-
27th Ocak 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Harut ve Marut Melek midir, Dolandırıcı mıdır?

HARUT VE MARUT KİMDİR?

MELEKLER ŞERRİ ÖĞRETİR Mİ?

Konuya sihrin tanımı ve Bakara 102 ayetinin açılımı ile girelim: 

Sihir: Göz bağcılık ve hilekârlık yöntemleri uygulanarak sahte olanı gerçekmiş gibi göstermektir. Dindeki anlamı ise sebebi gizli olan ve gerçek olmayan şey demektir. Biz buna Türkçemizde “Büyü” ve “Efsun” diyoruz. Bunu sanat edinene de sihirbaz denir Sihir özü yönünden harika değildir. Yani ilâhî irade ile ortaya çıkan olaylardan değildir. Onun bir özel sebebi vardır. Bu sebep bilinmediğinden olay bir harika gibi hayal edilmektedir. Kısaca sihir sahte olanı bazı hilelerle gerçekmiş gibi göstermektir. Onların (Firavunun sihirbazlarının) ipleri ve değnekleri yaptıkları sihirden ötürü kendisine sanki yürüyorlarmış gibi geldi.” (1) Oysa sihirbazlar ağaçtan ve deriden yapılmış birtakım iplerin ve sopaların içlerine özel olarak cıva doldurdular.  Yerin ve güneşin ısısıyla bunlar ısınmış ve oynayıp kıvrılarak hareket etmeye başlamışlar ve ortada korkunç birçok yılan dolaşıyormuş gibi görünmüştür (2). İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre sihir gerçek olmayanı gerçekmiş gibi göstermektir, tamamen aldatmadan ibarettir, hiçbir gerçek yanı yoktur.” (3)  Sihir, tabiat kanunlarının üstüne çıkma sanatı değildir (4) Sihir, sahte ve gerçek dışı olan şeyi, gerçekmiş gibi göstermektir (5), veya büyüleyici güzellikte bir sözle sözlerle insanları aldatmaktır (6). Bakara 102 ayetiyle de sihrin semadan indirildiğine delil getiremeyiz. Hayrın öncüsü meleklere (7) şer öğretmenliği rolü vermek, bazı Kuran ayetlerinin iptali gibi tehlikeli bir hatta götürebilir.

 

Bakara 102 Ayetinin Metni Üzerine Yorum  

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلا يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

               Yahudiler arasında sihir konusunda birçok hurafe yaygındı. Bunlardan biri de Hârût ve Mârût isimli iki sahtekârın melek olduğuna ve Allah tarafından kendilerine sihir indirildiğine, bu sihri insanlara öğretmekle sorumlu olduklarına inanıyorlardı. İşte bunun üzerine Kuran ayetleri sihrin semadan indiği şeklindeki iddiaları  yalanlamak ve hem sihri hem de onu öğrenen ya da öğreten kimseleri kötülemek için geldi. (8) Yukarıda Arapçası verilen bu ayete aşağıdaki şekilde açılım getirilebilir:

Yahudiler, “Şeytanca niyetler taşıyan kişilerin Hz. Süleyman peygamberin sihir yaparak küfre girmesi yönündeki iddialarını” kabul ettiler. Oysa Hz. Süleyman sihir yaparak küfre girmemiştir. Fakat o şeytanca niyetler taşıyan kişiler küfre girdiler ve insanlara sihir adını verdikleri sahtekârlığı öğretmeye başladılar. İşin gerçeği  şeytanca niyetler taşıyan kişilerin Babil’de(9) melek ilan ettikleri Hârût ve Mârût’a sihir diye bir şey indirilmemişti. Bu iki sahtekâr, büyü müşterilerinden hiçbir kimseye biz sadece ayartıcılarız, sakın bize uyarak küfre girmeyin şeklinde uyarıda bulunmadan   sihir adını verdikleri sahtekârlığı öğretmediler. Büyü müşterileri, bu ikiliden, karı koca arasının nasıl parçalanacağını öğreniyorlardı; ancak Allah’ın izni olmadan onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine büyü müşterileri kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen hurafeye dayalı bir bilgi ediniyorlardı; oysa büyü müşterileri, bu bilgiyi satınalan kişilerin ahiret hayatının güzelliğinden nasipsiz kalacağını iyi biliyorlardı. Fakat büyü müşterileri, kendileri için satın aldıkları sihir denen hurafenin ne pis şey olduğunu bilselerdi  

Bakara 102. Ayetinde geçen “melekeyn” (iki melek) kelimesini “melikeyn” (iki melik) şeklinde okuyan sahih kıraatler vardır. Taberî, Zemahşerî, Beğavî, Râzî vb.) Hz. Peygamber’in seçkin dostlarından İbn ‘Abbâs ve sonraki kuşaktan birçok âlim -mesela, Hasan Basrî, Ebu’l-Esved ve Dehhâk- onu “melikeyn” (“iki melik”) olarak kıraat etmişlerdir. “melekeyn” kelimesini “melikeyn”  şeklinde okuduğumuzda Hârût ve Mârût ’un sıradan iki kişi olduğu anlaşılmaktadır.Yine “melekeyn”   kelimesinin bağlı olduğu “ma” edatına görüşlerin en sahihine göre, olumsuzluk anlamı da verilebilir. “ma” Arapçada hem nafiye (olumsuzluk edatı) hem de mevsule (bağlaç) olarak kullanılmaktadır. Bu ayette belki de en çok anlama problemi bu edatın kullanımında hangi anlamın tercih edileceği ile ilgilidir. Yukarıda anlattığımız gibi bu edatı bağlaç olarak görmek melekleri büyücülük öğretmeni olarak kabul etmek anlamına gelir ki melekler şerri öğretmekle görevlendirilmezler.   Bu edatı olumsuzluk belirten anlamı ile ele alırsak Hârût ve Mârût melek değil ayetin bütünlüğü içinde sıradan iki sahtekâr anlamına dönüşebilir, “ma” edatına olumsuzluk anlamı veren birçok müfessirlerimiz vardır (10). Hırsızlığın ve hortumculuğun zararlarını anlatmak için Allah’ın hırsızlık ve hortumculuk yapan melek göndermesi nekadar saçma ise, sihrin kötülüğünü anlatmak için karı koca arasını parçalama sihri öğreten melek göndermesi de o kadar saçmadır.  Kirli işleri öğretip sonra da sakın bunları yapmayın demek Kuran’ın üslubu ile bağdaştırılamaz. Kur’an her türlü sihir teşebbüsünü ve genel olarak her türlü esrarengiz ilimlerle uğraşmayı kınamak amacıyla bu tür bilgiler vermiştir. (11) Bir taraftan peygamber gönderip, diğer taraftan insanları saptıran tanrı tiplemesi Hem Kuran’da hem de Hz. Muhammed’in Müslüman tanımında yoktur. Çünkü Hz. Muhammed’e göre Müslüman, eliyle ve diliyle başkalarına zararı dokunmayan kişidir. Karı-koca gibi toplumun en güçlü birimi olan aileyi parçalamak asla Kur’anın verileriyle bağdaşamaz.

Yukarıdaki ayetlerden Hârût ve Mârût’un övüldüğü yönünde ve melek olduğu yönünde bir sonuç çıkarmamız yanlıştır. Kur’an, müşriklerin meleklerden peygamber gönderilmesi isteğini doğru bulmamaktadır: “ Senden önce, insanların dışında elçi göndermedik; onlara vahyediyorduk. Bilmiyorsanız zikir/vahiy ehline sorunuz.” (12) Yine Melek indirilmesi şeklindeki istekleri Kur’an geri çevirmiştir: “Ona bir melek indirilmeli değil miydi!,” diyorlar. Bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu. Onlara zaman da verilmezdi.” (13) Furkan Suresinde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Söyle dediler: “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!” Bu zalimler, inananlara: “Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler. Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar.” (14) Yine peygamberlerin insani özellik taşımasını istemeyen müşriklere Kuran şöyle cevap vermektedir: “De ki: Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten melek peygamber indirirdik” (15) İnsanlar arasından insan peygamber, melekler arasından melek peygamber, cinler arasından cin peygamber gönderilmiştir. İnsanları insan peygamberlerin, melekleri melek peygamberlerin, cinleri cin peygamberlerin uyarması daha doğrudur. Kurana göre, insan peygamberleri bir kenara itip, insan tipli melekle insanların irşadı doğru bulunmamaktadır..

Görüldüğü gibi Yukarıdaki ayetler karı koca arasını parçalamayı öğreten melek Hârût ve Mârût tiplemelerini ortadan kaldırmaktadır. Kuranın kendi içinde çelişkiler olmadığını vurgulayan ayetlere rağmen Kuranın içinde çelişkiler oluşturmaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Kuran’ın verilerine göre, hayrın öğretmeni melekler (16), şerrin öğretmeni şeytandır. Nas suresinde şerrin öncülerinden Allah’a sığınmamız öğütlenmektedir. Hârût ve Mârut’u melek olarak tanıtırsak Bakara 102 ayetinin içeriğindeki karı koca arasını parçalama misyonunu meleklere yükleyerek onları de şer öğretmeni yaparak Şeytanla ortak iş yaptırma hatasına düşeriz. Sorgulamadan körü körüne inanmak tehlikelidir. Bu yüzden Kuran, hayatın akışı içinde hiçbir şeyi sorgulamadan hareket eden, körü körüne teslimiyet gösteren insanları eleştirir (17)

 

Sihir var hakikatı yoksa Hz. Peygambere yapılan büyünün aslı var mıdır?

Hz. Peygambere büyü yapma teşebbüsünde bulunulmuştur, fakat büyü etki etmemiştir. Sen rabbının nimeti sayesinde cin tabanlı büyünün etkisinden korundun. Mecnun değilsin. 68.Kalem/2 Onlar sana zarar veremezler 4.Nisa/113 Batılı hak göstermeye sihir denir. Büyücüler felah bulamazlar. Yunus/77.

[1] Taha/66

[2] Alûsi, Ruhu’I-Meâni, 9/25.

[3] Ayni, Umdetü’I-Kâri, 14/62

[4] 10.Yunus/77

[5] Tacu’l-Arus; Rağıb, 226; Tabatabaî, VIII, 226

[6] Sebe/43

[7] 42.Şura /5; 21.Enbiya /26-27; 4.Nisa /172; 16.Nahl /49; 7.Araf  /20; 66.Tahrim /4; 78.Nebe /38

[8] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, I, 146

[9] Burası Irak’ta Fırat Nehri üzerinde bulunan bir şehirdir.

[10]Bkz.Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kuran, Bakara 102 ayetinin tefsiri; İbn Abbas, Tenviru’l-Mikbas, Bakara 102 ayetinin tefsiri; İbn Abbasa göre Harut ve Marut melek değil Babilde sihirle uğraşan iki kişidir. bkz. Tefsiru’l-Begavi, Bakara 102 ayetinin tefsiri; Celal  Yıldırım,  Asrın Kuran Tefsiri, C.1, s.266; Osman Keskioğlu” Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Açıklaması bakara 102.

[11] Bkz. Müfessir Muhammed Esed ilgili ayetlerin tefsiri

[12] 21.Enbiya /7

[13] 6.En’am/8

[14] 25.Furkan /7-9

[15] 17.İsra/95

[16]  42.Şura /5; 21.Enbiya /26-27; 4.Nisa /172; 16.Nahl /49; 7.Araf  /20; 66.Tahrim /4; 78.Nebe /38

[17]  74.Müddessir/45.

(Dr. Emrullah Fatiş)

http://temelislam.com/index.php/en/melekler-serri-oegretir-mi

posted in BÜYÜ-SİHİR | 0 Comments

31st Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Besmele

“Besmele” Arapça b- ismi-llah (Allah’ın ismi ile) demek… “Bismillahirrahmanirrahim” yani “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adı ile” nin kısaltılmışı… Kısaca “besmele” diyoruz.

“Tılsım” ise “büyü” demek. Arapça’dan eski Yunanca’ya “telesmos” olarak geçmiş. “Kutsama töreni, ayin, her türlü işlem” demek… Eski Yunanca’da bir şeyin gereğini yerine getirmek, ifa etmek, ödemek, resmi bir işlemi tamamlamak demek olan “teleîn”den türetilmiş. İngilizce’ye de “talisman” olarak geçmiş…

Ee, besmele ve tılsım? Ne alaka? diyeceksiniz…

Acele etmeyin gelecek…

Bu yazıda amacım besmeleden ne anlaşılması gerektiğini gösterebilmek…

Fakat bunu yaparken İslam’ın aynı zamanda “tapınak dinlerini” nasıl “gerçek hayat dinine” dönüştürdüğünü, sır ve tılsım dinlerini nasıl reforma uğratarak hayatın içine çektiğini, bunun için de neden ona “dinlerden bir din” denemeyeceğini “besmele” örneği üzerinden görmüş olacağız…

***

Kimi Müslümanlık ve Yahudilik tezahürleri tarihsel olarak yeryüzünde en çok birbirine düşman görünen ve fakat ilginçtir en çok da birbirine benzeyen iki dini tecrübe…

Öyle ki Türkiye’deki bazı dini görünümleri, İsrail’in bir mahallesindeki dini görünümlerle karşılaştırın hayretler içinde kalabilirsiniz: Hatim kültüründen salavata, besmele çekmekten abartılı dini kıyafetlere, takke giymekten gül yağı kokularına, mehdi mesih beklemekten okunmuş dualara kadar… İslam tarihindeki Eş’arilik, Mutezililik ve Sufilikten, Yahudi tarihindeki Ferisilik, Sadukilik ve Kabbala’ya kadar…

Neyse, bu ayrı bir yazı konusu…

Mevzudan gidelim.

Yahudilikte Tanrı ve Yahve (YHVH) isminin birbirinin aynısı mı gayrısı mı olduğu tartışması vardır. Kimi Yahudiler Tanrı ile YHVH isminin özdeş olduğuna inanırlardı. Bu yüzden de, sıra dışı isim (Shem ha-Meyuhda), meşhur isim (Shem ha-Meforash), dört harfli isim (Shem ben Arba Otiyyot) olarak bilinen isimden söz ederken yalnızca “İsm” demekle yetinilirdi. Kabbalistler ve Rabbiler Tanrı için bir tek özel isim kabul etmekteydiler ki bu da Yahve (YHVH) idi. Tanrı için kullanılan diğer isimlerin ise, tanrısal özelliklerin tarihi süreç içinde insan algılamalarından çıktığını düşünürlerdi.

Yahudi din adamları özellikle Babil sürgününden sonra YHVH ismini tek başına kullanmayı sokaktaki adama yasakladılar. Dört sessiz harften oluşan bu isim tapınakta, haham kutsamasında kullanılabilirdi. Çünkü Kutsal Kitap şöyle demekteydi: “Kahinler İsrail halkını ismimi anarak kutsayacaklar. Ben de onları kutsayacağım.” (Sayılar 6/22-27).

“İsmi kutsamak?”

İsmin sırf kendisinde bir tılsım olduğunu vehmetmek?

O ismin anlamsız tekrarlarını “zikr” sanmak?

Bunları bir kenara not edin.

***

Örneğin kimi haham rivayetlerine göre Davut tapınağın temelini kazarken deniz, dünyayı basmakla tehdit edince, kırık bir çömlek parçası üzerine “ismi” yazmış ve onu denize atmış. Tabi deniz de durulmuş… Bir Ameroim olan Rabbah, denizcilerin fırtınalı bir günden, üzerine “Ben ben olanım, YHVH insanların rabbi” yazılı olan bir sopa ile denize vurmuş ve öfkesini dindirmiş… Samuel bir yerden geçerken İranlı bir kadının oğlunu “ism” ile lanetlemiş ve onu öldürmüş… (Dinleri Tarihi ile Okumak, Fuat Aydın, İst., 20007).

Görüldüğü gibi kimi hahamlara göre Tanrı ile YHVV özdeş olduğu için ismin kendisi Tanrı’yı ifade ediyor. Çünkü sır ve tılsım dinlerinde “ismin” tek başına ontolojik gücü vardır. Bu tür sonuçlara yol açan bizatihi ismin kendisinde yer alan güçtür.

İşte “tılsım”, “efsun”, “muska” dediğimiz şeyin kökü buraya dayanıyor…

***

Tılsımdan medet ummanın mazisi oldukça eskilere gidiyor. Papirüslerin incelenmesinin Eski Mısır’da 75 kadar tılsımın mevcut olduğunu ortaya çıkardığını biliyoruz. Eski Mısır’da “Doğan Güneş” tılsımının, ölümden sonra yeniden dirilmeyi sağladığına inanılırmış. Yine eski Mısır’da ölüyle birlikte gömülen “Menat” tılsımının, ölüyü tanrısal koruma altına aldığına kesin gözüyle bakılırmış…

Eski Bâbil, Asur ve Persler’de tılsımın bir teknik olarak uygulandığı malumdur. Çünkü sır ve büyü dinlerinde tılsım, güç taşıdığına inanılan isimlerden yapıldığı gibi gümüş, altın vb. değerli metallerden veya bunların taklitlerinden, mücevherlerden, deniz kabuklarından da olabilirdi. Tılsımın Manî inancıyla da ilişkisi var. Anadolu folklorunda tılsım genellikle büyünün etkisini sağlayan araçları ifade eder. Define vb. gizli şeyleri bulmak, kapalı yerleri açmak için ehlinin bildiği sözlere veya vasıtalara da tılsım denir. Bulaşıcı hastalıkların tesirini önlemek ve insanlarla hayvanların kötülüklerinden korkmamak için de tılsım yapılır.

Velhasıl sır ve büyü dinlerinde her zaman tılsımdan izler bulmak mümkündür…

***

Yahudilikteki YHVH isminin Tanrı ile özdeş olup olmadığı tartışmasının, İslam kelam tarihine “isim-müsemma” tartışması şeklinde bulaştığını görüyoruz. Bu sefer isim değişmiş: “Allah ismi Tanrı’nın kendisi midir? Yoksa ondan ayrı mıdır? Sıfatlar Zat’ın aynısı mı gayrısı mıdır? Yoksa ne aynısı ne gayrısı mıdır?

Kelam tartışmasına girecek değilim.

Gelmek istediğim nokta “besmele çekmek” tabir ettiğimiz, Süleyman Çelebi’nin Mevlidinde “cümle işte vacip oldur her kula” diye ifade ettiği, herhangi bir işe besmele çekerek başlamanın ne anlama geldiğidir.

Türkiye’de özellikle kimi sanatçılarda görülen “Dışarı çıkarken besmele çekmek gibi batıl inançlarım vardır” denmesinden de anlaşılacağı gibi, besmele, öteki dinlerdeki “tılsımlı ism” ile aynı kategoriye konur hale gelmiş durumda.

Bunun rivayet kültürümüzde de kökleri var. Boşuna değil yani.

Şu rivayetleri okuyunuz:

“Besmele ile başlanmayan her önemli iş noksan kalır.” [Beyheki], “Eve girerken Besmele çekilirse, şeytan, ‘Bu eve girmeme imkan yok der’, dönüp gider. [Tibyan], “Amel defterinde 700 Besmele bulunanı Allahü teâlâ Cehennemden çıkarır.” [Tergibussalat], “Besmele ile yazı yazanın haceti kolaylaşır, Allahü teâlâ da razı olur.” [Deylemi], “Besmele ile işe başlayanın günahları af olur.” [İ. Rafii], “Yemeğe Besmele ile başlayıp, sonunda Elhamdülillah diyenin, daha sofra kalkmadan günahları af olur.” [Taberani], “Besmele ile yenen yemek bereketli olur.” [İbni Mace]…

Bu tür rivayetlerde geçen “besmele” yani “Rahman”, “Rahim” ve “Allah” isimlerine aynen sır ve büyü dinlerindeki gibi “tılsım” muamelesi yapıldığını görüyoruz. İsmin kendisinde sihirli bir güç olduğu vehmedilerek, ismi bizzat telaffuz etmenin her şeye yeteceği, bütün kapıları açacağı, kötülükleri defedeceği, günahları silip süpüreceği sanılıyor.

Kanımca işte gerçek hayat dininin, tapınak dinlerinin ritüel, ayin ve argümanlarının istilasına uğrayarak tanınmaz hale getirildiği ve onlara yenildiği yerlerden birisi de burasıdır.

Oysa bakın gerçek hayat dinine göre “besmele” aslında ne demek ve “her işe onunla başlamak” ne muhteşem bir şey…

***

Hazırlamış olduğum Yaşayan Kur’an mealinde besmeleyi baştan sona şöyle çevirdim: “Sevgi ve Merhameti Sonsuz Allah’ın adı ile…”

Şehrin öte tarafından gelen bir adam “Kur’an aşk kitabı mı? Sevgi mevgi ne işi var her surenin başında?” diye itiraz etti.

Ben de dedim ki:

Dinle ey Ferisi!

Dinle ey “yüreği sünnetsiz!”

(“Ey Ferisi” İsa’nın, “Yüreği sünnetsiz” Musa’nın tabiridir. Ey kalbi kılıflı, yüreği taşlaşmış gelenekçi din adamı manasında.)

Evet, “rahmet” kelimesinin geçtiği her yeri “sevgi ve merhamet” olarak çevirdim. Çünkü Rahmân ve Rahîm kavramlarının başka bir dile çevrilemeyeceği görüşüne katılmıyorum.

Kur’an’ın en anahtar kavramı besmele başka bir dile çevrilemez öyle mi?

O zaman Kitabın evrenselliği nerede kalıyor? İnsanlık “Al dilimize çevrilemez besmeleni, oku Ortadoğu’nun çöllerinde. Madem bize hitap etmiyor, sadece Araplar anlıyor…” demez mi? Daha Kur’an’ın anahtarını insanlığa çeviremiyorsun. Üstelik de Kitaba abdestsiz dokundurtmuyor, insanlığın kalpgahı diye övündüğün Kabe’ne de gayr-i müslim diye girdirtmiyorsun!

Neyi kimden kaçırıyorsun?

Rahmeti gelip senden mi alacaklar? Talep arttıkça “rahmet fiyatlarına” zam mı yapacaksın ey Ferisi!

***

Oysa bak “Rahmân ve Rahîm” ne demek…

Asurca, Aramice, Keldanice, İbranice, Arapça gibi tüm Sami kökenli Ortadoğu dillerinde “RHM” kökü sevgi ve merhametle ilgili…

Rahmet sözlükte “sevgi, merhamet, şefkat, saygı, bağışlama, saf iyilik, güzellik saçıcılık” manasına geliyor. Bu kökten gelen kelimelerin eski dünya dillerinde meşhur ve yaygın olduğunu görüyoruz: Akadca döl yatağı, rahîm (remu), merhamet eden, seven tanrı (remânu), Aramice rahîm, merhamet (rhm), İbranîce rahîm, merhamet (raham), Hind’çe sevgi ve iyilik tanrısı (Brahma) hep aynı kökten… (Eliade).

Sevginin ve merhametin babası anlamına gelen Eb-Raham’ın bütün Sami dillerinde ve hatta Hindçe’de bile kullanıldığını görüyoruz. Buralardan evirilerek Arapça’ya İbrahim olarak geldiği anlaşılıyor. Bunların hepsi Arapça’daki rahmet, rahman, rahîm kelimeleri ile aynı anlam iklimindendirler. Terim olarak Allah’ın öz varlığında mündemiç (içkin) bulunana Rahmân (çok seven, sevgi ile dopdolu), bunun mahlûkat üzerindeki tezahürüne de Rahîm (sevgisi taşıp yayılan, varlık üzerinde merhamete dönüşen) deniyor.

Rahmet kökü Türkçe’de içinde sevgi, saygı, şefkat ve merhamet kelimelerinin yattığı “yârlığamak” kelimesini çağrıştırır. “Rabbim rahmeti ile yârlığasın”, “Rahmetinle yârlığa ya Rabbi”, “Rahmetinle yârlığa kıl ya gâni” deyişlerinde geçtiği gibi yârlamak veya yârlayıcı esasında yâr muamelesi yapmak demektir ki sevgi ve merhametin neticesidir (Elmalılı). “Allah yâr ve yardımcımız olsun” derken de bu kastedilir. (bkz. “Sevgi ve merhamet” başlıklı makale).

***

Öte yandan baktığımızda bizzat Kur’an’ın Rahmân’ı “Vedud” (Çok seven) olarak tefsir ettiğini görüyoruz: “Şüphesiz benim Rabbim Vedûd ve Rahîm’dir. (Hud; 11/90). Besmeledeki Rahmân yerine burada “Vedûd” kullanıldığına dikkat ediniz…

Bunun böyle olduğunu şu ayetlerden de anlıyoruz:

1- “Sor: “Göklerde ve yerde ne varsa kimindir?” Cevap ver: “Sevgi ve merhameti (rahmet) kendine farz kılmış olan Allah’ındır.” (En’am; 6/12).

2– “Rabbin isteseydi bütün insanlığı bir tek ümmet yapardı. Bu yüzden birbirlerine karşı çıkıp duracaklardır. Ancak Rabbinin sevgi ve merhameti (rahmet) ile bağışladığı kimse hariç; zaten onları da bunun (rahmet) için yarattı..” (Hud; 11/119).

3- “Biz seni tüm insanlığa (alemlere) yalnızca sevgi ve merhamet (rahmet) için gönderdik.” (Enbiya; 21/107).

Bu ayetlerin birincisi Yaratanın neyi temel amaç edindiğini, ikincisi insanoğlunun ne amaçla yaratıldığını, üçüncüsü de peygamberlerin ne amaçla gönderildiğini açıklıyor.

Hepsinde de aynı kelime; sevgi ve merhamet (rahmeten)…

Malum, Kur’an’ı açtığımızda ilk besmele ile karşılaşırız. Devam ettiğimizde Tövbe suresi hariç her bölümün (surenin) yine besmele ile başladığını görürüz. Fatiha’daki veya sure başlarındaki besmelelerin ayet olup olmadığı tartışması bir yana, Kur’an’da Süleyman’ın Belkıs’a gönderdiği mektup anlatılırken, mektubun besmele ile başlaması sebebiyle orada ayet olarak geçer (Neml: 27/30). Bunun dışında rahmet kök olarak Kur’an’da 341 kez kullanılır.

Malum, Kur’an’ın nüzul sırasına göre ilk suresi “Alak” suresidir. Tabiri caizse Rahman ve Rahim isimleri, sure başlarında, gazetecilik tabirleriyle “kapak” yapıldığı veya “manşete” çıktığı gibi, Kur’an’ın nüzul sırası da besmele ile başlıyor aslında… Sure başındaki besmeleden değil; suresin ismini aldığı “Biz insanı alaktan yarattık” ayetinden bahsediyorum.

Baktığımızda bu kelime de besmeledeki mana ile ilgili… “Alak” alaka, ilgi, asılmış, iliştirilmiş, ilgili, tutkulu sevgi demek… Rahime yapıştığı, oraya asıldığı, ona iliştiği veya tutunduğu için de kan pıhtısına “alak” denmiş…

Allah insanı işte bu taşan tutkulu sevgiden, ilgiden, alakadan yarattığını söylüyor. Öyle ya bütün tutkulu sevgilerden yeni bir yaratılış çıkmıyor mu? Erkeğin dişiye; dişinin erkeğe tutkusu, toprağın tohuma; tohumun toprağa tutkusu, meyvenin ağaca; ağacın meyveye tutkusu/ilgisi/alakası… Demek ki her yeni oluş ve yaratılış yeni bir ilgi ve alakanın eseri…

***

Şu halde…

“Her işe besmele ile başlamak” yani “Rahmân ve Rahîm ismi ile başlamak” şu demek oluyor: Her işe sevgi ve merhamet ile yaklaşmak!

Çünkü sevgi her buzu eritir. Merhamet her katıyı yumuşatır.

Sevginin dili her kapıyı aralar. Merhametin dili her düşmanlığı yok eder.

Kur’an der ki: “Rahmân, iman edip iyilik, güzellik, doğruluk için çalışanların (amel-i salih işleyenlerin) etraflarında bir sevgi (vudd) halesi oluşturur.” (Meryem; 20/90).

İşte buzları eriten budur.

Sert kayaları çatlatan budur.

Kapanmış kapıları aralayan budur.

Düşmanlıkları yok eden budur.

Gönüllere giren budur.

Yürekleri fetheden budur.

Yoksa “ism” deki esrar ve tılsım değil…

**

Şimdi, o rivayetler tutun ki sahih, bir de bu açıdan tekrar düşünün…

Örneğin: ““Eve girerken Besmele ile girilirse, şeytan, ‘Bu eve girmeme imkan yok der’, dönüp gider…”

Yani: Eve girerken eşinize ve çocuklarınıza karşı sevgi ve merhamet besleyerek girerseniz o evde kötülük olmaz. Eşinize örneğin çiçek götürürseniz, ilginizi, alakanızı, sevginizi her fırsatta belli ederseniz, sevgi dolu sözlerle yaklaşırsanız, çocuklarınızla ilgili ve alakalı olur, onlara iyilik yapar, güzellikle davranır, doğrulukla hareket ederseniz ailecek sevgi yumağı haline gelirsiniz. Allah birbirinizin günlünde sevgi (vedd) oluşturur. Onlar sizi, siz de onları seversiniz. Böyle olan bir eve çirkinlik ve kötülük (Şeytan) giremez ve “Bu sevgi kalesini yıkmama imkan yok” der, dönüp gider…

Güneş girmeyen eve doktorun girmesi gibi, sevginin, merhametin, iyiliğin, güzelliğin ve doğruluğun girmediği eve kötülük, düşmanlık, hırs, haset, kin, buğz yani şiddetli geçimsizlik girer. Şeytan o evde cirit atar.

Deneyin, sevgi ve merhamet dilinin (besmelenin) bütün kapıları açtığını göreceksiniz.

Sadece evde değil bütün her yerde; işyerinde, çarşıda, pazarda, okulda, arkadaş çevresinde, siyasette, bürokraside, devlet-millet ilişkisinde velhasıl tüm insan ilişkilerinde sevgi ve merhametle yaklaşmanın bütün buzları erittiğini, katı ilişkileri yumuşattığını, kapanmış kapıları araladığını göreceksiniz.

Hatta yılanı bile deliğinden çıkarttığına şahit olacaksınız. Besmelenin ne demek olduğunu anlamak istiyorsanız işte size tefsiri: Tatlı dil ve güler yüz yılanı bile deliğinden çıkarır!

Rahmân (sevgi ile dopdolu) ve Rahîm (sevgisi varlığa yayılan/merhamete dönüşen) Allah’ın adı ile başlarım” işte bu olmak icap eder…

Evet, bunda bir tılsım (etki) var. Ama bu tılsım tapınak dinlerindeki sır ve efsun yani okuma, üfürme ve anlamsız tekrar değil…

Bu “ölü besmele”dir.

Bilakis gerçek hayat dinindeki besmele her işe sevgi ve merhamet besleyerek, iyilik, güzellik ve doğrulukla muamele ederek, tatlı dil ve güler yüzle başlamadır.

Bu da “yaşayan besmele”dir.

***

Hz. İsa gibi ölmüş, bitmiş, tükenmiş kişilikleri dirilten, gözlerin ferini açan, kulakların pasını silen, ruhsuzlara can veren, dizlere derman olan, yepyeni çığırlar, bembeyaz sayfalar açan budur… Çamurlarda sürünen bir halkı alıp yükseklere çıkaran, yepyeni bir gelecek vadeden budur… Mesel ile konuşmak âdeti olan Hz. İsa’nın çamurdan kuş yapması, ölmüşleri diriltmesi, körleri, sağırları iyileştirmesi bu demekti… İsa’nın dili işte bunun için besmelenin yani sevgi ve merhametin diliydi.

Hz. Musa gibi yürekleri sünnet eden yani kalpteki kılıfları; hırs, haset, kin, düşmanlık tortularını söken, taşlaşmış kalpleri yumuşatan, gönüllere sürur, yüreklere umut aşılayan buydu… Musa’nın dili de işte bunun için besmelenin yani sevgi ve merhametin diliydi…

İşte bunun için Hz. Peygamber alemlere rahmet için yani insanlıkta sevgi ve merhameti yaymak için, besmeleyi yaşamak ve yaşatmak için gelmişti…

Bunun için besmele bir çilingir değil. Büyü, muska, efsun hiç değil.

Böyle günde beş bin defa besmele çeksen ne olur?

Bir kağıda yazıp, suya batırıp, okuyup üfleyip muska yapsan ne çıkar?

Bu yaşayan değil; ölü besmeledir. Sır ve tılsım dinleri ritüelidir.

Gerçek hayat dininde besmele “yürüyen sevgi ve merhamet” olmaktır. Sevgi ile yaklaşmayı, merhametle muameleyi ete kemiğe büründürmektir. Demirden kalpleri asıl bu açar! Ölmüşleri asıl bu diriltir! Körler bununla görür, sağırlar bununla duyar. Sevgi ve merhamet insana yaşadığını hissettirir. “O yokken meğer hiç yaşamamışım” dersiniz. Çünkü ondan mahrum olan ölüdür, kördür, sağırdır!

***

Onun için ey Ferisi sev!

İnsanı sev, eşini sev, kızını sev, oğlunu sev, anneni sev, babanı sev, kardeşini sev, arkadaşını sev, çocukları sev, çiçekleri sev, hayvanları sev, ağaçları sev, kuşları sev, doğayı sev…

Hayatı sev, iyiyi sev, güzeli sev, doğruyu sev, adaleti sev, cesareti sev, mertliği sev…

Sev de sev, elle tutulur, gözle görülür bir şeyi sev.

Şeylere merhamet nazarıyla bakmayı öğren.

Yalnızca zalimi sevme.

Yalnızca zulmü alkışlama.

Çünkü zalimden başkasına düşmanlık yoktur.

***

Besmele bize bunları öğretmeli değil mi?

Süleyman Çelebi Mevlid’e besmele ile başlayarak “vacip oldur cümle işte her kula” demiş. Demek o da şiirine besmele ile başlamak istemiş. Mevlidhanlar az müsade, Çelebi galiba şunu demek istiyor:

“Sevgi ve merhametle yaklaşalım evvela

Böyle gerektir cümle işte her kula.” (İhsan Eliaçık)

http://ihsaneliacik.blogspot.com/2009/03/besmele.html

posted in BÜYÜ-SİHİR | 4 Comments

12th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BÜYÜCÜLÜK VE BÜYÜNÜN MADDİ BİR ETKİSİ VAR MI?

Râzî’nin tesbitine göre Mu’tezile âlimleri, sihir adı altında ileri sürülen, fakat gerçekte doğal nedenlere dayalı doğal olaylardan ibaret olan gösterilerin sihir olmadığını belirtmişler; bunun dışında kalan ve olağan üstü güçler yardımıyla gerçekleştirildiği öne sürülen bütün sihir çeşitlerini asılsız, imkânsız olan sahte gösterilerden ibaret saymışlardır (Râzî, Tefsir, III, 213). Ehl-i sünnet âlimlerinden bir kısmı, sihir diye ortaya konan işlemlerin büyük bölümünün gerçekte hünerli bazı kimselerin sergilediği el çabukluğu, algı yanıltması, halkın bilgisizliğinden yararlanarak bazı fizik kanunlarını istismar etme, esrar, morfin vb. uyuşturucu veya sarhoş edici maddeler veya ilaçlar içirerek bir kısım insanları etkileme, umulmadık yöntemlere başvurarak insanları birbirine düşürme gibi gerçekte normal olan bir olayın olağan üstü bir yanı varmış gibi gösterilmesinden ibaret olduğunu belirtmişlerdir.

Şâfiîlerden Ebû Bekir el- Esterâbâdî, hanefîlerden Ebû bekir Râzî gibi alimlerin benimsedikleri bu görüşe göre sihirin etkisi hayal ve vehimden ibarettir; fiziki bir etkisi yoktur (Tehânevî, Keşşâf, sihir maddesi). İbn Haldûn’un da içlerinde yer aldığı birçok sünnî âlim ise Hârut Mârut hikayesi, Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını anlatan hadisler gibi delillere dayanarak sihrin maddi etkisinin de bulunduğunu, ancak bunu sihirbazın değil -onun sebepleri yerine getirmesi sonucunda- Allah’ın yarattığını kabul ve ifade etmişlerdir. (Râzî, Bakara sûresi, 2/102-103. âyetlerin tefsiri, İbn Haldun, Mukaddime, Vâfî neşri, s. 1147 vd.; Tehânevî, aynı yer).

Bize göre sihrin, maddi değil, ancak vehim ve hayal boyutunda bir etkisi olabileceği görüşü daha isabetlidir. Karşı görüşün en güçlü iki nakli (âyet ve hadis) delilinin, karşı tezi isbat etmediği aşağıdaki açıklamalardan anlaşılacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hârût ve Mârût’un geçtiği âyette şöyle buyurulmaktadır. “Süleyman’ın egemenliği konusunda onlar, şeytanların (uydurup kulaklarına) okuduklarına tabi oldular. Halbuki Süleyman (büyü yaparak) Allah’ı inkar etmedi, ama şeytanlar inkar edip kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de, iki meleğe; Hârût ile Mârût’a indirilenleri (bildirilenleri) öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi, ‘Biz ancak imtihan için gönderildik, yanlış yapıp küfre girmeyin’ demeden kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlar, o ikisinden, kişiyi eşinden ayırmada kullanacakları şeyi öğreniyorlardı; ancak onlar, Allah izin vermedikçe öğrendikleri ile kimseye zarar verebilecek değillerdir. Onlar, kendilerine zarar vereni, fayda vermeyeni öğreniyorlar. Ayrıca onu (sihri) bedel ödeyerek alan ve uygulatanların ahirette hiçbir nasiplerinin olmayacağını da çok iyi biliyorlar. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötü; keşke bunu bilseler! (Bakara:2/102).

Görüldüğü üzere âyet, Süleyman’a atılan iftiralar ile Hârût ve Mârût’un sihir öğretişi hakkında iki ana konuya dair bilgi vermektedir. Müfessirler bu âyetin sihir öğretmenin ve öğrenmenin sakıncalarını vurguladığı konusunda hem fikirdirler.

Bu âyette Hârût ve Mârût hakkında ayrıntıya girilmediği, ayrıca Hârût ve Mârût ile ilgili senedi güvenilir hiçbir hadis bulunmadığı halde tarih ve tefsir kitaplarında, özellikle “İsrâiliyat” denilen ve hadis literatürüne de giren yahudi kaynaklı rivayetlerde bazı ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Ancak Taberî, Kadı İyâd İbn Hazm, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Kurtubî, İbn Kesîr, İbnü’l-Cevzî, Fahreddin er-Râzî, Taberî gibi müslüman tefsirci ve bilginler bu rivayetleri tenkit etmişler, uydurma veya zayıf olduğunu ifade etmişlerdir. Meselâ İbn Kesîr bu rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu ve gerçekte yahudi asıllı Ka’b el-Ahbâr’dan kaynaklandığını belirtir.

Öte yandan âyetteki ilgili kelimenin mütevâtir olan okunuşu “melekeyn” (iki melek) şeklinde olmakla birlikte, İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Ebü’l-Esved ve Dahhâk gibi bazı âlimler bu kelimeyi “melikeyn” (iki melik, iki kral) şeklinde okuyarak Hârût ve Mârût’u insan isimleri olarak kabul etmişlerdir. İbn Hazm ise bunların melek değil iki şeytan veya iki cin kabilesi olduğunu ileri sürmüştür. Buradaki “melekeyn” (iki melek) kelimesinin, “iki kudretli kişi” veya “iki ruhanî kişi” anlamında mecaz olduğunu ileri sürenler de vardır (R. Riza, el-Menâr, I, 402).

Hz. Peygamber dönemindeki Yahudiler, Kur’an’ın verdiği bilgileri kabul ederek, diğer bütün peygamberler gibi Hz. Süleyman’ın da mâsum, faziletli ve hikmet sahibi bir peygamber olduğuna inanmak yerine, Yahudi literatüründe geçen ve onu, işlerini sihirle yürüten, işretçi, âsi ve günahkâr, hatta putperestliğe sapmış bir kral olarak gösteren düzmece bilgilere, isnat ve iftiralara inanırlardı. Yersiz yurtsuz dolaşmaları ve uzun zamanlar esir hayatı yaşamaları nedeniyle cahilleşen, yoksullaşan ve İbrâhimî kültürden uzaklaşıp yozlaşan Yahudiler, kendi tarihlerinde gelip geçmiş birçok peygamber gibi Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında da şeytanların, cinlerin veya şeytan karakterli insanların telkinlerine, kâhinlerin derlediği sihir kitaplarına uyarak gerçek dışı kanaatlere sapmışlar; cinlerin insanlara gaybı öğrettiği, Süleyman’ın ilminin bu kaynaktan geldiği, saltanatını da bu bilgilerle gerçekleştirdiği, bu bilgiler sayesinde insanları, cinleri, rüzgârı emri altına aldığı yolunda inançlara kapılmışlardır (Zemahşerî, I, 85).

Müfessirlerin çoğu Hârût ve Mârût’a indirilenin de sihir olduğunu belirtirler. Buna göre şeytanların öğrettiği şey, Allah tarafından bu iki meleğe indirilen sihirdir. Fakat bazı eski ve yeni müfessirler, “…indirileni (bildirileni)..” diye çevirdiğimiz “ve mâ ünzile ale’l-melekeyni” cümlesindeki “mâ” kelimesini olumsuzluk edatı kabul ederek bu cümleyi, “İki meleğe (Cebrâil ile Mîkâil’e) böyle bir şey indirilmedi” şeklinde anlamışlardır (bk. Taberî, I, 452; Şevkânî, I, 131; el-Menâr, I, 403). İbn Abbas ve Rebî’ b. Enes’e isnat edilen bu yorumu dikkate alan Taberî âyeti şöyle anlamlandırıyor: “Onlar (Yahudiler), Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanın düzüp koştuğu şeylere uydular. Halbuki iki meleğe böyle bir şey indirilmedi; fakat inkârcı şeytanlar Bâbil’de yani insanlara Hârût ve Mârût’a sihir öğretiyorlardı. Buna göre âyetteki iki melekten maksat Cebrâil ve Mîkâil’dir. Çünkü Yahudi sihirbazları, Allah’ın Süleyman’a sihri Cebrâil ve Mîkâil’in diliyle indirdiğine inanırlardı. İşte âyette Allah bunu yalanlamış ve elçisi Hz. Muhammed’e, Cebrâil ve Mîkâil’in asla sihir indirmediğini; haber vermiş; ayrıca Süleyman’ı, Yahudilerin isnat ettikleri sihirden tenzih etmiş; sihrin bir şeytan işi olduğunu, şeytanların Bâbil’de insanlara sihir öğrettiklerini; aslında insanlara bunu, önceden uyararak öğretenin, Hârût ve Mârût isimli iki kişi olduğunu bildirmiştir. Bu anlayışa göre Hârût ve Mârût insan isimleridir ve böylece Yahudilerin iddiaları reddedilmiş olmaktadır (Taberî, I, 452).

Seyyid Kutub da âyeti bu yönde açıkladıktan sonra şöyle diyor: “Anlaşılan ortada bu iki melekle ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan, bu iki meleğin büyücülüğü bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla ilgili bilginin onlara Allah tarafından verildiğini yayıyorlardı. İşte Kur’ân-ı Kerîm bu iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da yalanlıyor” (Fî Zılâli’l-Kur’ân, I, 146). Ancak Hamdi Yazır, âyetin devamının böyle bir yorumu kabule elverişli olmadığı kanaatindedir (I, 445-446).

Âyette sihrin bir fitne, yani ona inanıp inanmayacakları, bu işle meşgul olup olmayacakları hususunda insanlar için bir imtihan vasıtası olduğu; sihirbazların, Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremeyecekleri bildirilmiş; bu arada Yahudilerin, kendisini sihre kaptıran bir kimsenin âhiret hayatını büsbütün kaybedeceğini bile bile, yarar sağlayacak bilgiler yerine zarar getirecek bilgiler peşinde koştukları ifade edilmek suretiyle sihre inanmanın, yapmanın ve yaptırmanın dinî bakımdan ne kadar sakıncalı olduğu bir kez daha ortaya konmuştur.

Sonuç olarak bu âyet, Hz. Peygamber dönemindeki Medine Yahudilerinin ve onlardan etkilenen Araplar’ın bir peygamber olan Hz. Süleyman’ın putperestliğe saptığı yolundaki iftiralarını reddetmektedir. Sihir denilen sahtekârlık veya fitne-fesat işlerini ancak şeytanlar türetip insanlara öğretirler. Bunlar Müslüman işi değildir. Melekler insanlara, kötülük yapsınlar diye bilgi vermezler; onların öğrettiği hususlar birer deneme vesilesidir; dolayısıyla insanlar onları iyi maksatlar veya -eşlerin arasını bozmak gibi- kötü maksatlar için kullanabilirler ve Allah katında bu tutumlarına göre yargılanırlar. Şunu da bilmek gerekir ki, Allah’ın izni olmadıkça kötü niyetliler zarar veremezler; onlar sadece âhirette kendilerine zarar verecek şeyleri satın almış ve böylece çok kötü bir iş yapmış olurlar.

Şu halde âyetin asıl maksadı Hz. Süleyman’ı Yahudilerin iftiralarından tenzih etmek, kötülüğün kaynağının peygamberler veya melekler değil, şeytanlar veya şeytan tabiatlı cinler yahut insanlar olduğunu, meleklerin insanlara telkin edeceği bilgileri birer imkân ve dolayısıyla imtihan sebebi bilip bunları hayırlı konularda değerlendirmek gerektiğini anlatmak, böylece müminleri yanlış inanç ve uygulamalardan korumaktır. Konumuz bakımından en önemli husus da âyette, Hârût ile Mârût’un öğrettiği bildirilen şeyin “sihir” olduğunun ifade edilmiş olmadığıdır. Tam aksine âyet, insan ve cin şeytanlarının insanlara sihir öğrettiklerini bir de o iki meleğe bildirileni öğrettiklerini söylüyor; bu ifade açıkça gösteriyor ki, Allah’ın gönderdiği, bildirdiği bilgi sihir değil, başka bir bilgidir. Bu bilgiyi ve sihri, karı kocayı ayırmak için kullananlar kötülük peşindeki insanlardır. Karı ve kocanın ayrılması sonucunu doğuran da -yine âyete dikkat edilirse görüleceği üzere- büyü değil, büyücülerdir, onların telkinleri, bilgilerini kötü maksatla kullanmaları ve bozucu ifadeleri, çabaları, düzenleridir, düzmeceleridir; yani Kur’an, “sihir karı kocayı ayırır” da dememiştir.

Yine Kur’an-ı Kerim’de Firavun’un sihirbazları ile Hz. Mûsâ’nın bunlara karşı yürüttüğü mücadele anlatılmıştır. Bu âyetlerde sihirbazların yaptıkları şeyin göz bayma (bir çeşit illüzyon) ve insanları korkutarak etki altına alma ve hayal görmelerini sağlama” olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bunların, illüzyon yoluyla yılan suretinde gösterdikleri ipleri ve değnekleri, Allah’ın, peygamberi Mûsâ’ya lütfettiği mucize sayesinde yok olup gitmiştir (A’râf: 7/116; Tâhâ: 20/66).

Âyette geçen “Allah izin vermedikçe öğrendikleri ile kimseye zarar verebilecek değillerdir.” cümlesini, “Allah izin verirse sihir tesir eder ve zarar verir” şeklinde anlamak doğru değildir. Doğru anlayış şudur: Sihirbazlar aksini söyleseler de onların yaptığı sihir, öyle istedikleri için insanlara tesir etmez, zarar vermez, ancak Allah isterse (isteseydi, böyle bir kanun koysaydı) zarar verir, akıl ve nakil delilleri sihrin böyle bir etki ve zararının olmadığını ortaya koymuştur; şu halde Allah izin vermemiştir ve sihir kimseye zarar veremez.

Felak ve Nas surelerinin tefsirinde, ayrıca hadis kitaplarının (Mesela Buhârî’nin) Tıp ve Yaratılış bölümlerinde rivayet edilen hadise göre Yahudiler, Peygamberimize sihir yapıyorlar, o da bundan etkileniyor; bir şeyi yaptığı halde yapmadığını sanıyor, gücü azalıyor…

Bu hadis karşısında Müslüman alimlerin farklı tavırları olmuştur:
1. Mutezile âlimleri, Peygamber’in sihirden etkilenmesinin, peygamberlik ve vahiy konusunda şüpheye sebep olacağından bu hadisin sahih olmadığını, yanlış bir anlama ve nakletmeye dayandığını ileri sürmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim, peygamberimizin sihirlenmiş olması iddiasını reddetmektedir (İsra: 17/47).

2. Sünnî alimler hadisin sahih olduğunu, ancak sihirin etkisinin baş ağrısı, ateşlenme gibi, peygamberliğe zarar vermeyecek ölçüde bir etki olduğunu, alınan tedbir ile bunun da geçtiğini ileri sürmüşlerdir.

 

Hadisin bazı rivayetlerinde “öyle olmadığı halde kendisine yapmış, olmuş gibi geldiği, öyle hayal ettiği” ifadesi geçmektedir. Bu da yukarıda geçen, “sihirin gerçek ve maddi tesiri yoktur, vehim ve hayal etkisi vardır” görüşü ile örtüşmektedir.

İlim ve itikad (kesin bilgi ve dini inanç) konularında mütevatir olmayan (yalan ve yanlış olma ihtimalini ortadan kaldıracak kadar büyük bir topluluk tarafından rivayet edilmeyen) hadisler geçerli ve yeterli olmadığından bize göre bu hadisi de bilgi ve inanç konusunda bir delil, bir dayanak, bir kaynak olarak kullanmak doğru değildir.

Allah Teâlâ’nın peygamberine, vahyi tebliğ etmesini emrettikten sonra “Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide: 5/67) buyurmuş olması da, başkalarına etkisi olsa bile ona sihrin tesir etmesine izin vermeyeceğini göstermektedir.

Şu halde sihirin etkisi konusunda vahye dayalı olup tartışma götürmez bir delil yoktur. Bilim de sihirbazların iddialarını isbat için kullandıkları delilleri -bilim alanında, bilim yöntemleri ölçütünde- geçerli bulmamıştır.

Bir başka mantıki kanıt da şöyle ifade edilebilir: Hem gayptan haber verdiklerini hem de insanlara sihir yoluyla bir şeyler yaptıklarını ve yaptırdıklarını iddia edenler, kandırdıkları kimselerden aldıkları üç beş kuruşla geçiniyorlar, kendilerini basmaya gelen emniyet güçlerinden haberdar olamıyorlar, sihir yapıp hapisten ve cezadan kurtulamıyorlar, yer altında, definelerde saklı büyük servetlerin yerini bulup onlara sahip olamıyorlar.

 

Sihir öğrenme ve yapmanın hükmü:

İster etkili olsun ister olmasın sihir, kötüye de kullanıldığı, psikolojik olarak insanları etkilediği, kontrol edilemez olduğu, Allah’ın kurduğu tabii düzeni değiştirmeyi amaçladığı, insanların -dinde “sünnetullah” diye ifade edilecek kadar önemli kabul edilen- bilimsel gerçeklere (meselâ bilimsel tedavi yöntemlerine) güvensizlik duymalarına yol açtığı, insanların zaaflarını, dertlerini, korkularını veya ümitlerini sömürmeye ve onları aldatmaya elverişli olduğu, inanca zarar verdiği ve bunlara benzer daha başka sakıncaları da bulunduğu için şiddetle yasaklanmıştır.

Büyücü veya sihirbazların birçok gizli şeyleri bilebildiği, tabiat üstü işler başarabildiği şeklindeki yaygın inançlar, muteber kaynaklarda İslâm’a aykırı görülmüş, sihri mubah saymanın, haramı helâl saymak anlamına geleceği, bu sebeple de Müslümanın dinden çıkmasına sebep olacağı kanaatine varılmış; ayrıca en yetkili ve güvenilir Müslüman bilginler, bir kimsenin, sihrin haram olduğuna inanmakla birlikte, sihir yapmasının veya yaptırmasının ya da sihre ve sihirbaza inanmasının da büyük günah olduğu konusunda ittifak etmişlerdir (bu husustaki hadisler için meselâ bk. Buhârî, “Vesâyâ”, 23; Müslim, “Îmân”, 144; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10). Aslında sihir menfaat amaçlı bir uygulama olduğundan Allah, Peygamber ve din gibi kutsal gerçekleri tanımaz; bununla birlikte, ihtiyaç duyduğunda bu değerleri menfaat ve başarı aracı olarak kullanmaktan da çekinmez. Bütün bu anlayış ve uygulamalar, Allah’ın irade ve kudretinin üstünde işler başarabileceği iddiasında olan veya öyle sanılan ya da eyleminin içeriğinde böyle bir iddia saklı bulunan sihirbaza Peygamber’den, hatta Allah’tan daha büyük değer vermek anlamını ortaya çıkarmakta olup sihir yapmayı ve yaptırmayı yasaklayan hükmün temelinde öncelikle bu gerekçeler bulunmaktadır. Sihir öğrenmeyi mutlak olarak haram sayanlar yanında, yalnızca bilgi sahibi olmak ve koruyup korunmak için öğrenmenin caiz olduğunu söyleyenler de vardır. (İbn Haldun, s. 1157; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire, 1959, XII, 335; Günay Tümer, “Büyü”, DİA, VI, 501-506).  (Hayrettin Karaman-Hayatımızdaki İslam-Kehanet sihir başlığı)

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00187.htm


posted in BÜYÜ-SİHİR | 1 Comment

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BÜYÜ (Öz):

“Büyü menfaat kökenli bir disiplindir; Allah, peygamber, din tanımaz. Bazı du­rumlarda onları ve kutsal metinleri is­tismar eder. Büyüde Tanrı’nın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği id­diası vardır. Bütün bunlar büyücüye pey­gamberden de Tanrı’dan da daha bü­yük değer vermek anlamını ortaya çıkar­maktadır. Büyücülerin her şeyi bildiği, başaramayacakları şeylerin bulunmadı­ğı tarzındaki inançlar İslam’a ters düş­mektedir. Bu yüzden bazı müslüman bil­ginler büyüyü, hiçbir gerçekliği bulun­madığı, aldatmacadan ibaret olduğu dü­şüncesiyle tamamen reddetmişlerdir.” (Bkz.Türkiye Diyanet Vakfı İSLAM ANSİKLOPEDİSİ Büyü maddesi)

BÜYÜ (Genel):

Tabiat üstü güçler yardımıyla tabiatı etkileyerek olağan üstü sonuçlar elde etme esasına dayanan faaliyetler için kullanılan bir terim…

Büyü, “tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurula­rak yahut kendilerinde gizli güçler bu­lunduğuna inanılan bazı tabii nesneler kullanılarak zararlı, faydalı veya koruma gayeli bazı sonuçlar elde etmek için ya­pılan işler” şeklinde tarif edilebilir. Kut­salla ilişkisi bulunmaması ve ahlâkî amaç taşımaması büyünün en temel özellik­leridir; başlıca gayesi ise daima çıkar sağlamaktır. Büyünün asıl amacı insana ve olaylara etki ederek bol ve çok avla­ma, balık tutma, hayvan yetiştirme, düş­manı yenme, zarara uğratma veya öl­dürme, çocuk, ürün ve mal çoğaltma, kadın elde etme, hastalıktan kurtulma, kısacası bitkileri, hayvanları, insanları, tabiat olaylarını ve güçlerini kontrol ederek şu veya bu kişi yahut kişilere iyilik ya da kötülük etmek suretiyle bir men­faat sağlamadır. Büyü, olağanüstü etki­leyici bir güç veya bilgiye sahip olduğu­na inanılan bazı insanlara yaptırılır. Bun­lar büyücü, şaman, sihirbaz, hekim gibi toplumlara göre adları değişen kimse­lerdir. Bunların güçlerini iyiye de kötüye de kullanabileceklerine inanılır. Büyüde araç olarak ruhlar, cinler, şeytanlar, can­lı veya ölmüş bazı hayvanlar, cisimler, şekiller, hatta adlar kullanılır. Tarih bo­yunca büyüye başvurulduğu gibi günü­müzde de en gelişmiş toplumlarda bile büyü yapanlara ilgi duyanlar vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen sihir kelime­si büyü anlamını da taşımakla birlikte sihir büyüden daha geniş kapsamlıdır; büyü ile sihrin bazı şekilleri arasında farklar vardır. Öte yandan Türkçe’de bü­yücü ile sihirbaz aynı anlama gelmemek­tedir. Sihirbazlıkta gözü, görüşü alda­tan, hokkabazlık, el çabukluğu ve renk yanıltmasına dayanan bir sanatı yürüt­me anlamı da vardır. İllüzyonizm, man­yetizma, hipnoz, telepati gibi teknikleri uygulayan sihirbazdır. Büyücü ise iyi ve­ya kötü varlıkların yardımını sağlayan, büyü tekniğini, usullerini, tılsımlı sözle­ri, iksirleri, uygun materyali, muskaları, diğer ilgili maddeleri bilen ve kullanan kimsedir. Cadılar ve kâhinler büyücüler­le karıştırılırsa da aslında onlarınki bir teknik değil şahsî kabiliyettir.

Din ve Bilimle İlişkisi. Antropoloji, et­noloji, sosyoloji, fenomenoloji, dinler ta­rihi, mitoloji gibi bilim dallarıyla uğra­şanlar büyünün nitelik ve özellikleri, ta­rif ve tasnifi, dinle büyünün ilişkisi, ben­zer ve farklı yönleri üzerinde durmuşlar­dır. Bunlar arasında E. B. Tylor, J. G. Fra-zer, Levi-Strauss, M. Mauss, Liyy Bruhl, B. Malinovvski gibi bu konudaki araştır­ma ve iddialarıyla meşhur kimseler var­dır. Antropolojik yönden büyüyü ilk de­fa inceleyen E. B. Tylor (ö. 1917) onu bir ölçüde bazı psikolojik temellere dayan­dırmakla birlikte daha çok içtimaî plan­da ele almıştır. Tylor Phmitive Culture adlı kitabında büyüyü sonradan Frazer’in de benimseyeceği şekilde “sahte bilim” olarak nitelendirip ilkel kabile mensup­larının büyü ile olaylar arasında kendi­lerine göre bir sebep-sonuç ilişkisi kur­duklarını belirtti ve dinle büyünün aynı düşünce sisteminin ayrı parçaları olduğu­nu ileri sürdü. J. G. Frazer (ö. 1941), The Golden Bough adlı kitabında Tylor’ın gö­rüşlerini geliştirdi. Frazer büyünün din ve bilimle ilişkisi üzerinde durdu ve bunları birer tekâmül merhalesi olarak yo­rumladı. Ona göre bütün dinlerin kay­nağı büyüdür. İnsanlar tabiatı kontrol etme çabalarında büyünün yetersizliği­ni anlayınca bu kontrol gücüne sahip ru­hanî varlıklar inancına yer veren din or­taya çıkmıştır. Büyü insan ve tabiata ait olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisi­ne sembolik anlam yükleyen kültürler­de önem taşımaktadır (günümüzde bu görüş, yazı öncesi toplumlarının düşünce tarzlarının yanlış anlaşılmasından ileri gel­diği şeklinde değerlendirilir). J. G. Frazer’in büyünün dinden önce geldiği şeklindeki görüşüne K. Th. Preuss de katılmıştır. K. Beth ise büyü ve dinden önceki bir dönemde şahsî olmayan bir kudrete inanmanın varlığını ileri sürmüş ve din­le büyünün iç içe, yan yana olduğu üze­rinde durmuştur. Frazer’in görüşüne kar­şı F. W. Schmidt Der Ursprung der Got-tesidee adlı on iki ciltlik eseriyle onun bir özeti mahiyetindeki L ‘Origine de la foi en Dieu adlı kitabında bir tek Tanrı’ya tapmanın dinin başlangıcı olduğu­nu, fakat bu inancın zamanla bozulma­sı üzerine büyüsel davranışlar ve çok tan­rıcılığın ortaya çıktığını, daha sonra ilâhî vahye dayalı dinler ortaya çıkıncaya ka­dar bu durumun böylece sürdüğünü sa­vunurken aralarında A. Loisy, E. Durk-heim, R. R. Marett, J. H. King, A. Lang’ın da bulunduğu bazı araştırmacılar Fra­zer’in görüşünün aksine büyünün din­den çıktığını ileri sürmüşlerdir. M. Mauss, Livy Bruhl gibi bilginler ise büyü ve di­nin ortak bir kökten çıkma iki ayrı kol olduğunu savunmuşlar, nihayet Mali­novvski ve Goldenvveiser de büyü ile di­nin birbirine benzer bazı özelliklere sa­hip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre din adamı ve büyücü aynı pratik gayeyi gütmektedir; büyü de din de mi­tolojik bir temel ve geleneğe sahiptir.

Büyüyü ferdî ve zihnî bir mesele, fer­din tabiatı algılayış şekli olarak açıkla­yan geleneğe karşı E. Durkheim (ö. 1917), M. Mauss (ö. 1950) gibi sosyologlar onun içtimaî yönü üzerinde durdular. Durkheim büyünün müşterileri, dinin ise cemaati olduğunu, büyücünün kutsal nesnelere müşterileri için başvurduğunu belirtti. Ona göre büyü ferdî bir iştir, din gibi iç­timaî birleştiricilikten uzaktır. Daha son­ra Radcliffe Brovvn (ö. 1955) ve bir ölçü­de B. Malinovvski de bu görüşe katıldı­lar. R. Brovvn büyünün içtimaî önemi ve gayesi üzerinde durdu. Malinovvski ise eserlerinde daha çok büyüye inanışının psikolojik sebeplerini konu edindi. Ona göre büyü dinin karşıtı olup ferdin psikolojik ihtiyaçlarıyla ilişkilidir. Büyü insanların bilgi ve gücünün yetmediği yer­de güven, teknolojisi zayıf toplumlarda bir ümit kaynağıdır. Bu iki bilgin büyü­yü bir inanç meselesi olmaktan ziyade sosyal hayattaki yeri bakımından ince­lediklerinden araştırmaları bugün de önemini korumaktadır…

Din ile büyü arasında benzerlik bu­lanlara karşı şu görüşler ileri sürülmüş­tür: Din her şeye gücü yeten bir varlı­ğa, büyü ise tabiattaki bir güce yönel­mektir. Dinin bir cemaati, büyücünün ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah an­layışı varken büyüde yoktur. Dinde açık­lık, büyüde kapalılık ve gizlilik, dinde ita­at, bağlanma, büyüde muvakkat bir men­faat hesabı vardır. Dindeki dua, ibadet, ahlâk, dayanışma, birlik gibi temel un­surlar büyüde yoktur. Büyüde dinî uy­gulamalardaki manevî, ruhanî özden, derunî inanıştan çok dış unsurlar, katı şartlar, maddî araçlar ön plandadır. Bü­yü ilâhî otorite ve ahlâkî kuralların dışın­dadır. Büyü, inanışa göre, Tanrı veya tan­rıların kudretinin üstünde bir şey yap­mak veya onları zorlayarak bir gayeyi gerçekleştirmek iddiasındadır. Halbuki dinde Tanrı’ya itaat etmek, O’nun hoş­nutluğunu kazanmak, gazabından sa­kınmak, ceza veya mükâfatına göre ta­vır almak söz konusudur. Büyünün te­mel gayesi menfaat temini olduğundan yerine göre dince kutsal sayılan şeyleri de kendi gayesi için kullanarak dini istis­mar edebilir. Büyüde şahsî, dinde hem şahsî hem de içtimaî gaye söz konusu­dur. Dinin devamlılığına karşılık kişinin bilgi, yetenek ve imkânı bitince veya ga­yesini gerçekleştirince büyü olayı sona erer.

Büyünün bilim ve teknikle ilgisi bulu­nup bulunmadığı da tartışılmıştır. J. G. Frazer büyünün ilkel bir bilim olduğu, bilimin ortaya çıkması ve gelişmesine yardım ettiğini ileri sürmüştür. Golden-vveiser’e göre her ne kadar bu iki disip­lin arasında benzer yanlar varsa da bü­yüde başarısızlık halinde ona olan inanç sarsılmaksızın yeni ve değişik bir büyü­ye başvurulur. Halbuki bilim adamı yal­nız gerçek ve doğruyu bulmak ve belir­lemek ister. Lehmann ise bilimin bir sis­teme göre düzenlenmiş, doğruluğu belgelenebilen bilgiler bütünü olduğunu, onun pratikte kullanılışına teknik denil­diğini, halbuki büyünün doğru temelle­re, gözlemlere dayanmadığını, başarı­sızlık halinde sebebin ya başka etkiler­de arandığını veya farklı büyü tarzları­na başvurulduğunu söylemektedir. Bü­tün bunların yanında büyünün bilimler­deki gelişmelerde ve insanların tabiata hükmetmesinde itici bir güç olduğu, sim­yanın kimyayı, astrolojinin astronomiyi hazırlaması gibi büyünün de bugünkü teknolojiyi hazırladığı düşünülmektedir…

Tarihte Büyü.

A) Muhtelif Kültürlerde. Büyü, Paleolitik devrede bile örnekleri bulunan çok eski bir uygulamadır. “Ben­zer benzeri meydana getirir” şeklindeki büyüsel anlayışla çizilmiş kargı saplı hay­van resimlerinin çok eski tarihli mağara duvarlarında tesbit edilmesi bunu gös­termektedir. Ayrıca o dönemlerden kal­ma, mumya gibi bir balçık türünün ko­ruduğu cesetlerin kırmızı boya ile kap­landığı görülmekte, benzer benzeri mey­dana getirir inanışına uygun olarak ka­na benzeyen kırmızı rengin ölü için bir hayat özü şeklinde düşünüldüğü, böyle­ce kırmızıya boyanarak büyülenmiş ce­sedin yeniden dirileceğine inanıldığı sa­nılmaktadır.

Eski Mezopotamya ve Mısır’dan kal­ma, tılsımlı sözler ve büyü formülleri ih­tiva eden çok sayıda metin günümüze kadar gelmiştir. Onların törenlerinin ço­ğu büyü ile ilgiliydi. Milâttan sonra I-IV. yüzyıllara ait Yunan ve Mısır papirüsle­rinde hayvanlar ve insanlarla ilgili büyü formülleri, büyü törenleri, büyünün tut­ması için gerekli görülen temizlenme usullerini içinde bulunduran büyü örnek­leri çoktur. Mezopotamya bölgesinde ra­hipler aynı zamanda büyü ile ilgili tören­leri yürütmekte idiler. Akkadlar, Bâbilli-ler ve Asurlular’da kötü cinlerden ko­runmak için muskalar kullanılmaktaydı. Özellikle Bâbilliler’de toplum hayatı bü­yü üzerine kurulmuştu. Sanat, ticaret, savaş, din, av vb. faaliyetler hep büyü ile iç içe idi. Eski Mısırlılar büyü yoluyla hayat ve ölümü etkileyebileceklerini, ta­biat güçlerini denetimleri altına alabile­ceklerini sanıyorlardı (aktif büyü). Mısır tanrıları aldatılabilir, zorlanabilir, itaat altına alınabilirdi. Bu yüzden Mısırlılar büyüsel jestler ve tanrıları kendi istek­lerine uydurabilecek âyinlerle büyücüle­rin ölülere iyi davranmayan tanrılara ce­za verebileceğine inanıyorlardı.

Eski Çin’de büyü taoizmle özdeşleş­mişti. Konfüçyüsçülük genelde büyüye karşı çıkınca eski büyücülerin işlerini taoist veya Budist rahipler sürdürdüler. Çin’de büyü insanı hayatta ve ölüm öte­sinde güçlendirmeyi ve böylece ruhları hatta tanrıları bile kontrol altına almayı gaye edinmişti. Bu yüzden büyü hayatı sarmış, halk dinini istilâ etmiş, halk kül­türü büyüsel temalar ve ruhlarla ilgili alı­şılmışın üstündeki maceralarla dolup taşmıştı.

Eski Japonlar’da çeşitli büyü uygula­maları görülmekle birlikte şinto âyinle­rinde büyü ile tanrılara isteklerini su­nan büyücü rahiplerin büyüsel formül­leri ve afsunlarına yer veren dualara pek rastlanmaz. Ancak zühd hayatı yaşayan kimseler büyü, cincilik ve gizli bilimlerle uğraşırlardı. Japonya’ya Budizm girdik­ten sonra bu eski uygulamalar gelişmiş Budist gizli bilimciliğiyle kaynaştırıldı. Konfüçyüsçü telkinler Japonya’da büyü­cülüğü bir ölçüde engellediyse de şim­diki şinto mezhepleri hastalıkların te­davisinde büyü, kehanet ve cinciliğe hâ­lâ büyük önem vermektedir.

Hinduizm’de büyücülük geniş yer tu­tar. Vedalar’da büyü ile ilgili olanla ol­mayanı ayırmak zordur. Sonraki Vedik devrede büyüye ilginin daha da arttığı göze çarpar. Hindistan’da tıp uygula­maları büyü ile yakından ilgiliydi. Zen­gin olsun fakir olsun herkes, adak ada­yarak hastalıktan kurtulmaktan büyü­sel-yarı büyüsel uygulamalara kadar bir­çok büyü çeşidine ilgi duyardı.

Eski Yunan’da Hekata sırlı bir kişiliğe sahip olması yanında büyü ilahesi ola­rak da benimsenmişti. Şehirlerde büyü­cüden geçilmezdi. Bütün eski Yunan fi­lozofları büyüye inandılar; hatta içlerin­de Porphyrius gibi kendini büyüye has-redenler de oldu. Büyücüler Pisagor’un rakamlarından faydalanarak sayıları bü­yülü daireler içinde kullandılar. Pisagor-cular büyü nazariyeleri yanında büyü uy­gulaması da yaptılar.

Romalılar büyüyü boş ve anlamsız, bü­yücüleri hilekâr ve yalancı saymakla be­raber onlarda da büyücülük geniş çap­ta yer almıştı. Mısırlılar’la Kaldeliler’in büyülerinden etkilenmiş olan eski Ro­ma büyücülerin merkezi haline gelmiş­ti. İmparatorlar sık sık bunlara başvu­ruyorlardı.

Eski İran’da dinle büyü, başka hiçbir yerde görülmemiş ölçüde birbirine ka­rıştırılmıştı. Gatha’lardan da anlaşıldığı gibi Zerdüşt sadece tevhidi yerleştirmekle kalmadı, aynı zamanda başta büyü ol­mak üzere bâtıl inançlarla da mücadele etti. Sonraki Avesta bölümlerinde bile bü­yücüler ve cadılar lânetlenmişse de za­manla oluşan yeni dinî yapıda Zerdüşt’­ten kalan telkinlerle halkın sürdürdüğü ve içinde büyü ile ilgili elemanların da yoğun olarak yer aldığı inançlar bir ara­ya geldi ve daha sonraki safhada müs-lümanların Mecûsî diye adlandırdığı di­nî sentez ortaya çıktı. İyiliğin kötülüğe galip gelmesi şeklindeki aslî gayeye uy­gun olarak iyi cin ve ruhların yardımıyla kötü cin ve ruhların zararlı etkileri gi­derilmek ve büyücülerin kötülükleri ön­lenmek istendi. Zerdüşt devrinin melek­leri ateş, sığır ve yer cinlerine, kurban büyü âyinine, dualar da afsunlara dö­nüştü. Hastalıklardan, kötü varlıklardan kurtulmak için afsunlar, büyüler yapıldı. Airyaman adlı eski İran sağlık tanrısına başvurularak Angra Mainyu tarafından yaratıldığına inanılan 99.999 hastalığa çare bulunmaya çalışıldı. Airya­man şimdiki Parsîlik’te göğün “izad”ı olarak devam etmektedir. Ancak onun iyileştirici gücü Feridun’a verilmiştir. Es­ki İran’da ateş kültünde de büyünün ye­ri vardır. Parsîler’le Hindistan’da ve İran’­da bulunan çok az sayıdaki Mecûsî ba­kiyesi (Ceberler) hâlâ büyüsel âyinler ic­ra ederler.

Ken’ânîler’de büyü ile ilgili materyal Sümer -Akkad geleneği kadar çok de­ğildir. Bununla beraber Eski Ahid kayıt­larından Ken’ânîler’in büyüleri hakkında bilgi edinilebilmektedir. Ayrıca Ugarit metinleri milâttan önce 2000 yıllarında­ki büyücüler ve yaptıkları hakkında bil­gi vermektedir.

B) Türkler’de. Çeşitli Türk kavimlerin­de büyü, kehanet, falcılık, cincilik vardı. Şaman Türkler’de kam kelimesiyle ifa­de edilirdi. Kam ruhlar, tanrılar ve cin­lerle ilişki kurabildiğine inanılan kimse idi. 0 afsun (arvaş) ve büyü yapar, afsun­lu sözler söyler, kâhinlik (ırk) yoluyla in­sanın içinden geçenleri bilir, gaipten ha­ber verir, cin çarpmasını ve hastalıkları tedavi ederdi; anlaşılmayan afsunlu söz­ler söyler, üfürür, davul döver, kendin­den geçerek görünmeyen varlıklarla iliş­kiye girerdi. Kam ve üfürükçüye (afsun­cu, arbağçı) ürüng denilen bir ücret veri­lirdi. Eski Türkler’de çocuklar cinlere ve göz değmesine karşı ilâçla afsunlanırdı. Yine göz değmesine karşı bağ, bostan ve bahçelere korkuluk (abakı) ve nazarlık (kösgük) dikilirdi. Cin çarpan kimsenin yüzüne soğuk su serpilir, sonra “kovuç kovuç” (kaç kaç) denilerek üzerlik ve öd ağacıyla tütsülenirdi. “Kovuz” (Oğuzlar’da “kovuç”) cin çarpmasına karşı afsun, üfü­rük olarak söylenirdi. Yel “cin”, yelvi “bü­yü”, yelviçin “büyücü” anlamında kullanı­lırdı. Orta Asya Türk lehçelerinde arbağ da (Kıpçaklar’da arbav) “büyü” anlamına gelirdi. Yılanı ininden çıkarmak yahut zehrini gidermek için yılan afsunu oku­nurdu. Dudaklardaki uçuk kötü bir ruh­tan bilinir, özel bir törenle afsunlanarak tedavi edilir, buna uçuklama, tedavi ede­ne de uçukçu denirdi. Havayı etkileyerek yağmur, kar ve dolu yağdırmakta kulla­nılan afsunlanmış taşa ya da, cada ve yat gibi isimler verilmiştir. Kâşgarlı Mah-mud yatı “taşlarla yağmur ve rüzgâr ge­tirmek için yapılan büyücülük” şeklinde tarif eder (Dlvânü lügati’t-Türk Tercü­mesi, I, 159). Eski Türkler atın boynuna nazarlık olarak moncuk denilen bir taş ve bir çeşit muska (Kazak ve Kırgızlar’da “tumar”) takarlardı. Başkırtlar hastalığı tedavi etmek veya korkuyu yatıştırmak için kurşun eriterek hastanın başında bulunan kap içindeki suya döker ve bu sudan hastaya içirirlerdi. Kurşun döken kadın kurşunun suda aldığı şekle baka­rak hastalığın sebebini söylerdi; sudan alınan kurşun hastanın elbisesinin göğ­süne muska olarak dikilirdi. İslâm’dan önceki Türk boylarında her türlü belâ ve âfetlere karşı koruyucu etkisine inanılan muska-tılsım âdeti yaygındı. VIII-XIV. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan’da, aralarında Budist ve Maniheist Türkler’in de yaşadığı bölgede yapılan arkeolojik kazılarda tılsım – muskalar (üzerinde af­sun formülleri yazılı levhalar, tahta mater­yal) bulunmuştur. Budist Uygurlar’ın di­nî kitaplarında da tılsım şekillerine rast­lanmıştır. Budist Türkler’in dinî eserle­rinde “tılsım-muska” anlamına gelen vu kelimesi Çince’dir. Bu kelimeyi onlara Çinli Budist rahipler öğretmişlerdir. Türk­ler müslüman olduktan sonra vu yerine bitig (yazı) kelimesini kullanmışlardır.

X. yüzyılda Türk boylarının büyük kit­leler halinde Müslümanlığı kabul etme­lerinden sonra da İslâm’ın şiddetle ya­saklamasına rağmen büyü-sihir, İslâm’­dan önceki devreden kalan âdetlerle, ay­rıca eski İran, Mezopotamya, Mısır ve ni­hayet Anadolu kültürlerindeki katkılar­la günümüze kadar varlığını sürdürebil­miştir. Türkler’in müslüman olmaları sı­rasında bu geniş âlemin kamları, Budist ve Maniheist rahipleri yeni dinin yayıl­masını önleyemeyince eski gelenekleri­ni yaşatmak ve meslekî çıkarlarını korumak için kendi hurafelerini başka mil­letlerden öğrendikleri âdet ve inançlar­la birleştirip bunlara biraz da dinî bir gö­rüntü vererek cincilik, üfürükçülük, mus­kacılık ve afsunculuğa yeni bir şekil ka­zandırmışlardır.

Yûsuf Has Hâcib tara­fından XI. yüzyılın ikinci yansında yazıl­mış olan Kutadgu Bilig’üe kamlar ota­ denen hekimlerle birlikte anılmış, her derdin bir dermanı ve iyi edecek kamı bulunduğu belirtilmiştir. Yûsuf Has Hâ­cib, “muazzim”lerin (üfürükçü ve muskacı­lar) okuyup üfleyen, muska yazan kim­seler olarak yel (cin) ve şeytan hastalık­larını tedavi ettiklerinden, “afsuncular” ve “emçiler”in oluşturduğu sınıfın top­lumdaki ruhî, cinnî hastalıkların iyileşti­rilmesinde gerekli görüldüğünden bah­seder. Ancak afsuncularla hekimlerin arasındaki münasebeti şöyle belirtir: “Otacı onamas muazzim sözin / Muazzim otacıga evrer yüzin // Ol aymış otuğ ye­se iğke yarar / Bu aymış bitig tutsa yek­ler ırar” (Hekim üfürükçünün sözünü be­ğenmez. Üfürükçü hekimden yüzünü çevi­rir. O, ilâç yerse hastaya iyi gelir, demiş. Bu, muska bulundursa şeytanlar ırak olur, demiş). Böylece eski kam ve rahip gele­neğini yürütenlerin artık “muazzim” adı­nı aldıkları, eski afsun geleneğine dinî-İslâmî bir veçhe vermek niyetiyle Kabe, levh-i mahfuz, arş, kürsî, zemzem vb. terimleri, Kur’an’dan bazı âyet ve sûre­leri büyü unsuru veya malzemesi olarak kullandıkları görülmektedir. Doğu Tür­kistan azâimcileri, mesleklerinin Hz. Fâtıma’ya dayandığını ispat etmek için Ri-sâle-i Perihan’ı yazmışlardır. Aslında Mezopotamya, İran ve Mısır büyü gele­neklerinin karışımı olan bu telakki, Ana­dolu’da eski putperest dinlerin ve Hıris­tiyanlığın da dahil olduğu kültür etkile­riyle daha çok çeşitlendiBu çeşit eserlerin en meşhuru Şemsü’l-ma’ârifi’l-kübrâ idi. Yazarı XIV. yüzyılda yaşamış Ahmed b. Ali el-Bûnî olan bu Arapça eserde 400’e yakın tılsım şekilleri ve bin­lerce afsun vardır. Bu kitapta melek, cin, ifrit isimleri diye verilenler (hımtıhılgıyail, hımtıyail, similhiyail… hışıtışalkikuş, keşik-şeliğuş, bıhelhelşıtuş… gibi) ve afsunlar (beheltif seltığ azmatun atvan hekeş bu-kaş hiyuruş behliyur alarkiyaz…, muhabbet afsunu) cahil halkı inandırmak ve korkut­mak için hiçbir dilde bulunmayan saçma sapan anlamsız sözlerdi. Eski Mısır bü­yü geleneğinden kalma bu afsunlara iti­mat telkin etmek için Kur’an’dan âyet­ler, esma-i hüsnâ, çeşitli dualar vb. dinî metinler de karıştırılmıştı. Müellif Bûnî Cezayirli olduğundan İspanya Yahudilerinin, “kabala” denilen ve hem Hıristiyanları hem de Müslümanları etkileyen mistik rakamsal sistemlerinden etki­lendiği anlaşılmaktadır. Bunu, sonu hep “il” ile biten adlar da doğrulamaktadır. Böylece eski Mısır tılsımlı sözleri, eski Yunan Pisagor rakamları Yahudi gele­neğinde, özellikle kabalada birleşmiş ve Bûnî yoluyla İslâm dünyasına girmiştir. Bir diğer eser de yazarı Süleyman el-Hüseynî olan Kenzü’l-havâs Keytiyyet-i Celb ve Teshîr adlı Türkçe kitaptır. As­lında Ahmed el-BÛnFnin Şemsü’l-macâ-rifi’l-kübrâ’smm Türkçe’ye çevirisinden ibaret olan bu eser, katılan dualar ve di­ğer ilâvelerle aslının iki misline çıkmış­tır. Eserde hırsızı bulmak, kısmeti bağlı kızların kısmetini açmak, çiçek hastalı­ğını önlemek, uyku bağlamak, uykuyu hafifletmek vb. gayeler için tılsım, afsun ve âyetlerden gülsuyu, safran, misk, ka­ranfil tozu, koyun barsağına kadar çeşitli büyü elemanlarına yer verilmiştir.

Halen Türkiye’nin çeşitli yörelerinde değişik uygulamalar içinde büyü gele­neği varlığını sürdürmektedir. Hunlardan günümüz Türk toplumlarına kadar uzun bir gelişme çizgisi takip eden bü­yü bugün Türkiye’de genellikle kötü ni­yetle yapılmaktadır. Karı koca veya baş­ka kişilerin arasını açmak, insanın bazı kabiliyetlerini, dilini, bahtını, cinsî gücü­nü, idrarını bağlamak, sakatlamak, uyut­mamak, malına, canına, hayvanına za­rar vermek, kız kaçırmak, kız veya er­keklerin bahtını bağlamak, kadının gön­lünü çalmak gibi kötü niyetli kara büyü yanında kişinin kendisini, ailesini, mal mülkünü koruma gayesine yönelik büyü örnekleri de görülmektedir. Taklit ve temas büyüsü örnekleri de vardır. İçinde tılsımlı yazılar, şekiller, âyetler, dualar bulunan muskalar muhabbet ve şifa maksadıyla, düşmanlık, cin, hasım ve benzerinden korunmak için muska­cılara yazdırılır. Karı-koca, baba-oğul, gelin-kaynana, iki kardeş vb. arasını aç­mak için yazdırılan muskaların birçok çeşidi vardır. Büyü türlerine ve çeşitli yörelere göre değişen büyü maddele­rinden en çok kullanılanları başta mus­ka olmak üzere saç, elbise parçası, tır­nak, sabun, iğne, resim, ip, teşbih, çakı, kilit, düğme, at nalı, kazık, demirci örsü, kurşun, demir, bakır vb. maden parçası, toprak, yumurta, koyun işkembesi, ho­roz kanı, sıpa dili, bal mumudur. Bu tür büyülenmiş nesnelerin saklanıldığı veya konulduğu yerler arasında boyun, kol­tuk altı, cep, yatak veya yastık altı, kapı eşiği, ocak arkası, merdiven dibi, kör kuyu, mezar gibi yerler sayılabilir.

İlâhî Dinlerde Büyü.

A) Yahudilik. Yahudi kutsal kitabında başlıca üç bü­yücü tipi verilir. 1. Esas işi gelecekten haber verme olan kimseler. Bunlar falcı (meonen), müneccim (kösem kesamim) ve gaipten haber veren kâhinlerdir (mena-heş). 2. Doğrudan doğruya büyü ile uğ­raşan, büyücü-afsuncu (mekhaşef), bü­yü ve tılsımla bağlayan (hover, hever) kim­seler. 3. Cincilik ve bakıcılık yaparak, ölü ruhlarından bilgi edinerek hem kehanet hem de büyü ile uğraşanlar. Bu büyücü listesi, bozan benzer terimler kullanıla­rak yahudi kutsal kitabında ufak farklı­lıklarla defalarca geçer (bk. II. Krallar, 21/6; II. Tarihler, 33/6; Mika, 5/11; krş. Yeremya, 27/9). İçinde kralların da yer aldığı büyü ile ilgili uygulamalar olduk­ça çoktur. İsrâiloğullarının ilk kralı Saul cincileri ve bakıcıları ülkeden kovmuş­ken Filistîler karşısında zayıf düşünce bir cinci kadın buldurdu ve onun vasıta­sıyla ölmüş Samuel’le görüştü (I. Samuel, 28/3, 7 vd.). Kral Yoram’ın annesinin af-sunculuğu (II. Krallar, 9/22), Manasse’-nin oğullarını ateşten geçirmesi, münec­cimlik, sihirbazlık, afsunculuk etmesi ve cinciler, bakıcılar kullanması (II. Krallar, 33/6) gibi daha başka örnekler de var­dır. Halk da falcıları, afsuncuları, mü­neccimleri, sahte peygamberleri dinliyor­du (Yeremya, 27/9; Hezekiel, 13/18-20).

Bâbil ve Mısır’daki kadar çeşitleri ve usta uygulayıcıları bulunmasa da Yahudi kutsal kitabındaki şiddetli yasakla­malardan anlaşılmaktadır ki Yahudi di­ni büyüsel kavramların etkileri altındaki bir kültür çevresinde gelişti. Aslında Yahudi dinine göre büyünün etkisine inan­ma, Tanrı iradesinin beşerî maksatlara alet olması anlamına geleceğinden, tek bir Tanrı’nın dünyayı idare etmesi inan­cına ters düşer. Bu sebeple Yahudi kut­sal kitabında, “Afsuncu kadını yaşatma­yacaksın” denilmiştir (Çıkış, 22/18). Ay­rıca, “Cincilere ve bakıcılara dönmeyin”; “Sihirbazlık etmeyeceksiniz ve münec­cimlik etmeyeceksiniz”; “Ve cinci yahut bakıcı olan erkek veya kadın mutlaka öl­dürülecektir” (Levililer, 19/26, 31, 20/ 27) gibi yasaklamalar yanında afsuncu­luk, büyücülük, müneccimlik, yıldızlara bakıcılık ve benzerlerinin başa gelecek şeylerden kurtaramayacağı açıklaması da yer almaktadır (İşaya, 47/8-14)... Büyüye karşı sert ya­saklama Talmud’da, özellikle Mişna’da da bulunur. Mişna’da büyü puta tapıcılıkla bir tutulur. Ortaçağ’da ve asrımızın ortalarında Yahudiler ve Hıristiyanlar ta­rafından büyücüler şeytanın halkı olmak, tabiat üstü sırlara sahip olmaya kalkış­makla suçlanmıştır [EJd, XI, 714-715).

B) Hıristiyanlık. Hıristiyanlık’ta da bü­yü ile ilgili yasaklama devam eder. An­cak Yeni Ahid’de bu konuya ayrılan yer Eski Ahid’e göre oldukça azalmıştır. İsâ Mesih’in doğumunda doğudan gelme müneccimlerin doğumu müjdeledikleri sadece bir İncil’de yer alır (Matta, 2/1-12). “İsâ’da beelzebul (şeytanların başı) denilen bir gizli güç var, cinlerin reisi olan bu güç vasıtasıyla cinleri çıkarıyor” di­yenlere karşı Hz. îsâ, bu haksız iddiaları ortaya atanların Rûhulkudüs’e murdar ruhu dediklerini hatırlatıyordu (Markos, 3/22-30; Yuhanna, 7/20). Benzer cin çı­karma işini İsa’dan sonrakiler de yapı­yordu. Nitekim Pavlus, bir defa falcı ru­huna sahip ve gaipten haber veren hiz­metçi kızdaki ruha “çık” dedi; o da çıktı (Resullerin İşleri, 16/16). Bir başka se­fer Pavlus, beraberinde Barnabas var­ken yalancı peygamber olan bir büyücü Yahudi’nin gözlerine gözlerini dikerek onun gözünü görmez etti (Resullerin İş­leri, 13/6-8). Samiriyeli büyücü Simon’un yaptıkları herkesi hayrete düşürüyordu (Resullerin İşleri, 8/9-24). Yeni Ahid’de cinlere ve putlara secde edenler, katil­ler, zina veya hırsızlık vb. kötülükler ya­panlar gibi büyücülükten tövbe etme­yenler de şiddetle kınanmaktadır (Vahiy, 9/21, 21/8, 22/15; Galatyalılara, 5/20). Ancak dikkat çekicidir ki eldeki İncil­lerde büyü ile ilgili bir anlatım görülme­mektedir.

Yahudiler büyüyü daha fazla Yahudi olmayanlara ait bir uygulama olarak gör­dükleri gibi Hıristiyanlar da bu işi Hıristiyan olmayanların yürüttüğünü söyle­diler. XV-XVII. yüzyıllar arasında birçok yahudinin engizisyon mahkemelerine çı­karılarak büyücülükle, cadılıkla suçlan­dığı, cezalandırıldığı ve öldürüldüğü bi­linmektedir [EJd, XI, 714-715). Hıristiyan dünyasında büyücüden daha fazla cadı­dan korkulur. Ancak cadıya atfedilen bü­yücülük, hortlaklık, yamyamlık, kan em­me gibi tesirlerin abartma olduğu he­men anlaşılmaktadır. Aslında hayatta iken vücuttan ayrılabilen ruh anlayışı ya-hudilerde görülmez. Hıristiyan kutsal kitabında da cadı kavramına uygun bir anlatıma bir iki belirsiz temas dışında açıklıkla rastlanmaz (bk. Resullerin İşle­ri, 16/16). Tanrı’nın Şehri ve İtiraflar kitaplarının yazarı Aziz Augustinus da­hil kilise babaları ve ilk önemli yazarlar büyüyü putperest kavimlerin bir âdeti olarak gördüler. Onlara göre bu din dışı uygulama dinin iyi öğretilmesiyle önle­nebilirdi. Kilisenin büyüye bakışı bu çiz­giyi takip ettiyse de halkta, özellikle şe­hir dışı yörelerde büyü geleneği devam etti. Buna zaman zaman varlıklı şehirli­lerin büyü iptilâları da eklendi. Bütün bu gelişmeler, 1320’de çıkarılan ve bü­yücülükle cadılığın her ikisini de dinsiz­lik sayan papalık fermanıyla noktalan. Artık engizisyon kayıtlarında “cadılar setti”, “kara şeytan tapınması” deyim­leri geçmeye başladı… 1484’te Papa VIII. İnnocent tarafından cadılık zındıklık olarak ilân edildi. Bu fer­man engizisyon mahkemeleri tarafından başta İspanya, Fransa, Almanya ve İn­giltere olmak üzere Avrupa’nın çeşitli yerlerinde, 200 yıl boyunca içlerinde pek çok masum insanın da bulunduğu on binlerce kişinin suçlanmasına ve eziyet­le öldürülmesine yol açtı.

C) İslâmiyet. Câhiliye devrinde büyü-sihir yaygındı. Cincilik, kehanet, fal ok­ları, yıldızlara bakmak, küçük kareler çizip içlerine harf veya sayı yazmak, dü­ğüm atmak ve üflemek gibi yollarla bü­yü yapmak son derece yaygındı. Bütün bu işler putperestlikle birlikte yürütü­lüyordu. Araplar büyücülerden çekinir ve onlara saygı duyarlardı.

İslâm dini büyük günahlar arasında saydığı büyücülüğe şiddetle karşı çık­mış, Kur’an ve hadiste sihir kökünden türeyen kelimeler kullanılmak suretiyle bu iş açık ve kesin şekilde yasaklanmış­tır. Ne gariptir ki müşrikler, önceki üm­metlerde olduğu gibi Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in ve İslâm’ın başarısını sihir di­ye nitelendirmişler, peygambere “sâhir” diyebilmişlerdir (bk. Sâd 38/4; ez-Zâri-yât 51/52).

Büyü menfaat kökenli bir disiplindir; Allah, peygamber, din tanımaz. Bazı du­rumlarda onları ve kutsal metinleri is­tismar eder. Büyüde Tanrı’nın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği id­diası vardır. Bütün bunlar büyücüye pey­gamberden de Tanrı’dan da daha bü­yük değer vermek anlamını ortaya çıkar­maktadır. Büyücülerin her şeyi bildiği, başaramayacakları şeylerin bulunmadı­ğı tarzındaki inançlar İslâm’a ters düş­mektedir. Bu yüzden bazı müslüman bil­ginler büyüyü, hiçbir gerçekliği bulun­madığı, aldatmacadan ibaret olduğu dü­şüncesiyle tamamen reddetmişlerdir (bk. SİHİR).-Hikmet Tanyu (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Büyü maddesi)

posted in BÜYÜ-SİHİR | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİYANET TEFSİRİ: “2/102-103. Râzî’nin tespitine göre Mu’tezile âlimleri, sihir adı altında ileri sürülen, fa­kat gerçekte doğal sebeplere dayalı doğal olaylardan ibaret olan gösterilerin sihir olmadığını belirtmişler; bunun dışında kalan ve olağan üstü güçler yardımıyla ger­çekleştirildiği öne sürülen bütün sihir çeşitlerini asılsız, imkânsız olan sahte gös­terilerden ibaret saymışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin önemli bir kısmı, sihir diye ortaya konan işlemlerin büyük bölümünün gerçekte hünerli bazı kimse­lerin sergilediği el çabukluğu, algı yanıltması, halkın bilgisizliğinden yararlanarak bazı fizik kanunlarını istismar etme; esrar, morfin vb. uyuşturucu veya sarhoş edi­ci maddeler veya ilâçlar içirerek bir kısım insanları etkileme, umulmadık yöntem­lere başvurarak insanları birbirine düşürme gibi gerçekte normal olan bir olayın olağan üstü bir yanı varmış gibi gösterilmesinden ibaret olduğunu belirtmişlerdir…

İnsanların zaaflarını, dertlerini, korkularım veya ümitlerini sömür­meye ve onları aldatmaya elverişli olması gibi sakıncaları sebebiyle büyücülerin veya sihirbazların birçok gizli şeyi bilebildiği, tabiat üstü işler başarabildiği şek­lindeki yaygın inançlar, birkaç istisna dışında bütün kaynaklarda İslâm’a aykırı görülmüş; sihri mubah saymanın, haramı helâl saymak anlamına geleceği, bu se­beple de müslümanın dinden çıkmasına sebep olacağı kanaatine varılmıştır.” (DİYANET KUR’AN YOLU: 2/102 açıklaması)

DİYANET TEFSİRİ: 113/4. “Üfürenler” diye çevirdiğimiz “neffâsât” kelimesi hem erkek hem de kadın için kullanılır. Râzî, “neffâsât” kelimesini, “cinsel câzibeleriyle erkekleri âdeta büyülercesine etkileyip türlü türlü işler yaptıran kadınlar” şeklinde özet­leyebileceğimiz mecazî bir anlamda yorumlamanın uygun olacağını belirtmiştir. Bununla birlikte yaygın yoruma göre burada gerçek büyücüler ve üfürükçüler kastedilmiş ve kadınıyla erkeğiyle büyü ile meşgul olan herkesin şer­rinden Allah’a sığınılması emredilmiştir. Âyette düğümlü ipe üflenerek yapılan büyünün etkisinden ve şerrinden değil, bunu yapanların kötülüğünden söz edilmiştir. Şu halde bu tür işlerle meşgul olanlar insanları aldatmakta, kafalarını karıştırmakta, onları bilhassa sıkıntılardan kurtulma hususunda gerçeklere yönelmekten ve bilime uygun tedbirlere başvur­maktan alıkoymakta, yanlış yollara ve davranışlara yönlendirmektedirler. Âyet, müminlerin büyücü ve üfürükçülere itibar etmemeleri, onlardan uzak durmaları, onlara değer vermekten sakınmaları gerektiğini de ortaya koymaktadır. Nitekim Taberî’nin naklettiği bir rivayete göre Hasan-ı Basrî, bu âyet söz konusu olduğun­da “Sihre bulaşanlardan sakının” demiştir.

Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de indiğini söyleyen müfessirler burada bir yahudi tarafından Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını, bu sebeple onun altı ay veya daha fazla bir süre rahatsızlanıp söylemediği bir sözü söylemiş ve yapmadığı bir şeyi yapmış gibi hayal ettiğini, bunun üzerine Felak ve Nâs sûrelerinin indiğini ve Resûlullah’ın bunları okuyarak şifa bulduğunu bildiren rivayetlere dayanmaktadır­lar (bk. Kurtubî, XX, 253). Ancak diğer Mutezile âlimleri gibi Zemahşerî de âyet­le ilgili yorumunda, bu tür uygulamaların gerçekliğine ve etkilerine inanmayı kesinlikle reddeder. Son dönem âlim ve müfessirlerinden Muhammed Abduh, böyle bir olayın Peygamber’in ve vahyin sihir vb. beşerî etkilerden korunmuşluğunu ifade eden âyetlere aykırı olduğunu ileri sürerek ilgili rivayetlerin kabul edilemeyeceğini söylemiştir. Benzer görüş Reşid Rıza tarafından -mevcut psikolojik bul­gulara da dayanılarak- daha ayrıntılı bir şekilde ifade edilmiştir. Bizim kanaatimize göre bilgi ve inanç konularında mütevâtir olmayan rivayetlerin dayanak olamayacağı birçok sünnî âlimin üzerinde birleştiği bir kural olup Peygamber’e büyü yapıldığı iddiasının hem bilgi hem inançla ilgisi bulun­duğundan bu konuda mütevâtir olma değeri taşımayan rivayetlere itibar edil­memesi gerekir.

SÜLEYMAN ATEŞ TEFSİRİ: “Mu’tezileye ve ehlisünnetten bazı kişilere göre büyü, gerçek değildir. Büyü diye bir şey yoktur… Ebu Hanife dışındaki fakihler büyünün bir hakikati olduğu görüşündedirler. Ebu Hanife’ye göre büyü, tamamen bir aldatmadan ibarettir. Hiçbir gerçek yanı yoktur.” (Süleyman Ateş Tefsiri-2/102 açıklaması)

ELMALI TEFSİRİ: “Nitekim “İnsanların gözlerini sihirlediler.” (A’râf, 7/116), “Sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi, çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydiler.” (Tâhâ, 20/66) buyurulmaktadır. Bununla beraber özel olarak bazı övgüye değer şeyler ve gerçekler için iyi mânâda kullanıldığı da olur. Mesela; “Muhakkak ki, bazı güzel sözler sihirdir.” hadisi.

Melek sihir öğretmez, fakat meleklerin hayır için öğrettikleri ve ilham ettikleri gerçekler, küfür ehlinin ve şeytanların elinde şer ve fitne çıkarmak için sihir olarak da kullanılabilir.” (Elmalı Tefsiri-2/102 açıklaması)

posted in BÜYÜ-SİHİR | 0 Comments