Birinci Öğüt
Güzel bir tarlada yabani bir ot bitmiş. Tarlanın sahipleri, yabani otu yok etmek için durmadan biçer dururlarmış, ot bu yüzden çoğaldıkça çoğalmış. Günün birinde, iyi kalpli, bilge bir çiftlik sahibi bu tarlanın sahiplerini ziyarete gelmiş. Onlara birçok öğütler vermiş, bu arada da, yabani otu biçmemelerini, otun bu yüzden çoğaldığını, onu kökünden çıkarmak gerektiğini söylemiş.
Ama tarla sahipleri iyi kalpli bilgenin yabani otu biçmeyip sökmek gerektiği hakkındaki sözlerine -sözlerine önem vermemelerinden mi, söylediklerini anlamadıklarından mı, yoksa bu öğüdü yerine getirmek işlerine gelmediğinden mi, her nedense- hiç kulak asmamışlar. Bu konuda kendilerine sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi yabani otları biçmeye devam etmişler. Böylelikle otlar çoğalıp durmuş. Gerçi sonraki yıllarda iyi kalpli bilge çiftlik sahibinin öğüdünü hatırlatanlar olmuş, ama kulak asmamışlar, gene eskisi gibi hareket etmeye devam etmişler. Zamanla yabani ot topraktan çıkar çıkmaz biçmek artık sadece bir adet değil, kutsal bir gelenek gibi olmuş. Tarladaki yabani otlar da günden güne çoğalmış. O hale gelmiş ki, artık tarlada yabani ottan başka bir şey yetişmez olmuş. İnsanlar bundan şikayet eder, işi düzeltmek için birçok çarelere başvururlarmış. Ama çarelerden yalnız bir tanesini, iyi kalpli bilge kişinin onlara çoktan önermiş olduğu çareyi uygulamaz -larmış. En sonunda, tarlanın acınacak hale geldiğini gören ve iyi kalpli bilgenin unutulmuş öğütleri arasında, yabani otu biçmeyip köküyle beraber sökmek gerektiği hakkındaki sözlerini hatırlayan bir adam çıkmış, tarlanın sahiplerine yanlış hareket ettiklerini, iyi kalpli bilge kişinin yapılması gereken doğru işi çoktan göstermiş olduğunu söylemiş.
Sonra ne olmuş biliyor musunuz? Tarlanın sahipleri, bu adamın hatırlattığı şeyin doğru olup olmadığını araştıracak, doğruysa yabani otlan biçmekten vazgeçecek, doğru değilse ona yanıldığını söyleyecek veya bu öğütlerin yersiz olduğunu, onları yerine getirmenin gerekli olmadığını ispat edecek yerde, bu üç ihtimalden ne birincisini, ne ikincisini, ne de üçüncüsünü yapmışlar. Tam tersine hatırlattığı şeyler için o adama gücenmişler, kızmışlar. Bazıları onun için; “Bilgenin sözlerini yalnız kendisinin doğru yorumladığını sanan akılsızın, kendini beğenmişin biri.”, başkaları; “Yanlış yorumlar yapan, iftiracı, zararlı bir adam.” demiş. Daha başkaları da o adamın yaptığının, bunları kendi kafasından uydurmak değil, sadece herkesin saygı duyduğu bilgenin sözlerini hatırlatmak olduğunu hiç düşünmeyerek; “Yabani otu çoğaltmak, insanları tarlalarından etmek isteyen kötü bir adam.” diyorlarmış. “Yabani otu biçmememizi söylüyor, halbuki otu yok etmezsek büsbütün çoğalacak, tarlamızı mahvedecek. Yabani ot yetiştirecek olduktan sonra tarlaya ne lüzum var?” der, o adamın otu biçmeyip kökleriyle beraber sökmeyi tavsiye ettiğini hiç akıllarına getir-mezlermiş. Böylece o adamın akılsız, yalancı, insanların zararını isteyen biri olduğu görüşü o kadar kökleşmiş ki, herkes onu azarlar, onunla alay eder olmuş. Adamcağız sürekli yabani otu çoğaltmak istemediğini, hatta çiftçinin en önemli işlerinden birisinin de zararlı otları yok etmek olduğuna inandığını, iyi kalpli bilgenin sözlerini hatırlatmaktan başka bir şey yapmadığını tekrar eder durur, ama kimseye dinletemezmiş. Çünkü artık o adamın, iyi kalpli bilgenin sözlerini yanlış yorumlayan, yabani otların çoğalmasını sağlayarak insanlara zarar vermek isteyen, kötü ve kendim beğenmiş biri olduğuna adamakıllı inanıyorlarmış.
Benim başıma da Allah’ın kötülüğe karşı zor kullanmamak hakkındaki öğüdünü hatırlattığım zaman aynı şey geldi. İnsanlar, bu kuralın üzerinde fazla durmadıklarından mı, yoksa uygulanması güç bir kural olduğunu düşündüklerinden midir bilinmez, zaman geçtikçe onu terk ettiler. Yaşayış tarzları bu öğütten çok uzaklaştı. En sonunda o hale geldi ki, bu öğüt insanlara yepyeni, işitilmemiş, acayip, hatta saçma bir şey olarak görünmeye başladı, iyi kalpli bilgenin zararlı otu biçmeyip sökmek gerektiği- hakkındaki öğüdünü hatırlatan adamın başına gelen şey, aynı şekilde benim de başıma geldi.
Tarlanın sahipleri bu öğüdün, zararlı otu yok etmemeli şeklinde olmayıp akıllıca ortadan kaldırmaktan bahsettiğini nasıl özellikle gizlemiş ve “O adamı dinlemeyelim, delinin biri, zararlı otları çoğaltmamızı istiyor” demişlerse, kötülüğe karşı zor kullanmayıp onu sevgi ile kökünden yok etmek gerektiğini söylediğim, zaman, benim bu sözlerime karşı da; “Onu dinlemeyelim, delinin biri. Kötülüğe karşı koymamamızı öğütlüyor. Böylece kötülüğün bizi mahvetmesini istiyor.” dediler.
Ben, kötülüğün kötülükle ortadan kaldırılamayacağını, kötülüğe karşı şiddete başvurmanın kötülüğü artırmaktan başka bir şeye yaramadığını, kötülüğün, ancak iyilikle yok edilebileceğini söyledim.
Benim de sözlerim yanlış anlaşıldı. Sözde ben, Kutsal kitabın kötülüğe karşı mücadele etmemeyi öğütlediğini söylüyor-muşum. Böylece bütün hayatmca zor kullanmış olan, zor kullanmayı seven herkes, sözlerimin yanlış yorumunu hemen benimsedi. Böylece kötülüğe karşı zor kullanmamak yolundaki bu öğüt, yanlış, mantıksız, dine aykırı, zararlı bir şey olarak tanındı. Bu yüzden insanlar da kötülüğü yok etmek bahanesiyle rahat rahat kötülük etmeye devam ediyorlar.
İkinci Öğüt
Vaktiyle birtakım insanlar un, yağ, süt ve daha birçok yiyecekler satarak para kazamrlarmış. Ama daha fazla kazanmak, daha çabuk zengin olmak için, bu insanlar gün geçtikçe sattıkları mallara zararlı, daha ucuz şeyler karıştırmaya başlamışlar. Una kepek ve kireç, tereyağma nebati yağ, süte su ve tebeşir tozu katmışlar. Bu yiyecekler, onları satın alıp kullananların eline gelinceye kadar her şey yolunda gidiyormuş; büyük toptancılar malları küçük toptancılara, onlar da perakendecilere satıyorlarmış. Birçok ambarlar, dükkanlar varmış, ticaret de görünüşte iyi gidiyormuş. Bu durumdan tüccarlar çok memnunmuş.
Yiyeceklerini kendileri yapamayan, bu malları satın almak zorunda olan şehirlilere gelince, bunlar hiç memnun değilmiş. Yiyecekler tatsız, sağlıkları için zararlıymış. Un da, yağ da, süt de kötüymüş. Ama şehrin piyasasında bu karışık mallardan başka mal olmadığı için, şehirliler bunlan satın almaya devam ediyorlarmış. Yemeklerin tatsız olmasında, sağlıklarının bozulmasında hep kendilerini suçlu buluyor, bunu yemeklerin kötü hazırlanmış olmasına yoruyorlarmış. Tüccarlara gelince, yiyeceklere ucuz, yabancı maddeler katmaya devam ediyorlarmış.
Bu iş uzun zaman, böylece sürüp gitmiş. Bütün şehirliler bunun acısını çekiyorlarmış, ama kimse hoşnutsuzluğunu açıkça ifade edemiyormuş.
Günün birinde evdekileri, çiftliğinde hazırladığı yiyeceklerle besleyen bir ev kadını şehre çıkagelmiş. Bu ev kadını, bütün gününü mutfakta geçirirmiş; tanınmış bir aşçı değilmiş ama güzel yemekler hazırlamayı, ekmek pişirmeyi biliyormuş.
Kadın şehirde birtakım yiyecekler almış, yemek pişirmeye başlamış. Ekmekler pişmeden dağılmış, nebati yağla kızartılan börekler hiç lezzetli olmamış, sütü kaynatmış, kaymak tutmamış. O zaman kadın yiyeceklerin iyi olmadığım düşünüp hepsini birer birer gözden geçirmeye kalkışmış. Sonuçta tahmininin doğru olduğunu anlamış. Unda kireç, tereyağında nebati yağ, sütte de tebeşir tozu olduğunu görmüş. Kadın yi-yeceklerdeki bu hileleri görünce pazara gitmiş. Tüccarların suçlarım yüksek sesle yüzlerine vurarak iyi cins, besleyici, hilesiz mallar satmalarını yahut da dükkanlarını kapatmalarını söylemiş. Ama tüccarlar kadına aldırış etmemişler, mallarının en iyi cinsten olduğunu, bütün şehirlilerin yıllardan beri bunları kullandığını, bu malların ödül kazandığını anlatmışlar; ona ödüllerini göstermişler. Ama kadın yine de susmamış;
— Bana ödül değil, çocuklarımın yediklerinde karınlarının ağrımayacağı, temiz yiyecekler lazım, demiş.
Tüccarlar cilalı çekmecelere doldurulmuş, görünüşte bembeyaz, temiz unu, güzel çanakların içinde bulunan, ancak uzaktan yağı andıran maddeyi, şeffaf parlak kaplardaki beyaz sıvıyı göstererek;
– Sen iyi un, iyi yağ görmemişsin teyze, demişler.
Kadın;
– Görmez olur muyum? Bütün hayatım yemek hazırlamakla geçti. Pişirdiğim yemekleri çocuklarımla oturup iştahla yerdik. Mallarınız bozuk. İspatı meydanda! diyerek dağılmış ekmeği, nebati yağda kızartılmış börekleri, sütün dibine çökmüş olan maddeyi göstermiş. “Mallarınızı dereye atmalı veya yakmak, onların yerine de iyilerini almalı…” demiş.
Kadın dükkanların önünden ayrılmamış, gelen müşterilere hep aynı şeyleri bağıra bağıra tekrar edip durmuş. O kadar ki alıcıların içine şüphe düşmüş.
O zaman patavatsız ev kadınının satışlarına zarar verebileceğini anlayan tüccarlar, müşterilere;
– Şu deli kadına bakın efendim! demişler, İnsanların açlıktan ölmesini istiyor. Bütün yiyecekleri dereye atmamızı ya da yakmamızı söylüyor. Bunun sözünü dinler de size yiyecek satmazsak ne yer, ne içersiniz? Dinlemeyin onu. Köyden gelmiş, cahilin biri. Yiyeceğin iyisini, kötüsünü nereden bilsin? Hasedinden böyle yapıyor. Fakir olduğu için, herkesin de kendisi gibi fakir düşmesini istiyor.
Tüccarlar toplanmış olan kalabalığa böyle demişler. Kadının yiyecekleri yok etmek değil, kötülerinin yerine iyilerini almak istediğinden ise özellikle bahsetmemişler.
Bunun üzerine kalabalık kadının üzerine yürüyüp azarlamaya başlamış. Kadıncağız yiyecekleri yok etmek istemediğini, aksine bütün hayatmca çocuklarına, kendisine yemek hazırlamakla uğraştığını bu yüzden iyi yiyecekten anladığını, dolayısıyla insanlara yiyecek satmaya kalkan kişilerin yiyecek adı altında, yiyeceklere zararlı maddeler katıldığını anlayabileceğini, bunun yapılmamasını istediğim söylemiş durmuş. Ama ne söylediyse dinleyen olmamış. Çünkü kadının, insanları ihtiyaçlan olan yiyeceklerden mahrum etmeye çalıştığına inanılmış bir kere.
Benim de başıma ilimden, sanattan söz ettiğim zaman aynı şey geldi. Benim bütün hayatımca biricik besinim bu olmuştur. Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum, ama başkalarının da bu besinden faydalanması için elimden geleni yaptım. Bu, benim için lüks bir şey değil de, temel besin olduğu için, bunun ne zaman gerçek besin, ne zaman sadece besini andıran, sahte bir şey olduğunu bilirim. İşte, zamanımızda fikir piyasasına sürülen besinlerin tadına baktığım, o besinle sevdiğim insanları beslemeyi denediğim zaman bu besinlerin büyük kısmının gerçek olmadığını anladım. Ama, fikir piyasasına sürülen bilimin, sanatın baştan başa sahte olmasa bile, yer yer, önemli sayıda gerçek sanata yabancı şeylerle karışık olduğunu gördüm. Fikir piyasasından aldığım şeylerin ne benim için, ne de yakınlarım için hazmedilebilecek cinsten olmadığını, hatta yalnız bu kadarla kalmayıp zararlı da olduklarım söylediğim zaman, beni azarlamaya, bana bağırıp çağırmaya başladılar. Bu gibi yüksek değerlerden anlamayan, cahil bir adam olduğum için bu sözleri söylediğime herkesi inandırmaya çalıştılar. Kendileri de fikir alışverişi yapan bu adamların, birbirlerini de, durmadan sahtekarlıkla suçladıklarını söylediğim, her devirde bilgi, sanat adı altında insanlara birçok zararlı, kötü şeyler sunulduğunu, zamanımızda da aynı tehlikenin sürdüğünü, işin hafife alınamayacak bir hale ulaştığını, insanın ruhunu zehirleyen şeylerin, vücudu zehirleyen şeylerden çok daha büyük bir tehlike taşıdığını bu yüzden bir manev. beti!) olarak sunulan fikrî eserleri dikkatle incelemek, aralarında sahte zararlı olanları bir yana bırakmak gerektiğini hatırlattığımda hiç kimse, ne bir yazıda, ne de bir kitapta benim bu sözlerime cevap verdi. Tersine, her dükkandan, tıpkı o kadına yaptıkları gibi; “Delinin biri! Bize buyurun, bize! İlim ve sanatı yok etmek, ekmeğimizi elimizden almaya çalışıyor. Ondan korkun. Bizde en yeni Avrupa malları var.” diye bağırdılar.
Üçüncü Öğüt
Birkaç kişi yolda gidiyormuş. Bir ara yollarım şaşırmışlar. Öyle ki, düz yerden değil, bataklıkların, çalılıkların, dikenlerin arasından, yol vermez ormanlar arasından geçmek zorunda kalmışlar.
O zaman yolcular iki gruba ayrılmış; gruplardan biri durmayıp şimdiye dek gittikleri yönde ilerlemeye karar vermiş. Kendilerini de, başkalarım da, doğru yoldan ayrılmadıklarına, eninde sonunda hedeflerine varacaklarına inandırmaya çalışıyorlarmış. Öteki gruptakiler, tutulan yolun yanlış olduğunu, doğru olsaydı, o zamana kadar hedefe çoktan varmış olmaları gerektiğini söyleyerek doğru yolu aramak, bunun için de çeşitli yönlerde, elden geldiğince çabuk yürümek gerektiğini ileri sürmüşler. Böylece yolcular ikiye ayrılmış; bazıları aynı yönde ilerlemeye, bazıları bütün yönlerde yürümeye karar vermişler. Ama aralarından bir kişi ne birinci, ne de ikinci fikri kabul etmiş, ilerlemeye devam etmeden ya da başka yönleri denemeden önce, durup içinde bulundukları durumu iyice düşünmek, ondan sonra bir karar vermek gerektiğini söylemiş. Ama heyecana kapılmış, bulundukları durumdan korkmuş olan yolcular, yollarını kaybetmediklerine, doğru yoldan ancak kısa bir zaman için ayrıldıklarına, onu kısa sürede bulacaklarına inanıyor, böylece kendilerini avutmak istiyor, en çok da korkularını unutmak için bir an önce harekete geçmek istiyorlarmış. Bu istek o kadar kuvvetliymiş ki, o adamın ileri sürdüğü fikri her iki taraf da öfkeyle, azarlamayla, alayla karşılamış. Bazıları; “Bu ancak korkakların, güçsüzlerin, tembellerin dinleyebileceği bir öneridir.” diye çıkışmışlar. Bir kısmı, “İnsan hedefine, bulunduğu yerden ayrılmadan, hiçbir şey yapmadan nasıl ulaşabilir? Güzel bir öğüt doğrusu.” diye alay etmiş. Bir başka grup da, “Gücümüzü, gayret etmeye, engellerle çarpışmaya, engelleri yenmeye harcamaz da korkaklar gibi onlara boyun eğersek insanlığımız nerede kalır?” demişler. Çoğunluktan ayrılan adam, yanlış yolda ilerlemeye devam ederlerse, hedeflerin ulaşmak yerine ondan büsbütün uzaklaşacaklarını, oradan oraya atılıp bütün yönleri denemekle de aynı şeyi yapmış olacaklarını; doğru yolu bulmak için tek çarenin, güneşe, yıldızlara bakarak hedefe götürecek yönü saptamaktan ibaret olduğunu, ama bunun için de her şeyden önce durmak gerektiğini, bu duraklamanın aynı yerde saymak demek olmadığını, bunu yaparak doğru yolu bulacaklarını, sonra da ondan bir daha ayrılmadan ilerleyeceklerini, fakat bunu yapmak için her şeyden önce durup durumu incelemek gerektiğini söylemişse de hiç dinleyen olmamış.
Böylece ilk grup, o zamana kadar yürüdükleri yolda ilerlemeye devam etmiş. İkinci grup, bir o yöne bir bu yöne giderek bütün yönleri denemiş. Ama ne birinci ne de ikinci grup dikenlerin, çalıların arasından çıkabilmiş. Bugün hala yollarını anyor, bir türlü yollarım bulamıyorlarmış.
Bizi işsizlik meselesi denilen karanlık ormana, insanlığı dibine doğru çeken bir bataklık olan silahlanma yarışma giden yolun, belki de asıl tutulacak yol olmadığını, yolumuzu şaşırmış olabileceğimizi söylediğim; “Yanlış olma ihtimali olan bu akımı bir zaman için durdurup gerçeğin bildiğimiz genel, ölümsüz ilkelerine dayanarak, amacımıza ulaşmak için daha önce saptadığımız yolun bu yol olup olmadığını anlasak daha iyi olmaz mı?” diye sorduğum zaman, benim de başıma aynı hal geldi. Bu soruma kimse cevap vermedi. Bir tek kişi çıkıp da; “Biz yolumuzu şaşırmadık, buna şu, şu sebeplerden dolayı eminiz” demedi. Bir tek kişi bile, belki de yanıldığımızı, yine de elimizde uygulanabilecek, doğru bir usul bulunduğunu söylemedi. Ama herkes kızdı, gücendi, benim, sesimi bastırmak için hep bir ağızdan; “Biz zaten tembel, geri kalmış insanlarız, üstelik bir de tembelliği, işsiz dolaşmayı, elimizi kolumuzu bağlamayı öğütleyenleri dinlersek halimiz ne olur?” denildi. Hatta ‘aylaklık’ sözünü kullananlar bile oldu. Kurtuluşun, ne olursa olsun çıkılan yolda ilerlemek olduğuna inananlar da, türlü yönleri denemekte olduğunu sananlar da, “Onu dinlemeyin! Bizimle beraber gelin. Durmaya, düşünmeye ne lüzum var? Çabuk yürümeliyiz! Her şey nasıl olsa kendiliğinden düzelir!” diye bağırdılar.
Evet, insanlar yollarını şaşırdılar. Bu yüzden de acı çekiyorlar. Öyle sanıyorum ki asıl yapılması gereken şey, bizi içinde bulunduğumuz yanlış yola sürükleyen akımı kuvvetlendirmeye değil, durdurmaya çalışmaktı. Bence, ancak bu yolda devam etmeyip durduğumuz zaman içinde bulunduğumuz durumu nispeten doğru olarak kavrayabilir ve bizi tek bir insanın, tek bir zümrenin değil, bütün insanların, her birimizin aradığı büyük saadete, insanlığın saadetine doğru götürecek olan yolu bulabiliriz. Oysa yapılan nedir? İnsanlar bir sürü şeyler uyduruyor, ama onlan asıl kurtaracak olan çareye başvurmuyorlar. Bir an olsun durmaya cesaret edemediklerinden yanlış hareket etmeye, böylece felaketlerini çoğaltmaya devam ediyorlar. İçinde bulunulan korkunç durumu kavrıyor, bundan kurtulmak için ellerinden geleni yapıyor, pek çok şey deniyorlar. .. Ama durumlarını gerçekten düzeltecek olan tek şeyi yapmak istemiyor, bu şey kendilerine tavsiye edildiği zaman öfkeleniyorlar.
Yolumuzu kaybedip etmediğimize ya da nasıl kaybettiğimize ve ne kadar derin bir ümitsizlik içinde olduğumuza dair içimizde en ufak şüphe olsaydı; halimizi düşünmemiz için verilen öğüde karşı takınılan bu tavırdan daha kuvvetli bir delil bulunmazdı. (Tolstoy, EFENDİ İLE UŞAK,s.115-127, Timaş Yay.)
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Lev Tolstoy (1828-1910)
Toprak sahibi soylu bir ailenin oğlu olarak 28 Ağustos 1828’de doğdu. Babası Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaşlarına katılmış emekli bir yarbaydı. On altı yaşında Kazan Üniversitesi’ne başladı. Resmi eğitime duyduğu tepki nedeniyle okulu bırakıp Yasnaya Polyana’daki çiftliğine döndü.
Yirmi dört yaşında orduya katılarak Kırım ve Kafkasya’da dört yıla yakın subaylık yaptı. Savaş ve şiddete duyduğu nefret yüzünden ordudan ayrıldı.
Yirmi dokuz yaşında Avrupa seyahatine çıktı. Proudhon’la tanışarak başta eğitim olmak üzere pek çok konuda yakın ilişkiye girdi. Rusya’ya döndüğünde çiftliğindeki köylü çocukları için açtığı okulda alternatif bir eğitim deneyini başarıyla uyguladı. Yasyana Polyana dergisinin yanı sıra Rusya’nın birçok bölgesindeki okullarda da kabul gören ders kitapları yayımladı. 1869’da yayımladığı “Savaş ve Barış“ın ardından ruhsal bir bunalım yaşadı. Varlığın manasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı‘na çekildi. İlahiyatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık inancına duyduğu güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit’in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü.
Çok istediği halde, ailesi karşı çıktığı için topraklarını köylülere bırakamadı. Fakat, kişisel harcamalarını büyük ölçüde azalttı; aristokrat yaşam tarzını bırakıp bedensel işlerde düzenli olarak çalışmaya başladı. Huzur içinde ölümü karşılayacağı bir yer arayışı için 1910 yılının 28 Ekim gecesi malikanesini terk etti. On gün sonra bir tren istasyonunda öldü.
Tolstoy’un ölümü bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Birçok ülke yasını tuttu.
Doğumunun yüzüncü yılında başlatılan bir çalışmayla eserleri 90 ciltte toplandı. Tolstoy, Shakespeare’den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.