-
18th Şubat 2015

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

AİLE İÇİ TARTIŞMA VE ÇÖZÜM YÖNTEMİ

122. Sağlıklı aile, içerisinde hiç bir tartışmanın yaşanmadığı aile değildir. İnsanların birlikte yaşadığı bir yerde tartışma ve hatta kimi zaman çatışma kaçınılmazdır. Özellikle bu birliktelik “yakın” ve “uzun süreli” ise, tartışma daha da normal hâle gelir. Sağlıklı aile tartışmaları çözümlemeyi bilen, anlaşmazlıkları hall ü fasl edecek kuralları olan ve aile bireylerinin, adı konmuş ya da konmamış olan bu kurallara uyduğu ailedir.

123.  Aile içi tartışma ve çatışmaları çözmek istiyorsanız maskelerinizi çıkarıp gerçek yüzlerinizle görününüz. Maskeler, problemi ortaya koymayı güçleştiren, tartışmayı çözümsüzlüğe mahkûm eden bir işlev görürler. Taraflar, tartışmada gerçek yüzlerini değil de maskelerini kullanırlarsa, onları uzlaştırmak ve problemi çözmekten söz etmek, “maskeleri uzlaştırmaktan” söz etmek demektir. Bu da, gerçekte hiçbir şeyin çözümlenmediğini gösterir.

124.  Maskeler başta sağlıklı iletişimi yok eder. Maskeli kişilik her yerde ve herkes için kötüdür, fakat ailede daha bir sırıtır. Çünkü, birbirlerine aile olacak kadar yakın olan kişiler eğer ailenin diğer fertlerine karşı maske takıyorlar, onlara gerçek yüzlerini göstermi-yorlarsa, bir müddet sonra o kimseler gerçek yüzlerini unuturlar. Bu kişilik sapması anlamına gelir. Ortada dolaşan gerçek bir şahsiyet değil, sentetik ve yapay bir bireydir ve yapay bir bireyle hiçbir problemi sahici bir biçimde halledemezsiniz.

125. Aile içi çatışmadan korkmayınız, aile içi iletişimsizlikten korkunuz. Çünkü sağlıklı bir iletişimin çözemeyeceği ihtilaf yoktur. Sağlıklı iletişim, tartışan tarafların birbirlerine karşı hem etken hem de edilgen olmalarıyla mümkündür. Bu da, kendini ve muhatabını ciddiye alanların, kendine ve muhatabına değer verenlerin yapabileceği bir şeydir.

126. Aile içerisindeki anlaşmazlığı birbirlerini kırmadan, yaralamadan çözen çiftler, sağlıklı aileyi oluşturmuşlar demektir. Anlaşmazlık kimi zaman ciddi, kimi zaman da basit meselelerden çıkabilir. Öncelikle anlaşmazlık noktasını doğru ve iyi tespit etmek şarttır. Anlaşmazlık noktasının doğru tespiti, muhatabın ne söylemek/yapmak istediğinin doğru bilinmesinden geçer. Bu da kişinin niyeti dışarıda tutularak anlaşılacak bir husus değildir. O hâlde, önce niyet ve amaç öğrenilmelidir.

127. Bazen niyet ve amacını öğrendiğimizde, önce muhalefet ettiğimiz bir kişiye biz de rahatlıkla katılıp, “Ha, eğer bu niyetle söyledinse iş başka” ya da “Öyle mi? Eğer bu amaçla yaptınsa o zaman ben de seninle birlikteyim” dediğimiz olmuştur. Özellikle eşler arasındaki duygusal bağ, kimi zaman iki insan arasındaki iletişimin en temel ölçüsü olan niyet ve amaç gerçeğinin unutulmasına, es geçilmesine yol açar.

128.   Duygu  ve  düşüncelerinizi  abartmadan  ve azaltmadan olduğu gibi ortaya koyunuz. Bu kendine güveni ve saygısı olan insanların yapabileceği bir şeydir. Kendine güvenen ve saygı duyan biri, mutlaka muhatabına da güvenecek ve saygı duyacaktır. Bunun zıddı kendine güvenmeyen ve saygı duymayan hastalıklı bir kişiliktir ki; bu tip ya sadece edilgen ya da sadece etken olarak ortaya çıkar.

a) Eğer edilgense, kendilerine güvenleri olmadığı için hep peşinen haksız olduklarını, zaten hiç bir zaman da haklı olamayacaklarını zannederler ve böylesine bir aşağılık duygusu içerisindedirler. Onun için de, muhataplarını hep onaylar, haklı olsun-haksız olsun, ona pısırık ve edilgen tavırlarıyla cesaret verirler. Onurlarının çiğnenmesine izin verirler ve kendilerini böyle cezalandırmış olurlar.

b) Eğer bu tip etkense, kendinden başka kimseye değer vermez, kendi söylediğinden başka doğru olmadığını zanneder. Saldırgandır, bu nedenle de haklı haksız demeden muhataplarını ezmeye, onları mat etmeye bayılır, bundan vahşi bir zevk alır.

129. Sağlıklı bir ailede karı-koca öncelikle birbirlerinin insani haklarını garanti altına almışlardır. Ezmek ya da ezilmekten iki taraf da zevk almaz, çünkü tartışmanın amacı ezmek ya da üstün çıkmak değil, en doğru ve makul olanın gerçekleşmesidir. Bu nedenle de, baskı değil ikna, çatışma değil uzlaşma, saldırı değil bildiri ve iletişim üzerine oturur.

130.  Aile bireyleri birbirlerine karşı hatayı büyültüp meziyeti küçülten dürbünler kullanmamalıdırlar. Ben bunlara “şeytan dürbünleri” adını veriyorum. Bu dürbünü şeytan kimin eline tutuşturursa, o muhatabının hep kötü yanlarını görecek, güzel yanlarını hep gö-zardı edecektir. Bu noktada hakimlerin ahlâkî bir tavsiyesini hatırlamakta yarar var: “Senin başkalarına yaptığın kötülüğü ve başkalarının sana yaptığı iyiliği büyük gör. Senin başkalarına yaptığın iyiliği ve başkalarının sana yaptığı kötülüğü küçük gör.” Bu ahlâkî fazilettir. Bu kadarım yapamayan, en azından çıplak gözle bakmayı becerebilmelidir.

131. Sorunları şimdiki bağlam içerisinde ele alınız ve “eski defterleri” karıştırmayınız. Bu tutum eşler arasındaki anlaşmazlığın çözümlenmesinde son derece kolaylaştırıcı bir işlev görecektir. Aksi bir durum, meseleyi çözümsüzlüğe mahkûm etmek olacaktır. Sözün burasında, eşinden hoşlanmadığı bir söz işiten kimse eğer yirmi yıllık evliyse, bütün bu yıllar boyunca eşinin kendisine söylediği  “hoşlanılmayan sözler” defterini açıp bir bir saydığını düşünelim. Bu durumda, karşı taraf da, aym yanlışa düşerek kendisini savunmaya kalkacak ve tüm eski ve görülmemiş hesaplar masaya yatırılacaktır. Bu masadan her iki tarafın da, hiç bir hesabı görmeden, fakat görülmemiş eski hesaplara, bir yenisini daha ekleyerek kalkacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Oysa, eşinden hoşlanmadığı sözü işiten kimse “Falan zaman da şunu demiştin” diye söze başlamak yerine “Bu sözü söylediğinde şöyle şeyler hissettim.” diye başlasa problemi şimdiki bağlam içerisinde ele almış ve tartışmayı çatışmaya dönüştürmeden çözümü kolaylaştırmış olur.

132.  Karı-koca arasında herhangi bir taraf sürekli nasihatçı, diğer taraf da sürekli nasihat dinleyen pozisyonunda olmamalı, her iki taraf da birbirlerinin nasihat ve öğütlerine açık olmalıdır. Eşler arasında rollerin böylesine adaletsiz paylaşıldığı bir ailede nasihatçıyı denetleyen bir mekanizma olmayacağına göre, o kendisini “la yuhti” (hatasız) ve “la-yüs’el” (sorumsuz) görmeye başlayacak, bu da aileyi despotik ve baskıcı bir aile hâline  getirecektir.  Böyle  bir  ailede yetişen  bireyler, “uyumlu evlat” ya da “uysal vatandaş” olabilirler, fakat kimlik ve kişilik sahibi bir şahsiyet asla.

133.  Ailede anlaşmazlık konusu davranışları somut bir biçimde ele alınız ve tanımlamadan tanımaya gayret ediniz. Karşıdakinin davranışını tanımadan tanımlamaya kalkmak, hasmın hakimlik yapmasına benzer. Neyi tartıştığınızı tesbit ve tayin ederek tartışmayı açınız. Bu, tartışma konusunu somutlaştıracak, dolayısıyla çözümü kolaylaştıracaktır. Eğer eşlerden biri diğerine kızıyor, kendisine kızılan eş muhatabının neye kızdığını açık seçik bilmiyorsa, burada sağlıksız bir durum var demektir. O da iletişimsizliktir. Hele, A’ya kızıp B’den acısını çıkarmaya kalkmanın adil ve tutarlı bir davranışla hiç alakası yoktur. Kişinin koca, eş, anne ya da baba olması, zulmetmesinin gerekçesi olamaz.

134. Yargılamadan, duygu ve düşüncelerinizi muhatabınıza en kısa ve net bir biçimde aktarınız. Yemeğin vaktinde hazırlanmadığını düşünüyorsanız, “Sen sorumsuzsun!” ifadesi bir yargılamadır, fakat “karnım çok aç, yemek geç kaldığında sabırsızlanıyorum, programım aksıyor.” ifadesi duyguyu olduğu gibi muhataba iletmektir. Birinci ifade, söyleyeni aile içerisinde “efendi” konumuna oturtur, ikinci ifade “eş” konumuna. O hâlde ailede ne olduğunuza ve ne olmak istediğinize, dahası eşinize “köle” muamelesi mi “eş” muamelesi mi yapmak istediğinize öncelikle karar vermeniz gerekiyor. 135. Eşler arasında duygular doğrudan ve içerden geldiği gibi -ne eksilterek ne abartarak- ifade edilmeli, doğal ve yalın olmalıdır. “Şimdi bu isteğine evet dersem yarın başa çıkamam, o hâlde ileriye dönük olarak, şimdiden çok sert tepki göstermeliyim” anlayışıyla hareket etmek, sağlıklı değildir. Bu anlayışta abartılmış bir tepki vardır. Eğer eşiniz abarttığınızın farkına varırsa, abartmadığınız durumlarda da tepkilerinizden aynı “dara”yı (net-brüt farkı) düşebilir. Bu da aranızda ciddi bir iletişim ve güven bunalımına yol açar. Eşler birbirlerine duygularını yalın ve net olarak aktardıkları kanaatini verirlerse, çok olağanüstü zamanlarda bu davranışın ne denli yararlı ve olumlu olduğu anlaşılacaktır. Kızılmayacak bir şeye kızarak tepki gösterenler, bir gün gerçekten kızarak tepki göstermeleri gerektiğinde, ya kendilerine daha şedîd yollar bulacaklar, ya da çaresiz kalacaklardır.  Unutulmamalıdır ki,  haddinden fazla şiddet gayedeki hikmeti yok eder.

136.  Konunun özü ile konuya ilişkin olmayan ayrıntılar birbirinden ayırt edilmelidir. Eşlerden birinin “iki saattir seni bekliyoruz” demesine muhatabının “bir buçuk saat oldu” diye karşılık vermesi bu türden bir karıştırma ya da saptırmadır. Ya da ” çocuklara şiddet kullanma” diye uyaran eşe “Neresini kırdık?” diye cevap verme de öyle.

137.  Aile içi tartışmalarda “aktif dinleme yöntemini uygulayınız. Aktif dinleme, muhatabınızın duygularını ve sözlerini doğru anlayıp anlamadığınızı test etmek için anladığınız şeyi ona tekrarlamak ve onayına sunmaktır. “Sen bencil davranıyorsun?” diyen eşinize “Ben, bencil davranıyorum, öyle mi?” diye sormak ve öncelikle hem onun ağzından çıkanı kulağının duymasını sağlamak, hem de bunu bizim kulağımızın böyle duyup zihnimizin böyle algıladığım ona ilan edip, onaylayıp onaylamadığını test etmek.

138. Eşler arasında bir konu tartışılırken, bir başka tartışma konusu açılmamalı ve bir tartışma bir konuya tahsis edilmelidir. Eşlerden biri “Hem döküm-saçımsın, hem de bana yardımcı olmuyorsun” diyorsa, burada, ayrı ayrı ele alınması gereken iki problemden söze-diliyor demektir. Bunlar ayrı ayrı ele alınarak hedef küçültülmeli ve çözümün yolu açılmalıdır.

139. Eşler arasındaki tartışmada, herhangi bir tarafın haklı çıkmasından iki tarafın da uzlaşması daha sağlıklı ve sonuçları açısından daha verimlidir. Eşlerden biri tartışmayı kendisinin kazanmasının eşinin kaybetmesi anlamına geldiğini hatırdan çıkarmamalı, eşinin kaybetmesinden özel bir haz duyan kimse, her şeyden önce duygularının sağlıklı olup olmadığını tekrar gözden geçirmelidir.

140.   Ortada bir problem varsa, eşler birbirlerini değil problemi hedef almalıdırlar. Bu durumda her iki taraf da birbirleri üzerinde değil problem üzerinde yoğunlaşır ve çözüm üretmenin gerekliliğine inanırlar. Her çıkan problemde, problemi tartışmak yerine eşler birbirlerinin varlığını, birbirlerinin karakterlerini, birbirlerinin huy ve  zevklerini  tartışmaya başlarlarsa, problem çözülmüş olmaz; aksine çözümsüzlüğe mahkûm edilmiş olur ve üstüne üstlük yeni problemler çıkar.

141.  Bazı kimseler problemi çözmeyi değil tartışmayı kazanıp haklı çıkmayı hedeflerler. Eşler arasında böyle bir amaçla yapılan tartışma, iletişimin kopmasına kadar varabilecek kötü sonuçlar doğurmaya adaydır.

142. Cedelci biri olmayınız. “İnsan, birçok konuda tartışmacıdır” buyurur Kur’an. İnsanın tabiatında bu vardır, fakat tabiatta bulunan bu güdüyü kontrol altına alıp “hayırda yarışa” kanalize etmek de irade sahibi her insanın becerebileceği bir durumdur. Tartışılmayacak konuları tartışanlar, tartışılması gereken problemlerde kavga etmeye başlarlar.

143.  Dikensiz gül istemeyiniz, çünkü olmaz. Ve gülü seven, elbette dikenine de katlanmalıdır. Eğer gülünü seviyorsanız ve sevginiz karşılıksız sevgiyse, sevdiğinizin dikenine katlanmaktan da ayrıca zevk alırsınız. Fakat kimse sizden dikenini de sevmenizi isteyemez. Haddizatında, sevdiğiniz gülün dikenine katlanmaktan haz almak sevginin zirvesi, dikenini de sevmek, sevginin tutkuya dönüşüp gören gözü kör etmesidir.

144. Karı-koca ilişkisi yakın ilişki türlerinin başında gelir. Yakın ve sürekli ilişkilerde mutlaka problemler, pürüzler ve anlaşmazlıklar çıkar. Aslolan problemsiz, pürüzsüz olmak değil, çıkan problemleri kırıcı olmadan tartışmayı bilmektir. Tartışmayı çatışmaya dönüştürmemenin yolu öfkenizi dindirmeden harekete geçmemektir.

145.  Tartışma iki çeşittir: Yapıcı tartışma, yıkıcı tartışma. Yapıcı tartışma, hoşlanmadığımız bir şeyi eşimize belli etmek ve bunu yaparken ölçülü davranmaktır. Bunu yapmadığımızda kendi kendimize yabancılaşırız.  Eşlerin hoşlanmadıkları hâlde hoşlanmış gibi, sevmedikleri hâlde sevmiş gibi, ya da sevdikleri hâlde sevmiyormuş gibi, beğendikleri hâlde beğenmiyormuş gibi davranmaları kişiyi kendisine karşı yabancılaştırır. Kendisine karşı yabancılaşma gittikçe diğerine karşı yabancılaşmayı da beraberinde getirir.

146.  Tartışmanın yapıcı olabilmesinin temel iki şartı karşılıklı iyi niyet ve güvendir. Bu iki şart varsa o tartışma yapıcı tartışma olma şansına sahiptir.

147.  Eşler birbirinin paratoneri olabilmelidir. Bilindiği gibi paratoner yıldırımları üzerine çekerek onların başkalarına zarar vermesini önler. Yıldırımlar paratonere zarar veremez, çünkü onun toprak hattı vardır,-paratoner üzerine çektiği yıldırımı toprağa verir. Tıpkı bunun gibi, eşler de birbirlerinin negatif enerjilerini çevreye zarar vermeden soğurmaya çalışmalı, Kur’an’ın ifadesiyle birbirleriyle “sükûnet bulmalı” dırlar. (30:21)

148. Eşler, mümkün olan her yolu deneyerek, tartışmadan muhatabının kaybederek çıkmasının önüne geçmelidir. Eşler arasında tartışmayı birinin kaybetmesi diğerine kârdan çok zarar getirebilir. Bazen kazanılmış bir tartışmanın bedeli tartışmayı kaybeden eşin yüreğinin yaralanması, kişiliğinin zedelenmesi, onurunun kırılması ve hatta sevgisinin ve saygısının kaybolması pahasına olabilir. Böyle bir tartışmanın galibi, tartışmadan kazançlı çıkmadığını, aksine kaybettiğini anlamalıdır. En başarılı tartışma her iki tarafın da kazançlı çıktığı, öğüt alıp özeleştiri yaptıkları bir tartışmadır.

149.  Şahsiyeti öldürmeyiniz. Eşlerin yapabileceği en büyük hata, birbirlerinin şahsiyetini hedef almalarıdır. Bu kişinin bindiği dalı kesmesidir. Çünkü, en yüksek insani ilişki, güçlü şahsiyetleri olan iki insan arasında kurulur. Şahsiyeti zayıf “yaıını insan”\ax\a, güçlü ve tam bir ilişki kurmak muhaldir. İşte bu nedenle, karı-koca birbirlerinin şahsiyetini sürekli takviye etmeli, her iki taraf da muhatabının kendine güven duygusunu artıracak şekilde davranmalıdır. Eşlerden birinin kendine güvenmeyen, şahsiyeti yaralı, kişiliği tartışılan biri olması, diğerinin iftiharı değil, belki intiharı olacaktır.

150.  Ev hanımlığı, bilgi ve beceri isteyen ayrı bir uzmanlık alanı olarak görülmeli, ev hanımı olmak “hiçbir şey olmamak” olarak algılanmamalıdır. Ev hanımlığını bir “meslek” olarak telakki etmenin gereği, ev hanımlığına evlenmeden önce hazırlanmak ve evliliğe hazırlıklı girmektir. Ev işlerinde beceri gösteren hanımların, yuvanın huzur katsayısını yükselten taraf oldukları unutulmamalıdır.

151.  Evlilik ilişkisi, daha başında karşılıklı ezme, “adam etme”,  “dersini verme”, kırma ve küstürme üzerine kurulursa, eşlerin ilişkisi daha başlamadan bitmiş demektir.

152.  Eşlerden biri, ne kadar iyi tartışırsa o kadar doğru yapacağı kanaatindeyse, hem kendisine hem muhatabına kaybettireceğini şimdiden söyleyebiliriz. Tartışmayı tatlıya bağlama görevini üstlenen, evin yapıcı öznesi olmayı hak etmiş demektir.

153. Eşler, birbirlerini sürekli başkalarıyla kıyaslamamalıdırlar. Özellikle erkekler hanımlarını anneleriyle, kadınlar da kocalarını babalarıyla kıyaslamaktan kaçınmalıdırlar.

154. Evlilik sadece iki kişinin ilişkisi değil, iki ayrı ailenin, iki ayrı çevrenin birbirleriyle ilişki kurmasıdır. Aileleri ve çevrelerini birbirlerine yaklaştırma rolü evli çiftlere düşmektedir.

155.  Evlilikte “nasıl olsa evlendik artık” anlayışı “çantada keklik” anlayışına zemin hazırlar. Bu anlayış bir kere yerleşti mi, evlilik fosilleşmeye başlamış demektir. Artık, karşılıklı düzeltme haklan kullanılmamaya başlar, yanlışlar katlanarak sürer gider. Fosilleşmiş bir evlilikte insan-insan ilişkisi ot-çöp ilişkisine dönüşür ve evlilik, insanın sırtında atılması mümkün olmayan bir kambura dönüşür.

156.  Geçimsiz kadın yoktur, ancak kadını anlayabilen ve idare edebilen bir erkek gereklidir. Geçimsiz erkek yoktur, ancak erkeği anlayabilen ve idare edebilen bir kadın gereklidir. Dünyanın en azılı katillerinin, diktatörlerinin ve canilerinin dahi uyumlu bir aile kurabildiklerinin örneklerine rastlıyoruz. Bunun sırrı, bu tür canileri dahi idare edebilen kadınların varlığında aranmalıdır.

Mustafa İslamoğlu – Tavsiyeler 2

posted in EGİTİM | 0 Comments

9th Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Eleştirel düşünme:

 

posted in EGİTİM | 0 Comments

25th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TOPLUMSAL BİLİNÇ VE TOPLUMSAL DENETİM

Okulda, ailede ve toplumda sorumlu davranmayı gerektiren bir dizi içdisiplin önerisi:

Bir toplumda, bir toplulukta süregelen(kronik) sorunların gerçek nedeni, o toplumdaki duyarsız ve tepkisiz olan, hatta kötülüğün öncülerine alkış tutan, onlara yakınlık duyan, onlara göz kırpan, onları güya anlayışla karşılayan, esasında örtülü bir şekilde de olsa onların arkalarında oldukları mesajını veren bir bakış açısına sahip insanların tutumudur. Öyleyse, toplumda olumsuz davranışlarla öne çıkanlarla mücadele etmenin yanısıra asıl mücadelenin, “sözde iyilere” karşı verilmesi gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Asıl büyük emek, bunların kişiliklerinin geliştirilmesi için verilmelidir. Her sorumluluk sahibi insan, olumsuzluklara karşı duyarsızlık gösterenleri, içinde bulundukları konumu doğru tanımlayarak bilinçlendirmelidir. Yanlış yapanlar nasıl kendilerine yandaş ve yoldaş arıyorlarsa, kendilerinin iyi olduklarına inananlar da, olumlu yönde değişim, gelişim ve ilerleme için dostlarının bilinç düzeylerini geliştirmek durumundadırlar. Bu durum, ailede de işte de okulda da son derece önemlidir. Gerçek anlamda saygı(barış) ve sevgi(dostluk), toplumsal bilinç ve toplumsal denetimle olanaklıdır. Yukarıdaki anlayışın gerekliliğini, çözüm yollarını ve buna aykırı bir söylemin sakıncalarını şöylece sıralayabiliriz:

1) Eğitim, seviyeli bir iştir. Eğitilecek insana öncelikle verilmesi gereken yaşamsal öğüt, kendi eğitimine engel olan her türlü girişime karşı kendisinin tavır koyması ve yeni tavırlar geliştirmesi konusunda bilinçlendirmektir.

2) Duyarsız-tepkisiz insanların, sorunlu insanların yanlışlarından rahatsız olduklarını belli eden bilinçli, kararlı ve uygar bir tavır sergilemedikleri, hatta bazen onların da yanlış eğilimlere özendikleri görülmektedir.

3) Sorunsuzmuş gibi gözüken kişilerin hiç yanlışları yokmuş gibi bir muameleye tabi tutulmaları, sorunlu insanların öfkesine, gizliden gizliye kendileriyle uğraşanlara ve sorumsuz davrandıkları halde, idare edilenlere hınç duymalarına yol açmaktadır.

4) Birçoğumuz, birbirine yakın yaşlardaki çocuklarımızın sorumsuzca davranmaları durumunda, çoğu defa daha sorumlu olduğuna inandığımız hangisi ise, sorunu kökten çözmek için yapılan sorumsuzluktan dolayı daha çok onu sorumlu tutmaktadır. Bu, kendi işlerimizde gerçekçi olmamızdan ve olayın gereğine tam inanmamızdan dolayıdır. İşi sahiplenmediğimiz ortamlardaki başarısızlıklarımız ise, olayı başkalarının işi diye görmemiz, “mış gibi” davranmamız ve yapacağımız işin gereğine tam inanmamamızın bir sonucudur.

5) Bir toplumdaki, bir sınıftaki sorunların tek nedeni olarak bir kişiyi veya birkaç kişiyi görmek, hem gerçekçi hem de dürüst bir anlayış değildir. Bu anlayış, hiçbir sorunu çözmez, zâten çözememiştir de.

6) Sorunlu insanın üzerine kronik olarak, gereğinden fazla gitmek ve bütünüyle ona yüklenmek, ne bilinçli bir anlayış ne de âdil bir davranıştır. Sürekli olarak sorunlu insanın üzerine gitmek, onu umutsuzluğa sürüklemekte, değişme ve gelişme arzularını frenlemekte ve köreltmekte; daha büyük problemlerin yaşanmasına neden olmaktadır.

7) Sorunlu insanların, sorunlarını dayanılmaz boyutlara çıkarmalarının temel nedeni, onları idare eden, yanlışlarına göz yuman, göz kırpan ve hatta alkış tutan birilerinin varlığıdır.

8) Varolan gücün tamamını mikroplarla savaşta harcamak yerine, bu gücü, organizmanın bağışıklık sistemini güçlendirmek ve direnç potansiyelini artırmak amacıyla kullanmak daha doğrudur.

9) Sorunlu gözüken insanlarla uğraşmakla beraber, düzenli ve yoğun eğitimden geçirilmesi gereken kişiler, duyarsız-tepkisiz insanlardır. Asıl mesaiyi onlara harcamak gerekir. Bu kişiler, özel olarak uyarılabilecekleri gibi sorunlu insanların yanında da bilinçlice uyarılmalıdırlar. Bu uyarı, açıkça, uygarca ve düzenli olarak yapılmalıdır. Bu durum, sorunlu insanlara güven getirecek ve belki içlerinde değişme arzusu doğacaktır.

10) Duyarsız-tepkisiz insanların sorunlu kişilere bakış açısı, asıl kilit noktadır. Birçok sorunun temelinde bu yatmaktadır. Bu bakış açısı doğru bir raya oturmadıkça hiçbir şeyi değiştirmek olanaklı değildir. Sorumluluk taşımayan ve sorumluluğa yanaşmayan sorunsuz gözüken kişiler, problemli kişiler uyarıldıkça, hırpalandıkça kendilerini kral, prens ve prenses gibi hissetmektedirler. Onların yeri ve konumu, sonsuza değin sarsılmaz gözükmektedir. Hatta sorunlu insanların olması, belki işlerine bile gelmektedir. Çünkü onlar olmasa, kendilerine bu kadar değer verilmeyecektir.

11) Duyarsız-tepkisiz insanları bilinçlendirmedikçe, bilinç seviyelerini yükseltmedikçe sorunları gerçek anlamda aşamayız. Bizi korkutan kişi veya kişiler, sorunlu kişiler değildir; sorunlu insanların ne yapacağı bellidir; sorun çıkarırlar. Bu bilinir ve ona göre önlem alınır; ama duyarsız-tepkisiz insanların ne yapacağı belli değildir; onlara karşı ne yönde, nasıl önlem alınacağı bilinemezse, ne yapacağı belli olmayan, sallantıda, kararsız, keyfi davranan bu insanlar başımızın ağrımasına neden olurlar. Bu yaşamsal bir konudur. Herkesin başına bir asker, bir polis, bir denetçi, bir nöbetçi, bir öğretmen dikmek olanaksızdır. Öyleyse her ortamda, o ortamın duyarsız kişilerine toplumsal sorumluluk bilinci aşılanmalıdır. Aşılanmalıdır ki toplum birbirini denetlesin.

12) Sorunsuz bir toplum arayanlar, kendilerine başka bir yer yurt aramalıdırlar, bu gezegende bu arayış, bir ütopyadır. Sorumlu, sorunlu ve duyarsız-tepkisiz insanların ortaklaşa yaşadıkları toplum, doğal bir toplumdur.

13) Sorunların yoğun bir şekilde yaşandığı bir toplumda, her sorumluluk sahibi, sorumluluk açısından kendisine en yakın gördüğü kimseyi daha bilinçlice davranmaya çağırmalı ve bu anlayış, birbirini takip etmelidir.

14) Ne söylediğinin ve ne istediğinin bilincinde olan bir insan, isteği yerine gelmediğinde bunun bedelini bize bir şekilde ödetir. Sorunların yoğun bir şekilde yaşandığı bir toplumda bedeli ödemesi gereken sadece birkaç kişi olamaz. Sorumsuz davrananlar da, sorumsuzlukları ölçüsünde bedel ödemelidirler. Ne ilginçtir ki eğitimciler, eğitimdeki sorunların faturasını birkaç kişiye çıkarmakta, günah keçisi olarak onları seçmekte, kabak onların başına patlamakta ve sadece onlar şamar oğlanına dönmektedirler; duyarsız-tepkisiz kişiler de çıkarlarıyla beraber aradan sıyrılmaktadırlar. Sürekli hırpalananlar, birkaç kişi olmaktadır.

15) Sorumsuz davranmak, her nedense bir davranış bozukluğu olarak kabul edilmemektedir. Davranış bozukluğu gösterenlere duyarsız kalmak da, bir davranış bozukluğudur. Sorunsuz olmak, bir erdem değildir. Eğitimci insanlığı sadece doğru davranmaya değil, onun üst boyutu olan erdemli olmaya çağırır. Çağırır ki çağrısına yanıt verenler, buna ulaşmasalar da, buna yakınlaşsınlar. Erdem; sadece doğru davranmak değil, bulunduğu ortama bir bilinç getirmek, varolan bilinci geliştirmek, bilinç düzeyindeki çıtayı yükseltmek, bilinç kazandırmaya çalışmaktır, sadece bilinçlice tüketmek değil, bilinçlice üretmektir; mal üretmek, fikir üretmek, hizmet üretmektir. Çünkü bilinci tam donanımlı bireyler, her yerde herkesin işine yararlar.

16) Bir toplumdaki sosyal bozulmayı körükleyenler de, bozukluğu giderenler de yöneticiler değil, toplumun kendisidir. Bir sınıfı çekilmez duruma getiren de, ders işlenebilir düzeye getiren de o sınıfın öğrencileridir. Şu felsefe, hepimize ciddi bir bakış açısı kazandırabilir: Sınıfı sınıf konuşturur ve sınıf susturur. Otokontrol ve özdenetim bilinci sadece bireylere değil, topluluklara da aşılanmalıdır. Sınıfta sorun olan öğrenciye, özdenetim bilinci gelişmiş birkaç öğrencinin rahatsız olduklarını belli etmeleri ve diğer arkadaşlarını da bu bilinçle donatmaları, eğitimcinin sadece sorun olan kişi veya kişileri görme yerine, onları tetikleyen sorumsuz öğrencileri de görmesi, sorunları asgari düzeye indirir.

17) Frekansını ne kadar artırırsa artırsın, yaptığı şaklabanlıklara destek bulamayan bir öğrenci bu davranışını ya sona erdirir veya öne çıkmak için yeni yöntemler dener.

18) Ödüllendirme veya cezalandırma, toplumda salt bir kişiye, yargıca, ailede babaya veya anaya, sınıfta öğretmene kalırsa, bu durumda baba/ana veya öğretmen, hem yargıçlık hem gardiyanlık hem şirket sahipliği hem babalık hem eğitimcilik gibi onlarca iş üstlenmiş olacaktır. Bu kadar işi üstlenen kişi, hiçbirini tam yapamaz. Tam yapılmayan hiçbir iş başarıyla sonuçlanmaz. Başarısızlıklar, mutsuzlukları ve gerginlikleri tetikler. Öyleyse, sorunlu birey veya öğrenci şunun bilincine varmalıdır ki toplumda, ailede veya sınıfta arkadaşları tarafından sadece olumlu davranışları ödüllendirilmekte, olumsuz davranışlarına ise, hiçbir ödül alamamakta, aksine böyle bir durumda, arkadaşlarıyla ve çevresiyle dostlukları daha da zayıflamaktadır. Hiç kimse, çevresini; bir veya birkaç arkadaşını kaybetmek istemez. Demek ki bu anlayış, ödüllendirme ve yaptırım uygulama işini sınıfın da, evet özellikle sınıfın da üstlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bunu üstlenmeyen öğrenciler, sorunlu öğrenciler kadar hatta onlardan daha fazla uyarılmalıdırlar. Toplumun her alanında benzer politikalar izlenmelidir.

19) Eğer birileri yanlışta diretiyor ve işlediği kötülüklerin boyutunu günden güne artırıyorsa, onu idare eden, ona göz yuman, hatta ona alkış tutan birileri var demektir. İnsan, özellikle kendisini ifade edemeyen insan, sık sık alkışlanmak ister. O, alkışlanmayı hak edip etmediğini düşünmez. Alkışlandıkça, bunun verdiği sarhoşluk içinde, davranış bozukluğunu artırır; davranış bozukluğu alkışı, alkışın getirdiği sarhoşluk olumsuz davranışları tetikler.

20) Eğitimcilerin, onurluca, ödün vermeden eğitim faaliyetlerini yürütmeleri oldukça zor görünmektedir. Mesleklerinin gereği, meslek grupları arasında daha fazla saygınlık görmeleri gerekirken hizmet sundukları kişiler tarafından en çok hırpalanan grubu oluşturmaktadırlar. Peki, neden? Fazladan bir şeyler almak için mi? Hayır. Bir şeyler vermek için. Eğitilenlerden bir kısmına bir şeyler vermek için diğerleri tarafından demoralize edilmektedirler. Gel gör ki kendileri için demoralize olduğunuz insanlar olaya seyirci kalmaktadırlar. Hatta bu seyirci kalanlar, çoğu defa sizi hırpalayanlara destek vermekte, kendi aleyhlerine dönen konuda hiçbir sorun yaşamamaktadırlar. Eğitimci, eğitilenle sene boyunca defalarca yüz göz olurken, o bir kere olsun ciddi bir tavır geliştirmeyi bile düşünmemektedir. Burada ciddi bir çelişki vardır. Düşünün ki birilerini eğitmek, onu, daha kaliteli yaşam konusunda bilinçlendirmek için uğraş veriyorsunuz; ama bu davranışınızı birkaç kişi baltalıyor. Kendilerine iyilik yaptığınız çoğu kişi, bu olaya tepkisiz kalıyor. İçten içe diyor ki:” Ben, sadece izlerim, sen beni hem eğitmek, hem asayişi sağlamak, hem beni sıkmamak ve germemek zorundasın!”

21) Direksiyon başındaki insan gibi, toplumda erdem mücadelesi verenler de, sürekli pür dikkat olmak zorunda bırakılmakta, ani bir dikkat dağılması, iletişim kazalarına neden olmaktadır. Direksiyon başına hep aynı kişi geçince, onun konuşmaları ve davranışlarında doğal bir tavrın yerini gerginlikler almaktadır. Büyükbaba ve büyükannenin yer aldığı 7-8 kişilik bir ailede, iletişim bozukluklarına müdahale eden ve sağlıklı ilişkileri sağlayan kişinin sürekli baba olduğunu varsayalım. Ailenin diğer bireyleri, baba ile sorun yaşayan ikinci kişi arasında süregelen olaylara sessiz, duyarsız ve tepkisiz kalıyorlarsa, burada barışı sağlayarak sorunu çözmek, öncelikle tepkisiz insanları bilinçlendirmekten geçer. Çünkü sorunlu kişinin, sorununu dayanılmaz boyutlara getirmesinin temel nedeni, ona göz yuman insanların tutumudur.

22) Vurgulanmakta olan değerler anlayışı, toplumu bir bütün olarak görmekten kaynaklanmaktadır. Evet, toplum bir bütündür; ama birlik değildir. Aile bir bütündür, bir kümedir. Kümenin elemanları farklı anlayış, farklı davranış içinde olabilirler. Elemanlardan birini bile harcamak, kimsenin aklının ucundan geçmemelidir. “Bunlar, adam olmaz” veya “Bizden adam olmaz” anlayışı bilgece bir söz değildir. Sorun her yerde vardır; küçük veya büyük… Bizler bu gezegenin imarı için başka gezegenden insan ithal etmeyeceğiz. İnsanları harcayanlar, başkalarını umutsuz bir olgu(vakıa) olarak görenler, kendileri umutsuz olgu olurlar. İnsanı olumlu potansiyel taşıyan bir varlık olarak görme yerine, onun düzeleceğinden umutsuz olanlar, insanlarla yüzyüze gelmeyi gerektirmeyen başka iş kollarında çalışmalıdırlar. Yaşayan, yaşamakta olan herkesin bir gün olumlu yönde değişme, gelişme ve ilerleme potansiyeli vardır. Olumlu potansiyel taşıyan insana elverişli koşullar sağlamak her birimizin görevi olmalıdır. Toplumda veya sınıfta gitgide artan olumsuzluklara örtülü bir şekilde destek verenleri görmeyip onlara göz yummak, sorunlu insanın iyileşme sürecine girerek onun filizlenmesini engellemekte, değişip-gelişme umutlarını suya düşürmektedir.

23) Duyarsız-tepkisiz insanlar tam sorumlu davrandıkları zaman, sorunlular daha azalacaktır. Vurgulanmakta olan:” Kötülüklere öncülük edenleri değil, kötülüğe açıktan veya örtülü olarak destek verenleri bilinçlendir!” anlayışı, yediden yetmişe, eğitimsizden eğitimliye herkesin bildiği bir olgudur. Bilgi ile bilinç, aynı şey değildir. Bilinç, savaşımını verdiğin erdemli her davranışa neden olan bakış açısıdır. Bilinç, bakınca sürekli gördüğümüz, dinleyince sürekli duyduğumuz; dikkatlerimiz, duyumlarımız ve algılarımızın toplamı olan biziz. Aklımıza birçok defa gelen herhangi bir şeyin, bizde oturmuş, kökleşmiş ve kemikleşmiş, gündemimize egemen olmuş bir düşünce olduğunu söyleyemeyiz. Başarı, işleri tam yapmaktan geçer. Bilinç; içselleştirilmiş bilgi, bir bakış, bir duruş, bir görüştür. Tam bilgi, tam bilinç, tam sahiplenme, tam duyarlılık, tam sorumluluk, tam denetim, sağlıklı ve düzeyli bir toplum için önkoşuldur.

24) Sorunlar, dertler ve sıkıntılar akıllı ve bilge insanları daha bilinçlendirir ve geliştirir; öldürmeyen her problem onları daha güçlendirir. Yeter ki çözüm üretmek, doğru izleri takip etmekten pes etmeyelim. Bu gezegende insanca yaşamak, sorunlardan kaçmakla değil, sorunların üzerine gitmekle olanaklıdır. İnsanca yaşamak, yanlış yapan da dahil herkesin hakkıdır. Yanlış yapana hak veremeyiz; ama onun hakkını da yiyemeyiz. İnsanca yaşamaktan daha onurlu bir iş yoktur. İnsanca yaşamı kendilerine yakıştırmayanlar, aradıkları yüceliğe hiçbir zaman ulaşamadıkları gibi, alçalmaya da mahkumdurlar. Duyarsız-tepkisiz insanların sorumsuzca davranışlarını anlayışla karşılamak, sorunları daha da büyütür.

25) Erdemli insan yetiştirmek, toplumun tüm katmanlarını bilinçli eğitimcilerin eğitim ve öğretimiyle olanaklıdır. Öyleyse, 3-5 yaş grubu gibi küçük yaşlardan itibaren çocuklar, aileler ve öğretmenler, yukarıda dile getirilen değerler anlayışını yerleştirici bir bilinçle donatılmalıdırlar. Aksi takdirde duyarsızlığı ve tepkisizliği bir davranış biçimi olarak benimseyen bireyler, çalıştıkları iş kollarında, içinde yaşadıkları ailelerde ve dahası bulundukları ortamlarda haksızlıklara ve yolsuzluklara göz yumacak, benzer tavırlarını sürdüreceklerdir. (5/79,63 4/135 7/164-165 11/116 30/41 42/30 (2/11-13,30,204-206 8/1,25 26/151-152 27/48 49/10)

http://www.hakveadalet.com/toplumsal-bilinc-ve-toplumsal-denetim



posted in EGİTİM | Toplumsal Bilinç ve Toplumsal Denetim için yorumlar kapalı

25th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BİR AKADEMİYSEN TARAFINDAN YAPTIRILAN “ÖSS MAĞDURLARI: ÖĞRENCİLER VE VELİLER” TEMALI FİLM ÇALIŞMASI HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME

  1. Film ÖSS konusunda Türkiye fotoğrafını çekmeyi amaçlamış ve bu konuda büyük ölçüde de başarılı olmuştur.
  2. Öğrenciler ve velilerin söz konusu filmi izlemelerinin birtakım avantajları ve dezavantajları olabilir. Filmi izlemenin avantajı: Olayın bilincinde olmayan ve ayırdına varmayan öğrenciler ve veliler Türkiye gerçeğini tanımış olurlar. Bu yönde önlemlerini alırlar ve olası sıkıntıları tolere etme yoluna giderler. Dezavantajı ise, stres ve sıkıntı yükünü izledikleri karelerle daha sık ve daha canlı tutmaları olacaktır. Ayrıca bu gerçeği değiştirme yönünde ne velinin ne de öğrencinin fazla başarılı olamayacağıdır.
  3. Film, genel olarak, ÖSS mağdurları üzerinden Türkiye gerçeğini eleştiri üzerine kurgulanmıştır. Kısaca ‘durum tespiti’ yapmıştır. Bu ise –uzun zamandır yaşandığı için- gerek öğretmen düzeyinde ve gerekse halk düzeyinde insanımıza yabancı bir konu değildir. Her birimizin ya evinde veya yakınında benzer tablolar yaşanmaktadır.
  4. Üniversite öğretim üyesi düzeyindeki bu çalışmada, filmde gündeme getirilen sorunlar karşısında gerek veliye gerekse de öğrenciye zaman zaman ışık tutulabilir, çözüm önerileri de sunulabilirdi. Bu olmayınca öğrenci ve veliye verilen mesaj, ‘Stres ve sıkıntı yüküne hazır olun ve bunu sırtlanın’; Veliye ve öğretmene verilen mesaj örtülü olarak, belki de, “Çocuğunuzun, öğrencinin yapacağı her şeyi anlayışla karşılayın veya bazı değerleri bir süreliğine askıya alın” olmaktadır. Bu çalışma pek az mutlulukla, genelde buruklukla ve acı tabloyla sonuçlanmıştır.
  5. Üniversitelerin öğrencilere ayırdığı dar kontenjan, şikâyetlerin çok önemli dayanaklarından biridir. En azından filmin sonunda bu konuda söz sahibi olan YÖK’e yönelik öneriler sıralanmalıydı.
  6. Film boyunca küçük karelerle de olsa sunulabilecek öneriler şunlar olabilirdi:

a)Bugün belli başlı bazı üniversitelerde kaç öğretim üyesi çalışmaktadır?

b)Bu öğretim üyeleri acaba haftada kaç saat derse girmektedirler?

c)Uluslar arası düzeyde bilimsel bilgi ve teknoloji üreten öğretim üyesinin yüzdesi ne kadardır?

d)Anlamlı ve geliştirici projelere imza atamayan öğretim üyeleri, haftada 15-20 saat derse girmeleri durumunda meydana gelecek sonuçlar nelerdir?

e)İkili eğitimin düzenli yapılması, bina sayısının ve öğretim üyesi sayısının artırılması durumundaki olası durumun fotoğrafı nedir?

f)ÖSS’ye girme koşullarını, sınav biçimini ve sayısını değiştirme önerileri nelerdir?

g)Neden üniversitelerde pek çok öğretim üyesi, yeni bilgi üretmek yerine yıllanmış fotokopilerle Ortaöğretime göre çok daha fazla seçmece olan öğrencilere, monolog biçiminde ders vermektedir? Sorgulayıcı bireyler yetiştirmeyen üniversiteler, veliler ve lise mezunu öğrencilerden ne tür sorgulayıcı yaklaşımları beklemektedir?

  1. Herkes, içinde bulunduğu konumda, şikâyet etmeden önce sorunlarıyla ilgili projeler üretmelidir. İlköğretim ve ortaöğretim okullarında çalışan öğretmenler yalnızca üniversite eğitimiyle yetinmemeli, alanıyla ilgili akademik çalışmaları incelemeli ve kendilerini yenilemelidirler. Hatta dünya ülkelerinin diğer okullarındaki gelişmeleri takip etmeli ve bilgilerini sık sık güncelleştirmelidirler. Üniversite öğretim üyelerinin ise yalnızca bilgilerini güncellemesi ve akademik çalışmaları incelemesi yetmez. Onlar, ülkelerindeki sorunlara ışık tutacak öneriler, çözümler ve projeler üretmelidirler. Kendi kaynaklarını kendisi yaratabilmelidirler.
  2. Ülkemizdeki herhangi bir alandaki bir sorun diğer sorunlardan bağımsız değildir. Diğer alanlardaki sorunların çözümüyle birlikte ortaya çıkacak değişim ve gelişimin daha kalıcı olacağı bilinmelidir.
  3. Ve yine bilinmelidir ki öneri ve çözüm içermeyen serzeniş, yakınmalar ve şikâyetler, karanlıkları taşlamak ve karanlıklarda bağırma gibi anlamsız amaçlara hizmet edebilir.

posted in EGİTİM | 0 Comments