından tutup refaha/kurtuluşa mı ulaştıracaktır.

Kur’an ne akıl ile, ne de kendisi ile asla çelişmez! hakikatinden yola çıkarak: İsa (AS) ineceğine dair net bir ayet var mıdır? Veya ayetler aslında ne anlatıyor, bunlara tarafsız göz ile bakıp sonuca ulaşacağız.

وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَـكِن شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلاَّ اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِيناً {157}

157- Ve: ‘Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük’ demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (bir) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.. (4-Nisa 157)

WeMa qateluhu = Onlar İsa’yı öldüremediler,
WeMa salebuhu = Onlar onu (İsa’yı) asamadılar,
Welakin şübbehe lehüm = Onlar öyle şübhelendi/sandı bu ayeti tercüme edenler İsa’ya benzer (gösterilen) birinin asıldığı gibi bir mana vermişler. Aslında ayet gayet açık: WeLakin şübbehe lehüm, yani: (İsa’yı astık diye) şüphe içine düştüler/astık sandılar. buradan devam… Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.

Öldüremediler çarmıha da geremediler peki ne oldu? Hemen yine ilgili ayete bakalım:

إِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسَى إِنِّي مُتَوَفِّيكَ وَرَافِعُكَ إِلَيَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَجَاعِلُ الَّذِينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ

فَأَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فِيمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ {55}

55- O zaman Allah şöyle dedi: “Ey İsa, şüphesiz ki seni (Ben) öldüreceğim, seni kurtaracak ve inkârcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim”.(3 Ali Imran 55)

رفع = kaldırmak, yükseltmek, yüceltmek, terfi ettirmek, kurtarmak

رَافَعَ = savunmak

Bu ayette Allah(cc) Hz İsa’yı öldürmeye gelen Romalı askerlerin elinden çekip-KURTARMIŞTIR. Onu, yani İsa (AS)’ı eceliyle ölen herkesin canını aldığı gibi İsa (AS)’ın da canını (sonradan) kendisinin alacağını bildiriyor.

Bu ayetden Hz İsa’nın Allah katında bir yerlerde, yeniden inmek üzere bekletildiği gibi bir mana çıkarmak çok zorlama iş olur. O halde göğe yükselme ve yeniden inme meselesi nereden çıktı?

Bunu anlamak için, hristiyanların bu konudaki inancına bakmamız gerekiyor. Hristiyanlara göre: İsa (AS) çarmıha gerilerek öldükten üç gün sonra, mezara gömülmüş ve gömüldükten üç gün sonrada mezarı boş bulunmuştur. Yani mezarında olmadığı görülmüş. Sonra bu (mezarında olmadığına göre) “Göğe yükselmiş!” olarak değerlendirilip inanılmıştır.

Hristiyanların bu anlayışı, Son Elçimiz Hz. Muhammed(sav) zamanına gelene kadar, dünya üzerinde kulaktan kulağa geniş kitleleri arasına yayılmıştır. Kur’anın gelmesiyle birlikte, müslümanlığı seçen bazı hristiyanlardan (Hz. Muhammed’in vefatından sonra ) bir kısım sahabi, özellikle tabiun döneminde müslümanlar arasında yavaş yavaş konuşulmaya/benimsenmeye başlanılmıştır. Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) vefatından 1,5 ~ 2 asır sonra ise, hadis kitaplarında yerini almıştır. Bu yıllarda bir çok “İslam alimi” veya Kur’an bağlısı, hadislere giren bu hurafeyi şiddetle tenkit etmişlerdir. Fakat, bu tenkitler, tarih içinde bu hurafeye olan büyük inançtan, dolayı arada kaybolmuş gitmiştir.

Rafea” kelimesini (Kendi katına) Yükseltmek olarak alsak dahi, sonuç yine değişmez. Çünkü Allah İsa (AS)’ı bizzat kendisinin öldüreceğini söylüyor. O halde katına yükseltmesi, Allah’ın onu öldürmesinden sonradır. Yani diri diri yükseltmek değil.

Rafea kelimesinin diger peygamberlerle ilgili de kullanılmıştır:

Kitab’ta idris’i de an. Çünkü o çok dogru bir peygamberdi. Onu yüce bir makama yükseltmistik. (19 Meryem 56-57).

Bu ayette de Hz. idris’in ref edildiginden bahsedilmektedir. Şimdi aynı mantıkla O’nun da kıyamete yakın bir zamanda tekrar döneceği neden savunulmuyor ?

Daha önce de dediğimiz gibi: Her peygamber kendinden önceki peygamberleri tasdik ve dejenere olmuş unsurları düzeltmek ve de /hatırlatmak /korkutmak /müjdelemek amacıyla gönderilir. Hz İsa’ da Tevrat hakkındaki itilafları ortadan kaldırmak ve Ahmed isminde bir peygamberin geleceğini müjdelemek için gönderilmiştir. Aynen Kur’anın “Kitap ehlinin ihtilafa düştüğü konuları aydınlatmak amacı” da güttüğü gibi.

6 – Bir vakit de Meryem oğlu İsa: Ey İsrail oğulları, ben size Allah’ın elçisiyim. Önümdeki Tevrat’ın doğrulayıcısı ve benden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir peygamberin müjdecisi olarak geldim. dedi. Sonra o, onlara apaçık delillerle gelince: Bu apaçık bir büyüdür! dediler.(61 Saff 6)

Hz İsa’dan sonra hem yahudiler hem de hristiyanlar bir Elçinin geleceğini biliyorlardı. Çünkü Allah’ın söylediğine göre: Bu İsa (AS) aracılığı ile söylenmişti. Hatta Allah gelecek olan elçinin adını dahi vermişti.

İşte tam burada sormak lazım. Hz İsa’nın yeniden gelmesi gibi önemli bir konu Kur’anda neden yok! Oysa yukarıdaki ayette, önceki ümmete çok net ve yoruma gerek bırakmayacak şekilde “benden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir peygamberin müjdecisi olarak geldim” net bir ayet var. Allah İsa (AS)’ı yeniden yeryüzene indirmeyi dileseydi, bunu Kur’anda aynen 61/6 ayetteki gibi net bir dille söylemezmiydi ?

Allah ile Hz. Muhammed’i dinde iki otorite olarak gören kardeşlerimiz diyecek ki “O halde bu konudaki hadisler ne olacak, buharinin, müslimin söyledikleri….Bir Kur’anı müslümanı olarak derim ki: Allah tek otoritedir. Allah hükümranlığını kimseyle paylaşmaz. Allah buhari yada müslim söyledi diye İsa (AS)’ı yeniden göndermez. Peygamber Efendimiz’de Kur’ana tabi olan bir elçi olduğundan oda Allah’ın söylemediğini söylememiştir. Çünkü Elçilerin görevi SADECE tebliğ etmektir:

قُلْ مَا كُنتُ بِدْعاً مِّنْ الرُّسُلِ وَمَا أَدْرِي مَا يُفْعَلُ بِي وَلَا بِكُمْ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ وَمَا أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ مُّبِينٌ {9}

9-De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolunana uymaktayım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.(46 Ahkaf 9)

Allah’a ve Kitab’a inandığı halde “Allah Resulünün dinde hüküm koyma yetkisi vardır” diyen kardeşler var. Hatta bu kardeşlerden bazıları ilahiyatçı akademisyen. Cemaat ne yapar acaba. O akademisyen kardeşlere aşağıdaki ayetleri sunarak konuyu kapatıyorum.

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ {44} لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ {45} ثُمَّ لَقَطَعْنَا

مِنْهُ الْوَتِينَ {46} فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ {47}

44- Eğer (Muhammed) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı,
45 -Elbette Biz; onu, kuvvetle yakalardık.
46 -Sonra da onun şah damarını keser atardık.
47- Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız
(69 Hakka 44-47)

9 -Hz. İsa’nın tekrar döneceğİ söyleyenlerİn delİl gösterdİklerİ ayetler

a- Al-i İmran Suresi 55

Hani Allah, İsa’ya demişti ki: “Ey İsa, doğrusu seni Ben vefat ettireceğim ve seni Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim. (3 Al-i İmran 55)

Bu ayette geçen “sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim.” ifadesinden yola çıkarak, sözde Hz. İsa’nın tekrar geleceğinin Kuran’da bildirildiği iddiasında bulunulmaktadır. Bu senaryoya göre Hz. İsa yeryüzüne dönecek ve dünya hakimiyetini kendisine inananlarla beraber kuracaktır. Oysa bu tamamen Kuran’da anlatılmayan, vehme dayalı bir senaryodur.

Bu ayetin hiçbir yerinde Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar gelişinden söz edilmemektedir. Hz. İsa’ya uyanlar kıyamete kadar insanların üstüne geçecektir. Bu ayette vaat edilen budur. Yoksa Hz. İsa gelecek sonra tüm insanları birleştirecek ve insanların üstüne önder olacak gibi bir mantık ayette kesinlikle yoktur. Burada ayetin anlamı kaydırılarak Kuran’da bildirilmeyen bir şeyi söylemek ve böyle bir sonuç çıkartmak yanlış bir yaklaşımdır.

Burada kastedilen Hz. İsa’ya iman edenler yani Müslümanlardır. Müslümanlar ona bir peygamber olarak iman ederler. Müslümanların dünyada bir düzen kuracakları açıklanmaktadır. Bunun için Hz. İsa’nın gelişi gibi bir ön şart yoktur.

b- Nisa Suresi 159

And olsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit olacaktır. (Nisa Suresi, 159)

Bu ayette de dikkat edilirse, yine Hz. İsa gelecek diye bir anlam ya da ima yoktur. Sadece Kitap ehlinden olanların ölmeden önce ona inanacaklarını bizlere bildirmektedir. Bu ayetten yola çıkarak Kitap ehlinin ölmeden önce Hz. İsa’ya inanması ancak onun gelmesiyle olur. Öyle ise Hz. İsa gelecektir gibi yorumlar yapmak yanlıştır. Burada ayette olmayan bir şart ortaya atılmış ve açıkça ayetin anlamı çarpıtılmıştır.

Bir kere ayette Kitap Ehli’nden olanların kıyamete yakın bir zamanda Hz. İsa’ya iman edeceklerine dair bir ifade yoktur. Bu ayette tüm Kitap Ehli kastedilmektedir. Ayrıca ölümlerinden önce Kitap Ehli’nin iman etmeleri için Hz. İsa’yı görmeleri gibi bir şart da ayete göre söz konusu değildir. Hz. İsa’nın sağlığında bile onu görüp kitap ehlinden iman etmeyen bir çok kişi olmuş ve hatta onu öldürmeye bile kalkmışlardır.

Bu olsa olsa böyle olur mantığıyla bu sonuç çıkartılmış, Kuran’da bildirilen dışında ön yargıyla ulaşılmış bir iddiada bulunulmuştur.

Ayrıca ayetin devamı dikkatli okunduğunda çok önemli bir gerçek ortaya çıkacaktır. Hz. İsa ölümlerinden önce kendisine iman edenlerin hakkında kıyamet günü aleyhlerinde şahitlik yapacaktır. Bu ayetin Arapça metninde “aleyhim”( عليهم) ifadesi geçmektedir. “Aleyhim” kelimesinin “onların üzerine” veya “aleyhlerine” anlamları vardır. Bu kelime şahitik yapmak fiiliyle kullanıldığında bu şahitliğin olumsuz olduğu yani aleyhlerine olduğu anlaşılmaktadır. Kuranda bu iki kelimenin geçtiği ayetlere bakıldığında bu anlaşılacaktır.

MESELA: 41/20- Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir.

Ayetin devamıyla düşünüldüğünde kitap ehlinde ölümlerinden önce Hz. İsa’ya iman edenlerin imanının makbul bir iman olmadığı anlaşılmaktadır. Aksine Hz. İsa onların aleyhlerine şahitlik yapacaktır. Bu iman Firavun’un imanı gibi kabul edilmeyen bir imandır. Üstelik burada söz edilen kitap ehli kıyamet gününe yakın olanlar değil Hz. İsa’dan sonra yaşayan tüm kitap ehlini kapsar. Bunların hepsi ölümlerinden önce Hz. İsa’nın Allah’ın elçisi olduğuna iman etmektedirler. Fakat ölüm anından önce olan bu iman makbul bir iman değildir. Hesap günü İsa onlardan şikayetçi olacaktır. Yukarıdaki ayetin önce ve sonrası okunduğunda burada kitap ehlinden Yahudilerin eleştirildiği görülecektir.

Şimdi ayete başına dönersek bu ayetin neresinde Hz. İsa tekrar yeryüzüne gelecek şeklinde bir anlatım yada ima vardır? Neye dayanarak böyle bir sonuç çıkarılmaktadır? Görüleceği gibi bu iddia sadece bir vehimdir ve bu yanlış yorumlar Kuran’a ait değildir.

c- Zuhruf Suresi 61

Şüphesiz ki o , kıyametin bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.. (43 Zuhruf 61)

Bu ayette o sıfatının Hz. İsa olduğunu söyleyip, onun kıyamet saati için bir ilim olması için ancak kıyametten önce gelişiyle olabileceği iddia edilmektedir.

Bu ayette geçen “o “ zamiri hakkında iki farklı görüş var. Biri “o “zamirinin Kuran’ı işaret ettiği diğeri ise” o” zamirinin Hz. İsa’yı işaret ettiğidir. “O” zamirinin Hz. İsa’yı işaret ettiğini kabul etsek bile, ayetin direkt anlamından Hz. İsa’nın yeniden yeryüzüne gelişini söyleyen yada işaret eden bir ifade bulunmadığı görülecektir. Bu ayette de diğerlerinde olduğu gibi bir ön kabul yapılıyor ve Hz. İsa’nın kıyamet için bir ilim olması için ancak kıyametten önce gelişiyle olabilir denilmektedir.

Şüphesiz ki o , kıyametin bilgisidir ” Burada geçen “ Şüphesiz ki o” ifadesiyle ne kastedilmektedir? Hasan Basri ve Said b. Cübeyr’e göre “Kur’an” kastedilmektedir. Yani, Kur’an, kıyametle ilgili bir bilgi kaynağıdır. Ancak siyak ve sibak dikkate alındığında, bu anlamın pek uygun düşmediği görülür. Çünkü böyle bir anlamın çıkarılabilmesine delil olabilecek bir karine yoktur.

Müfessirlerin çoğu burada, Hz. İsa’nın kastedildiği hususunda hemen hemen ittifak halindedirler. Fakat İsa b. Meryem’in kıyamet alameti olarak nitelenmesi nasıl mümkün olmaktadır? diye bir soru akla gelebilir. İbn Abbas, Mücahid, İkrime, Katade, Süddî, Dahhâk, Ebu Eliye ve Ebu Malik, “Bununla Hz. İsa’nın ikinci gelişi kastolunuyor” demektedirler. Eğer böyle anlarsak o takdirde ayeti, “Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar dönmesiyle kıyametin yakın olduğu anlaşılacaktır.” şeklinde yorumlamamız gerekir. Ancak, cümlenin devamını okuduğumuzda böyle anlam vermenin yanlış olduğu görülür. Yukarıda ismini zikrettiğimiz müfessirlerin tüm saygınlığına rağmen, onların “İsa b. Meryem’in ikinci gelişi, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir” şeklindeki yorumlarını kabul etmek güçtür. İsa b. Meryem’in tekrar gelişi, onun geleceği dönemde ve ondan sonraki dönemlerde yaşayanlar için bir alamet olabilir. “Siz bundan şüphe etmeyin” şeklindeki bizzat kendilerine hitap edilen Mekke’liler için bu nasıl bir alâmet olabilir? Binaenaleyh, müfessirlerden bazılarının şu görüşü bize göre daha makbuldur. Yani Hz. İsa’nın babasız doğuşu, çamurdan kuş yapıp ona can üflemesi, ölüleri diriltmesi vb. mucizeleri kıyametin alametlerindendir. Bu ayetle bir çocuğun babasız dünyaya gelmesi, bir kulun çamurdan kuş yapıp ona can üflemesi, ölüleri diriltmesi mümkün iken Allah’ın kıyamet günü ölümlerden sonra insanları yeniden diriltmesi niçin mümkün olmasın?

d- Nisa Suresi 157

Ve: “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. (Nisa 157)

Bu ayette geçen “onu öldürmediler ve onu asmadılar.” İfadeden yola çıkarak Hz. İsa’nın öldürülmediği ve asılmadığı dolayısıyla hala canlı olduğu ve tekrar yeryüzüne döndürüleceği iddia edilmektedir.

Oysa ayet önyargılardan sıyrılarak okunduğunda böyle bir anlatımın olmadığı açıkça anlaşılacaktır. Burada söylenen şey Hz. İsa’yı öldürmeye çalışan kişilerin onu öldüremediği ve asamadığıdır. Yani inkarcılar Hz. İsa’ya bir zarar verememişlerdir. Fakat bu Hz. İsa’nın vefat etmediği ve tekrar yeryüzüne gönderileceği anlamına gelmez.

MESELA:: Müşrikler Hz. Muhammed’i ne öldürebildiler ne de asabildiler. Böyle olması Hz. Muhammed’in ölmediği anlamına gelmez. Hz. Muhammed başka bir vesile ile vefat etmiştir.

Yukarıdaki ayette de Hz. İsa’nın inkarcılar tarafından öldürülmediği vurgulanmaktadır. Fakat bu başka bir vesile ile Allah onu vefat ettirmiş ve kendi katına yükseltmiştir. Dolayısıyla da bu ayetteki ifadelerde ne Hz. İsa’nın vefat etmediği gibi bir anlam vardır, ne de tekrar yeryüzüne döneceğine dair bir anlatım mevcuttur.

Sonuç: Temel olarak Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne dönüşüne delil olarak gösterilmeye çalışılan ayetler bunlardır. Görüldüğü gibi ayetlerde bildirilen Hz. İsa’nın öldüğüdür. Bunun ötesinde hiçbir ayette tekrar yeryüzüne döneceğine dair bir ifade yoktur.

Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne dönüşü iddiası Kuran’a dayalı bir düşünce değildir. Bu düşünce Hıristiyan etkisiyle uydurulmuş hadisler vasıtasıyla İslam dinine geçmiştir. Günümüzde de bu konuyu suiistimal etmek isteyen kişiler tarafından kullanılmaktadır. Bu suiistimallere karşı yapılacak en iyi tavır, olayları hep Kuran’a göre değerlendirmek ve Kuran dışı bu tarz zırvaları tümüyle terk etmektir.

10 -HZ. İSA’NIN YENİDEN GELİŞİ İDDİASI KUR`AN İLE UYUŞMAZ

Kuran’da yer almamasına rağmen ortaya atılan iddia hadislerlerle de desteklenerek sağlam bir zemine oturtulmak istenir. Hadislerde Hz. İsa’nın Şam’ın doğusunda beyaz minareye geleceği, Mehdi ile buluşacağı, Deccali öldüreceği anlatılır. Buhari ve Müslim gibi gelenekçilerin en güvendikleri iki kaynaktaki bir hadis şöyledir: “ Allah’a yemin ederim ki İsa’nın adil bir hakem olarak ara-nıza inmesi yakınlaşmıştır. O indiğinde haçları kırıp domuzları öldürür, cizyeyi kaldırıp maymunu öldürür ve İslam’dan başkasını kabul etmez.” Hıristiyanlık’tan ilk devirlerde dinimize geçenlerin yay-dığını sandığımız bu uydurma, Kuran ayetleriyle de uyuşmaz.

Allah şunu demişti: Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden ayıracağım… (3 Ali İmran 55)

Hüseyin Atay bu ayete göndermeler yaparak şu açıklamayı yapar: “ Hz. İsa hakkında Kuran-ı Kerim’in verdiği bilgi içinde onun öldü-ğü fakat öldürülmediği bilinmektedir. Bunlara göre Hz. İsa ölmüştür, hayatta değildir ve dünyaya dönmeyecektir. Hadislerle iman esasları sabit olmaz ve Kuran’a ilave yapılamaz. Hıristiyan kültünden ve kültüründen, Hz. Muhammed’in vefatından sonra İslam literatürüne geçen hikayelerden birinde; Hz. İsa’nın ölmediği, göğe çıkarıldığı ve kıyamet kopmadan dünyaya Şam’daki minareden ineceği an-latılmaya başlanmıştır. Hıristiyan mitolojisi İslamlaştırılarak Müslümanlar’ın inançları arasına sokulmuştur. Öyle ki buna inanmayanlar, aklı başında sanılanlar tarafından bile kafirlikle itham edilmektedirler.” (Hüseyin Atay, Kuran’a Göre Araştırmalar, sayfa 53)

Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değil-dir. O Allah’ın elçisi ve Peygamberler’in sonuncusudur. (33 Ahzab 40)

Hz. İsa kendisine kitap verilmiş bir nebidir. Eğer ikinci sefer gelecekse yine nebi olacaktır. Onun ikinci gelişinde nebi olmayacağının iddia edilmesi açık bir saptırmadır. Kuran’da Hz. İsa’nın nebiliğini ortadan kaldıran hiçbir ayet yoktur. Fakat yine Kuran ayetinde Hz. Muhammed’in nebilerin sonuncusu olduğunu bildirilmektedir.

Bu durumda Hz. İsa’nın tekrar geleceğini söylemek bu ayetle açıkça çelişir. Çünkü son nebi Hz. Muhammed’dir ve ondan sonra bir daha nebi gelmeyecektir.

Doğduğum gün, öldüğüm gün ve yeniden dirileceğim gün selam olsun bana dedi.
(
19 Meryem 33)

Meryem suresinde, Hz. İsa’nın ağzından nakledilen yukarıdaki sözlerde, Hz. İsa’nın üç önemli gününden bahsedilir. Görüldüğü gibi bu günler sayılırken Hz. İsa’nın kıyamette dünyaya yeniden geleceği şeklinde bir günden bahsedilmez. Eğer böyle bir gün olsaydı, elbette ki bu da hadislere bırakılmadan, şüpheye yer bırakmayacak şekilde Kuran’da belirtilirdi.

Ne yazık ki Kuran’ın belirtmediği ve Kuran ile çelişen Hz. İsa’nın gelişi hikayesi, yüzlerce sahte İsa’nın çıkışına yol açmıştır. Sahte Mehdi enflasyonu gibi, sahte İsa enflasyonu da akıl hastanelerimizin önemli vakalarına baz teşkil etmiştir.

11- Hz. İSA BUGÜN GELSE NE OLUR HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ ?

Bir an için Hz. İsa`nın geleceğini iddia eden kardeşlerimizin görüşlerini kabul edelim ve düşünelim…

Biz gaybı bilmeyiz. Muhakkak ki, gaybın bilgisi Rabbimizin katındandır. Ancak Allah`ın sünnetinde bir değişme olmayacağını yine rabbimiz bizlere haber vermektedir..

Hz. Nuh`u ölümle tehdit eden (Şuara 112) Hz. Hud`u beyinsizlikle itham eden ve yalancılardan sayan (Araf 66) Hz. Salih`i yalancı ve şımarık olarak niteleyen (Kamer 24-25) Hz. İbrahim`i ateşe atan (Ankebut 24) Hz. Lut`u insanların işine karışmaması için tehdit eden (Hicr 70) “Eğer aşiretin olmasaydı seni taşlayarak öldürürdük, senin bizim yanında hiçbir kıymetin yok“ (Hud 91) diye Hz. Şuayba tehditler savuran insanlık Hz. İsa`ya nasıl davranacaktır acaba ?

Allah`ın gönderdiği bütün elçilere kötü davranan, onları delilikle, bozgunculukla suçlayan, onları doğup büyüdükleri memleketten çıkmaya zorlayan, Hz. Zekeriyya`yı şehit eden ve oğlu Hz. Yahya`yı testereyle kesen ademoğulları Hz. İsa`yı kırmızı halılar sererek mi karşılayacak sanıyorsunuz ?

Hz. İsa geldi diye insanlar, örneğin Amerika’lılar aniden barbarlığı, sömürüyü, talanı bırakıverecek ve Iraklı insanlarla kardeşler oluverecek mi sanıyorsunuz ? Evet nasıl karşılanacak bilmiyoruz ancak o geldiğinde şunların olacağını tahmin edebiliyoruz:

Yahudilerin umurunda olmaz. Ekonomik ve politik nedenlerden ötürü derhal ortadan kaldırmaya çalışırlar. Mossad anında devreye girer ve sonra…

Hristiyanların umurunda olur mu peki? Hristiyanların çoğunun da dini imanı para, itibar olmuş. Din indirgenmiş kültürel düzeye. Boş zaman uğraşı, can sıkıntısına çözüm olarak görülmüş, bir hobi olmuş kilise muhabbetleri.

Ayrıca Hristiyan sandığımız birçok Avrupa ülkesinde ateistlik dizboyu. Dindar hristiyanlar da İsa’yı Tanrının oğlu kabul etmiş. Onlara göre o bir süperman. Gelecek ve elindeki sihirli asasıyla şipşak tüm yanlışları düzeltecek. Tüm din düşmanlarını anında gebertecek. Böyle bir ultra kahraman. Sağlığında canını Allah’ın yardımıyla kurtaran Hz. İsa bu sefer geldiğinde sihirli güçlere sahip olacak. Ya Hz. İsa tekrar geldiğinde önceki hayatındaki gibi birçok sıkıntılarla karşılaşırsa, ya doğal süreçler eşliğinde mücadele ederse bu Hristiyanlar bir anda onu inkar etmeyecekler mi?

Sağlığında ancak 12-1=11 dostu olan ve birkaç düzine insanı ancak hak yola çekebilen -İnsan İsa- yeryüzüne tekrar geldiğinde nasıl ve neden milyonları şipşak hidayete kavuşturacak. -Tanrı İsa-’yı karşılarında göremeyen Hristiyanlar ne yapacaklar o gün ?

Allah’ın sünnetinde asla değişme olmaz. Peygamber bile olsan doğal süreçler devam eder. Ve sıkıntı dert bela peşini bırakmaz. Elinde sihirli bir değnek hiçbir zaman olmaz. Ölüleri bile diriltsen seni öldürmeye çalışırlar.

Hz. İsa gelse ve başlasa çalışmaya kaç yüzyıl sonra tesis edebilir şu altınçağı??? Süperman olarak gelecekse neden daha önce süpermanler gelmedi? Neden bunca sıkıntı dert çekildikten zulüm şiddet barbarlık olduktan sonra? Şimdi mi Allah’ım demeyecek miyiz?

Bizim Müslüman geçinen takım ne yapar acaba Hz. İsa’yı karşılarında görünce ?

Gelenekçi takım, kıla tüye, şekil şemaile takılan tarikatçı kesim Hz. İsa’yı Peygambere benzetemez öncelikle. Çünkü kafalarındaki Hz. İsa cübbeli, şalvarlı falan olmalı. Neyse bunları geçelim, Her cemaatin her mezhebin kafasındaki İsa imajı farklı. Herkesin beklentisi başka başka. Herkesin kafasında bir İsa var. Ya bu gelen İsa bizim mezheplerimize laf atarsa, ya bu İsa bizim yamulttuğumuz dinimize çomak sokmaya kalkarsa neler yapmayız o İsa’ya? Bizim dinde temel kaynaklar saydığımız hadis, icma, kıyasa ellerse, bunlara aykırı laflar ederse elimizden kim kurtarabilir o İsa’yı?

Hangi dindar kesim peygamber beklemiş de onlara peygamber geldikten sonra onu inkar etmemiş onu öldürmeye çalışmamış???

Sağlığında canını Allah’ın yardımıyla zor kurtaran İsa Peygamber her nedense bu gelişinde yüz He-Man gücünde olacaktır. Öyle bir güç ki bu Altınçağı tesis edecek. Her tarafı güllük gülistanlık edecek.


Bu hamhayal değil de nedir?
Allah neden sünnetine aykırı davransın da kıyamete doğru süper güçlerle donatılmış bir kurtarıcı göndersin? Var mı bunun Kur’anda bir işareti? Neden Allah böyle bir işi sona saklamış olsun?

İsa Peygamberin dünyaya yeniden döneceğini iddia eden ve bunun Kur’anda örtülü olarak ifade edildiğini söyleyen arkadaşlar konuyla ilgili diğer başlıkları da Kur’andan göstermek mecburiyetindedirler. Hangileri bunlar? Altınçağ, Deccal, Mehdi. Allah birisini söylemiş diğerlerini (haşa) es geçmiş olamaz değil mi?

12- HZ. İSA NİYE GELSİN Kİ?

Geçen yıl Hacı Bayram Camii İmam-Hatibi Hafız Fikret Latifoğlu Ankara’da benden; “Günebakıştaki yazımı daha da açarak, Hz. İsa konusunda detaylı bir yazı yazmamı” istemişti. Bu konunun çok önemli olduğunu, bir telefon konuşmamızda Tonya Haber Gazetesi’nden yönetmenimiz Hasan Kalyoncu’dan duyunca da, ‘Hz. İsa’ konusunu tekrar ele aldım. Tevfik Fikret’in; “Hak bildiğin yolda yalnız yürüyeceksin” sözüne bayıldığım için; “Hz. İsa” konusunu işlerken de, bildiklerimi çekinmeden söyleyeyim.

“HZ. İSA’NIN DÖNÜŞÜ BİR MİSYONER SÖYLEMİDİR”

Zaman zaman misyonerler tarafından yeniden pişirilip gündeme getirilen, “Hz. İsa’nın gelişi” ile ilgili olarak sorulan sorulara, “Hz. İsa’nın geleceğine inanmak, bir Hristiyanlık öğretisidir. Misyonerler, çalışmalarında başarılı olabilmeleri için, yaptıkları en önemli propaganda; ‘Hz. İsa’nın geleceğini’ anlatarak dolaylı yoldan Hz. Muhammed’i gündemden çıkarma çabası içerisinde bulunuyorlar. Haşa, Hz. Muhammed görevini yapamadı mı ki, Hz. İsa gelsin? Ayrıca Hz. Muhammed’in, son ve evrensel peygamberliği nerede kaldı?” cevabını veriyoruz. Açıkça belli ki, yazının sonunda söylenecek cümleleri öne aldım. Çünkü İslam İlahiyatında, bir konunun dini açıdan durumunu belirlerken, Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı’nın, “ Biz, her düşüncenin DNA testini Kur’an’a dayanarak yaparız” sözü ile anlattığı gibi, mutlaka ana kaynağımız Kur’an ölçütüne başvurma yöntemi takip edilir.

“KURAN’I KERİM’E GÖRE HZ. MUHAMMED SON PEYGAMBER”

Bu bağlamda Kur’anda, “Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüzde onun hükmü Allah’a bırakılır” (Şura, 10) buyuruluyor. Ayrıca Hz. Muhammed, “ Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur” (Ahzab, 40). İşte bu açıdan Kur’an’a baktığımızda, Hz. İsa’nın geleceği ile ilgili hiçbir bilginin O’nda olmadığını rahatlıkla görürüz. Bu konuda Hz. Peygamberden bize ulaşan sahih hadis olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Çünkü Hz. Muhammed, “Kendi hevasını değil, kendisine gelen vahyi bize anlattığı” (Necm, 3-4) için, Kur’anla çelişen bir şeyi bize önermesi düşünülemez.

Kur’an’ın bize bildirdiğine göre Hz. İsa, Hz. Meryemden Allah’ın bir mucizesi olarak babasız olarak dünyaya gelmiştir (Al-i İmran, 44; Meryem, 17-25). Hz. İsa’nın annnesi Hz. Meryem, bu konuda o günkü İsrailoğullarının iftirası ile karşılaşmış (Nisa, 156; Meryem, 27-28) ve kendisine atılan bu iftira üzerine Hz. Meryem, Allah’a artık konuşmayacağına dair süküt orucu adamıştı (Meryem, 26). Hz. İsa’ya daha beşikte iken konuşma mucizesi verilmiş (Al-i İmran, 46-47) sonra da İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmişti (Al-i İmran, 49, 51; Meryem, 30). Hz. İsa da her peygamber gibi insanlara, ‘Allah’ın herkesin rabbi olduğunu’ söyleyerek, onları Allah’ın dinine davet etmişti (Meryem, 30-31, 35-36). Ancak İsrailoğulları, kendi aralarında ayrılığa düşmüş ve Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu diyerek tevhidi bozmuşlardı (Meryem, 35-37). Tarihte epeyce peygamber öldürme suçunu işlemiş olan İsrailoğulları, Hz. İsaya tuzak kurarak O’nu da öldürmek istemişler (Al-i İmran, 53-) ancak Yüce Allah, onların bu tuzaklarını bozmuştu (Al-i İmran, 54).

“HZ. İSA ÖLMEDİ DEMEK KURAN’A AYKIRIDIR”

İsrailoğullarından Hz. İsa’ya sağlığında inanan kişilere, ‘Havariler’ denir ve Hz. İsa, havarilerinden kendi yanında olacaklarına dair söz almıştı (Al-i İmran, 52-53). İsrailoğulları, Hz. İsa’yı çarmıha gerecekleri sırada, peygambere verdiği sözün aksi yönünde hareket eden havariyi, YüceYaratıcı Hz. İsa kılığına sokarak cezalandırdığı için, İsrailoğulları, Hz. İsa yerine bu havariyi öldürmüşlerdir (Nisa, 156-157). Yüce Yaratıcı Hz. İsa’yı hayatını tamamladıktan sonra da, Onun ruhunu kendi katına yükseltmiştir (Al-i İmran,55-56; Nisa,158).

Yani Hz. İsa’nın vefat etmediğini söylemek, Kur’an’a ters düşmektedir.

Çünkü bu konuda, “Seni vefat ettireceğim” (Al-i İmran, 55) ve Hz. İsa’nın kendi dilinden, “Öleceğim gün” (Meryem, 33) ifadesi ile Kur’an’da durum apaçıktır. Hz. İsanın yeniden geleceğini iddia etmek ve bu konuda Kur’an’ı devre dışı bırakıp, sonradan ele alınan falanca yayını kaynak göstermek; doğru değildir.

Mantıklı insan şunu rahatlıkla anlar: “Hz. İsa peygamber olarak gelecekse, Hz. Muhammed’in son peygamber oluşu (Ahzab, 40) nerede kaldı? Şayet peygamber olarak değil de, normal bir davetçi olarak gelecekse, Yüce Yaratıcı ondan peygamberlik rütbesini, yani apoletlerini sökerek mi O’nu geri getirecek ?”

Ayrıca Hz. İsa geleceğini söyleyenlere soruyorum: Örnekleri ülkemizde de olduğu gibi son yıllarda, “Ben Hz. İsa’yım” diyerek ortaya çıkanların Hz. İsa olmadığını hangi ölçütle belirlemektedirler? Hz. İsa’nın gelmiş olabileceği varsayımına göre, O’na henüz tabi olmayan bizlerin durumu ne olacak?”

“MÜSLÜMANLARIN KATLİ BİZİM TEMBELLİĞİMİZDEN”

Hele hele, bizim tembelliğimizden ya da irademizi kötü kullanmamız sonucunda, Yahudi ve Hristiyan dünyanın İslam ülkelerindeki katliamlarını; “ Irak’ın işgali ve yeniden yapılandırılması, Şam ve Mısır Meliklerinin öldürülmesi, Dördüncü Sulh Ve Arap-İsrail Barışı, depremlerin artması, haramların helal sayılması” gibi söylemleri, Hz. İsa’nın geleceğinin kanıtları olarak söylemek; bendenizi şu ifadem için mazur görünüz ki, bir dönem söylenen; “Dünya öküzün boynuzu üzerindedir, dönmüyor” söylemini çağrıştırmaktadır.

“YENİ BİR DİN Mİ KURDUK?”

Biz müslümanlar; bilim alanında yeni bir şey üretemiyoruz ve beceriksizliğimizden kaynaklanan geri kalışımızı da kendimiz yerine, Kur’an’a fatura ediyoruz. Daha da ileri giderek, güçlü ülkelerin güçsüz İslam ülkelerine saldırılarını da, “Hz. İsa’nın gelişi” için kanıt olarak görüyoruz. Bu halimiz; en iyimser ifade ile; Kur’an’ı anlamamak demektir. Aslında durum, Mehmet Akif’in mısralarında apaçıktır :

Nebiye atf ile binlerce herze uydurduk.
Yıktık da din-i mübini hezeyanlardan yeni bir din kurduk
”.

“PEYGAMBER KURAL KOYARSA TEVHİD BOZULUR”

Yani şunu demek istiyorum. Hz. İsa’nın gelip gelmeyeceğini söylemeden önce şu konuyu çözmek lazım. O da; bir dinin kurallarını koyan kimdir? Allah mı? Yoksa peygamber mi? Kısa yoldan cevabını vereyim. Dinin kurallarını, o dini kuran Yüce Yaratıcı koyar. Şayet peygamber kural koyarsa; o zaman ‘Tevhid’ yani ‘Tek Tanrı İnancı’ bozulmuş olur. Çünkü; Peygamberler sadece elçidirler ve Allah’ dan getirdikleri vahyi insanlığa duyurur ve öğretirler.

“Hz. MUHAMMED: ‘BENİ İLAHLAŞTIRMAYIN’ BUYURDU”

Hz. Peygamber; “Yahudilerin Üzeyr peygamberi, Hristiyanların Hz. İsa’yı tanrılaştırdıkları gibi beni ilahlaştırmayın. Bana Allah’ın kulu ve elçisi deyin” diyerek bizi uyarmıştır. Hz. Muhammed de; “Kendi hevasını değil, Allah’tan aldığı vahyi bize anlatacağı” (Necm, 3-4) belirtilerek görev sınırları açıklanmıştır.

Yani Hz. Muhammed; kural koymaz. Sadece vahyi bize duyurur ve öğretir. Kuran’da; “Namazı kılın, zekatı verin, komşularla iyi geçinin, çalışın, alçak gönüllü olun, gıybet etmeyin vb.” emirler ve yasaklar vardır. Ancak bunların nasıl yapılacağı detaylı olarak belirtilmemiş, bunların geniş kapsamlı açıklamaları ve bu emirlerin nasıl uygulanacağı Hz. Peygamber’in örneklerle bize öğretimine bırakılmıştır.

Yani Hz. Peygamber bir anlamda Kur’an’ın ilk müfessiri, O’nun Sünneti/uygulamaları/açıklamaları da Kur’an’ın ilk tefsiridir. Bunu dediğimizde, “Sen, Hz. Peygamberin sünnetini kabul etmiyor musun?” çiğ lafı ile karşılaşıyoruz. Elbetteki Hz. Peygamber’in sünnetine karşı olanın gözü çıksın. Hz. Peygamber’in yirmi üç yıllık Kur’an’ın gelişi döneminde, bize yaptığı açıklamaları; O’nun sünnetidir. Bizim şurada söylediklerimizin yorumundan bir kitap oluşturulabilir.

Kaldı ki Hz. Peygamber’in peygamberliğinin gerektirdiği bu yirmi üç yıllık öğretici döneminde söyledikleri ve yaptıkları; elbette ciltler dolusudur. Ancak; Hz. İsa’nın gelişi ile ilgili olarak, Kur’anda bir açıklama olmadığı, hatta gelmeyeceği belirtilmiş olduğu halde, Hz. Peygamber’in Hz. İsa’nın geleceğini söylediği’ konusundaki hadise mütevatir gözü ile bakmak doğru değildir. Hz. Peygamber; Abdullah bin Ümmü Mektum’a hevasına uyarak ilgi göstermediği için Abese Suresinde uyarılması (Abese, 1-10), cahiliye dönemindeki Zıhar boşama usulü ile, yaşlılık döneminde beyi tarafından sokağa terk edilen hanım konusunda, beyini haklı, bu hanımı haksız bulduğu için Hz. Peygamber’in ayetle uyarılması (Mücadele, 1-4), Hz. Peygamber’in kural koymadığı, sadece vahyi tebliğ ve öğrettiğine bir örnektir.

“MİSYONER OYUNLARINA ÇANAK TUTMAYALIM”

Kur’anla çeliştiği halde Hz. Peygamber’e isnat edilen hadislerin hiç birisi sahih olamaz. Misyonerlerin İslam Dinine saldırdıkları ve uydudan günün yirmi dört saatinde arapça yayın yapan “LIFE CHANNEL” isminde bir TV’leri var.

Bunlar; “İslam Dininin akıl almayacak, komik konulardan bahsettiğini’ dile getirerek İslam Dinine saldırıyorlar ve bu konuda bazı hadis kaynaklarını da baz aldıklarını söylüyorlar. Kanımca buna biz müslümanlar da; misyonerlerin bu çalışmalarına bilerek ya da bilmeyerek çanak tutuyoruz ve Hz. Peygamber’in Kur’an’ın ruhuna aykırı bir şey söyleyemeyeceğini itiraf edemiyoruz.

Hz. İsa’nın babasız doğduğunu, beşikte konuştuğunu, kendisine hastalıkları iyileştirmek, ölüleri diriltmek mucizeleri verildiğini Kur’an bize söylesin, adeta; “Hz. Muhammed’in son peygamber olmadığı, görevini yapamadığı, Kur’an’ın bize yetmeyeceği” anlamına gelen; “Hz. İsa’nın yeniden geleceği” konusunu açıklamasın ve muallakta yani ortada bıraksın.

Neden bir toparlayıcı olarak; ilk peygamber Hz. Adem gelmiyor da, bir önceki peygamber Hz. İsa geliyor? Bunlar; herkes biliyor ki, sadece Avrupa ve okyanus ötesinden programlanan, eskiden olduğunun aksine, İslam Dünyasında müslümanları müslümanlar eli ile Hristiyanlaştırmak çabasından başka bir şey değildir. Okyanus ötesinde diyalog çalışmalarını yönetmek, Kur’an mealine Pavlos’un sözlerini sokmak ve Hz. Peygamber’in karikatürlerini yapmakta işin başka bir taktiği.

Hz. Peygamber bize, “Kendinden önceki peygamberlerin hepsine inanmayı” (Bakara, 285) Kur’an’da bir öğreti olarak getirmiştir. Yüce Allah, Hz. Muhammed’i; mesajı evrensel son peygamber yapmış ve peygamber göndermeyi de sona erdirmiştir (Ahzab, 40). Bundan sonra kimsenin geleceği yoktur.

Hz. Peygamber, kızı Hz. Fatıma’nın şahsında, “ Sakın ola ‘Peygamberin kızıyım, bana iltimas edilir’ diye düşünüp ihmalkar davranarak, kendi görevlerini ihmal etmeyesin” diyerek bizi uyarmıştır. Öyleyse yeni bir davetçiye gerek yoktur. Çünkü Kur’an’ın ilkeleri, her çağda bize yeterlidir. Yeter ki; O’nu tilavet edelim. Unutmadan söyleyeyim; belki ‘alanım değil’ diye bulaşmamaya dikkat ettiğini çok iyi anlıyorum, ancak; bizim yani müslümanların bu tirajıkomik halini en iyi şekilde büyük şairimiz Önerbay Lermi mısralarında anlatabilir.. ( http://www.tevhidnesli.de/-8_-Hz-.–&%23304%3BSA-GELMEYECEK-ar-.htm Dr. Ahmet Bekaroğlu)

posted in MEHDİ-MESİH | 5 Comments

9th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“MEHDİLİK İNANCI ÜZERİNE”

İktibas Dergisi Yazarlarından MEHMET DURMUŞ ile

Röportaj: Fatih Bütün

NİDA – “Haberlerin Ağında Mehdi” adlı kitabınız yayınlandı. Sıkı bir araştırma ürünü. Ve kitabın dikkat çeken en önemli özelliği mehdilik inancının en başta “İslam Düşüncesi”, sonrasında da sosyal ve siyasal olarak ne gibi olumsuz sonuçlar doğurduğu.

Şöyle bir giriş yapalım hocam ilk olarak, Mesih – Mehdilik inancı nedir? Kısaca açıklar mısınız?

M.D. -Mesih inancı mehdilikten daha genel ve kapsamlıdır. Kaba hatlarıyla söyleyecek olursak, ‘mesih’ kurtarıcı demektir. Mesih kelimesi İbranice’de meşiah (Mashiah) şeklinde kullanılmaktadır. Tabi bu Mesih kelimesinin İbranice olması, daha önceki dinlerde ve inanışlarda Mesih kavramının bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Bununla beraber ‘kurtarıcı mesih’ beklentisi en fazla ve bir doktrin niteliğinde Yahudilik’te gözlenmektedir. Asırlarca rahat yüzü görmeyen, kendi kaprisleri ve fitne-fesatlarının karşılığı olarak sürgünler, belalar, savaşlar ve yıkımlar yaşayan İsrailoğulları, güçlü Kral Peygamberleri Davud’u idealleştirmişler; ne zaman bir sıkıntı içine düşseler, akıllarına Davud gelmiş, tekrar onun gibi birisinin gelip kendilerini bu rüsvaylıktan kurtaracağını ümit etmişiler, bir anlamda Davud’u düşmanlarına karşı tehdit unsuru olarak kullanmışlardır. Hatırlanacağı üzere bu kavim, Allah’ı da adeta millileştirmek istemişler, kendilerinin Tanrının seçkin kulları olduğu vehmini müntesiplerine telkin ederek, Allah’a, kendilerinden başka herkesi ‘dövdürmek’ istemişlerdir. Fakat Kur’an onların bu batıl inançlarını en bariz bir biçimde reddetmekte, suratlarına çarpmaktadır.

Yahudiler kurtuluşlarını, Davud soyundan gelecek bir kurtarıcının (Mesih-kral) gelmesiyle ancak mümkün görmeye başlamışlardır. Zaman içerisinde ‘kurtarıcı-mesih’, Yahudi dini kültüründe değişik portrelere bürünmüş olsa da, öz itibariyle bu kurtarıcı Mesih bir gün gelecek onları sıkıntılardan kurtaracak, onları bolluk ve berekete kavuşturacak, rahata erdirecek, baskı altındaki Yahudileri mutlu bir geleceğe kavuşturacaktır.

Bugüne kadar Yahudi dini kültüründe bu inanış, hızından bir şey yitirmemiş, bilakis her geçen gün daha da kemikleşmiştir.

Mehdi’ ise, kanaatimize göre, Mesih figürünün Arap diline, İslam kültürüne uyarlanmasından başka bir şey değildir. ‘Apokaliptik kültür’ adı verilen, temelde Yahudi Kabbala öğretisine dayanan, gelecekte vuku bulacağı rivayet edilen olaylar dizgesinin hemen hepsi gibi, Mesih/kurtarıcı anlatıları da İslami kılıfa büründürülmekte zorluk çekilmemiştir.

‘Mehdi’ kelime olarak “hidayete erdirici” demektir. Fakat ona yüklenen, Mehdi’den beklenen misyon açıklandığında, tıpkı Mesih gibi bir kurtarıcı kahraman portresi ortaya çıkmaktadır. Şu günlerde ABD başkanı G. Bush’un ve Evangelik ekibinin Armagedon savaşına inandığı ve Afganistan, Irak işgalinin arka planında daha fazla bu ideolojinin bulunduğu yoğun bir biçimde anlatılmaktadır. Fakat bu duruma dikkat çeken müslümanlar bir de dönüp kendi kültürlerine bir baksalar, baksalar da, Yahudi Armagedon ideali, nasıl olmuş da, kendi kültürlerine de girmiş, bunu fark edip bu İslam dışılıkları kesip atsalar, temizleseler dinlerini bu tür kirliliklerden.

NİDA – Kur’an-ı Kerim’de “Mehdi”lik gibi bir inancın olmadığı malum. Peki, İslam düşüncesine nasıl ve nereden sızmıştır sizce? Mehdi fikrini / inancını doğuran etkenler neler?

M.D. – Mehdilik, sizin de temas ettiğiniz gibi, tabi ki Kur’an’da yoktur. Bu kült Kur’ani değildir. Kur’an bu tür mugalatalara (safsatalara) yer vermekten münezzehtir. Kur’an alemlerin Rabbi Allah’ın kelamıdır, o ciddi bir kitaptır, ciddi işlerle ilgilenir, hidayet kaynağıdır.

İslam düşüncesine Mehdilik fikrinin (ve benzerlerinin) giriş tarihini kesin olarak tespit etmek, daha doğrusu tam bir tarih vermek mümkün değildir. Zira bu bir süreçtir. Rasulullah (a.s)dan sonra, İslam inancı, belki ilk iki halife döneminde de Kur’an’a ve sünnete bağlılığını muhafaza etmiş, fakat Emevi ailesinin İslami yönetimde kendisini hissettirmeye başlamasıyla birlikte, yavaş yavaş itikadi bozulmalar da baş göstermiştir. Bununla beraber, Emeviler ve bilhassa Abbasiler döneminde İslam dışı kültürlerin İslami düşünüşe tesirleri olduğu, bilinen bir gerçektir. Mehdi, kıyamet alametleri, Deccal, İsa’nın nüzulü v.b. konularda pek çok Kur’an dışı öykünün, hadis formatına büründüğü nazarı itibara alınırsa, bu itikadi sirayetin henüz birinci hicri asırda başladığı rahatlıkla ileri sürülebilir.

Konunun mütehassısları, bilhassa Zerdüştlüğe dikkat çekerek, İranlılar’ın Sasani kültürünü İslami alana taşıdıklarını belirtmektedirler. Ayrıca, İskenderiye, Urfa, Antakya, Basra ve (ileride Bağdat) gibi önemli şehir merkezleri önceden beri belirli Batıni/mistik felsefelerin merkezi olagelmiştir. Bu şehirlerin ihtida eden halkalarının, önceki itikad ve an’anelerini kaldırıp attıklarını kim söyleyebilir?

Hasılı, İslam dini Müslüman fatihler tarafından Ortadoğu’ya, Ortaasya’ya götürülmüştür. Buraların halkları İslamlaşmıştır, fakat ihtida eden bu toplumlar İslam’la kendi inançlarını mezcetmişlerdir.

NİDA – Mehdilik inancı hem bireysel hem de toplumsal hayata ciddi bir boyutta etki ediyor değil mi? Biraz bunlar üzerinde konuşalım. “Mehdilik” inancı, sizin ifadenizle “Kurtarıcı Usturesi!” fert ve toplum üzerinde ne gibi sonuçların hazırlayıcısıdır? Ya da “Kurtarıcı Usturesi”, “Cehd ve gayret” üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir?

M.D. – Ben mehdilikle ilgili rivayetleri ve bu çerçevede oluşmuş kültürü eleştirirken, genelde akla geldiği gibi, “mehdi fikri toplumu pasifize ediyor, atalete sürüklüyor” gibi bir teze dayanmıyorum. Bu tez ileri sürülebilir belki, fakat sırf savunma refleksiyle de olsa, diğerleri de, bunun tersini iddia edebilir ve hatta bu doğrultuda örnekler de verebilirler. Nitekim, Yahudi-Hristiyani gelenek, pratikte bunun ‘faydasını’(!) görmektedir. Fakat bence asıl sorun şurada ve bunu insanlar nedense bir türlü kabul etmek istemiyorlar: Her şeyden önce dini doğru anlayıp, doğru kavramak gerekir. Dini doğru anlamak ve kavramak başlı başına bir ilkedir ve hayati öneme sahiptir. Bir kavram, bir akide ve bir ilke veya konu, ya dinidir, ya da değildir. Bunun ikisinin ortasının olabileceğini zannetmiyorum. Mehdilik ya İslamidir, ya da değildir. İslami ise, bize bunun delillerini sunmaları gerekir. Ki biz de ona inanalım, İslami olan bir inanç unsurunu(!) reddettiğimiz için insanlardan özür, Allah’dan da af dileyelim. Yok eğer islami değilse, bunu İslam kültüründen ayıklamalıyız ki, Kur’an bilgimiz perdelenmemeli. Fakat bu ilişkinin ortası, eklektik bir tutum herhalde, İslami düşünceye yapılabilecek en kötü bir tecavüzdür.

Dini bize Kur’an öğretiyor. Kur’an’ı, Peygamber Muhammed (a.s) tebliğ etti. Onun anlayışı, bildikleri, inandıkları, kafasına yerleştirdikleri, amentüsü ve yaşadıkları tamamen Kur’an çerçevesinde idi. Kur’an dururken onun, Yahudi Kabbala mistisizminden etkilendiğini veya Zerdüştlük’ten bazı unsurları iktibas ettiğini v.s mi düşüneceğiz? Bu durumda risalet, vahiy, Kur’an, sünet inancısız tamamen anlamasız hale gelmeyecek mi?

Mehdilik tasavvuru, Kur’an’a alternatif oluşturulan bir başka dinin önemli amentülerinden biridir. Ben Müslüman isem, Kur’an’ın bana öğrettiklerinden başka inanca sahip olmamam gerekir. Benim, Muhammed’in (a.s) tebliğ ettiği Kur’an’daki İslam’dan başka (alternatif) İslamlara ihtiyacım yoktur. Çünkü Rabbimiz, “Kim İslam’dan başka bir din ararsa bu ondan asla kabul edilmeyecektir ve o kimse ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (3/Al-i İmran, 85) buyurmaktadır.

Mesih inancı fanatik Yahudilere, tembelliğin ötesinde bilakis, Müslümanları yeryüzünden silmek ve sadece kendilerine hayat hakkı tanımak hedefi doğrultusunda, her türlü kahredici yolu denemeleri için olağanüstü bir dinamizm(!) bile vermektedir. Fakat, biz kendimize, Allah’ın saf ve berrak vahyini, İslam’ın tarih boyunca gelmiş şerefli elçilerini mi üsvetün hasene (güzel örnek) ittihaz edeceğiz, yoksa, katil vahşi Siyonist örgütleri mi? Eğer ikincisi ise, biz kendi kendimizi inkar ediyor olmaz mıyız Bir taraftan Yahudileri beğenmeyip eleştirirken, öte yandan onların ‘sünnetini’ benimsemek, Müslüman imanı ile nasıl bağdaştırılabilir?

Kur’an, bu uğurda çok çarpıcı bir temsille bizi düşündürmek istiyor. Evini bir uçurumun kenarına yapan ve onunla birlikte kendisi de cehenneme yuvarlanan kimse mi daha hayırlı, yoksa Allah korkusu (takva) ve Allah rızası temeli üzerine kuran mı daha hayırlıdır?! (9/Tevbe, 109). Şu halde biz de, akidemizi Allah korkusu (takva) ve Allah rızası üzerine bina etmek zorundayız. Buradaki ‘bina’, akidemizdir. Kur’an dışındaki bütün hurafeleri, mitleri, mitosları -kaynağı ne olursa olsun- reddetmeli, aziz İslam’a bu mülevveslikleri (kirliliklerini) bulaştırmamalıyız.

Biz bunu yaptığımızda Allah’ın bizlere ne gibi hayırlar bahşedeceğini bilmiyoruz. Fakat, batıl inançları ve hurafeleri ‘doğru yol’ zannettiğimizde, Allah’ın bize ne gibi belalar verdiğini, işte yaşayarak görüyoruz. Sonuç itibariyle, pratik sonucu ne olursa olsun, mehdi fikri gayri islamidir. Gayri İslami bir araçtan müslümanca medet ummak mümkün değildir.

NİDA – Kanaatimce bu inancın daha önemli boyutu Yahudilik ve Hıristiyanlığın başına gelenlerin İslam düşüncesinin başına gelmesi endişesi. Konunun bu boyutu üzerinde durmanın daha faydalı olduğu kanaatindeyim. Bu inancın İslam düşüncesine etkisi ne boyuttadır?

M.D. – Evet, dediklerinize aynen katılıyorum. Bugün İslam düşüncesi, Kur’an dışından Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük, İsrailiyyat ve Mesihiyyat gibi değişik coğrafya ve iklimlerden akan kirli sularla -ne yazık ki- kirletilmiştir. Fakat ümitsiz değiliz, korkuya, endişeye kapılmıyoruz. Zira İslam’ın son vahyi Kur’an sapasağlam ortadadır. Rasulullah’ın nezih sünneti ise, bütün flulaştırmalara rağmen, yine Kur’an’la ve sair bilgi vasıtalarıyla gün yüzüne çıkartılabilecek vaziyettedir. Üzüntülü, kederli, panikli ve telaşlı olması gerekenler, alternatif dinin müntesipleridir. Elimizde Kur’an gibi, dünyanın en mükemmel imkanı, Allah’ın en büyük lütfu bulunduğu sürece, dünyanın bütün dalaletlerini -moderniyle, gelenekseliyle- hidayete dönüştürme gücüne sahibiz. Bütün mesele, dinimizi ciddiye almak ve çok çalışmaktır.

NİDA – Bu konuda temel dayanak -sizin çalışmanızda da göze çarptığı üzre- hadisler. Bu konudaki hadislere karşı tavır ne olmalıdır?

M.D. – Evet, haklısınız, mehdilik ve benzeri konuların dayanağı kuşkusuz hadislerdir. Ne yazık ki hadis konusunda Müslümanların kafasında hala önemli takıntılar var. Hala hadisle sünneti ayıramayan müslümanın sayısı azımsanmayacak kadardır. Hadis adı altında pek çok İslam dışı söylem, ne yazık ki İslami kılıfa büründürülmüştür. Bizim bu mehdilik çalışmamızda olduğu gibi, hadislerin mutlaka Kur’an’la, akıl ve iz’anla, tarihi verilerle kritiği yapılmalıdır. İnsanlar körü körüne inat etmeyi bırakmalı, ‘hadis’ denilen bir rivayetin Kur’an’dan neleri götürdüğünü, veya neleri örttüğünü iyi hesap etmelidir. Günlük hayatımızda nasıl ki, ister dostumuz olsun, ister düşmanımız olsun, bir kişi hakkında, duyduğumuz her söze inanmıyor, mutlaka emin olmak istiyor, emin olmamızı sağlayacak birtakım deliller, kanıtlar istiyoruz. Peki din konusu, Rasulullah Muhammed (a.s)a atfedilen ve hem de Din’de hayati önemi olan sözler daha az mı önemli ki, aynı titizliği burada göstermiyoruz!

Geçenlerde rastladım, yeni yayına başlayan, bir çok açıdan farklılığını da hissettiren bir televizyon kanalında tefsir dersi yapan (bu formatla, bir zamanların İHLAS holdingin TV’sini andırmaktadır. İnşaallah akıbeti ona benzemez) İstanbul’un meşhur bir tefsir hocası, hadislerin de tıpkı ayetler gibi, Allah Rasulü’nün aynı ağzından çıktığını, dolayısıyla hadislerin de vahiy olduğunu söyleyebilmekte; buna da Kamer suresinin 1-2. ayetlerini kanıt olarak göstermektedir! (Eskiden hemen Necm suresinin ilk ayetleri örnek verilirdi, biraz durum değişmiş demek ki…). Şimdi bu TV kanalının bir cemaat/parti yayın organı olduğunu, daha ziyade o bilinçle izlendiğini hatırda tutarsak, toplumun kültür seviyesinin nasıl teşkil ettirildiğini daha iyi anlarız.

NİDA – Mehdi hadislerinin İslam düşüncesine giriş sürecini kısaca değerlendirebilir misiniz? Hadisleri, İslam düşüncesinde meşhur olduğu dönemle birlikte değerlendirmek sizce ne gibi yarar sağlayacak bize?

M.D. – Mehdi hadislerinin İslam düşüncesine giriş sürecine az önce kısa da olsa değindik. Bu konularda, sahasının uzmanı pek çok ilim adamı tarafından çok kıymetli eserler verilmeye devam etmektedir. Bunları okuyup istifade etmek gerekir.

Hadislerin daha geniş çaplı, daha detaylı tedkikleri yapılmalıdır. Hadislerin vürud sebebi, ortamı, hangi dönemde, hangi saiklerle irad edildiklerine dair, bizzat kendi bünyelerinde yeterince karine bulunmaktadır. Bilhassa itikadı ilgilendiren hadislerle ilgili bu çalışma yapılmalıdır. Böylece İslam dışı kültürün İslami alana giriş süreci tespit edilecektir. Yani kısacası, çok çalışmamız gerekir çok… (Nida Dergisi 2004 Kasım – Aralık sayısı)

posted in MEHDİ-MESİH | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Muhtelif dinlerde dünyanın sonuna doğru gelmesi beklenen kurtarıcının Yahudilik ve Hıristiyanlık’taki adı.

Mesîh kelimesinin aslı Ârâmîce meşiha, İbrânîce mâşiahtır. Sâmî dillerinde müşterek olan kelimenin fiil kökü Arap­ça’da meseha, Asur dilinde maşâhu, Ârâ­mîce ve İbrânîce’de mâşâh olup “el sür­mek, elle sıvazlamak, boyutunu anlamak için eli bir şeyin üzerine koymak, yağ sür­mek, yağla meshetmek” anlamındadır (Gesenius, s. 602; Koehler-Baumgartner, II, 643-645; V, 1922-1923). Mesîh terim olarak “yağ sürülmüş, yani yağla meshet­mek suretiyle bir işe hasredilmiş, dinî bir görevi ifaya elverişli hale getirilmiş, dinî bir görevle vazifelendirilmiş, Tanrı’nın bir görev tevdi etmek üzere el koyduğu kişi” mânasına gelmektedir. Kelime Grekçe’ye christos, Latince’ye christus olarak geç­miştir (DB, IV/I, s. 1032; IV/II, s. 1808).

Müslüman dilcilerin çoğu, Kur’an’da on bir yerde ve sadece Hz. İsa’nın adı veya lakabı şeklinde geçen mesîhin Arapça bir kökten geldiğini kabul etmekle birlikte kelimenin aslının İbrânîce, Ârâmîce veya Süryânîce olduğunu ileri sürenler de var­dır (Zemahşerî, I, 430; Fahreddin er-Râzî, VIII, 49)… İslâm kaynaklarındaki rivayetlere göre Hz. İsâ’ya bu ad çok gez­diği, dokunmak suretiyle hastaları iyileş­tirdiği, yağla meshedilmiş olarak doğdu­ğu, doğduğunda şeytan ilişmesinden ko­runması için Cebrail’in kendisine kana­dıyla dokunduğu, güzel yüzlü olduğu için verilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “msh” md.; Taberî, VI, 414). İleride gele­cek bir kurtarıcı inancı gerek ilkel ve millî gerekse büyük dinlerde mevcut olup bek­lenen bu kurtarıcı çeşitli isimlerle adlan­dırılmaktadır; bunlardan biri de mesîhtir.

Mesîh telakkisi Yahudilik’te çok köklü bir inanç olup yahudi âmentüsünün te­mel unsurlarından biridir. Gerek Eski Ahid’de yer alan ve çeşitli şahıslar tarafın­dan ifade edilen ileride gelecek kurtarıcı müjdesi gerekse yahudilerin seçkin halk oldukları inancı ve bu inançla çelişen ta­rihî olaylar onlarda bir kurtarıcı beklentisi doğurmuştur. Yahudilere göre beklenen mesih henüz gelmemiştir. Hıristiyanlar ise yahudilerin bekledikleri mesîhin Hz. İsâ olduğunu kabul etmekte, ona çeşitli nitelikler atfetmekte ve ikinci defa gele­ceğine inanmaktadırlar.

İbrânîce Eski Ahid’de “maşiah” kelime­si Tevrat’ta dört, Neviim’de yirmi ve Ketuvim’de on dört olmak üzere toplam otuz sekiz defa geçmekte, temelde Tanrı tarafından özel bir kuvvetle ve görevle teçhiz edilmiş kişiyi yani kâhini {Levililer, 4/3,5, 16) ve kralları (I. Samuel, 2/10; 12/ 3; I. Krallar, 19/16), hatta -peygamberler görevlerine böyle bir ritüelle başlamama­larına rağmen- bazı peygamberleri işa­ret için kullanılmaktadır {Mezmur, 105/ 1 5; 1. Tarihler, 16/22).

Mesîh kelimesi yahudi kutsal kitabın­da öncelikle kralları ifade etmektedir. Es­ki doğuda kralın kutsal olduğuna, halkın yönetimi ve kurtuluşu için ilâhî bir güçle donatıldığına inanılıyor ve bu inanç bazı ritüellerle ortaya konuyordu ki bunların en önemlilerinden biri de yağla meshedilme idi. Bu ritüel kralın Tanrı’nın ruhu tarafından kuşatılmasını ve onun vekili oluşunu simgeliyor, aynı zamanda krallı­ğın en önemli merasimini teşkil ediyordu. Yağla meshedilme işi yeni bir hanedanın tesisinde ya da tartışmalı bir konuda herhangi birine hak ve gücün tevdii için yapılırdı. Yahudilikte kralın yağla meshedilmesine. Tanrı tarafından gönderilmiş hayat verici güç olarak algılanan ilâhî ru­hun eşlik ettiği kabul edilir (I. Samuel, 10/ 6; 16/13); böylece kral, Yahve’nin mesîhi, yani herkesin dinen saygı göstereceği kutsal bir şahsiyet olurdu (I. Samuel, 16/ 6; 24/7; 26/16). Tanrı tarafından belirle­nen krala maşiah deniyordu; bu isim Saul, Dâvûd, Süleyman ve çeşitli krallar için kullanılmıştır.

Yahudi kutsal kitabına göre Kral Saul ve Dâvûd, Samuel (1. Samuel, 10/1; 16/13), Süleyman ise kâhin Tsadok(i. Krallar, 1/ 39) tarafından yağla meshedilmek sure­tiyle krallık görevine başlamıştır. Saul’ün ölümünden sonra Dâvûd zürriyetinin krallığının ebedî olacağı ve Tanrı’nın ebe­dî olarak yardım edip güçlendireceği be­lirtilip (II. Samuel, 7/12-13; 22/5i) Dâvûd soyuna ayrıcalık tanınınca mesîh kelimesi “Davud’un krallık soyunun temsilcisi” an­lamını kazanmış ve Davud’un tahta vâris olan oğlu için kullanılmıştı. Dolayısıyla zor dönemlerde Dâvûd soyundan üstün nite­likli bir kralın çıkıp İsrâiloğullan’nı kurta­racağı beklentisi doğmuş, meselâ krallık tehdit altında kalınca peygamber Yerem­ya, Dâvûd soyundan bir kralın gelip halkı kurtaracağını müjdelemiş (Yeremya, 23/ 5,6), peygamber İşaya da Davud’un kral­lığını ebediyen tesis edeceğini belirtmiş­tir (İşaya, 9/5-7). Eski Ahid’de mesîhin çe­şitli nitelikleri sayılmakta, ona sürülen ya­ğın ilâhî tercihin simgesi olduğu, mesîhin ilâhî himaye altında bulunduğu, Tann’nın onu bir evlât gibi kabul ettiği, ona baş kaldırmanın çılgınlık sayıldığı belirtilmekte­dir (Mezmur, 2/2,7; 20/6).

Eski Ahid’in redaksiyon devri kapandı­ğında (m.ö. 220) bu kelime yaşayan bir kralı işaret için değil, İsrail hükümranlı­ğını yeniden kurmak ve adaletli bir top­lum meydana getirerek insanları kurtar­mak amacıyla gelmesi beklenen kral için kullanılmaya başlanmış ve mesîh zama­nın sonunda ortaya çıkacak eskatolojik bir figür haline dönüşmüştür. Böyle bir şahsiyetin geleceğine dair ümit Tanrı’nın İsrâiloğulları ile yaptığı ahidleşmedeki verdiği söze, yahudi kutsal kitabında yer alan ve ileride geleceği müjdelenen kur­tarıcı imajına dayanmaktadır. Bundan do­layı mesîh dünyanın sonuna doğru gelme­si beklenen, İsrail’in kurtarıcısı ve Yahve’­nin krallığının kurucusu olan ideal kralı ifade etmektedir (Catholicisme, IX, 9).

Hz. İsâ zamanındaki yahudilerin mesîh telakkisini iki kategoride ele almak müm­kündür. Birinci kategori millî ve politik beklentileri içermektedir. Beklenen me­sîh Kral Davud’un soyundan ve krallık ide­aline uygun olacaktır. Buna göre o, ya­bancı (Roma) hâkimiyetini kaldırıp Kral Dâvûd hanedanlığını yeniden kuracak, yı­kılan mabedi yeniden inşa edecek ve sür­gündeki bütün yahudileri tekrar Filistin topraklarına getirecektir. Bu sebeple bek­lenen mesîh bazan güçlü bir askerî lider vasfı ön plana çıkan kral mesîh, bazan da din adamlığı yönü ağır basan kâhin mesîh şeklinde kendini gösteriyordu. Zira Bâbil esareti (m. ö. VI. yüzyıl) sonrasında ruh­ban sınıfı gittikçe geliştiği, artık krallık da olmadığı için başkahin toplumun lideri kabul ediliyor ve yağla meshediliyordu. Dolayısıyla bir kâhin mesih figürü söz ko­nusu idi; hatta bazı çevreler son zaman­larda biri kral mesîh, diğeri kâhin mesîh olmak üzere iki mesîh beklemekteydiler.

İkinci kategori ise Eski Ahid’de politik bir şahsiyet olmayan ve “insanoğlu” de­nen birinin gelişiyle alâkalıdır. “İnsan veya insana benzer bir kişi” tarzında tasvir edi­len bu şahıs, apokaliptik eserlerde “seçil­miş biri” de denilen tabiat üstü bir şah­siyet olarak yer almaktadır. Daniel kitabı­na göre (7/13-14) ona saltanat ve krallık verilmiştir ve onun saltanatı ebedî ola­caktır. Daniel kitabı sonrası apokaliptik literatürde ise o dünyanın sonunda gele­cek, izzet tahtına oturacak, ölümden son­raki dirilişte hüküm verecek, pek çok fe­lâketin ardından yeni bir yeryüzü ve yeni bir semayı veya göklerin krallığını tesis edecektir (Vocabutalre de theologie, s.386).Yahudilik’teki bu tür mesîhî fikirler, bazı Kitâb-ı Mukaddes metinlerinin özel yorumları aracılığıyla ya da apokaliptik vizyonculara gelen vahiy tecrübesiyle ge­lişmiş, daha sonra kıyamet gününe kadar sürecek olan tarih ve yılların hesaplan­ması yoluyla “rasyonel” olarak da gelişti­rilmiştir.

Öyle görünüyor ki milâttan önce III. asırdan itibaren yahudi mesîh beklenti­leri daha eskatolojik(nihai son, dünyanın sonu) bir mahiyete bürün­müştür; bu beklentiler daha çok, yalnız­ca göklerin krallığının ya da mesîh çağının gelişini sembolize edecek olan kişiler de­ğil aynı zamanda bizzat onu getirecekleri düşünülen ve mesîh oldukları iddiasını taşıyan fertler üzerine odaklanmıştır. Ya­hudilikteki mesîh telakkisi sadece kutsal metinlerle sınırlı değildir. Ölüdeniz yazmalarında da geleceği beklenen peygam­ber ve mesîhlerden bahsedilmektedir (bk. YAHUDİLİK).

İlk hıristiyanlar mesîhle alâkalı bu ya­hudi fikirlerinin birçoğunu alıp onu İsa’­ya uygulamış, böylece İsâ Yeni Ahid’de, Eski Ahid’de belirtilen ve yaklaşık olarak milâttan önce 220’den beri yahudi top­lumunda canlılığını sürdüren mesîhî bek­lentilerin gerçekleşmesi şeklinde tanım­lanmış, nihayet mesîh kelimesi havariler döneminde İsâ’nın adı olmuştur...

Yeni Ahid’e göre İsâ’nın mesîh olarak kabul edilmesi, her ne kadar o kendini hi­tap ettiği kitlelere böyle tanıtmamışsa da kendiliğinden gelişen bir olgudur. İsâ’nın gerek sözleri gerekse çeşitli uygulama ve mucizeleri sebebiyle çevresindekiler onun mesîhliğini (Yuhanna, 4/29) ve aynı anla­ma gelen Dâvûd oğlu oluşunu (Matta, 12/ 23) gündeme getirmişler, hatta mesîh olduğunu açıklaması için onu zorlamış­lardır (Yuhanna, 10/24)…

Hıristiyan inancına göre İsâ’nın mesîh olarak kabul edilmesinde en etkin faktör havarilerin İsâ’nın ölümünden sonraki inanç ve telakkileri olmuştur. Onlar, çar­mıha gerilmiş İsâ’nın yeniden hayata ka­vuştuğunu ve bazı kişilere göründüğünü iddia etmiştir. Petrus, haça gerilip diriien İsâ’nın Allah tarafından hem rab hem de mesîh kılındığını söylemiştir (Resullerin İşleri, 2/36). İsâ’nın çarmıha gerilmesinin ardından insanlara görünmesi, önceleri sadece bu iddiada bulunan kişilere mah­sus olarak düşünülmüşken daha sonra hıristiyan topluluğu İsâ’nın yeniden diril­mesini onaylamıştır. Bu aynı zamanda İsâ’nın mesîh olduğunun delili sayılmış, böylece İsâ inanan topluluğun yaşayan rabbi olarak tanınmıştır…

Mesîh unvanı İsâ’ya onun tekrar diril­mesinin ardından verilmiş ve artık onun ikinci ismi olmuştur. İsâ’ya bunların ya­nında iki unvan daha verilmeye başlan­mıştır ki biri “rab” (Yunanca kurios), diğeri ise Matta ve Yuhanna tarafından kullanı­lan “Tanrı’nın oğlu” unvanıdır. Sağlığında İsâ Tanrı’ya “baba” ismiyle hitap etmiş­tir. Halbuki ilk hıristiyanlar İsâ’nın dün­yayı kurtarmada Tanrı ile şahsî olarak öz­deşleştiğine inanmışlardır. Bir zamanlar fiiliyatta birliktelik şimdi şahsiyette bir­liktelik olarak yorumlanmış, sonraları ona Tanrı’nın biricik oğlu ve sadece Tanrı den­meye başlanmıştır. İlk hıristiyanlar için yeniden dirilen mesîhin daha önce ma­nevî alanda bir varlığı söz konusuydu; bu ise İsâ ile ilgili birçok hıristiyan doktrini­nin gelişmesine sebep olmuştur.

İsâ’nın mesîh olarak yorumu, yahudi-hıristiyan anlayışından başlayıp gnostik anlayışa ve bu ikisi arasında kendilerine Doğu hıristiyanları diyenlere kadar teolojik farklılıklara uzanan bir zeminde büyük bir çeşitlilik arzeder. Hıristiyan toplumları otonom bir varlığa sahip oldukları müd­detçe bu tür farklılıklara devamlı müsa­maha gösterilmiştir. Ancak millî kilisenin ve imparatorluk kilisesinin organizasyo­nu ve bunun 314 yılı civarında devlet ta­rafından kabulünün ardından birliğin, disiplinin ve itaatin formları Roma ve İs­tanbul’da merkezîleşen yeni dinî otorite tarafından tesis edilmiştir. İmparatorluk devlet otoritesi tarafından 325’te topla­nan İznik Konsili ve kilise nihayet inanan­ların beden, zihin ve ruhlarında otorite iddia etmiş ve kiliseye mutlak itaati em­retmiştir. Dolayısıyla Hıristiyanlığın mü­esseseleşmesinden sonra, dinî otoriteyi temsil eden kilise yönetimi ve konsiller, inanç ve uygulama esaslarını belirlemiş, farklı ve aykırı yorum ve davranışları din dışı ilân etmiştir. Bugün hıristiyan mez­heplerinin Hz. İsâ ve Mesih’le ilgili tarihî süreç içinde çeşitli tartışmalar sonunda ortaya konmuş inançları vardır (bk. HI­RİSTİYANLIK; ÎSÂ; MEHDÎ).

Kur’an’da mesîh, Hıristiyanlık’ta oldu­ğu gibi Hz. İsâ’nın ölümünden sonra di­rilişi üzerine kendisine verilmiş bir sıfat olmayıp doğumundan itibaren onun için kullanılmıştır. Kavram Kur’ân-ı Kerîm’de Hıristiyanlık’taki anlamıyla yer almamak­ta, İsâ’nın kendisinden önce gelenler gibi bir peygamber olduğu vurgulanmaktadır. Bazı hadislerden hareketle Hz. İsâ’nın kı­yamet alâmetleri kapsamında tekrar yer yüzüne döneceğini ifade eden anlayış, âlimler arasında tartışmalı bir husustur (bk-İSÂ [Kelâm]). (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Mesih maddesi)

posted in MEHDİ-MESİH | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Dünyanın son zamanlarında ortaya çıkıp doğru inancı ve adaleti yeryüzüne hâkim kılacağına inanılan kurtarıcı.

Sözlükte “doğru yolu bulmak; yol gös­termek, rehberlik etmek” anlamındaki hüdâ (hedy, hidâyet) kökünden türemiş bir sıfat olup “hidayete erdirilmiş, kendisi­ne doğru yol gösterilmiş kişi” demektir. İleride gelecek bir kurtarıcı (mesîh, mehdî) inancı büyük dinlerde olduğu gibi ilkel dinlerde de görülmekte. Bu inanç bir bakıma tarihte ve günümüzde bazı dinî-siyasî hareketlerin güç kaynağını oluştur­maktadır. Kavramın içeriğindeki âhir za­man, hükümdarlık, dini yenileme, kurta­rıcılık gibi ana özellikleri değişmemekle birlikte içinde bulunduğu dinin karakteri­ne göre ayrıntılarda farklılıklar görülmek­te, bu kavramı ifade eden kelimeler de dînlere ve kültürlere göre değışmektedır. Meselâ Avrupalı araştırmacılar, Yeni Gine ve çevresindeki halklarda görülen mehdîlik hareketleri için kargo kültü, Kuzey Amerika yerlileri için ghost-danc tabirini kullanmışlardır. Eski Amerika yerlilerin­den Aztekler mehdilerine quetzalcoatl, Eski Mısırlılar ameni demişlerdi. Kavram için Hinduizm kalki, Budizm maytreya (maitreya, mettaya), Mecusîlik saoşyant, yahudi ve hıristiyanlar mesîh kelimesini kullanırlar. Mehdî, farklı kültür ve dinlere göre dünya tarihinin sonunda (âhir za­man) Tanrı tarafından yeryüzüne gönde­rilecek ve yeryüzünü hâkimiyetine alacak bir hükümdar, insanlara doğru yolu gös­terecek bir peygamber, dinî bir lider veya Hinduizm’de olduğu gibi bir tanrıdır.

İslâm Öncesi Din ve inançlarda. Mehdî kavramının kökleri ve gelişmesi konusun­da Batılı araştırmacılar iki görüş ortaya koyarlar. Bunlardan birincisi mehdî inan­cının Sumerler’de doğduğu, Bâbilliler’de ve Mısırlılar’da geliştiği ve bu iki kanal­dan dünyaya yayıldığı düşüncesidir ki ilk örnekleri Kral I. Sargon’da (m.ö. 2350 yıl­ları) ve Hammurabi’de (m.ö. 1728-1686) görülmektedir. İkinci görüş mehdî inan­cının her dinin kendi içinde, kendi tarihî, psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğup geliştiğidir. Meselâ Hinduizm’de mehdîliğin menşei Tanrı Vişnu’nun Kalki ismiyle müstakbel avatarasına ve Hint zaman tasavvuruna dayanırken İslâmi­yet’te Hulefâ-yi Râşidîn devrinin arkasın­dan başlayan iç savaşların tarihî, siyasî ve psikolojik tezahürleri buna sebep ol­muştur.

Dinlerin çoğunda insanlığın maddî ve manevî sıkıntılarını sona erdirecek, içti­maî ve dinî hayatı ideal olgunluğa ulaştı­racak bir otoritenin geleceği inancı vardır. Geleceği beklenen ideal zamanın vakti ve süresi her dinde merak konusu olmuştur. Genelde bu süreç dünya hayatının sonla­rına doğru öngörülmüştür. Mevcut du­rumda ideal mutluluğu bulamadıklarına inanan insanlar kendi dönemlerini güz mevsiminin son zamanlarıyla karşılaştı­rırlar ve hayatın daha da kötüye gidece­ğinden endişe ederler. Ancak mevsimle­rin birbirini takibi, gece ve gündüzün pe­riyodik akışı gibi sosyal bozulmaların da kışı sayılan karanlık devri bir aydınlık ba­harın ve yazın yahut karanlık bir geceyi aydınlık gündüzün takip edeceği düşü­nülmüştür. Karanlık süreç tabii, içtimaî ve dinî hayattaki bozulmalar olarak tasvir edilir. Meselâ Eski Mısırlılar’a göre Nil nehri ve göller kuruyacak, içindeki bank­lar ve etrafındaki kuşlarla beraber kaybo­lacaktır. Güneş kendini insanlardan uzak­laştıracak, günde yalnız bir saat görüne­cek ve öğle vaktinin olduğunu kimse farketmeyecektir. Sosyal felâketler de yo­ğunlaşacak, ülkeyi bedevîler ve yabancı­lar istilâ edecek, ülkeye karmaşa hâkim olacaktır.

Hinduizm’e göre ülke barbarlar tarafın­dan istilâ edilecek, dinin inanç öğretisi yok olacak, barbar hükümdarlar halkı soy­maktan başka bir şey düşünmeyecektir. Halkın kıymetli eşyalarını, karılarını, kızla­rını ellerinden alacaklar, asaletin tek şartı zenginlik olacaktır. Aile bağları çözüle­cek, kimse evlenmek için bakire arama­yacak, kadınlar kocalarına sadakat gös­termeyecek, çocuklarını henüz ana rah­minde iken öldüreceklerdir. Aileye kadın hükmedecek, sayıları erkeklerden çok ola­cak, hiçbir dul kendini kocası ile beraber yaktırmayacaktır. Tabiatın düzeni de bo­zulacak, mevsimlerin ahengi kalmayacak, yağmurlar zamanında yağmayacak, ne­hirler ve dereler kuruyacaktır. Devrin so­nuna doğru ağaçlar otlara dönüşecek, in­sanlar kıtlık korkusuyla yaşayacaktır. Hinduizm’deki bu felâket tasvirlerinin benzeri Mecusîlikte, Yahudilik’te ve diğer dinler­de de vardır.

Mehdî devrinin açılış ve başlangıcına bazı olaylar olağan dışı görüntüleriyle ka­tılır. Hindular’ca mehdinin gelişinde gü­neş ve ay, Tfeya ve Jüpiter birbirlerine ka­vuşacaktır. Mecûsîler’e göre güneş otuz gün otuz gece semanın ortasında dura­caktır. Hıristiyanlarca İsâ Mesîh’in gelişin­de gün ortasında hava kararacak, gün ne geceye ne gündüze benzeyecek, gece de hava kararmayacaktır. Yine o gün beklen­medik bir soğuk, arkasından beklenme­dik bir sıcak olacaktır. Bu olağan üstü za­manın takvim hesabını yapanlar da var­dır. Çeşitli dinlerde yer alan bu hesaplar, inananlarını daima hayal kırıklığına uğ­ratmasına rağmen dar çevrelerde gün­celliğini sürdürmektedir. Meselâ eski Şîa rivayetlerine göre mehdî on ikinci ima­mın gaybı ihtiyar edişinden altmış gün, altmış ay veya altmış yıl sonra, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre 1284’te, Yahova Şahitleri’ne göre mesîh 1975’te görüne­cektir. Bu hesaplar diğer dinlerin inanan­ları arasında da yaygındır. Mehdilerin ik­tidar süreleri Hinduizm, Mecusîlik ve Hı­ristiyanlık’ta biner yıl olarak düşünülür­ken Budizm’de 84.000 yıla kadar çıkarıl­mıştır. Bu süreç Yahudilik’te kırk, yetmiş veya dört yüz yıl öngörülür, İslâmî riva­yetlerde ise iki yılla kırk yıl arasında çe­şitli sayılar nakledilir.

Kimlikleri her dinin kurucusunun özel­liğini taşıyan mehdiler kurucunun soyun­dan gelir. Saoşyant Zerdüşt’ün, mesîh Davud’un, mehdî Hz. Muhammed’in soyun­dan olacaktır. Bunlar ya Sünnî müslümanlarda olduğu gibi müstakbel bir şahsiyet­tir veya Şiî müslümanların inandığı gibi daha önce yaşamış, vaad edilen dönemin zamanı gelmediği için bekleme süresini insanlardan gizlenerek tamamlamaya ça­lışan, zamanın olgunlaşmasını bekleyen tarihî şahsiyetlerdir. Nitekim Hz. İsâ bu süreyi gökte Tanrı’nın sağında oturarak beklemektedir. Tanrı’nın enkarnasyonu (avatara) inancının hâkim olduğu Hinduizm’de ise mehdî Kalki, Tanrı Vişnu’nun avatarası olacak, Kali Yuga’da gelecek, Sambhala şehrinde (Delhi’nin yaklaşık 130 km. doğusunda) Yâjnavalkya mezhe­bine ait bir Brahman ailesinden doğacak, babasının ismi Vışnuyaşas, annesinin is­mi Sumati veya Vişnukirti olacaktır. Genç­lik çağına geldiğinde önce Seylan Kralı Brhadraha’nın kızı Patmavati ile, ardın­dan Bhallâta şehri hükümdarı Şaşidhva-ya’nın kızı Rama ile evlenecektir. Patma-vati’den Yaya ve Viyaya, Rama’dan Meg-lamâla ve Valâkaha isimli oğulları doğa­caktır. Maceralarla dolu bin yıllık bir ha­yattan sonra Himalayalar’da inzivaya çe­kilecek, oradan da tekrar semaya yükse­lecektir.

Mehdîler’in doğumu da peygamberle­rin doğumu gibi olağan üstü olaylarla do­ludur. Quetzalcoatl, Saoşyant ve İsâ er­keksiz olarak hamile kalan bakire anne­lerden doğar. Doğan bebeği semavî var­lıklar, yüksek şahsiyetler, bilge kişiler ziya­rete gelir. Bebekler mucize gösterirler. Meselâ Budistler’in inancına göre Ayita Maytreya’nın annesi Brahmavati hami­leliğinin onuncu ayında bir çiçek bahçesi­ne gidecek ve orada çiçekli bir ağacın ya­nında dururken hiç acı duymadan Ayita’-dan kurtulacaktır. Ayita annesinin normal rahim yolundan değil karnının sağ tara­fından güneşin buluttan çıktığı gibi dün­yaya çıkacaktır. Bedeni anne vücudunun kirleriyle kirlenmeyecektir. Saçtığı nur üç âlemi aydınlatacak ve hemen yürüyüp yedi adım atacak, ayağını bastığı yerden mücevher lotos çiçekleri fışkıracaktır. Mehdîlerin varlığı da bazan normal insanlarınkinden ayrı, sıfatları olağan üstü olarak tasavvur edilir. Onların tanrısal benliğe sahip olduğuna veya üzerlerinde Tanrı’nın özel rahmetinin bulunduğuna inanılır. Genellikle mensubu oldukları di­nin kurucusuna benzerler. Hata yapmaz­lar, diledikleri zaman mucize gösterirler, eğitimlerinde silâh kullanma sanatlarını, mensubu oldukları dinlerin kutsal kitap­larını öğrenirler. Yeni bir meseleyle karşılaştıklarında Tanrı onları vahiy ve ilhamla aydınlatır.

Konfüçyüsçülük’te mehdî Çin kültürü­nün özelliklerini taşır. O yüksek bir azizdir, kâinattaki her şeyi işitir, görür ve bilir. Ge­niş kalpli, açık elli, yumuşak huyludur. Se­maya göre yaratılmış, hakikati kavramış ve ona nüfuz etmiştir. Gök onun örneği­dir. Üstadı hakikattir. İsterse kendini her­hangi bir eşyaya dönüştürebilir. Ruhu yeri göğü doldurur, kâinatı ihata eder. Onun nereden geldiği, nereye gittiği bilinmez. Öyle büyüktür ki onun dışında hiçbir şey yoktur ve yüksek Tao vahyinin taşıyıcısı-dır.

Mecûsîler’e göre saoşyant Tanrı Ahura-Mazda’nm ilkyaratıklarındandır ve ölüm­süz kutsallardandır. Manevî yiyeceklerle yaşar. Vücudu güneş gibi parlar. Olağan üstü bir güce sahiptir ve etrafı altı gözle görür.

Yahudiler mesîhin Hz. Dâvûd soyundan geleceğine, meshedilmesi dolayısıyla kut­sal bir güce sahip olacağına, Tanrı’nın hi­mayesi sayesinde günah işlemeyeceğine inanırlar. Mesîhi diğer insanlardan ayıran özellik onun Tanrı’nın yeryüzündeki vekili olması, Tanrı’nın özel lutfuna sahip bu­lunmasıdır. Yahudilere göre mehdî dev­rinde Kudüs ve çevresi cennet bahçeleri­ne benzeyecek, çöller ormanlara dönüşe­cek, hayvanların tabiatı değişip vahşilik­leri kaybolacak, kurt ve kuzu beraber bulunacak, yılanın ekmeği toz ve toprak olacaktır. Bu tür beklentiler diğer mehdî telakkilerinde de vardır.

Mehdîlerin yaşayacakları ve faaliyetle­rini gösterecekleri bölgeler mensubu bu­lundukları dinlerin merkezî yayılma alan­larıdır. Dünyaya hâkim olacakları söyle­nirse de yer isimleri dinlerin bilinen coğ­rafyalarının dışına çıkmaz. Meselâ Eski Mısırlılar’a göre ameni Yukarı Mısır’da Hn-hn’da doğacak ve kendisine Memphis’i başşehir seçecek, saltanatı Mısır’da ola­caktır. Hindular’a göre Kalki Hindistan’da Sambhala şehrinde doğacak, Sambhala’yı başşehir edinecektir. Mücadelesini Hin­distan’a saldıran ülkeler ve milletlere kar­şı yapacaktır. Yahudilerce mesîh Kudüs’ü başşehir yapacak, hareket alanı Filistin ve çevresi olacaktır.

Ülke içinde halkına cennet saadetini tattıracak olan mehdî ideal bir devlet adamı, sosyal reförmcu, dinin ıvuraharını hayata geçirecek peygamber ve rahip ola­rak tasavvur edilir. Meselâ sömürge altın­daki Yeni Gine halkının ve Amerikalı Kızıl­derililerin inancına göre gelecekteki kurtarıcı yabancıları ülkeden kovacak, eski dinî hayatı geri getirecek bir kahraman­dır. Hindular’da Kalki dinin zayıflayan öğ­retisini yenileyecek, kutsal kitap Vedalar’ı zamana göre tefsir edecek ve şeriatı uy­gulayacak olan insan suretine girmiş bir ilâhtır. Yahudilerce mesîh Kudüs’ü put­perestlerden temizleyecek, dağılmış İsrâiloğullan’nı tekrar toplayacak, diğer din mensuplarını ve dünyayı hâkimiyeti altı­na alacak, Ye’cûc ve Me’cûc ordularını im­ha edecek, Roma’yı ele geçirecek, Habe­şistan’ı, Mısır’ı ve Araplar’ı vergiye bağ­layacak, Tevrat’ı yahudi olmayan millet­lere de öğretecek, Süleyman Mâbedi’ni tekrar yaptıracak ve dinî kanunları uygu­layacak bir kraldır.

Mehdî sonrası devir parlak bir günü ta­kip eden karanlık bir gece gibi düşünü­lür. Hindular’a göre mehdînin ardından tabiatın ve insanların durumu tekrar kö­tüye gidecek, insanlar arasında maddî ve manevî hastalık ve kötülükler salgın hale gelecektir. Dönemin sonuna doğru gökte yedi veya on iki güneş doğacak, sıcaklığı bütün insanları öldürecek, nehirleri ve de­nizleri kurutacak, otlan ve ağaçlan yaka­caktır. Gökten yağmur yerine taş yağa­cak, bunları kuvvetli bir rüzgârla Samvar-taka ateşi (kâinatı yakan ateş) takip ede­cek, yaşaması muhtemel her türlü hayat sahibini yok edecektir. Mesîhler kendi dönemlerinin sonuna doğru hâkimiyeti Tanrı’ya bırakacaktır. Bu olayları ölenle­rin dirilişi ve hesap günü takip edecektir. Müslümanlara göre de mehdî dönemini sosyal ve tabii felâketler takip edecek, kıyametle dünya hayatı son bulacak, ar­dından haşir ve hesap günü gelecektir.

 

İslâm İnancında Mehdî. Kur’ân-ı Kerîm’de hidâyet kökünden türeyen fiil ve isim kalıbında birçok kelime bulunmakla birlikte mehdî kelimesi yer almamakta, genelde hidayet kavramı Allah’a, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e nisbet edilmekte, ay­rıca “insanın hidayeti benimsemesi” an­lamında da kullanılmaktadır (M. F. Abdülbâki, el-Mu’cem, “hdy” md.).

Mâlik b. Enes, Buhârî ve Müslim gibi ti­tiz davranan hadis âlimleri mehdî kelime­sinin geçtiği rivayetlere yer vermezken Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Hâkim ve Taberânî gibi muhaddisler eserlerinde bu tür rivayetleri nakletmişlerdir. Hz. Peygamber’e atfedilen ve râvileri güvenilmez bulunan (İbn Haldun, II, 787-789; İsmail Hakkı, sy. 285 (! 329], s. 390-391) bazı metinlerde belirtildiğine göre dünyanın ömründen bir gün bile kal­sa Allah bu günü uzatıp mutlaka bir meh­dî gönderecektir. Hz. Hasan veya Hüse­yin’in neslinden gelecek olan bu kurtarı­cının adı Resûl-i Ekrem’in adına, babası­nın adı da onun babasının adına uygun olacak (Muhammed b. Abdullah) ve zu­lümle dolu olan dünyayı adaletle doldu­racaktır. Beş, yedi veya dokuz yıl hüküm sürüp bütün müslümanları hâkimiyeti altına alacak, iktidarı sona erince de kıyamet kopacaktır <Wensinck, el-Mu’cem, “hdy” md.). Süyûtî, Sünnî kaynaklarında nakledilen mehdî rivayetlerinin kırktan fazla olduğunu söyler {el-Hauî, II, 213). İsnâaşeriyye Şîası’na ait kaynaklarda bun­lara 200’ü aşkın rivayet eklenir. Bu riva­yetlerde daha çok mehdînin on ikinci imam Muhammed b. Hasan olduğu iddia edilir. Ona Mehdî el-Muntazar da denilir.

Mehdî nitelemesi ilk defa Hassan b. Sâbit’in bir şiirinde Hz. Peygamber’e yö­nelik olmuş, daha sonra Hulefâ-yı Râşidîn’in yanı sıra Hüseyin b. Ali ve bazı Emevî halifeleri için de kullanılmıştır. Ancak bu nitelemeler kelimenin sözlük anlamın­da olup bu kimseleri Allah’ın hak yola eriştirdiğine vurgu yapmayı amaçlamış­tır. Mehdî kelimesinin terimleşerek bir inanç konusuna dönüşme süreci oldukça erken dönemde başlamıştır. Tesbit edile­bildiğine göre ilk defa Abdullah b. Sebe’ mensupları, Ali b. Ebû Tâlib’in ölmediği­ni ve kıyametin kopmasından önce dün­yaya dönüp zulümle dolan yeryüzünde adaleti hâkim kılacağını ileri sürmüştür (Eş’arî, s. 15). Bununla birlikte mehdî inancının, daha çok Hz. Hüseyin’in Kerbe-lâ’da şehid edilmesinin ardından Kâ’b el-Ahbâr’ın Yahudilikten İslâm dinine taşı­dığı sanılan rivayetlerin etkisiyle ortaya çıktığını ve hilâfetin Ali b. Ebû Tâlib’in soyundan gelenlere ait bir hak olduğunu savunan gruplar arasında yayıldığını söy­lemek gerekir. Hüseyin’in şehid edilmesi üzerine Muhtar es-Sekafî ve Keysân’ın öncülüğündeki Keysâniyye’ye bağlı bir grup, Ali b. Ebû Tâlib’in oğullarından Mu­hammed b. Hanefiyye’nin müslümanların gerçek halifesi ve yegâne kurtarıcısı olduğunu iddia etmiş, vefatında Medi­ne’deki Cennetülbaki Kabristanı’na def­nedildiği halde onun ölmediğini ve Radvâ dağında yaşadığını, kıyametin kopmasın­dan önce mehdî olarak geri gelip dünya­da adaleti hâkim kılacağını ileri sürmüş, böylece mehdîlik ilk defa Keysâniyye ta­rafından 1. (VII.) yüzyılın ikinci yarısında ortaya atılmış ve diğer Şiîler’e intikal ede­rek müslümanlar arasında yayılmaya baş­lamıştır (Abdurrahman Bedevî, II, 71-82; Ali Sâmîen-Neşşâr, II, 56-77). Şiî fırkala­rından Nâvûsiyye ise Ca’fer es-Sâdık’ın vefatından sonra onun ölmediğine ve mehdî olarak bir gün zuhur edeceğine inanmıştır. Ortaya çıktığı erken devirde mehdî inancı sadece Şiî zümreleri arasın­da rağbet görmemiş, Emevîler de Süfyânî adını verdikleri kendi mehdilerini icat etmişler ve buna dair hadis uydurmuşlardır. Muhtemelen ilk defa Hâlid b. Yezîd halkı Emevîler’in mehdîsi Süfyânî’ye inanmaya çağırmış ve bunu yaymaya ça­lışmıştır. Emevîler’den sonra iktidara ge­len Abbâsîler’in yöneticileri de mehdînin kendilerinden çıkacağına dair hadis uydu­rup insanları buna inanmaya davet et­mişlerdir (Ahmed Muhammed el-Havfî, s. 71-73). Abbasîler bir taraftan kendi meh­dilerinin çıktığını söylerken diğer taraf­tan âhir zaman mehdisinin gelecekte zu­hur edeceğini de kabul etmişlerdir. Mehdî inancı Haricîler arasında da görülmüş ve onlar Ali b. Mehdî’yi kendi mehdileri ilân etmişlerdir (Muhsin Abdünnâzır, s. 506-507).

Mehdî telakkisi III. (IX.) yüzyıldan iti­baren İsnâaşeriyye arasında kökleşmiş ve bu fırkayı diğerlerinden ayıran önemli bir inanç esası haline gelmiştir (Goldziher, s. 191-193). İsnâaşeriyye’nin benimsediği mehdî inancında, zuhur ettiği anda Ehl-i beyt düşmanlarından intikam alma fikri­nin yanı sıra gaybet döneminde bulun­duğu ve zuhur edeceği ana kadar taraf­tarlarına, mazlumlara, düşkünlere ve hastalara yardım ettiği telakkisi de bü­yük önem taşır (Ca’fer Sübhânî, II, 633-650).

Önce Şiîler, ardından Emevîler ve Ab­basîler arasında yayılan mehdî inancı, III. (IX.) yüzyılda hadislerin toplanıp kayda geçirilmesi ve hadislerin sıhhati konu­sunda titiz davranmayan muhaddislerce mehdî rivayetlerinin mecmualara alın­masının ardından Sünnîler arasında da benimsenmeye başlanmıştır. Ancak er­ken devir Sünnî literatüründe bu inanca hemen hemen hiç temas edilmemiş, ko­nu daha çok hadisçilerin dahil olduğu Selefiyye’ye ait eserlerde yer almıştır. Geç dönemde oluşan Sünnî kelâm literatürü ile “fiten ve melâhim” türü eserlerde ise mehdî telakkisinden genellikle kısaca bahsedilmiştir.

Mehdî inancının menşeiyle müslümanlar arasında ortaya çıkışının sebepleri hakkında ileri sürülen farklı görüşleri şöy­lece özetlemek mümkündür: 1. Mehdî telakkisi her toplumda yankı bulan bir sığınma mekanizmasıdır. Sosyal şartların bozulup zulmün arttığı dönemlerde halk bir kurtarıcı beklentisi içine girmiş, daha sonra bu beklenti dinî bir inanca bürüne­rek mehdî inancı şeklinde ortaya çıkmıştır (M. İbrahim Ebû Salim, s. 1; Ahmed el-Vâilî, s. 174-175). 2. Mehdî anlayışı Yahu­dilik, Hıristiyanlık ve Maniheizm gibi din­lere ait bir inanç olup Kâ’b el-Ahbar ile Vehb b. Münebbih tarafından Hz. Peygamber’e atfedilen rivayetler yoluyla müslümanlar arasında yayılmıştır. Meh­dî kelimesinin mesîhin Arapça’ya tercü­me edilmiş şekli olması bunun kanıtını teşkil etmektedir (Goldziher, s. 193-195; Muhsin Abdünnâzır, s. 501). 3. Mehdîlik, iktidar mücadelesinde yenilgiye uğrayan veya mevcut iktidarını güçlü kılmak iste­yen siyasî zümreier tarafından ortaya atılmış, önce aşırı Şîa (Gâliyye), ardından mutedil Şîa ve Sünnîler tarafından İslâm dinine mal edilmiş siyasî kökenli bir inanç­tır (Ahmed Emîn, III, 241-243). Şiî düşüncesinden etkilendiği kabul edilen tasav­vuf ehlinin mehdî inancını benimsemesi bu akidenin müslümanların çoğunluğu arasında yayılmasına zemin hazırlamış­tır (M. İbrahim Ebû Salim, s. 2). 4. Mehdî inancı İslâmî bir akîde olmakla birlikte yabancı kültürlerden etkilenmiştir. Zira sahih hadis mecmualarında yer alan ri­vayetlerde mehdînin çıkacağından bah­sedilmiş ve mehdî tabiri I. (VII.) yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren müslümanlarca bilinmiştir. Hulefâ-yi Râşidîn’e mehdî un­vanının verilmesinin yanı sıra Sıffîn Savaşı’nda Ali b. Ebû Tâlib’e mehdî diye hitap edilmesi ve Muâviye b. Ebû Süfyân taraf­tarlarınca Osman b. Affan’ın aynı unvanla anılması bunu kanıtlar (Hüseyin Atvân, s. 138-139).

Tarih boyunca sosyal sarsıntılara ve zulme mâruz kalan toplumların bir mo­ral kaynağı olarak benimsedikleri anlaşı­lan kurtarıcı ve mehdî telakkisi hakkında İslâm tarihinde değişik görüşlerin ortaya çıktığı görülmektedir. 1. İsnâaşeriyye Şîası, dünyanın son zamanlarında belli bir sülâleden belli vasıf ve yeteneklere sahip bir mehdînin geleceğini kabul eder. Ta­savvufla teşeyyu’ arasındaki ilişki sebe­biyle olacaktır ki Ferîdüddin Attâr, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî ve Abdurrahman Câmî gibi mutasavvıflar veya mistik ruhlu kişiler de aynı kanaate sahiptir. Bu anlayışa göre kıyametin kopmasından önce müslümanlan içinde bulundukları kötü durumdan kurtaracak bir mehdî çıkacaktır, bu da “Sâhibüzzamân” olarak da anılan on ikinci imam Muhammed b. Hasan el-Mehdî’dir. Babasının vefatından (260/874) sonra insanlardan gizlenen Mu­hammed el-Mehdî ölmemiştir. Deccâl’in ortaya çıkışının ardından Mekke’de zu­hur edip iktidarı ele geçirecek, zalimleri cezalandırıp adaleti hâkim kılacak, ilâhî emirlere itaat edilmesini sağlayacak ve müslüman olmayanları öldürecektir (M. Bakır es-Sadr, s. 10; Seyyid Cevâd eş-Şah-rûdî, s. 245-266)… 2. Mehdînin zuhuru hakkında nakledi­len birçok rivayetin etkisiyle olacaktır ki Selefiyye ile hadis âlimleri, Şîa’nınkinden farklı da olsa âhir zamanda bir mehdînin geleceğini kabul etmişlerdir. Onların te­lakkisine göre kıyametin büyük alâmet­lerinden biri olan mehdî, Hz. Hasan veya Hüseyin’in soyundan gelen bir ailenin ço­cuğu olarak Medine’de doğacak, Mek­ke’de mehdîliğini ilân edecektir. Adı Mu­hammed b. Abdullah’tır… Yedi yıl süren bir iktidardan sonra Hz. İsâ gökten inecek ve deccâli birlikte öldürdükten sonra yönetimi ona devredip otuz beş veya kırk yaşlarında ve­fat edecektir. Kesinlik ifade eden hadis­lerle sabit olduğundan bu olayların kabul edilmesi zaruridir… Sünnî kelâmcıları ise eserlerinde mehdî inancına ya hiç temas etmemiş veya kıyamet alâ­metleri arasında kısaca değinip bunun aslî bir inanç konusu olmadığına dikkat çekmişlerdir (Teftâzânî, II, 307; Goldziher, s. 196).

Dünyanın son zamanlarında adı, so­yu, nitelikleri ve icraatı belli bir kurtarıcı­nın geleceğine dair açık bir nas bulun­madığı, aklın da bunun mevcudiyetine hükmetmediği düşüncesinden hareket­le mehdînin zuhurunu kabul etmeyenler arasında Kâdî Abdülcebbâr, İbn Haldun, M. Reşîd Rızâ, Ahmed Emîn, Ferîd Vecdî, Abdullah es-Semmân ve Abdullah b. Zeyd gibi eski ve yeni âlimler yer almaktadır. Bunların değerlendirmesine göre mehdî hakkında rivayet edilen hadisler ya zayıf veya uydurmadır (Kâdî Abdülcebbâr, eZ-Muğnî, XX/2, s. 183; Ali Sâmî en-Neşşâr, II, 227; M. Bakır el-İlâhî, XIV/53-54 (14191, s. 53-54)…

Mehdî hakkında ileri sürülen görüşler çeşitli yönlerden eleştiriye tâbi tutulmuş­tur. İsnâaşeriyye Şîası ile Sünnîler’ce be­nimsenen birinci ve ikinci görüşler rasyo­nel ve reel bilgilere aykırı bulunmuş, Ya­hudilik, Hıristiyanlık ve Maniheizm’e ait inancın yansımaları olarak kabul edilmiş, kanıt diye gösterilen âyetler konuyla alâ­kasız, hadisler ise zayıf veya uydurma ola­rak değerlendirilmiş, mehdînin kimliği, soyu, nitelikleri hususunda nakledilen bil­gilerin çelişkili olması ve her mezhebin kendi mehdîsini icat etmesi bunun kanıt­ları arasında gösterilmiştir (Ahmed Mu­hammed el-Havfî, s. 77-83). Ayrıca rüşdünü idrak etmemiş bir çocuk olan Mu­hammed b. Hasan’ın on iki asırdan beri yaşamakta olması ve ortaya çıkacağı za­mana kadar yaşayacağı iddiasının bilim­sel yönden tutarsız olduğuna dikkat çe­kilmiş, Allah’ın vazettiği tabiat kanunla­rını bu kişi için geçersiz kıldığına dair her­hangi bir dinî ve aklî gerekçenin bulun­madığı bildirilmiştir. Eğer Allah, sâlih bir kulu vasıtasıyla zulmün kaldırılıp insan­lar arasında adaletin hâkim kılınmasına yardım edecekse O’nun bir çocuğu asır­larca yaşatması yerine bu değişimin vuku bulacağı zamanda murat edeceği bir kişi vasıtasıyla bunu gerçekleştirmesinin da­ha mâkul olduğu belirtilmiş, sonuçta in­sanların aldatılmasına ve dolayısıyla fit­neye sebep teşkil eden bu tür telakkilerin yanlışlığına hükmedilmiştir (M. Bakır es-Sadr, s. 12-15). Ayrıca nesep âlimlerinin Hasan el-Askerî’nin bir çocuğu olmadığını söyledikleri ifade edilmiştir (Takıyyüddin İbn Teymiyye, IV, 87). Mehdî’nin Hz. Hüse­yin veya Hasan’ın soyundan çıkacağı id­diası da soyla övünmeyi ön plana çıkaran Câhiliyye düşüncelerini çağrıştırdığı için eleştirilmiştir.

İsnâaşeriyye Şîası’nca benimsenen mehdî inancı ile muhafazakâr âlimlerin baskısı altında Ehl-i sünnet çoğunluğu­na sirayet eden mehdî inancı arasında -mehdînin Muhammed b. Hasan olması, halen hayatta bulunması Ve Hz. Hüse­yin’in muhaliflerinden intikam alması dı­şında- fonksiyonları açısından özde bir farkın olmadığı görülür. Bu durum meh­dî inancının Ehl-i sünnet’e Şîa’dan intikal ettiği ihtimalini güçlendirmektedir. İsnâ-aşeriyye’nin, iddialarını temellendirmek için dayandığı âyetlerin muhtevasında mehdî inancını destekleyici bir beyan bu­lunmamaktadır. Muhammed el-Mehdî’-nin 260 (874) yılından beri yaşadığını ka­nıtlamak için Hz. Nuh’un 950, Ashâb-ı Kehf’in 300 küsur yıl yaşadığını delil ola­rak iieri sürmek de isabetsizdir. Çünkü sözü edilen kişilerin asırlarca yaşadığı âyetle sabittir. Halbuki Muhammed el-Mehdî ile ilgili herhangi bir âyet yoktur. Şiîler’ce on iki asırdan beri yaşamakta ol­duğu iddia edilen Mehdî el-Muntazar’ın ortaya çıktığı zaman mücadele vereceği ordu ve silâhın, dünyada mevcut strate­jik organizasyona karşı nasıl başarı elde edeceği gibi sorulara tatminkâr cevap verilememiştir. Mehdî adı ister geçsin is­ter geçmesin Hz. Peygamber’e atfedilen rivayetler, Muhammed b. Hanefiyye gibi lider kabul edilen kişilerin mehdî olarak ilân edilip buna inanılmasından ve III. (IX.) asırda bir inanç esası haline getiril­mesinden sonra ortaya çıkmış olmalıdır.

Mehdî inancı, dinî deliller açısından sübut bulmamasının ötesinde İslâm tarihi­nin akışında birçok olumsuzluğun kaynağı olmuştur. Siyasî iktidara göz diken pek çok kimse mehdî olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp müslümanların sosyal birliğini par­çalamış ve savaşlara yol açmıştır. Hareket noktası olarak ileri sürülen iddiaların ak-.sine mehdî inancı insanların zulme karşı eyleme geçmesini sağlamak şöyle dursun harekete geçilmesini engellemiş, kitleleri mehdîyi beklemeye itmiş, zulmü mehdî dışında birinin yok edemeyeceği düşün­cesini zihinlere yerleştirmiş ve müslü-manları çözümsüzlüğe sürüklemiştir (bk. MEHDÎLİK). (DIA, İslam Ansiklopedisi, Mehdi maddesi)

posted in MEHDİ-MESİH | 1 Comment

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bazı akaid kitaplarında kıyamet alâmetleri sayılırken Mehdî’den de söz edilmiştir. Âhir zamanda Mehdî’nin geleceği konusundaki hadîsler mütevâtir değildir. Akaidde mütevatir olmayan haberler -kesin olanlar gibi- geçerli olmaz. Bu sebeple bazı âlimler Mehdî’nin geleceğini bir inanç esası olarak kabul etmemişlerdir. İnsanlar kurtuluşu Mehdî’yi beklemekte değil, çaba gösterip İslamı yaşamakta aramalıdırlar.” (Hayrettin Karaman-GÜNLÜK HAYATIMIZDA HELALLER VE HARAMLAR- Mehdi maddesi)

Mehdi inancı kesin bir inanç unsuru/ögesi değildir. Kur’an’da yoktur. Hadislerde geçen de yoruma tabidir; her zaman bize rehberlik edecek iyi insanlar anlamına da gelir. O’nun geleceğine inanmayan da müslümandır. Mesela İbn Haldun Mehdi ile ilgili hadislerin kesin dini bilgi kaynağı olacak nitelikte bulunmadığını ileri sürmüştür.

Müslümanı ne kıyametin ne zaman kopacağı, ne de Mehdi’nin ne zaman geleceği ilgilendirir; bunlara takılıp kalmanın anlamı yoktur. Sevgili Peygamberimiz “Kıyamet kopmaya başladığında elinde bir fidan olan onu diksin” buyuruyor. Yani “Sen vazifene bak, yapman gerekeni yap, kıyamet kopadursun, o seni ilgilendirmez, ecelin gelince gideceğin yere gidersin”.

Bir kurtarıcı beklentisi hep olagelmiştir; sebebi de acizlik, zaaf, himmeti ve hizmeti başkasından bekleme psikolojisidir. Fatih İstanbul’u fethederken Mehdi beklemiyordu, bu vazifenin kendisine ait olduğuna inanıyor ve gerekeni yapıyordu.” (Hayrettin Karaman-Sorular Cevaplar Mehdi maddesi)

posted in MEHDİ-MESİH | 0 Comments