-
29th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tasavvufçular, hadis bilginlerince sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır’ın hiç vefat etmediğini ve arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki rahmeti, uzun süre yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin “Futuhât-ı Mekkiyye” sinde Hızır’ın hayatına dair birtakım bahisler ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı yüce zatlar, Hızır’ın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini nakletmişler, fakat eleştiriye uğramışlardır. Buna karşılık bir çok âlimler de bazı hadislerle “Ey Muhammed! Biz senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik…” (Enbiyâ, 21/34) âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü olduğunu kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir.

İbnü Kayyim-i Cevzî, Hızır (a.s)ın hayatı hakkında zikrolunan hadislerin hepsi yalandır. Yaşadığına dair sahih bir hadis bile yoktur demiş. Alûsî de bu konuyla ilgili sözleri ve delilleri uzun uzadıya inceleyip araştırdıktan sonra demiştir ki: Her türlü hesaptan sonra Hz. Peygamberin sahih hadisleri ve aklın tercih ettiği deliller, vefat etti diyenlerin sözüne tamamen uygun ve iddialarını tamamen desteklemektedir. Ve bu haberlerin dış görünüşlerinden sapmayı gerektiren bir şey yoktur. Olsa olsa çok hayırlı bazı salihlerden -ki sahih olduğunu Allah bilir rivayet edilen hikayelerin dış görünüşlerini gözetme ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Hızır’ın yaşadığını söyleyen bazı tasavvuf ulularına iyi fikir besleme meselesi kalır ki, bu da bir delil meydana getirmez. Eğer yalnız söyleyen kimsenin değerinin yüceliğinden ve onun hakkındaki iyi kanaatten dolayı, o gibi sözlere değer verip de kabul edersen kıyamete kadar Hızır’ın yaşadığına inanabilirsin. Eğer Hz. Ali’nin “söyleyene bakma, söylediğine bak” dediği gibi söyleyen kimsenin onurunun yüceliğine aldanmayıp da sözü, delilin bulunması ve bulunmamasına göre kabul veya reddedeceksen iki tarafın delillerini, faydasına ve zararına olan delilleri öğrendikten sonra, vicdanından fetva sor, vereceği fetva ile amel et. Sakın birtakımlarının yaptığı gibi, bir konuda tasavvufçulara uymayanı hemen doğru yoldan sapıtmaya kalkışma. Çünkü İslâm hukukuna göre veya akla göre bir delilin, red edemeyeceği konularda ehlinden işitilen bir söze inanmamak bir mahrumiyet olabilirse de şer’î veya aklî delilin reddettiği bir dava tasavvufçularca da kabul edilmez.

Biz de şunu söylemek isteriz ki, bu konu görünen hayat açısından üzerinde düşünülürse Hızır’ın yaşadığını kabul etmeyen âlimlerin sözü açık olduğunda şüphe yoktur. “Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir” (Maide, 5/75) âyeti bu konuda yeterli bir delildir. Fakat işaret, şiarları olan tasavvufçuların sözlerini de dış görünüşü üzere tartışma konusu yapmamak icab eder. Özellikle Musa ve Hızır kıssası bir zâhir ve bâtın kıssası olduğuna göre o bâtın (gizlilik), Hızır meselesinin konusunu meydana getirir. Tasavvufçuların sözünde buna delil de yok değildir. (Elmalılı Tefsiri, 18Kehf suresi, 65. ayet)

posted in HIZIR | 0 Comments

12th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DAKİ MUSA İLE BİLGİN KUL KISSASI

Allah’a kayıtsız şartsız teslim olma ve geçici şeylerden uzak durma konularında önemli bilgi ve ilkeler içeren Kehf suresinin bünyesindeki “ashab-ı kehf (mağara arkadaşları)”, zengin adam-yoksul adam, Musa ile “bilgin kul” ve Zülkarneyn ile Ye’cüc Me’cüc kıssaları, bizler için ibret dolu birer örnek teşkil etmektedir.

Ancak, bu kıssalardan bir tanesi, Musa ile “bilgin kul” kıssası, İsrailiyat kültürü altında âdeta rivayet bombardımanına tutulmuş ve bu konuda binlerce hikâye, menkıbe yazılmıştır. İşin kötü tarafı, bu rivayet bombardımanı sonucunda Kur’an’dan onay almayan ve İslâm ilkeleri ile kesinlikle bağdaşmayan,

Veli,

Hızır,

İlm-i Ledün

Kulların gaybı bilebilmeleri,

Velinin nebiden üstünlüğü

gibi bir çok abuk sabuk inanış, ne yazık ki Müslümanlara kabul ettirilmiştir.

Bizim bu makaleyi yazmamızdaki amaç, işin gerçeğini kardeşlerimizle paylaşıp, kardeşlerimizi İsrailiyat batağından uzak tutmaktır.

Musa ile “bilgin kul” kıssası, Kehf suresinin 60 – 82. ayetlerinde anlatılmıştır. 60 – 64. ayetler, Musa’nın yolculuğa çıkışı, genç yardımcısı, sahra (iki denizin birleştiği yer), balık konularını içermekte, “bilgin kul” ise 65. ayette ortaya çıkmaktadır. 60 – 64. ayetlerde anlatılanlar da önemli olmakla birlikte, rivayet bombardımanın bu ayetlerdeki hasarı imanı, tevhidi zedeleyecek boyutta değildir. Bu sebeple biz, bu kısmın sadece mealini vermekle yetinip, yorumlarımızı, yanlışa, batıla ve hurafeye malzeme yapılan 65 – 82. ayetler için yapmış bulunuyoruz.

18/60 – 80. ayetlerin meali:

60- Ve bir vakit Musa genç hizmetçisine “Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut senelerce gideceğim.” demişti.

61- Bunun üzerine iki denizin birleştiği yere vardıklarında ikisi de balıklarını unuttu. O zaman o denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu.

62- Bu şekilde geçtikleri zaman genç hizmetçisine: “Getir kuşluk yemeğimizi; gerçekten biz bu yolculuğumuzda yorulduk.” dedi.

63- Genç: “Gördün mü? Büyük Kaya’ya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unuttum; onu anmamı muhakkak şeytan unutturdu. O, şaşılacak bir şekilde denizdeki yolunu tuttu.” dedi.

64- Musa, “İşte bu, aradığımızdı!” dedi. Hemen izlerini takip ederek gerisin geri döndüler.

65- Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

66- Musa ona: “Doğru yol konusundaki sana öğretilenden bana da öğretmen şartıyla sana tâbi olabilir miyim?” dedi.

67- O: “Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.

68- Ve havsalanın almadığı şeye nasıl sabredeceksin!” dedi.

69- Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem.” dedi.

70- O: “O halde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana ondan söz açıncaya kadar.”

71- Bunun üzerine ikisi beraber gittiler; nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı. Musa: “A, içindekileri boğmak için mi yaraladın onu? Doğrusu kötü bir şey yaptın!” dedi.

72- O: “Demedim mi ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?” dedi.

73- Musa: “Unuttuğum şeyle beni suçlama ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” dedi.

74- Yine gittiler nihayet bir delikanlıya rastgeldiler; tuttu onu öldürüverdi. Musa: “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın!” dedi.

75- “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?” dedi.

76- Musa: “Eğer bundan sonra sana birşey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Doğrusu tarafımdan beyan edilecek son özre erdin.”

77- Bunun üzerine yine gittiler. Nihayet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular, tutup onu doğrulttu. Musa: “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” dedi.

78- O: “İşte bu, seninle benim ayrılmamız olacak! Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim.

79- Önce gemi, denizde çalışan birtakım zavallılarındı. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim; çünkü ötelerinde bütün sağlam gemileri gaspedip alan bir kral vardı.

80- Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk.

81- İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin.

82- Ve gelelim duvara; o, şehirde iki yetim oğlanındı, altında onlar için bir define vardı ve babaları iyi bir zat idi. Onun için Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Bu, Rabbinden bir rahmet olmak üzeredir ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması!” dedi.

18/65 – 82. ayetlerin tefsiri:

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, bu ayetlerde anlatılan serüven, binlerce rivayet ve menkıbeye kaynak olmuştur. Daha doğrusu, bu uydurmaların türediği esas kaynak bu ayetler değil, bu ayetler hakkındaki Ubeyy b. Ka’b rivayetleridir. Ubeyy b. Ka’b sayesinde; Hızır adında bir süpermenimiz; elifi görse mertek sanan İlm-i Ledün sahibi köşe bucak post serip cennet pazarlaması yapan birçok evliyamız; havada uçup suda yürüyen, dağların arkasını ve yıllar sonrasını ayan beyan görüp anlatan, peygamberden üstün tutulan velilerimiz olmuştur.

Bu bombardımanın amiral gemisi ise İbn-i Kesir’in rivayet tefsirleri kitabıdır.

Şimdi, bu saçmalıklara dayanak kabul edilen ayetlerin gerçek anlamlarını inceleyelim ve bakalım gerçekten bu ayetler ile bu saçmalıklar arasında bir bağıntı, bir benzerlik var mı?

18/65. Ayet: “ Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

Musa ile yardımcısının Sahra’da (iki denizin birleştiği yerde) buldukları kul bize göre bir peygamberdir. Çünkü ayette “Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik” denmiştir. Biz biliyoruz ki Yüce Rabbimiz bu ifadeyi başka ayetlerde de peygamberlerine verdikleri için kullanmıştır:

Zühruf; 31 – 32: Yine dediler ki: “Bu Kur’an, şu iki kentin birinden, bir büyük adama indirilmeli değil miydi?”

Ne! Yoksa Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şimdiki hayatta, onların geçimliklerini aralarında paylaştıran, birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini kimine derecelerle üstün kılan biziz. Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha iyidir.”

Kasas; 86: Sen, Kitab’ın sana verileceğini hiç ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse, sakın inkârcılara arka çıkma!

“Bilgin kul”un peygamber oluşunun bir diğer delili ise; “bilgin kul”un 82. ayette, duvar doğrultma işini kendi iradesi ile yapmadığını beyan etmesidir. Bu demektir ki, duvar altında duran iki yetime ait gömünün varlığı ve bu gömünün belli bir süre daha bulunduğu yerde korunması gereği ve dolayısıyla bunun icabı olan duvarın doğrultma işi, “bilgin kul”a vahy ile telkin edilmiştir.

Yukarıdaki delillere dayanarak peygamber olduğunu söylediğimiz “bilgin kul” için bize bu kıssa dışında bilgi verilmemiştir. Bu durumda “bilgin kul”un Nisa suresinin 164 ve Mümin suresinin 78. ayetlerinde bahsedilen, adı ve kendi hikâyesi bildirilmemiş peygamberlerden olduğu anlaşılmaktadır.

Bu iki âyetten(18/65à 43/31-32 28/86) “rahmet” ile neyin kasdedildiğini öğrendikten sonra görüyoruz ki 65. âyette “biz ona katımızdan rahmet vermiştik” buyuruluyor. Yine aşağıda göreceksiniz 82. âyette duvar doğrultma olayı Âlim Kul’un kendi isteğiyle yaptığı bir eylem değildir. Duvarın altında iki yetime ait gömünün varlığı, onun korunmasının gereği, onun içinde duvarın doğrultulmasının icabı Alim Kul’a (peygambere) vahy ile telkin edilmiştir.

18/66. Ayet: “Musa ona: “Doğru yol konusundaki sana öğretilenden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?” dedi.”

Musa ve “bilgin kul” tanışmışlardır. Musa, onun bilgin birisi olduğunu, doğru yolu bulma konusunda kendisine çok bilgi verilmiş olduğunu öğrenmiştir. Ve ondan “doğru yolu bulma konusunda ona öğretilenlerden öğrenmek için”, onun öğrencisi olmayı istemektedir.

18/67 – 68. Ayetler:

O: “Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.

Ve havsalanın almadığı şeye nasıl sabredeceksin!” dedi.

Musa`nın o yöre ve “bilgin kul” hakkında bilgisinin olmadığı bellidir. Çünkü o bölgeye yeni gelmiş ve “bilgin kul” ile yeni tanışmıştır. Ama “bilgin kul”un ifadelerinden anlıyoruz ki, “bilgin kul” o yörenin insanıdır ve bir takım görevleri vardır. Zira “bilgin kul”, Musa ile birlikte oldukları takdirde meydana gelmesi muhtemel olaylar karşısında Musa’nın, kafasının bu olayları almayacağını ve sabredemeyeceğini öngörmektedir. Yani “bilgin kul”, belli bir görevi ifa etmek için dolaştığı o bölgede, o bölgeyi iyi tanıdığı için, bazı olumsuzluklarla karşılaşabileceğini tahmin edebilmekte ve Musa’nın da bunlara sabredemeyeceğini düşünmektedir.

18/69 – 77. Ayetler: Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem.” dedi.

O: “O halde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana ondan söz açıncaya kadar.”

Pazarlık yapılmış ve “bilgin kul” Musa’nın yanında gelmesine izin vermiştir. Kıssanın bundan sonraki bölümlerinde Musa’nın genç yardımcısından söz edilmez olmuştur.

Bunun üzerine ikisi beraber gittiler; nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı. Musa: “A, içindekileri boğmak için mi yaraladın onu? Doğrusu kötü bir şey yaptın!” dedi.

“Bilgin kul”un o çevreyi tanıdığı gibi, gemi sahipleri ve yolcular da “bilgin kul”u tanıyor ve ona güveniyor olmalılar ki, “bilgin kul”un gemiyi yaralamasına engel olmamışlardır. Ne “bilgin kul”, ne de o yöre hakkında bilgisi olmayan Musa ise bu işe karşı çıkmıştır.

Olanlar gayet olağan şeylerdir. Bu olayda herhangi bir olağanüstülük, esrarengizlik yoktur. Kulun gaybı bilmesi gibi bir şey söz konusu değildir.

O: “Demedim mi ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?” dedi.

Musa: “Unuttuğum şeyle beni suçlama ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” dedi.

Yine gittiler nihayet bir delikanlıya rastgeldiler; tuttu onu öldürüverdi.

Musa: “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu çok kötü birşey yaptın!” dedi.

Ayette geçen “ غلام Gulam” sözcüğünün orijinal anlamı, “Cinsel ilişkiye alabildiğine düşkün ve arzulu olan” demektir. Bu özellik, çocukluk yaşından çıkmış kimselerde olur. Bu da delikanlılık çağıdır. Gulam/ delikanlı sözcüğü, şeyh/ ihtiyar sözcüğünün zıt anlamlısı olarak kullanılır.

Ayetteki “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın?” ifadesinden, “gulam”ın erişkin birisi olduğunu anlıyoruz. Zira çocuk yaşta birisi başkasını öldürürse ona kısas yapılmaz. Buradaki olay kısasa uygun görüldüğüne göre “gulam”, çocuk değil erişkin bir delikanlıdır.

Delikanlının öldürülmesine de Musa’dan başka karşı çıkan olmamıştır. Demek ki, “bilgin kul”un delikanlıyı niçin öldürdüğünü o beldenin insanları, öldürülen delikanlının yakınları; ana-babası herkes bilmektedir. Aksi halde bir yabancının gelip de, memleketlerinde kendilerinden bir delikanlıyı öldürüp elini kolunu sallayarak çekip gitmesine kimse kayıtsız kalmazdı. Öldürme gerekçesi ise aşağıda 80 ve 81. ayetlerde açıklanmıştır.

“Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?” dedi.

Musa: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Doğrusu tarafımdan beyan edilecek son özre erdin.”

Bunun üzerine yine gittiler. Nihayet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular, tutup onu doğrulttu. Musa:

“İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” dedi.

“Bilgin kul” bu köyün veya beldenin yabancısı olmalı ki, köylüler “bilgin kul” ve Musa’ya ilgisiz kalıyorlar.

18/78 – 79. Ayetler: “O: “İşte bu, seninle benim ayrılmamız olacak! Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim.

Gemi olayına gelince, denizde çalışan birtakım zavallılarındı. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim; çünkü ötelerinde bütün sağlam gemileri gasp edip alan bir kral vardı.”

“Bilgin kul”un o bölgeyi tanıdığının bir kanıtı da, bindikleri geminin sahiplerini tanıması ve öteki kıyıda hüküm süren zalim kraldan haberdar olmasıdır. Bunları bildiği için gemiyi yaralamış ve zalim kralın gemiye el koymasını engellemiştir. Gemi sahipleri ve gemideki yolcular da “bilgin kul”u tanıyıp ona güvenmektedirler ki, ona engel olmamışlar ve gemiye verdiği zararın karşılığını talep etmemişlerdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, “bilgin kul”un gemideki hasarı kendi iradesi ile yapmış olmasıdır. Bu hususu kendisi de “ فاردتاناعيبها BEN onu kusurlu hale getirmek İSTEDİM” diyerek beyan etmiştir.

“Bilgin kul”un buradaki davranışı; “İki fesat tearuz ettikte ehaffi irtikab ile a’zamın çaresine bakılır. Yani, biri büyük diğeri daha hafif iki zarar bir anda söz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek büyük zarardan kurtulma yoluna gidilir.” (Mecelle Madde 28) genel ilkesine göredir. Yoksa burada gaybı bilme gibi olağan dışı bir durum söz konusu değildir.

18/80 – 81. Ayetler: “Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk.

İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin.”

Ayetlerden anlaşıldığına göre delikanlıyı öldürme olayı resmî otoritenin; toplum olarak yasalara göre verdikleri bir karar gereği olmuştur. “Bilgin kul” bu kararın infaz memurudur; tabiri caizse cellâttır. Onun için olayı açıklarken “ فخشيناkorktuk” ve “فاردنا istedik ki” diye kamuyu içeren, çoğul bir ifade kullanmıştır. Eğer delikanlının öldürülmesi o delikanlının yaşadığı kentte yasal bir icraat olmasaydı, hem delikanlının yakınlarının hem de şehir halkının (kamu otoritesi) “bilgin kul”a gerekli tepkiyi göstermeleri ve onu cezalandırma yönüne gitmeleri gerekirdi.

Gelenekçiler, bu ayetlerdeki “korktuk” ve “istedik” fiillerinin öznelerini uyduramamışlardır. “Bilgin kul”, “Hızır” veya “melek” yapılınca, korkanlar da Allah ile Hızır veya Allah ile melek olmaktadır. Buna rağmen bu sözcüklerin üzerinde durmamışlar olayın üstüne gidememişlerdir.

Bu olayların bilinmeyecek, yadırganacak, batın ilmi vs. gibi açıklanacak bir yanı yoktur. Normal şer’î bir icraattır. Musa “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın?” diyerek sadece kısas ile insan öldürülebilineceğini ileri sürmüştür. Halbuki şer’an (yasal açıdan) insan, sadece, kısas için öldürülmez. Allah’a savaş açanlar da öldürülür:

Maide; 33: Allah ve elçisine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası ancak öldürülmek veya çarmıha gerilmek ya da el ve ayakları çapraz olarak kesilmek ya da yeryüzünden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Öteki dünyada da onlar için büyük bir ceza vardır.

Burada 80. ayete dikkat edilirse; “Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk.” denilmektedir. Bu ifadeden de delikanlının, mümin anne ve babasını dinden çıkarmak için çaba sarfettiği (Allah ile savaştığı) anlaşılmaktadır. Yani bu durumda Maide suresinin 33. ayetine göre onun öldürülmesi meşru bir olaydır.

18/82. Ayet: “Ve gelelim duvara; o, şehirde iki yetim oğlanındı, altında onlar için bir define vardı ve babaları iyi bir zat idi. Onun için -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması!” dedi.”

Kendisine rahmet (peygamberlik) verilen ve Allah tarafından bilgilendirilen “bilgin kul”, duvar meselesini açıklarken “Onun için ( ……. فارادربّك ) – Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım.” diye açıklamıştır. Demek oluyor ki, bu üç olaydan sadece üçüncü olay vahy ile bildirilmiştir. Yani “bilgin kul”, sadece duvar doğrultma işini kendi bilgisi ve iradesiyle gerçekleştirmemiştir.

Ayetin orijinalindeki “ ومافعلتهعنامرى ve mâ fealtühü an emrî” ifadesi, tefsir ve meallerin ekserisinde (hemen hemen hepsinde) “ve ben bunların hiç birini kendi görüşümle yapmadım.” diye çevrilmiştir. Bu çeviriye göre üç olaydan hiç birinde “bilgin kul”un kendi görüşü ile davranmadığı, her üç olayda da aldığı vahyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Oysa bu çeviri yanlıştır. Doğru çeviri; “Ve ben onu (duvarı doğrultmayı) kendi görüşümle yapmadım” şeklindedir.

Rivayetçilerin ve dirayetsizlerin yanlış meal ve tefsirlerinin doğru olabilmesi için ayetin orijinalinin “عنامرىفعلتهنوماVe mâ fealtühünne an emrî” şeklinde olması gerekirdi. Ancak bu takdirde cümlenin anlamı, “Ben onları kendi görüşümle yapmadım” şeklinde olurdu. Halbuki ayetin orijinali böyle değildir.

Üç olayın da vahye dayandığı görüşü, ayetlerin içeriği ile uyumlu değildir. Eğer üç olay da vahye dayalı ise “bilgin kul”, 79. ayette geminin kusurlu hâle getirilme işi kendi tasarrufunda imiş gibi “ben diledim” dememeli ve 80 ile 81. ayetlerde anlatılan “gulam”ın öldürülmesi olayında başkalarını da kapsayan “korktuk” ve “istedik” şeklindeki çoğul ifadeler kullanmamalı idi. Ayrıca bu üç olay vahye dayalı olsaydı, 82. ayetteki “Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım.” ifadesi cümlenin en sonunda, “işte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması” ifadesinden sonra olmalı idi. Böylece her üç olay da “bilgin kul”un kendi görüşü ile yapmadığı şeylerin kapsamına girmiş olurdu.

Sonuç olarak rivayetlerin, masalların, menkıbelerin, ayetin orijinal anlamını ihmal ettirdiği anlaşılmaktadır. (Hakkı Yılmaz)

http://www.istekuran.net/kissa.html

HIZIR İNANCI

“Hızır” sözcüğü; “yeşil” demektir ve baharı simgeler. Bu kavram ilk önceleri ilkel toplumların çok tanrılı inançlarındaki, belki “Bitki Tanrısı” denilebilecek bir kavrama karşılık gelmekte iken, daha sonra kişileştirilmiştir. Kişileştirme ise ortaya yeni bir sorun çıkarmıştır: Kimlik!

HIZIR KİMDİR?

Bize göre cahil ve sapık çevrelerin inanç ve kabullerine göre Hızır:

“İbrâhim a.s.’dan sonra yaşamış bir peygamber veya velidir. Avrupa ve Asya kıtalarına hâkim olan Zülkarneyn a.s.’ın askerlerinin komutanı ve teyzesinin oğludur. İsminin, Belkâ b.Melkan, künyesinin Ebu-l Abbas olduğu ve soyunun Nûh As.mın oğlu Sam’a dayandığı bildirilmiştir. Bazıları da Hızır As.mın İsrailoğullarından olduğunu söylemişlerdir.

Hızır lâkabıyla meşhur olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığında, oranın yeşerip, yemyeşil olmasından dolayıdır.

Hızır, Allah’ın sevgili kullarındandı. Doğdu, büyüdü ve vefat etti. Ancak cenabı Hak onun ruhuna insan şeklinde görünmek ve kıyamete kadar yardım isteyen Müslümanların imdadına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğretmek özelliklerini verdi.

Bazı âlimler Peygamber, bazıları da Velî kabul ederler.

Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar bir adam, genç veya bir çocuk olabilir. Kuş, tavşan vs. gibi her türlü hayvan biçimlerine girebilir. Göz açıp yummadan uzun mesafeleri katedebilir. Yardıma ihtiyaç duyulduğu bir anda görünüp, işini bitirince hemen yok olur gider. Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir. Onları kendi hizmetinde kullanabilir. Ölü insanları diriltme kabiliyetine sahiptir. Havada, boşlukta yürüyebilir; su üstünde batmadan dolaşabilir.”(!)

Görüldüğü gibi cahil ve sapık olarak nitelediğimiz çevreler Hızır’a, İslâm dini ile hiç bağdaşmayan bir anlayışla insanüstü, doğaüstü güçler ve özellikler yakıştırmışlardır.

DİNÎ KAYNAKLARDA HIZIR:

Yukarıdakilere benzer şekillerde kimlik kazandırılmış Hızır inancı, Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Yahudilik, Şamanizm ve Eski Yunan dinlerinde yer almaktadır. Özellikle de Yahudilikteki İLYA inancı, Hızır inancı ile tıpatıp aynıdır. Kitab-ı Mukaddes’e göre İlya, Yahudi mistiklerine görünmekte, onlara gizli hikmetleri öğretmektedir. Yahudi mistikleri de yollarda, çöllerde İlya’ya rastladıklarını ondan bilgi aldıklarını, maddî ve manevî yardım gördüklerini anlatırlar.

İslâm dininde ise böyle bir inanç ve motif yoktur. Dinimizin tek kaynağı olan Kur’an, Hızır diye birisinden bahsetmez.

Ancak, cahil çevrelerce, “yeşil” anlamına gelen Hızır sözcüğü kutsallaştırılıp, yeşil renk İslâm’ın rengi olarak kabul edilmektedir. Özellikle de Şİİ kesim bu rengi Ali sülâlesinin ve dolayısıyla da Şiilerin kutsal rengi saymaktadır. Şii kesimin Hızır’ı böyle sahiplenmelerinin bir nedeni de yine rivayetlere dayanmaktadır. Rivayetlere göre Hızır, Ali’nin cenaze namazına katılarak ehli beyte başsağlığı dilemiş, hatta Hüseyin şehit edilince de arkasından mersiye okumuştur. (!)

Bu rivayetlerde Hızır’ın, Ali ve Hüseyin şehit olurken nerelerde ne yaptığı, niye bu katliama engel olmadığı hakkında bir bilgi olmadığı gibi, rivayetlerdeki ravilerin de Nevf b.Fudala el bekkali ve Ka’bü-l Ahbâr gibi Yahudi kökenli kişiler oluşu dikkat çekicidir.

Müslümanlar arasında Hızır konusu ile ilgili olarak yaşanan bir diğer gelişme de, Kur’an’daki iki kıssa üzerine yapılan tartışmalar neticesinde ortaya çıkmıştır:

Kehf suresinde anlatılan kıssadaki Musa peygamberin yol arkadaşı “âlim kul” ile Neml suresinde varlığı bildirilen Süleyman peygamberin maiyetindeki “âlim kul” hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüş ve Kehf suresindeki Musa’nın, İsrailoğulları’nın peygamberi olan Musa mı yoksa başka bir Musa mı olduğu, “âlim kul”un ise insan olmayıp melek ya da cin olabileceği hep tartışılmıştırİşte bu tartışmalar içinde, Kur’an’da yer alan bu “âlim kul”, Hızır olarak isimlendirilmiş, çeşitli ekleme ve uydurmalarla da bu Hızır, halk içerisinde yaşayan, onlara dar zamanlarında yardıma koşan, insanüstü bir varlık olarak kabul edilmiştir. Hatta, ayrı zamanlarda ve ayrı mekânlarda yaşamış olmalarına rağmen Musa peygamberin yol arkadaşı olan “âlim kul” ile Süleyman peygamberin yanında bulunan “âlim kul”un aynı kişi olduğu, bu kişinin de Hızır olduğu kabul edilmiş ve böylece KUR’AN’A AYKIRI olarak ölümsüz, ebedî, zaman ve zemin üstü, kıyamete kadar yaşayacak HURAFE bir varlık oluşturulmuştur.

Oysa, “Musa ve Âlim Kul” başlıklı çalışmamızda yaptığımız tespitler göstermektedir ki, Kur’an’da geçen bu “âlim kul” bir insandır. Bunun ispatı ve ayrıntısı, sözünü ettiğimiz çalışmamızda olup, burada vurgulamak istediğimiz husus, o “âlim kul”un, Hızır diye birisi olmadığıdır.

Ama daha önemlisi, Hızır özelliklerine sahip bir varlığın mevcudiyeti Kur’an’a göre mümükün değildir:
Enbiya; 34, 35 : “SENDEN ÖNCE HİÇBİR İNSANA ÖLÜMSÜZLÜK VERMEDİK. Şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü olacaklar?

HER CANLI ÖLÜMÜ TADACAKTIR. Biz bir imtihan olarak sizi şer ile de hayır ile de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.”

HADİSLERDE HIZIR:

Kehf suresinde Musa ile “âlim kul” kıssasını anlatan ayetlerin tefsirini (!) ve “İlim”i konu alan hadislerde, bu “âlim kul”un Hızır olduğu beyan edilmektedir. Metinleri çok uzun olduğu için Arapça ve meallerini örnek olarak buraya almadığımız bu mealdeki hadisler, hadis kitaplarının en sağlamı denilen Sahih-i Buhari’de bile vardır. Bu kitabın Kitabü-l Enbiya ve Kitabü-l İlim bölümlerinde Hızır’dan bahseden hadisler yer almakta ve bu “alim kul”un Hızır olduğu söylenmektedir. Ama Hadis İlminin (!) “Mevzuu Hadisler (uydurulmuş hadisler)” bölümü incelendiğinde ise, Hızır adı geçen hadislerin tümünün yalan ve uydurulmuş olduğunun MÜTTEFEKUN ALEYH olduğu, yani o hadis denen sözlerin yalan ve uydurma olduğunun OY BİRLİĞİ ile kabul edildiği görülmektedir. Bu sebeple tüm bu hadislere şüphe ile bakılır olmuştur.

TASAVVUF KİTAPLARINDA HIZIR:

İslâm dininin yegâne kaynağı olan Kur’an’da böyle bir varlığın mevcudiyetinden söz edilmemesine ve “Hızır” sözcüğünün Kur’an’da hiç yer almamasına karşılık, tüm tasavvuf ve tarikat çevrelerinde “Hızır”, bir inanç, bir ana unsur olarak yer almıştır. Bu çevrelerde; “âlim kul”un Hızır olduğu, Hızır’ın da Nebi olmayıp Velî olduğu kabul edilmekte, Kehf suresinde anlatılan kıssadaki “âlim kul”un Musa peygamberden bilgili olmasına dayalı olarak da Velî’nin Nebi’den üstün olduğuna inanılmaktadır. “Rüya”, “Keşif” gibi aslı astarı olmayan safsataları kendilerine temel kaynak edinmiş olan bu çevreler, Hızır adındaki uydurma kişiliği de kendilerine sermaye yapmışlar ve bu konuyu çok eskiden beri, dini bilmeyenler üzerindeki sömürülerinde ilâve bir malzeme olarak kullanmışlardır.

Hızır hakkında birçok yalan ve yanlış olaylar uydurulmuş, bu olayları konu alan belki de yüzlerce kitap yazılmıştır. Meselâ; İmam-ı Gazalî tarafından yazılmış ve Hızır’ın bazı tasavvuf erbabıyla görüşmelerini nakleden İhyâ; Muhydidîn-i Arabî tarafından yazılmış ve Hızır’la bir çok kez karşılaşıp konuştuklarını anlattığı Futuhât; Hacı Bektaş Velî tarafından yazılmış ve Hızır’la yapılmış olan görüşmelerin yer aldığı Makâlât; İmam-ı Rabbanî tarafından yazılmış ve yine Hızır’la yapılmış olan görüşmelerin yer aldığı Mektûbât adlı eserler, bu kitaplardan birkaç tanesidir.

Bu meşhur kişilerin meşhur eserlerinin yanında piyasada dolaşan yüzlerce tasavvuf ve tarikat kitapları ile evliya menkıbelerini konu alan kitaplarda, Hızır’dan ve onun kerametlerinden bahsedilmektedir.

İslâm dini ile hiç alâkası olmayan bu kitaplar, temsil ettikleri akımın ayrı bir din olduğunu göstermektedir. Hiçbir tasavvuf ve tarikat erbabı bunu açıkça ifade etmese de maalesef bu bir gerçektir. Çünkü tasavvuf ve tarikatlar incelendiğinde, onların İslâm dininden (Kur’an’dan) ayrı bir inanç temeline dayandıkları açık ve net bir şekilde görülmektedir. Böyle olmasına rağmen “din adamı” geçinen İslâm âlimleri(!) ise, saflık görünümü altına saklamaya çalıştıkları korkaklıkları ile o sapık hazretlerin herzelerine kılıf hazırlamaya uğraşmaktadırlar.

Meselâ; Mevlâna unvanlı Celâleddin Rumî’ye ait olduğu söylenen kitaplar eğer gerçekten bu şahsa ait ise ve başta Mevlevîler olmak üzere diğer tarikat zümreleri tarafından baş tacı yapılmış olan Menâkıbu-l Arifin adlı kitapta yazılan rezillikler doğru ise, Celâleddin Rumî’nin Müslümanlığına yüz bin şahit az gelir. Ama hakkında “AŞK PEYGAMBERİ MEVLÂNA” diye kitap yazılan ve “aşk dini”nin peygamberi ilân edilen bu şahıs için hiçbir Müslüman “Ne peygamberi?” diye bir soru sormamakta, hiçbir “din adamı” kisveli zevat da tüm ülkede satışı yapılmakta olan kitap hakkında ve de bu şahsın Kur’an’a aykırı olarak Muhammed’den sonra peygamber ilân edilmesi karşısında bir söz söylememektedir.

Özetle ifade etmek gerekirse; Hızır inancı, İslâm dini ile uzaktan ve yakından alâkası olmayan ve ayrı bir sapık din olan tasavvuf ve tarikat kanalı ile Müslümanlar arasına sokulmuş pek çok sapık ve yanlış inançlardan birisidir.

SONUÇ OLARAK İSLÂM’DA HIZIR :

Hızır inancı, kışın bitişini ve baharın gelişini simgeleyen, havaya, suya ve toprağa hayalî bir “cemre (kor)”nin düştüğünü varsayan “cemre düşmesi” inancı gibi gerçek dışı bir inançtır.

Hızır inancı İslâmî bir inanç olmayıp, Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Şamanizm gibi, tahrif olduğu için batıl hâle gelmiş dinlerin mensuplarında görülen bir inançtır. Bu inanç, tamamen vehme dayalı ve uydurulmuş bir inanç olup, Müslümanlar arasına da sonradan sokulmuştur. İslâm dininin biricik kaynağı Kur’an’a göre de böyle bir kişi veya varlık yoktur.

http://www.istekuran.net/hizirkim.html

posted in HIZIR | 8 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibaret olan hıdrellez, kö­kü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortado­ğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyâs kavramları et­rafında dinî bir muhtevaya bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu bayram, mer­kezini özellikle Anadolu ve Balkanlar’ın, Kırım, Irak ve Suriye’nin teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün kullanılmakta olan Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs (eski lülyen takvimine göre 23 Nisan) gü­nü kutlanmaktadır.

Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sır­rına erdiklerine ve biri karada, diğeri de­nizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yıl­da bir defa bir araya geldikleri gün ola­rak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte, ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada İlyâs’ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hı­zır motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu bayramda icra edilen bütün merasimler Hızır’la ilgilidir. Bunun temel sebebi, İs­lâm öncesi devirlerde yukarıda zikredi­len üç büyükkültürün hâkim olduğu alan­da bu yaz bayramı vesilesiyle kültleri kut­lanan insan üstü varlıkların daha ziyade Hızır’ın şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla özdeşleşmesidir.

Osmanlı Devleti’nde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıç tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski takvim­de yıl ikiye ayrılmış olup 23 Nisan’dan (6 Mayıs) 26 Ekim’e (8 Kasım) kadar süren 186 gün “Hızır günleri” adıyla yaz mevsi­mini, 23 Nisan’a kadar devam eden 179 gün de “Kasım günleri” adıyla kış mevsi­mini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın so­na erip yazın başladığı gün olarak kutlan­maktadır.

Hızır ve İlyâs’a tahsis edilen bu gün, İs­lâm dünyasının her tarafında kutlanma­dığı gibi kutlandığı yerlerde de adı, tarihi ve yapılan merasimler aynı değildir. Her şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile İlyâs hakkında çok zengin bir inançlar ve efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir defa görüştüğü inancı mevcut olduğu halde bu gün belirlenmiş değil­dir; hatta Türk dünyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak olan şudur ki, İslâm dünyasının önemli bir kısmında ve bu ara­da Türkler arasında her zaman hıdrellez adı altında olmasa da Hızır ile İlyâs’ın bir­leştiği günün hâtırası çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde kutlan­maktadır… Ayrıca Türkiye’deki Alevîler ve İran’daki Kızılbaş Karakoyunlu Türkmenleri (Çihiltenler) arasında şubat ayı ortala­rında “Hızır nebî bayramı” adıyla hıdrel­lezden ayrı ve oruçla geçirilen bir bayra­mın kutlandığı bilinmektedir

Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak ve Suriye Türkleri’ne mahsus bir halk şen­liği olan hıdrellezin buralarda özellikle 6 Mayıs’ta kutlanması iklim ve tabiat şart­larıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine geçişi belirlemekte olup hicrî takvim sis­temiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece güneşin Ülker burcu­na girdiği bir zaman parçasıdır. Bu tarih­ten 7-8 Kasım’a kadar bu burcu güneşin batışından sonra görmek mümkün de­ğildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker bur­cu güneş battıktan kısa bir süre sonra gö­rülebilmektedir. Bu suretle astronomik gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mev­sime bölünmüştür. 8 Kasım bütün özel­likleriyle kışın başlangıç tarihini, 6 Mayıs’a rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihini oluştur­maktadır (Gökalp, Quand le crible etalt dans la paüte, s. 211 -231). Pek çok arşiv belgesi, Osmanlılar döneminde devlet nezdinde bile işlerin yılın bu iki mevsimi­ne, yani “rûz-i Hızır’dan (Hızır-İlyâs’tan) rûz-i Kasım’a” veya “rûz-i Kasım’dan rûz-i Hızır’a” kadar olan iki döneme göre plan­landığını göstermektedir (meselâ bk. BA, MD, nr. 5, s. 295, 305; nr. 58, s. 83).

Öte yandan 6 Mayıs, Türklerin Anado­lu’ya yahut daha genel bir ifadeyle Orta­doğu’ya geldikten sonra tanıdıkları bir tarihtir. Zira Doğu Hıristiyanlığının Aziz Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios, Saint Ge-orge) ya da Yeşil Yorgi kültü bu tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı’nda çok önemli bir yeri olan bu kült zaman içinde Hızır- İlyâs kültü ile birleşerek öz­deşleşmiş ve bu suretle 6 Mayıs tarihi Or­tadoğu ve Balkanlar’da hıristiyan-müslüman kültür etkileşimi sonucunda hem Aziz Yorgi hem de Hızır- İlyâs kültünün iç içe girmesinin bir sonucu olarak kutlan­maya başlanmıştır (iki kült arasındaki bu özdeşliğin nasıl meydana geldiği ko­nusunda bk. HIZIR).

Müslümanlara Hızır ve hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya İslâm’la da Hıristiyanlık’la da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve Bal­kanlar’da hem müslümanların hem de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz bay­ramının kökü İslâm ve Hıristiyanlık önce­si İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Mezopo­tamya ve bütün Doğu Akdeniz çevresin­deki ülkelerde bazı tanrılar adına bahar veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinle­rin yapıldığı bilinmektedir. Milâttan ön­ce III. binyılın sonlarında, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fı­rat ve Dicle nehirlerinin hayat verici gü­cünü simgeleyen Tammuz (Dumuzi) ilâhı adına bahar mevsimi başlangıcında Mezopotamya’daki Ur şehrinde görkemli âyinler yapıldığını gösteren tabletler bu­lunmaktadır (James, s. 42). Tammuz, ta­biatın ölüşü (sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar, yaz) birlikte ölen ve yeniden dirilen bir tanrı kabul edilmiştir (ER, IV, 512-513). Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz kültü, İbrânîler kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunanis­tan’a ve Anadolu’ya geçmiş, burada da aynı tanrı Adonis adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi’nde bulunan Boğazköy tabletleri, benzer âyinlerin Hititler zama­nında Anadolu’da yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı Telipinus için icra edil­diğini göstermektedir (James, s. 190-192). Ayrıca eski İran’da yine yeşillik ve su kav­ramlarıyla ilgili Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı için bahar mevsiminde özel âyinler yapıldığı, Nevruz’un da bunlardan doğduğu bilinmektedir (Widengren, s. 28, 35, 86, 126). AvestaĞa dişi varlıklar olarak kabul edilen Haurvatât suların, Ameretât ise bitkilerin koruyucusudur…

Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım uygulamalar, bu halk bayramı­nın putperest köklerini çok daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İslâm âlimleri bu durumun farkına vara­rak bu konuda yasaklayıcı fetvalar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde de hıd­rellez kutlamalarının dinî açıdan sakın­calı olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüz­yılda Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’nin fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebüssu­ûd Efendi, böyle bir günün kutsallığına inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin, yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söy­lemektedir (Düzdağ, s. 117)…

Türkiye’de “hıdırellez”, Kırım ve Dobru-ca’da “hıdırlez”, Makedonya’da “edirlez” (ederlez), Kosova bölgesinde “hıdırles” (hedirles, hadırles) gibi değişik biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri, çeşitli ül­ke ve yörelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir. Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı gibi ge­nellikle bolluk ve bereketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının öne çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazan içinde tür­be de yer alan mesire yerlerinde kutla­nan merasimlerdir. 5 Mayıs günü temiz­lik yapıp yiyecek ve içecek hazırlama gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün merasimleri, âdet ve gelenekleri dört grupta toplamak mümkündür. 1. Şifa ve sağlık talebine yönelik olanlar. 2. Uğura, bereket ve bolluk talebine yönelik olan­lar. 3. Mal mülk, mevki ve servet talebi­ne yönelik olanlar. 4. Kısmet ve talih aç­maya yönelik olanlar. Meselâ hıdrellez gü­nü kır çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin hastalıklara şifa vereceği, hıd­rellez gecesi bütün sulara nur yağacağın­dan o gece suya girmenin her türlü has­talığa karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci gruba örnek gösterilebilir. Genel­likle hıdrellez gecesi Hızır’ın yeryüzünde dolaştığı ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancı çok yaygın olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağ­zının açık bırakılması, dileklerin bir kâğı­da yazılarak gül ağaçlarının dibine konul­ması vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara örnek sayılabilir. Bunlara benzer pek çok örneğe her yerde rastla­mak mümkündür.

Hıdrellez merasimleri Hızır ile İlyâs’ın buluşmasına atfen hemen daima toplu olarak gerçekleştirildiği için bazı kasaba ve şehirlerin yakınında yeşillik bir mekân­dan oluşan ve “hıdırlık” denen, insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği bir mesi­re yeri bulunur. Bu yerlerde icra edilen merasimler, eski devirlerde aynı zaman­da evlenme yaşına gelmiş genç kız ve er­keklerin birbirlerini görüp beğenmeleri­ne de imkân vermekteydi. Dolayısıyla hıd­rellez merasimlerinin geleneksel Türk toplumlarında sosyal iletişim aracı olmak gibi pratik yönleri de bulunmaktaydı.

Hıdrellez inanış ve âdetleri folklorda ol­duğu gibi edebiyata da köklü biçimde yansımış ve Gılgamış destanından bu ya­na mitoslar halinde yazılı ve sözlü edebi­yat geleneğinde yer almıştır. Anadolu’­nun pek çok yerinde hıdırlık denilen me­sirelerin bulunması ve hıdrellez başta ol­mak üzere bahar eğlencelerinin buralar­da düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez te­masının canlı tutulmasına sebep olmuş­tur.

Dede Korkut’tan itibaren Ebû Müslim, Battal Gazi, Dânişmend Gazi, San Saltuk, Köroğlu gibi kahramanların hayatı etra­fında teşekkül eden destanı romanlarda gerek Hızır ve İlyâs’ın kişilikleri, gerek hıd­rellez günü, gerekse hıdıriıklarda devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler ek­seninde yer yer hıdrellezin de zikredildiği görülür. Klasik Türk şairleri “evvel ba­har”! andıkları zaman genellikle hıdrellez günlerini kastetmekte ve baharı konu edinen şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya bu günleri anlatmaktadırlar… (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Hıdırellez maddesi)

posted in HIZIR | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’ân, ne Musa’nın uşağının adından, ne de onun karşılaştığı bilge kulun adından söz etmiştir. Bu zatın, sadece Allah’ın katından ilim verdiği bir kul olduğunu söyler. Hızır’ın ebedi yaşadığı hakkındaki rivayetleri, İbn Kayyim ve Âlûsî sağlam görmemişlerdir. Maddi hayat bakımından kıyamete dek yaşayan bir kimsenin olmaması gerekir. Çünkü Enbiyâ Suresi’nin 34’üncü ayetinde, “Senden önce hiçbir insana ebedi yaşama vermedik” denmektedir. (Süleyman Ateş -Vatan Gazetesi -29.3.2003)

posted in HIZIR | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

HIZIR, Hz. Mûsâ döneminde yaşayan, kendisine ilâhî bilgi ve hikmet öğretilen kişi.

Arapça kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapça menşeli oldu­ğu kabul edilen kelime Türkçe’de Hızır ve Hıdır biçiminde kullanılmaktadır. Hadır “yeşil, yeşilliği çok olan yer” mânasındaki ahdar ile eş anlamlıdır. Bu mânadan ha­reketle hadır kelimesinin özel isimden zi­yade lakap ve sıfat olarak kabul edildiği söylenebilir. Nitekim bazı kaynaklarda Hı­zır’a bu ismin, kuru yerde oturduğunda altından otların yeşerip dalgalanması (Buhârî, “Enbiyâ3”, 29), cennet pınarından içtiği için bastığı her yerin yeşile bürünmesi (Makdisî, III, 78) sebebiyle verildiği kaydedilmektedir. Bazı şarkiyatçılar tara­fından Hızır kültünün arkasında birtakım ilkel dinlerde rastlanan bitki tanrısının bu­lunduğu iddia edilmişse de (Hasluck, I, 324) aslında İslâm’daki Hızır telakkisinin bu inançla hiçbir ilgisi yoktur. Hızır ismi­nin menşei hakkında, yukarıdaki iddialara ilâve olarak Ahd-i Atîk’te yer alan “adı Filiz olan adam” (Zekarya, 6/12) inancının et­kili olduğu da ileri sürülmüştür (İA, V/l, s. 461). Şarkiyatçıların bir kısmına göre Hızır kelimesi Arapça asıllı olmayıp Gılgamış destanında yer alan Gılgamış’ın ata­sı Hasistra veya Hasisatra’nın Arapçalaşmış şeklidir (Ocak, s. 61). Friedlaender’e göre ise Hızır ismi İskender efsanesine benzeyen Glaukos (yeşil) masalı ile alâkalı olup bu efsane Arapça’ya uyarlanırken “hadır” şeklinde tercüme edilmiştir (ERE, VII, 694).

Bazı İslâmî kaynaklarda Hızır’ın asıl adı ve soyu hakkında bilgi verildiği görülmek­tedir. Sıhhatleri tartışmalı olan rivayetle­re göre Hızır, Hz. Âdem’in çocuklarından Kabil’in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh’un oğ­lu Sâm’ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut Hz. İshak’ın torunlarından Hazrûn b. Amâyîl’dir. Bunun yanında onun Hz. Harun’un soyundan geldiği, isminin Ha­dır b. Âmiya veya Hadır b. Fir’avn olduğu yahut Kur’an’da adı geçen İlyâs veya El-yesa’ın Hızır’ın kendisi olduğu öne sürü­lür (Ebû Hatim es-Sicistânî, s. 3; Makdi­sî, III, 77; İbn Kesîr, I, 295; Diyarbekrî, I, 106). Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum, babasının Fars olduğu kaydedilir (İbn Ke­sîr, I, 299; Diyarbekrî, I, 106-107). İbn Ke­sîr, İslâmî kaynaklarda Hızır’ın gerçek adı olarak gösterilen Belyâ b. Melkân’ın aslında Kitâb-ı Mukaddesteki İlya’dan bozma olduğunu belirtmiş [el-Bidâye, I, 299), bu görüşe dayanan A. J. Wensinck ve A. Ya­şar Ocak gibi araştırmacılar, Hızır’ın asıl adının İlya’nın Arapçalaşmış şekli olan Belyâ olabileceğini ileri sürmüşlerdir. An­cak başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere ha­dis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyâs tasvirlerine göre İlya ile İl­yâs aynı, Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ay­rıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade eden Hıdrellez telak­kisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya çıkar.

Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçmemekle bir­likte müfessirler tarafından Hızır’a ait olduğu kabul edilen Kehf süresindeki kıs­sa özetle şöyledir: Hz. Mûsâ genç adamı­na iki denizin birleştiği yere ulaşmaya ka­rar verdiğini söyler, bunun üzerine bera­berce yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutul­muş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet son­ra Mûsâ genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatır­layarak daha önce bunu Musa’ya bildir­meyi unuttuğu için üzüntüsünü dile ge­tirir. Bunun üzerine Mûsâ aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından “rah­met ve ilim” verilmiş olan sâlih bir kul ile karşılaşırlar. Mûsâ, sahip olduğu ilimden kendisine de öğretmesi için onunla arka­daş olmak istediğini söyler; Kur’an’ın adı­nı bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf ola­mayacağı olaylar sebebiyle bu beraberli­ğe sabredemeyeceğini belirtirse de Mu­sa’nın ısrarı üzerine, meydana gelen olay­lar hakkında açıklama yapmadıkça ken­disine soru sormaması şartıyia teklifi ka­bul eder. Musa’nın bu şarta uyacağına da­ir söz vermesi üzerine yolculuğa başlar­lar. Bu zat önce bindikleri gemiyi deler, arkasından bir çocuğu öldürür, daha son­ra da uğradıkları bir kasabanın halkı ken­dilerini misafir etmediği halde orada yı­kılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Mûsâ arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da, “Ben sana benimle beraber olmaya sab-redemezsin demedim mi?” diye uyanda bulunur. Mûsâ özür dileyip yolculuğa de­vam etmelerini ister. Sâlih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Musa’nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler; bu arada söz ko­nusu hadiselerle ilgili olarak davranışları nın sebeplerini de anlatır ve bunları Al­lah’ın emriyle yaptığını söyler (el-Kehf 18/ 60-82). Bu kıssadaki üç kişiden sadece Musa’nın adı zikredilirken diğer iki kişiden biri “genç adam” (fetâ), diğeri de ilâhî rah­met ve ilme mazhar olmuş “Allah’ın ku­lu” diye anılır.

Hızır konusu başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel’in hadis kitaplarının çeşitli bö­lümlerinde geçmekte, bunlarda Kehf sü­resindeki bilgiler tekrar edildiği gibi baş­ka bilgiler de verilmektedir. Sûrede yer alan kıssanın tefsiri mahiyetindeki riva­yetlerin birinde kaydedildiğine göre Saîd b. Cübeyr İbn Abbas’a, Nevf el-Bikâlî’nin Hızır kıssasında sözü edilen Musa’nın İsrâiloğulları’na gönderilen Mûsâ b. İmrân olmayıp başka bir Mûsâ olduğunu iddia ettiğini söylemiş, İbn Abbas da, “Allah’ın düşmanı yalan söylüyor” diyerek Übey b. Kâ’b yoluyla Hz. Peygamber’den gelen Mûsâ merkezli uzunca rivayeti nakletmiştir [Müsned, V, 117-119; Buhârî, “ilim”, 44; “Enbiyâ3”, 27; “Tefsîr”, 18/3; Müslim, “Fezâ3il”, 170-173; Tirmizî, “Tefsîr”, 19/1). Aynı konuyla ilgili ikinci rivayette kayde­dildiğine göre İbn Abbas’m bir sorusu üzerine Übey b. Kâ’b, buradaki Musa’nın İsrâiloğullarına gönderilen Mûsâ olduğu­nu ifade eden hadisi nakletmiştir [Müs-ned,y, 116-117. 122; Buhârî, “ilim”, 16, 19; “Enbiyâ3”, 27; “Tevhîd”, 31; Müslim, “FezâMl”, 174). Her iki rivayette de belir­tildiği üzere Hz. Mûsâ, İsrâiloğullan’na hitap ederken kendisine insanların en bil­gilisinin kim olduğunun sorulması üzeri­ne “benim” diye cevap verip mutlak ilmin nezd-i ilâhîde olduğunu hatırlatmadığı için Allah tarafından kınanmış ve kendi­sinden daha bilgili Hadır adında birinin bulunduğu söylenmiştir. Ebû Hüreyre’-nin naklettiği başka bir hadiste Hızır’a bu adın verilmesinin sebebi, “Kuru yerde oturduğunda altında otlar yeşerip dal­galanır” (Buhârî, “Enbiyâ3”, 27; Tirmizî, “Tefsîr”, 19/1) şeklinde açıklanmıştır. Bu rivayet Ahd-i Atîk’teki, “İşte adı Filiz olan adam ve o durduğu yerden filizlenecek” (Zekarya, 6/12) ifadesini hatırlatmakta­dır. Übey b. Kâ’b’dan rivayet edilen, râvilerinden birinin zayıf sayıldığı bir hadiste Hızır’ın Firavunlar döneminde Mısır’da ya­şayan İsrâiloğullarından bir genç olduğu, bir rahipten hak dini öğrenip benimsedi­ği, fakat bunu gizli tuttuğu, nihayet boşadığı bir hanımın bu sırrı ifşa etmesi üzerine kaçıp bir adaya sığındığı bildirilir (İbn Mâce, “Fiten”, 23).

Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan Hızır’la ilgili haberlerin, ana hatlarıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki çerçeveyi korumakla birlikte yer yer orada bulunmayan veya müphem olan bazı ayrıntılar içerdiği de görülmektedir. Nitekim Kur’an’da Hz. Mu­sa’nın Hızır’ın varlığından nasıl haberdar olduğu beyan edilmezken hadislerde bu­nun Musa’ya yöneltilen bir soru üzerine Allah tarafından kendisine bildirildiği ifa­de edilmektedir. Ayrıca yine hadislerde Kur’an’da adı geçen Musa’nın, yahudilerin iddia ettiği gibi Mûsâ b. Mîşâ değil Mûsâ b. İmrân, yanındaki gencin Yûşa b. Nûn, ilâhî ilim ve rahmete mazhar kılı­nan sâlih kişinin de Hızır olduğu açıklan­makta ve Hızır İsrâiloğullan’nın eşrafın­dan biri olarak tanıtılmaktadır. Bu haber­ler içinde. Kur’an’daki bilgilere aykırı bir husus mevcut olmadığı gibi Hızır’ı tarih­te yaşamış sâlih bir kişi konumundan çı­karıp onun varlığını günümüze kadar de­vam ettiren olağan üstü bir şahsiyet oldu­ğuna dair bilgiler de bulunmamaktadır. Buhârî’nin Abdullah b. Abbas’ın görüşü olarak yer verdiği bir rivayette (“Tefsir”, 18/4) buluşma yerindeki kayanın dibinde “hayat” denilen bir su kaynağı bulundu­ğu, damlalarının dokunduğu her şeyin canlandığı, söz konusu balığa da bu su­dan birkaç damlanın isabet ettiği ifade edilmekte, Tirmizî’de ise(“Tefsîr”, 19/1) bazı insanların böyle iddia ettiği belirtil­mektedir.

Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve tasavvuf kitaplarında Hızır’ın mitolojik bir kişiliğe büründürülerek tarihte uzun sü­re yaşayanlardan olduğu, kıyamete ka­dar da yaşamaya devam edeceği şeklin­de bilgiler yer almaktadır. Bazı hadisçiler de tarihçilerin kaydettiği rivayetlere göre Hızır’ın Deccâl’i yalanlaması için ömrünün uzatıldığı (İbn Hacer, el-Işâbe, I, 431), Dec-câl’in karşısına çıkacak kişinin Hızır olaca­ğı (Nevevî, XVIII, 72), Hz. Peygamber dö­neminde hayatta olduğu ve Peygamber’in elçisi olarak Enes’in kendisiyle görüştü­ğü (Beyhaki, V, 423), Resûlullah vefat et­tiği zaman gelip Ehl-i beyte tâziyette bu­lunduğu (İbn Kesîr, I, 141), Ömer b. Ab-dülazîz ile İbrahim b. Edhem, Bişr el-Hâ-fî, Marûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıf­lar tarafından görüldüğü, Hızır’ın deniz­lerde, İlyâs’ın karada yaşadığı, sık sık bir araya geldikleri (İbn Hacer, el-Işâbe, I, 432), Cebrail, Mîkâil ve İsrafil ile her yıl arefe günü Arafat’ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir kısmı, Hızır’ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Âdem’in bir vasiyetine ve duasına [a.g.e., 1,431), bir kısmı da onun âb-ı hayâttan iç­mesine (Taberî, Târih, I, 220) bağlamak­tadır. Hızır’ın uzun ömürlü olduğunu söy­leyenler ise onun Hz. Mûsâ zamanında, Hz. Muhammed’in nübüvvetinden önce veya ölümünden sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler.

Başta Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Muhammed Abdürraûf el-Münâ-vî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûtî ol­mak üzere birçok hadis ve tefsir âlimi Hı­zır’ın hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler İbnü’l-Cevzî, Ali el-Kârî, Muhammed Derviş el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş riva­yetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifa­de etmiştir [el-Menârü’l-münîf, s. 67). Hı­zır’ın hayatta olmadığını ileri sürenler onun öldüğüne dair Kur’an’a, sünnete ve akla dayanan çeşitli deliller zikretmişler­dir. Kur’an’ın, Muhammed’den önce bir­çok peygamberin gelip geçtiğini ve hiçbi­rine ebedî hayat verilmediğini (Âl-i İm­rân 3/144; el-Enbiyâ 21/34), her nefsin ölümü tadacağını (Âl-i İmrân 3/185-, el-Enbiyâ 21/35; el-Ankebût 29/57) bildiren âyetleri ve Hz. Peygamber’in vefatına ya­kın günlerde söylediği, “Yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan hiç kimse kalmaz” (Buhârî, “İIim’\ 41; Müs­lim, “Fezâilü’ş-şahâbe”, 219) sözünü de­lil getirmektedirler. İbn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkik ulemânın icmâının bu­lunduğunu söyleyerek onun yaşadığına ilişkin haberlerin doğru olmadığını deği­şik aklî delillerle ispat etmeye çalışmak­tadır {el-Menârü’l-münîf, s. 73-76). Son devir âlimlerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsîve Kâmil Miras gibi müellifler de Hızır’ın her insan gibi öldüğü kanaatindedirler.

Hızır’ın henüz hayatta olduğunu, fakat zamanı gelince öleceğini kabul eden az sayıda âlim bu durumun Kur’an ve Sünnet’e ters düşmediğini ileri sürerse de görüşlerinin yukarıda kaydedilen âyet­lerle bağdaştırılması çok zor görünmek­tedir. Hızır’ın hayatta oluşunun hikmeti­ni anlamak ve ona atfedilen fonksiyon­ları açıklamak da kolay değildir. Çünkü Allah çeşitli âyetlerde kâinatı kendisinin yaratıp yönettiğini beyan etmekte, ay­rıca yönetimini kendisinin koyduğu ka­nunlara bağladığını haber vermektedir (meselâ bk. Fâtır 35/39-45). İnsanların dünya ve âhiret mutluluğunu elde edebilmeleri için Allah’ın emirlerine ve bü­tün kanunlarına uymaları gerekir.

İslâm âlimleri Hızır’ın peygamber, velî veya melek olduğu konusunda değişik gö­rüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî oldu­ğunu söyleyenler Allah tarafından kendi­sine rahmet ve ilim verilmiş olmasını (el-Kehf 18/65), kıssada anlatılan işleri ken­diliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını (el-Kehf 18/82), vahiy ile yön­lendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dola­yısıyla Musa’dan üstün bir konumda ta­nıtılmasını delil gösterirler. Hızır’ın velî ol­duğunu kabul edenler ise ona verilen bil­ginin doğrudan Allah’tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler. İbn Teymiyye, Hı­zır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hızır’ın Mu­sa’nın şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Mûsâ ta­rafından onaylanmasından anlaşılmakta­dır. Ayrıca Hızır’ın nebî kabul edilmesi du­rumunda Musa’nın ümmetinden olma­dığını, dolayısıyla onun şeriatına uymak­la yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir {Risale fi imi’l-bâtın ue’z-zâhir, s. 250). Hızır’ın melek olduğu iddiası (İbn Hacer, el-Işâbe, I, 429) pek taraftar bul­mamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlim­lerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.

Hızır telakkisi Nusayrîler başta olmak üzere aşırı Şiîler (Gâliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında önemli bir yere sahiptir. Kur’an ve sahih hadis kitaplarında anla­tılan hususlara zamanla birçok hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun so­nucunda birbiriyle ve İslâm inancıyla çe­lişkili yorumların ortaya çıktığı görülmek­tedir. Bu yeni unsurların genişleyen İslâm coğrafyasında yerli kültürlerden kaynak­landığı, meselâ Yahudilik’teki Elijah ve Hı­ristiyanlık’taki Saint George (Circîs) inanç­larının halk kültürünün oluşmasında et­kili olduğu söylenebilir.

Bazı şarkiyatçıların Hızır kıssasına kay­nak teşkil ettiğini ileri sürdükleri destan ve efsaneler şunlardır: a) Gılgamış Des­tanı. İlk örneği milâttan önce IV. binlere ait Sümer metinlerine kadar çıkan Gılga­mış destanının Akkad, Babilonya, Hitit ve Hurrî dillerinde varyantları vardır. Destan­dan anlaşıldığına göre Mezopotamya’da güçlü bir kral olan Gılgamış ilâhî menşeli Engidu ile arkadaş olur. Arkadaşının ölü­mü üzerine onu yeniden hayata döndür­meye çalışan Gılgamış, insanı ebedî ha­yata kavuşturan bir ot bulunduğunu öğ­renir. Bu otun yerini bilen tek kişi, “nehirlerin birleştiği yer”de oturan ve ebedî ha­yat süren Utnapiştim adlı kişidir. Gılga-mış uzun ve maceralı bir yolculuktan son­ra onu bulur ve otun yerini öğrenir; an­cak otu bulursa da bir yılan otu kapar ve kaybolur. A. J. VVensinck, Gılgamış destanındaki Utnapiştim ile Hızır arasında bir ilişki kurar. Utnapiştim, Sumerler’in hik­met tanrısı Ea’nın muahhar bir tipidir. O sonsuz hayatın sırrını bilir, sularda yaşar ve ihtiyacı olan herkese yardım eder (ERE, XII, 356; ER, V, 107). b) İskender Efsane­si. Milâdî 300 yıllarında yazıya geçirilen bu efsaneye göre İskender insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme olduğunu öğ­renir, bunu bulmak için ordusuyla yola çı­kar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle asker­lerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı Andreas vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider ve ora­da azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister, fakat balık suya değer değmez canlanır ve suyun içine atlayıp kaybolur. Bu suyun aradıkları hayat çeşmesi olduğunu anla­yan aşçı ondan içer. Aşçının durumu an­latması üzerine İskender çeşmeyi arar, bulamayınca da öfkelenerek Andreas’ı denize atar. Aşçı bir deniz cini olur ve ebe­dî hayata kavuşur, israel Friedlaender bu hikâyedeki aşçı Andreas’ı Hızır’a benze­tir. İskender efsanesinin İslâmî kaynak­lardaki mevcut metinlerinde İskender-i Zülkarneyn’in yanında bulunan kişi Hızır’­dır (bk. ÂB-ı HAYÂT), c) Yahudi Efsanesi.

Başlangıcı eskiye gitse de XI. yüzyılda ya­zıya geçirilen bu hikâyenin kahramanı as­lında Ahd-i Atîk’te bir peygamber olarak gösterilen İlya’dır. Tevrat’ta bulunmayan hikâyeye göre İlya, haham Yeşua ben Le-vi ile bir müddet arkadaşlık eder. Yolcu­lukları esnasında İlya bazı tuhaf işler ya­par, Yeşua’nın bunlara canı sıkılır. Olup bitenlerin mahiyetini anlamayan Yeşua İlya’dan sebeplerini sorar; İlya da bunları ilâhî takdirle yaptığını söyler ve sebeple­rini anlatır.

Bu üç efsanenin yanında Grek mitoloji­sindeki Glaukos (İlyada) hikâyesi de Hızır kıssasıyla irtibatlandınlmaktadır. Bu hi­kâyeye göre Glaukos, mitolojik kahraman Sispus’un kurduğu Ephyra’nın (Korint) kralıdır. Bir rivayete göre ölümsüzlük pınarından içmiş ve ölümsüz olmuştur. Friedlaender, efsane Arapça’ya uyarlanır­ken “yeşil” anlamına gelen Glaukos keli­mesinin “Hadır” olarak tercüme edildiği­ni söyler. Şarkiyatçılara göre kıssadaki Mûsâ kısmen Gılgamış’i ve İskender’i, kıs­men de Yeşua ben Levi’yi; Hızır ise Utna-piştim’i, Andreas’ı veya îlya’yı temsil etmektedir. Kur’an’daki kıssa ile araların­da bazı benzerlikler bulunan bu üç efsa­neden Kur’an’da yer alan kıssaya en az benzeyen Gılgamış destanıdır. Utnapiş-tim’in şahsiyeti İslâmî kaynaklardaki Hı­zır’ı andırabilir, ancak ne âyetlerde ne de sahih hadislerde Hızır’ın ebedî hayata mazhar olduğuna dair en küçük bir ima bile yoktur; yani halk inançlarındaki Hı­zır’la Kur’an’daki kıssada anılan “sâlih kul” arasında bir münasebet mevcut de­ğildir.

Literatür. Hızır hakkında bilgi veren kaynakların başında Kur’an tefsirleri ve hadis şerhleri gelmektedir. Rivayeti esas alan müfessirlerden bazıları sadece sa­hih hadisleri nakletmekle yetinirken ba­zıları da İsrâiliyat olarak nitelendirilebi­lecek haberleri ve mahallî telakkileri de zikretmiştir. Bu tür tefsirlerin başında Taberî’nin Câmfu’l-beyâriı gelmektedir. Taberî, ilgili rivayetleri ve telakkileri sıra­larken Hızır’ın halen yaşamakta olduğuna dair herhangi bir nakil veya beyanda bu­lunmaz [Câmfu’l-beyân, XV, 276-288; XVI, 2-7). Âyetleri rivayet ve dirayet yoluyla tefsir etmeyi amaçlayan Şevkânî ise bir­çok hadis ve habere yer verdikten sonra bunlardan isabetsiz veya zayıf gördük­lerini eleştirmektedir [Fethu’l-kadîr, 111, 297-306). Dirayet tefsirlerinde konuyla il­gili rivayetlere tenkitçi bir bakışla yakla­şıldığı ve İsrâiliyat türü haberlerin ayık­landığı görülür. Meselâ Fahreddin er-Râ-zî, Mefâtîhu’i-ğaybda geniş yer verdi­ği Hızır hakkındaki rivayetleri sıralamak­la yetinmeyip aynı zamanda bunları ten­kit etmiştir (bk. XI, 142-162). Şehâbed-din el-Âlûsî de Rûhu’l-mecâmde (XV, 310-342; XVI, 2-24) bütün rivayetleri zik­rettikten sonra bunları ayıklayıp, araların­da tercihler yapmaktadır. Hızır konusun­daki çeşitli görüşleri Hak Dini Kur’an Dilinde (IV, 3256-3261) kaydeden Elma-lılı Muhammed Hamdi, sûfiyye telakkisi­nin muhaddislerce sahih görülmeyen ba­zı haberlere dayandığını belirtmekte, za­hirî hayat açısından bakıldığında Hızır’ın yaşamadığını söyleyenlere ait görüşün daha güçlü olduğunda şüphe bulunmadı­ğını ifade etmektedir. İşârî tefsir meto­duna göre yazılmış Muhyiddin İbnü’i-Arabî’nin Rahmettin mine’r-rahmân ve İs­mail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-beyân ad­lı eserlerinde kıssadaki olay ve kişiler za­hirî mânalarının yanında sembollerle de yorumlanmaktadır. Meselâ balığın can­lanması, müridin kalbinin tasavvufi yol­da hareketlenmesi şeklinde yorumlan­mış, bu kıssa ile tasavvuftaki “makâm-ı Hızır”a, onun erkân ve âdabına işaret edildiği ileri sürülmüştür. Bu eserlerde hadis âlimlerinin zayıf, hatta mevzu ka­bul ettiği rivayetlere de yer verilmiştir (Muhyiddin İbnü’i-Arabî, 111, 18-30; İsma­il Hakkı Bursevî, V, 262-289).

Hadis sarihlerinden Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî ve Bedreddin el-Aynî Hızır ko­nusuna genişçe yer veren müelliflerin ba­şında gelir (Nevevî, XV, 135-147). İbn Ha­cer, hem Şahîh-i Buharı şerhinde {Fet-hu’l-bârl, XIII, 181-186; XVIII, 6-24) hem el-İsâbe’de Hızır’dan bahseder ve bilhas­sa ikinci eserde konuyu müstakil başlık­lar altında ele alır (1,429-452). Kendisi Hı­zır’ın yaşamadığı görüşüne temayül gös­terdiğini söylemekteyse de Hızır’ın hayat­ta olduğuna dair nakillerin de bir yekûn teşkil ettiğini ve onun öldüğünü kabul edenlerin ileri sürdükleri delillerin te’vile müsait olduğunu belirtmektedir (ez-Zeh-rü’n-nadır, s. 82-83). Yine bir Buhârî sa­rihi olan Bedreddin el-Aynî de aynı mahi­yette açıklamalar yapar {cümdetü’L-kârî, XIII, 34-38;XV, 288-298). Hızır’la ilgili riva­yetler zayıf ve mevzu(uydurma) hadisleri konu edi­nen hadis literatüründe de önemli bir yer tutmaktadır. Bunlara örnek olarak İbnü’l-Cevzî’nin ei-Mevzucâfı (I, 195-200), İbn Kayyim el-Cevziyye’nin el-Menârü’î-mü-nîf’ı (s. 67-76), Süyûtî’nin el-Le°âli’l-maşnûh’sı (I, 164 vd.) ve Ali el-Kârî’nin MevzûcâV\ (s. 112) zikredilebilir…

TASAVVUF ve HALK İNANCI. Kur-‘ân-ı Kerîm’de anlatılan Hızır kıssası baş­langıcından beri en çok tasavvuf çevrele­rini ilgilendirmiştir. Bunun sebebi, kıssa­nın âdeta tasavvufun iki ana ilkesi olan ir­şadı ve ilm-i ledünnü temsil etmiş olma­sıdır. Zira kıssada Allah’ın, kendisine Hz. Musa’nın bilemediği bir ilim (ilm-i ledün) verdiği kul (Hızır) Hz. Musa’ya kılavuzluk (irşad) etmektedir. Kıssa bundan dolayı daha IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf çevrelerinde özel bir ilgiye mazhar olmuş ve buna tasavvufun ruhuna uygun bir yo­rum getirilmiştir. Bu yorumda Hızır mür­şidi, Hz. Mûsâ müridi temsil etmektedir. Hızır’ın abdalların reisi olarak en yüksek mürşid mevkiine oturtulması tasavvufun gelişiminde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, birçok sûfî Hızır tarafından irşad edildiğini ve onunla görüşüp soh­bet ettiğini söylemiştir.

Mutasavvıflar genellikle Hızır’ın velî ol­duğunu kabul etmişler, onu melek veya peygamber olarak tanıtan rivayetleri mu­teber saymamışlardır. Hızır’ın hayatta bulunduğunu söyleyen mutasavvıflar pek çok sûfî ve velînin, hatta sıradan kişilerin onu gördüklerine, kendisinden öğüt ve dua aldıklarına, bazı durumlarda Hızır’ın onlara yol gösterdiğine, yardımcı olduğu­na, ism-i a’zamı öğrettiğine dair birçok menkıbe rivayet ederler. Bunların en meş­huru İbrahim b. Edhem’in sahrada Hı­zır’ı gördüğünü, onun uyarısıyla zühd yo­luna girdiğini ve kendisinden ism-i a’za­mı öğrendiğini anlatan menkıbedir (Sü-lemî, s. 31, 34). Aynı şekilde İbrahim el-Havvâs da Hızır’ı Sînâ çölünde görmüş ve kendisinden bilgi almıştır (Ebû Nuaym, IX, 187; İbn Hacer, I, 446). Yine Bâyezîd-i Bistâmî’nin Hızır’la birlikte yürüdüğü, Bişr el-Hâfî, Feth el-Mevsılî ve Ma’rûf-i Kerhî’nin Hızır’ı gördükleri, Hakîm et-Tir-mizî’ye Hızır’ın yol gösterdiği anlatılır. Hı­zır’ı görme ve ondan öğüt alma olayına sonraki mutasavvıflarda daha sık rastla­nır. Serrâc, ledün ilminin kaynağı olarak gördüğü Hızır’ın Hz. Aii ile görüştüğünü kaydeder {el-Lümac, s. 179). Kuşeyrî çe­şitli vesilelerle Hızır konusuna temas ede­rek onun bir velî olduğunu belirtir (er-Ri-sâle, s. 475). Hücvîrî ise ondan Hızır pey­gamber diye söz eder {Keşfü’l-mahcûb, s. 257). Gazzâlî de Hızır’la ilgili menkıbe­ler nakletmiştir (İhyâ\ IV, 245, 257, 345).

Muhtemelen ilk defa İbnü’l-Arabî, Hı­zır’la bir kere görüştüğünü ve ondan hır­ka giydiğini ifade ederek Hızır’la tasav­vuf kültüründe önemli bir yere sahip bu­lunan hırka konusunu irtibatlandırmış oldu. Bâdisî ve İbnü’z-Zeyyât et-Tâdelî gibi Kuzey Afrikalı tasavvufi tabakat ya­zarları velîleri anlatmaya Hızır’la başla­mışlardır. Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’nin do­ğacağını Hızır’ın önceden haber verdiği {Reşehât Tercümesi, s. 29), aynı sûfînin zikr-i hafiyi Hızır’dan öğrendiği ve Hâcegân silsilesinin “hâce” unvanıyla anılan Hı­zır’la başladığı kabul edilir. Hızır inancı Yesevîlik’te ve dolayısıyla Türkistan tasavvu­funda da önemlidir. İnanışa göre Ahmed Yesevî’nin babası Şeyh İbrahim 10.000 müridiyle birlikte Hızır’a arkadaş olmuş­tu. Yine Şeyh İbrahim’in, halifesi olan Şeyh Mûsâ’nm kızıyla evlenmesine de Hı­zır delâlet etmişti. Bizzat Ahmed Yesevî Hızır’la görüşür ve irşadlanndan faydala­nırdı. Hatta tarikatında önemli bir yer tu­tan “zikr-i erre”yi ona Hızır telkin etmiş­ti. Yesevîlik’teki tarikat asası da Hızır’dan kalmadır. Süleyman Ata hikemî şiirler söyleme yeteneğini Hızır’ın duası sayesin­de kazanmış (Köprülü, s. 32, 37, 74, 89), Aziz Mahmud Hüdâyî Ceivetiyye’deki Hı­zır kıyamı (nısf-ı kıyam) zikrini Hızır’dan al­mıştı.

Bektaşîlikte on iki posttan biri olan mihmandarlık postunun sahibinin Hızır olduğuna inanılır (Ahmed Rifat, s. 281; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 168). Hızır bazan Hz. Ali’nin adı olarak da kullanılır. “Mihman Ali’dir” sözünde bu noktaya işaret vardır. Ahzâb kitapların­da kaydedilen bazı önemli hizb ve virdle-rin de Hızır tarafından öğretildiği kabul edilir. Bu örneklerde olduğu gibi muta­savvıflar tasavvuf ve tarikatlarda büyük önem verilen hırka, zikir ve tarikat esas­ları gibi hususları kendilerine Hızır’ın tel­kin ettiğine inanmışlardır. Tasavvufa Hı­zır aracılığıyla giren zümreye Hızıriyye de­nir. Kuzey Afrikalı sûfî Abdülazîz ed~Deb-bâğ’ada(ö. 1132/1720) Hızıriyye adıyla bir tarikat nisbet edilmiştir (Nebhânî, II, 73; Harîrîzâde, I, vr. 332b).

Hızır inancı zamanla mehdî inancıyla da irtibatlandırılmış, İbnü’l-Arabî, kıya­met yaklaşıp mehdî zuhur edince Hızır’ın ona şahitlik edeceğini ileri sürmüştür (Bursevî, III, 498). Yine İbnü’l-Arabî ve onun takipçileri bazan Hızır’la İIyâs’ı sem­bolik bir şekilde yorumlayıp, “Hızır bast, İlyâs kabz haline işaret eder” demişlerdir. Hızır’a bastın izafe edilmesi onun bünye­sindeki kuvvetlerin madde âlemine ya­yılmış olmasından, İlyâs’a kabzın nisbet edilmesi de onun kuvvetlerinin manevî âleme yükselip orada büzülmüş olmasın­dandır (Kâşânî, s. 160). Öte yandan Kehf süresindeki (18/60) “iki denizin birleştiği yer” ifadesinde söz konusu olan iki deniz­le zahir ve bâtın ilimlerinin kastedildiği­ni, Hz. Musa’nın zahir ilmini (şeriat), Hı­zır’ın ise bâtın ilmini (ilm-i ledün) temsil ettiğini ileri sürenler oimuştur (Demîrî, I, 245).

İbnü’l-Arabî’nin Abdürrezzâk el-Kâşânî, Dâvûd-i Kayseri, Sadreddin Konevî gi­bi bazı takipçileri, Hızır’ı kıyamete kadar yaşayacak bir şahıs olarak kabul eden inancın kesin olmadığını, Hızır’ı gördüğü söyleyen kişinin gerçekte karşısında canlanan kendine ait bir vasfı gördüğünü düşünmüşlerdir. Buna göre aslında o ki­şinin gördüğü şey kendi ruhunun bir te­zahürü veya Rûhulkudüs’tür (Kâşânî, s. 160; İsmail Hakkı Bursevî, III, 499; Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak, s. 198). Ölümsüz­lük hüviyeti verilen Hızır gerçek ve bağım­sız bir varlık olmayıp onu gören kişinin ha­lidir. Bu sebeple onu görme ve onunla te­mas etme manevî âlemde cereyan eder. Hızır’ın ruhanî ve semavî bir varlık (melek) olduğuna inananların görüşü de bu yoru­mu desteklemektedir. Hızır’la ilgili hikâ­yelerin uydurma olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, Şiîlikteki mehdî anlayışı ile Hı­zır arasındaki benzerliğe dikkat çekmiş­tir {Mecmtfu fetâvâ, XXVII, 103).

Mutasavvıflar ve tarikat ehli, bir müri­din şeyhi huzurunda uyması gereken te­mel kuralların Mûsâ-Hızır kıssasında mevcut olduğuna inanmıştır. Bunların en önemlisi şeyhin huzurunda susmak, kalben bile olsa itirazdan sakınmak, onun ledün ilmini bildiğini kabul etmek, şeria­ta aykırı gibi görünen bazı sözieri ve dav­ranışları karşısında bile şeyhi hakkında şüpheye düşmemek ve ona kayıtsız şart­sız teslim olmaktır (İsmail Hakkı Bursevî, III, 502; Ocak, islâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 82-98).

Hızır’ın Hz. Mûsâ ile olan arkadaşlığı ta­savvufta birçok meselenin merkezini oluşturmuş, bu kıssanın çevresi menkı­be, mesel ve fikirlerle örülmüştür. Bütün bunlar, zamanla tasavvuf zümrelerini de aşarak geniş ölçüde müslüman halk ta­rafından benimsenmiştir. Bu tür men­kıbe ve inançlara göre Allah’a kulluk et­mek, nefsin isteklerine boyun eğmemek ve ilâhî rahmete mazhar olmak onun baş­lıca özellikleridir. Birkaç defa evlenmiş, birçok çocuğu olmuştur. Fakat daha son­ra evlenmemeyi tercih ettiğinden şu an­da bekârdır. Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. Bazan da yoksul, üstü başı da­ğınık, elbisesi kirli; kendisi hasta, zayıf, âciz. hatta zaman zaman nefret edile­cek kadar çirkin biri gibi görünür ve in­sanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım isteyebilir. “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil” sözü bu inancın eseridir. Bu durum­da ona yardım edenlere dua edince bun­ların malları ve servetleri bereketlenir, sağlıklı bir hayat yaşarlar; onu aşağılayıp bedduasını alanlar ise perişan olurlar. Hı­zır ism-i a’zamı ve çeşitli duaları bilmekte olup bu duaları ondan öğrenebilenler her istediklerine nail olurlar. Hızır âb-ı hayâtı bulmuş, bu sudan içmiş ve ölümsüzlü­ğün sırrına ermiştir. Darda kalan insan­ların imdadına yetişerek onları sıkıntıdan kurtarır. “Hızır gibi imdada yetişmek”, “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” gibi de­yimler bu inançla ilgilidir. Hızır’ın hasta­lara şifa verdiğine de inanılır. Ayrıca kim­ya ilmine vâkıftır ve defineler hakkında bilgisi vardır…

Hızır’ın müslüman halk inançlanndaki fonksiyonlarının ve bu portresinin, Hıris­tiyanlığın ve özellikle Doğu Hıristiyanlığı’-nın vazgeçilmez büyüklerinden Aziz Ge­orgios ile olan benzerliği, eskiden beri hem müslümanlann (meselâ bk. Makrî-zî, I, 152) hem de müslüman ülkelere se­yahat eden Batılıiar’ın dikkatini çekmiş­tir. Bilhassa Batılı seyyahlar ve gözlemci­lerin Hızır-İlyâs menkıbelerini dinledik­ten sonra bunun kendi Saint George’larından başka biri olmadığını ileri sürme­leri (meselâ bk. Busbecq, s. 76-78; Rycaut, s. 139; Dernschwam, s. 203), bu iki şahsi­yet arasında bazı bölgelerde (meselâ Su­riye, Irak, Mısır ve Anadolu’da) bir özdeş­leştirmenin meydana geldiğini göster­mektedir. Bunun, adı geçen bölgelerin fethinden sonra buralara yerleşen müs­lüman halk ile gayri müslim ahali arasın­da kendiliğinden oluşan bir kültür alış ve­rişi sonucu gerçekleştiği söylenebilir.

D EDEBİYAT. Hızır efsanevî kişiliğiyle folklor, tasavvuf, halk inanç ve telakkile­rinde geniş yer tutar. Bu durum en geniş çerçevesiyle klasik kültüre de yansımıştır. Tasavvuf ve tekke edebiyatında Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâled-dîn-i Rûmî’den başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır’ı mürşid-i kâmil olarak yorumlamışlardır. Ahmed Yesevî bir hikmetinde Hızır’la görüştüğünü, onun kendisine yardım edip elinden tuttuğu­nu, otuz bir yaşında iken kendisine mey (ilâhî aşk) içirdiğini ve vücudundan Azâzîl’i kovduğunu söyler. Yûnus Emre, Hızır’ın İlyâs ile birlikte âb-ı hayât içerek ölümsüz­lüğe eriştiğini belirtir ve Hızır’ın sakalık yapacağından söz eder. Onun sunacağı şey ise âb-ı hayât yani ilâhî aşktır. Bu şa­kilik motifine başka şairlerde de rastla­nır. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’yi “ikinci Hı­zır, zamanın Hızır’ı, görüş Hızır’ı, gerçek Hızır” gibi ifadelerle tanımlar. Sultan Ve-led de İofidânâme’sinde babasını Hz. Musa’ya, Şems-i Tebrîzî’yi de Hızır’a ben­zetir. Hatiboğlufiahrü’i-iıaiföiAadlı ese­rinde Hızır’ın ledün ilminde mahir ve üs­tat olduğunu, velîlere keramet öğrettiği­ni, üçler, yediler ve kırkların onun ilmiyle velî olduğunu anlatır. Şah İsmail Hatâî de, “Cebrail Musa’ya Hızr’a var dedi / Mür­şid-i kâmile varmadan olmaz” diyerek ay­nı görüşü benimser. Niyâzî-i Mısrî bu hu­susu, “Ravza-i hadrâyı bilmez Hızr’a yol­daş olmayan” sözleriyle ifade etmiştir. Hızır’ın makamı olan “ravza-i hadrâ”, şe­riat ve hakikat iiminin birleştiği yer olan “mecmaü’l-bahreyn”dir. Niyâzî-i Mısrî’ye göre hakikate ulaşmak isteyen kişi Hz. Mûsâ gibi Hızır’a gemisini deldirmeli, es­ki duvarı yıkılmaktan kurtarmalı ve çocu­ğu öldürmelidir…(Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Hızır maddesi)

posted in HIZIR | 0 Comments