-
26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Ilıman İslâm” İfâdesi, Allah’ın Dini Olan İslâm’a Bir İftiradır

“Ilımlı” kelimesi, bilindiği gibi, lügat anlamıyla, fazla sıcak ve soğuk olmayan demektir. İnsanlar ve onların ideolojileri, inançları için kullanıldığında da, “aşırı olmayan, ölçülü, mûtedil” anlamlarında kullanılır. Yani sıcaklığı giderilmiş, ılımlılaştırılmış anlamında. Bununla radikal olmayan anlayışlar kastedilir. Radikallik de, köktencilik, her alanda köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, sertlik, keskinlik, aşırılık anlamlarında kullanılıyor. Aslında radikallik/radikalizm, Batıdaki çıkış ve kullanılış şekliyle, geçmişteki kurumlardan tamamıyla kurtulmak amacını güdenlerin düşünce tarzı ve öğretisini belirten ve keskin yenilik akımı için kullanılan bir terimdir. Köklü değişiklik isteme konusunda uygun düşse de eski kurumlara tümüyle karşı çıkılıp her şeyiyle yenilik eğilimi ve keskin bir yenilik taraftarı olmak anlamında muvahhid müslümanlara radikal denilmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, müslümanın radikali, ılımlısı vb. olmaz. Müslüman müslümandır, ona “müslüman” ismini Allah vermiştir (22/ Hacc, 78).

Muvahhid müslümanlar, kendilerine ne ılıman, ne radikal, ne dinci denilmesini isterler. Onlar Allah’ın verdiği isimle şeref duyarlar. Hele, “İslâm” dini için kullanılan değişik sentezlere, Allah’ın vermediği başka adlandırmalara hiç iltifat etmezler. İslâm’ı farklı ayrımlara tâbi tutup dini sulandırmaya, suyu ılımlı hale getirmeye tümüyle karşıdırlar. İslâm, aşırı mıdır? Yani Kur’an’ın ve sünnetin çizgisindeki İslâm, ölçüsüz müdür? Kime göre, nasıl bir aşırılıktır bu da, onu ölçülü hale getirmeye yeltenebiliyorlar? Kur’an’ın sınırlarını çizdiği “İslâm”, kaynar derecede sıcak mıdır ki, “ılımlısı” istenmektedir? Her konuda ölçü ve “İslâm”ın ölçülü olup olmamasında karar mercii Allah mıdır, perde arkasına gizlenen ve halka din biçen egemen güçler mi? “Ilıman İslâm” ifâdesi, Allah’ın dini olan gerçek İslâm’a iftiradır, ona hakarettir, onu suçlamaktır ve reforma ihtiyacı olduğu anlayışıyla onu tahrif etme çabasıdır. “Ilımlı İslâm” kavramından ancak bunlar anlaşılır. 

Radikal ve ılımlı tâbirleri bütünüyle Batı kaynaklıdır. Onlar, önce etiketle yaftalamayı, sonra uygun gördükleri bu yakıştırmayla insanları suçlayıp cezalandırmayı pek severler; yani hem dâvâcı, hem savcı, hem yargıç ve hem de gardiyan ya da cellat rolünü. Bununla da yetinmeyip müslümanların kavramlarının ve dinlerinin içini de kendi bâtıl zihniyetleri doğrultusunda doldurmaya, insanları da bu yeni şekil verdikleri kavrama ve dine uydurmaya çalışırlar. Bu, bir anlamda rablik taslama, insanları ve inançlarını yeniden inşâ etmeye çalışmadır. O yüzden Kur’an, Batılılara (ehl-i Kitaba): “Allah’tan başkasına tapmama, O’na hiçbir şeyi şirk koşmama” yanında, “Allah’ı bırakıp da bazı insanları, birbirlerini rab edinmemeye, ilâhlaştırmamaya” çağırır ve bu bizim de bu çağrıyı yapmamızı (diyalog değil, dâvet tebliğ) emreder. Bu âyetin sonunda da bizim halimizle ve dilimizle şöyle dememiz istenir: “…Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘bizim müslüman olduğumuza şâhit olun!’ deyiniz.” (3/Âl-i İmrân, 64)

Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içe rikten soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiçbir tavrı olmayan bir din oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bu amaca yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrail’in sömürgesi konumundaki ABD’ nin başını çektiği Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki çalışmaları yoğunlaştırdı.

BOP, Ortadoğu’nun dinini yeniden şekillendirmeyi, yani ılımlılaştırmayı hedefleyen bir projedir. Türkiye yönetimini de hem demokrasi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir arada yürüttüğü için model ülke kabul etmekte, yöneticilere “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini (ki, buna “İslâm” demek doğru olmaz) diğer ülkelere de pazarlamasını istiyor. Türkiye’de devletin dininden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dini halini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduğunu ısrarla belirtiyor. Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri yok. Bu coğrafyadaki düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak, demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâ fazakâr (neyi muhâfaza ediyorsa) bir dini, yani “ılımlı İslâm”ı, dinini yaşamak isteyen müslüman halk için tek alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din anlayışını diğer ülkelere Batı adına ihraç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye çalışıyor.            

Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu önyargısından yola çıkılarak oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor bir din olmadığı, dünya ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doğru yoldan elde etmenin adı olduğu halde; bazıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabul ediyorlar da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının doğrultusunda hoşlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dininiz bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.

İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında aziz İslâm’ın teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez (2/Bakara, 286). Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; İslâm’ın tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler (42/ Şûrâ, 13).

İslâm’da zorluk değil; kolaylık esastır. Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” (2/Bakara, 185)

İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler; kendi hevâla rına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putlarını elleriyle yapanlar, ya da kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. İslâm, insanlara altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. İslâm’ın bütün emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan güzel şeyleri kazandırmak, zararlı olan çirkin şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.

Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde nass’la  (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Ilımlı İslâm kavramıyla, tek hak din olan İslâm, atmalar ve katmalarla dejenere edilmek, çağın bâtıl ideolojilerinin ve sapık insanların güdümünde uyduruk bir din oluşturulmak istenmektedir.  

Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.

Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terk etmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm’ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za’fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za’fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.

Allah’a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, gerçek din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler… hep gayri İslâmî yönelişlerin ya da dini sulandırıp ılıman İslâm çizgisinin, bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. Meselâ içki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık zannettirir. Fâhişelik ve câhiliyyenin “hayat kadını” deyip özendirdiği bayat kadınlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay ve güzel bir şey olmasa gerektir.

“Lâ râhate fi’ddünya.” İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık ve rahat içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu doğal zorlukları kolaylık ve güzelliklere çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak; ya da gayri meşrû bir amaç uğruna zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada zor bir hayat onu bekleyecektir.    

Allah’ın râzı olduğu bu tevhid dinini yeniden dizayn edip reforma tâbi tutmaya, onu tahrif edip yeniden şekillendirmeye kim, hangi hakla cür’et edebilir? Bu yetkiyi onlara kim veriyor? Câmi duvarını pislemeye kalkanların da, onlara seyirci kalanların da âkıbetleri hiç iyi olmayacaktır. Taşlar (tâğûtî düzenin yasalarıyla) bağlı ve itler (özgürlük yemiyle) azgın olsa da bu sonuç değişmeyecektir. Bir kısmını kabul edip bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle Allah’ın dinini parça parça edip gruplara ayrılanlarla müslümanların hiçbir (olumlu) ilişkileri olamaz (6/En’âm, 59).

Bazıları kalkıyor, İslâm’ı ikiye ayırıyor: Radikal İslâm, ılımlı İslâm diyor. Cici İslâm, ağza biber sürülecek İslâm şeklinde iki çeşit İslâm ortaya koymaya çalışıyor. Tabii, tercihlerini, yönlendirme ve dayatmalarını kendilerinin veya kendilerinden daha alçak bazı insanların içini doldurduğu cici dinden yana koyuyorlar. Allah’ın Kur’an’la tanımlayıp Peygamberiyle örneklendirdiği dini beğenmeyip değiştirmek isteyen bu tipler, bir anlamda -hâşâ- Allah’a din öğretmeye kalkıyorlar.

“De ki: ‘Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (49/Hucurât, 16).

Bu, vahiy dinini akıl dini haline getirmek, İlâhî dini beşerî din ölçülerine indirmek, yani tahrif etmektir. Bir zamanlar hak din olan hıristiyanlık ve yahûdiliğin başına gelenlerin aynısını İslâm için de yapmaya çalışıyor ılımlı İslâm anlayışını dayatan muharrref din sahipleri.

İçinde “hak”dan bazı unsurlar taşıyan “bâtıl”, en tehlikeli bâtıldır. Bâtıl/küfür, kendi aslî yapısıyla İslâm’ın karşısında durmayı göze alamadığı için, hak maskesi takarak, hakla koalisyona girerek, sûret-i hakdan gözükerek kalleşçe, münâfıkça İslâm’ın karşısına geçiyor. Dine karşı din, İslâm’a karşı ılımlı İslâm yaklaşımıyla cahil kitleleri safına çekmeye, gerçek İslâm’ı içten yıkmaya çalışıyor. Bu, modern zamanlarda icat olunan yeni bir keşif değil; kâfirlerin çok eski, ilkel bir taktiği. Medine münâfıklarından farklı bir şey yok küfür cephesinde.

Ilımlı İslâm’ı savunmak, insanı tanrı yerine koymaktır, ilâhlık taslamaktır, İslâm’ı yeniden şekillendirip, atmalar ve katmalarla onun içeriğini yönlendirmeye kalkmaktır. Tâğut denen bu azgın sapıklar, kendilerinin râzı olacağı bir din istiyorlar. Allah’ın bizim için seçip râzı olduğu dinden onların râzı olmayacakları belli.

“Sen onların dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (2/Bakara, 120).

 O yüzden, bu ılımlı İslâm denen ucûbe, egemen güçlerin, global küfrün râzı olacağı farklı bir dindir; adına İslâm denilse de hak din olan, Allah’ın seçtiği ve râzı olduğu İslâm değildir. Kur’ân-ı Kerim, bunlar hakkında bakın neler diyor? 

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi (işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21)
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)

“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” (61/Saff, 7)
“Onların çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” (12/ Yûsuf, 106)

Gerçek mü’minlerin vasfını ve tavrını da Kur’an şöyle belirtiyor:
“Gerçek mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte sâdıklar (iman iddialarında doğru olanlar) ancak onlardır.” (49/Hucurât, 15)

Her gün, namaz kılarken 40 defa duâ ediyor ve O’nun dosdoğru dinini tâkip edeceğimize dair bir anlamda Allah’a söz veriyoruz:

“(Ey Allah’ım) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. Bize hidâyet ver, dosdoğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiğin, lütufta bulunduğun kimselerin (peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin) yolunu; gazaba uğramış (yahûdilerin) ve dalâlette olan sapıkların (hıristiyanların) yolunu değil!” (1/Fâtiha, 5-7)

Ilımlı İslâm denen bu sahte din, hakka bâtılın karıştırılması, hakla bâtılın koalisyonudur. İlâhî dinden bazı hususlarla emperyalist keferenin bazı prensiplerinin karması olan uydurma bir karışımdan, çirkin bir sentezden başka bir şey değildir.

İslâm, “lâ (hayır!)” ile başlar. “Lâ ilâhe illâllah” demeyen insan müslüman kabul edilmez. Tarihsel ve güncel ilâh yerine konulan her türlü sahte tanrıları, güç odaklarını, otorite anlayışını, yani tâğutları reddetmeden müslümanlık olmaz (2/Bakara, 256). Ilımlı İslâm denilen şey, “lâ”sız bir İslâm anlayışıdır. Reddedecek, tavır alacak, savaşacak bir düşmanı olmamak; her şeyle ve gayri müslim herkesle diyalog içinde kardeş-kardeş, barış içinde yaşamak… Kendisine ve her şeyden önce dinine kast eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!… Aslında bu çirkin kavramla istenen şey belli: müslümanın iğdiş edilmesi, işgalcilere karşı direnç ve tavır gösteremeyecek şekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle edilmesi…

Allah’ın yanında tek hak din olan İslâm (3/Âl-i İmrân, 19), Allah tarafından tamamlanmış ve Peygamberimiz tarafından bize sunulmuştur.

“…Bugün size dininizi kemâle (olgunluğa ) eriştirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip beğendim, ondan râzı oldum…” (5/Mâide, 3).

İslâm, tarih boyunca Allah’ın insanlara gönderdiği dinin genel adıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’ an’la tamamlanan ve olgunluğa ulaşan bu din, aslî kaynakları yönüyle kıyâmete kadar bozulmadan devam edecektir. Bu dinin Kitabı olan Kur’ ân-ı Kerim, Allah’ın koruması altındadır ve asla değişmeyecek, tahrif olmayacaktır. İnsanların din hakkındaki görüşleri ve değerlendirmeleri değişse bile, İslâm, Allah’ın dini olarak devam edecektir. Bu dine inananlara ‘müslüman’ adını Allah vermiştir (22/Hacc, 78). Geçmiş peygamberler de müslümandı, onlara inanan insanlar da. O peygamberler de insanları yalnızca İslâm’a dâvet ettiler. (2/Bakara, 128, 131-133, 135-136; 3/Âl-i İmrân, 20, 67 vd.).

İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır.

Müslüman, kalbiyle, diliyle davranışlarıyla İslâm’a teslim olduğunu, Allah’a itaat ettiğini gösterir. Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir.
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36).

Allah’ı hakem kabul etmeyen, O’nun hükmüne râzı olmayan, O’nu her konuda tek ölçü kabul etmeyen kimse müslüman olabilir mi? Allah’ın dinini beğenmeyen, O’nun dininde bazı eksiltmeler veya artırmalar yapan, o dindeki bazı hükümleri yok sayan veya başka görüşlerle sentezleyen kimseden daha sapık kim olabilir?! Ilımlı İslâm denilen şey, işte böyle bir sapıklıktır.     

 

Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini

Müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile nasıl basit çıkarlarına uyan uydurma bir din çıkarmış iseler, onların tâkipçileri de Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra aynı yolu izliyorlar. Tarihî süreç içerisinde İslâm top lumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; hadisler uydurarak ikinci kaynağın duruluğuna halel getirmeye gayret etmişler, hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır. Halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, bid’atlere din diye yapışmaları, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Müslüman olduğunu söyleyen halkın çoğunluğu, önem vermediği için vahyi hiç anlamıyor veya yanlış anlıyor. Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.                           

Bütün bu mirasın yanında, yerel ve global küfrün çok çirkin tavırlarına muhâtap oldu modern çağın Müslümanları. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak, gerçek dini öğrenip yaşamak kahramanlık istemektedir. İslâm’a düşman düzenlerin, resmî kurumların, okulların ve çevre şartlarının gerçek İslâm’a giden yolu nasıl tıkayıp uzlaşmacı bir yolu din diye sundukları ortadadır. 

Kalabalıklar, yaşayışlarını dinleri olduğunu söyledikleri İslâm’a göre yön vermek yerine; hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik… İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve din çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.

Modernizm, Batı tarzı hayat biçimi, kapitalizm ve ne olduğu belli olmayan demokrasi ve bu çerçevede egemen güçlerce oluşturulmuş konjonktür asıl kabul edilmiştir. Ve merkezdeki bu yapı doğrultusunda İslâm te’vil edilmeye, kuşa benzetilmeye, moda akımlarla sentez edilmeye çalışılmaktadır. İslâm’ı ırkla, ulusalcılıkla, resmî dayatma ve kabullerle, vatan anlayışıyla, şahsî kanaatlerle, lider ve örgütlerle, çağdaş felsefî akımlarla, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri gözükmektedir.

İslâm’ı sadece vicdan özgürlüğü olarak görenler mi ararsınız, sadece Allah’la kul arasındaki ilişki olarak anlayanlar mı? Dünyamızı düzenlemek için gelen İslâm’ın dünya hayatına, kamusal alana karışmasını istemeyenlerden tutun da, İslâm’a şeytanlarının söylediği şekilde bir içerik kazandırmaya çalışanlara kadar ne ararsanız bulursunuz müslümanlık adına, Kur’ an’ın anlattığı ve Peygamber’in yaşadığı gerçek İslâm dışında.

Bugün okullarda öğretilen mecburî din, câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan din, medyanın % 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir, ılımlısıdır; aslı değil. TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu ılımlı ve sahte dindir.  

Ortadan kaldıramayacaklarını anladıkları İslâm, isim olarak var olmalıydı ancak, hüküm ve uygulama alanından kaldırıldığı gibi, pratik hayattan da uzaklaştırılmalı ve özellikle kamusal alanlardan tümüyle kaldırılmalıydı. Bunun en kolay yolu, müslümanlık adına müslümanlığa cephe açmak, din adına gerçek dini dışlamaktı. Açık cephe alarak fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltip etkisiz hale getirmenin, müslümanlığı tahrif etmeye çalışıp İslâm inanç ve yaşayışını saptırmanın, “müslümanım” dediği halde kâfir gibi yaşamanın adını “ılımlı İslâm” koymuşlar. Bu tanımlarla uyuşmayan Kur’an’ın istediği İslâm ise, “radikallik, fundamentalizm, köktendincilik, terör, bölücülük, taassup, bağnazlık, yobazlık, irtica” gibi yaftalarla çirkin gösterilmeye çalışılmış ve belirli mesafeler alınmıştır. Halk sadece ismen müslüman kalsın, ama müslümanlığın içini İslâm düşmanları doldursun ve “ancak şu şekildeki bir müslümanlığı yaşayabilirsin” diye halkın dinini yönlendirsinler; yerlisiyle yabancısıyla egemen küfrün zorba güçleri tarafından istenenleri ve yapılanları böyle değerlendirmek gerekiyor. 

 Ilımlı İslâm anlayışı, zıtları birleştirme çabasıdır; hâlbuki zıtlar birleşmez. İki ayrı şeyin sentezinden farklı yeni bir şey ortaya çıkar. İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşma ve sentezi, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.

Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan ılımlı İslâm anlayışına sahip kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? “Ey mü’minler, deyiniz ki: ‘Biz Allah’ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah’ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O’na ibâdet edenleriz.” (2/Bakara, 138)

Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellîsidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münâfı ğın karakteridir. 

Ilımlı İslâm anlayışı, her şeyden önce, Allah’ın dininden tâviz vererek egemen küfür dünyasıyla uzlaşma çabasıdır. Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Bu uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek İlâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin.
“Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” (2/Bakara, 256)

Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah’ın hudûdudur. Allah’ın göstermediği kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf etmeye kalkmaktır. Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol keseden sevap dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve yazılmıştır: “Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl boyunca bütün günahların silinmesine sebep olur.” (Hâlbuki, Peygamber sünnetinde ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır, ne de bol keseden vaatler.) “Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen bir kadın, bu davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden bu insanların davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman sana uymazsa sen zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun, tâviz vermeden yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi geçinmeli, kâfirlere karşı da hoşgörülü olunmalıdır…” gibi yaklaşımlar, dini kolaylaştırmak adına tahrîf etmek demektir. Dine ilâveler (bid’atler) ve bu şekilde dini zorlaştırmalar ne kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini insanların arzu ve hevesine uygun hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir.
“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar?” (42/Şûrâ, 21)

Ilımlı İslâm düdüğü çalanların maksadı, nefislerine zor gelen dini kolaylaştırmak adına sulandırmak, kendi hevâlarından bir din oluşturmaktır. Müslüman, Allah’a teslim olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil; Allah’ın hükmünü ölçü alan kimse… Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’ dır; Allah’ın hükmüdür.
“Bunlar, Allah’ın (koyduğu) hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâp vardır.” (4/Nisâ, 13- 14)

“(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” (5/Mâide, 49).

“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” (45/Câsiye, 23)

“Sonra da seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma.” Ahmed Kalkan

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1561&k=59

posted in AYRIMCILIK, GÜNCEL | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İdeolojik Irkçılıklar Ve Duygusuzluklar   – Atasoy Müftüoğlu

Küreselleşmenin etkisiyle kimi kavram ve kurumlar, küreselleşen ölçekte kullanıma girdiler. “İnsan Hakları” gibi, “liberal düşünceler” gibi klişeler moda haline gelirken, bunun yanında küreselleşme dönemi, eşsiz ve benzersiz ırkçılıkların, faşizmlerin boy gösterdiği bir dönem oldu. İnsan Hakları ve insan onuru dili/söylemi, Iraklıları, Afganistanlıları, Filistinlileri, Kürtleri, Hintli Müslümanları kapsamıyor. İnsan hakları ve onuru dili/söylemi, tek yanlı, çok sorunlu, ırkçı ve önyargılı bir dildir. Azınlık ve çoğunluk gibi kategorilerin, modern zamanların kurgusu olan, dışlayıcı sınıflandırmalar yapmak üzere kullanılan, ırkçı kategoriler olduğunu, insani olmayan kategoriler olduğunu, belirtmek gerekiyor. Hangi gerekçeye dayalı olarak gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin “azınlık” icat etmek, nesneleştirici ve ötekileştirici bir dil icat etmek, açık bir barbarlık, kültürsüzlük ve bedevilik işaretidir.

                Ulus-devlet fikri, ulus-devlet dönemi, ulusal mitolojilerin üretilmesiyle birlikte güç kazandı. Küreselleşme, insani, ahlaki, kültürel ve felsefi bir içeriye sahip olmadığı için; ulusal mitolojilerin neden olduğu bağnazlıklar/aşırılıklar aşılamadı. Çok kültürcülük bir ütopya olarak kaldı. Her ulus/devlet, resmi ideolojinin merkezine egemen olan ırkı koyunca, azınlıklaştırılan etnik unsurlar doğal olarak bu gelişmeye tepki gösterdiler, bu durum onları bir karşıtlık duygusuna sürükledi. Resmi denetimin, kültürün, manipülasyonun, propagandanın kolaylaştırılması için, azınlıklaştırılan kesimlere, resmi/egemen dilin dayatılması, dil’le ilgili merkezileştirme girişimleri, yeni bir sömürgeleştirme biçimi olarak tezahür etti. Bu yolla ideolojik iktidarlar etkili hale getirildi.

Günümüzde, büyük-küçük her ırkçılık, düşman kimlikler icat etmek suretiyle, bunlara bir şekilde meşruiyet kazandırmak üzere mücadele ederek,  ayakta kalmaya çalışıyor. Bu nedenle, egemenlerin ırkçılıkları mazur görülmeyeceği gibi, mağdur edilenlerin ırkçılıkları da mazur görülemez. Ancak, mağdur edilenleri, mağdurları ırkçılığa zorlayan nedenler konuşulabilir, anlaşılabilir. Masum bir ırkçılıktan hiçbir şekilde söz edilemez. Hangi nedenle olursa olsun, ulusal mitolojileri kışkırtmak üzere sahnelenen her girişimin, azınlık sayılan gruplar üzerinde kültürel şiddet etkisi uyandırır. Ulusal egemenliğin/güvenliğin zaafa uğrayabileceği mülahazasıyla, ırkçı milliyetçilikleri kışkırtmak, her durumda onarılması mümkün olmayan derin toplumsal/sosyal yıkımlara neden olur. Ulus –devlet ve resmi ideoloji karşıtı her duygu ve düşünceyi, her tepki ve etkinliği “terörizm” olarak damgalamak kolaycılığı seçmek demektir. Ulus-devlet, homojenleştirici, tek tipleştirici, asimilasyoncu, bir güç olarak ortaya çıktığında; resmi/ulusal ideoloji her tür azınlığı bir tehdit unsuru olarak gördüğünde; bir çatışma ve gerilim ortamı/iklimi hazırlamış olur. Hiçbir toplum hayata/tarihe bir azınlık olarak doğmadığını hatırlamak/hatırlatmak gerekir. Azınlık olarak sınıflandırılan topluluklar sonradan, ırkçı/politik nedenlerle azınlık haline getirilir.

Sanayileşme çağıyla birlikte Avrupa, kendisini metropoliten merkez olarak konumlandırdı. Bu tür bir konumlandırma, sanayileşemeyen dünyanın periferiye dönüştürülerek, sömürgeleştirilmesi sonucunu doğurdu. Sömürgeci ve ırkçı temeller üzerinde kurulduğu halde, Avrupa uygarlığı “evrensellik” iddiasına kalkışabildi. Sanayileşmeyi başaramayan İslam dünyası ülkeleri, sanayileşen dünyanın gücü karşısında etkisiz kaldılar. Bu tarihsel tıkanma durumu, İslam dünyası toplumlarında, zamanın/mekânın/tarihin dondurulması şeklinde somutlaştı. Sanayileşmeyle birlikte, bilim ve teknoloji büyük ilerlemeler kaydetti, ancak bu ilerleme tek boyutlu bir ilerleme olduğu için, bilim ve teknoloji kendi kaydettiği ilerlemenin mahkûmu haline geldi. Seküler ideolojik bilgi, bütün toplumlarda, ideolojik bir tahakküm için bir manipülasyon aracı olarak kullanıldı, bu günde kullanılıyor. Seküler ideolojik bilgi hayatın/tarihin ahlaki temellerini yıktığı için, bütün toplumlarda çıkar ve iktidar ilişkileri, çıkar ve iktidar ihtirasları, öteki ile olan ilişkilerde ihtiyaç duyulan ortak ahlaki zeminin kaybolmasına neden oldu. Ortak ahlaki zemin kaybolunca, insani ilişlilerin, konuşmaların, çözümlemelerin yerini resmi/katı/ideolojik/ırkçı/faşist/otoriter ilişkiler, çözümlemeler ve konuşmalar aldı. Ahlaki kavramlara yabancılaşan her toplumda, Türkiye’de de yaşandığı üzere siyaset siyasal toplumsal sorunlarda tek geçerli ilke pragmatizm oldu.

Günümüzde, insani duyguları, rasyonel olmadığı için reddeden, bir bilim zihniyetinin egemen olduğu yabancılaşmış bir dünyada yaşıyoruz. İnsan yapımı, ancak insani olmayan yapay dünyalarda yaşıyoruz. Böylesi bir dünyada barbarizm bir ilişki biçimine dönüşebiliyor. Karşı karşıya bulunduğumuz tarihsel olayları; ahlaki kavramlar/yaklaşımlar/ çözümlemeler itibarsızlaştırıldığı/değersizleştirildiği için, tek düze ideolojik bir sözcük dağarcığı ile ifade etmeye çalışıyoruz. Hegemonya projeleri ve uygulamaları yoluyla, şiddet koşullarını kendisi hazırlayan batı dünyası, sürekli olarak ideolojik fanatizm üretiyor. Soğuk Savaş sonrası ve 11 Eylül sonrası dönemde batı dünyası bilinçli olarak, din ekseninde gelişen, bir çatışma/karşıtlık/kutuplaşma dili/söylemi oluşturdu. İslam imparatorluklar döneminde çoğunlular/ azınlıklar tartışmaları, azınlık siyasetleri, azınlıklaştırma stratejileri yoktu. Hoşnutsuz, huzursuz, tedirgin azınlıklar yoktu.

Tarihte müdahale etme yeteneğine sahip olmayan halklar, toplumlar, bu yolda her hangi bir girişimde bulunmadıkları takdirde, tarihin oyuncağı olmaya mahkûm olurlar.

Romantik heyecanlarla, popülist heyecanlarla, milliyetçi heyecanlarla tarihe müdahale edilemez. Sayıların, kalabalıkların dönüştürücü gücü yoktur.

            Müslümanlar olarak, İslami anlamda, günümüzü biçimlendirecek, çok anlamlı şeyler üretmediğimizi itiraf etmek zorundayız. 21.yüzyılda nelere ihtiyacımız bulunduğunu, hangi alanda yada alanlarda varlık ve mahiyet belirtebileceğimizi konuşmalıyız. Bugünün gerçekliği nedir, bu gerçeklik karşısında alınması gereken tavırlar nelerdir, bunları konuşmalıyız. Günümüzün düşünsel, fikri, entelektüel, felsefi, siyasal, ekonomik ihtiyaçlarının neler olduğunu belirleyebilmeliyiz. Geçmişin öncelikleri ile, bu günün önceliklerinin birbirinden çok farklı olduğunu kabul etmeliyiz.

            Sorumluluk almayan, üretmeyen, sosyal, siyasal, kültürel hareketlilik içersinde olmayan insanlar/toplumlar tarihin biçimlendirmesine katkıda bulunamazlar. Allah(c.c)’ın, kendilerine ilahi bir bağış olarak bahşettiği akıl, idrak, irade ve eylem gibi yetenekleri gereği gibi kullanmayanların içerisine düştükleri zillet halinden şikâyete hakları yoktur. Kaygısızlık, kayıtsızlık, sorumsuzluk durumu bir hareketsizliği, eylemsizliği doğurur, bu durumdaki bireyler ya da toplumlar, statüko ile bütünleşir, değişim için hiçbir çaba harcamazlar. Kayıtsızlık ve sorumsuzluk durumu teslimiyetçilikle sonuçlanır. Teslimiyetçilik; tarihsel olaylar, gelişmeler tarafından istenilen doğrultuda sürüklenmek şeklinde tezahür eder. İslam dünyası toplumlarında mevcut durum; statükoculuk, gelenek halini almış olumsuz özellikler, bağımlılık durumları ve yapıları değişmedikçe, değiştirilmedikçe, maruz kaldığımız tahakküm politikalarına son verilmeyecektir.

            Var oluş, hayat ve tarih, yalnızca aklın, yalnızca kalbin, yalnızca emeğin gücüne indirgenemez. Aklın, kalbin ve emeğin gücünü birlikte harekete geçirmek gerekir. Aklın, kalbin ve emeğin gücü, bilinç ve dayanışma ile desteklendiği takdirde, İslam Ümmeti tarihi bir kez daha şekillendirebilir.

            Kültürel yetkinlik ve siyasal yetkinlik birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Kültürsüz ya da kültürsüzleştirilmiş toplumlar, siyasal sorumluluk üstlenemezler. Güncel politik olayları, gelişmeleri değerlendirirken, duygusallıklara kapılarak karşı karşıya kaldığımız temel sorunları, derin bağımlılıkları unutmamalıyız. İslam’a karşı, İslam kültür ve uygarlık birikimine karşı, İslami değerlere karşı, ideolojik planda, seküler planda sistematik bir biçimde savaş veren, İslam’ın bireysel alana hapsedildiği bir toplumda/ülkede/dünyada yaşadığımızı unutmamalıyız.

            Kuşatıcı değerlendirmeler, eleştirel hesaplaşmalar yapmaya mecburuz. İradi bir kararlılığa sahip olmalıyız. Karşı karşıya bulunduğumuz sorunlarla yüzleşme ve bunları aşma yeteneğini geliştirmeliyiz.                

            Kitle duygularını harekete geçirmek kolaydır, bu nedenle kolaycılıkları bir yana bırakarak, kitlelerin gerçeklerle buluşmalarını sağlamak gerekir. Demode antikalıklardan ve hiçbir dayanağı bulunmayan hastalıklı romantizmlerden vazgeçmeliyiz.

             Demode antika yaklaşımlar, yeni sorunlar karşısında, küresel sorunlar karşısında, Siyonist faşizm karşısında etkili olamamıştır, yetersiz kalmıştır. Yeni sorunlar karşısında, yeni düşünce/fikir hareketlerinin, yeni yapılanma ve ilişki biçimlerinin, yeni eylem biçimlerinin, yeni anlatım-ifade yollarının ortaya konulması kadar doğal bir gelişme olamaz. Zihinsel algısal bir değişimin/yaklaşımın evrensel anlamda gerçek kılınması mücadelesi bugün en önemli sorunlarımız arasındadır. Dışlanmaktan, etiketlenmekten yalnızlaştırılmaktan korktukları için yeni bir başlangıç yapmaya cesaret edemeyenlerle hiçbir değişim gerçekleştirilemez, hiçbir mücadele yürütülemez. Büyük bir davanın, büyük bir kavganın sorumluluğunu taşıyanlar, her türlü risk’i göze almak zorundadır.

Günümüzde, ilahi/insani/ahlaki değerlerin bütünüyle bağımsız bir gerçeklik karşısındayız. Değerlerden bağımsızlaştırılmış bir dünyada oluşan büyük boşluklar, ideolojik/ırkçı sapkınlıklar tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Seküler kültür hiçbir boşluğu dolduramıyor. Özgürlük kavramı etrafında her tür sansasyonel ve spekülatif değerlendirmenin yapıldığı bir dünyada, yalnızca piyasaların özgürleşmesi sağlandı, ancak İslami özgürlükler için hiçbir irade ortaya konulmadı. Kendilerini tehdit altında hissettiklerini belirten Türkiyeli Yahudilere her türlü güvence verilirken; kendi ülkelerinde parya muamelesi gören, İslami özgürlüklerinden yoksun bırakılan, İslami başörtüleri sebebiyle eğitim hakları ellerinden alınan kesimler hiç hatırlanmıyor. İslami kesimlerin her tür mahrumiyete/aşağılanmaya /dışlanmaya/ etiketlenmeye alıştıkları düşünülüyor olmalı. Günümüz dünyasında, yalnızca Müslümanlar İslami siyasal görüşlerini, politik dünyada temsil imkânına sahip değiller. Sorgulayıcı bir zihne sahip olmadığımız için, alışkanlıklarımıza kapanarak hayatlarımızı sürdürüyoruz. Kendimizi yenileyemiyor, yeni şeyler öğrenemiyor, yeni sorular soramıyor, yeni tavırlar alamıyor, yeni duruşlar gerçekleştiremiyoruz. Geleneklerin, göreneklerin, muhafazakârlıkların, kamuoyunun baskısı altında yaşamaya alıştığımız için, kendi dönemimize özgü bir dil oluşturamıyoruz. Her kuşağın kendi dönemine özgü bir dil, çözümleme ve söylem oluşturması gerekir. Gerçek böyleyken bizler, bizlerden çok önce gelen kuşakların söylemlerini/çözümlemelerin/yaklaşımlarını tüketmeye devam edebiliyoruz. Bizler önceki kuşakların birikimlerinden yararlanabiliriz, ancak onların kullandığı dil, gerçekleştirdikleri çözümleme biçimleri, kendi dönemlerinin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere üretilmiş bir dil ve çözümlemedir. Günümüzde de genç kuşaklar, bu önem ihtiyaçlarına uygun bir dil gerçekleştirme sorumluluğu altında bulundukları için, bizim kuşakların düşüncelerine mahkûm olamazlar. Genç kuşaklar bütün üstatları, bütün ağabeyleri eleştirel okumalıdırlar, eleştirel olarak izlemelidirler. Genç kuşaklar 21.yüzyılı etkileyebilecek bir bakış/duyuş/bilinç tarzı üretmenin yollarını bulabilmelidir. Bir parçası olduğumuz bugünün ilgilerine ve sorularına bir bütünlük içersinde cevap vermek üzere kuşatıcı bir söylem oluşturabilmeliyiz.

            Genel çizgiye, geleneksel çizgiye, temayüle mecbur değiliz. Bütün alışkanlıklarımızı, statükocu yaklaşımlarımızı gözden geçirerek, topluma/insanlığa yeni bir içerik sunabilmeliyiz. Masallar/menkıbeler/rüyalar/kerametler/vb. anlatarak, popülizmler yaparak sayıları çoğaltmak mümkündür. Nitelikleri çoğaltmak için seferber olmalı, genel- geçer çerçeveleri aşabilmeliyiz. Kamuoyunu hoşnut edecek, kamuoyunun hoşgörü ile karşılayabileceği bir dil ve söylem kullanmak, kamuoyuna maruz kalmak demektir. Kamuoyuna maruz kalanlar yeni bir çıkış yolu bulamazlar. Kamuoyu provoke ederek dikkat çekmeye çalışmak marazi bir durumun tezahürüdür. Bu tür yaklaşımlar İslami ahlakla bağdaştırılamaz. Kamuoyuna, statükoya maruz kalan bir anlayış/zihniyet, kamuoyunu değiştiremediği gibi, kamuoyu tarafından dönüştürülür.

İlahi hakikati temsil yolunda, toplumsal onaya ihtiyaç duymamalıyız. Hiçbir cemaat/hizip/mezhep/topluluk, kendi hareketlerinin önceliklerini daha önemli sayamaz.

              Modern zamanlar boyunca yaşanan tarihsel gelişmeler ve olaylar karşısında bütün modern kavramların ne kadar sorunlu, ne kadar yetersiz, ne kadar zayıf, ne kadar yanlış, ne kadar iki yüzlü, ne kadar geçek dışı olduğunu bütün bir insanlık açıkça gördü. İslam dünyası, İslam kültür ve uygarlık sistemi, sözünü ettiğimiz bu yetersiz sorunlu, yanlış ve ikiyüzlü kavramlar aracılığıyla değersizleştirilmeye, etkisizleştirilmeye çalışıldı. Modernlikler, ideolojik temelde yapılandırıldığı için tek tip bir hayat tarzını dayattılar, farklı kalma hakkına saygı göstermediler. Modern zamanlar boyunca insanlık, ruhsuz bir uygarlığa, ruhsuz bir tarihe maruz kaldı. Batı uygarlığı, ruhsuz, basmakalıp kurallar uygarlığı olarak varlığını sürdürüyor. Modern rasyonalist bilim anlayışı, insan bedenini biyolojikleştirerek, tıbbileştirerek nesnelleştirerek nesnelleştirdi. Nesneleştirilen modern insan pek çok insani yetiden mahrum hale getirildi. Modern bilim de sömürgecilik yoluyla. Manevi değerler/duygular, estetik değerler/duygular, sanatlar modern bilim anlayışının sınırları dışına çıkarıldı.

Avrupa tarihe kapalı olarak yaşıyorken, İslami kültür ve uygarlığı ile kurduğu temastan sonra, özellikle de teknolojik alanda büyük ilerlemeler kaydetti. İslam orduları, İspanya’ya geldiklerinde, yeni bir uygarlık bilinciyle geldiler, hiç kimseden dinlerini ve dillerini değiştirmelerini talep etmediler. Museviler de Hıristiyanlar da, dini bir özgürlük içersindeydiler. İslam’ı seçen İspanyollar daha çok evlilik yoluyla ya da kişisel tercih yoluyla hareket ettiler. Müslümanlar, İspanya da, İspanyaya özgü, Endülüs’e özgü bir üslup ve tarz geliştirdiler. İspanyaya kabileler halinde gelen Müslümanlar, Endülüs’te kentli bir kültür ve kentli halk oluşturdular. Endülüslü müslümanlar kendi dönemlerinde en yüksek kültür, en yüksek sanat, en yüksek edebiyat biçimlerini oluşturdular. Dünyanın en iyi, en seçkin, Filozoflarını, tarihçilerini, hukuk ve tıp adamlarını, mimarlarını ve dil bilimcilerini, yetiştirdiler. Müslümanların Endülüs’ü terk etmek zorunda kalmalarıyla birlikte, Katolik Krallar, İspanyaya kültürel türdeşliği, dini türdeşliği, dinsel türdeşliği çok şiddetli bir biçimde dayattılar. Her türlü İslami etkiyi silip süpürmek üzere, korkunç ırkçılıklar ürettiler. Katolik Kralların başlattığı bu ırkçı zihniyet, kültürel ve dini türdeşlik 1492’den sonra bütün totaliter ideolojilere bu konuda ilham verdi, vermeye devam ediyor. Modern Katolik Kralların açtığı yolda ilerliyorlar. Modernlikler, dünyayı ve insanlığı türdeşleştirmeye çalışıyorlar. Tahakküm edenler, sömürenler, “uygar” olarak tanımlanıyor; zayıflar, mağdurlar, mağluplar, işgal ve istilalara, işkence ve sürgünlere, katliam ve soykırımlara maruz bırakılanlar ise “terörist” olarak tanımlanıyor. İnsanlık, güçlü/egemen olan faşistlerin ürettiği kavramlarla düşünmek zorunda bırakılıyor. Bütün bu özgün kültürleri yıkıma uğratan ve bayağılaştıran kapitalizm, ekonomik bir barbarlık biçiminde tahribatını sürdürüyor. Gazze örneğinde görülebileceği üzere, Siyonist demokrasinin gerçekleştirdiği her tür vahşet ve devlet terörü, müsamaha ile karşılanırken; Hamas İslami tercihler yaptığı için, yalnızlaştırılıyor. İsrail’in nükleer faaliyetleri hiçbir biçimde denetlenemiyor, tartışma konusu bile yapılamıyor. Siyonist veba Yahudi olmayanların etnik temizliğe tabi tutulmasını, Müslümanlara karşı nükleer silah kullanılmasını savunabiliyor. Benzeri görülmemiş bir vahşetle insani olan her şeyi yok eden, bütün yıkım biçimlerini, bütün vahşet biçimlerini, fütursuzca harekete geçiren Siyonist faşizm, kendisini İslam’a ve Müslümanlara konumlandırdığı için, modern uygarlığın himayesi altında yıkıma devam ediyor.

Gazze Soykırımı sırasında ve sonrasında ideolojik ırkçılığı ve ideolojik duygusuzluğu Küreselleştiğini gördük. Günümüz dünyasında, ideolojik ırkçılık /duygusuzluk, Siyonist faşist bir siyasal var oluş modern dünyada her hangi bir rahatsızlığa neden olmuyor. Günümüzde yaşadığımız çok ağır insanlık sorunları karşısında, Modern Batı dünyasında hiçbir şekilde bir kavramsal açıklık, netlik ve dürüstlük görülemiyor. İnsanlığın, ilahi hakikate, ahlaka, ilahi anlam ve amaçlara açık olan fıtratı, ırkçılıklar ve ideolojik sapkınlıklar tarafından kirletiliyor. 

İlahi var oluş bilincine, kaynaklarına ve hikmetlerine yabancılaştığımız için; aklın/kalbin ve emeğin birlikte üretimi olan bütünlüğü kaybettiğimiz için; tek bir bilinç halinde hareket etme yeteneğine sahip olmadığımız için; ırkçı ve ideolojik saldırı dalgaları karşısında Müslümanlar olarak savunmasız bir konumda bulunuyoruz. Küresel gündemi etkileyebilecek gücümüz, irademiz bilincimiz eylemlerimiz olmadığı için, bu saldırılara katlanıyoruz.

Özgürlüğün bir bütünlük durumu olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak gerekir.                    Kimi konularda, kimi alanlarda, kimi durumlar ortaya çıkan; kimi konularda, kimi alanlarda, kimi durumlarda, kimi konularda varlığından hiçbir şekilde söz edilmeyen bir özgürlük yaklaşımı olamaz. Kısmi özgürlük, parçalara bölünmüş bir özgürlük, kimi zaman tanınan, kimi zaman gündemden kaldırılan bir özgürlükten söz edilemez.

Küresel yankılar uyandırabilecek, küresel etkiler oluşturabilecek, bir dil/ kültür oluşturamadığımız takdirde, küresel umutlara hak kazanamayacağımızı hatırlamalıyız. Sözün anlamı/ağırlığını/derinliğini insanlığa duyurabilmek için, tarihin dikkatini çekebilmek için, güçlü bir dil/kültür/edebiyat oluşturmamız şarttır.

Hiçbir tehlikeyi, hiçbir riski göze almayan nostaljik heyecanlarla, tarihte  tarihe tanıklık edemeyiz.

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=2520&k=94

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Irkçılıkla İlgili Hadisler

Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)

“Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir.” (Ebû Dâvud, Edeb 112)

Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160)

Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.”(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949)

“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)

“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” (Ahmed bin Hanbel, 5/128)

“Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar.” (Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111)

“Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’ min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116)  

“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” (Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.

“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” (İbn Mâce, Fiten 7)

“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225)    

“Her doğan çocuk millet (İslâm fıtratı) üzere doğar.” (Müslim, S. Müslim Terc ve Şerhi, c. 8, s. 135)

“Allah’ın ismi ile Allah(‘ın yardımı) ile ve Rasûlullah’ın milleti (dini) ile gidin, yürüyün.” (Ebû Dâvud, 3/38)

“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632)

 

  Kur’ân-ı Kerim’de Ümmet Kavramı

“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” (2/Bakara, 128)

“Böylece sizi insanlara şâhid olmanız için vasat (orta, âdil, dengeli) bir ümmet yaptık. Rasûl de size şâhiddir. Biz Rasûl’e uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, yöneldiğini kıble yaptık.” (2/Bakara, 143)

“İnsanlar bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak, kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilâfa düştükleri hakkı, izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.” (2/Bakara, 213)

“İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.” (3/Âl-i İmrân, 104)

“Siz insanlar içerisinden çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülükten men eden ve Allah’a iman eden hayırlı bir ümmetsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 110)

“Yerde debelenen hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (6/En’âm. 38)

“Mûsâ’nın kavminden de hakka yönelten ve onunla âdilce hükmeden bir ümmet vardır.” (7/A’râf, 159)

“Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki, hakka iletirler ve hak ile adâlet yaparlar.” (3/Âl-i İmrân, 181)

“İnsanlar bir tek ümmettiler; sonra ayrılığa düştüler…” (10/Yûnus, 19)

“Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz gün, artık ne nankörlere izin verilir, ne de onların özür dilemeleri istenir.” (16/Nahl, 84)

“Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Ama O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola eriştirir. İşlediklerinizden and olsun ki sorumlu tutulacaksınız.” (16/Nahl, 93)

“İbrâhim, şüphesiz Allah’a boyun eğen ve O’na yönelen bir ümmetti. Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Rabbi de onu seçti ve doğru yola eriştirdi.” (16/Nahl, 120-121)

“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana ibâdet/kulluk edin.” (21/Enbiyâ, 92)

“Hayır, ‘doğrusu biz, babalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gitmekteyiz’ derler.” (43/Zuhruf, 22)

 

Hadis-i Şeriflerde Ümmet Kavramı

“Bu ümmet (Muhammed ümmeti), diğer ümmetlere karşı üstün kılındı.” (Ahmed bin Hanbel, 5/383)

“…Siz sonuncu ümmetsiniz. Siz ümmetlerin en hayırlısı ve Allah yanında en değerli olanısınız.” (Tirmizî, Tefsir Âl-i İmrân, hadis no: 3004; İbn Mâce, Zühd 34, hadis no: 4288)

“Şu ümmetim rahmete mazhar olmuş bir ümmettir. Âhirette azâba mâruz kalmayacaktır. Onun azâbı dünyadadır: Fitneler, zelzeleler ve katl (öldürme).” (Ebû Dâvud, Fiten, hadis no: 4277)

Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdular ki: “Bana Cebrâil (a.s.) gelerek: ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk/ ortak koşmadan ölürse cennete girer’ müjdesini verdi” dedi. Ben (hayretle) ‘zina ve hırsızlık yapsa da mı?’ diye sordum. “Hırsızlık da etse, zina da yapsa!” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!’ dedim. “Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da yapsa!” Hz. Peygamber (s.a.s.) dördüncü keresinde ilâve etti: “Ebû Zerr patlasa da cennete girecektir.” (Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153, hadis no: 94; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2646)

“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücâdeleye Kıyâ met gününe kadar devam edecektir…” (Müslim, İman 247)

“Her ümmet, kendi peygamberine tâbi olur.” (Buhâri, Tefsir sûre 17, 11)

“Karınca, ümmetlerden biridir.” (Müslim, Selâm 148)

“Allah Teâlâ, yeryüzünü benim için dürüp topladı; ben de doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere kadar uzanacaktır. Bana iki hazine verildi: Kırmızı ve beyaz hazineler. Ben Rabbimden, ümmetimi umumî bir kıtlıkla helâk etmemesini, ümmetime kendi nefislerinden başka bir düşman musallat edip çoğunluğu helâk etmelerine meydan vermemesini talep ettim. Rabbim bu isteklerime şöyle cevap verdi: “Ey Muhammed! Bir hüküm verdimmi artık o geri alınmaz. Ben senin ümmetine ‘Onları umumî bir kıtlıkla helâk etmeyeceğim, kendileri dışında, çoğunu helâk edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim, hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Ama, kendi aralarında birbirlerini helâk edecekler.” (Müslim, Fiten 19; hadis no: 2889; Tirmizî, Fiten 14, hadis no: 2177; Ebû Dâvud, Fiten 1, hadis no: 4252)

Rasûlullah (s.a.s.) Benî Muâviye Mescidine girdi. Orada iki rekât namaz kıldı. Yanındaki sahâbeler de onunla beraber kıldı. Sonra Rabbine uzun uzun duâ etti. Sonra ashâbın yanına döndü ve buyurdu ki: “Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umumî bir kıtlıkla helâk etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümmetimi suda boğulma sûretiyle helâk etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu geri çevrildi.” (Müslim, Fiten 20, hadis no: 2890)

“Muhammed’in nefsi elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun! İman edip sonra doğru yoldan ayrılmayan hiçbir kul yoktur ki cennete sokulmasın. Siz ve sâlih/iyi nesliniz cennetteki meskenlere yerleşmedikçe (diğer ümmetlerin mü’minleri olan) cennetliklerin cennete girmemelerini de ümit ederim ve Rabbim ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesapsız olarak cennete dâhil etmeyi bana kesin vaad etti.” (Kütüb- Sitte Muht. Terc. c. 17, s. 603)

“Ümmetimde dört şey vardır ki, câhiliyye işlerindendir; bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin  ardından) mâtem!” (Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934)

“Müslüman, yahûdi ve hıristiyanların misali şuna benzer: Bir adam var, bir grup kimseyi ücretli olarak tutmuş; kendisi için belli bir ücret mukabilinde, geceye kadar çalıştırıyor. Bunlar, gündüzün yarısına kadar çalışıp:

‘Bize şart koştuğun ücrete ihtiyacımız yok (biz gideceğiz). Şu âna kadar yaptığımız iş için de para istemiyoruz’ derler. Adam onlara:

“Böyle yapmayın, işin geri kalan kısmını da tamamlayın ve ücretinizi tam olarak alın!” diye rica eder. Ancak onlar buna yanaşmazlar ve terk edip giderler.

Adam onlardan sonra işi için başkalarını ücretle tutar. Onlara:
   “Şu gününüzü tamamlayın, öncekilere vaad ettiğim ücreti size tam olarak vereyim!” der. Bunlar, ikindi vaktine kadar çalışırlar. O zaman:

‘İşin senin olsun, yaptığımız çalışmanın ücretini de istemiyoruz (çalışmayı terkediyoruz)!’ derler. Adam onlara da:

“İşinizin geri kısmını tamamlayın, şurada az bir zamanınız kaldı” diye ricâ eder, ancak onlar dinlemeyip giderler. Adam geri kalan zamanda çalışmaları için yeni işçiler tutar. Bunlar da geri kalan zamanda güneş batıncaya kadar çalışırlar ve önceki iki grubun ücretini de alırlar. İşte bu, onların ve bu nurdan kabul ettikleri miktarın misalidir.” (Buhârî, İcâre 11, Mevâkîtu’s-Salât 17)

“Sizden önce geçen ümmetlere nazaran sizin bekanız (dünyada kalışınız), ikindi vakti ile güneşin batması arasındaki müddet gibidir. Tevrat ehline Tevrat verildi, onlar gün ortasına kadar onunla amel ettiler. Daha fazla devam etmekten âciz kaldılar. Onlara kırat kırat ücretleri verildi. Sonra İncil ehline İncil verildi. Onlar da ikindi namazına kadar çalıştılar. O zaman onlar da âciz kaldılar, kırat kırat onlara da ücretleri verildi. Sonra bize Kur’an verildi. Biz güneşin batmasına kadar çalışacağız. Bize ücretimiz ikişer kırat, ikişer kırat verildi. İki kitap mensupları:

“Ey Rabbimiz, Sen bunlara ikişer kırat, ikişer kırat olarak verdin. Halbuki bize birer kırat, birer kırat vermiştin. Halbuki biz, amel yönüyle onlardan ileriyiz!” dediler. Allah Teâla:

“Ben ücretlerinizde bir haksızlık yaptım mı?” buyurdu. Onlar: “Hayır!” dediler.    “Öyleyse, bu Benim lütfumdur, onu Ben dilediğime veririm” buyurdu.” (Buhârî, İcâre, 8, 9, Mevâkîtu’s-Salât 17, Enbiyâ, 50, Fezâilu’l-Kur’an 17, Tevhid 31, 47; Tirmizî, Emsâl 7, hadis no: 2875)

“İstemeyip kaçınanlar hâriç, bütün ümmetim cennete girecektir!” “Kaçınanlar da kim?” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse cennete girer; kim bana itaat etmez, âsi olursa, o cennete girmekten kaçınmış demektir.” (Buhârî, İ’tisâm 2)

“Allah sizi (Muhammed ümmetini) üç özellikten himâye edip korudu: Hepinizi helâk edecek olan peygamberinizin bedduâsından, bâtıl ehlinin hak ehline (nûrunu söndürecek, kesin) bir galebesinden, dalâlet üzerine birleşmenizden.” (Ebû Dâvud, Fiten 1, hadis no: 4253)

“Ümmetim yağmur gibidir; evveli mi, sonu mu daha hayırlıdır, bilinemez.” (Tirmizî, Emsâl 6, hadis no: 2873)

“Ümmetimden bir grup (hak üzerine) gâlip olmaktan hiç geri kalmaz. Allah’ın emri (Kıyâmet) gelince de onlar gâliptir.” (Hadisin bazı rivâyetlerinde şu ilâveler vardır:) 

“..Onlar hak için, gâlip olarak Kıyâmete kadar savaşırlar.”, “Bu din ebediyete kadar ayakta kalacaktır. Bir grup müslüman, onun için Kıyâmet kopuncaya kadar savaşmaya devam edecektir.”,  “…Onlara yardımı kesenler onlara zarar veremezler, onlar bu halde iken Allah’ın emri (Kıyâmet) gelir.”, “Ümmetimden bir grup Allah’ın emri üzerine savaşmaya devam eder. Bunlar, düşmanlarına gâliptirler. Muhâlifleri onlara zarar veremez, bu hal, Kıyâmete kadar devam eder.” (Buhârî, İ’tisâm 10, Menâkıb 27, Tevhid 29; Müslim, İmâret 171, hadis no: 1921)

“…Ümmetimden bir grup, Kıyâmet kopuncaya kadar, mansûr (Allah’ın yardımına mazhar) olmaya devam edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar veremeyecekler.” (Tirmizî, Fiten 27, hadis no: 2193) 

“Allah Teâlâ, ümmetim için bana iki emân indirdi: ‘Sen, aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umumî bir) azap vermeyecektir. Onlar istiğfârda bulundukları müddetçe, Allah onlara azap vermeyecektir.’ (8/Enfâl, 33). Ben aralarından ayrıldımmı, (Allah’ın azâbını önleyecek ikinci eman olan) istiğfârı Kıyâmete kadar aralarında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsir Enfâl, hadis no: 3082)

“Ümmetimden (âlim, şehid, sâlih) bazıları var; bir(çok kabilelere şâmil bir) cemaate şefaat eder; bazıları var, bir kabileye şefaat eder; bazıları var, bir bölüğe şefaat eder; bazıları da tek bir ferde şefaat eder ve cennete girmelerine sebep olur.” (Tirmizî, Kıyâmet 11, hadis no: 2442)

“Kıyâmet gününde, ümmetimin (iki alâmeti olacak: Biri) secde sebebiyle alnındaki parlaklık, (diğeri de) abdest sebebiyle kollarındaki parlaklıktır.” (Tirmizî, Salât 427, hadis no: 607)

“Allah bir ümmete rahmet diledimi, peygamberlerini kendilerinden önce kabzeder ve onu ümmete bir öncü ve hazırlayıcı yapar. Bir ümmetin helâkini de diledimi, onları peygamberleri hayatta iken cezalandırır da onun gözünün önünde onları helâk eder. Böylece o ümmetin -inkâr ve yalanlamaları sebebiyle- helâkleriyle peygamberin içi rahatlar.” (Müslim, Fezâil 24, hadis no: 2288)

“Her peygambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mûcize verilmiştir. Ama bana verilen (mûcize) ise, vahiydir ve bunu bana Allah vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyâmet günü, diğer peygamberlere nazaran etbâı (Peygamberlerine bağlı olan ümmetleri) en çok olan peygamberin ben olacağımı ümit ediyorum.” (Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 1, İ’tisâm 1; Müslim, İman 239, hadis no: 152)        

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1886&k=70

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Ortadoğu’da Bölgesel Milliyetçilik

Amatzia Baram

Günümüz Arap dünyasındaki en radikal pan-Arap siyasi teşkilatı olan Baas Partisi, 1968 Temmuz’unda askeri bir darbe sonucu Irak’ta iktidarı ele geçirdikten bir kaç ay sonra, İslam öncesi ve Arap öncesi Irak tarihine büyük bir ilgi işaretleri göstermeye başladı. Bununla birlikte genç rejim, parti içinden ve Irak dışındaki pan-Arap çevrelerden gelen aşırı eleştirilerden kurtulmak için, iktidarının ilk on yılı boyunca, bölgesel Irak milliyetçiliğinin yeni amentüsünü açık siyasi çalışmalardan ziyade tamamen kültürel çalışmalar yoluyla şekillenen imparatorlukvari Irak merkezli bir pan-Arabizm olarak takdim etmeyi tercih ediyordu.

Kültürel kampanyalar öncelikle üç yönde başlatıldı. Birincisi, Irak folkloruna gösterilen ilgideki büyük patlamaydı; müzik, halk masalları, yöresel lehçelerde şiirler, halk dansları ve el sanatları hükümet destekli bir çok kuruluş tarafından ortaya çıkarılıyor, yeniden ihya ediliyor, ara sıra da yenileri icat ediliyordu.

İkinci yönelim, arkeolojik kazılar, yeniden inşa çalışmaları ve ülkenin her yanında arkeoloji müzeleri kurulması şeklinde geniş ve masraflı kampanyalardan oluşuyordu. Bu tür inşa çalışmaları için verilebilecek en müsrif örnek, Irak ulusal kimliğinin temel taşlarından birisini oluşturması düşüncesiyle, 1987-1988 yıllarında antik Babil şehrinin en azından 100,000,000 dolar gibi korkunç bir masrafla yeniden inşa edilmesidir. Bu hadise, Irak’ın İran’a karşı var olma mücadelesi verdiği ve büyük bir ekonomik darboğaz içinde bulunduğu dönemlere rastlıyordu. Bu kampanya basında geniş bir yer işgal etti ve böylece Mezopotamya’nın antik medeniyetleriyle günümüz Irak halkı arasında bir bağ kuruldu.

Yeni kültür politikasındaki üçüncü yönelim ise, antik Mezopotamya banar törenlerinin modern bir uyarlamasının takdiminden ibaretti. Irak insanı ile toprağı arasında dikey bir bağ kurabilmek, ayrıca Araplar ve Kürtler, Sünniler ve Şiiler, müslümanlar ve hristiyanlar arasındaki yatay bağları takviye etmek amacıyla rejim Musul’da çok canlı bir Bahar Festivali başlattı. Bunu Irak’ın diğer bölgelerindeki devlet destekli benzer hadiseler takip etti. Büyük tarihi öneminden dolayı Babil, bu konuda da en müsrif devlet töreni olan yıllık Babil Uluslararası Müzik Festivali’nin yapıldığı yer haline geldi.

Kültürel-ideolojik seferberliğin diğer yönlerinin de ortaya çıkması bir kaç yıl aldı. Bunlardan biri antik Mezopotamya ve İslam ortaçağına ait bazı isimlerin Irak’ın idari haritasına ve değişik devlet kuruluşlarına girmesiydi. Bu sayede uzun süredir anılmayan Babil, Ninova, Temmuz, Iştar, Gılgamış, Kadisiye ve el-Anber gibi İslam öncesine veya İslam ortaçağına ait isimler 1970’lerin sonlarına Vadar Baas Irak’ında zorunlu olarak günlük konuşmalarda sıkça kullanılır hale geldi.

Son olarak 1968-1969’dan beri Iraklı sanatçılar, şairler, romancılar ve oyun yazarları ilhamlarını uzak antik çağlardan modern çağa kadar Mezopotamya-Irak’ında doğan medeniyetler ve kültürlerinden almaları hususunda teşvik edildiler.

İlk günlerinden itibaren yeni politika bir çok güçlüklerle karşılaştı: İlk bir kaç yıl boyunca dikkatli bir şekilde (siyasi ideolojiden bizatihi ayrı olarak) kültürel alanla sınırlı tutulmasına rağmen Iraklılık kimliğinin ve Irak halkının ezeliliğini ima eden tezlerin ısrarla vurgulanması Baas parti doktrinlerinden açık bir sapma anlamına geliyordu. Ki bu doktrinler bütünleştirici bir Arap birliği ve nihai olarak mevcut Arap toplumlarının tek bir Arap potası içinde eriyerek kaybolmalarını sağlamak amacıyla vaaz edilmişti. İdeolojik süreklilik fikri veya en azından böyle bir görünüm elde edebilmek için parti ideolojisi vurguyu daha derin bir düzleme, genel anlamda bir pan-Arabizm düzlemine kaydırdı. Rejim, pan-Arap parametreler içinde kaldığı müddetçe bu idealin (ideolojik süreklilik) nasıl gerçekleştirileceği sorusuna parti doktrininden gelen farklı bir yaklaşım gerçekte partinin entellektüel geleneğinden bir kopuş olarak değil de, onun bir devamı olarak ortaya konuyordu. Ancak Arabizm ve pan-Arabizm üzerindeki vurgu ile Irak’ın İslam öncesi ve daha da önemlisi Arap öncesi tarihi üzerindeki bu yeni vurgu birbiriyle uyuşmuyordu. Bu ideolojik müşkülatı çözmek üzere, Saddam Hüseyin’in direktifleriyle 1970’lerin sonlarından beri Iraklı politikacılar, ideologlar ve tarihçiler, Akadlar’dan Kaldeliler’e kadar Mezopotamya’da yaşayan tarihi semitik toplumlar için bir Arap şeceresi uydurmaya çalıştılar. Bu işi asıl itibariyle meşhur “dalga teorisi”ne müracaat ederek gerçekleştirdiler. Buna göre, antik Mezopotamya’nın semitik toplumları, antik çağlardan Peygamber’in başarıları sonucu bir araya gelen Müslüman Araplara kadar Arap yarımadasında birbirini takip eden dalgalar şeklinde zuhur etmiştir. Akadça, Asurca ve Mezopotamya’daki diğer eski diller ile Arapça arasında büyük bir fark olmasına rağmen, Samiler Arap olarak kabul ediliyordu. Geçmiş kavimleri böylece Araplaştırdıktan sonra Baasçı entellektüeller emsalsiz şeceresinden dolayı Irak halkının diğer Arap kardeşlerinden daha üstün bir konuma sahip olduğunu öne sürmeye başladılar.

Rejimin çok önceleri kaybolan şehirleri ve putperest ayinleri canlandırmaya kalktığı zaman, karşılaştığı başka bir problem ise İslam’ın bu tarihi kültürlere yönelik olumsuz yaklaşımı ve bunların hepsini cahiliye olarak nitelendirmesiydi. Bu problemi çözmek üzere, 1970’lerden bu yana rejim, devlet destekli dini törenler şeklindeki İslamî uygulamalardan tutun da camiler, kutsal türbeler ve din görevlilerinin maaşları için yapılan büyük harcamalara kadar çok çeşitli yollarla kendisinin dini bütün ve Allah korkusu taşıyan bir rejim olduğu intibaını vermeye çalışıyor. Nihai olarak laik pan-Arabizm, Irak milliyetçiliği ve İslamî bağlılığın kararsız bir ideolojik ve kültürel karışımı olmasına rağmen, yönetimdeki rejim yöresel Irak kimliğine ve yirmi yılı aşkın bir sürede Baas Partisi’nin geleneksel bütünleştirici pan-Arap fikirleri pahasına bu kimliğin yüceltilmesi vaadine hiç şüphesiz çok önem veriyordu. Bu vaatleri, Irak ve İran arasındaki (1980-1988) savaş sırasındaki sürekli Irak çabalarına rağmen bile gizlenemedi ve savaş sonrasında açıkça Irak’ı ilgilendiren bazı konular pan-Arap menfaatler olarak sunuldu.1

Irak Baas Partisi şimdi açık bir «Mezopotamyacı» yönelişe sahiptir. Baas rejimi, Irak halkının ulusal eşsizliği fikrini oluşturmaya çalışırken acaba ne kadar benzersizdir ve halk ile mevcut devletin bölgesel İslam öncesi tarihi arasında yakın bir ilişki kurarken ne kadar gururlanmalıdır? Arap dünyası dışında iki tane iyi bilinen örnek mevcuttur: Atatürk Türkiyesi ve Muhammed Rıza Pehlevi yönetimindeki İran. Ancak çok önemli benzerliklere rağmen, Arap rejimleri sadece Araplar’a has problemlerle karşılaşıyorlar.

Kemal Atatürk, İslam Öncesi Hitit Anadolusu’nun ulusal Türk kökenleri konusunda tarihçileri ve arkeologları zorlarken, bazıları Irak Baası tarafından da takip edilen bir kaç hedefe ulaşmaya çalışıyordu. Türk ırkının en önemli insanlık medeniyetlerinin kaynağı olduğunu iddia ederek Türk ulusunun öz güvenine yeniden kavuşmasını amaçlıyordu. Türk milliyetçiliğini çok katı laik temeller üzerine oturtmuş ve daha da önemlisi halk ile toprak arasında modern Avrupa tipi bir vatanseverliğin temelini oluşturan bir bağ kurmuştur. Buna rağmen Atatürk, zihninde bir hedef daha taşıyordu ki bu, kendisini açıkça çağdaş Arap rejimlerinin (1920’lerin Mısır’ı hariç) deneyimlerinden uzaklaştırıyor. O, siyasi birlikteliklere dönüşebilecek Türklük ötesi ideolojik veya duygusal bağlantıların bütün izlerini kökünden söküp atma konusunda çok acımasızdı. Anadolu’nun eski çağlardan beri Türk olduğunu söyleyerek Türk milliyetçiliğine hem tarihi bir derinlik kazandırmaya, hem de çizilmiş bölgesel sınırlar belirlemeye çalışmışta. Böylece bayağı yaygın olan pan-İslamizm ve nisbeten daha az yaygın olan pan-Turanizm (pan-Türkizm)2 düşünceleri üzerinde ölüm rüzgarları estirilmiştir. Bir başka deyişle, Çağdaş Türk ulus devletinin ilk zamanlarında devletin kurucusu, Türk milliyetçiliğini tehdit eden Gordiyon düğümünü bir kalem darbesiyle çözüvermişti. Türk milliyetçiliği böylece, yöresel talepler ile «birlikçi» [pan] talepler arasındaki çatışmalarla uğraşmak zorunda kalmamıştır. Sonuçta Atatürk ve taraftarları günümüz Arap rejimlerinin karşılaştığı en hassas zorluklardan (yöresel ve pan-Arap unsurları dengeleme zorluğu) uzak kalmışlardır.

İran Şahı tarafından İslam öncesi Agamemmon Persleri’ne dayanan köklerinin araştırılması, Arap rejimlerinin benzeri çalışmalarından iki temel konuda farklılık arzetmektedir. İlk olarak, araştırma Pehlevi hanedanı tarafından başlatıldığında bölgesel İran milliyetçiliğine karşı anlamlı bir siyasî alternatif mevcut değildi. Şah ve rejimi pan-İslamizm düşüncesinin tutarlı bir siyasî alternatif olduğunu görmemezlikten geliyordu, kitlelere veya aydınlara ulaşabilen başka bir İran ötesi fikriyat mevcut değildi. İkinci olarak, Araplar İslam öncesi ve aynı zamanda Arap öncesi yerel medeniyetleri canlandırmaya giriştiklerinde hemen dilbilimsel-kültürel bir uyuşmazlıkla karşı karşıya kalıyorlardı. İran’da Fars dilinin korunması sonucu böyle bir uyuşmazlık yaşanmamıştır. Ayrıca Firdevsi’nin onbirinci yüzyılda yazdığı, İran’ın İslam öncesi imparatorluk tarihini (veya daha doğrusu; çoğunluğu efsanelerden ibaret olan bir tarihi) hikaye eden destanı Şehnamenin varlığı ve geniş bir popülerlik kazanması kesintisiz bir tarihsel süreklilik fikri oluşturmuştu. Yüzyıllar boyunca profesyonel kıssacılar halk topluluklarına ve özel evlere giderler ve zeki bir despot olan Mucit Kral Cemşid’in zaferlerinden veya diğergam kahraman Rüstem’in yiğitliklerinden dinleyicilerin zevkine göre anlatırlardı.3 Bu şahsiyetlerin bir kısmı destanlarda muğlak bir görünüm arzetseler de, en azından Rüstem tamamen olumlu ve (dinî bir içerik taşımasa da) neredeyse el-Hüseyin (Hz. Hüseyin) kadar popülerlik sahibidir.4 Anlaşılacağı üzere, antik İran tarihî sadece kitlelere aşina olmakla (veya böyle inanılıyor) kalmıyor, Arap Ülkelerinin İslam öncesi tarihini şekillendiren olumsuz çağrışımları da taşımıyordu. Bu yüzden Arap dünyası ayrı değerlendirilmelidir.

Kuruluşlarından bu yana bütün Arap ulus devletleri özel semboller ve törenler geliştirdiler. Mesela, ulusal bayrakları birbirlerininkine benzese de her devletin emsalsiz bir bayrağı vardır. Değişik kraliyet sarayları ve cumhuriyetçi rejimler kendilerine has milli bayramlar ve tatil günleri tesbit ettiler. Arap Uyanış Bayramı 1916 Arap İsyanı’nın başlangıcını anmak için Ürdün ve Irak gibi monarşilerde kutlanıyordu, lyd el-Culus [Taç Giyme Bayramı], Kral’ın doğum günü gibi bir çok kutlamalar monarşilerde rahatlıkla gözlenebiliyordu. Çeşitli Devrim Kutlamaları (Mısır’da 23 Temmuz 1952; Irak’ta 14 Temmuz 1958, 8 Şubat 1963,17 ve 30 Temmuz 1968; Suriye’de 8 Mart 1963); Suriye’nin 1946’da Fransızlardan kurtuluşuna işaret eden ve 17 Nisan’da kutlanan Kurtuluş Günü, ayrıca Arap milliyetçilerinin 1916’da Osmanlı yetkilileri tarafından öldürülmelerini anmak için 6 Mayıs’ta düzenlenen Şehitler Günü ve buna benzer bir çok resmi anma günleri Arap ülkelerini ister istemez birbirinden uzaklaştırıyordu.5 Aynı zamanda bu yöneticilerin çoğu törenler ve sembolleri keskin bölgesel sınırlara göre uygulamıyorlardı, çünkü sık sık pratik yansımaları olan bir pan-Arap potansiyele sahiplerdi. Mesela ulusal bayraklar genellikle Arap veya İslam sembolizmini (geleneksel Arap-İslam renkleri gibi: Mudar için kırmızı, Peygamberin ailesi için yeşil, Abbasiler için siyah. Başka semboller de mevcuttu: Peygamber’in kılıcı, hatta yanlış bir inanç sonucu bir Arap sembolü olarak inanılan kartal [Mısır, Irak ve Suriye’de] dahi kullanılıyordu.) Bunun gibi 1916’da çöldeki Arap isyanının amacı bağımsızlık elde etmek ve Arabistan’ı, Filistin’i, Suriye’yi Lübnan’ı ve Irak’ı içine alan Arap krallığı kurmaktı, yani bu isyan, en azından Haşimi sülalesi tarafından bir pan-Arap isyan olarak düşünülüyordu. Bundan dolayı, Uyanış Bayramı bir pan-Arap olay olarak görülüyordu veya sonuçta o şekle dönüşebilirdi. Aynı şekilde Abdünnasır’ın Devrim Kutlamaları, bir kaç yıllık bir tecrit döneminden sonra, taraftarları tarafından bütün Arap alemini ilgilendiren bir pan-Arap hadise haline getirildi. Aynı şeyler Irak’ta 1920’de yapılan anti-İngiliz ayaklanmayı anmak için düzenlenen 30 Haziran için veya Suriye’deki Kurtuluş ve Şehitler Günü için de söylenebilir, bunların hepsi anti-emperyalist Arap mücadelesinin anma törenleri olarak takdim ediliyordu.6 Irak ordusunun 1921’de kuruluşunu anma günü olan 6 Şubat Irak’ta tam bir inançla Filistin’in vaadilen kurtuluşunda oynayacağı rolden dolayı (ve otuzların ortalarında Arap birliğini sağlamada beklenen rolü dolayısıyla) bütün Araplar’ı ilgilendiren bir vakıa olarak sunuluyordu.7 Aynı şekilde, temelini Suriyeliler’in oluşturduğu bir Arap-Müslüman filosunun Bizans donanmasını “Direkler Savaşı”nda Miladi 655 yılında mağlup etmesini kutlamak için düzenlenen Suriye Donanma Bayramı (29 Ağustos) Suriye’nin öncü rol oynadığı bir Arap zaferi olarak anlatılıyordu.8 Çelişkiler içerdiği halde, rakip bir Arap rejimini ortadan kaldırmak için tertiplenen günler bile pan-Arap amaçlar için kullanılabiliyordu. Böylece mesela, Iraklılar’ın ve Suriyeliler’in, 1966’da gerçekleştirilen ve “mücrim” bir askeri cuntanın (yani Salah Cedid, Hafız Esad ve meslektaşları) “meşru” sivil ve tecrübeli bir parti liderliğini (Misel Eflak ve destekçileri) devirip hükümeti ele geçirdikleri bir darbeyi anmaları için düzenlenen Irak’taki 23 Şubat kutlamaları, ortak bir Arap siyasî toplumu fikrini kuvvetlendirmek için kullanılıyordu. Aralarındaki farklara rağmen bu iki Baas rejimi kitlelerin karşısına hala aynı idealler adına çıkabiliyorlardı. Her iki ülkede rakip Baas rejiminin meşruluğunu inkar için kullanılan, fakat aynı zamanda Siyam ikizleri şeklindeki iki Baas partisinin ayrılamazlığının ve karşılıklı pan-Arap ideallerin vurgulandığı Parti Günü (7 Nisan) de aynı kategoriye dahil edilebilir.

Kuruluşlarından bu yana çeşitli çağdaş Arap ulus devletlerinin milli anıtlarında, mesela posta pullarında ve daha seyrek olarak da paralarında belirgin bölgesel unsurlar görülüyordu. Nitekim, Mısır’da (1922) şekli bir bağımsızlık kazanılmasından sonra, Irak’ta Monarşi (1921-1958) yönetimi sırasında ve Suriye’de ise Baas yönetiminden (1963) önce, İslam öncesi ve Arap öncesi temalar içeren pullar kullanılıyordu. Mısır’daki Nejertiti, Tutan Kamon ve Piramitler; Irak’taki Babil Aslanı ve Ur harabeleri; Suriye’deki Ugaritik ve Helenistik heykeller çok yaygın imajlar haline gelmişlerdi, İslam öncesi ve Arap öncesi temalar devrim sonrası Mısır’da (Suriye ile Birleşik Arap Cumhuriyeti arasındaki birleşme esnasında bile, 1958-1961), Cezayir de, Baas Suriyesi’nde ve bağımsız Tunus’taki pul ve paralarda bile bulunabiliyordu.9

Ancak 1970’den önce, yalnızca iki Arap devletindeki hakim rejim (tekil aydınlardan farklı olarak) toplumun kimliğini pullar ve paralardan daha masraflı yollar kullanarak bölgesel İslam öncesi ve Arap öncesi geçmiş tarihle aynileştirmişti. Bu rejimlerin birincisi 1920’lerdeki Mısır monarşisi, ikincisi ise Irak’taki Abdülkerim Kasım rejimiydi (1958-1963).

Mısır

1. Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen bazı nadir olaylar sonucu, ‘sırlı laik aydınlar ve siyasi elit (ve özelde Vefd yanlısı çevreler) Mısır’ın Firavunlar geçmişinin ulusal bir öz bilinç kaynağı olduğunu keşfettiler. Köklerinin daha öncelere dayanmasına rağmen bu olaylar; 1919’daki anti-İngiliz devrim, 1922-1923’de kazanılan şekli bağımsızlık, 1922’de Tutan Kamonun el değmemiş ve bozulmamış mezarının efsanevi keşfi ve ayrıca Mısır’ın büyük geçmişi ile hali hazırdaki ümit vaad eden durumu arasında bağ kuracak bir şevk ve ümit getirmesi için kurulan yeni Mısır parlamentosunun 1924’deki açılışı şeklinde sıralanabilir. Aynı tarihlere denk getirilerek, bağımsız Mısır’ın seçimle belirlenen İlk parlamentosunun ve Tutan Kamon’un mezarının açılış töreni büyük bir siyasi olay haline geldi. Parlamentonun açılışından on gün önce üç tren dolusu Mısırlı ve yabancı görevliler, Kahire’den Luksor’a seyahat ettiler ve 6 Mart 1924’de Kral Fuad, yeni seçilen parlamento temsilcileri, diplomatik topluluk üyeleri ve Yüksek Komiser Lord Allenby’nin katıldığı rehberler eşliğinde mezar turları düzenlendi. Mısır basını bu iki olayı şöyle birleştirdi: Mısır’da “demokratik anayasal bir dönemin başlangıcı” ve “Firavunî Mısır’ın medenî ve üstün başarılarının oluşturduğu ihtişam”ın ortaya çıkarılması.10

İkinci olayın sanatla ilgisi kuruldu. Yeni Mısır’ın «yeniden doğuşu»nu anmak amacıyla halka açık bir abide dikilmesi fikri, 1919 devriminden sonra çalışmalarına Paris’te devam eden başarılı bir Mısırlı heykeltraş Mahmut Muhtar (1891-1934)’ın 1920’de ödül kazanan bir model heykel yaptığı sıralarda ortaya atıldı. Etkili siyasî çevrelerin desteğiyle Mısır basınında modelin büyük boyutlarda yapılmasını finanse edebilmek için fon oluşturma kampanyası başlatıldı. 20 Mayıs 1928’de «Mısır’ın Doğuşu» [nahdat mısr] resmî bir törenle açıldı.

Törene Kral Fuad, İngiliz Yüksek Komiseri Lord Lloyd, Vefd Partisi’nden Başbakan Mustafa en-Nahhas ve bütün bakanlar, basın ve hatta dinî üniversite Ezber’den din adamları bile katılmıştı. Taşın Firavunî anlamını yansıtmak için Asvan’dan çıkarılan Mısır granitinden yapılan heykel ayakta duran, normal boyutlarının bir kaç kat büyüklüğünde bir Mısır köylü kadınının yanında duran sfenks benzeri bir figür şeklinde tasvir edilmişti. Kadının bir eli sfenksin başının üzerinde duruyor, böylece Mısır’ın antik mirasını sembolize ediyordu. Diğer eli ise, kadın uzaklara bakarken peçesini çıkarıyordu: Bu da sosyal ve kültürel çağdaşlığın gerekliliğini anlatıyordu. Bu köylü kadın Mısır’ın otantik ulusal karakterinin ve derin köklülüğünün somutlaşmış şekliydi. Başbakan Nahhas’ın resmî açıklamasında bulunan mesaj basının yorumlarına gerek kalmadan, işte böylece yüksek sesle ve açıkça ilan ediliyordu: Nahhas “ebedî Mısır”ın vücut bulmasındaki çabalarından dolayı Muhtar’ı methetti. Heykel onun zihninde şunları sembolize ediyordu:

“Mısır tarihinin farklı dönemlerini birleştiren bağ… mazinin ihtişamı, halin ciddiyeti ve istikbalin ümidi… Antik çağlardan beri [Mısır] medeniyetlerin beşiği ve insan bilgeliğinin kaynağı olagelmiştir… Medeniyet ve hikmet Yunan’a, Roma’ya. ışık saçan Arap devletine ve Avrupa’ya buradan yayılmıştır.”

Abide, Mısır’daki politik ve laik aydın kesim içindeki hemen hemen tüm çevrelerden büyük bir beğeni elde etti.11

Aslında 1920lerde Mısır’da, yerel Mısır milliyetçiliğine benzeri görülmemiş bir ilgi duyuluyordu. Bunun sebebi kısmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun yok oluşu ve bunun sonucunda aydın Mısırlılar arasındaki çok güçlü pan-İslamcı Osmanlı yanlısı unsurların çözülmesine dayanıyordu. Avrupa medeniyetinin cazibesi ve arkeolojik buluşlar, 1919 sonrası Mısır’daki entellektüel ve siyasî elit tabakayı, Firavunlar çağı ve özelde Yeni Krallığın, modern Mısır siyasî kültürünün oluşturulmasında merkezî sembolik kültürel bir kaynak rolü oynaması gerektiğine inandırmıştı. Bu temayül Avrupa’ya ve laikliğe doğru yönelişlerle gittikçe yaygınlaşıyordu. Firavunizm ve Mısır milliyetçiliği 1920’lerde genel olarak pan-Arap bir karakter taşımıyordu. Aslında, bu temayülü (ve Mısır ulusal veya “Mısırcı” temayülü) desteklemede önde giden aydınların bazıları, yeni bir Mısır imajı oluşturmaya çalışırken, en azından 1920’lerde ve 1930’ların başında, Arap karşıtlığı yapıyorlardı. Ayrıca, Akdeniz, Avrupa veya Hindistan tarihi ve medeniyeti eriyle Mısır arasında bir bağ kurarak Mısır’ı Arap geçmişinden koparmaya çalışıyorlardı.12 Mısırlı büyük romancı ve Mısır milliyetçiliğinin sadık sözcüsü Tevfik el-Hakim şöyle diyordu:

“Hiç şüphe yok ki Mısır ve Araplar birbirine tamamen zıt iki şeydin Mısır ruh, sükunet, süreklilik, köklülük anlamına gelir. Araplar ise madde, telaş, geçicilik, yüzeysellik demektir.”13

1920’lerin Mısır’ındaki Firavuncu düşüncelerle Irak Baas Partisi’nin Mezopotamyacı yönelişi arasında dört temel fark vardır. Mısır hükümeti genel olarak sempatiyle yaklaşmasına rağmen, aslında “Firavuncu” merasimlere düzenli olarak katılmamıştır. Yukarıda anlatılan iki olay birer istisnadır. İkincisi, Firavuncu mesajın anti-Arap içeriği Bağdat’taki yönetici elite tamamen yabancı gelmekteydi. Üçüncü olarak, Firavuncu aydınların aşın laikliği Baas Partisi tarafından paylaşılmıyordu; Mezopotamyacı yöneliş asıl itibariyle laik olsa da, Irak rejimi dindar bir içerik taşıdığını her fırsatta göstermeye çalışıyordu. Son olarak, Firavuncu hareket bozulmamış şekliyle 1930’lu yılların başında son nefesini verdi, yani sadece on yıl yaşayabilmişti. Arabizm’den koparılması ve ona sık sık düşmanlık beslemesi sonucu bu katı laik yöneliş, İslam’ın uyanışa geçtiği ve Mısır toplumunda Arap bağlılığının arttığı 1930 ve 1940’ların yeni toplumsal atmosferinde yaşamını sürdüremedi.14

Mısır’ın Arap Birliği kurulmasındaki rolü, İsrail’e karşı yapılan 1948 savaşlarında yer alması ve Abdünnasır’ın yönetimi sırasında pan-Arap hareketler üzerine oynadığı liderlik rolü, belli ki Mısır’daki tecrit yanlısı düşüncelerin sonunu getirmişti. Ancak Abdünnasır bile Mısırlı kimliğini ortadan kaldıramamıştı. Miras bıraktığı BAC (Birleşik Arap Cumhuriyeti) ideolojik düzeyde çok büyük muğlaklıklar içeriyordu. Bir taraftan Mısır ismini kaldırdı ve onu «Güney Bölgesi» gibi muğlak bir isimle isimlendirdi. Böylece Mısır’ın geçmiş mevcudiyetini andıran bütün izlerin ortadan kaldırılacağı ümit ediliyordu. Ancak bir taraftan da Güney Bölgesinde, Firavun sembolleri taşıyan pullar bastırıldı. 1970’de ölümünden sonra (hatta yönetiminin 1967 mağlubiyetini takip eden son yıllarında) bu hadise (Firavuncu bir akide pekimde olmasa da) Anka Kuşu gibi yeniden canlandırıldı. Enver Sedat iktidarı ele geçirdikten sonra Mısır, «Mısırlı şahsiyeti» (et-Şahsiyye el-Mısriyye) ve Mısır insanı» (el-insan el-mısrî) üzerine gittikçe daha çok vurgu yapılıyordu. Hiç bir Mısırlı yeni politikacı, Mısır’ın Arap dünyasından ayrılmasını önermese de, Mısır’ın BAC (Birleşik Arap Cumhuriyeti) gibi bir tecrübeyi tekrar yaşamasını da istemiyordu. Diğer Arap devletleriyle ilişki kurulurken veya birleşilirken kendi kişiliğini terketmesi istenmiyordu.

1977’de gücünün zirvesindeyken bastırdığı «Kimlik Arayışına Dair» isimli kitabının giriş bölümünde Sedat, şunları söylüyordu: «Bir köylü olarak doğan ve (insanoğlunun zamanın doğuşuna ilk defa burada şahit olduğu) Nil nehrinin kıyılarında büyüyen ben, Enver Sedat, bu kitabı bütün okuyucularıma sunuyorum.» Siyasî kariyerini anlatan bu kitap hikayesine yönetimi boyunca bütün olumlu ve Mısırlı olguların kaynağı şeklinde idealize ettiği küçük Mısır köyünden başlar.15

Ölümünden bir kaç ay sonra biraraya getirilen konuşma ve yazılarından oluşan kitap şu olumlu ifadelerle başlar:

“İnanıyorum ki Mısır İnsanı toplumun bir bütün olarak üzerinde yükseleceği bir köşe taşıdır… bu toplum… derinliklerinde eski medeniyetlerin yedi bin yıllık değerlerini taşımaktadır. Bu medeniyetler onu (Mısır insanını) yüceltip sonra yok etmesine… değişip tekrardan diriltmesine rağmen, halk her zaman için orijinal hasletlerini ve temiz iç karakterini koruyarak bütün bu deneyimlerden sıyrılıp çıkmasını bilebilmiştir. Sadece başlıkları okumakla yetinen insanlar, müteselsil medeniyetler, dünyanın değişik yerlerinde ortaya çıkan bir çok rejim ve yöneticiler hakkında farklı isimlere rastlayacaklardır. Ancak, bunu biraz aşabilirlerse… bu müteakip medeniyetlerin ardında gizli olan birliği yakalayabilirler. Bu [Mısırlı] halk… kendi topraklarına ve ideallerine sahip olamadığı yüzyıllar boyunca bile bütünleştirici kişiliğini koruyabilmiştir. Bu halk, mütemadiyen medeniyetler ihdas ve inşa edebilmiştir.”16

Sedat, Mısır’ın Arap rolünü hiç bir zaman inkar etmemiştir. Ancak bu rol, eşsizliğine kesin olarak inandığı, ulusal tarih ve mirasına tamamen bağlı olarak çok iyi tanımlanmış Mısır halkı tarafından oynanacakta.17

Ne Sedat döneminde ne de Mübarek döneminde Mısır rejimi, Baas yönetiminin düzenlediği Musul ya da Babil festivalleri gibi festivaller veya bölgesel temelli merasimler düzenlemedi. Yalnız Firavun temaları, 1970’ler ve 1980’ler boyunca bayağı belirgindi. Bugünkü Mısır kimliğinin daha belirgin unsurlarını ise Arabizm, popüler İslam, Mısır köyünün gelenekleri ve Mısır halkının, insanla Nil Vadisi’nin binlerce yıllık etkileşimi sonucu oluştuğunun idrak edilmesi fikirleri oluşturuyordu.18 Şimdi, eğitim görmüş bütün Mısırlılar Mısır’ın Firavunlar geçmişinin çok iyi bilincindeler ve bu geçmişi tarihlerinin ve böylece kimliklerinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyorlar. Bu şartlar altında, Firavunlar dönemiyle ilgili coşkulu bir festivalin düzenlenmesi tamamen gereksizdir. Ayrıca, 1920’lerdeki Firavuncu hareketin tecritçi karakterini hatırlarsak, bunun tecritciliğe bir dönüş olarak anlaşılması mümkündür, ki modern Mısır’da hiç kimse bunu ciddiye almaz. Ek olarak, bu tür merasimlerin, Mısır siyasetinde nisbeten güçlü bir yer işgal eden İslamcı fundamentalist lobinin şiddetli saldırılarına maruz kalacağı kesindir. Ancak rejim, Mısır’ın firavunlar dönemine ve Arap öncesi Akdeniz’e ait kalıntılara kayıtsız da değildir. Meselâ, Ebu Simbel tapınağının taşınması için gerçekten büyük bir çaba sarfedilmiştir, başka bir örnek de antik İskenderiye Kütüphanesi’nin «yeniden inşası» çalışmaları için para toplanmasıdır.

1980’lerin başında kullanılan Arap ders kitapları üzerine yapılan bir araştırmada, Kahire’deki Sosyal Araştırmalar Milli Merkezi’nde görevli bir yardımcı profesörün belirttiğine göre, Mısır ders kitaplarının % 64’ü «Mısır’ın Firavuni [kimliğini] vurguluyor», %30’u Mısırcılık ve sadece %16’sı da Mısır’ın «Araplarla olan akrabalığı» [el-intima el-arabî] üzerinde duruyordu. Profesör, Mısır okul kitapları «Mısır milliyetçiliğini, sanki Arap ve İslam milliyetçiliğinden bağımsız bir olgu gibi anlatıyor» seklinde sözünü tamamlıyor.19 Devlet destekli «Firavuncu» merasimlerin düzenlenmemesi Mısır’da Firavunî geçmişin unutulduğu, anlamına gelmez, bilakis yeni Mısır kimliğinde hakikî olarak özümsendiği anlamına gelir.

Suriye

Bağdat gibi Şam da prensipte hala pan-Arabizmi savunuyordu. Şam’ın pan-Arabizmi de 1970’lerin ortalarından itibaren Bağdat’takinden daha yavaş ve daha az belirgin de olsa değişmeye başlamıştı.

1970’lerin ortalarından başlayarak Baas partisinin tek düze yapılı pan-Arap ideolojisi bölgesel Suriye ve pan-Suriye milliyetçiliği belirtileri göstermeye başladı. Devlet Başkanı Esad, değişimin nedenleriyle ilgili bir ipucu yakaladı. Kendisinin 1977’de Şam’da yayınlanan resmî bir biyografisinde fikirlerini şöyle açıklıyordu:

“Bizim tek bir toplumdan oluşan bir ulus olduğumuza dair Araplar arasında çok güçlü bir hissiyat, manevî bir duygu vardır… Fakat bu manevî duyguyu maddî bir gerçeklik haline çevirmek çok uzun zaman alacaktır… belki de ben hayattayken olmayacak, çünkü bir Arap devletiyle ötekini arasında hala bir sürü farklılıklar var.” 20

Öyle görülüyor ki Saddam Hüseyin gibi Esad da şu sonuca varmıştır: Tam bir Arap birliğine çabucak ulaşmak gerçekçi olmadığı için, Baas parti doktirinince gayri meşru ve tabii ki geçici addedilen Suriyeli bir mevcudiyetten daha ziyade, kimliğin daha kalıcı siyasi temellerini oluşturmak için gerekli toplumsal ihtiyaçları karşılamak bir zorunluluktu. Konuşmalarında ve ayrıca Baas Partisi bildirilerinde açıkça görülüyor ki, en azından ilkesel düzeyde Esad, partinin uzun vadeli Arap birliği fikrine sadık kalmıştır. Ayrıca hiç şüphe yoktur ki, o ve rejimi 1970’lerin ortalarından beri parti fikirleriyle siyasi gerçeklikler arasındaki bilişsel [cognitive] uyumsuzluğu ortadan kaldırıcı ara çözümler bulmaya çalışmaktadırlar. Esad’ın ideolojik temayülü belli ki siyasî olaylardan etkilenmişti. 1973-1975 döneminde ulaşılan siyasî ve stratejik kördüğüm neticesinde, daha önceden bir ittifak içinde olduğu (Amerika’ya ve bir barış sürecine doğru sürüklenen) Sedat Mısır’ı ve (1973 Ekim Savaşı’ndan sonra Baas içindeki sert çekişmeler sonucu ilişkilerin bozulmaya başladığı) Irak’ın yerine yeni bir stratejik ittifak arayışı içine girmek zorunda kaldı.

Yeni ittifak, 1975’in ortalarından itibaren ciddi oluşturulmaya çalışıldı ve Lübnan, Ürdün ve Filistin’i21 ihtiva ediyordu. Bu, Suriyeliler’in çok aşina olduğu eski bir siyasî oluşuma (Büyük Suriye) çok benziyor, onu andırıyordu. Aşağı yukarı bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve İsrail’i içine alan bir tarihi-coğrafi birim idi. Bu bölge Emeviler’in (651-750) iktidar tabanını oluşturmuş. Memlukler döneminde (1260-1516) yeniden canlandırılmış ve 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Butrus Bustanî ve Yazıcılar’dan Anton Saada’ya (1930’larda Partie Populaire Syrienne [PPS] veya Suriye Ulusal Partisi [SUP]’u, daha sonra da Suriye Sosyal Ulusal Partisi [SSUP]’u kurdu) kadar olan Suriyeli milliyetçilere siyasi ilham kaynağı olmuştu.22 SUP (Suriye Ulusal Partisi) felsefesini ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu, 1930’larda basılan Nuşu el-Umam adlı kitabında görülüyor ki, Saada 15. yüzyıl romantik Alman milliyetçilerinin «kan ve toprak» düşüncesinden çok etkilenmişti. Bu düşünceye göre uluslar, insan topluluklarının belli bir ulusal coğrafya ile binlerce yıllık uzun etkileşimleri sonucu ortaya çıkan canlı varlıklardır. Daha da özelde, Saada ve partisi -Fırat ve Akdeniz arası (sonraları Zagnos Dağlan ve Kıbrıs arasında) ile Toros Dağlan ve Sina Yarımadası arasında antik çağlardan günümüze kadar yaşamış olan medeniyetler ve halkların, uygarlık ve ırk düzeyindeki toplamından ibaret olan- ayrı bir Suriye ulusunun varlığına inanıyordu. İster Mısırlılar’la, ister Kuzey Afrikalılarla veya Arabistanlılarla olsun, Suriyelilerle Araplar arasındaki akrabalık ve bunun sonucu oluşan özel siyasi bağları kesin olarak reddediyorlardı. SUP tarafından yayınlanan tebliğler arada sırada Arap karşıtı içerikler taşıyordu. Bundan dolayı Saada ve taraftarları, Baas Partisi de dahil pan-Arap düşünceye sahip olanlarca tehlikeli ideolojik ve siyasî rakipler olarak görülüp “ayrılıkçılar” olarak nitelendirildiler ve Arap ulusunun amansız düşmanları olarak değerlendirildiler.

Esad Suriyesi, Lübnan, Ürdün ve FKÖ ile stratejik işbirliği içine girince ve 1976 Haziran’ında Lübnan’ı (orada en azından 1989’un sonuna kadar kalma düşüncesiyle) işgal edince ilginç bir şey oldu: SSUP Suriye’nin işgalini Büyük (ya da Tabii) Suriye ideallerinin gerçekleştirilmesi için bir başlangıç olarak değerlendirdiğinden dolayı iki eski düşman yakın bir işbirliği kurmaya başladılar. Hatta SSUP’un lideri İhsan Mahayri 1984’de yaptığı bir konuşmada şunları söyledi: «Bu [Esad] rejimle bizim ideolojimiz arasında zaten herhangi bir zıtlık mevcut değildi.»23 Denklemin SSUP tarafı şöyleydi: 1970lerin sonlarından itibaren Suriye ve Arap ülkeleri arasında kurulan özel bağlara, hatta nihaî bir birliğe karşı çıkılmıyordu, çünkü ayrılma düşüncesi «Önce Büyük Suriye» idealinin sonunu getirebilirdi.24

Esad tarafına gelince; Büyük Suriye fikri Arap birliğine giden yolda bir kilometre taşı olarak algılansa da, Esad ve yakın çevresinin aklından hiç şüphesiz bir kaç defa geçmişti. 1970’lerin ortalarında onunla sık sık görüşen Henry Kissinger şöyle diyordu: «(Esad) Suriye’nin Arap ulusunu birleştirmek için gerekli güce sahip olmadığı ve büyük idealler peşinde koşmadan önce kendi topraklarına yeniden hakim olmak zorunda olduğu sonucuna varmıştı.»25 1977’de Esad’ın biyografi yazan da benzer şekilde; liderin, Arap birliği için eski «imparatorluk» destekli Verimli Hilal Projesi (veya herhangi bir benzerini) uygulamaya hazır olduğunu belirtiyordu. Esad, Nisan 1975 de yapılan Altıncı Baas Bölgesel Kongresinde, Tabii Suriye ile Arap Birliği idealleri arasında herhangi bir çelişki olmadığını iddia ediyordu.26

Esad’ın sağ kolu olan, ayrıca bir basım evini de işleten Savunma Bakanı General Mustafa Tlas, Saada’nın Nuşu el-Umam kitabını tekrar bastı.27 Aynı şekilde, 1976-1977 arasında bir kaç ay boyunca, Şam Radyosu ve parti gazetesi es-Sevre, SUP’un önde gelen liderlerinden Şevki Hayrullah’a Büyük Suriye kavramını anlatması için çeşitli imkanlar sağlamıştı.28 Bu olaylar, Baas ve SSUP arasında belli bir yakınlaşma olduğunu gösteriyordu.

Esad’ın kendi açıklamaları da aynı şeyi söylüyordu. Golda Meir’in, Golan’ın İsrail’e ait olduğunu iddiasına, Esad’ın 8 Mart 1974 tarihli cevabı, Filistin’in Arap vatanının bir parçası olmasının yanında, «Güney Suriye’nin asıl bölümünü oluşturduğu» şeklindeydi.29 Evrensel bir Arap birliği için bu son ekleme tamamen gereksizdi veya açık bir sapmaydı. Lübnan’a gelince, 13 yıllık sonu gelmez bir askeri müdahale 1989’un sonunda, Esad’ın iki ülke arasında gerçekten «tarihi kopmaz bağlar» bulunduğu şeklindeki düşüncesini ifade ediyordu.30

Ürdün’ün de Suriye’nin bir parçası olduğu iddia ediliyordu. 1981’in başında Suriye Köylü Sendikaları Toplantısı’nda yaptığı bir konuşmada, Kral Hüseyin’in Suriye’deki Müslüman Kardeşler muhalefetini desteklediğiyle ilgili yaptığı sert açıklamaların bir bölümünde Esad, dinleyicilere ateşli ateşli şunları anlatıyordu:

“Bu geçici rejim [bizi] ilk defa hançerlemiyor… Gerici Ürdün rejimi başlangıç olarak Suriye’nin bir bölgesinde kurulmuştur… Suriye vücudundan koparılan bir yerde! Biz ve Ürdün aslında tek bir ülkeyiz (beled), bir halkız (Şaab, [kavram Baas dilinde mevcut ulus devletin vatandaşları anlamında kullanılır]), bir bütünüz! İngilizler bir Kral buldular… ona Suriye’nin bir bölgesini verip dediler ki «bu topraklar üzerinde bir Emir ol»… böylece Doğu Ürdün Emirliği kurulmuş oldu. Başından beri bu rejim Suriye’nin düşmanı olagelmiştir… ve kim Suriye ve halkının düşmanıysa zorunlu olarak, Arap ulusunun da düşmanıdır!

Doğu Ürdün’ü bizden kopardılar ve adını Emirlik koydular, ama Ürdün halkını bizden koparabildler mi? Tabii ki hayır… [Ürdünlü] halk vatanıyla [Suriye] beraberdir. Kral ise vatanıyla beraber değildir. Halk halk ile beraberdir… Ürdün’deki halkımız… Ürdün halkının gaspedilmiş halklarım geri alacağı gün pek yakındır.., biz tek bir halkız ve o gün birbirimize geri döneceğiz! Biz kendi halkımızla bütünleşeceğiz (sanandammu), [«ilhak» için de kullanılan bir kelime]) Kral ise kendi halkıyla [veya ailesiyle] oldukları yerde bütünleşecek.”31

Sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için yeniden vurgulamak gerekir ki, pan-Suriye fikirleri içeren bu tür ifadelere sıkça rastlanmıyor ve bunlar Suriye’nin bugünkü sınırlarıyla Arap ulusunun atan kalbi olduğuna inanılan daha uygun bir pan-Arap ideolojik dokusunu şekillendiren çizgiler görünümündedirler. Her şeye rağmen bunlar vardır ve anlamladırlar; çünkü genel dokudan çok farklıdırlar ve Hafız Esad’ın Suriye’deki iktidarının büyük bir bölümünde ısrarla ortaya çıkmışlardır.

Esad’ın Suriye milliyetçiliğinin yatay boyutu arasıra Büyük Suriye’ye doğru genişlese bile, dikey tarihsel kültürel boyutu hakkında ne söylenebilir? Doğal olarak, insan «tabii» ya da «büyük» Suriye kavramlarını düşününce, bu hemen imparatorluklarını Şam’dan yöneten Emevileri çağrıştırıyor. Aynı şeklide insanın aklına Selahaddin Eyyubi -(bir çok Arap tarafında Siyonizmin ortaçağdaki benzeri diye inanılan) Haçlıları 1187’de Hittin de mağlup eden ve Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı birleştiren insan- de geliyor. Aslında, Baas rejiminin ve kişisel olarak Esad’ın, Emeviler’den ama daha çok Selahaddin ve kahramanlıklarından ilham aldıklarına dair bir çok delil vardır.32 Aynı şekilde rejimin, Suriye’nin (Büyük Suriye’nin değil) ortaçağ Arap bilim adamları ve filozoflarının basanlarım -canlanan Suriye’nin geleceğinin hizmetindeki geçmiş basanları- kutluyor olması bir gerçektir.33

Daha seyrek de yapılsa ve Irak’takinden daha az belirgin de olsa Suriyeli yöneticiler de, Suriye’nin (bazı açık teknik nedenlerinden dolayı Büyük Suriye’nin değil) bölgesel İslam öncesi ve Arap öncesi geçmişini gelecek nesillerin ilham kaynağı olarak teşvik etmişlerdir. Patrick Seale’in belirttiğine göre Ebla (Halep’in güneyinde düşen M. ö. 2500 yıllarına ait bir ticari krallık) ve Mari (Fırat bölgesinde aynı bin yıla ait bir Sümer Krallığı) bölgelerindeki arkeolojik buluşlar «Suriye ulusal gururunu büyük ölçüde arttırmıştır.» Ebla bölgesinde 1974-1975’de 15,000 tablet bulunmuş, bunların bir Sami dilinde yazılmış olması Suriyeli bilim adamlarını Arapça ve tek tanrılığın köken olarak Suriye’de yerleştiği konusunda ikna etmiştir. Seale Suriyeli arkeologlarla yaptığı tartışmalar sonucunda, Mari’de elde edilen 25,000 tablet ve burada kurulan çok gelişmiş bir maddeci medeniyetle beraber Ebla’nın, Suriyeliler’e «antik çağlarda Musevîlerden üstün oldukları… Mısır ve Mezopotamya ile… eşit oldukları konularında ipuçları» sağladığını öğrenmiştir. Aslında, kendisi «tarihin Suriye’yi dünyanın merkezine yerleştirdiği» şeklinde günümüzde bölgesel gücün merkezi olduğunu ima eden haberlere şahit oluyordu.34

Esad yönetimindeki Suriye, Saddam Hüseyin Irak’ının yaptığı gibi ne uzun zamandır gömülü olan şehirleri yeniden canlandırmaya kalkışıyor ne de Uluslararası Babil Festivali gibi müsrif bir festival düzenliyordu. Ancak Esad Suriyesi, İslam öncesi Arap olmayan arkeolojik bölgelere olduğu gibi İslami olanlara da büyük bir ilgi duyuyordu: Bunu pullar ve kağıt paralar üzerinde görebiliyoruz; 1972’den beri her yıl antik çağlarla ilgili özel bir Kongre düzenliyor; ayrıca bir çok (1986’ya kadar toplam 30 tane) müze kurmuştur;35 ve 1978den bugüne kadar İslam öncesi ve Arap öncesi dönemlerden günümüze kadar Suriye’nin kültürel devamlılığını sembolize eden bir bölgede çok merkezî bir kültürel festival düzenlenmektedir.

Şam’ın 125 kilometre güneyindeki antik Busra (veya Bustra) şehrinin tarihi erken Helenistik döneme kadar uzanır. Romalılar dönemi, yani milattan sonraki ilk yüzyıllar boyunca bu şehir, Şam’ın güneyi ve Ürdün Nehri’nin doğusundaki en büyük şehir ve Arabistan’ın Roma Eyaleti’nin başşehri konumundaydı. Daha sonraları önemli bir Bizans merkezi haline geldi, ama öneminin büyük bölümünü İslamî dönemde elde etti. Busra, yüzyıllardır kullanılan bir yerleşim bölgesi olarak günümüze kadar gelebilmiştir,36

1978 Eylül’ü başlarında Busra’nın küçük bir güney kasabasının sakinleri, Şam’dan gelen yüzlerce sivil ve ordu araçlarından oluşan bir konvoyu hayretler içerisinde seyrettiler. Konvoy, Danimarkalı arkeologlar tarafından 1950’lerde ve Baas Partisi tarafından tam on yılda (1968-1978) restore edilen, köylerinin hemen dışında bulunan ikinci yüzyıla ait büyük bir Roma tiyatrosuna varıp durdu. Golan’da bulunan İsrail ordusu alarma geçirildi -sonradan Suriyeliler’in hareketliliğinin sadece kültürel amaçlı olduğu anlaşıldı. 10 Eylül’de, Birinci Uluslararası Busra Festivali (Mihracen busra ed-düveli el-evvel) büyük bir coşkuyla açıldı. Festivali Kültür ve Rehberlik Bakanı Dr. Neceh el-Attar açtı ve 1850 yıllık tiyatrodan, çevredeki antik kalıntılardan ve bunların neleri temsil ettiği hakkında şiirsel bir dille konuşma yaptı. Kan ve toprak gibi SUP benzeri kinayeleri bol bol kullandı, geçmiş kavimleri ve medeniyetleri anlatıp, hepsinin yeni-eski Suriye toplumu içerisinde yaşadığını söyledi. Fakat aynı zamanda Suriye’nin üstünlüğünü ve Devlet Başkanı Esad’ın Arap ulusunun tartışılmaz lideri olduğunu açıkça vurgulamak suretiyle bazı önemli pan-Arap değimler yapmayı da ihmal etmedi:

İkibin yıldır bu medeniyet gemisi tarih dalgalarını yararak ilerliyor ve hiç bir zaman rotasını şaşırmadı… Küstah mürettebatı olan bizler bile yelkenleri çılgın rüzgarlara terk etmedik… [o] hala yüce bir dağ kasvetli bir sancak… ölümsüz bir mucize gibi karşımızda duruyor. [O] yokoluşa karşı direnerek, ataların torunlarına bıraktığı emanetlerin derinliklerinde [yaşıyor] olduğu bu tertemiz toprak parçasının zenginliğine şahitlik ederek, bizimle doğan ve [hala] bizimle yaşayan medeniyetlerin bir sembolü olma özelliği koruyor… bugün biz tarih seyrini eski haline çeviriyoruz. Sadece sanatta değil, yapı ve inşaat alanında da… bunlarla biz modern rönesansımızın tarihini yazıyoruz. Ayaklan toprağın derinliklerinde [gömülü] olan ve yükseklerde dalgalanan bir sancak haline çeviriyoruz.

Busra tiyatrosu [antik çağlarda] şenlikler… ihtişam ve düşler alanıydı, bugün de öyle… ve bu [Romalı] tiyatro tarihte bir yaratıcılık yapısı, kahramanlık ve şampiyonluk stadyumuydu. Bugün de aynı şekilde yücedir, çünkü [Suriye] vatanının gururunu temsil ediyor ve [diğer Arap] topraklar tarafından gıpta ile bakılıyor. Ümit ediyor ve inanıyoruz ki bir Arap lideri, zeki bir kaptan çıkacak ve hiç bir korku belirtisi göstermeden gemisinin idaresini ele geçirip kabaran dalgaları [yarıp] geçecektir. Çünkü o [korkudan] yücedir ve bir efendidir; çünkü kader, Süleyman’ın Rüzgarı gibi, onun niyetini değiştirip, onu yeni, ışık saçan ve emin birisi haline getirecektir. Bu lider bizim liderimiz, bizim Aslanımızdır [Eseduna] ki kendisindeki sebat ve cesaretten gurur ve kahramanlık elde edilecektir. Bu, ülke tarihinde yapılan ilk Busra tiyatro festivaldir ve her yıl Eylül ayında tekrarlanacaktır. Biz bu sayede kaynaşacağız, sanki 2000 yıl bir göz kırpışın da geçi vermiş gibi… Busra tiyatrosunu inşa nedenler [Romalılar] ve daha sonra [çevresindeki] kaleyi yapanlar [Eyyübiler] bizim en asil varisler olacağımızı sanki bilmişler gibi… ve sanki ayın bu arkeolojik hazineyi aydınlatacağı geceleri yeniden canlandıracağımızı anlamışlar gibi.”37

Festival üç hafta sürdü ve gerçekten bir gelenek halini aldı: Her sene iki hafta ile dört hafta arasında bir süre boyunca 10,000 kişilik Roma tiyatrosu, Çevre köylerden gittikçe kabaran bir dinleyici kitlesini çeken uluslararası Arap ve Suriyeli müzik, dans ve dramların sahnelendiği bir alan haline geldi. 1980’den beri giriş serbesttir. Bakan, şahsen festivale ve Suriye’nin geçmiş başarılarının ortaya çıkarılması görevine çok bağlıydı.38

Görüldüğü kadarıyla Busra’daki Roma Tiyatrosu’na duyulan bağlılık, Orta Çağ Arap-İslam kalesi ile bağlantı kurularak açıklanmaya çalışılıyordu. Fakat bakan 800 yıl değil, 2,000 yıl demişti, yani Eyyubiler döneminden değil Romalılar döneminden bahsediyordu. Ayrıca Romalılar döneminde nüfusun çoğunluğu Arap olsa da şehir bu tarihten bir kaç yüzyıl önce kurulmuştu. Köken olarak Helenistik döneme ait olan bölge Romalılar’ın hakimiyetindeyken, Araplar’dan ziyade Romalılar’ın putperest dininin ve Romalılar’ın askeri ve idari imparatorluk kanunlarının hakim olduğu önemli bir Roma merkezi haline gelmişti. Anlaşıldığı gibi bu olay, Misel Eflak, Zeki Ersuzi ve diğer Baasçı ya da önde giden Baasçı ideologların savunduğu orijinal modern pan-Arabizm düşüncesinden çok uzaktı. Bunlar, Arap milliyetçiliği düşüncelerini modern Arap diline ve kültürüne dayandırdıkları gibi Arap-İslam tarihine de dayandırıyorlardı. Bakanın tiyatroyu Arap mirasının bir parçası olarak takdim etmeye bile çalışmaması, eski parti söyleminden sapma olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Daha ziyade Suriye geçmişinin bir parçası olarak tasvir edilmiştir.39

Peki neden Eylül 1978 tarihi? Bunun nedeni, belki de on yıllık restorasyon döneminin bitip tiyatronun bu tarihte hazır olduğu kadar basit olabilir. Ancak, bakan yaptığı konuşmada siyasi gerçekliklerin rejimi buna zorladığını ima ediyordu. Konuşmasında, Camp David anlaşmasını imzaladığı için Sedat’ı sert bir dille suçladı; Suriyeliler’in «önce Lübnan’ı, sonra Suriye’yi ve üçüncü olarak da Arap ulusunu[!]» savundukları için Lübnan’da öldürüldüklerinden yakındı. Suriye’nin fiili olarak kuşatma altında olduğunu belirtti ve bu yüzden, «görüşlerimizi şimdilik [Arap dünyasına ve uluslararası topluluğa] kabul ettiremeyebiliriz» dedi. Konuşmanın tamamında Suriye’nin yalnızlığı vurgulandı, hakikaten Suriye bir yerdeydi ve uzun bir süre daha orada kalacağı benziyordu. Irak, Camp David anlaşması sonrasında hala Suriye ile işbirliği kurmamaya kararlıydı (1978 Ekim başında ansızın işbirliği karan alındı). Ürdün, barış sürecine katılma düşüncesiyle oyalanıyor ve Sedat’ı suçlamaktan çekiniyordu. Suudiler’e de güvenilmezdi. Suriye Lübnan’a girmişti, ama orada geniş çapta tanınan ve kabul edilen hakim bir güç konumunda değildi. Oradaki varlığı daha ziyade yıpratma savaşı veren bir işgalci gücün varlığına benziyordu. FKÖ ile ilişkiler de gergin durumdaydı. Bir başka deyişle, Esad’ın Suriye’nin menfaatleri konusundaki ikinci savunma hattı, yani Büyük Suriye bölgesini kapsayan stratejik bir ittifak bile çökmek üzereydi ve Suriye kendi içine yönelmek zorundaydı. (Suriye’nin, Arap ülkelerinin bir çoğunu korkutmak üzere, sonradan Arap olmayan İran ile yaptığı ittifak, Suriye’nin tecrit düşüncesini daha açık bir şekilde ortaya koyuyordu.) Büyük Suriye motifi, sonraki yıllarda da ortadan kaybolmadı, öyle görünüyor ki Baas siyasi düşüncesinin bir parçası haline gelmişti. Fakat bunun ve geleneksel pan-Arabizm düşüncesinin yanında, bölgede bir de Suriye’nin bugünkü sınırlarını temel alan bölgesel milliyetçilik fikriyatı oluşmaya başladı. Net bir cevabı olmasa da, Busra kentinin, İslam öncesi Arap-Arami kültürüne sahip olan ve bununla Suriye merkezli bir pan-Arap laik rejimin, kimliğini daha kolay oluşturacağı Tadmur (Palmira) kenti üstüne neden tercih edildiği sorulabilir. Tabii ki Tadmur unutulmadı; üçüncü yüzyılın ikinci yarısında Persler’le ve Romalılarla savaşan, efsanevi kraliçesi Zenubya’yi 1980’lerde Suriye parasının üzerinde görüyoruz. Ayrıca “Zenubya” isimli bir operayı sahneleyen bir Zenubya halk dansları topluluğu bulunuyor ve aslında Tadmur iyi bilinen cazibeli bir turizm beldesidir.40 Ancak yine de rejim, Busra’dan daha farklı bir yaklaşım sergiledi. Nedenleri sadece teknik konulara dayanıyordu. Tadmur Şam’a daha uzaktı ve benzeri bir tiyatroya sahip değildi. Fakat Busra’nın benimsenmesindeki amaç, genel olarak Batı medeniyetleri ve Avrupa’yla olan tarihi bağlarını vurgulanması da olabilirdi.

Ürdün

Ürdün kralı Hüseyin, Eaad’ın Tabii Suriye’si, BAC (Birleşik Arap Cumhuriyeti) veya Irak-Suriye-Mısır şeklindeki 1963’lerin üçlü birlik müzakereleri ile karşılaştırılabilecek türden pan-Arap tasarılar başlatmamıştır. Aslında yıllar boyunca izlediği Arap politikası temelde savunmacıydı. Tarihten anladığımıza göre, Haşimiler hem ideolojik, hem de pratik düzeyde Arap Doğusu’nun büyük bölümünü içine alan bir Arap Krallığı kurmuşlardı. Büyük babası Kral Abdullah, ölümüne kadar kendisini Haşimiler’in yönetimindeki bir Büyük Suriye ümidiyle avutmuştu. “Arap Devrimi”nin (yani 1916 Arap isyanının) başladığı güne işaret eden kutlamalar eskiden, hatta şimdi de, Hasimi sülalesinin tarihi pan-Arap ideallerini hatırlatıyordu. Yerel Ürdün alametlerine duyulan ilgi (Kral Abdullah ölümünden önce Mescid-i Aksa’yı ve Taş Kubbe’yi krallığın en önemli sembolleri haline getirmişti) devrimci bir düzeyde olmasa da, mevcut realitenin Haşimilerce kabulüne giden yolda bir basamak olarak değerlendirilmelidir.

1970’lerin sonlarından itibaren Ürdün’de yerel arkeolojiye yoğun bir resmi ilgi duyulmaya başlandı. Nebat şehri Petra, Amman bölgesi ve Ciraş başta olmak Üzere ülkenin dört bir yanında kazılar ve restorasyon çalışmaları başlatıldı. Veliaht Prens Hasan’ın, Mart 1980’de Oxford’daki Mesih Kilisesi Koleji’nde (kendisinin mezun olduğu Kolej) Ürdün Tarihi ve Arkeolojisi üzerine düzenlenen I. Uluslararası Konferans’ın açılışında yaptığı konuşmadan da anlaşılıyor ki, bu arkeolojik çalışmalar yalnızca akademik bir amaç taşımıyordu. Prens Kongre’yi şöyle tarif etti:

“Yalnızca, miras olarak bıraktığı binlerce yıllık tarihiyle karşılaştırılamayacak ölçüde [sadece] altmış yıllık… güçlü bir devlet olan… Hasimi Krallığı’nın değil, çağlar boyu medeniyetlerin buluşma yeri… şeklinde en iyi tasvir edilen ülke olan… Ürdün topraklarının da tarihini takdir eden 16 milletin zihinlerinin ilk düşünsel uyanışı. Peki neden arkeoloji? Dünyanın tektanrıcı dinlerinin doğuş yeri olan… Ürdün’ün tarihine bakarsak… sorumluluğumuzun iki alanda olduğunu fark ederiz… «ilahi vekalet» ve «tarihsel vekalet». Maalesef, günümüz dünyasında hadiselere büyük bir kargaşanın hakim olması yüzünden ülkemiz, bir an durup derin bir nefes alma ve kim olduğumuzu, kimlere mensup olduğumuzu ve gelecekteki düşüncelerimizin ne olacağını tesbit etme amacıyla geçmişte elde ettiğimiz kazanımları ortaya çıkarma fırsatı elde edemedi.”41

Kongrede kaydedildiğine göre arkeolojide büyük bir atılım gerçekleştirebilmek için, Prens ayrıca Ürdünlü arkeologlardan, hükümet yöneticilerinden ve özel sektörün önde gelen kişilerinden oluşan bir istişare grubu oluşturmuştu.42

Petra’ya duyulan ilgi, Nebatlılar’ın İslam öncesi Arap-Arami kültürüne sahip olmasından dolayı, Arap milliyetçisi bir bakış açısına göre gayet makuldü. Amman’da Hellenistik ve 1.-2. yüzyıla ait Roma kalıntılarının yanı sıra Emeviler’e ait bazı kalıntılar da vardı. Fakat en önemli senelik ideolojik-kültürel hadisenin gerçekleştirildiği Ciras böyle değildi. Bu, apayrı bir olaydı, Ciraş, M. Ö. ikinci yüzyılda daha antik temellerde bir şehir devleti (polis) olarak kurulmuştu. Şehir, birinci yüzyılın sonu ile ikinci ve üçüncü yüzyıllarda, Romalılar dönemi boyunca gelişmiştir. En önemli kalıntılar bu döneme aittir: Artemis Külliyesi (Compound), Kuzey tiyatro, Nimpheum, Zeua’un yeni tapınağının bir bölümü, Oval Piazza ve Cardo (veya Sütunlu Cadde). Ayrıca İslamî Emevi dönemine ait ban kalıntılar bulunsa da, bunlar nisbeten önemsizdir. 1970’ler ve 1980’lerde Antik Eserler Müdürlüğü büyük Roma şehrinin «ana bölümlerinde» kazılar yapmış ve buraları yeniden kurmuştur.43

Temmuz 1982’de ilk Ciraş Kültür ve Sanat Festivali [Mihracen Ciraş el-evvel lis-saqaya ve’l-fünun] düzenlendi ve bu tarihten sonra hükümet ve hükümet üstü desteklerle en önemli senelik hadise haline geldi: Kraliçe Nur, Yüksek Ulusal Festival komitesinin Başkanı oldu ve yanında çok yaşlı kabine bakanları olduğu halde (festivali) varlığıyla şereflendirdi. 1988’de, çok pahalı gözüken bir Ürdün folklorik elbisesi giyen Kral de Kraliçe’yle birlikte festivale katıldı.

«Tarih boyunca toplumların ve medeniyetlerin buluşma yeri» olan «ölümsüz arkeolojik şehirde» her yıl düzenlenen bu iki ya da üç haftalık festival; «Ürdün’ün medeniyet yönünü gösterme» «kültürel ve sanatsal yaşamı… ve mirası yeniden canlandırma», «Ürdün rönesansına ışık tutma… ve dünyanın her yerinde Ürdün’ün itibarını arttırma» ve «antik medeniyet tarihini modern [tarih] ile bütünleştirme» gibi anlamlara geliyordu. Doğu ve Batı medeniyetleri arasında köprü vazifesi görmeye uygun bir yer olan antik şehrin, bugün de Ürdün, Arap ülkeleri ve dünyanın diğer kısımları arasında bir köprü oluşturması bekleniyordu. Sanat ve folklor gösterilerinin ve bir kitap fuarının yanı avca, Roma tiyatro ve sahneleri Ürdünlü ailelerden oluşan büyük bir dinleyici kitlesine (1986’da 100,000 kişi) zengin bir renk ve melodi cümbüşü halindeki Ürdünlü folklor ekiplerine ve çeşitli Arap ve uluslararası ekipleri seyretme imkanı veriyordu. Ciraş’daki Roma harabeleri ayrıca Ürdün Ordu Müzesi bölgesi haline geldi.44

Ürdün, bölgesel telmihler taşıyan başka bir tür festival daha başlattı. 1987 Kasım ayının ortalarında I. Akabe Su Kayağı Festivali Kralın doğum günüyle birleştirilerek Kral ve Kraliçe tarafından törenle açıldı. Törene kabine mensupları, kıdemli ordu komutanları ve geleneklere çok ters düşen mini mayolarla kayak yapan bir çok seksî kız katılmıştı.45 Amerika’da doğup büyüyen Kraliçe’nin Ciraş Festi vali’n deki özel konumu ve Kral’ın Akabe’deki doğum günü kutlamaları, Hicaz’daki bir kraliyet ailesinin kendi ülkesinin coğrafyasıyla nasıl bir ilişki kurduğunu açıklayan numunelerdir. Bu iki festival ayrıca, geleneksel Haşimi pan-Arabizmi’nin yanı sıra, rejimin, Ürdünlüleri ve Filistinlileri birleştirebilecek ve bütün Ürdün vatandaşlarının kimliklerini yoğunlaştırdıkları bir odak oluşturabilecek bir milliyetçilik düşüncesini, en azından daha geniş bir Arap birimi kuruluncaya dek, teşvik ettiklerini gösteriyordu. Suriye’deki gibi burada da «Neden Ciraş?» sorusu gündeme geliyor. Niçin bir Hellenistik-Roma bölgesi?  Ve niçin 1970’lerin sonu ve 1980’i yıllar? Birinci sorunun cevabı belki yine pratik bir neden olabilir, çünkü bölgesel Ürdün vatanseverliğim Arap bağlarını koparmadan teşvik edebilecek «bölgesel» festivallerin düzenlenmesi için doğal bir mekan olan Petra’ya ulaşım Ciraş’dan daha zordur ve büyük kalabalıkların katılması halinde tehlikeli durumlar hasıl olabilir. Veliaht Prens Hasanın Ürdün’deki antik eserlere yaklaşımından ve Ürdün basınının Festivale bakışından anla­şıldığına göre, Mısır, Suriye ve Irak olaylarında olduğu gibi, yerel medeniyetin dünya ve Avrupa medeniyetlerine katkısı (Ürdün örneğinde, Doğu ve Batı arasında bir bağ oluşturma) burada da önemli bir bileşendir, bunun için Hellenistîk ve Roma dönemlerine ait harabeler çok uygundur.

Niçin 1980-1982 tarihi? Akla gelen ilk neden öyle görünüyor ki İsrail’de meydana gelen siyasî olaylara dayanmaktadır. 1977’de Herut Partisi İsrail’de seçimleri kazanmıştı. Kral Hüseyin Altı Gün Savaşları’ndan beri İşçi Partisi politikacılarıyla Batı Şeria ve Kudüs konularında sürekli bir yakın temas halindeydi. Çok modern farklılıklar mevcuttu, ama ortak payda da o nisbette büyüktü; işçi Partisi Kudüs hakkında hiç bir taahhütte bulunmasa da işgal edilmiş toprakların büyük bölümünü Kral’a geri vermeye hazırdı, hatta bunu istiyordu. Çünkü uzlaşma yanlısı bir çözümün işleyeceğini gösteren çeşitli nedenler vardı. Fakat diğer taraftan Menahem Begin ideolojik olarak kendini Batı Şeria’nın ilhakına adamıştı ve Kudüs’ün tam bir hakimiyet ve kontrol altında tutulması niyetinde de hiç bir şüphesi yoktu. Kral’ın, Batı Şeria’yı ya da büyük bölümünü Ürdün hakimiyetinde görme ümidi hızlı bir şekilde yok oluyordu. Bu durumu ilk farkeden, Ürdün’ün Batı Şeria’yı terketmesini en çok savunan Prens Hasan olmuştu. Kral 1981 seçim kampanyalarına bel bağlamıştı, ki Begin dört yıllık ikinci bir iktidar dönemi elde etti ve (seçim) 1977’de elde ettiği zaferin bir delilik olmadığını herkese ispatladı. Bütün bunlardan dolayı, Taş Kubbe ve Mescid-i Aksa’yi Ürdünlü-Filistinli kimliğinin ve birliğinin sembolleri haline getirebilmek için Haşimiler, Doğu Yakası’ndan işaretlere müracaat etmeli, Petra ve Ciraş’ı çok aşikar bir şekilde kullanmalıydılar.

Mağrip’te Yerel Kimlik Unsurları

Tunus’ta, Burgiba sonrası dönemin birinci yıldönümünde, 7 Kasım 1988’de yeni bir Tunus Ulusal Misakı takdim edildi. Bu belge, Tunus kimliğinin bütün unsurlarını 1980’lerin sonunda rejimin algıladığı şekilde içermekteydi, bu yüzden büyük bir iltifata layıktır. Belgeye göre Tunus’un «orijinal medenî mirası ve antik tarihi», «Tunus’un dünyadaki konumunu güçlendirmek ve insanlık medeniyetine katkıda bulunma arzularımızı yerine getirmek için bütün insanî ve doğal kaynaklarımızı seferber etme» konusundaki gayretlerin ilham kaynağıdır. Şöyle devam ediyor: «Halkımız, kökleri şanlı dönemlerle dolu uzun bir tarihe dayanan mümtaz bir Arap-İslam kimliğine sahiptir.» Gerçekten de Tunus, İbn Haldun ve diğerleri gibi büyük Arap-müslüman şahsiyetleri bağrından çıkardığı için gurur duymaktadır. Fakat Tunus’un geçmişi İslam’dan daha öteye gitmektedir:

“İnsanoğlunun en büyük medeniyetlerinin doğuş yeri olan bir bölgede bulunan ülkemizin bu konumu, insanlarımızı tarih boyunca, insanlık medeniyetine katkılarda bulunmak ve onları yenileştirme ve icat etme kabiliyeti sağlayarak eğitmiştir. Kartaca, antik çağlarda dünyanın en büyük güçlerinden birisiydi. Halkımız, dahi Anibal ile gurur duymaktadır.”

Misak aydınlara, Arapça’yı iş, yönetim ve eğitim dili haline getirme çağrısında bulunuyor. Fakat bunu gerçekleştirmenin henüz çok uzak olduğunu ve mevcut durumun Fransızca konuşan elit tabakayla Arapça konuşan kitleler arasında bir çatışma tehlikesi taşıdığını da kabul ediyor. Misak ayrıca, İslam şeriatine karışık bir yaklaşım sergilemektedir, İslam’dan en büyük ilham ve gurur kaynağı olarak övgüyle bahsederken, İslam’ın tarihsel değişimlere açık ve modern zamanların problemlerine çözüm üretebilen aydınlanmış bir din olduğunu vurguluyor. Daha özelde Misak, çok kadınla evliliği yasaklayan, kadınlara istedikleri insanla evlenme hakkı tanıyan, boşanmaya karar verme ve boşanma işlemlerinde erkeklerle eşit haklar tanıyan devrim sonrası Tunus kanunlarını tasdik ediyor. Bütün bu kanunlar «ülkemizde eskiden beri bulunan, temel bir çağrıya cevap vererek kadınları özgürleştirmeyi ve onların statülerini yüceltmeyi amaçlamaktadır.»46 Başka bir deyişle, Tunus’un Arap-İslam mirasının şekillendirdiği kimlikten elde edilen gurur ile, İslam öncesi Fenikeliler ve Berberiler döneminde Tunus’un dünya medeniyetine yaptığı eşsiz katkılardan elde edilen gururun birbirinden ayrılması mümkün değildir. Gerçekten Tunus’un ulusal tarihi Kartaca ve onun -Peygamber Muhammed’e veya Arap-İslam medeniyetin Kuzey Afrika’ya girişi ile değil de- Romalılarla yaptığı mücadelelerle başlar. Misak’in İslam şeriatine yaklaşımı da Tunus’a özgü bir yaklaşımdan ibarettir; vazedilen kuralların aydınlanmış İslam’a uygun olduğu söylense de aslında onlar gayri İslami’dirler ve bu halleriyle İslam’a Tunus’un modern tarihinde sıkça görülen laik-ilerici bir yaklaşımı sergiliyorlar.

1970’lerden beri Tunus hükümeti antik Roma sahnelerinde düzenlenen iki farklı “bölgesel” festivali düzenlemektedir: Birisi Sus yakınlarındaki üçüncü yüzyıla ait iyi korunmuş ve muhteşem (35,000 kişilik) Titras (bugün, Cem) amfîteatrında düzenleniyordu (ki sadece bir kaç yıl sürdü), diğeri de Tunus’a komşu Kartaca şehrindeki Roma tiyatro ve amfiteatrının etkileyici harabelerinde düzenlenen senelik kültür festivalidir. Bu festival (mihracen kartac) hala kutlanmaktadır.47 Sanat ve halk kültürünü konu alan festivalde bazı bölgesel temaları andıran aşikar davranışlar görülmese de, festivalin yerinin bir çok şeyi çağrıştırdığı inkar edilemez,

1969’da Tunus ulusal tarihini anmak için basılan bir seri bozuk para arasından bir dinarlık bozuk paraların üzerinde; Kartaca’nın en büyük tanrıçası Tanit’in amblemi; Anibali; yerel bir Berberi kral olan ve Kartaca’yı yenmesi için Roma’ya yardım eden ve bir kısmı bugün Tunus sınırları içerisinde kalan Numidya’da kendine ait bir krallık kuran Masinissa’yı (M, Ö. 148’de öldü); Cukurtina Savaşı’nda (M. Ö. 111-105) Romalılarla savaşan başka bir Berberi-Numidya kralı Cukurta’yı ve yazdığı ünlü destan, Aeneid’e bir şükran ifadesi olarak da Romalı şair Vregilius’u (Vircil) (M. Ö. 70-19) taşıyan bir Fenike gemisi resmediliyordu. Bahsedilen destanda Truva Savaşı tasvir edilirken, Romalılar’ın atası olduğuna inanılan Aeneas’ın kaçışı ve maceralı uzun yolculuğu Roma’nın kuruluşu olarak kabul edilir. Vircil ayrıca, Aeneas’ın filosunun büyük bir fırtına tarafından Kartaca’nın efsanevi kurucusu ve bu sayede modern Tunus’un kadın kahramanlarından biri olan Kraliçe Dido’nun sahillerine nasıl sürüklendiğini de anlatır. Diğer paraların üzerinde ise El-Cem amfiteatrı; Roma şehri Sufetula’dan (bugün Sbeitla) bir sahne; ve Thagaste, Numidia’da (bugün Suk Ahras, Cezayir) doğan, ayrıca bir de Kartaca’da doğduğuna inanılan ilk dönem Hıristiyan din adamlarından ve Hippo Regius’un (bugün Annaba, Cezayir) Piskopusu St. Augustinus’un bir portresi bulunuyordu.48

Cezayir’de de, iyi korunmuş Roma Tiyatrosu Thamugadi (bugün, Timgad)’de Haziran aylarında her sene hükümet destekli Akdeniz Tiyatro Festivali düzenlenmektedir. Başka bir festival ise, Tipasa’da bulunan Akdeniz manzaralı bir antik Roma tiyatrosunda sadece bir kaç yıl düzenlenebildi.49 Açıkça görülüyor ki bu festivallerin amaçlarından birisi, Akdeniz kültür ve medeniyetleriyle Cezayir’in tarihsel bağlarını ortaya çıkarmaktı. Aynı mesaj, 1987de Oran’da düzenlenen Confârenee sur la Litterature de la Mediterrannee toplantısında ve Paris’te toplanan bir jürinin 1988’de Le Prixde l’Afrique mâditerrannâenne edebiyat ödülünü Cezayirli bir romancıya vermesiyle ifade edilmişti.

Fransız sömürgeci yönetiminden bağımsızlığını kazandıktan sonra, Cezayir kitabî Arapça’yı katı bir yolla ulusa dil (Fransızca’yı ikinci lisan) olarak empoze etti -halk arasında kullanılan bazı dillere; nüfusun yaklaşık %30’u tarafından konuşulan Berberice’ye ve hem klasik Arapça’dan hem de Arap Doğusu’nda konuşulan dilden çok farklı olan konuşma dili Arapçası’na baskı uygulamak suretiyle-. 1980’lerin başından beri her iki konuşma dili de tedricen meşrulaştırıldı, birincisi (Berberice) Thamachikht (veya Tijinar) alfabesiyle yazılan yazılarda gittikçe daha çok görünmeye başladı. 1990 Haziran ayında yapılan belediye seçim kampanyaları sırasında bu olay daha açık olarak görülüyordu. Çok güçlü ve popüler İslamî muhalefet, saldırgan bir Araplaştırma kampanyası50 yürüttü, bu arada bazı laik siyasî partiler de, özellikle Kültür ve Demokrasi için Birlik [Ressamblement pour la Culture et la Democratie-TLCD] ve Sosyalist Güçler Cephesi [Front den Forces Socialis-fes-FFS] hem laikliği, hem de Berberice’nin meşrulaştırılmasının propagandasını yaptılar (1989’un sonbaharında çıkan ve yeni meşruluk kazanan Komünist eğilimli Alger Republicain gazetesinin ön sayfası Berberice yazılıyordu). Son olarak Ocak 1990’da, Kabylia’ın en önemli kenti Tizi-Ouzou’daki üniversitenin yönetim kurulu sahasında ilk olarak Berberice Araştırmalar Enstitüsü’nü kurdu.

1980’lerin sonlarında, Cezayir’in laik aydın kesimi klasik Arapça’dan ziyade Fransızca yazan yöresel romana ve şairlere daha çok müsamaha gösteriyorlardı. Devrim sonrası Cezayir’de, Fransızca’dan Arapça’ya geçemeyen (ya da geçmeyen) bazı yetenekli romancılar edebiyat sahnesinde kaybolup gitmiş veya marjinalleşmişlerdi. 1978’de ölen Melik Haddad, bu türden yazarların belki de ilk akla gelen örneğiydi. Raşit bin Cedra gibi diğerleri ise kitabî Arapça’da da yazmaya başladılar. Çok az kişi akıntıya karşı yüzebilecek kadar güçlüydü: Mesela Cezayir Devrimi’nin en önemli yazan Katip Yasin, Fransızca yazmayı terkedip konuşma Arapçası ve Berberice olarak sahnelenen işçiler ve köylüler tiyatrosunu yazmıştı. Kasım 1989’da Tahar Ouettar ve Laredj Ovanissi gibi Arapça yazan Cezayirli aydınlar Fransızca yazan yazarları başkent Cezayir’de düzenlenen, daha önce dahil etmedikleri bir edebiyat konferansına davet ettiler. Bu, Cezayir’deki laik çevrelerin Arap kimliklerinden sıyrılıyor oldukları anlamına gelmiyordu, Cezayirli bir çok laik aydın İslami eylemcilerden farklı, olarak kültürel kimliklerinin diğer unsurlarına daha ılımlı yaklaşmaya başladılar.

Son sözler ve Sonuç

Bu makalenin tamamlanmasından sonra iki tane çok önemli olay vuku bulmuştur. Birisi, 22 Mayıs 1990’da Kuzey ve Güney Yemen birleşmesi, diğeri de 8 Ağustos 1990 tarihinde Irak ve Kuveyt’in “alaşımsal bir birleşme” ilan etmeleriydi. Yüzeysel olarak bakıldığında, bu iki olayın bölgesel milliyetçilik eğilimini engellediği anlaşılıyordu. Yalnız gerçek şu ki en azından ikinci olay, yani Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ilhakı Baas rejimi tarafından pan-Arap menfaati olarak takdim edildiyse de yerel bir süper gücün zayıf olan komşusunu askerî olarak işgalinden başka bir şey değildi. Irak’ın stratejik bir limana ihtiyaç duyması Iraklı politikacıları krallığın kurulmasından bu yana Kuveyt’in işgalini talep etmeye sevk ediyordu. Irak’ın Körfez Savaşı sonundaki büyük ekonomik darboğazı, petrol zengini prensliği işgal etmesinde, ekonomik destek isteme ve zorla almasından ve Körfez’deki diğer Arap krallıklara petrol üretim kotaları dikte etmesinde güçlü bir tamamlayıcı teşvik unsuruydu. Bunun, Arap servetinin yeniden dağılımının ve Arap idealleri için kullanımını sağlama girişimi olarak takdim edilmesinin tek amacı Arap kitlelerinin ikna edilmesiydi. Saddam Hüseyin’in Suudi Arabistan’a, Amerika’ya ve Avrupalı güçlere karşı yaptığı savaşı bir İslamî tezkiye kampanyası olarak takdim etmeye çalışması da aynı amacı taşıyordu. Irak işgali, Baas rejiminin özel Irak menfaatlerine bağlılığını en iyi şekilde gösteriyordu.

İki Yemen’in birleşmesine gelince bu olayın asıl önemi belli bir süre sonra ortaya çıkacaktır. Ancak birleşmeleri konusunda yayınladıkları ortak bildiride, görünür bir gelecekte gerçekleştirilecek bir Arap Birliği’nden ziyade iki ülke de ağırlıklı olarak Birleşik Yemen’in Arap Anavatanı olarak ihtişamlı günlerine yeniden dönüleceğini ümit ettiklerini vurguluyorlardı.51

Bu rejimlerin her birinin 1960’ların sonlarından bu yana bölgesel yurtseverliği teşvik etmelerine sebep olan bazı özel ve hızlı gelişmeler olmakla beraber, mezkur gelişmelerin temelinde yatan bir kaç genel nedenin de mevcut olduğu görülüyor. 1960’larda birleştirici pan-Arap düşüncesine büyük darbe indiren üç gelişme oldu. Birisi, Suriye’nin Eylül 1961’de BAC’den ayrılmasıydı. Diğeri üç devrimci pan-Arap rejiminin, yani Mısır’daki Abdünnasır rejiminin ve Suriye ve Irak’taki Baas rejimlerinin bu üç ülkeyi 1963’te birleştirme konusundaki başarısızlıklarıydı. Irak’ın 1958-1961 arasında BAC’a katılmayı başaramaması konusunda «ayrılıkçı» Abdülkerim Kasım suçlanabilirdi, ama 1963’teki başarısızlıktan dolayı sadece önde gelen pan-Arap düşünceye sahip olanlar suçlanmalıydı. Son olarak, Arap öfkesinin ve Haziran 1967’deki Altı Gün Savaşları’ndan sonra kurulan silahlı Filistin örgütüne hayranlığın başlangıçta büyük bir artış göstermesine rağmen, uzun vadede radikal bütünleştirici pan-Arap sancağının en önemli iki taşıyıcısı Abdünnasır yönetimi ve Şam’daki Baas rejiminin çok vahim askeri mağlubiyetleri bu inancı etkilemiştir.

Daha genel bir düzlemde, yaklaşık 50 yıllık bir varoluştan sonra Batı emperyalizminin yarattığı bir Arap ulus devleti gibi bir gayri meşru birimin dahi en azından uzun yıllar ayakta kalabilmesi, sonuçta modern bir ulus devletin sahip olduğu bütün kurumlan oluşturabilmesi dolayısıyla bir derece meşruiyyet sahibi olması gerekir. Sadece bürokratik nedenlerden dolayı da olsa artık bu birimler görmezlikten gelinemez veya meşruiyetleri kolayca ortadan kaldırılamaz. Ek olarak, Arap ulus devletinin 50 yıllık mevcudiyetinin ardından birleşme ümidinin buraları terk etmesi, halka en azından belli bir süre için, geçici hayallerden ziyade daha somut siyasi kimlik temelleri sağlamanın gerekliliğini kaçınılmaz kılmaktadır. Bunlardan dolayı artık mevcut ulus devletleri gayri meşru ilan etmenin anlamı kalmamıştır. Ve mevcut, ayrı devletlerin tedrici olarak meşrulaşmaları özel ulusal geçmişlerin araştırılmasına yol açmıştır.

Suriye, Ürdün ve Mağrip ülkeleri örneğinde bu özel geçmiş şöyle bir problem ortaya çıkarmıştı: (Bu geçmiş) sadece Arap öncesi (bu ülkelerce tamamen ihmal edilen) devirleri değil, Avrupa kökenli imparatorluk dönemlerini de taşımaktaydı. Aslında bu Akdeniz medeniyetleri bile bu rejimler tarafından göklere çıkarılıyordu. Akdeniz geçmişine bu şekilde bir bağlılık ve bu yolla Batı’yla olan yakın ilişkilerin teslim edilmesi, sömürge sonrası döneminden ve Arap dünyasında Batı karşıtı duyguların büyük bölümünün sona ermesinden sonra mümkün hale gelmişti. Sömürge sonrası döneminin sona ermesi, eski sömürgeci güçler tarafından empoze edilen ve tanımlanan bölgesel sınırların kabul edilme ihtimalinin daha da arttığını gösteriyordu.

Şu da söylenebilir ki, daha zengin olan Arap ülkeleri örneğinde, kendi servetlerini daha fakir Arap kardeşleriyle paylaşma gündeme geldiğinde şartlar artmaktadır, Bağdat’taki Baas rejiminin kitlelere Irak’ın Suriye tarafından 1979’da yapılan birleşme teklifini neden reddettiğini açıklarken bahsettiği büyüten «tüketicilik» bunun en tipik örneğiydi. Bu açıklamaya göre Irak kurulacak birliğin tam kontrolü altında olması şartıyla kendi ekonomik kaynaklarını fakir kardeşiyle paylaşmaya hazır olduğunu söylüyordu.52

Son olarak çeşitli yönetici elitler kendi iktidarlarını tehlikeye sokacak birlik planlarına yanaşmıyorlardı. Kendi ulus devletlerinin devam eden varlıklarını meşrulaştırmak için, bu mevcudiyetin tesadüfi olmadığına dair bazı deliller temin etmek zorundaydılar. Yönetimdeki bütün rejimler aynı tekniği kullanmadılar. Meselâ, başta dinî nedenlerden, fakat muhtemelen arkeolojik bölgeler konusundaki yetersizlikten dolayı, Suudi Arabistan rejimi bölgenin İslam öncesi geçmişini ortaya çıkarmayı amaçlayan bir kampanyaya hiç bir zaman yanaşmamıştır. Bölgesel geçmişin ortaya çıkarılması için yapılan atılımlar günümüz tarihçilerinin dikkatini celbedecek kadar yaygınlaşmıştır. Ancak bu fenomenin tarihsel önemini takdir edebilecek nesil başka bir nesil olacaktır.

Çev.; Halim Sırçancı

 

Dipnotlar:

1- Bu kampanyanın saikleri ve daha ayrıntılı bilgi için bkz.: Amatzia Baram, “Baas Irak’ında Milliyetçilik ve Vatanseverlik: Yeni Denge Araştırması”, Muittir Eastern Studies’den yeniden basıldı, Cilt 19, no. 2 (Nisan 1983). Amatzia Baram, “Baas Irak’ında Mezopotamya Kimliği”, Middle Eastern Studies, Cilt 19, No. 4 (Ekim 1988), s. 426-456. «Vatanseverliğin Hizmetinde Kültür: Baas Irak’ında Mezopotamya Kaynaklı Sanata Gösterilen Yaklaşım”, Astan and African Studies, Cilt 17 (Sonbahar 1983), s. 265-313. Culture, History and îdealogy in the. Formation of Ba’thist Iraq 1968-1989 [Baasçı Irak’ın Kuruluşunda Kültür, Tarih ve ideoloji: 1968-1989], Londra: Macmillan ve Oxford: St. Antony Koleji tarafından 1990’da basılmıştır, özellikle sonuç kısmına bakınız.

2- Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey (Londra: Oxford Üniversitesi Basımı, 1961), [Türkçesi için bkz.: “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1984.], s. 351-355. Türk hükümeti arkeolojik çalışmalarına Atatürk’ten sonra da devam etti. 1980’lerin başına gelindiğinde, ülkenin her tarafına yayılmış çoğunlukla bu süre boyunca kazı yapılmış önemli arkeolojik bölgelerin yakınlarında 100 kadar yerel müze bulunuyordu. Son zamanlardaki yazılarda Hititler’in aslında Türk olduğu konusunda açık bir iddia bulunmamakla beraber, bir yandan Mısır ve Mezopotamya’yı birbirine bağlayan İyonya, diğer yandan antik Yunan sayesinde «Doğu ve Batı’nın… [en eski ve en önemli buluşma noktası]» olan Anadolu ve özelde felsefe, aritmatik, geometri ve astronomi ilimlerinin başlangıç yeri olan Milet üzerinde çok fazla vurgu yapılmaktadır. (Bkz.: Avrupa Konseyi, 18. Avrupa Sanat Sergisi, Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı, The Anatolian Civilasation [istanbul, 22 Mayıs-30 Ekim 1983]), s. 11-12.

3- İran’da uzun yıllar geçiren Batılı bilim adamları ile yapılan görüşmeler (Washington DC ve Oxford, 1988-1990).

4- Roy Mottahedeh, The Mantle of the Prophet (Londra, 1986), s. 313-314.

5- Arap dünyasında posta pullan ve kağıt parlar üzerine yapılan dinî tören ve heykel tasvirleri ile ilgili bir inceleme için bkz.: Emanuel Sivan, “Kullanışlı Geçmiş Araştırmasında Arap Ulus Devleti”, Middle East Review (Bahar 1987), s. 21-30. Ve yazarın Özel kağıt para koleksiyonu. Burada Lübnan’daki Hıristiyan-Maruni toplumunda yaygın olan bölgesel temalar işlenmemektedir. Bu toplum, müslüman olmayan (ve bir çok Maruni’nin anladığı gibi, Arap olmayan) yerel kimliğini güçlendirmek İçin bölgenin İslam öncesi ve Arap öncesi mirasından faydalanmaktadır. Arabizm, İslam ve yerel vatanseverlik arasında gidip geldiği için Marunî topluluğu Arap dünyasının çoğunluğunu temsil edemez.

6- Sivan, s. 28.

7- Bkz.: Mesela Ordu Bayramı’nda Devlet Başkanı Bekr’in konuşması, Masirat es-Sevre fi Hutab ve tasrihat er-Re’is (Bağdat, 1971), s. 63, 95; Haldun Safi el-Husrî (der.) Muzekkiral Taha el-Haşimi (Beyrut 1967), s. 254-259.

8- Sivan, s. 28.

9- Sivan, s. 21-25. Nasır sonrası Mısır’da bu olgu daha belirgin hale geldi. Bununla ilgili, mesela, yıpranma sürelerinin daha uzun oluşundan dolayı en son değiştirilecek olan ve 1950’lerden beri üzerinde «Arap Kartalı» bulunan beş ve on kuruşluk paralar 1989’da yerlerini piramidler ve Kahire’deki Muhammed Ali Camii”ni taşıyan paralara bıraktı. (Laurie Mylroie, Haaretz, 6 Ekim 1989).

10- Israel Gershoni ve James P. Jankowski, Egypt İslam and the Arabs, The Search for Egyptian Nationhood 1900 1930 (Oxford Üniversitesi Basımı, Oxford, New York, 1986).

11- Gershani ve Jankowski, a. g. e., s. 186-188.

12- A. g. e., s. 96-116.

13- A. g. e., s. 116. 1920’ler ve 1930’ler antik Mısır’da sahnelenen ve Mısır vatanseverliğiyle ilgili mesajlar taşıyan bir kaç oyuna daha şahitlik etmiştir. Bu oyunların ikisi neo-klasik şair Ahmet Şevki tarafından nazım şeklinde yazılmıştır. The Fail of Cleopatra (1929) ve Cambyses (1931). Tevfik el-Hekim de krallık döneminde antik çağlardan kalan efsaneleri temel alan bir kaç oyun yazmıştır. 1955’de Abdünnasır döneminde yazdığı son oyunu Isis, siyaset-ahlak ilişkileri, amaçlar ve araçlar, aydın kişinin adil olmayan bir toplumdaki sorumlulukları vb. konularla ilgilidir. Bkz.: Mustafa M. Bedevi, Modern Arabic Drama İn Egypt (Cambridgc, 1987), s. 63-65, 207-214.

14- Bkz,: Mesela, Sa’d Zağlul’ün Firavun stili mozole ve heykellerinin akıbeti, a. g. e., s. 188-190.

15- In Search of Identity (Londra, 1978), s. 2. Sedat’ın Mısır köyü hakkında “Mısır Halkının Çekirdeği” ve “bize ve yolumuzu kılavuzluk eden… ulvi değerler pınarı şeklinde idealize ettiği yaklaşım için bkz.: Mesela, Mayıs 1971’de parlamentoda yaptığı konuşma Ala tariq el-mustaqhal (Kahire, Mayıs 1972), 8. 57, 64.

16- Enver Sedat, Wasiyati (Kahire, Ocak 1982), s. 7-9. Ayrıca bkz.: s. 11, 14, 33,4Ot 41, 45, 85, 103.

17- Bkz.: Mesela a. g. e., s. 10.

18- Tarih boyunca Mısır kişiliğinin Nil vadisinde “çevresel determinizm” olarak isimlendirebileceğimiz gelişimi ile ilgili en ünlü çalışma Cemil Hamdan’ın şu eseridir. Şahsiyyet Misr fi Abçariyyat el-mekan (Kahire, 1970).

19- Nadia Hasan Salem, al-Mustaqbal el Arabi, no. 61, Mayıs 1983, s. 59. Ayrıca bkz.: s. 61-62.

20- Ghalib Kayli, Hafız el-Asad, qa’id ve risala (Şam, 1977), s. 31; Tişrin (Şam), 8-10 Ocak 1978. Moshe Ma’oz’un Asad, the Sphinx of Damascus kitabında bahsedilmiştir.

21- Patrick Seale, Asad, the Struggle for the Middle East (Londra, 1988), s. 268-269.

22- Moshe Ma’oz, a. g. e., s. 113; ve diğer kaynaklar.

23- Ma’oz, a. 116; ayrıca bkz.: Seale, s. 349.

24- Güney Lübnan’daki Lübnanlı aydınlarla 1983’te yapılan söyleşiler. Parti platformunda daha çok değişim belirtileri mevcuttur; SSUP’un genç üyeleri Lübnan’daki İsrail hedeflerine intihar saldırılan düzenlemeden evvel Suriye Televizyonu’yla mülakatlar yapmışlardı. Bu mülakatlarda, Esad’ı kişilik olarak göklere çıkarmanın yanı sıra onun en temel fikirlerini kabul ettiklerini göstermişlerdi. Bununla beraber bu konunun dikkatlice araştırılması gerekir.

25- Ma’oz, s. 106.

26- Ma’oz, s. 112; Ghalib Kayalı, Hafız el-Asad qaid ve risala (Şam, 1977), s. 31-33. Esad’ın Kongredeki konuşması için bkz.: Seale, s. 349.

27- Seale, s. 349.

28- Ma’oz, s. 113-114.

29- Ma’oz, s. 114; Seale, kısaltılmış bir alıntı, s. 349.

30- Ceyş eş-Şa ‘b (Şam), 28 Ağustos 1973. Ma’oz’un a. g. e.’de bahsettiği gibi.

31- Khutab ve Kalimat ve tasrihat es-seyyid er-reis Hafız el-Asad (Şam, 1982), s. 95.

32- Suriye Ordu Günleri ve Direkler Savaşı’ndan yukarıda bahsedilmişti. 1980 yılında basılan, eski ve yeni görünümüyle bilad eş-Şam’ı konu alan bir Suriye ders kitabı için bkz.: Ma’oz, s. 113-114. Esad’ın ofisinin duvarında bulunan Hittin Savaşı’nı konu alan bir yağlı boya tablo ve Başkan Jimmy Carter’in 1984’te Esad ile görüşme yapmasından sonra Esad’ın kendisini «çağdaş Selahaddin» olarak gördüğüne inanması ile ilgili bkz.: Ma’oz, s. 43-45. Şam’daki Selahaddin türbesi üzerine yapılan devlet destekli törenler ve Esad’ın doğum yerine yakın olan Haçlılar’ın Siyah Kalesi’nin Selahaddin Kalesi olarak isimlendirilmesi konusunda da aynı yere bakınız. (Benzer şekilde 1970’li yılların başında Saddam Hüseyin ve Devlet Başkanı Bekr’in doğum yerlerinin bulunduğu eyalet de Selahaddin ismini almıştı.) Suriyeli tarihçilerin Emcvi dönemine yaklaşımlım için bkz.: VVarner Ende, Arabische Nation und İslamische Gerchiete (Beyrut, 1977).

33- Mesela Kuzeydoğu Suriye’de Fırat Nehri üzerindeki Rakka’da bir gözlemevi kuran Ebu Abdullah İbn Sinan el-Battani’yi anmak için düzenlenen festival. Seale, s. 459-460.

34- Seale, b. 460.

35- 1980’lerde, Mari’nin devamlı akan suyunu simgeleyen Sümer Tanrıçası İnana’nın heykelciği ve Busra’da bulunan Palas-Athena-Minerva heykeli, Suriye parası üzerinde belirdi. Tasvirde Selahaddin limanı da mevcuttu. Kongre ve müzeler için bkz.: el-Ba’th, 2 Şubat 1986.

36- Arthur Segal, The Planning of the Cities along the Via Traiana Nova in the Roman Period (Doktora tezi, Hebrew University, 1975), s. 69-70, 79-80 ve levhalar: 95, 125, 126, 127, 129.

37- el-Ba’th (Şam), 11 Eylül 1978, s. 6. Bakan, tiyatronun gladyatör dövüşlerine ve spor şampiyonlarına sahne olduğunu zannederken yanılıyordu. Bunlar genellikle amfiteatrların fonksiyonuydu, tiyatroların değil. Ne doğuda, ne de Yunan’da böyle bir şey mevcut değildi. Aynı şekilde Busra için de «büyük ülkemizdeki… [arkeolojik] mevcudiyet» şeklinde bir övgü vardı. el-Ba’th, 26 eylül 1984. Ve açılış Konuşmasına bakınız, al-Ba’th, 16 Eylül 1S84.

38- XIV. Antik Eserler Kongresi, el-Ba’th, 2 Şubat 1986; bilad eş-Şam’da V. İnsan Eserleri Konferansı, Tişrin, 18 Eylül 1986; Humus’taki 700 yıllık Beytü’l-Zehravi’nin bir folklor müzesi olarak açılışı, Tişrin, 16 Nisan 1986.

39- 1984’te tiyatronun Arap kökenli olduğuna dair belirsiz bir girişim vardı. Bkz.: el-Ba’th, 30 Eylül 1984; ve bkz.: a. g. e., 4 Eylül 1980. Fakat bu girişimler çok muğlak ve yüzeyseldi. Suriyeliler, Suriye’nin (ve Araplar’ın) Roma’ya katkıda bulunmaları üzerinde fazla durmadılar. En azından, Horan doğumlu, Suriye’de Philippopolis şehrini kuran 3, yüzyıl Roma imparatoru Arap Philip (Marcus Julius Philippus, M.S. 244-249 tarihlerinde hüküm sürdü)’ten bahsedebilirlerdi. Arap bağlantılarla ilgili bkz.: irfan Şehid, Roma and tke Araba, a Prolegomenon to the Study of Bizantium and the Arabs (Washington DC, 1984).

40- ed-Düstur (Amman), 17 Temmuz 1988.

41- Dr. Adnan Hadidi, Antik Eserler Müdürü (der.), Studies in the History and Archeology of Jordan (Amman, Antik Eserler Bölümü, 1982), s. 11.

42- A. g. e., s. 8-10. Yazarın altını çizdiği noktalar. Ve Antik Eserler Müdürü’nün yaptığı konuşmaya bakınız, a. g. e,

43- Kami Khouri, Jerash, a frontier City of the Roman East, (Londra ve NY, 1986), s. 8, 19, 25-26.

44- Meselâ, ed-Düstur (Amman), 8,16,19, 25,26 Temmuz 1984; ed-Düstur, 12, 13,15, 17,18, 21, 22, 23, 28 Temmuz 1988.

45- ed-Düstur, Ürdün TV, 16 Kasım 1987.

46- BBC-SWB, The Middle East, 9 Kasım 1988, s. Al-2. Yazarın vurguladığı noktalar. Jugurtha ile antik Berber tarihi arasında bağ kurulmuştur. Aşağıya bakınız.

47- Bkz.: Mesela ed-Düstur (Amman), 7 Temmuz 1986. el-Cem ve Kartaca’daki muhteşem Roma kalıntıları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.: Mesela, Susan Raven, Rome in Africa (Londra, NY, 1984), a. 119; B. H. Warmington, Carthage (Londra, 1969).

48- Gunter Schon, World Coin Catalogue Twentieth Century (Londra, 1987), a. 1495-4500. Meşhur bir Hıristiyan din adamının tasvir edilmesi Tunus’un kendine has laik yaklaşımını göstermektedir. Sufetula’daki Roma harabeleriyle ilgili detaylı bilgi için bkz.: Noevl Duval, François Baratte, Les Ruines de Sufelula-Sbeilla (Tunus, 1973). Fenikeliler’in yerleşmesinden (Prenses Dido, masalda biraz doğruluk payı varsa yaklaşık M. Ö. 814 tarihî veya ilk arkeolojik ipuçlarına göre M. O. 8. yüzyıl) Romalılar dönemine kadar olan Kuzey Afrika tarihinin evvelce bahsedilen yönleriyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.: Mesela, Susan Raven, a. g. e., çeşitli yerleri.

49- Bu bölgelerin tasviri için bkz.: Susan Raven, s. 79, 111; R. Romanelli, Topografia e Archeologia dell Africa Romana (Torino, Enciclopedia Classica, 1970), s. 153-169, 586, 588-589, 598-599; Jean Lassus, Visite a Timgad (Alger, Ministere de l’Education Nationale, 1969), çeşitli yerleri.

50- Bu kampanya için bkz.: Mesela, Rachid Tlemçani, «Şadli’nin Prestroykası», Middle East Report, no. 63, Mart-Nisan, 1990, a. 17.

51- Ürdün Televizyonu, 22 Mayıs 1990.

52- el-Taçrir el-Merkezi li’l-mutamar el-qutri el-tasi, (Bağdat, Ocak 1983), s. 323-325.

http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=4012

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 Modern Milliyetçiliğin Doğuşu ve İslam Dünyasına Girişi / Mehmet Kara 

Millet fikrinin kökenleri genel anlamda, çok eski zamanlara dayandırılır. Ancak, duygusal-reaksiyonel bir güç ve ideolojik donanıma sahip olarak ortaya çıkışı 18. yüzyılın son çeyreği ile tarihlendirilmektedir. Bu araştırmada; millet fikrinin reaksiyonel bir güç olarak ortaya çıkışından, günümüze kadar geçirdiği evrelere değinilerek, İslam dünyasına girişinin ve etkilerinin ortaya konulması hedeflenmektedir.

 

A- DOĞUŞU VE GELİŞİMİ

Günümüz anlamıyla millet (ulus) fikri, Batı’da zuhur etmiş ve daha sonra dünya coğrafyasının dürt bir yanına yaygınlaştırılmış bir anlayıştır. Fikrin Batı’da zuhur etmesi, ilk tanımların da batılı siyaset bilimcileri tarafından yapılmasına sebep olmuştur. “Millet” kelimesi Latince’deki “nation” ve “nitos” kelimelerinin karşılığıdır, doğum yeri manasına gelir. Carlton Hayes’e göre millet; ortak dünya görüşü ve kültürüne sahip bağımsız bir siyasi gruptur. Hans Kohn ise şöyle tarif ediyor: “Belli bir grubun bir yerde yaşaması, milliyeti kuran baş etkendir. Ve aynı tabii ve coğrafi muhitte yetişmek, fertler arasındaki milli dayanışmayı gerçekleştiren en büyük faktördür. Bu temele dayanarak ortak menfaat ve maslahatı hisseden grup, bir milleti oluşturmaktadır.”1 Bireysel özellikleri ön plana çıkararak, farklı bir yaklaşım sergileyen Edward H. Carr ise şöyle bir tanım getirmektedir: “Millet, doğal ya da biyolojik bir grup değildir. Bireyin sahip olduğunun söylenebildiği anlamda doğal hakları yoktur. Ulus, tanımlanabilir ya da açıkça fark edilebilir bir varlık değildir. Evrensel de değildir. Tarihin belirli dönemleri ve dünyanın belirli bölgeleriyle sınırlıdır. Bunlara rağmen ulus, gönüllü bir birlikten çok daha fazla bir şeydir. Üzerinde yaşanan toprağa, dile ve aileninkinden daha geniş bir yakınlık duygusuna bağlılık gibi, doğal ve evrensel unsurları barındırır.”2 Bu tanımlara yakın veya farklı, hemen hemen aynı anlamları içeren, başka siyaset bilimcileri tarafından yapılmış tanımlar da mevcuttur.

Millet fikri ideolojik bir anlayış haline gelince “milliyetçilik” şeklinde telaffuz edilmeye başlanmıştır. Ulus olmanın, oluşturmanın bilinci olarak tanımlanan milliyetçilik, sanayi toplumunun zorunlu sonucu olarak da açıklanmaktadır.3 Bu anlayışın doğuş sürecine baktığımızda, özellikle Fransız Devrimi’nden sonra palazlandığını ve ideolojik ivmenin iyice yükseldiğini görmekteyiz. Bu dönemde millet kavramına, çeşitli kuramlarla, ırkçılığa kadar varan, siyasi ve ideolojik bir kimlik kazandırma uğraşısına tanık olunmaktadır. Irk kuramlarına baktığımızda; özellikle antropologlarca farklı alanlarda, farklı ölçülerle yapılmış ayrımlarla karşılaşmaktayız. Bu kuramları inceleyecek olursak, bunların, ırk kuramları olmaktan çok ırkçılık öğretilerinin temelleri olduğunu görürüz. İsveçli botanikçi Linnaeus, Systeme Natucae adlı eserinde insan ırklarını, Afrikalı siyah, Amerikalı kızıl, Asyalı kahverengi, Avrupalı beyaz olarak dört sınıfa ayırmaktadır.4 Sınıflandırmada renk ölçütünün yanında Linnaeus, “Batılıların öteki halklar hakkındaki geleneksel düşünceleriyle, ırklar arasında bağlantı kurarak, Avrupalıları aktif, becerikli; Asyalıları sert, kibirli, cimri; Amerikalıları becerikli ama tembel” vb. niteliklerle betimlemeye çalışarak5 ırkçılık öğretilerinin filizlenmesine müsait zeminleri hazırlamış oluyordu. Diğer ırk ayrımlarına baktığımızda da aynı özellikle karşılaşmaktayız. Alman doğa bilgini Blumenbach: “İnsanları derilerinin rengine göre; Kafkasyalı ya da beyaz, Moğol ya da sarı, Afrikalı ya da siyah, Amerikalı ya da kızıl, Malayalı ya da kahverengi insanlar olarak beş ırka ayırmaktadır.”6 Irkçılığın babası olarak bilinen Conte de Gobineou da İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Denemeler adlı eserinde; insanları çeşitli fikri kabiliyetlere sahip üç ayrı ırka ayırmaktadır. Bunlardan beyaz Ari ırkı ırkların en kabiliyetlisi ilan ederek diğer ırkların medeniyete karışmasını da bu ırka bağlamaktadır.7 Irk kuramları çeşitli bilimsel çerçeveler dahilinde, çevreci, kalıtıma, evrimci, genetikçi olarak alt başlıklarda enine boyuna araştırılıp tartışılmıştır. Buna paralel olarak, daha sonraları ırk kategorilerinin; kafa, saç, burun vb. biçimlerine göre yüzü aşkın alt ayrımları yapılmıştır.

Bu tür ırk kuramlarının arka planına baktığımızda, Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmiş Batı halklarının kökenini bilimsel bir çerçeveye oturtmak ve dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen gelişmeyi de bu çerçeveyle (Çin’deki Cizvit katkısı gibi) açıklamak kaygısını rahatlıkla görebilmekteyiz. Kısaca bu çalışmalar, teknoloji bakımından üstün Batı uygarlığına saf bir etnik temel bulma çabaları olarak da değerlendirilebilir.

Zikrettiğimiz millet tanımları ve ırk kuramlarıyla birlikte oluşan milliyetçilik fikri, Batı’da gelişerek 19. yüzyılda altın çağını yaşamıştır. Çünkü 19. Yüzyılda milliyetçilik fikri, siyasi bir rotaya oturmuş ve her ülke, fikir bazında milli önderlerine kavuşmuştur. Bu asırda Thomas Jefferson ve Thomas Paine Amerikan milliyetçiliğinin temelini atan kişiler olarak tarihe geçerken, İngiltere de Jeremy Bentham, milliyetçiliği yeni boyutlara ulaştırdı. Yine William Gladstone, İngiliz nasyonalizmini aşırı milliyetçiliğe çevirdi. Böylece milliyetçilik bütün Orta ve Batı Avrupa’da bir ideoloji olarak kabul edildi. İtalya’da Joseph Mazcini ve Guisseppo Garibaldi, Fransa’da Victor Hugo, Almanya’da Otto Bismarck bu dönemde isimlerinden bahsedilebilecek diğer milliyetçi teorisyenleridir.

Fransız Devrimi’nden başlayan ve Hitler’in Almanyası’na kadar gelen süreçte, milliyetçilik fikri etkin rol oynayarak bu döneme damgasını vurmuştur. Avrupa’daki ulus devletler de bu dönemde oluşmuşlardır.

Avrupa’da doğan ve yine orada gelişen milliyetçilik, ırkçı kuramlarla beraber farklı fikirlerle de beslenerek gelişimini devam ettirmiştir. Darwin’le başlayan, Ernest Haeckel ve Kari Pearson tarafından geliştirilen, “güçlünün ayakta kalmasının gerektiği” fikrinin uluslararası ilişkilerin doğal kanunu olarak nitelendirilmesi de milliyetçiliğin meşru kıldığı ve onunla paralel geliştiği bir görüştür.

20. Yüzyılda iki büyük dünya savaşının sebeplerinden biri olarak görülen milliyetçilik; İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, Arjantin’de Juan Doningo, Portekiz’de Salazar gibi liderler tarafından idealize edilerek, devam ettirilmiştir. Bu dönemde, İslam dünyasında da kendini hissettiren milliyetçilik, Avrupa’da oynadığı rolün değişik bir versiyonunu bu coğrafyada oynayarak, İslam dünyasının mevcut durumuna sebep olmuştur.

20. Yüzyılın ikinci yarısında, Batı dışı ülkelerde baş gösteren milliyetçilik akımı, sömürgeciliğe karşı bir çıkış olarak görülmektedir. Oysa döneme ve dönem sonrası kurulan bağımlı ulus-devletlere baktığımızda, milliyetçilik akımının, Batı dışı ülkelerde sömürgeciliğe karşı değil, sömürgeciliğin resmi payandası olduğu görülmektedir.

Sonuç olarak; Batı’da doğan ve gelişen, sanayi toplumunun zorunlu-sonucu olarak görülen milliyetçilik; kapitalist düzenin öngördüğü, bireyci karaktere sahip toplumların doğmasına sebep olurken. Batı dışı ülkelerde de cetvelle çizilmiş sınırlarla oluşan, adına da ulus devlet denilen bağımlı yönetimlerin doğuşuna sebep olmuştur. Ayrıca geliştirilen bilimsel ırk kuramları da Batı dünya egemenliğini meşru temellere oturtma çabasının bir ürünüdür.

 

B- MODERN MİLLiYETÇİLİĞİN İSLAM DÜNYASINA GİRİŞİ

19. Yüzyılda Batı dışı ülkeler için geliştirilen, Batılı milliyetçi kuramlar, imparatorluk çatısı altında bulunan İslam coğrafyasında da zemin bularak filizlenmeye başlamıştır.

Milliyetçilik, İslam için yabancı bir kavram olup, İslam aleminde bariz olarak son yüzyıl içinde duyulur olmuştur. Sömürgeciliğin zirveye ulaştığı yıllarda güncel olmaya başlamıştır. Başta misyonerler, İngiliz ve Fransız müsteşrikler olmak üzere Batılılar eliyle İslam ülkelerine girip daha sonra emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak yayılmıştır. Daima Batı emperyalizminin hizmetinde olan milliyetçilik, İslam dünyasını hemen hemen tek çatı altında tutan ve siyasi birliğin sembolü olan Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayıp yok etmek için bir araç olarak kullanılmıştır. “Bu bölgelerde ulusallık ülküsü, ilkin müslüman olmayan topluluklar arasında çıkmış, sonra Arnavutluk ve Araplar’da, daha sonra da diğer milletlerde görülmeye başlamıştır.”8

İslam dünyasında beliren milliyetçilik akımlarının başlangıcında batılıların büyük etkileri olduğunu zikretmiştik. Bu etkiler öyle ileri dereceye varmış ki akımların bizzat başlatıcıları ve ilham kaynakları batılılar olmuştur. 19. yüzyılda batılıların, İslam coğrafyasındaki faaliyetlerinin temelini okul ve kolejler açarak, Batı tipi eğitimi yerleştirme çabaları oluşturmaktadır. Bu dönemde sadece Mısır’da “batılılar tarafından 77 okul9 açıldığını düşünürsek, faaliyetlerindeki çabaların ve amaçların boyutlarını görebiliriz. Bu dönemde E. Jung, A. Vambery, A. L. Davids, Leon Cahun, De Guignes gibi müsteşriklerin, İslam coğrafyasında yaşayan halkların kökenleri hakkında yazıp-çizdikleri de milliyetçilik ivmesinin yükselmesini sağlayan faktörlerdendir.

 

1- Arap Milliyetçiliği

Araplar arasında, Emevilerin Abbasilere karşı tutumları ve karşıt kabileler arasındaki çatışmalar sebebiyle, dönemin yaygın anlayışı. “kabilecilik”ten bahsedilebilir. Ancak söz konusu coğrafyada, Batı tipi milliyetçilik anlayışı 19. yüzyılda kendini göstermeye başlamıştır.

Batılı anlamda milliyetçilik düşüncesini, İslam dünyasına ilk getirenlerin Araplar ve Arnavut lar10 olduğu tezi ileri sürülmesine rağmen, Türkler arasındaki milli uyanış da bu akımlara paralel bir gelişme göstermiştir. Sömürgeciler tarafından ilk defa Mısır’da atılan Arap kavmiyetçiliği tohumlan filizlenirken, Batı formasyonundan geçmiş Yeni Osmanlılar arasında da Türk kavmiyetçiliği filizleniyordu. Bu tutumlar karşılıklı husumetlere yol açarken, İngiltere sömürgeciliği, misyonerler, Hristiyan Araplar ve Batıcı aydınlar milliyetçiliği ve ırkçı taassupları, Araplar’ın içerisinde yaymak için bütün güçleriyle çalışıyorlardı. Arap milliyetçiliği bu süreçte Mısır’dan sonra Suriye, Lübnan ve Ürdün’de de baş göstermeye başladı.

Arap milliyetçiliğinin oluşumundaki çabalara bakacak olursak, gerçekten de müsteşriklerin ve yerli batıcıların, büyük etkileri olduğunu görürüz. “Hareketin göze çarpan öncülerinden; Petros Baslani ve Nasif el-Yezci, Suriye Protestan Koleji olarak da bilinen Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde yetişmiş iki hristiyan ilim adamıydı. Parolaları ise “vatanseverlik imandan gelir” idi.”11 Bu dönemde Arap ulusal hareketinin hristiyan önderlerinden birisi de Necip Azuri olup, Araplar’ın birliğini ve Türkler’den ayrılmalarını amaçlayan ilk Arap yazarlardan birisidir. “Azuri Maruni hristiyanlardan olup, İstanbul ve Paris’te öğrenim görmüştür. Paris’te Arap Ulusunun Doğuşu isimli bir kitap yayınlamış, “Arap Vatan Birliği” adlı örgütün kurulmasına da önayak olmuştur. O, Arab’ın Türk’e üstünlüğünü kanıtlamak için, Araplar’ın Türkler’den ayrılmasının zorunlu olduğunu savunmuştur. O’na göre Osmanlı İmparatorluğu’nu yok etmek için üç devrim gerekliydi: Bunlardan biri Arap, birisi Kürt, diğeri de Ermeni devrimiydi.”12 Azuri’nin Paris’teki en büyük destekçisi ise “Fransa Dışişleri Bakanlığı’nın memurlarından olup, Arap milletini öven Arap Kıyamı adlı kitabın yazarı Eugene Jung adında bir Fransızdı.”13 Ayrıca hristiyan olup da Arap milliyetçiliğinin önderleri arasında; İbrahim el-Yezci, Nafel Nafel, Selim Nafel, Şemon Kelhun, Circis, Arslan Dimaşki ve emperyalizme bağımlı birçok kişiyi saymak mümkündür. Abdurrahman el-Bezzaz, Sat-i el-Husri ve Mustafa Kamil gibi şahıslar da farklı kulvarlarda Arap milliyetçiliği için mücadele eden önemli şahıslardır.

Arap milliyetçiliğinin oluşum seyrinde en genelde iki gelişim çizgisinden bahsedilebilir. Birinci çizgi; Mısır, Suriye, Irak ve diğer halkların üzerinde durularak, her birinin ayrı ayrı uyanışını sağlamak, ikinci çizgi ise Araplar’ın birliği veya genel olarak Arap milliyetçiliğinin uyanışını sağlama çabalarıdır. Birinci çizgideki akımın en belirgin temsilcisi Mısır milliyetçiliğidir.

 

a- Mısır Milliyetçiliği

Napoleon’un Mısır’a girmesi, batılı düşüncelerle birlikte milliyetçilik düşüncesinin de Mısır’a girmesini sağlayan bir başlangıç olmuştur. O’nun Mısır’a getirdiği bilim adamlarıyla temasta bulursan Mısırlı Abdurrahman Caberti, Şeyh Hasan Attar ve diğer Mısırlı alimler, Mısır’da milliyetçilik akımının başlatıcısı olmuşlardır. “Napoleon şahsen, Mısır milliyetçiliğini geliştirmek, Mısırlılar’ı kendi eski tarihleriyle övündürmeğe sürüklemek amacıyla “Mısır’ın Kuruluşu” adlı bir müessese kurdurdu. Görünüşte eski Mısır’ın tarihi ve kültürü hakkında araştırma yapan bu kuruluş, gerçekte İslami vahdet karşısında “Mısırcılığı” kuvvetlendirmek ve İslam’a bağlılıklarını zayıflatmak, Mısır’ı Osmanlı İmparatorluğu’dan ayırmak için kurulmuştur.”14

Mısır milliyetçi önderlerini de, Arap milliyetçiliğinde olduğu gibi müsteşrikler ve batıcı aydınlar oluşturuyordu. Bunlar arasında; Clot, Crisy, Linant, Rousset. Sylvestre de Sacy, Difaa et-Tahtavi, Yakup Dav, Taha Hüseyin gibilerini de saymak mümkündür.

Mısır milliyetçiliğinin en belirgin özelliği, Fravun uygarlığına dönüş tezleriydi. Diğer milliyetçi akımlarda da gördüğümüz, İslam öncesi döneme ilgi duyma. Mısır’ca Fravun uygarlığının muhteşemliği şeklinde tezahür etmiştir.

 

b- Arapların Birliği

Arapların birliğini amaçlayan, Arap milliyetçiliğinin ikinci çizgisini; İslam’la milliyetçilik açısından üç gruba ayırmak mümkündür. “Birinci grup, İslam’ı Arap milliyetçiliğinin en büyük öğesi saymaktadır. İkinci grup, İslam’ı Arap milliyetçiliğinin temel öğelerinden saymakta, fakat İslam ve Arap milliyetçiliği arasında bir çatışma bulunmadığını düşünmektedir. Üçüncü grup ise bu iki öğenin birbirinden bütünüyle ayrılmasını istemektedir.”15

Birinci ve ikinci grup anlayışa sahip milliyetçiler; Peygamberin ve önemli sahabilerin Arap olmasını, Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesini, Kur’an üslubuyla. Arap edebiyatı üslubunun benzerlikler göstermesini gündeme getirerek, Arap milliyetçiliğinin destekçileri olarak kullanmışlardır.

Milliyetçilikle İslam’ın biri birinden tamamen ayrılmasını isteyen üçüncü grup. Arap milliyetçiliğini, laik, siyasi bir amentü olarak; modernlik, gelişme, sosyalizm ve daha nice Batı çıkışlı kavramlarla süsleyerek, Arap realitesine sadece milliyetçilik penceresinden bakmışlardır.

Bütün bu düşünceler, askeri ve siyasi alanda: gelişerek 19. ve 20. yüzyılda Arap coğrafyasına damgasını vurmuştur. Askeri alanda Arab ayaklanmasından sonra ilk defa 10 Haziran 1916’da Şerif Hüseyin’in öncülüğünde, İngiltere’nin, silah, mühimmat ve siyasi-askeri yardımlarıyla “Arap Milli İsyanı” başladı. Bu isyana, İngiliz Lawrence siyasi olarak, General Allenby da askeri olarak bizzat katılmışlardır. Böylece Araplar’ın, Osmanlılar’a karşı milli mücadeleleri, İngilizler’in yardımıyla başlamıştır. Fakat daha sonra Şerif Hüseyin’i de pişman olma noktasına getirecek, İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalleri, Arap birliği yerine, parçalanmış, sınırları cetvelle çizilmiş devletler ve bu devletlere has yapay milliyetler yaratmıştır.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle Yahudilerin etkinliklerinin artmasıyla, Arap coğrafyasında birlik sloganları tekrar atılmaya başlanmış ancak başarılı olunamamıştır. 1944’de Mısır’ın, Suriye’nin, Lübnan’ın, Ürdün ve Irak’ın, 1945’te de S. Arabistan ve Yemen’in katılımıyla oluşturulan Arap Birliği Cumhuriyeti, çeşitli engellerle karşılaşarak başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Arap coğrafyasında; tevhidi arzulayan ümmet anlayışına karşı, Batılılar ve yerli işbirlikçileri tarafından koz olarak kullanılan Arap Milliyetçiliği günümüzde de hala kendini hissettirmektedir.

Sonuç olarak; Arap milliyetçiliğinin bünyesine baktığımızda; Batı’nın ideoloji tezgahlarında üretilen ürünlerin tümünün mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Sekülarizm, liberalizm, faşizm, sosyalizm, yarım yamalak da olsa Marksizm, az da olsa sosyal demokrasi, Arap milliyetçi hareketlerini renklendiren kavramlar ve düzenlerdir.

 

2- Türk Milliyetçiliği

a- Türk Irkıyla ilgili Kuramlar

Türkçülüğün Türkiye’deki doğuşu ve gelişimine geçmeden önce, 18. yüzyılda batılılar tarafından geliştirilen ırk kuramları arasında, Türk ırkına getirilen açıklamalara bakmak, konunun anlaşılması açısından yerinde olacaktır.

Batılı ırk kuramcılarından olan Buffan; Osmanlı devletini gezerek, Türk ırkının “beyaz” kategorisi dahilinde olduğunu belirtmiş, iyi yapılı ve güzel bir ırk olduğunu da ileri sürmüştür. Linne ise Türkleri, Avrupalı’ya yakın olarak kabul etmiştir. İsviçreli J. C. Laveter de Buffon’un fikirlerine katılarak Türk ırkını övüyor, fakat onları en asil Küçük Asya kanı ile Tatar ırkının maddi ve kaba unsurlarının karışımı olarak görüyordu. Blumenbach’ın sınıflamasında ise Türkler; çok olumlu olarak görülen ve Batılı etniği oluşturan Kafkaslar içinde yer alıyorlardı. Diğer ırk kuramcılarından S. G. Morton, Blumenbach’tan farklı olarak Türkleri, Moğol ırkının bir dalı olarak kabul ediyordu. Mortillet’in ve Ujfalvy’nin Orta Asya’daki kafatası incelemeleri, Eugene Pittard’ın Balkanlar’da ve Anadolu’daki kafatası incelemeleri ve bunların karşılaştırılmaları; Ön Asya’da bir yerde yaşamış olan, açık tenli, mavi gözlü bir halkın varlığını ileri sürmelerine sebep olmuştur. Bu veriler ise araştırmacıların Türklere karşı ilgi duymalarına vesile olmuştur. E. Pittard yeni kurulan Türkiye’nin etnik unsurlarının böyle bir analizine ilgi duyması temennisiyle; 1930’larda başlayan, Türk ırkının saflığı, üstünlüğü gibi araştırmalara da ön ayak olmuştur. Gobineau ise Türkleri sarı ırktan saymış, devşirme ve köle ticareti yoluyla son derece karışmış ve beyaz ırka özgü bir görünüm kazandığını söylemiştir. Bunların dışında, ırk kuramcılarının Türk ırkı ile ilgili geliştirmiş oldukları daha birçok kuram bulunmaktadır.

 

b- Türkçülüğün Kaynakları ve Gelişim Seyri

Osmanlı’da Türk ulusal bilincinin gelişmesi, başlangıçtan itibaren şarkiyatçılığın bir dalı olan Türkoloji’nin etkisinde kalmıştır. Bir Türkolog olarak J. Deguignes 1756’da Eski Türklerle ilgili ilk eseri yazan kişidir. “Türkler’i zalim ve acımasız olarak nitelediği eserinde, hangi isimler altında anıldıklarını anlatmış ve Ergenekon Destanı’nın, Çin kaynaklarına dayanan ilk versiyonunu vermiştir.”17 Eserin adı; Hunlar-Moğollar ve Diğer Batı Tatarları’nın Umumi Tarihidir. Diğer şarkiyatçılardan A. Lumley Davids’in 1832’de yazdığı Türk Dili Grameri Türkçe’nin yayınlanan ilk sistematik grameri olması açısından dikkat çekicidir. Gençler üzerinde önemli etkiye sahip diğer bir eser de asıl adı Constantin Borzecki olan M. Celalettin Paşa tarafından 1869’da kaleme alman Eski ve Modern Türkler adlı kitaptır. Daha kuvvetli bir etki ise, 19. yüzyılda Türk devlet adamları ve aydınları ile direkt temaslarda bulunan Macar Arminus Vambery vasıtasıyla olmuştur. Vambery Macarlar tarafından geliştirilen teorilere dayanarak; “Türkler. Macarlar, Çinliler, Estonyalılar ve diğer bazı toplumları Turan grubu altında toplamıştır. Yine özellikle genç Türk nesli üzerinde büyük etkiye sahip olan diğer bir şarkiyatçı ise Leon Cahun’dur. 1896’da Paris’te yayınladığı Asya Tarihine Giriş adlı eserinde; Avrupa’ya medeniyeti getiren ırkın Turan ırkı olduğunu savunmaktadır. Bunların haricinde; E. J. W. Gibb ve V. Thamson gibi 19. yüzyılın diğer şarkiyatçıları da Türk aydınları üzerinde önemli tesirlerde bulunmuşlardır.18

Aksiyoner olarak Türkçülük hareketine katılan gençler üzerinde önemli etkilere sahip olan Leon Cahun’un eseri; sadece eski Türkler hakkında bilgi veren bir eser değildir. Yazar aynı zamanda değerlendirmeler yapmakta, hükümler vermekte ve adeta yön göstermektedir. Cahun, aslında Türklerle ilgili olarak pek de iyi şeyler söylememektedir. O’na göre; “Türkler, bir uygarlık yaratmamış, Çin ve İran uygarlıkları arasında aracılık yapmışlar, buna rağmen bu uygarlıkları da benimseyememişlerdir. Yazara göre Türkler; kafa değil gönül adamıdırlar. Anlayış bakımından da insanlar içinde sonuncudurlar. İnanmaktan daha fazlasını istemezler ve anlamaya hiç çalışmazlar. Yazar fiziki özelliklerden bahsederken de şunları söyler: “Hunlar, Türkler ve Moğollar; ince, uzun Avrupalılara, korkunç ve şekilsiz cüceler gibi görünmektedirler.” Bütün bunlardan sonra büyük bir tezatlık içinde Türk dehasından bahsederek şu tesbitlerde bulunur: O’na göre müslümanlık, Türk dehasına ters düşmüştür. Selçuklulardan itibaren Türkler bozulmaya başlamıştır. Türkler özellikle İran devlet gelenekleri etkisine kapılmış ve İslam, bu yarı Çinlilerden (Türkleri kastediyor), katı İranlılar oluşturmuştur. L. Cahun bu fikirleri çok sistemli bir şekilde geliştirmemiştir. Ancak mesajı son derece açıktır. O Türkçülere gerçek Türk ruhunun İslam’ın dışında, Orta Asya’da olduğunu söylemektedir.19 Aktardığımız bütün bu dış kaynaklı araştırmalar; Batılılar tarafından kurulmuş (Özellikle Macaristan, Rusya ve Almanya’da faaliyet gösteren) “Türkoloji Enstitülerinde” yetiştirilen ve daha sonra da Doğu’ya gönderilen Şarkiyatçılar tarafından yapılmıştır.

Bizzat Osmanlı’da ise Namık Kemal’in vatanseverlik anlayışından başlayan, yukarıda zikrettiğimiz kaynaklardan da beslenen Türk-Ulusal bilincinin II. Meşrutiyet’ten sonra netleşerek hızla geliştiğini görmekteyiz. Bu dönemde Türkler arasında milli uyanışın önderleri olarak telakki edebileceğimiz şu isimleri görebilmekteyiz: A. Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Veled Çelebi, Şemseddin Sami, Bursalı Tahir, Necip Asım vd. Bunların dışında Orta Asya’lı Şehabeddin Mercani, Kayyum Naşiri, Alimcan Barudi ve İsmail Gasprinski gibi Türkleri de Türk milliyetçiliğinin başlangıcında ve gelişiminde önemli katkılara sahip kişiler olarak sayabiliriz.

Daha sonraki kuşakta ise Türk milliyetçiliğinin önderleri arasında: Ziya Gökalp, Yahudi asıllı ve asıl adı Moiz Kohen olan Tekinalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Hamdullah Suphi, Ahmet Ferit, Salah Cimcoz, Ömer Seyfettin gibi yazarlar görülmektedir.

Türk Milliyetçiliğinin gelişim seyri incelendiğinde iki farklı oluşum sürecine tanık olunmaktadır. Birincisi “Türkçülük” diğeri ise “Türk-İslamcılık’tır. Ayrıca Türkçülüğün bir sonucu olan “Turancılık” düşüncesi de Türk Milliyetçiliği dairesi içerisindedir.

 

i-Türkçülük

Büsbütün yeni bir amaç ve ideal ortaya koymak; eski ve geleneklerle bağların, tamamen kesilerek, yeni inanç ve düşünceler vücuda getirmek, yeni bir iman, yeni bir kavim oluşturmak fikrini idealize etmişlerdir. Bu akım, Batılı Türkologların, Türklerin kültürel gelenekleri İslamiyet’ten çok önceki yüzyıllara kadar giden eski ve büyük bir ulustan geldiklerini gösteren araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Batı formasyonundan geçmiş ve Türkçülüğü, Batı Medeniyetini taşıyabilecek bir akım olarak gören Türk aydınlan tarafından da desteklenmiş ve savunulmuştur.

Uriel Heyd; “Bilimsel ve bedii Türkçülüğün Batı etkisiyle doğmasına karşılık, siyasal Türkçülük Rusya’da yaşayan bazı Türk aydınlarının çabaları sonucu ortaya çıktığını20 belirtiyor. Ancak, siyasal Türkçülük hareketinin, bilimsel Türkçülüğün bir sonucu olarak ortaya çıkmasıyla bağlantılı olarak, Rusya’daki siyasal Türkçülüğün önderlerinin, Batı formasyonundan geçtiğini, bilimsel Türkçülüğün doğmasına sebep olan Batılı Türkologlarla ilişkilerini ve onlardan etkilendiklerini de belirtmek gerekir. Bunlardan Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde, Türkçülüğü kurtuluş yolu olarak öne sürmüştür, İsmail Gaspıralı ise ceditçilik (batılılaşma anlamında yenilik) ile birlikte, Türkçülüğün kurumlaşması için çaba göstermiştir. Türkçülüğün ilk defa yoğun bir şekilde işlendiği Türk coğrafyası da Orta Asya ve Azerbaycan bölgeleri olmuştur. Ekinci, Ziya Tercüman, Hayat, Terakki, Füyuzat, Behlül, Türk Sözü, İstiklal ve Halk Sözü gibi birçok dergi ve gazete, Türk milliyetçiliğinin oluşumunda, Orta Asya ve Azerbaycan’da önemli rollere sahip olan yayın organlarıdır.

Dini bağlardan tamamen uzaklaşmak isteyen bu güruh; Batı medeniyetine mevcud anlayışlarla karşı konulamayacağım, ayrıca karşı konulmasının da gerekmediğini anlatmaya çalışıyorlardı. Bu anlayış içerisinde; Batılılaşmayı da tek çıkar yol olarak görüyorlardı. Yine bu güruh içerisinde materyalist düşünceye sahip insanların varlığı da dine karşı tutumlarının ne derece ileri olduğunu gösteriyordu. Özellikle Batıcılaşma faaliyetlerinde, ideolojik milliyetçi radikalizmde, geleneklere ve dine karşı verilen mücadelelerde Rusya’dan gelen entellektüel Türkçülerin çabaları bu minvaldedir.21

Bu düşünceye karşı tavır ve yazılar; ilk defa Sebilür Reşad Dergisinde oluşturulan ittifaktan gelmiştir. Özellikle Babanzade Ahmed Naim ve Mehmet Akif’in Türkçülere karşı yazmış oldukları makale ve şiirler önemli tartışmalara yol açmıştır. M. Akif konuyu manzum olarak şöyle izah etmeye çalışıyordu:

 

Arnavutluk ne demek, var mı şeriatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lazın Çerkese, yahut Kürde;
Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta anasır mı olurmuş?
Ne gezer!
Fikr-i kavmiyeti telin ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır, ruh-i Nebi tefrikanın;
Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın22

 

Osmanlıda bir dünya siyaseti olarak beliren Türkçülük, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra içe dönük sorunları çözme şeklinde bir konuma bürünmüş ve resmi ideoloji haline gelmiştir. Misak-ı Milli sınırlarıyla kaim Türk Milliyetçiliği bu sınırlar içerisindeki etnik grupların yokluğuna tekabül edecek Şekilde geliştirilerek; “Ne mutlu Türküm diyene” sloganıyla özetlenmiştir.

 

ii- Türk-İslamcılık

Türk-İslamcı çizgiye sahip olan milliyetçiler ise Türklük bilincinin uyanışını sağlarken, İslam camiasını dağıtmak istemezler, İslam unsurlarının ayrılmamasını, Türklerin kendilerini yetiştirip yükseltmeleri için lüzumlu görürler. Onlara göre; “kendi ırkına taraftarlık etmek, asabiyet davası gütmek; İslamiyete aykırı değildir. Bu iki mefkure, birbiriyle çatışmazlar. Ayrıca İslam’dan uzaklaşan gençler, hiç olmazsa vatan ve ırk sevgisi adına, İslam’a ısındırmaya çalışılabilir.23 Böylece dini imanın yanına bir de kavim imanı koymuşlardır.

Türkiye’deki Türkçülerin ileri gelenleri arasında, zaman zaman Türkçü ve Turancı, zaman zaman da Türkçü-İslamcı olan Kürt asıllı Z. Gökalp’ı görüyoruz. Gökalp, Türkçülük düşüncesinin kendinde, Türkler hakkındaki düşüncelerinden alıntılar yaptığımız L. Cahun’un kitabını okuduktan sonra belirmeye başladığını söylemektedir.24 Gökalp; Hüseyinzade Ali’den aldığı “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak “sloganıyla; Türk yaşamından esinlenmeye, İslam kurallarıyla ibadet etmeye ve çağdaş Avrupa uygarlığını benimsemeye tekabül eden; Türk ulusuna, müslüman ümmete ve Batı uygarlığına dahil olmayı sistemleştirmeye çalışmıştır. Gökalp üzerine bir araştırma yapan U. Heyd O’nu şöyle tarif eder: “O özgün bir düşünür olmayıp, Batı kültürü ve tarihi üzerine de derin bir bilgisi yoktur. Buna rağmen, görüşlerini devamlı, Fransa başta olmak üzere batılı toplum bilimcilerin teorileriyle oluşturmuş bir takipçidir.”25 Yine bu düşünceye karşı mücadele de Sebilür Reşad Dergisi çevrelerinden gelmiştir. Ahmed Naim bir yazısında Türk-İslamcılara şöyle sesleniyor: “Ey Türkçü-İslamcı kardeşler, işte görüyorsunuz ki, ne kadar iyi niyetle çalışsanız da Hak tarafından yasaklanmış olan yollardan maksada nail olmak mümkün değildir… İçinizde üç vatan sahibi olmak isteyenler de varmış. Halbuki yine Türk meseledir. “Çatal kazık yere girmez” derler.”26

Bu akım da çeşitli evrelerden geçerek Türk-İslam sentezi, Türk-İslam ülküsü gibi teorilerle günümüze kadar gelme özelliğini göstermiştir.

 

iii- Turancılık

Bu dönemde Türkçülükle beraber gelişen ve Türkçülüğün bir sonucu olan “Turancılık” akımını da görmekteyiz. Bu akımın da kuramcıları batılı şarkiyatçılardır. Türkler arasında da ilk defa Turan özlemini dile getiren kişi, Orta Asya kökenli H. Ali Turani’dir. Macar asıllı A. Vambery’ye atfen yazdığı bir şiirde şöyle diyor: “Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvan/ Ecdadımızın müştereken menşei Turan/ Bir dindeyiz hepimiz hakperestan/ Mümkün mü ayırsın bizi İncil ile Kur’an.”27

Bu akım Türkiye dışında yaşayan müslim ve gayri müslim bütün Türkleri, ayrıca Türk olduğu iddia edilen Macarları, Hunları ve Moğolları bir çatı altına toplayıp büyük bir Türk imparatorluğu oluşturmayı amaçlıyordu. Özetlenecek olursa bu eğilim; bütün, Türklerin Balkanlardan Çin sınırına kadar uzanan ve Turan meydana getiren geniş topraklarda birleşmesini hayal etmektedir. Batılılar tarafından bilimsel temelleri atılan Turancılık düşüncesinin, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde cereyan etmesi, Rusya’dan göçeden Rusyalı genç Türklerin kışkırtmalarıyla belirmiştir. Daha sonra bütün kulvarlarda koşmaya çabalayan Gökalp tarafından geliştirilmeye çalışılmıştır. O “Turan” adlı şiirinde Turancılık özlemini şöyle dile getiriyor:

 

Vatan ne Türkiye’dir Türklere,
ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir
Turan…

 

Daha sonra Türk aydınları arasında az da olsa zemin bulan bu düşünce; bütün Türklerin bir tek hakan altında birleşeceğini ve bu hakanın Attila, Cengiz Han ve Timur günlerini yeniden yaşatacakları hayaline dönüşmüştür.

Bu akım; I. Dünya savaşı sırasında Osmanlı-Rus savaşıyla tekrar gündeme gelmiş fakat, Osmanlı’nın tüm cephelerde yenilmesi sonucunda bütün umutlar tükenmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Rusya’yı ilhakı sonucunda; Türkleri bir çatı altında toplamayı amaçlayan düşünceler tekrar canlanmış hatta örgütlenme hareketliliğinde bulunulmuş ancak, 1944 sonunda bu hareket zamanın hükümeti tarafından bastırılmış ve koğuşturmaya uğramıştır. Günümüze yani Sovyetlerin dağılmasına kadar geçen sürede zemin bulamayan bu düşünce, özellikle Elçibey yönetimindeki Azerbaycan’ın ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığı ile tekrar canlandırılmaya çalışılmaktadır. Ancak, hayal mahsûlü olan bu düşüncenin gerçekleşmesi imkansız görülmektedir.

 

c- Türkçülük Mücadelesi ve Yöntemleri

Zikrettiğimiz tüm bu kaynaklar ve ilişkiler sonucunda ortaya çıkan etkilenmeler, millet fikrinin Türkler arasına kök salmasını sağlamış. Türk ve Türkiye kelimelerine itibar kazandırılarak mücadele başlamıştır. Özellikle 1908 ile 1912 yılları arasında kurulan; Türk Derneği Cemiyeti, Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Ocağı Cemiyeti, Türk Bilgi Cemiyeti gibi teşekküller Türk ve Türkçülük mücadelesinin merkezleri olmuşlardır. Fikirlerini ise; Genç Kalemler, Halka Doğru, Yeni Mecmua, Büyük Mecmua, Yeni Fikir, Vakit, Türk Yurdu, Hakimiyet-i Milliye gibi dergiler aracılığıyla yaymaya çalışmışlardır.

Mücadele yöntemlerini incelediğimizde diğer milliyetçi akımlar (Arap-Fars) tarafından izlenilen yolun, Türk milliyetçileri tarafından da izlendiği görülmektedir.

Araplar gibi Türkler de İslam’ın bayraktarlığıyla övünmüşler, fikirlerini desteklemek için de ayet ve hadislerden deliller getirmeye çalışmışlardır. “Ulu Tanrı diyor ki: Benim Türk adı verdiğim bir ulusum ve ordum vardır. O’nu doğuda oturturum, yolunu şaşıran herhangi bir kavme o ordumu görevli kılarım.”28 hadisi(!) gibi birçok uydurma haber bu mücadelede kullanılmıştır.

İslam anlayışı ile eski Türkler’in inançları arasında karşıtlığın bulunmadığı dile getirilerek, İslamiyet öncesi tarihle, yeni anlayışlarını temellendirmeye çalışmışlardır. Türk olmadıkları halde, İslam dininin yayılmasına, hakimiyetine ve birikimine büyük darbe vurmuş, yıllarca İslam yurdunu talan ederek kan ve zulme boğmuş Cengiz Han, Hülagü Han ve Timurlenk gibi müşrik Moğol hükümdarlarını Türk kahramanları gibi tanıtmışlardır.

Putperest ecdad isimlerini gündeme getirmişler ve çocuklarına bu isimlerden koymuşlardır. Ayrıca mitolojik hurafelerle Ergenekon’dan Kurtuluş Bayramı diye yeni milli bayramlar icad etmişlerdir.

Şarkiyatçıların teorilerine paralel olarak, Moğollar’ın ve Hunlar’ın Türklüğünden bahsedilerek “Turan” yelpazesini genişletme çabalarına kapılmışlardır.

Sonuç olarak; Türkçülük mücadelesinin gelişiminde, en genelde şu üç aşamayı görmek mümkündür: Önce İmparatorluk döneminde, Oğuz Han nesline dayanan ve Namık Kemal’in “cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretten” diye övdüğü bir anlayış vardı. Ziya Gökalp pergeli biraz daha açarak, daireyi Turan düşleri ile Börteçene, Alagonya efsanelerine vardıracak kadar genişletici bir Türkçülük nazariyesi geliştirdi. Üçüncü ve son aşamada ise M. Kemal pergeli sonuna kadar açarak, Türklerin en eski uygarlıkları yaratan kavim olduğunu en yeni ve ilmi batı araştırmalarına, batı bulgularına ve kazılara dayanan modern kavramlarla göstermek istedi. (Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezleri gibi) Türkçülük mücadelesi daha sonra partileşerek, değişik şekillerde günümüze kadar gelen bir ideolojik akım olma özelliğini göstermiştir.

Son tahlilde; Türk ulusçuluğunun bütün safhaları, yerli bir kültür ürünün sonucu olarak belirmemiştir. Batının, uluslararası buhran koşullarında, politik amaçlarla Türk aydınlarına şırınga ile enjekte ettiği bir program olmuştur. Bu politik program ve bunun iletiliş mekanizması, bugün bile tam olarak ortaya konulmuş değildir. Fakat biliyoruz ki “yönetici ulus”, “asker ulus” diye Türkleri övenler ve onlara Orta Asya’yı gösterenler, aynı zamanda Türkleri “anlayışı kıt” “uygarlığa yeteneksiz” olarak görüyorlardı. Bizim yazar ve aksiyonerlerimiz bunların fikirlerini -tabi sansür ederek- almışlar ve “asker ulus”la övünmüşlerdir.

 

3- Fars Milliyetçiliği

Abbasiler’in Emeviler karşısındaki tutum ve davranışları, Fars milliyetçiliğinin ilk şekli olarak belirtilir. Ancak modern manadaki Fars milliyetçiliği de diğerleri gibi 19. yüzyılda başlamaktadır.

Temel olarak hiçbir ulusçuluğun İslam’la uyuşmayacağı gerçeğine rağmen, Fars ulusçuluğu, Arap hemcinsine nazaran İslam’la daha fazla çelişmektedir. Bu ayrımın çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Nakavi’ye göre: “İran’ın Osmanlı İmparatorluğu’na dahil olmadığından, İran’ın parçalanması da söz konusu değildi. Dolayısıyla batılıların bütün çabaları, İran’da batı düzeni ve kültürünü yerleştirmeye, ayrıca İslami bir hükümetin işbaşına gelmesini önlemeye yönelikti. Bu yüzden İran’da en çok meşrutiyet, demokrasi ve liberalizm üzerinde duruyorlardı.”29 Ancak milliyetçilik de bu fikirlerle İran’da kendini göstermiş bir akımdır.

Fars milliyetçiliğinin oluşum ve gelişiminde de diğer milliyetçi akımların izlediği metodların hemen hemen aynısı izlenilmiştir.

Onlar da İslam öncesi tarihlerini yadetmişler ve bir övünç kaynağı haline getirmişlerdir. Bunu somut olarak Rıza Şah döneminde görebilmekteyiz. “O, İslami sembol ve değerler pahasına da olsa İran’ın İslam öncesi uygarlığını yücelterek, sistematik-kültürel milliyetçilik politikasını icra etmeye çabalamıştır.”30 Pers ve Sasani uygarlıklarının muhteşemliği anlatılarak, üstünlük kaynağı olarak gösterilmeye çalışılmıştır. İran milliyetçileri İslam’a tavır almalarına rağmen zaman zaman halkın duyarlılığını göz önünde bulundurarak, fikirlerini İslam’la desteklemeye çalışmışlardır, Hakim, Ebu Hüreyre’nin şu hadisi rivayet ettiğini söylemiştir. “İnsanların içinde İslam’dan en çok nasibi olan ehl-i Farstır.”31

 

4- Kürt Milliyetçiliği

Kürt milliyetçiliği de diğer milliyetçi akımlar gibi, batılılar ve batıcı aydınlar tarafından bölgeye getirilmiş bir anlayıştır. Türk milliyetçiliğinin başlangıcında olduğu gibi, ilk önce “Kürt ve Kürtlük” kelimelerine itibar kazandırılmaya çalışılmıştır. 1700’lerden itibaren Kürtler’le ilgili yapılan çalışmalarda, ortaya konulan ırk kuramlarını desteklemek için çaba gösteren müsteşrikler, Kürt Dili ve Kültürü konularını önceleyerek, bu sahada araştırma yapmışlardır. Michealis ve Schlö’tzer gibi 18. yüzyıl müsteşrikleri, Kürtler’in dili ve kültürü konusunda kesin belgeler toplama gereği üzerinde durmuşlardır. Yine aynı dönemde İtalyan Garzoni ve Soldini; Kürtçe gramer ile ilgili ilk çalışmaları yapmışlardır.32

19. Yüzyılın ilk yarısı ise, Kürdistan, Kürtler, Kürt Dili, Kürt Tarihi, Kürt Lehçeleri ve Aşiretleri, İslam öncesi Kürt inançları, v.b. gibi konuların yoğun olarak işlendiği bir dönem olmuştur. Bu konularda araştırma yapan araştırmacılara baktığımızda da; E. Rödiger, A. F. Pott, Rus bilgini Kunik Renan, Dorn, P. Lerch, Minorsky33 gibi müsteşrikleri görmekteyiz. “Kürtlerle ilgili bu araştırmalarda, Ruslar tarafından yapılan çalışmaların büyük bir yekûn tuttuğu ve bu sahada gerçekleştirilen çalışmalar üzerinde belirleyici tesirler icra ettiği görülmektedir.”34

Kürt milliyetçiliğinin gelişim seyrine baktığımızda; zikrettiğimiz araştırmalar çerçevesinde kendilerini, 5000 yıllık bir tarih içerisinde açıklamaya çalışarak, çeşitli devlet ve uygarlıklara (Guti Devleti, Kassit, Mervani, Sasani ve Sümer uygarlığı v.b.) dayandırmaya çalışmışlardır. Ayrıca, Kürt ırkını çeşitli uygarlıkların kurucusu olarak ilan etmeye kalkışmışlardır.

Sonuçta, Kürt ulusu ile ilgili çalışmalar, 18. ve 19. yüzyılda şarkiyatçılar tarafından yapılmıştır. Fakat Kürt ulusçuluğu, diğerleri (Türk, Arap, Fars) gibi 19. yüzyılda uyandırılmamıştır. Uyandırılmamasının da nedenleri bulunmaktadır, ancak bu nedenler konumuzun çerçevesi dışındadır,

 

C- SONUÇ

Yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız İslam coğrafyasındaki farklı milliyetçi akımlara baktığımızda en genelde, bazı ortak özelliklerle karşılaşmaktayız. Genel olarak “tek merkezden” enjekte edilen bir anlayış olduğunu göstermesi açısından önemli olan bu ortak özellikleri şöyle sıralayabiliriz.

 

Ortak Özellikler

Hemen bütün milliyetçi akımlar, batıcı aydınlar, müsteşrikler tarafından başlatılmış ve batılılar tarafından da desteklenmişlerdir.

İslam coğrafyasında yaşayan milletlerin ulus olma bilinci sürecinin başlangıcında, ulusların İslam öncesi sahip oldukları dinler gündeme getirilerek, cahili motifler işlenmeye çalışılmıştır.

Daha önceki dinlerinin aslında 19. yüzyıl medeniyetiyle tezat oluşturmadığı, geri kalmışlığın nedeninin ise İslam olduğu tezleri işlenilmeye çalışılmıştır. Örneğin, “Türklerin eskiden -İslam öncesi- demokrat ve feminist olmaları gibi.”35

İslam öncesi tarih ve kahramanlar hatırlatılarak bir ulusal övünç kaynağı sayılmıştır.

Ulusların İslam öncesi kullandıkları isimleri tekrar canlandırılarak, yaygınlık kazandırılmaya çalışılmıştır.

İslam öncesi efsanelerden yola çıkılarak yeni milli bayramlar geliştirilmiştir. Ergenekon’dan Çıkış, Nevroz ve Mihrican Bayramları gibi.

Bütün uluslar kendilerini, kutsal bir temele dayandırmak için ayetleri delil getirerek uydurma hadisleri kullanmışlardır.

Hemen bütün uluslar, ulusal bir temele dayanmak için yeniden tarih yazmaya soyunmuşlar ve İslam bu tarih sayfalarının az bir kısmını oluşturmuştur. Hatta bazı tarihçiler tarafından görülmemezlikten gelinerek atlanmıştır.

– İslam dünyasındaki milliyetçilik akımları, batıdakilerden farklı olarak laiklik, demokrasi gibi akımlarla paralellik arz etmektedir. “Batı Avrupa milliyetçiliğinde Protestanlığın, Bulgar ve Sırp milliyetçiliğinde Doğu Ortodoks Kilisesi’nin büyük rolü olduğu bilinmektedir.”36

İslam coğrafyasında baş gösteren bütün milli akımlar; Batılılar tarafından kurulan Türkoloji, Kürdoloji, Araboloji gibi Şarkiyat Enstitülerinde yetiştirilen şarkiyatçılar tarafından geliştirilmiştir. Bu özellikleri alt başlıklar altında daha fazla çoğaltmak mümkündür.

Batıda doğup-gelişen ve daha sonra yaygınlaşan milliyetçilik akımı, İslam coğrafyasında mevcud duruma sebep olmuş bir akım olarak, halen etkinliğini çeşitli şekillerde hissettirmeye devam etmektedir. Söz konusu akım, günümüz İslam coğrafyasında bölünmüş, bağımlı yapay ulus devlet ve şeyhliklerin oluşmalarına neden olmuştur. Bu akım başlangıcından itibaren karşısında; Tevhid’i önceleyen ve mustazaf halkların gelecek umudu ve kurtuluşu haline gelen, gün geçtikçe de güçlenen ümmetçi anlayışları bulmuştur.

 

Notlar:

1. KOHN, Hans; Milliyetçilik, s. 4, İst, 1944

2- CARR, Edward H.; Milliyetçilik ve Sonrası, s.45, İletişim Yay. İst. 1990

3- GELLNER, Ernest; Uluslar ve Ulusçuluk, s.81, İnsan Yay. ist. 1992

4- ŞENEL, Alaaddin; Irk ve Irkçılık Düşüncesi S.14, Bilim ve Sanat Yay. Ank. 1984

5- ŞENEL, Alaaddin; A.g.e. s.14

6- ŞENEL, Alaaddin; A.g.e. s.15

7- KEDOURİE, Elie; Avrupa’da Milliyetçilik, Sos. İ. Komisyon Yay. Ank. 1971

8- GÖKALP, Ziya; Türkleşmek, İslamlaşmak Çağdaşlaşmak, s.22, İnkılap ve Aka Yay. İst. 1976

9- NAKAVİ, Muhammed; İslam ve Milliyetçilik, s. 31 Bengisu Yay. İst. 1992

10- GÖKALP, Z.; A.g.e. s.50

11- DÜZDAĞ. M. Ertuğrul; Türkiye’de Irkçılık ve İslam Meselesi, s.328. 329, Med Yay. ist, 1978

12- İNAYET, Hamid; Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, s .260-261, Yöneliş Yay. İst. 1991

13-NAKAVİ, M. A.g.e. s. 39

14-NAKAVİ, M. A.g.e. s.30

15-İNAYET, H. A.g.e. s.281

16- TİMUR, Taner; Osmanlı Kimliği, s. 103-105, Hilal Yay. ist.1986

17- TİMUR, Taner; A.g.e. sh112

18- KUSHNER, David; Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, s. 12-15, Kervan Yay. ist. 1979

19-TİMUR, Taner; A.g.e. s.112-114

20- HEYD, Uriel; Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 126 Kültür Bak Yay. Ank., 1979

21- DUDA, Ord. Prof. Herbert W.; Hilafetten Cumhuriyete Geçiş, s .114. T.K.A.E. Yay. Ank. 1939

22-ERSOY, M. Akif; Safahat, s. 190. İz Yayınları İst. 1991

23- DÜZDAĞ, M. E. A.g.e. s.46

24- GÖKALP, Ziya; Türkçülüğün Esasları, s. 13

25- HEYD, Uriel; A. g. e., s. 15-17,

26- DÜZDAĞ, M. E.; A. g. e., s. 46

27- AKÇURA. Yusuf; Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 159. Kültür Bak. Yay. Ank. 1981

28- Divan-ı  Lügatü’t Türk’ten Aktaran ALİ KEMAL MERAM; Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, s . 42, Kültür Kitabevi, İst. 1969

29- NAKAVİ, M., İslam ve Milliyetçilik, s. 29, Bengisu Yay. İst.1992

30- İNAYET, Hamit; Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, s. 226, Yöneliş Yay. İst. 1988

31- DÜZDAĞ, Ertuğrul; Türkiye’de Irkçılık ve İslam Meselesi, s. 110, Kervan Yay, İst. 1979.

32- NİKİTİN, Bazil; Kürtler, s. 29, c.1 Özgürlük Yolu Yay. İst. 1976

33- NİKİTÎN, Bazil; A.g.e. s. 30

34- İSMAİL AKSU, Dünya ve İslam, “Kürt Meselesi ve Ulusçuluk Üstüne”, Yaz 1991, 7. Sayı s. 13

35- GÖKALP, Ziya; Türkçülüğün Esasları, s, 158, M.E.B.Yay. îst. 1991

36- Ed. GIYASEDDİN, E.; İslam Dünyası ve Milliyetçilik, s. 57. Pınar Yay. İst. 1991.

Haksöz Dergisi – Sayı: 33 – Aralık 93

http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=2623

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Onulmaz Bir Hastalık: Irkçılık / Adil Özyiğit

Düşüncesi “tek tipleştirme” üzerine kurulu, pratiği her ne şekilde olursa olsun “hain” olanın kellesini alma şiarı etrafında şekillenen; sığ bir ideolojik sapmadan başka bir anlam ifade etmeyen ırkçılık doktrini; avamdan en tepedekilere kadar hızlı bir şekilde sirayet etmeye devam etmekte. Düşünsel bir bedel ödemeyi gerektirmeyen, mantıktan uzak ve sadece kaba güçten, duygusal reaksiyonlardan beslenen bu akımın yoğun taraftar toplaması, toplumun hızlı biçimde muhafazakârlaştırılması çabası ile paralel bir süreç izlemekte.

Toplumun çoğunluğunun yaşadığı şu anki muhafazakâr yaşantının merkezinde yatan asıl neden; bireysel olarak elde edilen bazı ekonomik ve sosyal kazanımların kaybedilmemesi algısının; hayatın her alanına kademe kademe uygulanması gerçeğinden ileri gelmektedir. “Koruma güdüsü” her ne kadar fıtri olan bir durum olsa da, bunun paranoid bir hal alması, hayata müdahale edecek tavır alışların önüne en başından set çekmeye yol açmaktadır. Çünkü bu durum, çıkar amaçlı bir savunma dürtüsünden ileri gelmektedir. Bu nedenle, bireysel anlamda elde edilen bazı kazanımların korunmasını temel değer addedenlerin, siyasi duruşları ve tavır alışları da aynı minval üzere şekillenecektir.  Kuşatıcı bir devletin varlığının kutsallığı, geleneğin eleştirilemez oluşu, değişimin aslında teslimiyete doğru sürüklenmeyle eşdeğer olduğu fikri, farklı siyasi ve sosyal çözümlemelerde bulunanların ciddi bir ihanet içinde oldukları savı; muhafazakâr siyasi koronun temel söylemleri olmaya devam edecektir.

Muhafazakârlık, özünde bazı dinsel ritüelleri ve savunuları barındırması nedeniyle de toplum tarafından benimsenmeye meyyaldir. Çünkü eleştirel bir bilince kavuşamamış kitle, sistemin şu an sunmuş olduğu kısmi dini yaşantının yeterliliğine inanmakta ve tam da bu nedenle “statükonun sürdürülmesi” demek olan muhafazakâr anlayışa destek çıkmaktır. Zaten muhafazakârlık bir başka boyutuyla; geleneğin yön gösterici olması ve güçlü bir yönetici sistemin varlığını arzulamak üzerine inşa edilmiş politik bir duruş anlamına da gelmektedir. Nitekim kadim geleneklerin ve kültürlerin hepsinde asıl birleştirici unsur çoğunlukla dinsel tercihler olmuştur. Hiçbir din yoktur ki, etkilediği toplumda belli bir kültürel birikim bırakmamış olsun.

Muhafazakârlığın; ırkçılıkla benzeşen, daha doğrusu ırkçı akımların beslenmesine ve gelişmesine uygun bir vasat oluşturan, garip bir doğası da vardır. İki akımın da asli değerlendirme ölçütü; geçmişle övünme ve tarihi eldeleri sahiplenme isteğinin merkezileştirilmesidir. Şekilsel olarak muhafazakâr ideoloji, en azından kurgusal bir bütünlük içinde, mantıklı bir geçmiş-bugün-yarın açılımının siyasetine yaslanmaya çalışmakta, kendisine ait tanımlayıcı kavramları oluşturabilmekte/yenileyebilmektedir. Bu nedenle Siyasal Muhafazakârlığın genel karakteri, gelenek ve tarihle ilintisi pragmatist bir amaçtan öteye geçememekte; geleneği ve geçmişi, salt günün kurulu düzenini yaşatmak için farklı biçimlerde tüketmeyi amaçlamaktadır. Çünkü muhafazakârlık şartlara göre yeniden biçimlenebilmeye ve farklı tanımlara bürünebilmeye müsait bir öze sahiptir. O nedenle bazen liberal, bazen demokrat, çoğu zaman da statükocu (ya da hepsi) olabilmektedir.  Bu anlamda muhafazakârlığın asıl yaslandığı temel-merkezi bir değeri mevcut olmamakla birlikte, şartların ürettiği “normu” koruma kaygısı, onun için tek betimleyici unsur olarak göze çarpmaktadır.

Bir sapmanın adı olan ırkçılık ise, tamamen şablona kilitlenmiş ve teorik açıdan kendisini ifade edecek bir nüveden mahrum olan bir duruştur. Felsefi bir duruş olmadığı gibi, çözümleyici ve aydınlatıcı öngörülerde bulunacak sağlam bir zemini de yoktur.  Her ne kadar muhafazakâr yapı saldırganlığa belli oranda karşı dursa bile, ırkçılık; muhafazakâr zeminin kayması sonucu ortaya çıkan ve etnik parametrelerin dar açılımlarını daha fazla sahiplenen saldırgan bir virüs gibidir.

Irkçı yaklaşımlar, her türlü sosyal olgu ile kenetlenebilme özelliğine de sahiptirler. Çünkü eleyici ve seçici bir bakış açısına ve ufka sahip değildirler. Dini bir motifin rengini içerebildikleri gibi, inançlarla alay edebilecek bir söyleme sahip olmaya, anti-emperyalist/anti-Amerikancı tavır almaya kadar geniş bir yelpazede dalganabilen çeşitlilik arz edebilirler. Ama hiçbir zaman mezkûr tavır almaları, sahici olarak içselleştirmezler. Görüntünün tamamlanması için, sürece ve bulundukları sosyal şartlara uygun olarak, yeri geldiğinde her tür bölüntülerle, kimlik kaygısı yaşamadan eklemlenebilirler.

Bugünün yakıcı sorunu olan ırkçı-milliyetçi hareketler ise yıllardır bazı İslami kavramları (içini fazlasıyla boşaltarak) kullanmaya devam etmektedirler. Örneğin son eylemiyle fazlasıyla gündeme gelen İsmail Türüt’ün yaptığı gibi; her konuşmaya İslam’a vurgu yaparak başlamaları, etnik kimliklerinin İslam’dan gayrı düşünülemeyeceğini söylemeleri; Bush’a ve Amerikan işgaline karşı olduklarını ifade etmeleri bile, hitap ettiğimiz kitlenin kafasının karışmasına yol açabilmektedir. Netice itibariyle böylesi ırkçı bir söylemin dini kavramları tüketmesi sonucu, çoğu kişi tarafından İslamcılığın da aslında ırkçılıkla iç içe olduğu savı ön plana çıkarılmaktadır. Bu yanlış düşünceyle yıllardır mücadele eden; tevhidi kimliğin hiçbir ulusal ve beşeri yaşantıyla eklemlenemeyeceğini yoğun olarak hatırlatan ve bunun canlı şahitliğini her platformda gösteren muvahhidlerin çabalarına rağmen, köşe sahibi zatların zihinlerindeki o yanlış (bilinçli) tahayyül devam etmektedir.

Irkçılık-Milliyetçilik; şekilciliktir, şabloncu olmak zorundadır. Sistematik bir düşünce metoduna sahip olmayan her hareket, geçmişten kendine yadigâr kalan şekillerin ve imgelerin arkasına sığınarak var olmaya çabalar. Ve her şeyi kendisine benzetmek için saldırgan bir pozisyona sahip olur, çünkü şekilci yaklaşımlar karşısındakine tahammül edecek bir tabiata sahip değildirler. Güçlü bir bilimsel arka planları da yoktur. Bilimselleşmek için yapabilecekleri en makul(!) şey; kafataslarının geometrik ölçümlerinin ötesine geçememektedir.

Şekilcilik, düşünmeyi ve akletmeyi gerektirmediği için kolay bir pratiğe de sahiptir. Sembolleri (bayrak, toprak, atalar, savaşlar, kültür, marş, hatta hayvan-kurt sembolizmine varacak kadar) kültleştirip, bunların adına mücadele etmeleri ve diğer tüm yaklaşımların samimiliklerini bu ölçütlerle değerlendirmeleri onlar adına yeterli bir uğraştır. Yani, özden ziyade taklidi bir kalıpla örülüdür.

Aynı zamanda ırkçılık; taraftarlarını heyecanlandıran militarist karakterli bir yönelimdir, zira bir çeşit “psikolojik fanatizm”in zaman içinde kuşaklara devredilmesini amaçlar. Fanatizm, karşısındaki olguyu anlamaya çalışmaz, çünkü anlamak için yeterli miktarda belirleyici kavram kodlarına sahip değildir. Fanatizm karşıtı ile sürekli bir savaş (açık-örtük) halindedir ve her zaman “yok etmek” amacıyla hareket eder. Aklını kullanamayanların, geriye yapabilecekleri tek şey vardır, o da kaba güçten medet ummak ve bunun propagandasını gütmek. Silah üzerine yemin etmek, kan üzerine siyaset gütmek, herkesimle bilinçli bir kavgayı ‘gürültülü’ biçimde sürdürmek, tehditlerin korkutuculuğuna güvenmek; bu propagandanın bazı örnekleri olarak ortada durmaktadır.

O nedenle tüm dünyada ırkçı-şoven edebiyatın teması, genel anlamda propagandist savaşlardan ve kaostan oluşmaktadır. Milliyetçi edebiyat; savaşları ön plana çıkarıp, geride azametli, hırçın bir edebi miras bırakmıştır-bırakmaktadır. Bu edebiyat biçimi, her kavim için yalanlaştırılmış ve tahrif edilmiş tarihi masallar bütünüdür. Anlaşılmaz bir biçimde, kendi ırkının üstünlüğünü savunan her milliyetçi yönelim, ırkını pir-u pak addeder ve bunu da tüm dünyaya yutturmaya çalışır. Alın size eşsiz bir örnek; zorla best-seller yapılan Şu Çılgın Türkler isimli roman. Kahraman Türk milletinin eşsiz üstünlüğü ve akla gelebilecek tüm müspet sıfatları üstünde taşıyan tertemiz bir ırk. İşte Irkçılığın fanatizmden murad ettiği de tam anlamıyla budur.

Biyolojik ve antropolojik çeşitliliğin, toplumları şekillendirebileceği iddiasına canı gönülden bağlanan ahmakların, saldırganlığı da ‘kahramanlık’ olarak değerlendirmelerine şaşmamak gerek. Çünkü ırkçı yaklaşımlar, yerellikten öteye geçemeyen bir yapıda oldukları için, taraftarlarının da böylesi bir zihinsel zindanda boğulmaları normaldir. Bu tarz bir zindanda yaşayanların, her şeyi kendi varlıkları için bir tehdit olarak algılamaları, ufuklarının darlığının başka bir emaresidir.

Şekilci-fanatik-saldırgan bir ideolojik sapmanın hiçbir dert için derman olmayacağı besbelliyken, insanları karanlıktan aydınlığa çıkarması için gönderilmiş bir dinle kıyaslanması, tabiri caizse feraset körlüğü olsa gerek.

Hakeza, muhafazakâr ideolojiler de toplumların ıslahı ve kurtuluşu için tutunacak sağlam bir ip değildirler ve asla olamayacaklardır. İslam’ı; muhafazakâr bir manzara olarak niteleyenler, aslında baktıkları resmi göremeyen, görmek istemeyenlerdir. Muhafazakâr olan inanış biçimi İslam’ın aslı değildir, yanlış İslami telakkilerdir. Çünkü muhafazakârlığın dinle olan ilişkisi sadece “fayda” temellidir ve bu fayda en iyi yanlış dini telakkilerin sırtından devşirilebilir.

Milliyetçiliğin, İslami temele dayanan hiçbir meşru yönü bulunmamaktadır. Hatta İslam’ın, milliyetçi zihin kalıplarını kırmak için verdiği tarihi mücadeleye bakmak bile bu durumu anlamak için yeterlidir. Allah, temelde üstünlük sıfatının bu dinde neye tekabül ettiğini vahiyle ifade etmiştir. Zenginlik, sosyal statü, etnisite v.b. hiçbir durum takvayla kıyaslanamaz; zira dünyalık olan her şey, ancak dünyalık bedellerle değer bulur. Ama takvaya erenlerin ödülü sadece Allah katındadır. Sorumluluk bilincini kuşanıp, yeryüzünde Tevhid ve Adaletin şahitliğini yapacak muttakiler için, Kur’an’ın gölgesinde mücadele etmek ve sadece vahyi kuşanmak, tüm beşeri ideoloji ve sapmalardan ziyadesiyle farklı ve muhkem olduğumuzun en belirgin ifadesi olacaktır.

http://adilozyigit.blogcu.com/onulmaz-bir-hastalik-irkcilik-adil-ozyigit/2382212

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kuramsal Yaklaşımlar Çerçevesinde Milliyetçiliğin Niteliksel Sabitelerine Genel Bir Bakış

Haldun ÇANCI

Yrd. Doç. Dr. Uluslararası İlişkiler Bölümü, İşletme ve Ekonomi Fakültesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi

Özet

Soğuk Savaş döneminin bitişi ile hız kazanan küreselleşme olgusunun en çok etkilediği olgulardan biri de milliyetçilik ideolojisidir. Bu dönemde, milliyetçiliğin aşındığı yönündeki iddialar yoğunluk kazanmıştır. Bu çalışma, milliyetçilikte değişmekte olan boyutların tespitini yapmadan önce, temel nitelikleri bağlamında, milliyetçiliğe dair değişmezlerin altını çizme amacı taşımaktadır.

Son Yirmi Yılın ortaya çıkardığı değişimler bağlamında, Milliyetçi siyasal ideolojinin, etimolojik kökeni, hakkındaki kavramsal yaklaşımlar, içerdiği temel paradokslar, üzerinde yapılmış belli başlı tanımlamalar ve sınıflandırmalar bağlamında, temel değişmezlerinin altını çizmek kadar, bu siyasal ideolojinin, niteliksel sabitelerini ortaya koymak da büyük önem taşımaktadır.

Yirminci Yüzyılın sonu ve Yirmi Birinci Yüzyılın başlangıcı, hemen her kavram ve olgunun anlamını ya yitirdiği ya da yeniden tanımlanmayı gerektirdiği bir sürecin başlamasına neden oldu. Birçok siyasal kavram ve olgu da bu süreçten payını aldı.

Bu süreçte, eski siyasal biçim ve kavramları en çok etkileyen ve aşındıran olgu, küreselleşme olmuştur. Soğuk Savaş döneminin bitişi ile hız kazanan küreselleşme olgusunun en çok etkilediği siyasal kavramlardan biri de, bilindiği gibi milliyetçiliktir.

Modern bir siyasal ideoloji olarak milliyetçilik, yaklaşık iki yüzyıllık tarihinde, belki de ilk defa iniş sürecine girmiş bulunmaktadır. 1789 Fransız İhtilali’nin hemen sonrasında, çok uluslu imparatorlukların yıkıcı, ulus-devletlerin de kurucu ideolojisi olan milliyetçilik belki de son dönemine girmiş bulunmaktadır.

Son dönemde hızlanan küreselleşmenin, milliyetçilik üzerinde yaptığı etkiler, yine son dönem çalışmalarında çokça yer almış ve açıklanmaya çalışılmıştır. Kimi çalışmalara göre, küreselleşme süreci, milliyetçiliği ve onunla bağlantılı, ulus-devlet, ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık gibi kimi kavramları zayıflatıcı, hatta, anlamsızlaştırıcı bir ekti yaparken, diğer bazı yaklaşımlara göre, söz konusu olgular ve kavramlar, küreselleşme çağında, belli bir dönüşümle birlikte varlıklarını ve etkilerini sürdüreceklerdir.

Bu süreci daha iyi anlamak için, küreselleşmenin, milliyetçilikte neleri değiştirdiğini açıklamak kadar, milliyetçilikle ilgili olarak nelerin değişmeden kaldığını görmeye çalışmak da yararlı olacaktır.

Diğer bir ifade ile, milliyetçilik gibi bir ideolojinin, böyle bir iniş sürecine girip girmediğinin tespiti, ancak, milliyetçiliğin, tüm kavramsal ve teorik literatürünün yeniden taranarak, mevcut durumda etkisi ve modası geçmiş olan yönlerinin belirlenmesi ve ortaya konması ile gerçekleştirilebilir. Böylelikle, milliyetçiliğin, hala etkin olan boyutlarının da belirlenmesi mümkün olacak, bu siyasal ideolojinin devrinin kapanıp kapanmadığı konusundaki analizlerle, böyle bir şeyin ilerde meydana gelip gelmeyeceği yönündeki tahminler daha sağlıklı yapılabilecektir. Bu çalışma, bu uzun soluklu çabaya küçük bir katkı yapma amacı taşımaktadır.

Bu çalışma, bu bağlamda, niteliksel sabiteleri çerçevesinde, milliyetçiliğe dair temel değişmezlerin altını çizme amacı taşımaktadır.

 

Milliyetçiliğin Niteliği

Milliyetçilik literatüründe milliyetçiliğe dair oldukça fazla sayıda sınıflandırma yapılmıştır.1 “Liberal milliyetçilik”, “gelenekselci muhafazakar milliyetçilik”, “entegral milliyetçilik”, “sosyalist milliyetçilik”, “anti-sömürgeci milliyetçilik” ve “romantik milliyetçilik” bunlardan sadece birkaçıdır.

Liberal milliyetçilik liberal öz değerleri ihtiva etmektedir. Kökleri geniş bir biçimde Aydınlanma Çağı’na uzanmaktadır. Liberal milliyetçiliğin bir takım biçimlerine bağlı olan yazarlar onu kozmopolitik ve edilgenlikten ayrı bir biçimde değerlendirmektedirler. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Başkan Wilson tarafından ortaya konan ilkeler sadece sembolik bir biçimde de olsa liberal milliyetçiliğin üst bir noktasını temsil etmektedir. Bu ilkeler, ulus-devletlerin mutlak egemenlikleri prensibine vurgu yapmakla birlikte, her bir ulusal yapı içerisinde siyasal, iktisadi ve dinsel açılardan bireysel özgürlüklerin de altını çizmek suretiyle bu prensibin olumsuz yan etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu ilkeler bağlamında her millet kendi devletine sahip olmalıdır. Fakat bunların her biri anayasal bir hükümeti, demokrasiyi ve bireysel hak ve özgürlükleri içermelidir. Bu genel fikirlerin en iyi bilinen ilk mümessili Guiseppe Mazzini’dir (1805-72). O’nu ilk aşamada sistematik bir teorisyen olarak sınıflandırmakta tereddüt göstermek mümkün ise de, Mazzini, liberal milliyetçilik düşüncesini en çok etkileyen düşünürlerden biridir. Essays on the Duties of Man adlı eserinde Mazzini, milliyetçiliğin, geniş anlamıyla insanlık ile nihai uygunluğu doktrinini ortaya koymuştur. Mazzini, hümaniter bir enternasyonalisttir.

 

1 Örneğin Hayes, beşli bir tasnif yapmakta ve milliyetçiliği jakoben, liberal, gelenekselci, iktisaden korumacı ve entegral milliyetçilikler şeklinde ayırmaktadır. Öte yandan Kohn, Batı ve Doğu milliyetçiliği olmak üzere ikili; Kellas, etnik, toplumsal ve resmi milliyetçilikler olmak üzere üçlü bir ayrıma gitmektedirler. Diğer taraftan Snyder tarihsel dönemleri baz alarak: 1815-71 arasında kaynaştırıcı milliyetçilik, 1871-1900 arasında bölücü milliyetçilik, 1900-45 arasında saldırgan milliyetçilik ve 1945’den bugüne milliyetçiliğin tüm dünyaya yayılması dönemi olmak üzere dörtlü bir sınıflandırma yapmıştır. Bunlara ilaveten daha başka tasnifler de mevcuttur. Ancak burada hepsini aktarmaya gerek duyulmamıştır.

 

Mazzini’nin 1850’lerdeki idealleri, en çok on bir milletten oluşan bir Avrupa için öngörülmüş hedeflerden meydana gelmekteydi. O’na göre milliyetçiliğin önündeki en büyük engelleri çok uluslu emperyal devletler oluşturuyordu. Örneğin Hapsburg İmparatorluğu bunlardan biriydi. Liberal milliyetçilik temelde, ayakta kalacak kadar geniş ve büyük her milliyetin bağımsız olması gerektiğini, ancak anayasal-demokratik bir hükümet tarafından yönetilmesi lazım geldiğini vurgulamaktaydı. Buna göre Avrupa’da 1830’larda, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde Yunanlıları ve Çarlık Rusya’sına karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde de Polanyalıları motive eden şey liberal milliyetçilikti. Bu yüzden liberal milliyetçiliğin altın çağları diyebileceğimiz dönem, 1814 yılında yapılan Viyana Kongresi’nden, Versay Antlaşması ve Wilson İlkeleri’ne kadar ki zaman dilimidir demek çok da yanlış olmaz. Milletlerin self-determinasyon hakları, liberal milliyetçilikte ortaya konulan en önemli temayı oluşturuyordu. Bu milliyetçilik biçiminde ortaya çıkan en büyük sorun, bir kez “self-determinasyona sahip milletler” fikrinden bahsettikten sonra, bu sürecin nerede durdurulacağının tespit edilebilmesindeki zorluk konusunda yaşanmaktadır. Başkan Wilson’un da hemen tespit ettiği gibi, her büyüklükteki topluluğun kendisini millet olarak algılamasını ve bir devlet kurmaya kalkışmasını önlemek nasıl mümkün olacaktır. Buna ilaveten ulus devletler arasındaki ihtilafları ve daha kötüsü bu devletler içerisinde ortaya çıkabilecek ayrılıkçı milliyetçilik hareketlerini belli bir çözüme kavuşturmak nasıl mümkün olacaktır.

Liberal milliyetçiliğe yönelik son zamanlarda yeniden bir ilgi artışı gözlemlenmektedir. Örneğin, John Plamenatz, Kohn’un daha önce ortaya koyduğu yaklaşımları da gündeme getirerek kendi tanımladığı iki milliyetçilik biçimi arasında belli bir ayırımın varlığına işaret etmektedir. Bunlardan biri, daha kabul edilebilir olan ılımlı Batı Avrupa milliyetçiliği (daha özelde liberal milliyetçilik), diğeri ise daha kavgacı bir görüntü arz eden Doğu Avrupa kültürel milliyetçiliğidir. Bu ayırım daha güncel bazı teorisyenler tarafından yeniden su yüzüne çıkarılmaya çalışılmıştır. Ancak Mazzini türü bir liberal hassasiyetin taklit edildiği bu yeni çalışmalarda ahlaki söylem kaygısı fazla görünmemektedir. Bunlarla yapılmaya çalışılan şey, makul ve ılımlı milli hassasiyet ile kozmopolitiklik yanlısı liberalizm arasında belli bir uzlaşmayı sağlamaktır. Ilımlı, liberal milliyetçilik düşüncesi, 1945 sonrası dönemde bir diğer argüman ile karşı karşıya gelmektedir. Bu argüman ise liberalizm ile milliyetçiliğin bütün bütün uyuşmadığı iddiasını taşımaktadır. Liberalizm bu anlamda kozmopolitlik ve evrenselcilik ile eşit sayılmaktadır. Bu açıdan da milliyetçilikle alakalı olamayacağı düşünülmektedir. Mamafih, son yıllarda bu konu üzerinde tartışmalar yapılmaktadır. Son döneme ait liberal milliyetçi yaklaşım milliyetçiliği, insan hayatını yaratıcı ve anlamlı kılan durumun kapsamlı bir şekilde anlaşılması için gerekli olan bir alan olarak takdim etmektedir. Aynı zamanda liberaller farklı biçimlerin ve tarzların birbirleriyle uzlaşmaya zorlanmalarına ise karşı çıkmaktadırlar.

Gelenekselci muhafazakar milliyetçilik bir diğer ekolü oluşturmaktadır. Bu ekol romantik kültürel milliyetçilik ekolünün unsurlarına benzer unsurlar taşımaktadır. Romantik milliyetçilik, liberal ve entegral milliyetçilikleri de etkilemiştir. Kohn, Plamenatz ve Friedrich Meinecke’nin belirttiklerine göre gelenekselci milliyetçilik, Doğulu ve kültürel milliyetçilik düşüncesiyle yakın bir benzeşme içerisindedir. Geleneksel milliyetçilik gücünü, Fransız Devrimi’ne duyulan tepkiden almaktadır. Tarihsel süreklilik ve gelenek, akla ve devrime karşı bir set oluşturmaktadır. Millet, kanuni, siyasi ve toplumsal hayatta ifadesini bulmuş geleneksel ve organik bir topluluğun ortak kaderi ve sürekliliği adına var kılınmaktadır. Edmund Burke ve Joseph de Maistre gibi yazarların çalışmalarında millet, eşit vatandaşların oluşturduğu bir bütünden ziyade organik bir topluluğun hiyerarşik düzeni olarak telakki edilmiştir. Diğer bir deyişle bu yazarlarda milliyetçilik, gelenekselci muhafazakarlığın söylemi haline dönüştürülmüştür.

Yukarıda açıklanan bu tezin bazı Alman varyantlarında, özellikle Friedrich Schlegel, Adam Müller ve Friedrich Novalis gibi yazarlarda romantizm ön plana çıkmaktadır. Bu yazarlara ait düşüncelerin birçoğu, Herder ve Fichte’nin özgün bir tarzda yorumlanmalarından ortaya çıkmıştır. Schlegel ve Novalis özellikle milleti, dilin saflığı, halk mitolojileri ve kültür ile özdeşleştirmektedirler. Bu yazarlar, eskiye ait toplumsal gelenekler olarak algıladıkları şeylerin restorasyonundan yanadırlar. Milletler öncelikle, dilde, mitlerde, kanunlarda, adetlerde ve tarihte ifadesini bulmuş ortak bir ruh ile ortaya çıkmış bir genel kültür üzerinde tesis edilirler. Dolayısıyla burada kültürel çeşitliliğin manevi gerekliliğinin açık bir kabulü söz konusudur. Bu bakış açısında dil büyük bir öneme sahiptir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yüzyıl’ın sonuna değin halk sanatlarına, şiirlerine ve müziğine karşı ilgi aynı yaklaşım içerisinde yerini almıştır. Aynı temalar On dokuzuncu yüzyılda bazı devletlerin eğitim müfredat programlarında, ulusal festivallerinde hatta mimari tarzlarında ve anıt niteliğindeki tarihsel yapılarında belirgin bir hal almıştır. Gelenekselci muhafazakar düşünceye ilk ivmesini kazandıran şey, söyleminde var olan Aydınlanma karşıtlığıdır. Aydınlanma düşüncesi fazla mekanik ve materyalist bulunmaktadır. Millet, tarih tarafından şekillendirilmiş, bireylere karşı önceliği olan, biricikliği temin edilmiş, zaman zaman şahıslaştırılmış manevi bir organizma olarak görülmüştür. Dönemin akademisyenlerinin çoğu bu fikirlere katılmış ve kendilerini dili ve folkloru ile birlikte bu manevi organizmanın kadimliğini ortaya çıkarma görevine adamışlardır. Dili konu alan felsefi literatür Herder, Grimm, Fichte, Schlegel ve Humboldt tarafından geliştirilmiştir.

Bu dönemde yukarıda zikredilen teorisyenlerin bir çoğu Alman devletlerindeki siyasal ve kültürel Fransız hegemonyasına da reaksiyon gösteriyorlardı. Bu tepkilerden en ünlüsü Fichte’nin Addresses to the German Nation adlı eserinde ortaya konmuştur. Bu hareketin siyasal biçimi Friedrich Meinecke’nin “Kulturnation” fikrinde somutlaşmıştır. Kültür burada kendilerini diğerlerinden ayıran özellikleri bulunan özgün bir insan topluluğu ile özdeşleştirilmekte ve bu kültürel bütünlük “estetik devlet” kavramı içerisinde ifade edilmektedir. Bu romantiklerin gözünde devlet, kutsal bir rol üstlenmektedir. Bunlar Rousseau ve Hegel’den uyarladıkları ve geliştirdikleri fikirlerle bu noktaya ulaşmışlardır. Kültürel olarak cisimlendirilmiş millet, bir yandan self-determinasyonu öte yandan estetik olarak kendi kendini gerçekleştirmeyi (bildung) hedeflemektedir. Fichte’de ise özellikle milletler arasında üstün olanlar ve aşağı olanlar ayrımına dayalı fikirler ön plana çıkmaktadır. Buna rağmen milletler arasında hiyerarşik bir ayrıma dayalı bu fikirlerin kesinkes romantik bakış açısıyla alakalı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu hiyerarşik anlayış biraz da dil konusuyla ilgilidir. Bununla birlikte ilk Romantiklerde milletlerin nihai uyuma sahip oldukları yönünde bir kanaat mevcuttur. Romantikler aynı zamanda demokrasi ile de özel ve sancılı bir ilişki içindedirler. Her şeye rağmen Fichte’nin argümanlarını demokratik self-determinasyonun değer ve önemini gösteren örnekler olarak okumak mümkündür. Kimilerine göre Fichte, Jakoben halk demokrasisinin aşığı idi. Bu yüzden Romantizm hem gelenekselci-muhafazakar hem de liberal özelliklere sahiptir. Bir yandan modernleştirici demokratik eğilimleri aşırı bir şekilde desteklemekte öte yandan bu tür değişimlerin önündeki geleneksel engeli oluşturmaktadır.

Lord Acton ve son yüzyılda Elie Kedourie gibi yazarlar romantik milliyetçiliği, aslında milliyetçiliğin özü olarak telakki etmişlerdir. Bu yazarlara göre, milliyetçilik genel anlamda Yirminci yüzyılda insanlığın felaketine neden olmuş zararlı bir doktrindi. Kedourie ise milliyetçiliğin gücünü ve orijinal dürtüsünü Alman felsefesinde aramaktadır. Bu bağlamda özellikle Fichte ve özgürlükle ilgili fikirleri açısından Kant üzerinde durmaktadır. Fakat düşünürlerin bir çoğu milliyetçiliği daha geniş bir yapıda değerlendirmektedirler.

Bir diğer ekol olarak “entegral milliyetçiliği” ele almak mümkündür. İntegral milliyetçilik genellikle Faşizm ile birlikte kavranmaya çalışılmaktadır. Alman Nasyonal Sosyalizmi’nde ırk teması önemli bir şekilde ön plana çıkmıştır. Bu milliyetçi tartışmanın içeriğinde aynı zamanda halk (volk) geleneği, Sosyal Darwinizm ve diğer fikri kaynakların belli bir tasnifi yer almaktadır. İtalyan Faşizmi’nde ise daha açık bir biçimde devlete (statism) vurgu yapılmaktadır. Bu düşünce aynı zamanda totaliter bir mizaca sahiptir. Mamafih, hem İtalyan Faşizm’i hem de Alman Nasyonal Sosyalizm’i saldırgan, yabancı düşmanı ve irrasyonalist bir milliyetçilik kavramsallaştırmasına dayanmaktadır. Her ikisi de Enternasyonalizm’e ve liberal milliyetçi düşüncelere düşmanca tavır içerisindedirler. Bazı yorumcular Jakobenizm’i entegral milliyetçiliğin ilk nüvelerini ortaya çıkaran yaklaşım olarak görmektedirler. Tüm bu farklılıklara rağmen entegral milliyetçilik ile diğer milliyetçilik türleri arasında bir takım bağlar mevcuttur.

Liberal, gelenekselci ve entegral milliyetçilikler farklı gerekçelerden hareket etseler de ulus devletlerin self-determinasyon hakları konusuna yoğunlaşmışlardır. Bu tür bağımsız devlet yapılarının ortaya çıkmaması durumunda milliyetçiliğin geleceği de olmayacaktır. Diğer bir deyişle liberal milliyetçiliğin On dokuzuncu yüzyıldaki başarısı hem entegral milliyetçiliğin yükselişine ve self-determinasyon konusundaki fikirlerinin güç ve yankı bulmasına zemin hazırlamış hem de entegral milliyetçiliğe ait bu konudaki düşüncelerinin biçimsel esasını temin etmiştir. Mamafih entegral milliyetçilik, liberal milliyetçilikten farklı olarak bilinçli bir biçimde emperyalist, anti-liberal, irrasyonalist ve militarist bir öze sahiptir. Belli bazı hakların ve milletlerin üstünlüğü anlayışı üzerine kuruludur. Diğer bir deyişle, entegral milliyetçilik milletleri hiyerarşik biçimde tasnif etmiştir.

Diğer ideolojilerin çoğunda müşahede edildiği gibi milliyetçilikte de biçimsel anlamda düzenleyici fikirlerin varolduğu görülmektedir. Çeşitli milliyetçilik ekolleri bu fikirleri farklı şekilde yorumlamışlardır. Biçimsel olarak milliyetçilik dünyanın birbirinden farklı milletlere bölünmüş olduğunu varsaymaktadır. Bu milletlerin her biri özgün tarihsel sürekliliğe, dile ve kadere sahiptir. Milletlerin geçmişte derin köklere sahip oldukları düşünülmüştür. Millet siyasal ve toplumsal gücün kaynağıdır. Bu işlevini ise ancak devlet şeklinde örgütlendiği zaman ifa edebilir. Millet olma olgusu aynı zamanda belli sınırları bulunan bir toprağa sahip olma durumu ile özdeşleştirilmiştir. Her milletin kendi içinde dayanışmasını sağlayacak geleneklere, folklora, adetlere ve sembollere sahip oldukları kanıtlanmaya çalışılmıştır. Din, milliyetçilik içerisinde güçlü bir öğe olabilir. Ancak illa her milliyetçilikte mutlak olarak bulunması gereken bir öğe değildir. Örneğin Polonya, İrlanda, İran ve İsrail’de milliyetçilik din öğesinden bağımsız olarak çalışılamaz. Ancak bu durum her yerde aynı şekilde zuhur etmemiştir. Millet aynı zamanda siyasi ve manevi anlamda egemendir ve bu haliyle meşruiyetin ve sadakatin nihai zeminini oluşturur. Değişik milliyetçilik türlerinde mahiyeti değişse de millete duyulan sadakat başka bağlılık biçimleriyle üst üste getirilmek suretiyle daha da güçlendirilmektedir. İnsanlar kendilerini realize etmek ve daha özgür olmak istiyorlarsa kendi milletleriyle özdeşleşmelidirler. Daha çok liberal milliyetçilikte görülmekle birlikte genel anlamda milliyetçilik düşüncesi, milletlerin eşitliği ve kardeşliği fikrinin yayılmasına katkı yapabilir. Ancak yaşanan tarihsel pratik bunun gerçekleşmesinin oldukça zor olduğunu kanıtlamaktadır. Günümüzün milletlerarası düzeninde barış ve adalet gibi değerler hala birer ütopyadır.

 

Milliyet Olgusunun Kendi Unsurlarıyla Bağlantısı

Milletin bir inşa süreci sonunda mı (nation building) yoksa tarihsel dinamizm içerisinde doğal ve kaçınılmaz olarak kendiliğinden mi varolduğu tartışmasını şimdilik bir kenara bırakırsak, milleti, onu mümkün kıldığı düşünülen etnisite, kültür, dil, tarih ve din gibi unsurlarla ilişkisi bağlamında ele almak milliyetçiliğin görüntüsünü daha da netleştirmek açısından faydalı olacaktır.

Kandaşlık ya da etnisitenin milleti millet yapan öğelerden birisi olup olmadığı uzunca bir zamandır tartışılmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde antropolojik ve etnolojik açıdan başka ırklarla hiç bir şekilde kan karışmasına maruz kalmamış saf ırklara rastlayabilmek hemen hemen imkansızdır. Diğer ırklarla karışmayıp kendi kapalı alanında yaşamlarını sürdüren ırkların fizyolojik açıdan bazı hastalıklara maruz kaldıkları ve yok olup gittikleri iddiası, antropoloji ve etnolojinin bilimsel literatüründe bile yerini almıştır. Dolayısıyla burada doğal olan gerçeklik, ırkların karışması gerekliliğidir. Diğer taraftan aynı ırktan olan insanların mutlaka bir arada yaşamaları da gerekmemektedir. Dünyamızın mevcut siyasal yapısı bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Dile baktığımız zaman milleti oluşturan öğeler içerisinde hakikaten önemli bir yere sahip olduğunu görürüz. Çünkü milli bir üstünlüğün sağlanabilmesinde, ortak değerlerin oluşturulabilmesinde ve milli bölüntülerin sınırlarının kesin çizgilerle belirlenebilmesinde dil önemli bir yere sahiptir. Ancak dil tek başına milli bir bütünlüğü belirlemede yeterli bir öğe değildir. Bir milli bütünlük içerisinde farklı farklı diller konuşulabildiği gibi farklı ırklardan ve milletlerden oluşmuş topluluklar aynı dili konuşabilmektedir. Öte yandan dil de aynı canlı organizmalar gibi doğup, gelişip bir gün yok olabilmekte ya da sürekli değişerek tamamen farklılaşabilmektedir. Dilin bu değişken ve dinamik yapısı onun bir milli bütünlüğü tek başına belirlemesini engellemektedir. Etnik-linguistik ölçüt çoğu zaman bir milleti tanımlamanın bir standart ölçütü gibi değerlendirilmekte ve dil hemen hemen her yerde etnik kimliğin ifadesi ve simgesi sayılmaktaysa da örneğin Hobsbawm’a göre tarihsel araştırmalar, böyle bir etnik kimliği ve milliyeti ifade etmek için çok gerekli olan standartlaşmış bir yazı dilinin oldukça geç (genellikle 19. yüzyıla veya hatta daha sonrasına ait) bir tarihsel icat olduğunu kanıtlamaktadır. Hatta Sırplar ve Hırvatlar’da olduğu gibi kimi milliyetlerde böyle bir ayrı yazı dilinin hiç mevcut olmadığı görülmektedir (Hobsbawm, 1992, s. 109.). Milliyetçi programa göre her milli devletin içerisinde tek bir dilin hakim olduğu düşünülmektedir. Eğer gerçekten milletler bu şekilde etnik-linguistik bir temelde tanımlanacaksa halen mevcut bulunan 170 küsur kadar milli devletin en fazla bir düzine kadarının bu tanım çerçevesinde bir yere oturabileceğini, diğerlerinin ise bu tür bir etnik-linguistik homojeniteden uzak olduğunu belirtmek gerekir.

Kültür de tanımı ve kapsamı üzerinde henüz ittifak edilmemiş bir kavram olarak, milleti tek başına belirleyen bir unsur değildir. Geniş anlamıyla kültür ırktan ırka ya da milletten millete değil medeniyetten medeniyete, bölgeden bölgeye ya da farklı iktisadi kalkınmışlık düzeylerine göre değişen bir olguyu teşkil etmektedir. Farklı coğrafyalarda farklı farklı medeniyetlerin etkisinde kalmış aynı milliyete mensup toplulukların kültürel değerleri de farklılaşmaktadır. Aslında her biri birer temsili sistem olan milli kültürlerin asıl fonksiyonu, gerçekte ırksal açıdan karmakarışık olan modern milliyeti tek bir etnik grubun başlangıçtan beri birliği olarak göstermek ve onların kopuşlardan ve kesintilerden oluşan tarihlerini kesintisiz bir süreklilik olarak yansıtmak bu bağlamda gelenekler icad etmektir.

Tarih de bir milliyetin çerçevesini belirlemede reel anlamda işleve sahip bir olgu değildir. Elbette ki bir milleti geçmiş oluşturur hatta bir milletin başkalarına karşı haklılık gerekçelerini geçmiş sunar. Ancak örneğin Eric Hobsbawm’a göre bu geçmiş, tarihçiler tarafından üretilir. O’na göre milliyetçilerin tarihçilerden talep ettikleri tarih, onların akademik kriterleri göz önüne alarak tahlil etmeleri gereken tarih olmayıp geriye dönük mitolojilerden ibaret bir tarihtir. Yine Hobsbawm’ın aktardığına göre Ernest Renan 1882 tarihli ünlü “millet nedir?” adlı konferansında meseleyi şöyle izah etmektedir: “Tarihi unutmak ya da tarihi yanlış yazmak bir milletin oluşumunda çok önemli yer tutar; bu nedenle de tarihsel araştırmaların ilerlemeye devam etmesi çoğu zaman söz konusu milliyet açısından tehlike taşır”.

Bir diğer öğe olarak üzerinde durulan din ise yine bir milletin temel unsuru değildir. Hatta din ile milliyet arasında hiç bir alaka yoktur dersek çok da yanlış olmaz. Daha da önemlisi asli yapıları bağlamında din ile milliyetin taraftar oldukları sadakat birimleri birbirinin tam da zıttı olan birimlerdir. Milli bütünleşmeler ya da tersinden okursak milli bölüntüler evrensel dinlerin pek de murat etmedikleri ve zararlı gördükleri oluşumlardır. Aynı şekilde dinlerin dayattığı ümmet yapıları milli bakış açısına uymazlar. Öte yandan milliyetçi ideolojinin seküler boyutu, bir milleti millet yapan unsurlar içerisinde dinin önemini daha da zayıflatmaktadır.

Tüm bu unsurlar milleti belirlemeye yetmediğine göre, millet olgusu hangi öğe üzerinde yükselmektedir? M.A. Kılıçbay’a göre bir millet, ancak belli bir coğrafya üzerinde kurulacağına göre bu öğe belli bir toprak parçası ya da ülkedir. Buna göre belli bir coğrafyada yaşayan insanlara belli bir ad verilmektedir. Bu insanlardan oluşan topluluk farklı etnik yapıların, dillerin, dinlerin ve kültürlerin bir harmanı olabilmektedir. Ancak o ülkede yaşayan halka verilen ad aynı zamanda belli bir milliyetin de ismi olmaktadır.

Kılıçbay’a göre milliliğin tabanını ülke oluşturmakla birlikte, bu oluşumu meydana getiren fermantasyon iktisattır. Yani önce coğrafya sonra iktisat gelmektedir. Bu bağlamda milletleşme sürecinde siyaset iktisadı izlemektedir. Batı Avrupa’ya özgü bu milletleşme biçimi Kılıçbay’a göre ideal olanı yansıtmaktadır. Oysa Batı Avrupa dışında çoğu zaman siyaset belirleyici olmakta bu da milletleşme sürecini tam anlamıyla başarılmasına yetmemekte ya da birtakım sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Buradan hareketle millet ve milliyetçilik algımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekirse ister siyasetin ister iktisadın ön belirleyici olduğu millet yapısı, Benedict Anderson’un da vurguladığı gibi bir hayali cemaattır. Burada millet düşüncesi, toplumsal olarak yaratılmış bir kavramsal örgü üzerine oturmaktadır. Bir çeşit kültürel oluşumdur. Bu bağlamda, tahayyül edilen siyasi bir topluluk olan millet belli bir işbirliği sonucunda yaratılmıştır. Dolayısıyla bağımsız bir değişken değil bağımlı bir değişkendir. Doğal ve kendiliğinden varolan bir olgu değil belli ihtiyaçların giderilmesine yönelik olarak oluşturulmuş bir mekanizmadır. Gellner de benzer bir biçimde millet olma durumunun tarımsal bir toplumdan sanayi toplumuna geçiş sürecinin belli bir aşamasında ortaya çıktığını, bununla koşut olarak milliyetçiliğin ön plana çıktığını çünkü ortak dil ve kültürün değişen bir sanayi toplumu için gerekli olduğunu belirtmektedir. İşte tam da bu süreç içerisinde kişinin kendisiyle özdeş sayabileceği en geniş topluluk olarak millet gitgide “öteki”(ler) tarafından edinilmesi daha da imkansızlaşan özelliklere dayandırılmaya başlar. Bu özellikler doğuştan elde edilen ırksal ve ecdattan miras kalan tarihsel-kültürel değerlerde gizlidir. Biraz önce bir milleti belirlemede kendi başına yeterli olmadığını belirttiğimiz dil bile bu süreç içerisinde anadil yabancı dil ayrımıyla, doğuştan o dili konuşanla sonradan öğrenen arasında belli bir ayrımın yapılmasını sağlamak suretiyle bir millete mensubiyetin sınırlarının net biçimde çizilmesine katkı sağlar. Aslında bu noktada Batı Avrupa ülkeleri ile azgelişmiş ülkeler arasındaki oluşum farkını ortaya koymak gerekmektedir. Millet olgusunun 12. ve 16. yüzyıl arasındaki 400 senede ortaya çıktığı, bundan 200 yıl sonra (18. yüzyılda) da milliyetçiliğin zuhur ettiği Batı Avrupa’nın aksine azgelişmiş ülkelerde önce millet ortaya çıkıp milliyetçilik sonra gelişmemiş, önce milliyetçilik varolmuş ve milleti zorla yaratmaya başlamıştır. Mamafih Batı Avrupa’da da özellikle dil ve tarih konusunda milli oluşum gereği bir takım manipülasyonlar gerçekleştirilmiştir hatta İngiltere ve Fransa dışında hemen hemen tüm Batı Avrupa’da millet olgusu milliyetçilik ideolojisi tarafından olgunlaştırılmıştır. Ancak azgelişmiş ülkelerdeki durum, varolmayan bir milletin resmen baştan sona “inşa” edilmesi olayıdır. B. Oran’a göre bu inşa sürecinin İngilizce’deki adı bu yüzden “nation building” (ulus inşası) olarak belirlenmiştir.

 

Sonuç

Bu çalışmada gözlemlenen şey, içinde yaşadığımız mikro bölünmeler ve makro bütünleşmeler çağının başat olgusu olan küreselleşmenin, ulus-devletleri ve onun kurucu ideolojisi olan milliyetçilikleri aşındırdığı bir süreçte, milliyetçilik ve onunla ilintili kavramlar bağlamında yukarıda yapılan analizlerin geçerliliklerini sürdürmeleridir.

Yukarıda sunulan analizler, küreselleşme sürecinde aşınan milliyetçiliğin nitelik açısından değişmezlerini oluşturmaktadırlar. Bir başka ifade ile, içerisinde bulunduğumuz süreçte, içeriksel bir takım değişiklikler yaşamakta olan, milliyetçilik, ulus-devlet ve ulusal egemenlik gibi kavramların, değişmeden kalan unsurlarından bazıları bunlardır.

Dünyada, çeşitliliklerin ve en uçtaki farklılıkların bile, küresel anlamda tek tipleştiği ya da her şey gibi çeşitliliğin de, merkez ülkelerde üretilip, sonra da, dünyanın geri kalan kısmı için kesin kalıplara dönüştüğü bir dönemde, milliyetçiliğin, merkez için sürdürdüğü önemin, kenar için de bağlayıcı olacağı açıktır.

Sistemin merkez unsurlarının, kendi ulusal çıkarları adına şekillendirdiği küreselleşmenin, bu sürecin, edilgen-kenar unsurları için ulusal olanın aşınması biçiminde etki yapması, söz konusu sürecin temel çelişkisini ortaya koymaktadır.

Milliyetçiliğin temel niteliklerine dair yukarıda sunulan kavramsal ve teorik yaklaşımların, küresel sistemin merkez-kenar farklılaşmasının ötesinde, tüm düzeyde hala geçerli ve anlamlı olduğu görülmektedir.

 

Kaynaklar

HAYES, C. J.(1949), The Historical Evolution of Modern Nationalism, New York: MacMillan, s. 135.

MAZZINI, G.(1924), Essays on the Duties of Man, London: J. M. Dent, passim, Zikreden;

VINCENT, A.(1995), Modern Political Ideologies, Cornwall: T.J. Press, 2nd Ed., s. 275.

ALTER, P. (1989), Nationalism, London and New York: Edward Arnold, s. 33.

245 Review of Social, Economic & Business Studies, Vol.9/10, 233-246 246

TAMIR, Yael. Liberal Nationalism, New Jersey: Princeton University Press, 1993, ss. 6 ve 10.

EADE, J. C. (1983), Romantic Nationalism in Europe, Canberra: Australian National University Press, passim.

ACTON, L. ( 1907), “Nationality”, History of Freedom and Other Essays, ed. Lord Acton, London: MacMillan, passim.

KEDOURIE, E. (1974), Nationalism, London: Hutchinson University Press, 2nd Ed., passim.

ALTER, a.g.e., s. 40.

ALTER, a.g.e., ss. 41-42.

MOSSE, G. L. (1976), “Mass Politics and the Political Liturgy of Nationalism”, Nationalism: The Nature and Evolution of an Idea, ed. E. Kamenka, London: Edward Arnold, s. 39.

VINCENT, a.g.e., s. 252.

HALL, S. (Ocak-Şubat 1992), “Melez Şahsiyetlerimiz”, Birikim Dergisi, Çev. Özgür Gökmen, s. 55.

HOBSBAWM, E. (Ocak-Şubat 1992), “Ulusçuluk”, Birikim Dergisi, s. 109.

KILIÇBAY, M. A. (Yaz 1993), “Tarihsel Bir İnşa Olarak Ulus”, Türkiye Günlüğü, Sayı 23, ss. 6-7.

KILIÇBAY, a.g.m., ss. 7-8.

ANDERSON, B. (1983), Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, London: Verso, passim.

ANDERSON, a.g.e., s. 63.

GELLNER, E.(1983), Nations and Nationalism, Oxford: Blackwell, s. 99.

ORAN, B. (Ocak-Şubat 1992), “Milliyetçilik Nedir, Ne Değildir, Nasıl İncelenir?”, Birikim Dergisi, s. 46.

ÖZKIRIMLI, U. (2003), Nationalism and Its Features, New York: Palgrave Macmillan, passim.

BERBEROĞLU, B. (2004), Nationalism and Ethnic Conflict: Class, State, and Nation in the Age of Globalization, Lanham, Md.: Rowman & Littlefield, passim.

NAIRN, T., and JAMES, P.(2005), Global Matrix: Nationalism, Globalism, and State Terrorism, London: Pluto Pres, passim.

Review of Social, Economic & Business Studies, Vol.9/10, 233-246

http://fbe.emu.edu.tr/journal/doc/9-10/12.pdf

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ VE TÜRKLER HAKKINDAKİ UYDURMALAR


Bundan önceki bölümde de gördüğümüz gibi dürüstlük, din adına mücadele, üstün ahlak, ibadetlerde titizlik, Allah’ı çok anma gibi Kuran’daki sünnetler bizleri bağlayan yegane sünnetlerdir. Oysa Emeviler ve Abbasiler sarık, cübbe, sakal, yerde elle yemek, kadınların haklarını kısıtlayan uygulamalar gibi Kuran’da yer almayan birçok konuyu Peygamber sünneti diye ibadet gibi halka yutturmuşlardır. Bu yutturmacanın en önemli sebeplerinden biri Araplar’ın örf, adet, kadına bakış açılarını dinselleştirerek Arap olmayan Müslümanlar’ı da Araplaştırmaktı. Eğer ki bu örf ve adetler dinsel kisveye sokulup kitlelere sunulmuş olmasaydı kimse Arapların örf ve adetlerini benimsemeyecekti. Fakat kitlelere Arap örf ve adeti başlığında değil de Peygamber sünneti, sevap kazanmanın yolu, İslam’ın şartı tipi başlıklarla sunulan bu örfler Arap olmayan milletlerin Araplaştırılmasını sağlamıştır. Bugün Türkiye’deki birçok cemaatin hatta milliyetçi geçinen çevrelerin bu örf ve adetleri Araplar’dan bile daha şiddetle savunması Arap milliyetçiliğinin bu taktiklerinde ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir. Abbasi döneminde kaleme alınan Buhari, Müslim gibi Ehli-Sünnetin benimsediği hadis kitapları, yine aynı dönemde kurulup, yayılan Hanefi, Şafi , Maliki, Hanbeli gibi mezhepler Arap milliyetçiliğini kitlelere sünnet ve sevap nitelendirmeleriyle yutturmuşlardır. Emevi ve Abbasi döneminin bu eserlerinde ve mezheplerinde dinin nasıl Araplaştırıldığının, Kuran’ın önüne nasıl ciltlerle eserler konduğunun izahlarını bundan önceki bölümlerde yaptık. Ne yazık ki kitleler, mezheplerin Kuran’da geçmeyen binlerce izahı, nasıl din diye yutturduklarının ve bu yutturmaların büyük bir kısmının nasıl Arap örf ve adetlerinin dinselleşmesi olduğunun farkında değillerdir.

 

ARAPÇANIN KUTSALLAŞTIRILMASI

Halkların yıllarca cahil kalmasının ve bu oyunların farkedilmemesinin en önemli sebeplerinden biri Kuran’ın Türkçe’ye ve diğer dillere tercüme edilmesinin yasaklanmasıdır. Böylece din Araplar’ın ve Arapça bilen küçük bir azınlığın tekelinde kalmıştır. Halka Kuran yerine ilmihal kitaplarındaki din öğretilmiş, halk da ilmihal kitaplarında okuduğu bilgilerin birçoğunun Kuran’da yer almadığını tespit edemediğinden, gerekli çıkarım ve eleştirileri yapamamıştır. Ayrıca mezhepten ayrılanlara da despotça ceza uygulamaları konmuş, böylece tahrif edilmiş ve Araplaştırılmış İslam korumaya alınmıştır. Hıristiyanlığın Ortaçağ’da İncil’in Latince’den başka dile çevrilemeyeceğini savunan, dinini mezhepçi papazların ellerine teslim eden zihniyetiyle, Kuran’ı Türkçe’ye ve diğer dillere çevirttirmeyen, böylece dini mezhep imamlarının tekelinde tutan zihniyet tamamen aynıdır. Kuran’da namazın ve diğer hiçbir ibadetin Arapça yapılması şeklinde bir emir verilmemişken, kişilerin anladıkları dilde Allah’a yönelip daha fazla yakınlaşmasını engelleyen hep Arap milliyetçiliğinin etkisiyle türemiş, mezhepçi Ehli Sünnet anlayışıdır. Bunlar Arapça’nın cennet dili olduğu ve kutsal olduğu şeklinde uydurma hadislerle diğer milletleri sömürüde en önemli unsur olan dil hakimiyetini kurmaya çalışmış ve büyük oranda başarılı olmuşlardır. Kuran’da her Peygamber’in kendi milletinin dilinde onlara din getirdiği ve hitap ettiği söylenir. Yani Kuran’da adı geçen ve geçmeyen (Kuran’ın kendisi birçok Peygamber’den bahsetmediğini söylüyor.) birçok Peygamber vardır. Bunların herbiri kendi kavminin diliyle din getirmiştir. Bu dillerden hiçbirinin diğerine göre kutsallığı yoktur. Kuran böyle bir üstünlüğe onay vermez. Arapça’nın Cennet’in yazı ve konuşma dili olduğu Kuran’ın değil, uydurma hadislerin bir izahıdır.

 

ARAP OLMAYANLARLA EVLENMEK

Mezhepçi Arap’lar Arap olmayanlara “mevali” adını takmışlardır. İkinci sınıf gözüken bu sınıfın Arap’larla evlenmemesi gerektiği şeklinde izahlar yapanlar, bu şekilde hadis uyduranlar bile olmuştur:

 

Arap’lar Arap’ların eşitidir. Mevali de Mevali’nin. Ey Mevali, içinizde Arap’lar ile evlenmiş olanlar suç işlemiş olurlar, kötü yapmış olurlar. Muttaki 8/24-28- Lewis Çevirisi

 

Ey Arap kendinden olanla ve kendi denginle evlen ve yapacağın çocukların safiyeti bakımından dikkatli ol ve asla zenci ile evlenme. Çünkü zenciler çarpık yaratık olduklarından onlarla evlenenlerin çocukları sakat ve çarpık doğar. Muttaki 8/24-28- Lewis Çevirisi

 

Bizim asıl göstermek istediğimiz hadislerin ve mezheplerin kısacası Kuran dışı tüm dini kaynak ve izahların güvenilir olmadıklarıdır. Kuran Allah kelamıdır ve biz onun her kelimesini, her hükmünü savunur ve uygulamaya çalışırız. Eğer hadisler dinin kaynağı olsalardı onların da her kelimesine, her hükmüne sahip çıkmak gerekirdi. Kişilerin keyfince beğenip aldığı, keyfince beğenmeyip attığı bir kaynak nasıl dinin kaynağı olabilir? Arapçı anlayışın dine soktuğu bu uydurmalardan kurtulmanın yolu da kitabın başından beri anlatmaya çalıştığımız şekilde sadece Kuran’dan dini öğrenip, Kuran’ı din konusunda yeterli ve eksiksiz bilmektir. Bunun aksine hareket dinimizin ırkçı, Türk’ü kötüleyen bir din olarak görülmesine sebep olacaktır. Bu uydurmaların kökenindeki uydurma hadislerden ikisi şöyledir:

 

TÜRKLER HAKKINDA UYDURULAN HADİSLER

Dünyadaki dört şehir cehennem şehridir: İstanbul, Antakya, Tabarriye ve Sana. Suyuti-Lealil Masnua 1/458

 

Size ilişmedikçe siz de Türkler’e ilişmeyiniz. Çünkü severlerse sizi soyarlar. Sevmezlerse sizi gebertirler. Suyuti-Lealil Masnua 1/440

 

Yıllarca aynı dinin mensubu olmalarına rağmen Türkler ve Araplar bu tarz uydurmalar ve gereksiz kışkırtmalar yüzünden birbirlerine düşman olmuşlardır. Bu düşmanlıktan her iki taraf zarar görmüş, fakat Fransızlar ve İngilizler gibi İslam topraklarında menfaat arayanlar bu durumdan istifade etmişlerdir. Napolyon Arap milliyetçiliğini kullanarak, hatta kendini İslam dostu, Türkler’i İslam düşmanı göstererek, İslam topraklarına girmiş, Mısır gibi topraklarda bu planıyla ayakta kalabilmiştir. İngilizler de yıllarca Arap-Türk düşmanlığını, Osmanlı’yı bölmek ve petrol gibi stratejik kaynaklara hükmedebilmek için kullanmışlardır. Türklerin içinde de bu manasız düşmanlığı “Arap köpek” , “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” tarzında deyimlerle kışkırtanlar elbette olmuştur. Fakat işin korkunç yanı şudur ki, Araplardaki Türk karşıtı sözler, Peygamber’e fatura edilerek hadis başlığı altında dinselleştirilmiştir. Aslında cahil fakat etiketi alim olan birçok Türk din adamıysa tüm bu hadislerle beraber Arapçı İslam anlayışına Araplar’dan bile daha şiddetle sahip çıkmışlardır. Arapçı İslam anlayışının Türkler hakkında uydurduğu en meşhur hadislerse Türkler’i felaket kaynağı sayan Yecuc-Mecuc olarak gösteren hadislerdir.

“Küçük gözlü, kırmızı yüzlü ve suratları kalın deriden yapılmış kalkanlara benzer Türkler’e (Yecuc- Mecuc’e) karşı savaşlar yapmadıkça hüküm günü gelmiş olmayacaktır.” Buhari-K. Cihad 95,96; Müslim K. Fitan 63,64-66

 

ARAPÇI, KAVMİYETÇİ DİN ANLAYIŞI

Hayvani, vahşi, medeniyetsiz bir yaratık şeklinde tarif edilen Yecuc-Mecuc’un kim olduğu hakkında ayrılıklar çıkmıştır. Fakat gelenekçilerin tek hadisini inkar eden kafir olur dedikleri Buhari ayrıca Taberi, Bağdadi, Belhi, Beyzavi, NeseŞ, Nüveyri, İbni Kesir gibi gelenekçilerin itibar ettiği kişiler hatta Asım Efendi ve Ahteri Mustafa Efendi gibi gelenekçilerin alim ve muteber bildiği bazı Türkler Yecuc-Mecuc’un Türkler olduğunu savunanlardır. Hadislerde Yecuc-Mecuc’un Hz. Adem’in rüyasında gördükleri sonucu akan spermlerden oluştukları tipi saçma açıklamalara da yer verilir. Tüm bu anlattıklarımız Arap milliyetçiliğinin gelenek ve görenekleri dinselleştirme, Arapça’yı kutsallaştırma, Arap soyunu kutsallaştırıp ırkçılığa yol açmasının yanında, kendileri haricindeki milletlere ve örnekte gördüğümüz gibi Türkler’e ilişkin hadis uydurarak, Türkler hakkındaki olumsuz kanaatleri de dinselleştirme yoluna gittiklerini göstermektedir. İnsanların en hayırlısının Araplar olduğuna dair hadisler de uydurulmuştur.(Bakın İbni Arrak, Tenzihuz Şeria fil Merfua 2-36) Fakat unutulmamalıdır ki Peygamberimiz’e karşın, büyük din düşmanları Ebu Lehep, Ebu Cehil de Arap’tır. Kuran’da da Peygamber’in etrafındaki birçok kişinin savaştan kaçışı, ikiyüzlülüğü, iman etmeden iman ettik demeleri, küfür ve nifakta şiddetleri anlatılır ki bunlar da Arap’tır. Kuran’ın mesajına göre insanlar takvalarına, dindeki titizliklerine göre, Allah’a karşı sevgi ve saygılarına göre üstünlük kazanırlar. Irkçı ve politik kaygılarla uydurulan hadisler ve oluşturulan mezhepler Kuran’ın saf, arı mesajına ilaveler olarak dine sokulmuşlardır. Dini mantıksız, zor, ırkçı, Arapçı, çelişkili gösteren bu safsatalardan kurtulmanın yegane yöntemi Kuran dışındaki tüm dini kaynakları çöpe atıp, din konusundaki tekeli bir tek Kuran’a teslim etmektir.

http://www.kurandakidin.com/bolumler/17-arap-milliyetciligi-ve-turkler-hakkindaki-uydurmalar.asp#2

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kürt milliyetçiliği diyalektiği-Baskın Oran

Kürt milliyetçiliğinin burada ele alacağım yönü yalnızca onun kendi dışıyla etki-tepki ilişkileri. Bu, Osmanlı İmparatorluğundaki bu “geç” milliyetçiliğin kendi iç dinamiğinin ötesinin (dış dinamiğinin) incelenmesi anlamına geliyor. Yani, Kürt milliyetçiliği, a) kendisinden önce ortaya çıkan Ermeni ve özellikle de Türk milliyetçilikleriyle nasıl bir etki-tepki ilişkisi içinde oldu, bir de, b) uluslararası ve bölgesel dinamikten nasıl etkilendi, bunu ele alacağım. (Yalnız, tahlil sırasında genellikle tırnak içine alarak kullanacak olduğum temel kavramları burada açıklamak yer açısından mümkün olmadığından, şu kaynaklarda daha önce yazdıklarımın okunması kolaylık sağlayacaktır: Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Kara Afrika Örneği, 3. Basım, Ankara, Bilgi Y., 1997 (ilk 80 sayfa); Atatürk Milliyetçiliği, Resmî İdeoloji Dışı Bir İnceleme, 5. Basım, Ankara, Bilgi Y., 1999; Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. Basım, Ankara, İmaj Y., s.65-118 ve 139-180; “Kemalizm, İslamcılık, Küreselleşme; Türkiye’de ‘Yüce Sadakat Odağı’ Kavramı Üzerine Düşünceler”, SBF Dergisi, Cilt 54, no.2 (Nisan-Haziran 1999), s.133-162).

* * *

Birbirine Tepkiden Doğan Milliyetçilikler Üzerine Teorik Not

A) Doğduğu ülkeye vs. bağlılık anlamına gelen ve her insanın içinde doğuştan bulunan “yurtseverlik”ten farklı bir kavram olan milliyetçilik 1 değil 3 anlama gelir: a) Kitleler arasında yaygın bir “biz”lik duygusu; b) Egemen sınıf tarafından ortaya atılan bir tutunum ideolojisi; c) Bu ideolojinin bu duyguyu, millet’i (toplumsal birim) ve onun içinde örgütlendiği ulusal devlet’i (siyasal birim) yüce sadakat odağı olarak gösterecek biçimde yönlendirmeye başladığında ortaya çıkan bir toplumsal hareket. Dünyada ilk ortaya çıktığı 18. Yüzyıl sonu K. Amerika ve B. Avrupasında milliyetçilik bu sırayı izlemiştir. Bir süreç olarak simgelemek gerekirse, bu şöyle yazılabilir:

Kral-burjuvazi koalisyonu sonucu doğan merkezî devlet → asayiş → ticaret → ortak ekonomik pazar → ortak duygular → ulusal bilinç → milletmilliyetçi ideolojimilliyetçi hareket. Buna, “A  milliyetçiliği” diyelim.

B) Bu “sıra”, bu iki bölge dışında bozulur ve farklılıklar başlar. En başta, feodal dönem boyunca güçlenen burjuvazi “ulusal” sınırlar inşa ederek kendini başka burjuvazilerin rekabetinden korumak zorunda olduğu için, milliyetçilik ideolojisi kapitalizme tekabül etmektedir. Oysa bu ideoloji kapitalist üretim biçiminin egemen olmadığı yerlerde de görülür. Çünkü Avrupa milliyetçiliği, 19. Yüzyıl ortasından sonra emperyalizmi desteklemeye girişmiş ve bunun üzerine azgelişmiş ülkelerde yaptığı etki ve doğurduğu tepki sonucu (diyalektik, yani “her şey kendi zıddını kendi karnında taşır” icabı)  ortaya ikinci dereceden bir milliyetçilik türü çıkmıştır. Bu, gayrimeşru babasından (Avrupa milliyetçiliğinden) ciddi biçimde farklıdır. Bununla birlikte, burjuvazinin yokluğunda/zayıflığında ideolojiyi formüle edecek olan aydınlar yine millet’e ve onun bağımsız ulusal devlet’ine sadakati öngörür (zaten, adı bunun için “milliyetçilik”tir). Yani, aydınlar bağımsız devleti kurunca, milliyetçilik ideolojisini harekete geçirerek millet’i inşa etmeye başlarlar. Buna da “B milliyetçiliği” diyelim.

Bir tepkiden doğan bu “nation building” süreci, bir süre sonra bizatihi kendisi bir tepki yaratmaya başlar. Ülkede yaşayan farklı etnik/dinsel vs. gruplar, bu ideolojinin kendilerini tek bir kalıba (başat etnik/dinsel grubun kalıbına) dökmeye koyulduğunu görünce yabancılaşmaya ve sonuçta tepkilerini üçüncü dereceden bir milliyetçilik biçiminde ortaya koymaya başlarlar. Diyalektik ikinci defa işlemiş, tepkiye tepki başlamıştır.

C) Bu üçüncü dereceden milliyetçilik de (buna da “C milliyetçiliği” diyelim) aydınlar  tarafından ortaya atılır (önemli not: “aydın”, John Kautsky’nin enfes tanımıyla, “modernleşme kendi ülkelerine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan kişi”dir ve bu yüzden de kaçınılmaz olarak Batı’yı kendi ülkesinde kurmaya koyulur). Bu nedenle, o da millet ve bağımsız ulusal devlet’e sadakat duyar. Ama, kapitalizmin burada daha da zayıf oluşu yüzünden, azgelişmiş ülke milliyetçiliğinin Avrupa milliyetçiliğinden gösterdiği farklılıkları daha da ileriye götürür. Bu farkları şöyle özetlemek mümkün:

1) Bir ortak ekonomik pazar (ve onun içinde gelişerek millet’e yönelecek “biz” duygusu) oluşamadığından, “biz bilinci” millet’e değil, aşiret’e yönelmiştir. İdeolojiyi ortaya atacak aydınların başlıca sorunu budur, yani aşiretler biçiminde parçalanmışlıktır.

2) Bu aydınlar biz bilincini bir biçimde yaratmak zorundadırlar. Burada imdatlarına iki diyalektik süreç yetişebilir: Birincisi, uzun vadede, ülkede çeşitli olumsuzluklar üst üste binerse, kitleleri tutunum bunalımına sokarlar ve bu da biz bilincini bir anlamda ikame edebilecek bir tutunum bunalımı/ihtiyacı yaratabilir ki, milliyetçi seçkinler ideolojiyi ancak böyle bir tutunum bunalımının yarattığı boşluk içinde ileri sürebilirler. İkincisi çok daha kısa vade bir diyalektik etkidir: B’nin uyguladığı milliyetçiliğe duyulacak tepki bir “onlar bilinci” yaratarak biz bilincini önemli ölçüde ikame edebilir. Bu ikame unsurunun etkisi, B milliyetçiliğinin aşırılığı ve irrasyonelliğiyle doğru orantılıdır. Yani, daha önce de A ile B arasında söz konusu olduğu gibi, milliyetçilik milliyetçiliği doğurur.

Bu arada asimilasyon olamaz mı? Mümkündür, fakat düşük olasılıktır. Bir defa, B’nin doğal asimilasyon gücü zayıftır; çünkü hem milliyetçiliği bizatihi tepki milliyetçiliği olduğu için yenidir ve serttir, hem de kapitalizmi (“doğal asimilasyon”u mümkün kılacak) bir ulusal ekonomik pazar oluşturacak gelişmişlikte değildir. Zaten, doğal asimilasyon kronolojik bir önceliğe bağlıdır: B’nin ulusal ekonomik pazarı, C’nin biz bilincinin oluşmasından önce kurulmuş olmalıdır. Bunun tersi olursa (yani C’nin biz bilinci B’nin ulusal ekonomik pazar kurmasından önce oluşursa) doğal asimilasyon için artık fazlasıyla geç kalınmıştır. Bu durumda B olsa olsa “zorla asimilasyon”a gider ki, bu da bizi aynı noktaya getirip bırakıyor: Şiddetli bir “mağduriyet” duygusu sonucu C’nin onlar bilincinin güçlenmesine. Zaten, bu geç kalış sırasında uluslararası ortam uygun hale gelirse, C’ye dışarıdan bilinç şırıngası da (“dış mihrakların tahriki”) yapılabilir.

3) C milliyetçiliği, feodal bir bünyede doğmak zorunda kaldığı için, bu bünyenin tutunum ideolojisi olan din’le iyice karışık halde ifade edilmek zorundadır. Din’in yüce sadakat odağının “millet” değil “Tanrı” kavramı olduğu anımsandığında, ideolojinin işinin daha da zorlaştığı anlaşılabilir.

Diğer yandan, bu ideoloji bir de durmadan mazinin “mağduriyet anıları”na ve efsanelerine vurgu yapmak zorundadır ki, “ne olduğu”yla değil “neye karşı olduğu”yla tanımlanmak zorunda kalan her şey gibi ciddi bir zayıflık öğesi taşır.

4) Burada bir de “devlet” kavramının büyük önemine dikkatleri çekmek gerekiyor: Bu ideolojinin işinin bir zorluğu da, kendi bağımsız devletinin yokluğunda (yani, B devletinin egemenliği altında) ifade edilmek mecburiyetinde oluşundan doğar. Bu “başka” devlet, parçalanma korkusuyla, onu önlemeye çalışacaktır.  Zaten, K. Amerika ve B. Avrupa’da bile millet’in oluşması doğal süreç sonucu oluvermiş değildir; devletin yarattığı maddi ortam içinde olmuştur.

Bu teorik önermeleri bu yazının en sonunda “sonuç” olarak da yazmak mümkündü. Ama sonunda söylenecek şeyler en baştan söylenirse çoğu zaman anlatmak ve anlamak daha kolay oluyor. Şimdi bu önermelerin ışığında Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğine geçelim.

 

I) Kürtlerde Milliyetçi Duygu’yu Hazırlayan Ortam

Başlıkta, Kürt milliyetçilik duygusunu “yaratan” değil, “hazırlayan” ortam dendiği dikkatleri çekmiş olmalıdır. Çünkü bu duygu ancak ideolojinin uğraşa uğraşa inşa etmeye çalışacağı bir duygudur ve bu inşa süreci de, tarih içindeki olumsuzlukların yaratacağı bir ortam sayesinde mümkün olacaktır.

Bu olumsuz öğeler, 1639’da Osmanlıların İran’la Kasr-ı Şirin barışını yapmalarıyla başladı. Bu tarihten sonra, Osmanlı’nın bölgedeki yarı bağımsız Kürt beyleriyle İran’a karşı yaptığı ittifak önemini yitirmişti. Sonuç olarak bunlar Osmanlı tarafından etkisizleştirildiler. Bunun ardından gelen dönemin Kürtler için perişanlığını ve doğan birlik ihtiyacını, sonradan Kürt milliyetçiliğinin “kitab-ı mukaddes”i olacak Mem-u Zin’de (1695) Ahmede Hani iyi anlatır.

Bunun arkasından gelen asıl olumsuz öğe, Osmanlı’nın inişe geçişi sonucu ortaya çıktı. İltizam ve enflasyon başlamıştı, vergiler ağırlaşmıştı, Batı’nın çok daha kaliteli ve ucuz malları Anadolu’yu istila ederek el tezgahlarını kapattırmıştı, II. Mahmut yeniçeriliği kaldırınca (1826) askerlik 15 yıla çıkmış ve üretici güçler yine felce uğramıştı; o bölgede görevli Moltke’nin Türkiye Mektupları bu dönemi iyi anlatır. Üstelik, Balkanlarda da bağımsızlık kalkışmalarının başladığı bir ortamdı bu.

Bu ortamda, milliyetçilikle ilgisi olmayan ama ileride Kürt milliyetçi aydınları tarafından yüceltilerek kullanılacak olan Kürt bey isyanları 1806’da başladı ve içlerinden en güçlüsü olan Bedirhan Bey yenildiğinde 1847’de bastırıldı. Bastırıldıklarında, o zamanki adıyla Kürdistan’da (günümüzün acayip ortamında, mahkemeye verilmeyeyim diye eklemek zorundayım: bu terim İttihat ve Terakki tarafından 1908 sonrasında “Vilayat-ı Şarkiye” terimiyle değiştirilene kadar resmen kullanılmıştır) iktidar boşluğu doğdu, kaos başladı. Üretim güçleri bir darbe daha yediler ve Kürt insanının içine girdiği tutunum bunalımı/ihtiyacı yoğunlaştı.

Burada, bir diyalektik olgusuna daha değinmeden geçmemek gerek: Kürtlerin bu sosyo-ekonomik karmaşada güçleşen yaşamı, Kürt beylerinin Ermenilere uyguladıkları sömürüyü katmerlendirecek, bu da “mağduriyet” duygusu icabı Ermeni milliyetçiliğinin doğmasında önemli rol oynayacaktır. Arkasından, diyalektik süreç devam edecek ve II. Abdülhamit’in Ermeni ayaklanmalarını bastırmak için Sünni ve büyük Kürt aşiretlerinden topladığı Hamidiye Alayları Kürt milliyetçilik duygusuna katkıda bulunacaktır. Ama biz bunu iki paragraf aşağıya bırakıp yine ortama devam edelim.

Doğa boşluk kabul etmeyeceği için, Bedirhan Bey’in bastırılmasından bir süre sonra Kürt beylerinin yerini Kürt şeyhleri aldı. Bu yeni durum Kürtlük duygusunu ciddi biçimde güçlendirdi, çünkü “din” öğesi hiç kuşkusuz “aşiret” öğesini aşıyor ve bir bütünleşme yaratıyordu. Üstelik şeyhler, feodal ortamın tutunum ideolojisinin din olduğu hatırlanırsa, doğal lider idiler (“tespih kadar tüfeği, seccade kadar da atı iyi kullanabiliyorlardı”). Üstelik, Kadirilik’e oranla “halife”lere çok kolay “el verdiği” için baş döndürücü bir hızla yayılan Nakşibendilik’i Anadolu’ya bir Kürt getirmişti (Mevlana Halit, 1808). Rusya’yla yapılan 93 Harbi (1877-78) felaketinin yaşamı altüst ettiği bu ortamda ilk şeyh ayaklanması 1880’de, Bedirhan’ın oğlu Bahri’nin danışmanlık yaptığı Nakşibendi Şeyhi Ubeydullah tarafından çıkartılacak, bunların sonuncusu ise Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdülkadir’in de idamına yol açan 1925 Şeyh Sait isyanı olacaktır. Şeyhlerin kuramsal açıdan önemi ve ilginçliği şuradadır ki, Kürt milliyetçiliği zincirinde bu şeyhler, dünyevi iktidarı temsil eden Kürt beyleri (1847 öncesi) ile yine dünyevi iktidarı temsil eden Kürt milliyetçilik hareketi (1925 ve sonrası) arasındaki uhrevi baklayı oluşturmuşlardır.

1925 öncesi dönemde Kürt milliyetçilik duygusunu ayakta tutmuş “olumlu öğe” yok muydu? Vardı; iki olumlu öğeden söz edilebilir: Birincisi, Kava destanı. Ama buradaki olumsuz öğeyi de not ediniz: Demirci Kava, “beyinlerini yiyip yutan” zalim Dahhak’ı öldürmek suretiyle Kürt kitlelerini kurtaracak ve Nevroz ateşi bunun üzerine yakılacaktır. İkincisi, hemen yukarıda adı geçen Hamidiye Alayları ve yine Abdülhamit’in Kürt aşiret reislerinin oğullarını istediği biçimde eğitmek için kurdurduğu Aşiret Okulları. Her iki müessese de, kuruluş amaçlarıyla hiç ilgisiz hatta zıt bir sonuca neden olacaklar,  farklı aşiretlerden Kürtlerin biraraya gelmelerine ve bir Kürt aydın kuşağı yaratılmasına yol açacaklardır. Özellikle Aşiret Okulları, bu açıdan, İngilizlerin Afrika’da kabile şeflerinin oğullarını eğitmek için kurdukları (ve aynı sonucu, yani Afrikalı milliyetçi aydın yaratma sonucunu veren) misyoner okullarını anımsatıyor!

 

II) Milliyetçi İdeolojinin Doğuşu

Tekrar edelim: Bütün bunlar, milliyetçilik duygusunu yaratan değil, hazırlayan ortamdı. Yaratan, Kürt milliyetçi aydınları oldu. Onlar da Türk milliyetçisi Jön Türkler arasında doğdular, milliyetçiliği onlardan öğrendiler ve onlara tepki (veya, antitez) olarak ortaya çıktılar.

İdeolojinin ilk gelişme ortamı, Bedirhan Bey’in oğullarından Mikdat Mithat Bedirhan tarafından çeşitli kentlerde 1898’den itibaren çıkarılan Kürdistan gazetesi oldu (transkripsiyonunu M.Emin Bozarslan’a borçluyuz). Milliyetçilik yapmıyordu henüz ama, çeşitli açılardan ilk Kürt aydınlarını yaratacaktır. Abdülhamit’in baskısına direniş temasını işleyişi, Mem-u Zin’den parçalar yayınlayışı ve çocukların Aşiret Okullarına gönderilmesini isteyişi temaları arasında sayılabilir.

İkinci ortam, çok daha güçlü olarak, Meşrutiyet oldu. İmparatorluktaki bütün belirgin etnik/dinsel unsurlar gibi Kürtler de bir kültürel ve örgütsel filizlenme yaşamaya başladılar. Fakat buradaki en ilgi çekici durum, İstanbul’a hukuk, baytar vs. mektebi okumak için gelmiş tanınmış Kürt ailelerin oğullarının, İsmail Gasprinski ve Hamdullah Suphi [Tanrıöver] gibilerin Türkçü konferanslarını dinleye dinleye Kürt olduklarının farkına varmaları olgusudur. Kadri Cemilpaşazade’nin Doza Kürdistan’ı ve Kürt milliyetçileri içinde (en hafif deyimiyle) en su katılmamışı olan Nuri Dersimî’nin Dersim ve Kürt Milli Mücadelesine Dair Hatıratım’ı bu olguyu iyi yansıtır. Diyalektik ilişki sonucu Kürt milliyetçi aydınlarının güçlenmesi ise, İttihat ve Terakki’nin tüm kulüp ve yayınları kapatması ve 1913’te başlayan Enver Paşa diktatörlüğünün Türkçü söylemi koyulaştırmasıyla gerçekleşecektir.

Üçüncü ve en güçlü ortam, Mütareke’dir (1918). İmparatorluk dağılmaktadır ve herkesle birlikte Kürtler de gelecek paniğine düşmüştür. 1919’da kurulan ve 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını çıkartacak olan Kürdistan Teali Cemiyetinin organı niteliğindeki Jin dergisi (bunun da transkripsiyonunu M.Emin Bozarslan yapmıştır), Wilson ilkelerinin simgelediği uluslararası ortamın da etkisiyle ilk defa (ve ondan sonra hep kullanılacak) güçlü milliyetçi temalar ortaya koyar ki, burada olumsuz öğelerin yanına olumlu öğeler de eklenmiştir: Kürtlerin İÖ 17. Yüzyıldaki Medyalılara ve hatta Hz. Nuh’a kadar götürülen tarihsel kökeni, Kürt efsaneleri, özellikle de Kava Destanında ifadesini bulan ihtilal hakkı, ortak bir Kürtçe ve bir yazı ihtiyacı, Kürtçe lehçelerinin bir zenginlik sayılması, hegemon güç İngiltere’ye gösterilen güven, örgütlenmenin önemi gibi. Diğer yandan “Biz Jön Kürtler”, “Daimi Lisan Encümeni”, “Fert ölür, millet yaşar”, “Kürdüm, iftihar ediyorum” gibi kavram ve sloganlar, Kemalizm’in kökeni olan İttihat ve Terakki ideolojisinden Kürt milliyetçiliğinin ne denli etkilendiğini anlatır.

 

III) Milliyetçi Hareket’in Doğuşu

Koçgiri ayaklanması sayılmazsa, Kürtler Kurtuluş Savaşına güçlü biçimde katıldılar. Bunda en etkili öğe, Kürtler için çok önemli olan “Halife Sultan’ı kurtarmak” temasını Ankara’nın ustalıkla işlemesi ve 1915 tehcirinde kaçan Ermenilerin geri dönerek yağmalanan mallarını geri almalarını öngören 1920 Sevr Barış Antlaşmasından (md.144) Kürtlerin duyduğu endişe idi. Ayrıca, aynı antlaşmanın tanıdığı (md.88) Ermenistan’ın güney sınırının (yani, Sevr’in 62. ve 64. maddeleriyle kurmayı tasarladığı Kürdistan’ın kuzey sınırının) belirsiz oluşu da işbirliği için diğer bir önemli neden oldu.

Diğer yandan, yine Kurtuluş Savaşı içinde başlayan bir örgütlenme sonucu, Kürtler 1925 ayaklanmasını çıkarttı. Burada da olumlu öğeden çok olumsuz öğenin varlığı dikkatleri çekmeli: Yeni Türk devleti 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırmıştı. Yine aynı yıl çıkartılan ikinci anayasa devletin resmî dilini Türkçe olarak ilan etmiş (md.2), M.Kemal’in Ocak 1923 İzmit Basın Toplantısında Kürt yoğun illerin özerk olacağından bahsederken zikrettiği il temelinde özerklik (md.11) kaldırılmış, “22 yaşını bitiren kadın erkek her Türk mebus seçmek hakkını haizdir” (md.10) ve “Türkçe okumaya yazma bilmeyenler mebus intihap olunamazlar” (md12 gibi  Türklüğe gönderme yapan hükümler kabul edilmişti.

Niteliği (dinsel/feodal/ulusal) çok tartışılmış olan 1925 ayaklanması, dinsel temanın tamamen önde tutulduğu bir isyan olmakla birlikte, ilk Kürt milliyetçi hareketiydi. Çünkü yaratıcısı Şeyh Sait değil, eski Hamidiye Alayları komutanlarının (büyük olasılıkla 1921 sonunda) çok gizli bir oluşum olarak kurduğu Kürt milliyetçisi Azadi örgütüydü. Amaçları bağımsız bir Kürt devleti oluşturmak olan bu muvazzaf Kürt subayları, laik nitelikleri yüzünden, feodal (dolayısıyla da dinsel) ortam içindeki Kürt halkını etkileyebilmekten uzak olduklarını bildikleri için, vitrine, örgüt lideri Cibranlı Halit Bey’in eniştesi Nakşibendi Şeyh Sait’i koymuşlardı. Burada, milliyetçilik yapabilmek için baştan aşağıya dinsel söylemi kullanmak zorunda kalışlarının dışında önemli olan hususlar, Halit Bey’in Mem-u Zin’i köylere dağıttırması ve “milli bir hükümet kurmak”tan bahsederken hep Bedirhan Bey’in adını telaffuz etmesidir.

Bununla birlikte, Orta Doğu’nun çeşitli ülkelerine kaçarak Hoybun (Xwebun) örgütünü kuran Kürt milliyetçileri Ağrı dağında yeni bir ayaklanma çıkardıklarında çok daha modern bir tutum sergileyeceklerdir. Örneğin, Ermenistan’dan topçu ustası getirtecekler, “tayyare” düşürdükleri zaman hemen saldırıp parçalayan 1925’çilerin aksine uçağın mitralyözünü sökerek aşağıdan saldırmakta olan orduya karşı kullanacaklar, Ağrı ayaklanmasının 1930’da başarısızlığa uğraması üzerine faaliyetlerine Ronahi ve Havar dergileri ile çoğu yabancı dilde propaganda broşürleri yayınlayarak devam edecek olan örgüt, Batı dünyasında bu yönlerinin iyice zayıf olduklarını görünce de 1915’in bilediği Ermeni milliyetçilerinden yoğun yardım isteyeceklerdir.

1930’dan sonra Hoybun, Kürt milliyetçileriyle ilgilenmekten fazlasıyla uzak bir uluslararası ortamda, her feodal bünyeye özgü iç çekişmelerin de etkisiyle yurt dışında yavaş yavaş dağılacaktır. Yurt içinde ise Ankara durumu çok ciddi biçimde ele almıştır. Bir yandan “perakende”leri askerî harekatlarla temizlerken, bir yandan da çok radikal ve sistematik asimilasyona girişilir: Açık resmî raporlarda “Kürt” sözcüğü hiç telaffuz edilmezken, bu sözcüğün açıkça kullanıldığı ve enine boyuna tartışıldığı gizli raporlar hazırlanır. Şark Islahat Planı (1925) gibi erken master projeler Kürt kadınlarının Türk aileler yanına verilerek Türkçe öğrenmelerini planlarken, kasabalarda konuşulacak Kürtçe kelime başına para cezası konur. Sonunda, kalan son Kürt direnişi olan Dersim de planlı biçimde fethedilir ve Tunceli yapılır: Önce kara ve demiryolları tamamlanarak fethin altyapısı hazırlanır. Arkasından iskan yasaları (1927, 1934) ve Tunceli Kanunu (1935) hukuksal yapıyı kurar. Son olarak da Sadabad Paktı (1937) fethin uluslararası yönünü tamamlayacaktır.

 

IV) İdeoloji’nin Gelişmesi

Dersim’in fethinden sonra Kürt milliyetçiliği 1959’a kadar derin dondurucuya girer. Bununla birlikte, 1950’de gelen Demokrat Parti’nin doğuda jandarma dayağını durdurup rahatlık getirmesi sonucu Kürtlerin iç dinamiği yavaş yavaş da olsa işlemeye başlar. TBMM’de doğulu milletvekilleri kulislerde Kürtçe konuşabilmeye başlarlar. Kürt gençleri İstanbul gibi büyük kentlerde üniversite okurlar ve bölgelerinin sorunlarını dile getiren yayınlar çıkartırlar: 1948’de Diyarbakırlı gençlerin çıkardığı Dicle Kaynağı bunların en anlamlısıdır ve Doğu’nun zor koşullarını, fakirliğini anlatır.

Derin dondurucudan çıkmak ise bu kadar utangaç bir iç dinamikle değil, ancak bir dış dinamik unsuru sayesinde olabilecektir: K.Irak’a dönmüş olan Mustafa Barzani’nin etkisindeki 50 Kürt 49’lar Tevkifatı adı verilen olayla tutuklanırlar. Bundan hemen sonra 27 Mayıs hareketi yapılır ve iktidara bir süreliğine de olsa askerler gelir. Artık iki zıt süreç işlemeye başlamıştır: Birincisi, askerler yine sertliğe başlamıştır. Devlet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel “Dağlı Türkler rahat durmazlarsa öyle bir kan banyosu…” gibi gözdağı vermenin yanı sıra, Diyarbakır’a gittiğinde dinlemeye gelen Kürtlere bir kara mizah örneği de verir: “Size Kürt diyenin yüzüne tükürünüz!”. 1 Haziran 1960’da 485 Kürt gözaltına alınır ve Sivas’ta bir kampa yollanır. 19 Ekim’de 55 Ağa sürgünü yapılır. Köy isimleri sistematik olarak değiştirilir. Bölge Yatılı Okulları kurulur. Türkçe sözlerle radyoda yayınlanmak üzere  Fikret Otyam’a Kürtçe türküler derletilir.

İkinci ve zıt olan sürece gelince, 1961 Anayasası Türkiye’ye o zamana (ve, bu zamana) kadar görülmedik bir özgürlük ortamı getirmiştir. 1962’de Dersim, Ağrı, Dicle-Fırat, 1963’te Keko, Deng, Roja Newe çıkar. Artık jandarma zorbalığı dile getirilmekte, “Kürt kızı” gibi terimler kullanılmaktadır. Bu ortamda ırkçı sağdan Ötüken dergisinin Kürtlere hakaret olarak algılanan yayını Kürt milliyetçiliğinin büyük bir çıkış yapmasına yol açarak diyalektiği yine işletir ve 1967 ve 69’da Kürtlerin ilk gövde gösterisi olan Doğu Mitinglerine yol açar. Diğer yandan, dış dinamik de harekettedir: Mart 1970’de K.Irak’ta elde edilen Kürt özerkliği Türkiye’dekileri de etkiler.

Kürt milliyetçiliğinin iç dinamiği, sonunda, o zamana kadar Türk solunun şemsiyesi ve etkisindeki Kürt milliyetçi hareketinin ilk legal ve özgün örgütü olarak 1969’da DDKO’ları doğurur. Bununla birlikte, örgütün çıkardığı Haber Bülteninde Vietnam’daki Mai Lai Katliamı ve Bask-Kürt benzeştirmesi gibi dış dinamik ve diyalektik öğeleri çoktur. Fakat DDKO’ların asıl önemi, 12 Mart darbesi sonucu açılan davadaki “siyasal savunma”da sergiledikleri kavramlardır. Bunlar Marksizm ile milliyetçiliğin bağdaştırılmasını simgeler: “İç ve dış sömürgecilik” kavramı daha sonra ortaya çıkacak (ve hemen aşağıda sözü edilecek) iki önemli kavramın öncülüdür. 70’lerde çıkan dergiler hep dış dinamikten kalkarak iç dinamiği oluşturmaya çalışırlar. Burkay’ın Özgürlük Yolu (1975) Irak Kürtlerinden, ulusal kurtuluş savaşlarından, Vietnam ve Kamboçya’dan söz ederek “gelin”e dokundurmak suretiyle demokrasiye, ayrılma hakkına, daha sonra da “Kürt toplumu”, “Kürt halkı” ve nihayet “Türkiye Kürdistanı”na varır. Ertesi yıl çıkan Rızgari ile Kürt milliyetçiliği ideolojisi kemale erecek, sol ideolojiyi kullanarak özgün milliyetçi temalar üretecektir: Lenin’in self-determinasyon ilkesinden, Sadabat Paktının doğrudan Kürtlerle ilgili 7. Maddesinden, Lausanne’ın bir emperyalist paylaşım olduğundan başlayarak, yukarıda sözü edilen iki önemli kavrama varır: “Sömürge Teorisi” ve “Ezilen Ulus Milliyetçiliği”. Birincisi sayesinde Türkiye’nin “kapitalizmin son aşamasında” olduğunu söylemeden Kürdistan’ı sömürdüğü söylenebilmekte, ikincisi sayesinde de Marksist kalınarak milliyetçilik yapma olanağı yaratılmaktadır; çünkü ezen ulus milliyetçiliği kötüdür, ezilen ulus milliyetçiliği iyidir. Yani, kendi sınırları içinde epey sofistike bir entelektüel çaba söz konusudur.

Ayni durumu resmî ideolojide görmek kesinlikle mümkün değil. DDKO İddianamesi, milliyetçi Kürtleri haklı çıkartmak ve diyalektik süreci işletmek için hazırlanmış gibidir: Türk ve Kürt kelimelerinin ikisi de dört harfidir ve bu harfler aynıdır; demek ki Kürtler Türk’tür. Zaten, savcıya göre “Anayasamız soyut bir ırkçı görüş yerine; birleştirici, ülkücü, ilerici bir milli ırkçılığı kabul etmiştir”. Kürtlerin kökleri ve ataları Türk’tür ve bu iş “bir avuç aydının marifeti”dir.

Türk resmî ideolojisi bu dönemde de Kürtleri zapturapt altında tutmak için geceleri çok alçaktan jet uçurmayı uygun ve yeterli bulacaktır.

 

V) Milliyetçi Hareket’in Gelişmesi

Bu gelişmeyi A’dan Z’ye  bir diyalektik unsurlar demeti yaratır.

1) Hepsinden önemlisi, 12 Eylül mezalimidir. Sanki daha milliyetçi olsunlar diye, cezaevindeki Kürtlere İstiklal Marşının tümü ceza olarak ezberletilir ve söyletilir. Toplatılan paralarla alınan boyalar, cezaevinin her yerine “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” türünden sloganlar yazdırmakta kullanılır. Kurt köpeği saldırtma, pislik yedirme, copla sarkıntılık yapma, fare yutturma, görüşmecisi Türkçe bilmiyorsa görüş izni vermeme çok görülen uygulamalardır. O kadar ki, 16 Mart 1982’de Devlet Bakanı İlhan Öztrak cezaevlerinde 15 işkence kurbanı olduğunu açıklayarak dedikoduları durdurmak ister. Şubat 86’da ise Diyarbakır Askerî Savcısı cezaevlerinde 30 ölüm olduğunu belirtecektir: 4 kendini yakarak, 4 kendini öldürerek, 6 açlık grevinden, 16 muhtelif biçimlerde. Askerî mahkeme bir kararında, Ortaçağ engizisyon kararlarını andıran biçimde şöyle yazacaktır: “İşkence, sanıktan doğru cevap almak içindir”.

Onun için, buradan bir biçimde çıkanın soluğu dosdoğru dağda, 1984’te kurulacak ve yöntem olarak 12 Eylül terörüne karşı karşı-terörü seçecek olan PKK saflarında alması, doğrudan doğruya 12 Eylül diyalektiğinin sonucu olur. Diğer yandan, teröristlerin barınmaması için köy yakmalar sonucu Kürtler batıya göç edecek, büyük kentlerde gerçek bir “diaspora” oluşturacak, diaspora da daima daha milliyetçi olduğundan Kürt hareketi yurt sathına alabildiğine yayılacak ve gelişecektir. İç göçün Türkiye ortalaması yüzde 3 iken, Şırnak’ınkinin yüzde 14,5 olması karşısında başka bir sonuç çıkması zaten mümkün değildir.

Buna bir diyalektik olgu daha eklenir: Özellikle Ege’de, yoğun Kürt göçü sonucu yerliler Kürtlere tepki göstermeye, işten çıkarmaya, işe almamaya başlarlar ve bu Kürt bilincini daha da sivriltir. Bu arada doğudan durmadan gelen, üstü Türk bayrağı örtülü şehit cenazeleri de Türk milliyetçiliğini güçlendirir; askere genç gönderme kutlamalarının herbiri ciddi birer Kürt aleyhtarı gösteri halini alır. Bununla birlikte, PKK’nın büyük kentlerde bomba vs. yollarla teröre çok az başvurması, diyalektiğin bu tersine işlemesini korkulduğu ölçüde azdırmayacaktır.

12 Eylül’ün direkt etkilerine, dönemin “Özal ekonomisi” sonucu oluşan işsizleşme ve fukaralaşmayı da eklemek şart. Çünkü bunun sonucu, işveren ile Türk ve işçi ile de Kürt dikotomisi kemikleşecektir.

2) Bir diğer diyalektik unsur, resmî söylemdeki tutarsızlıklardır ve bunlar Kürt milliyetçiliğini daha da biler. Aralık 1991’de Demirel ve E.İnönü’nün Diyarbakır’a giderek “Kürt realitesini tanıyoruz” demelerinden sonra Kürt ve Kürtçe kavramlarının inkârına eskisi gibi devam edilmesi bunu sağlar. Bu tarihten sonradır ki faili meçhul cinayetler serisi başlar ve PKK’nın panzehiri olarak dinci Hizbullah (“Hizbülkontra”) devletin en azından hoşgörüsüne mahzar olur. Nevroz yasaklanır, Kürtçe yasağı devam eder, Kürt Enstitüsü kurdurulmaz ve bütün bunlar PKK’nın Kürt halkına “Ben dememiş miydim!” demesine olanak sağlamaya devam eder.

3) Üçüncüsü, dış dinamiğin artık devleşen önemidir. Uluslararası etki muazzamdır. Bir defa, 1984 sonundan itibaren Bulgaristan’da Türklere uygulanan akıldışı isim değiştirme kampanyası Kürtleri çok etkiler. O zamana kadar çocuğuna Kürt adı vermesi yasaklanan Kürt köylüsü “Devlet bilür” diye tevekkül göstermiştir ama, “devlet” bu Bulgaristan işinde tam bir “çifte standart” uygulayınca, Kürt köylüsü bu kavramı bilmediği halde anlar ve uyanır. Diğer yandan, Kürt milliyetçiliği Filistin İntifadasından çok şey öğrenerek uygular; çocuk ve kadınları öne sürüp taş attırmak bunlardan biridir. Vietnamlı Budist rahiplerden kendini yakmayı öğrenir. AGİK sürecinin getirdiği olanaklardan yararlanır. Irak’ta Kürt özerkliğinin yanı sıra, oradan gelen 1988 ve özellikle de 1991 mülteci dalgaları çok işine yarar.

 

VI) Milliyetçi Hareket’in Başarısızlığa Uğraması

Kitlelere yayıldıkça dinsel temalara ağırlık veren PKK, 1990’ların ikinci yarısında askerî olarak yenilmeye başlar. Bunun nedenleri üzerinde durmak burada konumuzun dışında; önemli olan, bundan sonraki sürecin nereye gidebileceğini tahmine yarayabilecek olaylar dizisini vermek. Şubat 1999’da Öcalan’ın ABD tarafından izlenip ve yakalanıp, Nairobi havalimanında Türk komandolarına teslimi, PKK’nın ve bu son Kürt milliyetçiliği ayaklanmasının/hareketinin sonu olur. Fakat devlet, en azından bu satırların yazıldığı 2002 yaz aylarında, Kürt milliyetçiliğini en zayıf ve en bölünmüş durumda yakalamanın avantajını kullanabileceğe benzememektedir. Çünkü diyalektiğin işleyerek Kürt milliyetçiliğine çok ihtiyacı olan “yaşam öpücüğü”nü vermesi için adeta her şey yapılmaktadır. Ana-babaların çocuklarına Kürtçe ad vermeleri “terör örgütünün propagandasına alet olmak” ve “propaganda koluyla terör örgütüne yardım ve yataklık yapmak” suçuyla DGM’ye verilmeye yol açmaktadır. Suç işlemek için çete kurmanın cezasının azami 2 yıl olduğu bir ülkede okullara seçmeli Kürtçe dersi konması için dilekçe veren öğrencilere 7,5 yıl istenmektedir. Bu dilekçelerin postayla gönderilmek istenmesi durumunda mektuplar postanede açılarak gönderenler saptanmakta ve tutuklanmaktadır. Minibüsünde Kürtçe kaset çalan şoförler “bölücülük” ve “örgüte yardım”dan 4,5 ilâ 7,5 arası hapis istemiyle yargılanmakta ve mahkum edilmektedir. Türk ana-babaların çocuklarını Türkçe okula değil İngilizce okula gönderdikleri bir küreselleşme ortamında, Kürt ana-babaların çocuklarını Kürtçe okula gönderecekleri korkusu, “Sevr Sendromu”nun çok mümtaz bir örneği olarak verilebilir.

 

Sonuç

En azından 1925’ten beri, Türk devleti, Kürt sorunu konusunda fevkalade istikrarlı bir politika izlemeyi sürdürmektedir. O tarihten bu yana baskı ilkesi değişmediği için diyalektik sürecin etkisi de değişmemekte, Kürt milliyetçiliğin esas beslenme kaynağı Türk milliyetçiliğinin akıldışı uygulamalarının yarattığı olumsuz öğe, yani gündelik terimle “mağduriyet duygusu” olmaktadır. Kürtlük bilinci 1925’den sonra ortaya çıkmaya başladığı halde, ortak ekonomik pazarın ancak 1980’den sonra ortaya çıktığını (yani, asimilasyonun artık kesinlikle imkansız olduğunu) Türkiye Cumhuriyeti hiç anlamıyor gözükmektedir.

Bu arada, sabun köpüğü tedbirler dizisi de değişmediği için, devletin bu sorunu çözmek için uyguladığı yöntemler doğudaki çocukların Ankara’da Atakule ve İstanbul’da Tatilya’ya götürerek gezdirilmesinden, Galatasaray maçlarının Diyarbakır’da oynatılmasından, Diyarbakırspor ile Vanspor’a büyük yardımlar yapılmasından, ses-film sanatçılarına doğu ve güneydoğuda konser verdirilmesinden ve bale sanatçılarına başlarında poşuyla gösteri yaptırılmasından daha radikal bir düzeye henüz ulaşmamıştır.

Her ne kadar şu anda Kürt milliyetçiliği had safhada yenilmiş ve sakin gözükmekteyse de, “batı cephesinde yeni bir şey”in olmadığı Türkiye’de, yakın bir gelecekte doğu cephesinde de yeni bir şey olmamasından korkmak paranoya sayılmamalıdır.

* Milliyetçilik (Ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil), Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce dizisi, Cilt 4, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s.871-879)

http://www.durde.org/index.php/2010/02/21/kurt-milliyetciligi-diyalektigi-baskin-oran/#more-1117

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Engelli Kişilerin Haklarına Dair Uluslararası Sözleşme

Giriş

Sözleşmeye taraf Devletler,

(a) Birleşmiş Milletler Kuruluş Sözleşmesi’nde yer alan ve dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olarak insanlık ailesinin bütün üyelerinin doğuştan sahip oldukları onur, değer ve eşit ve reddedilemez hakları hatırlatarak,

(b) Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Uluslar arası İnsan Hakları Sözleşmesinin herkesin, herhangi bir ayrım olmadan bunlarda belirtilen bütün haklar ve özgürlüklerden yararlanma hakkına sahip olduğunun beyan ve kabul edildiğini dikkate alarak,

(c) Bütün insan haklarının evrenselliği, bölünemezliği ve karşılıklı olarak bağımlı ve birbirleri ile bağlantılı oldukları gerçeğini ve engelli kişilerin bu haklardan herhangi bir ayrımcılık olmadan yararlanmalarının teminat altına alınması gerektiğini yeniden teyit ederek;

(d) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Dair Uluslararası Sözleşme, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, İşkence ve Diğer Zalimce, İnsalıkdışı veya Onur Kırıcı Davranış veya Cezalandırmalara Karşı Sözleşme, Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Bütün Göçmen İşçilerin ve Aile Bireylerinin Haklarının Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme’yi dikkate alarak,

(e) Engelli olmanın evrim geçiren bir kavram olduğunu ve engelli olma durumunun bedensel veya zihinsel rahatsızlıkları bulunan kişilerle başkaları ile eşit olarak topluma tam ve etkin şekilde katılmalarını önleyen davranışsal ve çevresel engeller arasındaki etkileşimden kaynaklandığını kabul ederek;

(f) Engelli Kişilerle İlgili Dünya Eylem Programı ve Engelli Kişiler için Fırsatların Eşit Hale Getirilmesine İlişkin Standart Kurallarda belirtilen ilkeler ve politika tavsiyelerinin, engelli kişiler için fırsatların daha çok eşit hale getirilmesi amacıyla ulusal, bölgesel, ve uluslar arası düzeylerdeki politikalar, planlar, programlar ve eylemlerin teşvik edilmesi, oluşturulması ve değerlendirilmesi süreçlerinin etkilenmesi açısından önemlerini kabul ederek,

(g) Engellilikle ilgili konuların ilgili sürdürülebilir kalkınma stratejilerinin ayrılmaz bir parçasını oluşturacak şekilde dahil edilmelerinin önemini vurgulayarak,

(h) Bir kişiye karşı engelli olması nedeniyle ayrımcılık yapılmasının, insanın doğuştan gelen onuru ve değerinin bir ihlali olduğunu da kabul ederek,

(i) Engelli kişiler arasında farklılıklar olduğunu dikkate alarak,

(j) Daha yoğun desteğe gereksinim duyanlar dahil olmak üzere engelli bütün kişilerin insan haklarının teşvik edilmesi ve korunması gereksinimini kabul ederek,

(k) Çeşitli belgeler ve taahhütlere karşın engelli kişilerin, toplumun eşit üyeleri olarak katılımları konusunda dünyanın her yerinde engellerle ve insan hakları ihlalleri ile karşılaşmaya devam etmelerinden kaygı duyarak,

(l) Engelli kişilerin bütün ülkelerde, özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacıyla uluslar arası işbirliğinin önemini kabul ederek,

(m) Engelli kişilerin içinde yaşadıkları toplumun refahı ve çeşitliliğine yaptıkları değer verilen mevcut ve muhtemel katkıları ve engelli kişilerin insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarının ve engelli kişilerin tam katılımının aidiyet duygusunu güçlendireceğini ve toplumun insani, sosyal ve ekonomik gelişiminde önemli ilerlemelere ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yol açacağını dikkate alarak,

(n) Kendi seçimlerini yapma özgürlüğü dahil olmak üzere kendi bireysel özerklik ve bağımsızlıklarının engelli kişiler için önemini dikkate alarak,

(o) Engelli kişilere doğrudan kendilerini etkileyenler dahil olmak üzere politika ve programlara ilişkin karar verme süreçlerine etkin biçimde katılma fırsatının verilmesi gerektiği görüşünden hareketle,

(p) Irk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya başka görüş, ulusal, etnik, yerli veya sosyal köken nedeniyle birden fazla veya yoğun biçimlerde ayrımcılığa maruz kalan engelli kişilerin karşı karşıya bulunduğu güç koşullardan duyduğu kaygıyı ifade ederek,

(q) Engelli kadın ve kızların gerek evde gerekse ev dışında genellikle şiddet, yaralanma veya taciz, ihmal veya ihmalci davranış, kötü muamele veya istismar edilme riski ile daha fazla karşı karşıya bulunduğunu dikkate alarak

(r) Engelli çocukların, öteki çocuklarla eşit olarak bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmaları gerektiğini kabul ederek ve bu konuda Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan Devletlerin bu amaçla üstlendiği yükümlülükleri hatırlatarak,

(s) Engelli kişilerin insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarının teşvik edilmesine yönelik bütün çabalara cinsiyetle ilgili bir bakış açısının dahil edilmesinin gerektiğini vurgulayarak,

(t) Engelli kişilerin çoğunluğunun yoksulluk içinde yaşadığı gerçeğinin altını çizerek ve bu çerçevede yoksulluğun engelli kişiler üzerindeki olumsuz etkisinin ortadan kaldırılmasının önemini kabul ederek,

(u) Birleşmiş Milletler Kuruluş Sözleşmesi’nde yer alan amaçlar ve ilkelere tam olarak saygı gösterilmesine ve ilgili insan hakları belgelerine uyulmasına dayalı barış ve güvenlik koşullarının, özellikle savaş ve işgal sırasında engelli kişilerin tam olarak korunması açısından büyük önem taşıdığını dikkate alarak,

(v) Engelli kişilerin bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanabilmeleri için fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamın, sağlık, eğitim ve bilgi ve iletişimin erişilebilir olmasının önemini kabul ederek,

(w) Başka kişiler ve ait olduğu topluma karşı görevleri olan bireyin, Uluslar arası İnsan Hakları Sözleşmesinde kabul edilen hakların teşvik edilmesi ve bunlara uyulması için çaba göstermekle yükümlü olduğunu dikkate alarak,

(x) Ailenin toplumun doğal ve temel grubu olduğunu ve toplum ve Devlet tarafından korunması gerektiğini ve ailelerin engelli kişilerin haklarının tam ve eşit olarak kullanılmasına katkıda bulunabilmeleri için engelli kişilerle aile bireyleri için gerekli koruma ve yardımın sağlanması gerektiği görüşünden hareketle,

(y) Engelli kişilerin hakları ve onurunun korunması ve teşvik edilmesi için kapsamlı ve bütünleştirilmiş bir uluslar arası sözleşmenin, engelli kişilerin karşı karşıya bulunduğu büyük sosyal dezavantajın ortadan kaldırılmasına önemli bir katkıda bulunacağını ve gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde eşit fırsatlarla sivil, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlara katılımlarını teşvik edeceği görüşünden hareketle

aşağıda belirtilen şekilde anlaşmaya varmışlardır:

 

Madde 1 Amaç

İşbu Sözleşme’nin amacı, bütün engelli kişilerin insan hakları ve temel özgürlüklerinden tam ve eşit olarak yararlanmalarını teşvik etmek, korumak ve sağlamak ve bu kişilerin doğuştan gelen onuruna saygı gösterilmesini teşvik etmektir.

Engelli kişiler, çeşitli engellerle karşılıklı etkileşimleri nedeniyle başkaları ile eşit olarak topluma tam ve etkin olarak katılmalarını engelleyebilecek uzun dönemli fiziksel, ruhsal, zihinsel veya duyusal rahatsızlıkları bulunan kişilerdir.

 

Madde 2 Tanımlar

İşbu Sözleşme amaçları çerçevesinde:

“İletişim” lisanlar, gösterilen metinler, dokunma ile iletişim, büyük basım, erişilebilir çoklu ortamlar yanı sıra erişibelilir bilgi ve iletişim teknolojisi dahil olmak üzere yazılı, sesli, düz lisanlı, insanlar tarafından okunan ve büyütülmüş ve alternatif iletişim yöntem, araç ve biçimlerini içerir;

“Lisan”, konuşulan ve işarete dayanan lisanları ve bütün öteki konuşulmayan lisan biçimlerini içerir;

“Engelli olmaya dayalı ayrımcılık”, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, sivil veya başka herhangi bir alanda bütün insan haklarından ve temel özgürlüklerden başka kişilerle eşit olarak yararlanılması veya kullanılması ve bu hak ve özgürlüklerin tanınmasını engellemeyi veya etkisis kılmayı amaçlayan veya böyle bir etki yaratan engelli olmaya dayalı ayrım, hariç tutma veya kısıtlama anlamını taşır. Makul imkanların sağlanmasının reddedilmesi dahil olmak üzere her türlü ayrımcılığı kapsar;

“Makul imkanlar”, engelli kişilerin başka kişilerle eşit bir şekilde bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden yararlanmaları veya kullanmalarını sağlamak için belirli bir durumda gerekli olması halinde orantısız veya gereksiz bir yük oluşturmayan gerekli ve uygun değişiklikler ve ayarlamalar anlamını taşır.

“Genel tasarım”, ürünlerin, ortamların, porgramların ve hizmetlerin bütün kişiler tarafından uyarlama veya özel tasarım gerektirmeden azami ölçüde kullanılabilir şekilde tasarlanması anlamını taşır. “Genel tasarım”, bunun gerekli olması halinde belirli bir engelli grubu için hazırlanan yardımcı araçları da içerir.

 

Madde 3 Genel ilkeler

İşbu Sözleşme’nin ilkeleri şöyledir:

(a) Kişinin doğuştan gelen onuru, kendi seçimlerini yapma özgürlüğü dahil olmak üzere bireysel özerkliği ve kişilerin bağımsızlığına saygı gösterilmesi;

(b) Ayrımcılık yapılmaması;

(c) Topluma tam ve etkin bir biçimde katılım ve dahil olma;

(d) İnsani çeşitlilik ve insanlık çerçevesinde engelli kişilerin farklılığına saygı gösterilmesi ve kabul edilmeleri;

(e) Fırsat eşitliği;

(f) Erişebilirlik;

(g) Erkek ve kadınlar arasında eşitlik;

(h) Engelli çocukların gelişme kapasitesine saygı gösterilmesi ve engelli çocukların kimliklerini koruma hakkına saygı gösterilmesi.

 

Madde 4 Genel yükümlülükler

1. Taraf Devletler, engelli olmaya dayalı herhangi bir türde ayrımcılık olmadan engelli bütün kişiler için bütün insan hakları ve temel özgürlüklerinin tam olarak gerçekleştirilmesini sağlamayı ve teşvik etmeyi taahhüt ederler. Taraf Devletler, bu amaçla aşağıdakileri yapmayı taahhüt ederler:

(a) İşbu Sözleşme’de kabul edilen hakların uygulanması için gerekli bütün yasal, idari ve öteki önlemlerin alınması;

(b) Engelli kişilere karşı ayrımcılık oluşturan mevcut yasalar, yönetmelikler, örf ve adetler ve uygulamalarda değişiklik yapılması veya yürürlükten kaldırılması için mevzuat dahil olmak üzere bütün gerekli önlemlerin alınması;

(c) Bütün politika ve programlarda engelli kişilerin insan haklarının korunması ve teşvik edilmesinin dikkate alınması;

(d) işbu Sözleşme ile çelişen herhangi bir fiil veya uygulamadan kaçınılması ve kamu makamları ve kuruluşlarının işbu Sözleşme’ye uygun şekilde hareket etmelerinin sağlanması;

(e) Herhangi bir kişi, kuruluş veya özel işletme tarafından engellilere uygulanan ayrımcılığa son verilmesi için gerekli bütün önlemlerin alınması;

(f) Engelli kişilerin özel gereksinimlerinin karşılanması, bunların bulunmaları ve kullanımlarının teşvik edilmesi ve standartlar ve kuralların geliştirilmesinde genel tasarımın teşvik edilmesi amacıyla işbu Sözleşme’nin 2. Maddesinde tanımlanan ve mümkün olan asgari uyum ve en düşük maliyeti gerektirecek genel olarak tasarlanmış mallar, hizmetler, teçhizat ve tesislerin araştırılması ve geliştirilmesi veya bunların teşvik edilmesi;

(g) Uygun maliyetli teknolojilere öncelik vererek engelli kişiler için uygun olan bilgi ve iletişim teknolojileri, hareket etmek için yardımcı araçlar, cihazlar ve yardımcı teknolojiler dahil olmak üzere yeni teknolojilerin araştırılması ve geliştirilmesi veya teşvik edilmesi ve bunların bulunmaları ve kullanımlarının desteklenmesi;

(h) Engelli kişilere yeni teknolojiler dahil olmak üzere hareket etmek için yardımcı araçlar, cihazlar ve yardımcı teknolojiler konusunda erişilebilir bilgiler yanı sıra başka biçimlerde yardım, destek hizmetleri ve kolaylıkları sağlanması;

(i) Engelli kişiler için hizmet veren meslek mensupları ve personelin, işbu Sözleşme’de kabul edilen haklarla teminat altına alınan yardım ve hizmetleri daha iyi bir şekilde sunabilmeleri için söz konusu haklar konusunda eğitim görmelerinin teşvik edilmesi;

2. Taraf Devletlerden her biri ekonomik, sosyal ve kültürel haklar konusunda işbu Sözleşme’de yer alan ve uluslar arası hukuk uyarınca derhal yerine getirilmesi gereken yükümlülükleri olumsuz bir şekilde etkilemeden mevcut kaynaklarının elverdiği azami ölçüde ve gerektiğinde uluslar arası işbirliği çerçevesinde bu hakların aşamalı biçimde tam olarak gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla önlemler almayı taahhüt etmektedir.

3. Taraf Devletler, işbu Sözleşmenin uygulanmasına yönelik mevzuat ve politikaların oluşturulması ve uygulanmasında ve engelli kişilerle ilgili konuları kapsayan başka karar verme süreçlerinde kendi temsilci kuruluşları aracılığı ile engelli çocuklar dahil olmak üzere engelli kişilerle yakın danışma içinde olmalı ve kişileri sürece dahil etmelidir.

4. İşbu Sözleşme’de yer alan hiçbir şey, engelli kişilerin haklarının gerçekleştirilmesi açısından daha yararlı olabilecek ve bir Taraf Devletin hukukunda veya bu Devlet için geçerli olan uluslar arası hukukta yer alabilecek herhangi bir hükmü etkilemez. İşbu Sözleşme’nin bu hakları veya özgürlükleri tanımadığı veya bunları sınırlı biçimde tanıdığı gerekçesiyle yasalar, sözleşmeler, yönetmelikler veya örf ve adet uyarınca işbu Sözleşme’nin bir Taraf Devletinde kabul edilen veya mevcut olan herhangi bir insan hakkı ve temel özgürlük, hiçbir şekilde kısıtlanamaz veya buna aykırı hareket edilemez.

5. İşbu Sözleşme hükümleri, herhangi bir sınırlama veya istisna olmadan federal yapıya sahip devletlerin bütün bölümlerini kapsar.

 

Madde 5 Eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması

1. Taraf Devletler, bütün kişilerin yasa önünde eşit olduklarını ve herhangi bir ayrımcılık gözetilmeden yasalarla eşit korunma ve bunlardan eşit yararlanma hakkına sahip olduklarını kabul etmektedir.

2. Taraf Devletler, engelli olma nedeniyle uygulanan her türlü ayrımcılığı yasaklamalı ve engelli kişilere, her türlü gerekçeye dayalı ayrımcılığa karşı eşit ve etkin yasal koruma sağlanmasını teminat altına almalıdır.

3. Taraf Devletler, eşitliğin teşvik edilmesi ve ayrımcılığa son verilmesi amacıyla makul imkanların sunulmasının sağlanmasına yönelik bütün gerekli adımları atmalıdır.

4. Engelli kişilerin fiili olarak eşitliğinin hızlandırılması veya gerçekleştirilmesi için gerekli olan özel önlemler, işbu Sözleşme’nin hükümleri çerçevesinde ayrımcılık olarak kabul edilmeyecektir.

 

Madde 6 Engelli kadınlar

1. Taraf Devletler, engelli kadınlar ve kızların çeşitli biçimlerde ayrımcılığa maruz kaldıklarını kabul etmektedirler ve engelli kadınlar ve kızların bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam ve eşit biçimde yararlanmalarını sağlamak için bu konuda önlemler alacaklardır.

2. Taraf Devletler, işbu Sözleşme’de belirtilen insan hakları ve temel özgürlükleri kullanmaları ve bunlardan yararlanmalarının teminat altına alınması amacıyla kadınların tam gelişimleri, ilerlemeleri ve yetkin olmalarının sağlanması için bütün gerekli önlemleri alacaklardır.

 

Madde 7 Engelli çocuklar

1. Taraf Devletler, engelli çocukların öteki çocuklarla eşit bir biçimde bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarını sağlamak için gerekli bütün önlemleri alacaklardır.

2. Engelli çocuklarla ilgili olarak alınan bütün önlemlerde çocukların menfaatleri, dikkate alınacak temel husus olacaktır.

3. Taraf Devletler, engelli çocukların yaşları ve olgunluk düzeylerine göre görüşlerine gerekli önem verilerek kendilerini etkileyen bütün konulardaki görüşlerini öteki çocuklarla eşit olarak serbestçe ifade etme hakkına sahip olmalarını ve bu hakkın gerçekleştirilmesi için engelli çocuklara engellilik yardımında ve yaşlarına uygun yardımda bulunulmasını sağlayacaklardır.

 

Madde 8 Bilinçlendirme

1. Taraf Devletler, aşağıdaki amaçlarla acil, etkin ve uygun önlemleri almayı taahhüt etmektedirler:

(a) Aile düzeyi dahil olmak üzere bütün toplumun engelli kişiler konusunda bilinçlendirilmesi ve engelli kişilerin hakları ve onuruna saygı gösterilmesinin teşvik edilmesi;

(b) Yaşamın bütün alanlarında cinsiyet ve yaşla ilgili olanlar dahil olmak üzere engelli kişilerle ilgili klişeler, önyargılar ve zararlı uygulamalarla mücadele edilmesi;

(c) Engelli kişilerin yapabilecekleri işler ve katkıları konusundaki bilinç düzeyinin yükseltilmesi;

2. Bu amaçla alınacak önlemler, şunları içermektedir:

(a) Aşağıdakilerin gerçekleştirilmesini amaçlayan etkin kamuoyu bilinçlendirme kampanyalarının başlatılması ve sürdürülmesi:

(i) Engelli kişilerin haklarının kabul edilmesinin sağlanması;

(ii) Engelli kişilere karşı olumlu algılamaların ve daha fazla sosyal bilinçlenmenin teşvik edilmesi;

(iii) Engelli  kişilerin becerileri, liyakatleri ve kabiliyetleri ile işyeri ve işgücü piyasasındaki katkılarının kabul edilmesinin sağlanması;

(b) Küçük yaştaki bütün çocuklar dahil olmak üzere eğitim sisteminin bütün düzeylerinde engelli kişilerin haklarına saygı gösterilmesine yönelik davranışların pekiştirilmesi;

(c) Bütün medya organlarının haber ve programlarında engelli kişilere işbu Sözleşmenin amacı ile uyumlu bir şekilde yer vermelerinin teşvik edilmesi;

(d) Engelli kişiler ve bu kişilerin hakları ile ilgili bilinçlendirme ve eğitim programlarının teşvik edilmesi.

 

Madde 9 Erişilebilirlik

1. Engelli kişilerin bağımsız olarak yaşayabilmeleri ve yaşamın bütün yönlerine tam olarak katılabilmeleri için Taraf Devletler, engelli kişilerin başkaları ile eşit olarak kentsel ve kırsal alanlarda kamuya açık olan veya sağlanan fiziksel ortama, ulaşıma,bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemleri dahil olmak üzere bilgi ve iletişime ve öteki tesislere ve hizmetlere erişimini sağlamak için gerekli önlemleri alacaklardır.Erişim konusundaki engeller ve güçlüklerin belirlenmesi ve kaldırılmasını içerecek bu önlemler, başka hususlar yanı sıra aşağıdakiler için geçerli olacaktır:

(a) Binalar, yollar, ulaşım ve okullar, konutlar, sağlık kuruluşları ve işyerleri dahil olmak üzere öteki açık ve kapalı tesisler;

(b) Elektronik hizmetler ve acil hizmetler dahil olmak üzere bilgi, iletişim ve öteki hizmetler.

2. Taraf Devletler, aşağida belirtilen amaçlarla gerekli önlemleri alacaklardır

(a) Kamuya açık olarak veya sağlanan tesisler ve hizmetlerin erişilebilirliği konusunda asgari standartlar ve kuralların oluşturulması, yayınlanması ve uygulanmasının izlenmesi;

(b) Kamuya açık olan veya sağlanan tesisleri veya hizmetleri sunan özel kuruluşların, engelli kişilerin erişimine ilişkin bütün hususları dikkate almalarının sağlanması;

(c) Engelli kişilerin karşı karşıya bulunduğu erişimle ilgili meseleler konusunda paydaşlar için eğitim verilmesi;

(d) Kamuya açık olan binalara ve öteki tesislere kolay okunabilir ve anlaşılabilir biçimde Braille (kabartma) alfabesi ile yazılmış levhalar konulması;

(e) Kamuya açık binalara ve öteki tesislere girişin kolaylaştırılması için rehberler, okuyucular ve profesyonel levha lisanı çevirmenleri dahil olmak üzere yardımcı kişi ve aracılar temin edilmesi;

(f) Engelli kişilerin bilgiye erişiminin sağlanması için bu kişelere başka uygun biçimdeki yardım ve destek sağlanmasının teşvik edilmesi;

(g) Engelli kişilerin İnternet dahil olmak üzere yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinden yararlanmalarının teşvik edilmesi;

(h) Erişilebilir bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemlerinin, bunlardan asgari maliyetle yararlanılabilmesi için erken aşamada tasarlanmaları, geliştirilmeleri, üretilmeleri ve dağıtılmalarının teşvik edilmesi.

 

Madde 10 Yaşam hakkı

Taraf Devletler, her kişinin doğuştan yaşama hakkına sahip olduğunu yeniden teyit etmektedirler ve engelli kişilerin bu haktan öteki kişilerle eşit olarak etkin bir şekilde yararlanmalarının sağlanması için gerekli bütün önlemleri alacaklardır.

 

Madde 11 İnsani acil durumlar ve tehlikeli durumlar

Taraf Devletler, uluslar arası insani hukuk ve uluslar arası insan hakları hukuku dahil olmak üzere uluslar arası hukuk çerçevesindeki kendi yükümlülüklerine uygun olarak savaş durumları, insani acil durumlar ve doğal afetlerin meydana gelmesi dahil olmak üzere tehlikeli durumlarda engelli kişilerin korunması ve güvenliğinin sağlanması amacıyla gerekli bütün önlemleri alacaklardır.

 

Madde 12 Yasa önünde eşit tanınma

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin yasa önünde her yerde kişi olarak tanınma hakkına sahip olduğunu yeniden teyit etmektedirler.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin, yaşamın her alanında öteki kişilerle eşit olarak hukuki ehliyete sahip olduklarını kabul etmektedirler.

3. Taraf Devletler, engelli kişilerin kendi yasal ehliyetlerini kullanırken ihtiyaç duyabilecekleri desteği alabilmeleri için gerekli önlemleri alacaklardır.

4. Taraf Devletler, yasal ehliyetin kullanılması ile ilgili olan bütün önlemlerin, uluslar arası insan hakları hukukuna uygun olarak istismarın önlenmesi için uygun ve etkin mekanizmaları içermesini sağlayacaklardır. Bu mekanizmalar, hukuki ehliyetin kullanılması ile ilgili önlemlerin, kişinin hakları, iradesi ve tercihlerine saygı göstermelerini, herhangi bir çıkar çatışması ve gereksiz etkiden ari olmalarını, kişinin koşullarına uygun ve orantılı olmalarını, mümkün olan en kısa süre boyunca uygulanmalarını ve yetkili, bağımsız ve tarafsız bir makam veya adli organ tarafından düzenli olarak gözden geçirilmelerini sağlayacaktır. Bu mekanizmalar, bu önlemlerin kişinin hakları ve menfaatlerini etkileme derecesi ile orantılı olacaktır.

5. Bu madde hükümlerine tabi olarak Taraf Devletler, engelli kişilerin mülk sahibi olma veya miras edinme, kendi mali işlerini denetleme ve banka kredileri, ipotekler ve başka biçimdeki finansal kredilerden eşit şekilde yararlanma konusunda eşit haklara sahip olmalarını sağlamak için gerekli ve etkin bütün önlemleri alacaklar ve engelli kişilerin mülklerinin keyfi bir şekilde ellerinden alınmamasını sağlayacaklardır.

 

Madde 13 Yargıya erişim

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin soruşturma ve öteki ön aşamalarla birlikte bütün hukuki muamelelerde tanıklık yapmak dahil olmak üzere doğrudan veya dolaylı katılımcılar olarak etkin rollerini kolaylaştırmak amacıyla usule ilişkin ve yaşlarına uygun imkanların sağlanması dahil olmak üzere öteki kişilerle eşit olarak etkin biçimde yargıya erişimlerini sağlayacaklardır.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin yargıya etkin bir şekilde erişmelerine yardımcı olmak amacıyla polis ve cezaevi personeli dahil olmak üzere yargının idaresi alanında çalışmakta olan kişiler için uygun eğitimi teşvik edeceklerdir.

 

Madde 14 Kişinin hürriyeti ve güvenliği

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin öteki kişilerle eşit biçimde:

(a) kişisel hürriyet ve güvenlik hakkından yararlanmalarını;

(b) hürriyetlerinden yasal olmayan veya keyfi bir şekilde mahrum bırakılmamalarını ve her türlü hürriyetten mahrum bırakma durumunun hukuka uygun olmasını ve bir engellilik durumunun hiç bir şekilde hürriyetten mahrum bırakılmayı haklı göstermemesini sağlayacaklardır.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin herhangi bir hukuki muamele sonucunda hürriyetlerinden mahrum bırakılmaları durumunda başka kişilerle eşit olarak uluslararası insan hakları hukukuna uygun olarak teminatlardan yararlanma hakkına sahip olmalarını ve makul imkanların sağlanması dahil olmak üzere işbu Sözleşme amaçları ve ilkelerine uygun olarak muamele görmelerini sağlayacaklardır.

 

Madde 15 İşkence veya zalimane, insanlık dışı veya küçültücü muamele veya cezalara maruz bırakılmama

1. Hiç kimse, işkence veya zalimane, insanlık dışı veya küçültücü muamele veya cezalara tabi tutulmamalıdır. Özellikle hiç kimse, kendi özgür rızası olmadan tıbbi veya bilimsel deneylere tabi tutulmamalıdır.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin, işkence veya zalimane, insanlık dışı veya küçültücü muamele veya cezalara tabi tutulmasının önlenmesi için başka kişilerle eşit biçimde bütün etkin yasal, idari, adli veya başka önlemleri alacaklardır.

 

Madde 16 İstismar, şiddet ve tacize maruz bırakılmama

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin evde ve ev dışında bunların cinsiyetle ilgili yönleri dahil olmak üzere her türlü istismar, şiddet ve tacize karşı korunması için gerekli bütün yasal, idari, sosyal, eğitimle ilgili ve öteki önlemleri alacaklardır.

2. Taraf Devletler, ayrıca başka hususlar yanı sıra istismar, şiddet ve taciz durumlarının önlenmesi, belirlenmesi ve bildirilmesi konusunda bilgi ve eğitim sağlanması dahil olmak üzere engelli kişiler ve bunların aileleri ve bakıcıları için cinsiyet ve yaşla ilgili uygun yardım ve desteği sağlayarak her türlü istismar, şiddet ve tacizi önlemek için gerekli bütün önlemleri alacaklardır.

3. Taraf Devletler, her türlü istismar, şiddet ve tacizin meydana gelmesini önlemek amacıyla engelli kişilere hizmet verilmesini amaçlayan bütün tesisler ve programların, bağımsız makamlar tarafından etkin bir şekilde izlenmesini sağlayacaklardır.

4. Taraf Devletler, koruma hizmetleri sağlanması dahil olmak üzere her türlü istismar, şiddet veya tacize maruz kalmış olan engelli kişilerin fiziksel, zihinsel ve psikolojik açıdan iyileşmeleri, rehabilite edilmeleri ve topluma geri kazandırılmalarının teşvik edilmesi amacıyla gerekli bütün önlemleri alacaklardır. Bu iyileşme ve topluma geri kazandırma, kişinin sağlığı, refahı, kendine saygısı, onuru ve özerkliğini güçlendiren ve cinsiyet ve yaşla ilgili gereksinimleri dikkate alan bir ortamda gerçekleşecektir.

5. Taraf Devletler, engelli kişilere karşı istismar, şiddet ve taciz olaylarının belirlenmesi, soruşturulması ve gerektiğinde yargıya intikal ettirilmesinin sağlanması amacıyla kadın ve çocuklara yönelik mevzuat ve politikalar dahil olmak üzere etkin mevzuat ve politikaları uygulayacaklardır.

 

Madde 17 Kişinin bütünlüğünün korunması

Engelli her kişi, başkaları ile eşit olarak bedensel ve ruhsal bütünlüğüne saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.

 

Madde 18 Tabiyet ve seyahat özgürlüğü

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin başkaları ile eşit biçimde seyahat özgürlüğü ve ikamet edecekleri yeri ve tabiyetlerini seçme özgürlüğü konusundaki haklarını, engelli kişiler için aşağıdaki imkanları sağlayarak tanıyacaklardır:

(a) Bir tabiyeti elde etme ve değiştirme hakkına sahip olmaları ve tabiyetlerinden keyfi bir şekilde veya engelli olmaları nedeniyle mahrum bırakılmamaları;

(b) Engelli olmaları nedeniyle tabiyetlerine ilişkin belgeleri veya başka kimlik belgelerini elde etme, taşıma ve kullanma ya da seyahat hürriyeti hakkının kullanılmasının kolaylaştırılması için gerekli olabilecek göçmenlik işlemleri gibi ilgili süreçleri kullanma kabiliyetlerinden mahrum bırakılmamaları;

(c) Kendi ülkeleri dahil olmak üzere herhangi bir ülkeden serbestçe ayrılabilmeleri;

(d) kendi ülkelerine girme hakkından keyfi biçimde veya engelli olmaları nedeniyle mahrum bırakılmamaları.

2. Engelli çocuklar, doğumdan hemen sonra kaydettirilmeli ve doğdukları anda bir isim verilme hakkına, bir ülkenin vatandaşlığını elde etme hakkına ve mümkün olduğu ölçüde kendi anne ve babalarını bilme ve onlar tarafından bakılma hakkına sahip olmalıdır.

 

Madde 19 Bağımsız yaşama ve topluma dahil olma

İşbu Sözleşme’nin Taraf Devletleri, engelli bütün kişilerin, öteki kişilerle eşit seçimler yaparak toplum içinde yaşama konusundaki eşit haklara sahip olduğunu kabul etmektedirler ve engelli kişilerin bu haktan tam olarak yararlanmaları ve topluma tam olarak dahil olmaları ve katılımlarının kolaylaştırılması amacıyla aşağıdakilerin sağlanması da dahil olmak üzere etkin ve uygun önlemleri alacaklardır:

(a) Engelli kişilerin, ikamet edecekleri yeri ve nerede ve kiminle birlikte yaşayacaklarını başkaları ile eşit olarak seçme fırsatına sahip olmaları ve belirli bir şekilde düzenlenmiş bir yerde ikamet etmek zorunda olmamaları;

(b) Engelli kişilerin, yaşama ve topluma dahil olmalarının desteklenmesi ve toplumdan tecrit edilmeleri ve toplum dışında kalmalarının önlenmesi için gerekli olan kişisel yardım dahil olmak üzere ev içindeki, yerleşim yerindeki ve başka toplam destek hizmetlerinden yararlanmaları;

(c) Vatandaşlara yönelik toplum hizmetleri ve tesislerinin, eşit biçimde engelli kişilerin yararlanmasına açık olmaları ve onların gereksinimlerini karşılamaları.

 

Madde 20 Kişisel hareket imkanları

Taraf Devletler, aşağıdakiler de dahil olmak üzere engelli kişiler için mümkün olan en fazla bağımsızlık sağlayan kişisel hareket imkanlarının sağlanması amacıyla etkin önlemler alacaklardır:

(a) Engelli kişilerin kişisel hareket imkanlarının, kendi seçtikleri şekilde ve anda ve ayrıca karşılayabilecekleri bir maliyetle kolaylaştırılması;

(b) Engelli kişilerin kaliteli hareket araçları, cihazları, destekleyici teknolojiler ve kişilerin ve aracıların sağladığı yardımdan yararlanmalarının, bunların karşılayabilecekleri bir maliyetle sunulması dahil olmak üzere kolaylaştırılması,

(c) Engelli kişiler ve engelli kişilere hizmet veren uzman personel için hareket becerileri konusunda eğitim verilmesi;

(d) Hareket araçları, cihazları ve yardımcı teknolojiler üreten kuruluşların, engelli kişilerin hareketine ilişkin bütün unsurları dikkate almaya teşvik edilmeleri.

 

Madde 21 İfade ve görüş özgürlüğü ve bilgiye erişim

Taraf Devletler, aşağıda belirtilenlerin gerçekleştirilmesi de dahil olmak üzere engelli kişilerin, işbu Sözleşme’nin 2. Maddesinde tanımlandığı şekilde başkaları ile eşit biçimde ve seçtikleri her türlü iletişim yöntemi yoluyla bilgi ve fikirleri araştırma, alma ve açıklama hürriyeti dahil olmak üzere görüş ve ifade özgürlüğü hakkını kullanabilmeleri için gerekli bütün önlemleri alacaklardır:

(a) Kamuoyuna yönelik olan bilgilerin, farklı engellilik türlerine uygun erişilebilir biçimler ve teknolojiler kullanarak zamanında ve ilave masraf gerektirmeden engelli kişiler için sağlanması;

(b) Engelli kişilerle resmi yazışmalar ve iletişimde işarete dayalı lisanların, Braille alfabesinin, yükseltilici ve alternatif iletişimin ve kendi seçecekleri bütün öteki yararlanılabilir araçlar, tarzlar ve biçimlerin kabul edilmesi ve kullanımlarının kolaylaştırılması;

(c) İnternet dahil olmak üzere kamuya hizmet veren özel kuruluşların engelli kişiler tarafından erişilebilir ve kullanılabilir biçimde bilgi ve hizmet sağlamaya teşvik edilmeleri;

(d) İnternet üzerinden bilgi sağlayanlar dahil olmak üzere kitle haberleşme kuruluşlarının, sağladıkları hizmetlerden engelli kişilerin de yararlanmalarını sağlamaya teşvik edilmeleri;

(e) İşarete dayalı lisanların kabul edilmesi ve kullanımlarının teşvik edilmesi.

 

Article 22 Gizliliğe saygı gösterilmesi

1. Engelli hiç kimse, ikamet ettiği yere veya yaşam düzenlemelerine bakılmaksızın özel yaşamı, ailesi, evi veya yazışmaları ya da başka türdeki iletişimlerine keyfi veya yasal olmayan müdahalelere veya onuru ve itibarına yasadışı saldırılara maruz kalmamalıdır. Engelli kişiler, bu tür müdahaleler veya saldırılara karşı yasa ile korunma hakkına sahiptir.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin kişisel, sağlıkla ilgili veya rehabilite edilmeleri ile ilgili bilgilerin gizliliğini başka kişilerle eşit bir şekilde koruyacaklardır.

 

Madde 23 Ev ve aileye saygı

1. Taraf Devletler, aşağıdaki hususların sağlanması için evlilik, aile, anne ve babalık ve ilişkilerle ilgili bütün konularda engelli kişilere karşı ayrımcılığın, başka kişilerle eşit şekilde ortadan kaldırılması için etkin ve uygun önlemleri alacaklardır:

(a) Evlenme yaşında olan bütün engelli kişilerin, seçilen eşlerin serbestçe ve tam muvafakatine dayalı olarak evlenme ve bir aile kurma haklarının kabul edilmesi;

(b) Engelli kişilerin, çocuklarının sayısı ve ne zaman dünyaya gelecekleri konusunda serbestçe ve sorumlu bir şekilde karar verme ve yaşla ilgili bilgiler ve üreme ve aile planlaması eğitiminden yararlanma haklarının kabul edilmesi ve bu hakları kullanabilmeleri için gerekli imkanların sağlanması;

(c) Çocuklar dahil olmak üzere engelli kişilerin, başka kişilerle eşit olarak doğurganlıklarını muhafaza etmeleri.

2. Taraf Devletler, bu kavramların ulusal mevzuatta mevcut olması halinde vasilik, koruyuculuk, çocukları evlat edinme veya benzeri düzenlemeler konusunda engelli kişilerin haklara ve sorumlululara sahip olmalarını sağlayacaklardır ve her türlü durumda çocuğun çıkarları büyük önem taşıyacaktır. Taraf Devletler, engelli kişelere çocuk yetiştirme ile ilgili sorumlulukları konusunda gerekli yardımı sağlayacaktır.

3. Taraf Devletler, engelli çocukların aile yaşamı konusunda eşit haklara sahip olmalarını sağlayacaklardır. Bu hakların gerçekleştirilmesi ve engelli çocukların saklanması, terk edilmesi, ihmal edilmesi ve öteki çocuklardan ayrılması için Taraf Devletler, engelli çocuklara ve ailelerine erken ve kapsamlı bilgi, hizmetler ve destek sağlamayı taahhüt etmektedir.

4. Taraf Devletler, yetkili makamların, bir adli incelemeye bağlı olarak ilgili yasa ve usullere uygun olarak bu ayrılığın çocuğun çıkarlarına uygun olduğunu belirlemeleri dışında bir çocuğun, anne ve babasından, onların isteklerine aykırı olarak ayrılmamasını sağlayacaklardır. Bir çocuk, hiçbir durumda anne ve babasından, çocuğun veya annesinin, babasının ya da her ikisinin engelli olması nedeniyle ayrılmayacaktır.

5. Taraf Devletler, anne ve babasının engelli bir çocuğa bakabilecek durumda olmaması halinde başka akrabaları tarafından bakılmaları veya bunun mümkün olmaması durumunda toplum içinde bir aile ortamında bakılmaları için gerekli her türlü çabayı göstermeyi taahhüt ederler.

 

Madde 24 Eğitim

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin eğitim hakkını tanımaktadır. Taraf Devletler, bu hakkın ayrımcılık olmadan ve eşit fırsat esasına göre gerçekleştirilmesi amacıyla aşağıdaki hedeflere yönelik olan her düzeydeki kapsamlı bir eğitim sistemini ve yaşam boyu öğrenimi sağlayacaklardır:

(a) İnsan potansiyeli ve onur ve kendine değer verme duygusunun tam olarak geliştirilmesi ve insan hakları, temel özgürlükler ve insani çeşitliliğe gösterilen saygının güçlendirilmesi;

(b) Engelli kişilerin kişilikleri, becerilerive yaratıcılıkları yanı sıra zihinsel ve fiziksel kabiliyetlerinin tam olarak geliştirilmesi;

(c) Engelli kişilerin özgür bir topluma etkin bir şekilde katılabilmelerinin sağlanması.

2. Taraf Devletler, bu hakkın gerçekleştirilmesi için aşağıdakileri sağlayacaklardır:

(a) Engelli kişilerin, engelli olmaları nedeniyle genel eğitim sisteminden dışlanmamaları ve engelli çocukların, engelli olmaları nedeniyle serbest ve zorunlu temel eğitim veya orta öğretimden mahrum bırakılmamaları;

(b) Engelli kişilerin, kapsamlı, kaliteli ve serbest temel eğitimden ve orta eğitimden içinde yaşadıkları toplumdaki öteki kişilerle eşit olarak yararlanabilmeleri;

(c) Kişinin gereksinimlerinin makul şekilde karşılanması;

(d) Engelli kişilerin, genel eğitim sistemi içinde etkin eğitimlerinin kolaylaştırılması için gerekli desteği almaları;

(e) Dahil olma amacı ile uyumlu şekilde akademik ve sosyal gelişimi azami düzeye çıkaran ortamlarda etkin kişiye yönelik destek önlemlerinin sağlanması.

3. Taraf Devletler, engelli kişilerin toplumun üyeleri olarak ve eğitime tam ve eşit katılımlarını kolaylaştırmak için yaşamı ve sosyal gelişim becerilerini öğrenmelerini sağlayacaklardır. Taraf Devletler, bu amaçla aşağıdakiler dahil olmak üzere gerekli önlemleri alacaklardır:

(a) Braille alfabesi, alternatif yazı ve alternatif yükseltici ve alternatif iletişim yöntem, araç ve biçimleri ile yönlendirme ve hareket becerilerinin öğrenilmesinin ve arkadaş desteği ve yönlendirmesinin kolaylaştırılması;

(b) İşaret lisanının öğrenilmesinin kolaylaştırılması ve işitmi engelli kişilerin dil kimliklerinin teşvik edilmesi;

(c) Görme, işitme veya hem görme hem işitme engelli kişilerin ve özellikle çocukların eğitiminin, birey için en uygun lisanlarda ve iletişim yöntemleri ve araçları kullanılarak ve akademik ve sosyal gelişimi azami düzeye çıkaran ortamlarda verilmesinin sağlanması.

4. Taraf Devletler, bu hakkın gerçekleştirilmesinin sağlanmasına yardımcı olmak için engelli öğretmenler dahil olmak üzere işaret lisanı ve/veya Braille alfabesi konusunda eğitim görmüş öğretmenlerin istihdam edilmesi ve eğitimin bütün düzeylerinde çalışan meslek mensupları ve personelin eğitilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Bu eğitim, engelli olma konusunda bilinçlendirmeyi ve engelli kişilerin desteklenmesi için uygun yükseltici ve alternatif yöntemler, araçlar ve biçimler, eğitim teknikleri ve malzemelerinin kullanılmasını içerecektir.

5. Taraf Devletler, engelli kişilerin genel yüksek öğrenim, mesleki öğrenim, yetişkin öğrenimi ve yaşam boyu öğrenmeden ayrımcılık olmadan ve başka kişilerle eşit olarak yararlanabilmelerini sağlayacaklardır. Taraf Devletler, bu amaçla engelli kişiler için makul imkanların temin edilmesini sağlayacaklardır.

 

Madde 25 Sağlık

Taraf Devletler, engelli kişilerin, engelli olma nedeniyle herhangi bir ayrımcılık yapılmadan gerçekleştirilmesi mümkün en yüksek sağlık standardından yararlanma hakkına sahip olduğunu kabul etmektedir. Taraf Devletler, engelli kişilerin sağlıkla ilgili rehabilitasyon dahil olmak üzere cinsiyete duyarlı sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını sağlamak için gerekli bütün önlemleri alacaklardır. Taraf Devletler, özellikle aşağıdakileri gerçekleştireceklerdir:

(a) Cinsel ve üreme ile ilgili sağlık ve nüfusa dayalı kamu sağlığı programları alanındakiler dahil olmak üzere başka kişilere sağlanan aynı alan, kalite ve standarttaki ücretsiz veya uygun ücretli sağlık hizmetleri ve programlarının engelli kişiler için de sağlanması;

(b) Çocuklar ve daha yaşlı kişiler dahil olmak üzere engelli olma durumunun asgari düzeye indirilmesi veya başkalarının önlenmesini amaçlayan hizmetler ve duruma göre erken belirleme ve müdahale dahil olmak üzere engelli kişilerin özellikle engelleri nedeniyle gereksinim duydukları sağlık hizmetlerinin sağlanması;

(c) Bu sağlık hizmetlerinin kırsal alandakiler dahil olmak üzere insanların kendi toplumlarına mümkün olduğu kadar yakın bir şekilde sağlanması;

(d) Sağlık mesleği mensuplarından, eğitim ve kamu ve özel sağlık hizmetlerine ilişkin mesleki standartların yayınlanması yoluyla başka hususlar yanı sıra engelli kişilerin insan hakları, onur, özerklik ve gereksinimleri konusundaki bilinç düzeyilerini yükselterek serbest ve bilinçli muvafakate dayalı olarak temin edilenler dahil olmak üzere engelli kişilere başkaları ile aynı kalitede sağlık hizmeti vermelerinin istenmesi;

(e) Bu sigortaya ulusal hukuk çerçevesinde izin verilmesi halinde adil ve makul bir şekilde sağlanması gereken yaşam sigortası ve sağlık sigortası temini konusunda engelli kişilere karşı ayrımcılığın yasaklanması;

(f) Engelli olma nedeniyle sağlık bakımı, sağlık hizmetleri, gıda ve sıvı temininin ayrımcılığa dayalı bir şekilde reddedilmesinin önlenmesi.

 

Madde 26 Uyum ve Rehabilitasyon

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin azami bağımsızlık ve tam fiziksel, zihinsel, sosyal ve mesleki kabiliyetleri elde etmeleri ve sürdürmeleri ve yaşamın bütün yönlerine tam olarak dahil olmaları ve katılmaları için aynı statüye sahip kişilerin desteği dahil olmak üzere etkin ve uygun önlemleri alacaktır. Taraf Devletler, bu amaçla özellikle sağlık, istihdam, eğitim ve sosyal hizmetler alanındaki kapsamlı uyum ve rehabilitasyon hizmetleri ve programlarını bu hizmetler ve programların aşağıdaki özelliklere sahip olmalarını sağlayacak biçimde düzenleyecekler, güçlendirecekler ve kapsamını genişleteceklerdir:

(a) Bu hizmetler ve programlar, mümkün olan en erken aşamada başlayacak ve bireysel gereksinimler ve avantajların çeşitli branşlarda değerlendirilmesine dayalı olacaktır;

(b) Topluma ve yaşamın her alanına katılım ve dahil olmayı destekleyecekler, gönüllülük esasına dayanacaklar ve engelli kişilere, kırsal bölgeler dahil olmak üzere yaşadıkları yerleşim birimine mümkün olduğu kadar yakın bir yerde sağlanacaklardır.

2. Taraf Devletler, uyum ve rehabilitasyon hizmetleri alanında çalışan meslek mensupları ve personel için ön ve sürekli eğitim sağlanmasını teşvik edeceklerdir.

3. Taraf Devletler, uyum ve rehabilitasyonla ilgili olan engelli kişiler için tasarlanmış yardımcı cihazlar ve teknolojilerin bulunmasını, bu konuda bilgi sağlanmasını ve kullanımlarını teşvik edeceklerdir.

 

Madde 27 İş ve istihdam

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin başkaları ile eşit bir şekilde çalışma hakkına sahip olduklarını kabul etmektedirler. Bu hak, engelli kişilere açık olan, onları dahil eden ve erişebildikleri bir işgücü piyasasında ve çalışma ortamında serbestçe seçilen veya kabul edilen bir işte çalışarak geçimini sağlama hakkını da içerir. Taraf Devletler, aşağıdaki amaçları gerçekleştirmek amacıyla mevzuat dahil olmak üzere gerekli adımları atarak istihdam sırasında sakatlananlar dahil olmak üzere herkes için çalışma hakkının gerçekleşmesini teşvik edecek ve koruyacaklardır:

(a) İşe girme koşulları, işe alma ve istihdam etme, istihdamın devam etmesi, işte ilerleme ve güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları dahil olmak üzere her türlü istihdam biçimlerine ilişkin bütün konularda engellilik nedeniyle ayrımcılığın yasaklanması;

(b) Eşit değerdeki işler için eşit ücret ve eşit fırsatlar, tacize karşı korunma dahil olmak üzere sağlıklı ve güvenli çalışma koşulları ve haksızlıkların düzeltilmesi dahil olmak üzere engelli kişilerin öteki kişilerle eşit bir biçimde adil ve elverişli çalışma haklarından yararlanma haklarının korunması;

(c) Engelli kişilerin başkaları ile eşit bir şekilde işgücü ve sendikal haklarını kullanabilmelerinin sağlanması;

(d) Engelli kişilerin, genel teknik ve mesleki yönlendirme programları, işe yerleştirme hizmetleri ve mesleki ve sürekli eğitimden etkin şekilde yararlanabilmeleri;

(e) Engelli kişiler için işgücü piyasasında istihdam fırsatları ve işte ilerleme imkanlarının teşvik edilmesi ve ayrıca iş bulma, işte çalışma ve işe dönme konusunda yardım sağlanması;

(f) Serbest meslek, girişimcilik, kooperatifler kurulması ve kendi işini kurma fırsatlarının yaratılması;

(g) Engelli kişilerin kamu sektöründe istihdam edilmesi;

(h) Olumlu eylem programları, teşvikler ve öteki önlemleri içerebilecek uygun politikalar ve önlemler yoluyla engelli kişilerin özel sektörde istihdam edilmesinin teşvik edilmesi;

(i) İşyerinde engelli kişiler için makul imkanların bulunmasının sağlanması;

(j) Engelli kişilerin açık işgücü piyasasında iş deneyimi kazanmalarının teşvik edilmesi;

(k) Engelli kişiler için mesleki ve profesyonel rehabilitasyon, işte çalışma ve işe dönme programlarının teşvik edilmesi;

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin köle veya hizmetkar olarak kullanılmamalarını ve başkaları ile eşit bir şekilde zorla veya zorunlu çalışmaya karşı korunmalarını sağlayacaklardır.

Madde 28
Yeterli yaşam standardı ve sosyal koruma

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin kendileri ve aileleri için yeterli gıda, giyecek ve konut dahil olmak üzere yeterli bir yaşam standardına sahip olma ve yaşam koşullarının sürekli olarak iyileştirilmesi hakkına sahip olduklarını kabul etmektedirler ve engellilik nedeniyle herhangi bir ayrımcılık uygulanmadan bu hakkın gerçekleştirilmesini teşvik etmek ve korumak için gerekli adımları atacaklardır.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin sosyal koruma ve bu haktan engellilik nedeniyle herhangi bir ayrımcılık uygulanmadan yararlanma hakkına sahip olduklarını kabul etmektedirler ve aşağıdaki amaçlara yönelik önlemler dahil olmak üzere bu hakkın gerçekleştirilmesinin teşvik edilmesi ve korunması için gerekli adımları atacaklardır:

(a) Engelli kişilerin temiz su hizmetlerinden eşit şekilde yararlanmalarının sağlanması ve engelli olma ile ilgili gereksinimler konusunda gerekli ve uygun maliyetli hizmetler, cihazlar ve başka yardımlardan yararlanmalarının sağlanması;

(b) Engelli kişilerin, özellikle de engelli kadın ve kızların ve engelli yaşlıların sosyal koruma programları ve yoksulluğun azaltılması programlarından yararlanmalarının sağlanması;

(c) Yoksulluk içinde yaşayan engelli kişilerin ve ailelerinin, yeterli eğitim, danışmanlık, mali yardım ve geçici bakım yardımı dahil olmak üzere engelli olma ile ilgili giderler konusunda Devletin sağladığı yardımlardan yararlanmalarının sağlanması;

(d) Engelli kişilerin sosyal konut programlarından yararlanmalarının sağlanması;

(e) Engelli kişilerin emeklilik imkanları ve programlarından eşit olarak yararlanmalarının sağlanması.

Madde 29
Siyasi ve toplumsal yaşama katılım

Taraf Devletler, engelli kişilere siyasi hakları ve bu haklardan başkaları ile eşit bir şekilde yararlanma fırsatını tanıyacaklardır ve aşağıdaki taahhütlerde bulunmaktadırlar:

(a) Aşağıdakilerin gerçekleştirilmesi yoluyla engelli kişilerin, seçme ve seçilme hakkı ve fırsatı dahil olmak üzere doğrudan veya serbestçe seçilen temsilciler yoluyla başkaları ile eşit bir şekilde siyasi ve toplumsal yaşama etkin ve tam olarak katılmalarının sağlanması:

(i) Oy kullanma usulleri, yerleri ve malzemelerinin uygun, erişilebilir ve kolayca anlaşılabilir ve kullanılabilir olmasının sağlanması;

(ii) Engelli kişilerin seçimlerde ve referandumlarda baskı olmadan gizli oy kullanma, seçimlerde aday olma, hükümetin her düzeyinde etkin şekilde görev yapma ve bütün kamu görevlerini ifa etme haklarının korunması ve gerektiğinde yardımcı ve yeni teknolojilerin kullanılmasının kolaylaştırılması;

(iii) Engelli kişilerin seçmen olarak iradelerinin serbestçe ifade edilmesinin sağlanması ve bu amaçla gerektiğinde talepleri üzerine kendi seçecekleri bir kişinin yardımı ile oy kullanmalarına izin verilmesi;

(b) Engelli kişilerin, ayrımcılık olmadan ve başkaları ile eşit koşullarda kamu işlerinin yürütülmesine etkin ve tam olarak katılabilecekleri bir ortamın etkin şekilde teşvik edilmesi ve aşağıdakiler dahil olmak üzere engelli kişilerin kamu işlerine katılmalarının teşvik edilmesi:

(i) Ülkedeki toplumsal ve siyasi yaşamla ilgili sivil toplum kuruluşları ve derneklerine ve siyasi partilerin faaliyetleri ve yönetimine katılım;

(ii) Engelli kişilerin uluslar arası, ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde temsil edilmesi amacıyla engelli kişiler için örgütler kurulması ve bunlara üyelik.

Madde 30
Kültürel yaşam, dinlenme, eğlence ve spora katılım

1. Taraf Devletler, engelli kişilerin kültürel yaşama başkaları ile eşit bir şekilde katılma hakkını kabul etmektedir ve engelli kişilerin, aşağıdakilerden yararlanmaları için gerekli bütün önlemleri alacaklardır:

(a) Kültürel malzemelerden erişilebilir biçimlerde yararlanılması;

(b) Televizyon programları, filmler, tiyatro ve öteki kültürel faaliyetlerden erişilebilir biçimlerde yararlanılması;

(c) Tiyatrolar, müzeler, sinemalar, kütüphaneler ve turizm hizmetleri gibi kültürel oyunlar veya hizmetlere yönelik yerlere giriş ve mümkün olduğu ölçüde ulusal kültürel öneme sahip anıtlar ve yerlere giriş.

2. Taraf Devletler, engelli kişilerin sadece kendi yararları için değil, aynı zamanda toplumun zenginleşmesi için kendi yaratıcı, artistik ve fikir potansiyellerinin geliştirilmesi ve kullanılması fırsatına sahip olmaları için gerekli önlemleri alacaklardır.

3. Taraf Devletler, fikri mülkiyet haklarını koruyan yasaların engelli kişilerin kültürel malzemelerden yararlanmalarına yönelik makul olmayan veya ayrımcılığa dayalı bir engel oluşturmamasını sağlamak için uluslar arası hukuka uygun olarak bütün gerekli adımları atacaklardır.

4. Engelli kişiler, başkaları ile eşit bir şekilde işaret lisanı ve işitme engellilere özgü kültür dahil olmak üzere kendi özel kültürel ve dil kimliklerinin kabul edilmesi ve desteklenmesi hakkına sahiptir.

5. Taraf Devletler, engelli kişilerin dinlenme, eğlence ve spor faaliyetlerine başkaları ile eşit bir şekilde katılabilmeleri için aşağıdaki amaçla gerekli önlemleri alacaklardır:

(a) Engelli kişilerin her düzeyde yaygın spor faaliyetlerine mümkün olan azami ölçüde katılımlarının cesaretlendirilmesi ve teşvik edilmesi;

(b) Engelli kişilerin engelli olma durumu ile ilgili spor ve dinlenme faaliyetlerini düzenleme, geliştirme ve katılma fırsatına sahip olmalarının sağlanması ve bu amaçla uygun talimat, eğitim ve  kaynakların başkaları ile eşit bir şekilde temin edilmesinin sağlanması;

(c) Engelli kişilerin sport, dinlenme ve turistik tesislere girişlerinin sağlanması;

(d) Engelli çocukların, okul sistemindeki bu tür faaliyetler dahil olmak üzere oyun, dinlenme, eğlence ve spor faaliyetlerine başka çocuklarla eşit bir şekilde katılımlarının sağlanması;

(e) Engelli kişilerin, dinlenme, turizm, eğlence ve spor faaliyetlerinin düzenlenmesinde görev alan kişilerin hizmetlerinden yararlanmalarının sağlanması.

Madde 31
İstatistik ve veri toplama

1. Taraf Devletler, işbu Sözleşme’nin yürürlüğe konulmasına yönelik politikaları oluşturmaları ve uygulayabilmeleri için istatistiksel ve araştırma verileri dahil olmak üzere uygun bilgileri toplamayı taahhüt etmektedirler. Bu bilgilerin toplanması ve muhafaza edilmesi süreci:

(a) Engelli kişilerin yaşamlarının gizliliği ve buna saygı gösterilmesinin sağlanması amacıyla verilerin korunmasına yönelik mevzuat dahil olmak üzere yasal olarak belirlenmiş kurallara uygun olacak;

(b) İstatistiksel verilerin toplanması ve kullanılmasında insan hakları, temel özgürlükler ve mesleki ilkelerin korunmasına yönelik uluslar arası düzeyde kabul edilmiş kurallara uygun olacaktır.

2. Bu madde uyarınca toplanan bilgiler, gerekli şekilde ayrılacak ve Taraf Devletlerin işbu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerinin uygulanmasının değerlendirilmesine ve engelli kişilerin haklarını kullanırken karşılaştıkları engellerin belirlenmesi ve çözüm bulunmasına yardımcı olmak amacıyla kullanılacaktır.

3. Taraf Devletler, bu istatistiksel verilerin yayılması konusunda sorumluluk üstlenecek ve engelli kişilerle diğerlerinin bunlardan yararlanmalarını sağlayacaklardır.

Madde 32
Uluslar arası işbirliği

1. Taraf Devletler, işbu Sözleşme’nin amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesine yönelik ulusal çalışmaların desteklenmesinde uluslar arası işbirliğinin ve bunun teşvik edilmesinin önemini kabul etmektedirler ve bu konuda Devletler arasında ve gerektiğinde ilgili uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşları, özellikle de engelli kişilerin örgütleri ile ortaklık halinde uygun ve etkin önlemleri alacaklardır. Bu önlemler, başka hususlar yanı sıra şunları içerebilir:

(a) Uluslar arası kalkınma programları dahil olmak üzere uluslar arası işbirliğinin, engelli kişileri kapsaması ve onlar tarafından erişilebilir olmasının sağlanması;

(b) Bilgi, deneyim, eğitim proğramları ve en iyi uygulamaların değişimi ve paylaşılması yoluyla dahil olmak üzere kapasite oluşturmanın kolaylaştırılması ve desteklenmesi;

(c) Bilimsel ve teknik bilgilerin araştırılması ve erişimi konusunda işbirliğinin kolaylaştırılması;

(d) Erişilebilir ve yardımcı teknolojilerin paylaşımı ve erişiminin kolaylaştırılması ve teknoloji transferi dahil olmak üzere duruma göre teknik ve ekonomik yardım sağlanması.

2. Bu madde hükümleri, Taraf Devletlerden her birinin, işbu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmesini olumsuz şekilde etkilemez.

 

Madde 33 Ulusal uygulama ve izleme

1. Taraf Devletler, kendi düzenleme sistemlerine uygun olarak işbu Sözleşme’nin uygulanması ile ilgili konularda hükümet bünyesinde bir veya daha fazla sorumlu belirleyecekler ve çeşitli alanlarda ve farklı düzeylerde ilgili çalışmaların kolaylaştırılması amacıyla hükümet içinde bir eşgüdüm mekanizmasının oluşturulması veya belirlenmesini dikkate alacaklardır.

2. Taraf Devletler, kendi yasal ve idari sistemlerine uygun olarak işbu Sözleşme’nin teşvik edilmesi, korunması ve uygulanmasının izlenmesi amacıyla bir veya daha fazla bağımsız mekanizma dahil olmak üzere bir çerçeve uygulayacaklar, güçlendirecekler, belirleyecekler veya oluşturacaklardır. Taraf Devletler, böyle bir mekanizmayı belirlerken veya oluştururken insan haklarının korunması ve teşvik edilmesine yönelik ulusal kuruluşların statüsü ve görevleri ile ilgili ilkeleri dikkate alacaklardır.

3. Sivil toplam, özellikle de engelli kişiler ve onları temsil eden kuruluşlar, izleme sürecine tam olarak katılacaklardır.

 

Madde 34 Engelli Kişilerin Hakları Komitesi

1. Aşağıda belirtilen görevleri gerçekleştirecek bir Engelli Kişilerin Hakları Komitesi (bundan sonra “Komite” olarak anılmaktadır) kurulacaktır.

2. Komite, işbu Sözleşme’nin yürürlüğe girdiği tarihte on iki uzmandan oluşacaktır. Sözleşme’nin altmış ülke tarafından daha onaylanması veya katılmasından sonra Komite’ye altı üye daha ilave edilerek azami üye sayısı on sekize çıkarılacaktır.

3. Komite üyeleri, kişisel ehliyetlerine dayalı olarak görev yapacaklar ve işbu Anlaşma’nın kapsadığı alanda bilgi ve deneyim sahibi oldukları kabul edilen ve yüksek ahlaki ilkelere sahip kişiler arasından seçilecektir. Taraf Devletler, kendi adaylarını belirtirken işbu Sözleşme’nin 4.3 maddesinde açıklanan hükmü gerekli şekilde dikkate alacaklardır.

4. Komite’nin üyeleri, hakkaniyete uygun coğrafi dağılım, çeşitli biçimlerdeki uygarlıkların ve başlıca hukuki sistemlerin temsil edilmesi, kadın ve erkeklerin dengeli bir şekilde temsil edilmesi ve engelli uzmanların katılımı dikkate alınarak Taraf Devletlerce seçileceklerdir.

5. Komite üyeleri, Taraf Devletlerin kendi vatandaşları arasından aday gösterdikleri kişiler arasından Taraf Devletler Konferansı oturumlarında gizli oyla seçileceklerdir. Taraf Devletlerin üçte ikisinin yeter sayıyı oluşturacağı bu toplantılarda, Komite tarafından seçilen kişiler, en fazla sayıda oyu ve katılan ve oy kullanan Taraf Devletlerin temsilcilerinin mutlak çoğunluğunun oyunu alan kişiler olacaktır.

6. İlk seçim, işbu Sözleşme’nin yürürlüğe girdiği tarihten sonra en fazla altı ay içinde yapılacaktır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, her seçim tarihinden en az dört ay önce Taraf Devletlere bir mektup göndererek adaylarını iki ay içinde bildirmelerini isteyecektir. Genel Sekreter, daha sonra bu şekilde aday gösterilen bütün kişilerin alfabetik listeye göre bir listesini hazırlayacak ve bunları aday göstermiş olan Taraf Devletleri belirterek işbu Sözleşme’nin Taraf Devletlerine sunacaktır.

7. Komite’nin üyeleri, dört yıllık bir süre için seçileceklerdir. Üyeler, sadece bir kez yeniden seçilebileceklerdir. Ancak, ilk seçimde belirlenen üyelerden altısının görev süresi, iki yıl sonra sona erecek; ilk seçimden hemen sonra bu altı üyenin isimleri, bu maddenin 5. bendinde belirtilen toplantının başkanı tarafından kura ile belirlenecektir.

8. Komite’nin altı ilave üyesinin seçimi, bu maddenin ilgili hükümleri uyarınca düzenli seçimler sırasında gerçekleştirilecektir.

9. Komite’nin bir üyesinin ölmesi veya istifa etmesi ya da başka bir nedenle görevlerini artık ifa edemeyecek duruma gelmesi halinde bu üyeyi aday göstermiş olan Taraf Devlet, üyenin geri kalan görev süresi içinde görev yapmak üzere bu maddenin ilgili hükümlerinde belirtilen şartlara uygun ve gerekli niteliklere sahip başka bir uzmanı atayacaktır.

10. Komite, kendi usul kurallarını belirleyecektir.

11. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Komite’nin işbu Sözleşme kapsamındaki görevlerinin etkin bir şekilde ifası amacıyla gerekli personel ve imkanları sağlayacak ve ilk toplantısını düzenleyecektir.

12. İşbu Sözleşme kapsamında oluşturulan Komitenin üyeleri, Genel Kurulun onayı ile Birleşmiş Milletler kaynaklarından Genel Kurul’un Komite’nin sorumluluklarının önemini dikkate alarak belirleyebileceği kayıt ve şartlarda ücret alacaklardır.

13. Komite üyeleri, Birleşmiş Milletlerin Ayrıcalıkları ve Dokunulmazlıkları Hakkındaki Sözleşmenin ilgili bölümlerinde belirtilen Birleşmiş Milletler için çalışan uzmanlara sağlanan imkanlar, ayrıcalıklar ve dokunulmazlıklardan yararlanacaklardır.

 

Madde 35 Taraf Devletlerin Raporları

1. Taraf Devletlerden her biri, işbu Sözleşmenin ilgili Taraf Devlet için yürürlüğe girmesinden sonra iki yıl içinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri aracılığı ile Komite’ye işbu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerinin yürürlüğe girmesi için alınan önlemler ve bu konuda kaydedilen ilerleme konusunda kapsamlı bir rapor sunacaktır.

2. Taraf Devletler, daha sonra en az dört yılda bir ve Komite talep ettiğinde raporlar sunacaklardır.

3. Komite, raporların içeriği ile ilgili olarak uygulanacak bütün kuralları belirleyecektir.

4. Komite’ye kapsamlı bir ön rapor sunmuş olan bir Taraf Devletin daha önce sağlanmış olan bilgileri daha sonraki raporlarında tekrarlaması gerekmez. Taraf Devletler, Komite için raporlar hazırlarken bunu açık ve saydam bir şekilde ve işbu Sözleşme’nin 4.3 maddesinde belirtilen hükmü dikkate alarak yapacaklardır.

5. Rapor, işbu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerin yerine getirilmesi derecesini etkileyen unsurlar ve güçlükleri belirtebilir.

 

Madde 36 Raporların değerlendirilmesi

1. Her rapor, Komite tarafından değerlendirilecek ve Komite, rapor konusunda uygun görebileceği öneriler ve genel tavsiyelerde bulunarak bunları ilgili Taraf Devlete gönderecektir. Taraf Devlet, seçtiği her türlü bilgi ile Komite’ye yanıt verebilir. Komite, işbu Sözleşme’nin uygulanması ile ilgili olarak Taraf Devletlerden başka bilgiler isteyebilir.

2. Bir Taraf Devletin bir raporu sunmakta önemli ölçüde gecikmesi halinde Komite, ilgili Taraf Devlete, raporun bildirimden sonra üç ay içinde sunulmaması halinde Komite’nin elinde bulunan güvenilir bilgilere dayalı olarak bu Taraf Devlette işbu Sözleşme’nin uygulanmasının incelenmesi gerektiğini bildirebilir. Komite, ilgili Taraf Devleti bu incelemeye katılmaya davet eder. Taraf Devletin bunun üzerine ilgili raporu sunması halinde bu maddenin 1. madde hükümleri uygulanır.

3. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, raporları bütün Taraf Devletlere gönderecektir.

4. Taraf Devletler, raporları kendi ülkelerinde kamunun bilgisine yaygın olarak sunacaklar ve bu raporlara ilişkin tavsiyeler ve genel tavsiyelere erişimi kolaylaştıracaklardır.

5. Komite, uygun gördüğü taktirde bunlarda yer alan teknik tavsiye veya yardıma ilişkin bir gösterge veya talebin karşılanması amacıyla Taraf Devletlerden gelen raporları, Komite’nin bu talepler veya göstergeler konusundaki gözlemleri ile birlikte Birleşmiş Milletler’in uzmanlaşmış kuruluşlarına, fonlarına ve programlarına iletecektir.

 

Madde 37 Taraf Devletler ve Komite arasındaki işbirliği

1. Her Taraf Devlet, görevinin ifa edilmesi konusunda Komite ile işbirliği yapacak ve üyelerine yardımcı olacaktır.

2. Komite, Taraf Devletlerle olan ilişkilerinde uluslar arası işbirliği dahil olmak üzere işbu Sözleşme’nin uygulanmasına ilişkin ulusal kapasitelerin güçlendirilmesi yollarını ve araçlarını gerekli şekilde dikkate alacaktır.

 

Madde 38 Komite’nin öteki organlarla ilişkisi

İşbu Sözleşme’nin etkin bir şekilde uygulanmasını desteklemek ve işbu Sözleşme kapsamında bulunan uluslar arası işbirliğini teşvik etmek için:

(a) Uzmanlaşmış kuruluşlar ve öteki Birleşmiş Milletler organları, işbu Sözleşmenin kendi yetki alanlarına giren hükümlerinin uygulanmasının incelenmesinde temsil edilme hakkına sahiptir. Komite, uzmanlaşmış kuruluşların ve öteki yetkili organların kendi yetki alanlarına giren alanlarda Sözleşmenin uygulanması konusunda uzman tavsiyesi sağlamak amacıyla uygun gördüğü uzmanlaşmış kuruluşları ve öteki yetkili organları davet edebilir. Komite, kendi faaliyetlerinin kapsamına giren alanlarda sözleşmenin uygulanması konusunda raporlar sunmaları için uzmanlaşmış kuruluşları ve öteki Birleşmiş Milletler organlarını davet edebilir.

(b) Komite, görevlerini yerine getirirken duruma göre uluslar arası insan hakları sözleşmeleri uyarınca oluşturulan öteki ilgili organlarla, kendi ilgili bildirim kuralları, öneriler ve genel  tavsiyelerinin uyumlu olmasını ve görevlerinin ifasında tekrar ve çakışmanın önlenmesini sağlamak amacıyla danışmalarda bulunacaktır.

 

Madde 39 Komitenin Raporu

Komite, faaliyetleri konusunda Genel Kurul’a ve Ekonomik ve Sosyal Konsey’e faaliyetleri konusunda rapor sunacaktır ve Taraf Devletlerden alınan raporlar ve bilgilerin incelenmesine dayalı olarak önerilerde ve genel tavsiyelerde bulunabilir. Bu tür öneriler ve genel tavsiyeler, eğer varsa Taraf Devletlerin açıklamaları ile birlikte Komite’nin raporuna dahil edilir.

 

Madde 40 Taraf Devletler Konferansı

1. Taraf Devletler, işbu Sözleşme’nin uygulanmasına ilişkin her türlü konuyu görüşmek üzere bir Taraf Devletler Toplantısında düzenli olarak bir araya geleceklerdir.

2. İşbu Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden sonra en geç altı ay içinde Taraf Devletler Konferansı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından toplantıya çağrılacaktır. Daha sonraki toplantılar da Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından iki yılda bir veya Taraf Devletler Konferansında alınan karar üzerine düzenlenecektir.

 

Madde 41 Emanet yetkilisi

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, işbu Sözleşme’nin emanet yetkilisidir.

 

Madde 42 İmza

İşbu Sözleşme, bütün Devletler ve bölgesel entegrasyon kuruluşları tarafından New York’daki Birleşmiş Milletler Genel Merkezinde 30 Mart 2007 itibarı ile imzaya açılacaktır.

 

Madde 43 Muvafakat verilmesi

İşbu Sözleşme, imzalayan Devletler tarafından onaya ve imzalayan bölgesel entegrasyon kuruluşları tarafından resmi teyide tabidir. İşbu Anlaşma’ya, Sözleşme’yi imzalamamış herhangi bir Devlet veya bölgesel entegrasyon kuruluşu katılabilecektir.

 

Madde 44 Bölgesel entegrasyon kuruluşları

1. “Bölgesel entegrasyon kuruluşu”, belirli bir bölgedeki egemen Devletlerin oluşturduğu ve üye olan Devletlerin, işbu Sözleşme kapsamında bulunan konularla ilgili yetkilerini devrettikleri bir kuruluş anlamını taşımaktadır. Bu tür kuruluşlar, resmi teyit veya katılma belgelerinde işbu Sözleşme kapsamında bulunan konulara ilişkin yetkilerinin kapsamını beyan edeceklerdir. Daha sonra da kendi yetkilerinin kapsamındaki her türlü önemli değişikliği emanet yetkilisine bildireceklerdir.

2. İşbu Sözleşme’de “Taraf Devletler” terimi, kendi yetki sınırları çerçevesinde bu kuruluşlar için geçerlidir.

3. Madde 45, bent 1 ve madde 47, bent 2 ve 3 çerçevesinde bir bölgesel entegrasyon kuruluşu tarafından sunulan herhangi bir belge dikkate alınmaz.

4. Bölgesel entegrasyon kuruluşları, kendi yetki alanlarına giren konularda Taraf Devletler Konferansında işbu Sözleşme’nin Tarafları olan kendi üye Devletlerinin sayısına eşit sayıda oy ile kendi oy kullanma haklarını kullanabilirler. Bu tür bir kuruluş, kendi üye Devletlerinden herhangi birisi kendi hakkını kullandığı taktirde oylamaya katılma hakkını kullanamaz ve bunun tersi de geçerlidir.

 

Madde 45 Yürürlük

1. İşbu Sözleşme, yirminci onay veya katılım belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

2. Bu yirminci belgenin sunulmasından sonra Sözleşme’yi onaylayan, resmi olarak teyit eden veya katılan her Devlet ya da bölgesel entegrasyon kuruluşu için Sözleşme, kendi belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

 

Madde 46 Çekinceler

1. İşbu Sözleşme’nin amacı ve hedefi ile çelişen çekincelere izin verilmez.

2. Çekinceler, herhangi bir anda kaldırılabilir.

 

Madde 47 Değişiklikler

1. Herhangi bir Taraf Devlet, işbu Sözleşme’de değişiklik yapılmasını önerebilir ve bunu Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine sunabilir. Genel Sekreter, önerilen değişiklikleri Taraf Devletlere bildirir ve onlardan önerileri görüşmek ve karar almak amacıyla bir Taraf Devletler konferansı düzenlenmesini isteyip istemediklerini kendisine bildirmelerini talep eder. Bu bildirim tarihinden itibaren dört ay içinde Taraf Devletlerin en az üçte birinin bu konferansı desteklemesi halinde Genel Sekreter, Birleşmiş Milletler himayesinde bu konferansı düzenler. Katılan ve oy kullanan Taraf devletlerin üçte ikisinin oluşturduğu çoğunluk tarafından kabul edilen bütün değişiklikler, Genel Sekreter tarafından onay için Genel Kurul’a ve daha  sonra da kabul için bütün Taraf Devletlere sunulur.

2. Bu maddenin birinci bendi uyarınca onaylanmış olan her türlü değişiklik, sunulan kabul belgelerin sayısının, değişikliği kabul edildiği tarihte Taraf Devletlerin sayısının üçte ikisine ulaşmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer. Bundan sonra değişiklik, herhangi bir Taraf Devlet için kendi kabul belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer. Her türlü değişiklik, sadece bunu kabul etmiş olan Taraf Devletler için bağlayıcı olur.

3. Taraf Devletler Konferansı tarafından oybirliği ile bu tür bir karar alınması halinde bu maddenin 1. bendine uygun olarak kabul edilen ve onaylanan ve sadece 34, 38, 39 ve 40′ıncı maddelerle ilgili olan bir değişiklik, bütün Taraf Devletler için sunulan kabul belgelerin sayısının, değişikliği kabul edildiği tarihte Taraf Devletlerin sayısının üçte ikisine ulaşmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

 

Madde 48 Reddetme

Bir Taraf Devlet, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine yazılı bildirimde bulunarak işbu Sözleşme’yi reddedebilir. Reddetme, bu bildirimin Genel Sekreter tarafından alındığı tarihten bir yıl sonra geçerli olur.

 

Madde 49 Erişilebilir biçim

İşbu Sözleşme’nin metni erişilebilir biçimlerde sunulacaktır.

 

Madde 50 Resmi metinler

İşbu Sözleşme’nin Arapça, Çince, İngilizce, Fransızca, Rusça ve İspanyolca metinleri aynı derecede resmi belgelerdir.

Kendi Hükümetleri tarafından usule uygun olarak yetkili kılınan aşağıda imzası bulunan tam yetkili diplomatik temsilciler, işbu Sözleşme’yi imzalamışlardır.

Engelli Kişiler Sözleşmesi’nin Seçmeli Protokolü

İşbu Protokol’ün Taraf Devletleri, aşağıdaki şekilde anlaşmaya varmışlardır:

 

Madde 1

1. İşbu Protokol’ün bir Taraf Devleti (“Taraf Devlet”), Engelli Kişilerin Hakları Komitesi’nin (“Komite”), söz konusu Taraf Devletin Sözleşme hükümlerini ihlal etmesi nedeniyle mağdur olduklarını ileri süren kendi yetkisi kapsamındaki kişilerden veya gruplardan veya onlar adına yapılan başvuruları alma ve inceleme yetkisini kabul etmektedir.

2. Komite, işbu Protokol’e taraf olmayan Sözleşme’nin bir Taraf Devleti ile ilgili olan başvuruları kabul etmeyecektir.

 

Madde 2

Komite, aşağıdaki durumlarda bir başvuruyu kabul etmeyecektir:

(a) Başvuruda bulunan kişinin adı belirtilmemişse;

(b) Başvuru, bu tür başvuruların sunulması hakkının bir suistimalini oluşturyorsa veya Sözleşme hükümleri ile çelişiyorsa;

(c) Aynı konu, Komite tarafından başka bir uluslar arası soruşturma veya çözüm usulü çerçevesinde daha önce incelenmiştir veya incelenmektedir;

(d) Bütün iç yolların tüketilmiş olması gerekir. Bu kural, çarelerin uygulanmasının makul olmayan bir şekilde uzaması veya etkin bir çözüm sağlaması olasılığının muhtemel olmaması halinde uygulanmayacaktır.

(e) Başvurunun, geçersiz nedenlere dayanması veya yeterli bir şekilde kanıtlanmaması halinde veya

(f) Başvurunun konusunu oluşturan olayların, bu olayların söz konusu tarihten sonra da devam etmesi dışında ilgili Taraf Devlet için işbu Protokol’ün yürürlüğe girdiği tarihten önce meydana gelmiş olması.

 

Madde 3

İşbu Protokol’ün 2. maddesi hükümlerine tabi olarak Komite, kendisine sunulmuş olan herhangi bir başvuruyu gizli bir şekilde Taraf Devlete iletecektir. Alan Devlet, altı ay içinde konuyu açıklığa kavuşturan yazılı açıklamaları veya beyanları ve eğer varsa bu Devlet tarafından başvurulan hal çaresini Komite’ye sunacaktır.

 

Madde 4

1. Bir başvurunun alınmasından sonra herhangi bir zamanda ve esası konusunda bir belirleme yapılmasından önce Komite, ilgili Taraf Devletin, iddia edilen ihlalin mağdur veya mağdurlarının maruz kalabileceği telafisi mümkün olmayan zararın önlenmesi için gerekli olabilecek geçici önlemleri alması konusundaki bir talebi, derhal incelemesi için bu Taraf Devlete iletebilir.

2. Komite’nin

Komite’nin bu maddenin 1. bendi kapsamındaki takdir yetkisini kullanması durumunda bu, başvruunun kabul edilebilirliği veya esası konusunda bir belirleme yapıldığı anlamını taşımaz.

 

Madde 5

Komite, işbu Protokol kapsamındaki başvuruları incelerken kapalı toplantılar yapacaktır. Komite, bir başvuruyu inceledikten sonra eğer varsa önerilerini ve tavsiyelerini ilgili Taraf Devlete ve başvuru sahibine iletecektir.

 

Madde 6

1. Komite’nin bir Taraf Devletin, Sözleşme’de belirtilen hakları ciddi veya sistematik bir şekilde ihlal ettiğini gösteren güvenilir bilgiler alması halinde Komite, söz konusu Taraf Devlet’ten bu bilgilerin incelenmesi için işbirliği yapmasını ve bu amaçla söz konusu bilgilerle ilgili gözlemleri sunmasını isteyecektir.

2. Komite, ilgili Taraf Devlet tarafından sunulmuş gözlemler yanı sıra elinde bulunan bütün öteki güvenilir bilgileri dikkate alarak bir veya daha fazla sayıda üyesini, bir araştırma yapmak ve acil olarak Komite’ye bir rapor sunmakla görevlendirebilir. Bu araştırma, gerektiği taktirde ve Taraf Devletin rızası ile bu ülkeye yapılacak bir ziyareti içerebilir.

3. Komite, bu araştırmanın bulgularını inceledikten sonra bu bulguları, görüşleri ve tavsiyeleri ile birlikte ilgili Taraf Devlete iletecektir.

4. İlgili Taraf Devlet, Komite tarafından gönderilen bu bulguları, görüşleri ve tavsiyeleri aldıktan sonra altı ay içinde gözlemlerini Komite’ye sunacaktır.

5. Bu tür bir araştırma, gizli olarak yürütülecek ve Taraf Devletin, soruşturmanın bütün aşamalarında işbirliği yapması istenecektir.

 

Madde 7

1. Komite, Sözleşme’nin 35. maddesi çerçevesindeki raporuna, işbu Protokol’ün 6. maddesi uyarınca yürütülen bir araştırma ile ilgili olarak alınan bütün önlemlerle ilgili bilgileri dahil etmesini bir Taraf Devletten isteyebilir.

2. Komite, gerektiği taktirde madde 6.4′te belirtilen altı aylık dönemin sona ermesinden sonra bu araştırma ile ilgili olarak alınan önlemleri kendisine bildirmesini isteyebilir.

 

Madde 8

Her Taraf Devlet, işbu Protokol’ü imzaladığı veya onayladığı ya da buna katıldığı tarihte Komite’nin 6 ve 7. maddelerde belirtilen yetkisini tanımadığını beyan edebilir.

 

Madde 9

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, işbu Prokotol’ün emanet yetkilisidir.

 

Madde 10

İşbu Protokol, bütün akit Devletler ve bölgesel entegrasyon kuruluşları tarafından New York’daki Birleşmiş Milletler Genel Merkezinde 30 Mart 2007 itibarı ile imzaya açılacaktır.

 

Madde 11

İşbu Protokol, onaylamış veya katılmış olan işbu Protokol’ün akit Devletleri tarafından onaya tabidir. Protokol, bunu resmi olarak teyit etmiş veya katılmış olan işbu Protokolün akit bölgesel entegrasyon kuruluşları tarafından resmi teyide tabidir. İşbu Protokol’e, Sözleşme’yi imzalamış, resmi olarak teyit etmiş veya katılmış ancak Protokol’ü imzalamamış herhangi bir Devlet veya bölgesel entegrasyon kuruluşu katılabilecektir.

 

Madde 12

1. “Bölgesel entegrasyon kuruluşu”, belirli bir bölgedeki egemen Devletlerin oluşturduğu ve üye olan Devletlerin, Sözleşme ve işbu Protokol kapsamında bulunan konularla ilgili yetkilerini devrettikleri bir kuruluş anlamını taşımaktadır. Bu tür kuruluşlar, resmi teyit veya katılma belgelerinde Sözleşme ve işbu Protokol kapsamında bulunan konulara ilişkin yetkilerinin kapsamını beyan edeceklerdir. Daha sonra da kendi yetkilerinin kapsamındaki her türlü önemli değişikliği emanet yetkilisine bildireceklerdir.

2. İşbu Protokol’de “Taraf Devletler” terimi, kendi yetki sınırları çerçevesinde bu kuruluşlar için geçerlidir.

3. Madde 13, bent 1 ve madde 15, bent 2 çerçevesinde bir bölgesel entegrasyon kuruluşu tarafından sunulan herhangi bir belge dikkate alınmaz.

4. Bölgesel entegrasyon kuruluşları, kendi yetki alanlarına giren konularda Taraf Devletler Konferansında işbu Protokol’ün Tarafları olan kendi üye Devletlerinin sayısına eşit sayıda oy ile kendi oy kullanma haklarını kullanabilirler. Bu tür bir kuruluş, kendi üye Devletlerinden herhangi birisi kendi hakkını kullandığı taktirde oylamaya katılma hakkını kullanamaz ve bunun tersi de geçerlidir.

 

Madde 13

1. İşbu Protokol, Sözleşme’nin yürürlüğe girmesine tabi olarak onuncu onay veya katılım belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

2. Bu onuncu belgenin sunulmasından sonra Protokol’ü onaylayan, resmi olarak teyit eden veya katılan her Devlet ya da bölgesel entegrasyon kuruluşu için Protokol, kendi belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer.

 

Madde 14

1. İşbu Protokol’ün amacı ve hedefi ile çelişen çekincelere izin verilmez.

2. Çekinceler, herhangi bir anda kaldırılabilir.

 

Madde 15

1. Herhangi bir Taraf Devlet, işbu Protokol’de değişiklik yapılmasını önerebilir ve bunu Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine sunabilir. Genel Sekreter, önerilen değişiklikleri Taraf Devletlere bildirir ve onlardan önerileri görüşmek ve karar almak amacıyla bir Taraf Devletler konferansı düzenlenmesini isteyip istemediklerini kendisine bildirmelerini talep eder. Bu bildirim tarihinden itibaren dört ay içinde Taraf Devletlerin en az üçte birinin bu konferansı desteklemesi halinde Genel Sekreter, Birleşmiş Milletler himayesinde bu konferansı düzenler. Katılan ve oy kullanan Taraf devletlerin üçte ikisinin oluşturduğu çoğunluk tarafından kabul edilen bütün değişiklikler, Genel Sekreter tarafından onay için Genel Kurul’a ve daha  sonra da kabul için bütün Taraf Devletlere sunulur.

2. Bu maddenin birinci bendi uyarınca onaylanmış olan her türlü değişiklik, sunulan kabul belgelerin sayısının, değişikliği kabul edildiği tarihte Taraf Devletlerin sayısının üçte ikisine ulaşmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer. Bundan sonra değişiklik, herhangi bir Taraf Devlet için kendi kabul belgesinin sunulmasından sonraki otuzuncu günde yürürlüğe girer. Her türlü değişiklik, sadece bunu kabul etmiş olan Taraf Devletler için bağlayıcı olur.

 

Madde 16

Bir Taraf Devlet, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine yazılı bildirimde bulunarak işbu Protokol’ü reddedebilir. Reddetme, bu bildirimin Genel Sekreter tarafından alındığı tarihten bir yıl sonra geçerli olur.

 

Madde 17

İşbu Sözleşme’nin metni erişilebilir biçimlerde sunulacaktır.

 

Madde 18

İşbu Sözleşme’nin Arapça, Çince, İngilizce, Fransızca, Rusça ve İspanyolca metinleri aynı derecede geçerli belgelerdir.

Kendi Hükümetleri tarafından usule uygun olarak yetkili kılınan aşağıda imzası bulunan tam yetkili diplomatik temsilciler, işbu Protokol’ü imzalamışlardır.

Kaynak: İHOP

http://www.durde.org/index.php/2009/12/09/engelli-kisilerin-haklarina-dair-uluslararasi-sozlesme/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Nefret Suçları ile Mücadele: Ceza Hukukunun Olanakları ve SınırlarıGiriş

Kin ve nefret suçlarından kriminolojik olarak söz ederken hangi fiillerin akla gelmesi gerektiğini aşağıdaki iki örnek çok açık olarak ortaya koymaktadır:

Irkçı dazlaklarlardan (“Skin-Head”)’ oluşan bir müzik grubu bir konserinde aşağıdaki sözleri içeren bir şarkı söylemiştir:

“Sen de benim gibi düşün; anlayabiliyor musun? Dayanabiliyor musun binlerce Türkün burada olmasına? Sonunda bitir bu işi, yetersin sen bu işe. Eskisi gibi yap ve hepsini tık trenlere”.

Bu metin Almanya’da Gençlere Zararlı Metinleri Denetleme Kurulu tarafından gençlere zararlı bir metin olarak kabul edilmiş ve onlara dağıtımı ve propagandası ceza tehdidi altına alınmıştır.[1]

İkinci örnek yalnızca sözde kalmayan ve şiddet içeren yabancı düşmanlığının boyutlarını göstermektedir:

Farid Guendoul diğer adı ile Omar Ben Noui 13.2.1999 tarihinde Guben’deki (Brandenburg) dazlak (”Skin-Head”) gençler tarafından önce tehdit edilmiş ve bir grup tarafından kovalanmıştır. Panik içinde kendisini kovalayan dazlaklardan kaçan genç bir eve sığınmaya çalışırken camlı bir sokak kapısının içinden geçmiş ve camın, atardamarlarından birini kesmesi yüzünden, sığınmaya çalıştığı apartmanın girişinde kan kaybından ölmüştür. Bu ölümcül insan avının üzerinden yirmibir ay geçtikten sonra Cottbus’da bulunan Eyalet Mahkemesi sekiz sanığı sadece taksirle ölüme sebebiyet vermekten mahkum etmiştir. Hakkında dava açılan 11 sanıktan yalnızca üçüne hürriyeti bağlayıcı cezalar verilmiştir. Verilen hafif cezalar Almanya’da tepki ile karşılanmıştır. Alman Musevi Cemaatinin Başkan Yardımcısı Michel Friedman bir insanın ölümüne sebebiyet veren gençlerin tecille kurtulmuş olmalarının anlaşılır bir şey olmadığını ifade etmiştir.[2]

On yıl önce işlenmiş bu suçun benzerleri türlü türlü azınlık ve kesimlere karşı bugün de artan oranda işlenmekte ve sayıları, salt ABD veya Almanya’da değil, dünyanın her yerinde ve Türkiye’de de gitgide artmaktadır.

Nefret Suçları

Mağdurun dini, dili, ırkı, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti, felsefi ya da siyasal inancı, cinsel tercihleri vb. özelliklerine karşı duyulan düşmanlığa dayalı olarak işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail, mağdura salt farklı bir toplumsal kesim kimliğini taşıdığı için ya da salt belirli bir toplumsal ya da kültürel kesimin mensubu olduğu için zarar vermek istiyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç, genel olarak aynı zamanda bir nefret suçudur (Ayrıntılı Almanca analiz iç. bkz. Öykü Didem Aydın, Bekaempfung von Hassdelikten …: tıklayın) Ayrımcı ve ırkçı suçlar veya halkın bir kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri de bir yönüyle nefret suçlarıdır.

Nefret suçları terimi ABD kaynaklı bir terimdir. Yakın zamana kadar Batı Avrupa ceza hukukunda nefret suçları kavramına yer verilmiyordu. Nefret suçları kavram alanı altındaki suçlar, kendilerine özgü kategorilerde ayrı ayrı değerlendiriliyordu. Ancak artık nefret suçlarının da farklı bir sosyo-kriminolojik gerçekliği anlattığı, oldukça ciddi bir toplumsal sorun olduğu ve kendine özgü tipolojisinin bulunduğu Avrupa’da da kabul edilmiş ve bu konuda gerek kuramsal gerek pratik çalışmalar artmaya başlamıştır. Nefret suçları kategorisinin yaratılmasında, azınlık kesimlerinin güçlenmesinin ve haklarına sahip çıkma konusunda seslerini çıkarmaya başlamalarının da önemli bir rolü vardır.

Nefret suçları, hem ABD’nde hem de Avrupa’da artan oranda işlenmekte ve bugünün çok kültürlü toplumlarında barış içinde birarada yaşamayı dönem dönem ciddi ölçüde engelleyen boyutlara varabilmektedir. Hem öldürme, yaralama, cinsel taciz, yangın çıkarma, mala zarar verme gibi ağır saldırılar biçiminde işlenmeleri yüzünden, hem de, sadece bireysel zarar vermekle kalmayıp aynı zamanda çeşitli toplumsal kesimlere mensup kimseleri korku, endişe, hatta dehşet içine düşürmeleri yüzünden özellikle tehlikeli sayılan nefret suçları ile mücadele stratejileri konusundaki tartışmalar sürmektedir.

Nefret suçları, zaman zaman çeşitli toplumsal kesimler arasındaki siyasal çatışma ve kamplaşma eğilimleri ile ilgili görünse de, failleri, her zaman, belirli siyasal kesimlere mensup, yönelimleri kararlı kimseler değildir. Ancak nefret suçlarının failleri; bu suçları her zaman siyasi saiklerle işlemiyor olsalar da, kriminolojik olarak, belirli kesimlere karşı egemen toplumsal önyargılardan, “tarihsel” düşmanlıklardan, genel kışkırtmalardan etkilenen kimseler oldukları söylenebilir. Bu nedenle nefret suçları, belirli toplumsal kesimlere yönelik egemen-siyasal ya da sosyo-kültürel tahammülsüzlüğün veya düşmanlıkların, bireysel izdüşümleri olarak görülebilir. Aslında her suç için geçerli olan önemli bir kriminolojik gerçek, nefret suçları için de geçerlidir: Bireysel olsun toplu olsun suç olgusu; salt bireysel bir “şaşırmışlığın” ya da gayrimeşru bir “ölçüsüzlüğün” değil, aynı zamanda devletin yapısının, toplumsal ilişkilerin ve hiyerarşik yapılanmaların örgütlenmesinin, egemen ahlâk ölçülerinin, ekonomik paylaşımın, toplumsal, ekonomik ve kültürel iletişim kodlarının niteliğinin ya da niteliksizliğinin de bir göstergesidir.

Türkiye’de de belki teknik olarak yabancı düşmanlığı olarak adlandırılamayacak ancak etnik köken, felsefi inanç ya da cinsel tercih düşmanlığı olarak adlandırılabilecek çeşitli kriminojen ortam ve hareketlerin bulunduğu ve bunların kendilerini zaman zaman oldukça çok tehlikeli suçlarla “ifade ettikleri” bilinmektedir. Gün geçmiyor ki Türkiye’de de etnik kökenleri, dinsel, siyasal ya da felsefi inançları ya da inançsızlıkları veya cinsel tercihleri yüzünden insanlar bir aşağılamaya ya da fiili saldırıya maruz kalmasın. Bugün internet ortamında da nefret suçlarının körüklendiği gruplaşmaların yaşandığına tanık oluyoruz. Nefret suçları gitgide yaygınlaşmakta, özellikle gençleri kıskacına alabilen “çetecilik hevesleri” ile de işlenegelmektedir.

ABD’nde ya da artık sınırlı ölçüde de olsa Avrupa’da, polis teşkilatları, nefret suçları istatistikleri tutmaktadır. Türkiye’de benzer istatistiki çalışmalar yoktur. Bununla birlikte, dönemsel olarak gazete haberlerini taramak, sivil toplum örgütlerinin haber, yıllık rapor ve kampanyalarını taramak, Türkiye’de de ciddi bir nefret suçları sorununun olduğunu anlamaya yeter. “Kürt açılımı”, “dinsel azınlıklar”, “eşcinsel hakları” vb. konulardaki tartışma ve gruplaşmaları pek genel olarak takip etmek dahi, hem sözlü şiddet hem de fiili şiddet içeren nefret suçlarının ülkemizde de yaygın olduğunu göstermektedir.

Bu yazıda önce ABD ile Avrupa karşılaştırmasından yola çıkmak, sonra da Türkiye için de bazı tartışma perspektifleri sunmak istiyorum.

 

Nefret Suçları Konusundaki Deneysel Bulgular

* Almanya’da aşırı sağcı, musevi düşmanı ve yabancı düşmanı suçların son on yılda da ciddi oranlar gösterdiğine ilişkin yaygın kanıyı somut istatistiki bilgiler de desteklemektedir.[3] Irkçılığı ve Yabancı Düşmanlığını Gözlemleme Avrupa Dairesi’nin raporlarına göre bu durum yalnızca Almanya değil tüm Avrupa için geçerlidir. Bu tip suçlar Almanya’da 2000 yılında büyük bir artış göstermiş ve 2001 yılından günümüze kadar dönemsel olarak düşüş ve artış göstermeye devam etmiştir. Son on yılda 20.000 eşiğinin aşıldığından sözedilebilir. Çünkü örneğin 2000 yılında bu alanda 15.951 suç kaydedilmişti. Bu, önceki yıla göre % 58,9 oranında bir artışı ifade etmekteydi. Kuzey Ren Westfalya eyaletinde % 74,1’lik bir artıştan sözedilmişti.

* Bu suçlar yıllar içinde düşüş ve artışlar göstermişlerdir ancak 2008 yılında yine de 20.422 adet “sağ eğilimli” suç; 6724 “sol eğilimli” suç ve 1484 adet de yabancıların işlediği suçlar olmak üzere toplam 24605 “siyasal” eğilimli suç işlenmiştir.

* 2008 yılında işlenen toplam 31.801 “siyasal” eğilimli suçun 24.605’i “aşırı” eğilimli suçtur ve bu aşırı eğilimli suçların 19.894 adeti, “aşırı sağ eğilim”le işlenmiş suçlardır. 19.894 adet aşırı sağ eğilimli suçun 1042 adeti ise “şiddet suçları”dır.

* Özellikle endişeye sevkedici bir durum şiddet içeren aşırı sağ eğilimli suçların adam öldürme, yaralama, yangın çıkarma, kamu emniyetini bozma, yağma gibi ciddi suçlar şeklinde işlenmesidir.

* Dönemsel olarak aşırı sağcı, yahudi düşmanı ve yabancı düşmanı şiddet suçu işlendiği ve artış dönemlerinde suçların birbirlerini tetiklediği gözlemlenmektedir. Şiddet içeren suçlarda artış oranı yüksektir. Bu grup içinde “aşırı sağ siyasi saikli” suçlar da yükselmiştir.

* Aşırı sağ bir siyasi motivasyonu olsun olmasın yabancılara karşı genel olarak işlenen şiddet suçları, sözü edilen grup içinde en yaygın grubu oluşturmaktadır.Yine, motivasyonu yahudi düşmanlığı olan şiddet şuçlarının sayısı da fazladır. Örneğin 2008 yılında aşırı sağ eğilimli şiddet suçlarının % 37.9’u yabancı düşmanlığı saikine dayalı olarak işlenmiştir.

* Bu eğilimlerin ve istatistiki verilerin analizinde; son yıllarda Alman toplumunu çok rahatsız eden yabancı düşmanlığına dayalı suçlarda mağdurların ve toplumun diğer kesimlerinin duyarlılığının artmasına paralel olarak şikayetlerin ve ihbarların da artmış olabileceği ve yine polisin bu suçları takipte artan dikkatinin de istatistikleri yukarı çekmiş olabileceği noktaları gözönünde tutulmalıdır. Her durumda nefret suçu olgusu, batı dünyasında önemli bir toplumsal sorun olmaya devam etmektedir.

* Yine dikkat edilmesi gereken nokta özellikle yabancılara yönelik tehdit ve saldırıların kitle iletisim araçlarında yoğun olarak yeralmasından sonra paralel taciz ve saldırıların kısa dönem içinde yoğun olarak artması ve medyanın ilgisi ortadan kalktıktan sonra düşmesi olgusudur.[4]

* Bütün bu noktalara karşın yabancı düşmanlığı nedeni ile işlenen suçlar Alman toplumunda her zaman güncelliğini korumakta ve kamu güvenliği ve barışı için önemli bir tehdit oluşturmaya devam etmektedir.

* Aşırı sağ grupların ya da diğer yabancı düşmanlarının işlediği suçlar eski Doğu Almanya sınırlarının içinde bulunan bugünkü yeni eyaletlerde batı eyaletlerine göre çok daha endişe verici boyutlarda olsa da bu sorun yalnızca doğu Almanya’nın değil tüm Almanya’nın hatta tüm Avrupa’nın sorunudur.

* Batı Almanya’da saldırılar kimliği çoğu olayda tespit edilemeyen tek tek kişiler tarafından yapılmasına karşın Doğu Almanya’da genç kimseler tarafından oluşturulan gruplarca yapılan “insan avı” biçiminde işlenmektedir.

* Gözönünde tutulması gereken önemli bir diğer nokta ise yabancı düşmanlığına dayalı olarak suç işleyen ya da genel olarak nefret suçu işleyen faillerin mutlaka ideolojik temelli olarak hareket etmedikleri gerçeğidir. Gerek sözlü taciz ve sövme, kin ve düşmanlığa tahrik cürümleri gerek şiddet içeren fiiller, bir ırkı yoketmeye yönelik ideolojik soykırıma yönelik organize eylemler olmaktan ziyade, tek tek faillerin ya da belirli alt-kültüre mensup grupların, toplumun korunmadan yoksun zayıf kesimlerine karşı işlediği suçlar olmaktadır. Bu suçlar, bazen önyargılar ve eğitimsizlik bazen kin ve düşmanlık, bazen rekabet duyguları, bazen ailevi ve toplumsal bağların küreselleşmede çözüldüğü bir dünyada sağlıklı toplumsal yönelimini bulamamış gençlerin kimlik arayışı ve tepkiselliği biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ancak unutulmaması gereken bir gerçek, Almanya’da ideolojik temelli, yahudi ve yabancı düşmanlığından beslenen aşırı sağ siyasi parti ve oluşumların varlığı ve toplumda seslerini duyurabilmeleridir. Almanya’da masa başı faili[5] olarak da adlandırılan ve böylesi oluşumlara karşı olsa da, bunların ürettikleri bazı fikir ve çözümleri benimseyen muhafazakar parti ve oluşumlar da çoğu zaman aşırı sağın ekmeğine yağ sürebilmektedir.

* Yabancı düşmanlığına dayalı şuçlar çoğunlukla genç kimseler[6] tarafından işlense de özellikle soykırımın inkarı[7] olarak adlandırılan ve Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere ve bazı diğer gruplara yapılan soykırımı inkar etme, boyutlarını küçültme ya da övme ve zararsız gösterme filleri[8] işleyen “revizyonistler”; tarihçi ya da bilim adamı kisvesi altında böylesi iddialarda bulunan yaşça olgun kimseler de suç istatistikleri arasındaki yerini almaktadır. Berlin’de çıkan Tageszeitung’un 12 Ağustos 2009 tarihli sayısında yine bir soykırım inkârcısının haberi vardı. Soykırımı inkar iddiaları yalnızca ülkede bulunan Yahudilerin yalancı oldukları iddiası olarak bir hakaret ya da türlü kesimlere karşı bir tür kin ve düşmanlığa tahrik anlamına gelmemekte, yabancı düşmanı gençlere bu düşmanlıklarına temel oluşturacak tezler de sağlamaktadır.

 

Nefret Suçları ile Mücadelede Farklı Perspektifler

Makalemin başında verdiğim iki örnek iki tür yabancı düşmanlığına veya nefret suçuna işaret etmektedir: Sözlü nefret suçu ve şiddet içeren, fiilî nefret suçu. İki farklı nefret suçu ile mücadele biçimleri de farklı farklı biçimde olmaktadır. Nefret suçu kavramı birbirlerinden farklı ve çok çeşitli fiilleri içermektedir. Bu çeşitlilik ceza hukukunda hem nefret suçunun hem de yabancı düşmanlığının yapısı ve ortaya çıkış biçimlerinin farklılığının gözönünde tutulmasını ve farklı stratejiler geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu yaklaşımlar, yalnızca Almanya’da değil tüm dünyada nefret suçları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele ile ilgili soruların yanıtlanması açısından çok önemlidir.

* Önyargılarla Mücadele PerspektifiÞ Bu yaklaşım ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını, farklı kesimlere karşı düşmanlık duygularını psikolojik temelli bir önyargı olarak görmektedir. Bu nedenle sözü edilen olguyla mücadele için çok küçük yaşlarda başlaması gereken bir hoşgörü eğitiminin öneminin altı çizilmektedir. Yine önyargıya dayalı olarak işlenen suçlarda genç faillerin cezalandırılması yerine ıslah edilmeleri görüşü, bu temel yaklaşıma dayanmaktadır. Bu yaklaşımda, cezalandırmadan ziyade eğitimin ve ıslah programlarının altı çizilmektedir.

* Nasyonel Sosyalist (veya diğer ülkeler açısından Aşırı Milliyetçi) İdeoloji İle Mücadele ve Militan Demokrasi Perspektifi Þ Bu yaklaşım Anayasayı Koruma Dairesi veya benzeri resmi ya da yarı resmi kurumların izleme ve raporlama (”Überwachung”) etkinlikleri yolu ile özellikle ırkçı, aşırı milliyetçi ve yabancı düşmanlığı propagandasını ve ayrıca şiddet içeren yabancı düşmanlığı ile mücadeleyi hedeflemektedir: Bu mücadelenin esası, Alman Anayasayı Koruma Dairesi’nin Anayasa karşıtı hareketlerin takibi ve demokratik düzen karşıtı derneklerin ve partilerin kapatılması uygulamalarıdır.[9]

* “Nefret Suçları” Perspektifi Þ Bu yaklaşım yabancı düşmanlığı ve buna benzer diğer (din, dil, milliyet, ırk, etnik köken, cinsiyet, cinsel tercih düşmanlığı) saiklerle işlenen suçlarda, paralel diğer suçlara oranla daha ağır cezai müeyyideler getiren Amerika Birleşik Devletleri sistemini savunur. Örneğin ırkçı saiklere ya da etnik köken düşmanlığına veyahut mağdurun cinsel tercihine dayalı bir insan öldürme fiilinin, başka saiklerle işlenen insan öldürmeden çok daha ağır bir öldürme eylemi olduğu düşünülüp failler daha fazla cezalandırılır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, gerek federal devlet gerek eyaletlerin çoğu; ırkçılık, yabancı düşmanlığı, dini düşmanlık veya mağdurun dinine, milli ve etnik kökenine, cinsine, cinsel tercihine dayalı olarak nefret temelinde işlenen şiddet şuçlarında, “kin ve nefret suçu” modelini getirmiştir. Bu model, eyaletlere göre farklı farklı uygulansa da genel olarak ya suçun, mağdurun sayılan kesimlere mensup olması yüzünden işlenmesi halinde ya da mağdurun mensup olduğu kesime karşı kin veya nefret ya da düşmanlık saikiyle işlenmesi halinde ceza arttırımına gidilmektedir. Düşünce özgürlüğünün Avrupa sisteminden daha geniş olarak korundugu Amerikan sisteminde “nefret içeren ifadeler” ya da “nefret sözleri” (“hate speech”) adı verilen ayrımcılığa dayalı tahkir veya ayrımcılık, kin ve düşmanlığa tahrik filleri haklı olarak korunan hukuki bir değer için açık ve yakın tehlike oluşturmadıkça cezalandırılamamaktadır[10]. Buna karşın gerek Federal düzeyde gerek eyaletler düzeyinde meşru olarak cezalandırılabilen başka bir suçun saiki eğer ayrımcılık ise, suçun kanunen zorunlu olarak ağırlaştırılarak cezalandırıldığı görülmektedir.

* Ayrımcılığın Önlenmesi PerspektifiÞ Bu yaklaşım toplumdaki zayıf grupların ve azınlıkların maruz kaldıkları özel ve kamusal ayrımcılığa karşı korunmasını savunur. Bu perspektifte, ayrımcılığı önleme komisyonlarının ve ayrımcılığa karşı toplu dava olanaklarının sağlanması gerekliliğinin altı çizilir. Bu çerçevede, cezai müeyyidelerden çok, toplumdaki zayıf gruplara karşı ayrımcılık yapılmasının önlenmesi yoluyla ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele amaçlanır. Bu yolla azınlıkların toplum içindeki durumları iyileştirilir.

* Zayıfların Korunması Perspektifi Þ Bu yaklaşım; failin, mağdurun zayıf[11] durumunu kullanarak saldırıda bulunmasını[12] genel geçer bir şiddet sebebi kabul eder. Böylece yalnızca bazı ırkçı suçlar değil evsizler, eşcinseller ve yabancılara karşı işlenen suçlar daha fazla cezalandırılabilmektedir. Bu perspektifin, nefret suçlarıyla mücadelenin “çeşitli toplumsal kesimler arasındaki bir çatışma biçiminde” ya da “çeşitli toplumsal kesimler üzerinden” yapılmasının kamu barışını korumaktan çok sarsacağı fikriyle de ilgisi vardır. Bu perspektifte, nefret suçunun bireysel mağdurlarının, grup aidiyetlerinden çok bireysel durum ve konumlarına dikkat çekilmekte ve siyasal ya da grup aidiyeti olmayan bir evsize, bir engellenmişe, yaşlılara, her kesimden çalışan kadınlara ve çocuklara karşı da nefret temelli suçlar işlenmekte olduğu ancak çoğu zaman nefret suçu ile mücadele eden grupların, bu gibi mağdurlardan çok, siyasal kampanya aracı olabilecek kesimleri korumaya yöneldiği, örneğin milliyet, din veya etnik köken düşmanlığına odaklandığı vurgulanmaktadır.

* Gruplararası Rekabet ve Toplumsal-Kültürel Çekişme Perspektifi ÞBu yaklaşım yabancı düşmanlığına dayanarak işlenen suçların ya da genel olarak nefret suçlarının toplumun geneline egemen olan “yabancılara”, “başkasına”, “öteki”ye karşı olma olgusundan beslendiğini savunur. Toplumun “siyasi-orta”sında egemen olan ve kamuoyunu iligilendiren milli birlik, etnik köken, azınlık hakları ve özgürlükleri, eşitlik, otonomi, göç ve iltica, cinsel tercih tartışmaları, azınlıklar tarafından işlenen suçların artması, çifte vatandaşlık gibi temel konularda geçerli görüş ve çözümlerin değerlendirilmesine önem verir.[13] Bu yaklaşıma göre asıl olan suçlarla cezalandırma yolu ile mücadele değil, toplumu ilgilendiren temel sorunlara sağlıklı “toplumsal” çözümler üreterek nefret suçlarını önlemektir.

 

Avrupa Ceza Hukuku Irkçı vb. Suçlarla Nasıl
Mücadele Etmektedir?

* Gerek Almanya gerek diğer Avrupa ülkeleri ırkçı propaganda ile yukarıda açıklanan nasyonel sosyalist ideoloji ile mücadele ve militan demokrasi perspektifine dayanan siyasetle mücadele etmektedir. Ancak ırkçı ve yabancı düşmalığına dayalı şiddet suçları için bu ülkelerde İngiltere dışında bir özel düzenleme yoktur. Bunun anlamı ırkçı bir yaralamanın kıskançlığa dayalı bir yaralama ile normal koşullar altında aynı cezai müeyyideye tabii olacağı anlamına gelir.

* Bu yaklaşımda, toplum içindeki grupları diğer gruplara karşı kin ve düşmanlığa tahrik suçunun (Alman Ceza Kanununun 130. maddesi, bazı önemli farklar dışında aşağı yukarı TCK’nun 216/2. maddesine karşılık gelmektedir), dernek ve parti kapatma müeyyidelerinin, gruplara hakaretin önlenmesinin, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğüne getirilen bazı sınırlamaların önemi büyüktür. Irkçı propaganda bu ülkelerde soykırıma bir hazırlık hareketi olarak görülmekte ve militan demokrat araçlarla bastırılmaya çalışılmaktadır. Soykırımın inkarının cezalandırılması bu yaklaşımın sertliğine bir örnektir.

* Almanya’da motivasyonu ırkçılık ya da yabancı düşmanlığı olan suçlara ceza hukukunun verebileceği yanıt ancak adam öldürme suçlarında dolaylı olarak sertleşebilir. Ahlaki olarak düşük bir saike dayanarak adam öldürme Almanya’da basit adam öldürmeden farklı ve bir tür şiddet sebepli adam öldürme olmaktadır.[14] Alman Federal Mahkemesi önüne gelen birkaç olayda ırkçı olan arkadaşlarından takdir görmek için adam öldürmenin ırkçılık saiki ile ve ahlaki olarak çok düşük saikle adam öldürme olduğuna hükmetmiştir.[15]

Yine Almanya’da yargıç ceza kanununu 42/2. maddesine göre sanığın işlediği fillinden akseden inanç ve fikirlerini cezanın tayininde gözönünde tutmak durumundadır. Irkçı bir saldırıda failin bu “inancı” şüphesiz ona uygulanan cezanın en aşağı hadden en yukarıya kadar çekilmesine neden olabilecektir.

 

Sorular

* Irkçı ve yabancı düşmanı suçların, nefret suçlarının çeşitli ülkelerde ve bu arada özellikle Türkiye’de yıldan yıla artması karşısında bu gelişmeyi önlemek için neler yapılabilir soruları akla gelmektedir. Cezai müeyyideler daha da ağırlaştırılmalı mıdır?
* Bu konuda meşru ve etkili bir ceza siyasetinin nasıl olması gerektiğine ilişkin görüşler farklı farklıdır. Örneğin, Alman eski Federal Adalet Bakanı Herta Daeubler-Gmelin cezai müeyyidelerin daha da ağırlaştırılması görüşlerini reddetmekte ve Amerikan modelinin Almanya’da işlemeyeceğini savunmaktadır. Sabık bakana göre ırkçı ya da yabancı düşmanı saikini bir genel şiddet sebebi olarak kabul etmektense yargıçların olaydan olaya ceza tayininde aşağı hadlerden dağil en yukarı hadden cezalandırmaya gitmeleri gerekmektedir. Buna karşı Hirıstiyan Demokratlardan Postdam eski Adalet Bakanı Kurt Schelter yabancı düşmanı suçlarla ABD’deki gibi yargıcın takdirinden bağımsız genel geçer ağır cezalarla mücadele edilmesini savunmaktadır. Basit yaralama ile düşük ahlaki sebeplere dayalı yaralama ya da kin ve nefrete dayalı yaralama birbirinden ayrılmalıdır.

* Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı suçların daha ağır cezalandırılması gerektiğine ilişkin görüşün gitgide yaygınlaşmasına karşın yargının bu suçlar karşısından nasıl bir tavır aldığı konusu açıklığa kavuşmamıştır. Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı suçların benzer saiklere dayalı diğer suçlara nazaran ne derece farklı yargılandığı ve ne derece farklı müeyyideler uygulandığı konusu kriminolojik olarak henüz açıklığa kavuşturulmamıştır.

* Yine, yabancı düşmanlığına dayalı olarak işlenen suçların ya da genel olarak nefret suçlarının gerek suç oluşturan fiilin maddi unsuru ve hukuka aykırılığı (”Unrecht”) gerek failin kusur derecesi bakımından daha zararlı ya da daha tehlikeli olduğunu kanıtlayan bir ceza teorisine gereksinim vardır. Bunu ortaya koymak oldukça zordur çünkü örneğin nefrete dayalı olarak bir yabancının öldürülmesi ile hooliganların, karşı takımın bir taraftarını öldürmesi arasındaki farkın (hangi fiilin daha zararlı ya da tehlikeli olduğunun) ortaya konulması, salt ceza hukuku kuramı ile halledilebilecek bir iş değildir.[16] Bu gibi karşılaştırmalarda ceza hukuku siyaseti kuramı ile kriminolojik verilerden, suç istatistiklerinden yararlanılması gerekli olduğu için bir dizi ön çalışma yapılması şarttır. Örnekler çoğaltılabilir ve bir kimsenin eşcinsel olduğu için öldürülmesi ile para hırsına dayalı insan öldürmenin farkının açıklıkla ortaya konulması gerektiği de söylenebilir.

* Nefret suçlarının paralel motivasyona dayalı diğer suçlara nazaran, somut olarak, ne derece farklı yargılandığı ve ne derece farklı yaptırımlara bağlandığı konusunun ötesinde örneğin Almanya’da bu suçlara ilişkin resmi istatistik sistemi de sorunludur. Polis istatistikleri gereksinim duyulan çoğu bilgiyi içermemektedir. Bu hususu Alman Federal Polis Örgütü’nün Başkan Yardımcısı da bir konferansında dile getirmiştir.[17] O konferanstan günümüze, istatistik sisteminde nefret suçlarının kaydedilme şekilleri ile ilgili ciddi bir reform yapılmamıştır. Belirli bir fiilin motivasyonunun ırkçılık veya yabancı düşmanlığı olup olmadığını hususu, her halde durumu istatistiklere geçiren polis memurunun takdirine bağlıdır. Kriterlerin belirsizliği, birbirine benzeyen olayları birbirinden ayıramama ya da bazı siyasi ve opportunist etkiler, suçun ırkçı ya da yabancı düşmanı niteliğinin belirlenmesini güçleştirmektedir. Yine eyaletler arası istatistiki veri tabanlarının ve veri toplama yöntemlerinin farklılığı işi daha da güçleştirmektedir. Fiillerin özellikleri konusunda yeterince bilgi toplanamamakta, mağdurların özelliklerine ilişkin istatistiki bilgi de bulunmamaktadır. Oysa, nefret suçlarının ayırıcı ölçütü, özellikle mağdurun grup aidiyeti ve toplumsal-kesim kimliğidir. Nefret suçlarında, failin saiki çok önemli bir ayırıcı unsur olsa da, mağdurun “kim” olduğu da önemlidir. Yine bu alanda ihbar ve şikayetlerin nispeten zor olması ve medyada sansasyon yaratılması ve olayların politize edilmesi olasılığı karşısında polis haddinden fazla ihtiyatlı olmakta ve bir çok olay gizli kalmaktadır.

 

Modeller

* Amerika Birleşik Devletleri’nde, yukarıda ele aldığımız perspektiflerden “nefret suçları perspektifi” ile “ayrımcılığın önlenmesi persfektifi birlikte uygulanmaktadır. Ülkenin önemli bir sivil toplum örgütü olan Anti-Defamation-League’in ortaya koyduğu aşağıdaki örnek-yasa-taslağına dayarak bir çok eyalet benzer hükümleri ihdas etmistir (ADL hakkında bilgi ve ırkçılıkla mücadele stratejisi icin bk. www.adl.org)
o “A. A person commits a Bias-Motivated-Crime if, by reason of the actual or perceived race, color, religion, national origin, sexual orientation or gender of another individual or group of individuals, he violates Section ———- of the Penal code ( insert code provisions for criminal tresspass, criminal mischief, harassment, menacing, intimidation, assault, battery and or other appropriate statutorly proscribed criminal conduct) .
o B. A Bias-Motivated Crime under this code provision is a——misdemeaner/felony ( the degree of criminal liability should be at least one degree more serious than that imposed for commision of the underlying offense ).”

* Yine ABD’nde Ceza Tayini İlkeleri (”United States Sentencing Guidelines”) kanun hükmündedir ve aşağıdaki “modification”u (ceza tayini ayarını) öngörmektedir. Buna göre tüm federal suçlar kin ve nefret temeline dayalı olarak işlenirlerse haddinden fazla cezalandırılacaklardır: o “If the finder of fact at trial or, in the case of a plea guilty or nolo contendere the court at sentencing determines beyond a reasonable doubt that the defendant intentionally selected any victim or any property as the object of the offense of conviction because of the actual or perceived race, color, religion, national origin, ethnicity, gender, disability, or sexual orientation of any person, increase by 3 levels.”[Section 3A1.1(a)].”

* Yine, Amerikan sisteminde kin ve nefret suçu modelinin yanında ayrımcılığı önleme modeli de yürürlüktedir: Özellikle federal alanda “Civil Rights Act” (Medeni Haklar Yasası) adı verilen yasanın 7. Babı; gerek iş yaşamında gerek mal ve hizmet sunumunda din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı yasaklanmıştır [Civil Rights Act of 1965 (42 U.S.C. A. § 2000, Voting Rights Act of 1965 ( 42 U.S.C.A. § 1973, Civil Rights Act of 1968 ( 42 U.S.C.A. § 3601 ): Ayrımcılığa karşı çıkarılmış olan bu üç önemli yasa, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’nin okullarda siyah beyaz ayrılığını (”segregation”) Amerikan Anayasasının eşitlik ilkesini öngören 14. Ek Maddesi’ne (”14th Amendment”) aykırı bulan “Brown v. Board of Education” kararından sonra çıkarılmışlardır [yine bkz.18 U.S.C.A. § 245(b); 42 U.S.C.A. 1983, 18 U.S.C.A. § 242, 42 U.S.C.A. § 1982, 42 U.S.C.A. § 1981, 18 U.S.C.A. § 241, 42 U.S.C.A. § 1985(3)].
* Öte yandan ABD’nde, zayıfların korunması perspektifi de kullanılarak, failin mağdurun zayıf konumundan yararlanarak suç işlemesi hallerinde arttırılmış cezalar uygulamaktadır.

Nefret suçları ile mücadelede ceza hukukunun olanakları böyle suçların diğerlerine nazaran çok daha ağır cezalandırılmasını gerektiren Amerikan modelinin alınması ile sınırlı değildir. Aşağıda başka yolları ve önerileri şöyle sıralayayım:

* Irkçı, aşırı milliyetçi, ayrımcı ya da yabancı düşmanı veya nefret propagandasını cezalandırmaktan ziyade toplum içindeki grupların güvenlikleri ve özgürlükleri konusunda ciddi endişe ve korkuya düşürülmeleri ceza tehdidi altına alınabilir. Doktora tezimde ortaya koyduğum ve Türk Ceza Kanunun 212. maddesi (mülga 312. maddesi) tartışmalarına da (çünkü 312. Madde de bir yönü ile ırkçılık ve toplumsal gruplararası düşmanlık olgusu ile yakından ilgili ve özünde buna da cevap verebilecek bir maddedir) yeni bir boyut getireceğini düşündüğüm modelde Alman Ceza Kanununu paralel 130. maddesinin aşağıdaki biçimde değiştirilmesini savunmuştum:

(1) “Toplumun bir kesimini ya da bu kesime mensup kimseleri yaşamlarına, kişi bütünlüklerine veya özgürlüklerine halel gelebileceği yolunda haklı bir korkuya düşürmeye elverişli bir biçimde, başkalarını şiddet ya da keyfi muameleler uygulamaya tahrik edenler… cezalandırılır.”

(2) Toplumun bir kesimini ya da bu kesime ait kimseleri yaşamlarına, kişi bütünlüklerine ve özgürlüklerine halel gelebileceği yolunda haklı bir korkuya düşürme niyeti ile ve bu sonucu doğurmaya elverişli olabilecek biçimde; toplumun bir kesimine karşı söven, bu kesimi aşağılayan ya da bu kesime karşı iftirada bulunan ya da muhatabında kişi bütünlüğüne zarar gelebileceği haklı korkusunu yaratma niyeti ile ve bu sonucu yaratmaya elverişli biçimde toplumun bir kesimini taciz eden …cezalandırılır.”

Yine nefret suçlarına karşı ceza ve ceza usul kanununda yapılması önerilen bazı değişiklikleri de aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:

 

Nefret suçlarında,

* tutuklama sebebi olarak “yineleme tehlikesinin” kabulü
* ağır adam yaralamada, yağmada ve yangın çıkarma gibi bazı tehlikeli suçlarda “suçun özel ağırlığının” tutuklama sebebi olarak kabulü
* kamu barışını bozma suçunun genişletilmesi
* adam yaralama suçunun cezasının artırılması
* toplumun şiddetten korunması amacının çocuk ve genç suçluların yargılanmasına ilişkin yasalar çerçevesinde bir önleme amacı olarak kabul edilmesi
* cezaların tayinine ilişkin hükümlerin; mağdurun somut olaydaki zayıflığından failin yararlanması halinin, cezayı arttırıcı bir neden olarak gözönünde tutulmasını gerektirecek bir şekilde değiştirilmesi
* suçların, birden fazla kişi ile işlenmesi halinde ceza arttırımı
* istatistiki verilerin geliştirilmesine yönelik yasa çıkarılması.

 

Türkiye Bağlamında Tezler

* Türkiye’de nefret suçlarına işilkin toplumsal ve bilimsel çabaların artması gereklidir. Nefret suçlarının mağdurlarının seslerini daha fazla çıkarması ve “farklı olma haklarının” teslim edilmesi çok önemlidir.

* Nefret suçlarının kriminolojik boyutları ayrıntılı olarak araştırılmalıdır.
* Nefret suçlarını önleme yolunda Avrupa genelinde geçerli ve birbiri ile uyumlaştırılmış politikalar uygulanmalı ve kurumlar kurulmalıdır. Roma Anlaşmasının 13. maddesi ve 1999 tarihli Amsterdam Anlaşması gözönünde tutulmalıdır.

* Öte yandan özellikle şiddet içeren nefret suçları ile mücadelede daha etkili bir ceza adaleti siyaseti uygulayan Amerikan örneği de değerlendirilmelidir.

* Nefret suçlarının önlenmesi amacına yönelik olarak çalışan şeffaf kurumların oluşturulmasına gereksinim vardır. Bir çok Avrupa ülkesinin aksine Türkiye’de ayrımcılığın önlenmesi amaçlı ve ayrımcılığa maruz kalanların şikayette bulunabilecekleri müesseseler yoktur, olanları da etkili çalışmamaktadır.

* Nefret suçlarında yargılamaların uzun sürdüğü ve çoğu zaman sürüncemede bırakılabildiği örneğin Almanya’da bilinen bir vakıadır. Türkiye’de de yargılamaların haddinden uzun sürmesi sadece nefret suçları açısından değil genel suçlar açısından da ciddi bir sorundur. Bu soruna karşı önlem alınması ve özellikle yargıçların ceza tayininde suçun nefret suçu niteliğine eğilmeleri gereğinin altı çizilmelidir. Kararların da daha sağlıklı gerekçelendirilmesi gerekmektedir.

* Ulusal, dinsel, ırksal, etnik, cinsiyet, cinsel tercih vb. unsurlarıyla bilinen azınlık kesimleri ile ve özellikle sivil toplum örgütleriyle emniyet teşkilatı arasında işbirliği mekanizmaları kurulmalı, polis nefret suçlarıyla mücadelede bu gruplardan yardım almalıdır. Bunun ötesinde polisin kendi içindeki ırkçı, aşırı milliyetçi, cinsiyetçi veya homofobik unsurların önlenmesi için farklı kesimlere mensup gençlerin emniyet teşkilatına kazandırılması gerekmektedir. Örneğin, bugünün Türkiye’sinde eşcinsellerin kamusal görevler almaları, hele hele kamu görevlilerinin “eşcinsel olduklarını” (“outing”) açıklamalarının önünde ciddi toplumsal, kültürel ve psikolojik engeller vardır. Bir memur ya da bir polis neden eşcinsel olduğunu açıklayamasın ve neden eşcinsellere karşı işlenen nefret suçlarını önleme yolunda emniyet teşkilatı tarafından kamuoyuna mesajlar verilmesin?

* Failin, mağdurun zayıf durumunu kullanarak saldırıda bulunmuş olması hali genel geçer bir şiddet sebebi olarak kabul edilebilir. Bu, özellikle evsizler, eşcinseller, kadınlar, yabancılar, mülteciler gibi gruplara karşı girişilen sokak saldırılarını yıldırmada etkili olabilecektir.

* Ceza Kanununun 216. maddesinin (mülga 312. madde) asıl amacının devleti azınlıklardan korumak değil, kin ve nefret suçlarına karşı azınlıkları korumak olduğunun farkına varılmalıdır.

* Yeni ihdas edilmiş olan ayrımcılık suç tipi, uygulamada da etkili olarak kullanılmalıdır.

* Polis istatistikleri bu suçları tüm boyutları ile ortaya koyabilecek şekilde genişletilmeli ve geliştirilmelidir. Olay, fail, mağdur özellikleri bütün boyutları ile ortaya konabilmelidir. Örneğin ABD’nde yirmi yıla yakın bir süredir uygulanan Nefret Suçlarının İstatistiki Olarak Ortaya Konması Yasasına[18] (Hate Crime Statistics Act) dayanan uygulamalardan sadece Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri ders alacak değildir. Türkiye’nin de bu gibi yasalara gereksinim duyduğu açıktır.

* Irkçı propaganda ile militan demokrasinin araçları ile çok sert bir biçimde mücadele eden Avrupa ırkçı şiddet fiillerini daha ciddiye almak durumundadır. Avrupa’da ırkçı propaganda kimi zaman düşünce özgürlüğününün genel sınırları da aşılarak bastırılmakta, ırkçı şiddete karşı ise özel önlemler alınmamaktadır. ABD’nde ise, tam tersi, ırkçı ya da genel olarak ayrımcı propaganda yapılması, sembollerin kullanılması, halkları veya toplum içindeki grupları kin ve düşmanlığa tahrik, ayrımcı toplantı ve gösteriler düşünce özgürlüğünün koruması altında olurken bu saiklerle girişilen şiddet eylemleri paralel diğer suçlardan çok daha ağır cezalarla karşılaşmaktadır. İşte Türkiye açısından da sözlü nefret suçundan çok şiddet içeren nefret suçlarına özel bir dikkat gösterme zamanı gelmiştir.

* Belçika’daki gibi bir fırsat eşitliği ve ırkçılıkla mücadele kurumu Türkiye’de de yararlı olabilir. Böylesi kurullar ayrımcılığı önleme yasalarının pratikte işletilip işletilmediğini denetlemede etkili olabilir (Ama bu satırları yazdığımız sırada bir göçmen Türk’ün Belçika’da bir hapishanede öldürüldüğü haberini ve Belçika idaresinin de olayı soruşturmaktan kaçındığını (tıklayınız) okuduk, acaba benzer yapısal ayrımcılık olaylarında ayrımcılık komisyonları ne derece etkindir?)

* Yeni Ceza Kanunu, ayrımcılık suçunu öngörmüş olsa da henüz genel bir “ayrımcılığı önleme yasası” çıkarılamamıştır. Toplumun türlü kesimlerine karşı toplumsal-yapısal ayrımcılığın şiddet içeren nefret suçlarını körüklediği olgusu unutulmamalıdır. Bazı kesimlere karşı girişilen saldırıları önlemek için o kesimlerin haklarını sınırlamaktan ziyade suçlarla mücadele edilmelidir. Şiddet yolu ile belirli siyasetleri dayatmak demokratik kültürün egemen olduğu toplumlarda geçerli olamamalıdır.

* Akılda tutulması gereken en önemli nokta; etnik, dinsel, cinsel vb. azınlıklar konusundaki egemen toplumsal eğilimin, çok kültürlülük bağlamında yapılan tartışmaların ve egemen siyasal söylemin, nefret suçlarını ister istemez arttırabileceği ya da azaltabileceği gerçeğidir. Ayrımcılığa, ırkçılığa , nefret suçlarına ve azınlık düşmanlığına karşı ceza hukukunun dışına taşan siyasetin önemi çok büyüktür. Bunlar arasında en önemli olanı azınlıkların, ülkenin siyasi iradesinin belirlenmesine katılımlarının sağlanması, hukuksal eşitliğin sağlanması ve fiili eşitliği gerçekleştirme yolunda destek politikalarının üretilmesi, yapısal ayrımcılığın önüne geçilmesidir. Almanya konusunda yaptığım çalışmalarda, Almanya’nın bu açılardan özellikle Hollanda, Belçika, Danimarka, Fillandiya ve İrlanda gibi ülkelerden geride bulunduğunu yazmış ve bu görüşlerime destek olarak Irkçılığı Gözlemleme Avrupa Örgütü tarafından hazırlanan raporları göstermiştim. Avrupa’da pek çok ülke eşitlik komisyonlarına şikayet mekanizmaları ihdas etmiştir. Luxemburg, işyerinde ya da mal ve hizmet sunumunda ırk, din, dil, cinsiyet, cinsel tercih vs. ayrımcılık yapılmasını cezai müeyyideye bağlayacak kadar ileri gitmiştir. Artık Türkiye’de de ayrımcılık suçtur. Portekiz’de 1999’dan bu yana ırkçılık karşıtı yasalar bulunmaktadır. Irklar-arası ya da etnik-kesimler-ararası ilişkilerin tansiyonu yükselttigi Avrupa’da en deneyimli ülke olan İngiltere’de 1976 yılından bu yana Irklar Arası Ilişkiler Yasası (”Race Relations Act”) bulunmaktadır. Bu yasa ile kurulan bir komisyon Ayrımcılığın Önlenmesi Komisyonu olarak görev yapmaktadır. Türkiye’de de bu alandaki eksikliklerin giderilmesi gereklidir.

 

Sonuç

Türkiye’de de türlü etnik, dinsel, cinsel ve siyasal azınlık kesimleriyle ilgili siyasetteki perspektif değişimi, toplumun siyasi orta kesimlerine de rahatça şıçrama potansiyeli gösteren kin ve nefret eğilimini ortadan kaldırabilir. Dengeli bir azınlıklar siyasetinin ve ayrımcılığın sistematik olarak önlenmesinin ayrımcı, ırkçı ya da azınlık düşmanı suçluluğu da dolaylı olarak önleyeceği tartışmasızdır. Ceza hukukunun bu konudaki rolü ikincil olmalıdır. Toplumsal barışı tehdit eden fiillerle ceza hukuku yolu ile mücadele, özünde meşru bir girişimdir. Yukarıda bu mücadelerde hangi araçlardan yararlanılabileceğini belirttik. Bununla birlikte, başka yollarla daha etkili bir mücadelenin mümkün olduğu zaman ceza hukuku, anayasanın hükmettiği orantılılık ilkesi gereği, ikincil planda kalmalıdır. Toplumsal-kesimler-arası her sorunla başa çıkmanın yolu ceza hukuku olamaz. Ceza hukuku ile mücadele kısa dönemde iyi sonuçlar verebilirse de uzun vadede toplumlar-arası güvenin sarsılmasına ve her tür sorunun etnik, ırksal vb. “biz” ve “onlar” gözlüğüyle görülmesine, birbirine karşıt gruplar arasında çifte standartlı değerlendirmelerin egemen olduğu çarpık bir psikolojinin nüfuzuna yol açabilir. Bu psikolojinin altında, suçun ne olduğuna değil, suçlunun ya da mağdurun kim olduğuna bakan tehlikeli bir ceza hukuku anlayışı yatmaktadır. Suçlunun ve mağdurun milli, etnik, dinsel, dilsel, ırksal, cinsel vb. kimliği yanında ya da karşısında oluşacak siyasal gruplaşmaların, sağlıklı bir ceza adaletine ve doğru yargı kararlarına varmayı olumsuz etkileyebileceği de gözönünde tutulmalı; nefret suçları olgusuyla mücadelenin, en azından ceza hukuku bakımından, siyasal ve kültürel kamplaşmanın savaş alanı değil, bireyin “farklı olma hakkı” savaşı olduğu düşünülmelidir.

* Bu makale; Dr. Öykü Didem Aydın’ın 12 Haziran 2001 tarihinde Freiburg’da bulunan Max Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü’nde, Federal Alman Adalet Bakanı Dr. Herta Daeubler-Gmelin’in Enstitüyü ziyareti onuruna verdiği konferansına dayanarak hazırladığı makalenin güncelleştirilmiş ve Türkiye’ye dair değerlendirmelerle zenginleştirilmiş halidir. Konferansın daha kısa, orijinal metni ilk olarak Enstitü’nün www.iuscrim.de adresindeki Internet sitesinde yayınlanmış ve MaxPlanckForschung adlı bilimsel dergide tam metin halinde yayınlanmıştır. Sayın Profesör Dr. Adem Sözüer’e konferansı Türkçe olarak makaleleştirme fikrini verdiği için çok teşekkür ederim.

** Yrd. Doç. Dr. jur. Öykü Didem Aydın, romancı (Eski Sinagog Meydanı, İletişim Yayınları 2009); akademisyen, avukat ve çevirmendir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Ankara Üniversitesi ve Milano Üniversitesi’nde tamamladığı yüksek lisans çalışmalarından sonra Almanya’da Freiburg Üniversitesi‘nde Profesör ve Max-Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü Eş Başkanı Dr. Hans-Jörg Albrecht’in danışmanlığında doktorasını tamamlamıştır. Doktorası sırasında ABD’nde araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. 1998-2003 yılları arasında Freiburg’daki Max Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü’nde araştırmacı olarak ”Toplumsal Grupları Tahkir ve Kin ve Düşmanlığa Tahrik Suçu (Alman Ceza Kanununun 130. Maddesi) Özel Bağlamında Almanya; ve ‘Nefret Suçları’ Özel Bağlamında Amerika Birleşik Devletleri’nde Irksal, Dinsel, Ulusal, Etnik, Cinsiyet ve Cinsel Tercih Temelli Ayrımcılıkla ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele” konusunda çalışmıştır. Dr. Öykü Didem Aydın’ın Almanca kaleme aldığı doktora tezi (“Almanya’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Nefret Suçları İle Mücadele”) 2006 yılında iuscrim Yayınevi tarafından Almanya’da yayınlanmıştır.

Öykü Didem Aydın’ın “Eski Sinagog Meydanı” adlı romanı 2009 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştır.

[1] Innenministerium Mecklenburg-Vorpommern: Skineads, rechtliche Voraussetzungen für ein Verbotextremistischer Organisationen. Strafrechtliche Erläuchterungen. Kennzeichnen, Propagandamittel und Symbole. Erläuterungen zur ”Reichskriegsflagge. Stichwort: ”Konzerterlass”, veröffentlicht, 4. Überarbeitete Auflage, August 1999, S. 21.

[2] Tageszeitung, Bericht vom 14.11.2000.

[3] Almanya’da gerek polis tarafından takip edilen ve hakkında hazırlık soruşturması açılmış bulunan olaylara ait istatistikler gerek mahkumiyet kararlarına ait istatistikler tutulmaktadır. Birinci gruba ait istatistikleri her eyaletin kriminel polis teşkilatı tutmakta ve Federal Polis de bunları yıllık bültenler halinde yayınlamaktadır. Aşırı sagcılık ve yabancı düsmanlığına dayalı olarak işlenen suçlarla ilgili olarak 1992 yılından bu yana özel istatistikler tutulmaktadır. Bu istatistikler, yıllık raporlarında anayasaya karşıt hareketlerin analizini ve tablosunu ortaya koyan Anayasayı Koruma Dairesi (Bundesamt für Verfassungsschutz) tarafından da yayınlanmaktadır. Bk. Bundesministerium des Innern, Bundesamt für Verfassungsschutz: Verfassungsschutzbericht, 1995’den başlayarak 2008 yılına kadar olan yıllık raporlar.

[4] KUBINCK, Michael: Fremdenfeindliche Straftaten, Polizeiliche Registrierung und justizielle Erledigung –am Beispiel Köln und Wuppertal”, Berlin 1997.

[5] ”Schreibtischtäter”.

[6] WİLLEMS, Helmut/WÜRTZ, Stefanie/ECKERT, Roland: Analyse fremdenfeindlicher Straftäter, Forschungsprojekt im Auftrag von Bundesministeriums des Innern, Bonn 1994.

[7] ”Holocaust-Leugnung.

[8] Alman Ceza Kanununun 130. maddesinin 3. fıkrası bu fiilleri ceza tehdidi altına almıştır.

[9] Almanya’nın demokratik tarihi boyunca iki parti kapatılmıştır. Bunlardan biri Anayasa Mahkemesi’nin BVerfGE 2 1.numaralı 23. Oktober 1952 tarihli kararı ile nasyonal sosyalist “Sozialistische Reichspartei”’in kapatılmasıdır. Bu kararın akabinde Komunist Partisi de programındaki hükümlerin militan demokrasinin gerekleri ile bağdaşmaması gerekçesi ile kapatılmıştır (BVerfGE 5 85). Bugün de aşırı sağcı olarak tanınan “Republikaner”ler (Cumhuriyetçiler) kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Aşırı sağcı ve göçmen düşmanı bu partinin hem demokratik siyasal sistem içinde bulunması hem de Anayasayı Koruma Dairesi tarafından izlenmesi ve Daire’nin yıllık raporları içinde yeralması ilginç bir not olarak kaydedilmelidir.

[10] ”Açık ve yakın tehlike” ölçütü modern biçimi ile ilk kez Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Brandenburg v. Ohio [395 U.S. 444 (1969)] kararı ile ortaya konmuştur. Brandenburg kararına konu olan olay tam olarak halkın bir kısmını diğer kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri oluşturmaktadır. “Ku Klux Klan” adlı ırkçı örgütün 60’lı yıllardaki liderlerinden Brandenburg, yaptığı bir konuşmada ”kişisel olarak inancım, zencilerin (Brandenburg ‘negro’ ifadesini kullanmıştır) Afrika’ya, yahudilerin İsrail’e dönmesi geregidir…Biz kinci bir örgüt degiliz ama eger Baskanımız, Kongremiz ve Yüksek Mahkememiz biz beyaz kafkas ırkını ezmeye devam ederse yapılacak bir şeyler, alınacak öclerin olması muhtemeldir” sözlerini sarfetmistir. Bu sözler korunması gereken hukuki bir değer olan hedef kitlenin canına ve malına ya da kamu düzenine yönelik açık ve yakın tehlike olusturmadığı gerekcesi ile düşünce özgürlüğünün koruma alanı içinde görülmüş ve Amerikan Anayasasının 1. Ek Maddesi’nin (First Amendment) böyle ifadelerin sınırlanmasına engel olacağı kabul edilmiştir.

[11] “The vulnerability of a person to a crime depends on the expected costs of crime for this person. The greater an individuals expected costs of crime, the more vulnerable she is.” “The expected costs of crime can be calculated by multiplying the probability of a crime by the size of the harm caused by the crime.” (Alon Harel & Gideon Parchomovsky, On Hate and Equality, 109 YALE L. J. 524 (1999), S. 527. Issız bir yerde yaşayan bir Afro-amerikalı aileye karşı girişilen ”haç yakma” saldırısında, mağdurların çevredeki beyazların yardımını isteyemeyecek olması, kolluk güçlerinin de uzak olması nedeni ve failin bu nedenleri bilmesi gerekçesi ile “vulnerable” oldukları kabul edilmiştir [935 F.2d 1211-1212 (11th Cir. 1991)].

[12] Bir Amerikan mahkemesi; bir kadını, kadının, umutsuzca romantik aşk peşinde olmasından yararlanarak dolandıran failin böyle bir “zayıf” durumdan yararlandığını kabul etmiştir [United States v. Scurlock, 52 F.3d 531, 541-542 (5th Cir. 1995)].

[13] Yeşiller Partisi Milletvekili Marieluise Beck Alman Federal Polis Teşkilatı’nın ırkçılık konusunda düzenlediği bir konferansta yaptığı konuşmasında bu noktaların altını çizmiştir (“Ausländerintegration und Fremdenfeindlichkeit” von, in: Herbsttagung des Bundeskriminalamtes “Rechtsextremismus, Antisemitismus und Fremdenfeindlichkeit” [www.bka.de, 05.03.2001 tarihli arama)].

[14] Alman Ceza Kanunu’nun 211. maddesi ırkçı ya da ayrımcılık saiki ile işlenen adam öldürme gibi bir fiilden sözetmese de Alman Federal Yüksek Mahkemesi içtihatları, ırkçı saikli adam öldürmeyi ”ahlaki olarak çok düşük bir saikle adam öldürme” olarak saymaktadır (BGH NJW 1994 395).

[15] BHG NJW 1994, S. 395: ” “Aus dem Gesamtzusammenhang der tatrichterlichen Feststellungen ergeben sich auch keine Anhaltspunkte dafür, dass der Angeklagte bei seinem Handeln aus dieser Motivation von gefühlsmäßigen oder triebhaften Regungen bestimmt gewesen wäre, die er gedanklich nicht hätte beherrschen und willensmäßig nicht hätte steuern können. Nach den Urteilsfeststellungen war er sich seiner Beweggründe, die ihm das BezG bei der Strafzumessung uneingeschränkt angelastet hat, wie der Umstände, die ihre Niedrigkeit ausmachen, klar bewußt…Ob der Angeklagte seine Motive selbst als niedrig bewertete, ist bedeutungslos” (BGH NJW 1994, S. 396).

[16] Amerika Birleşik Devletleri’nde bu tartışma müellifler arasında hala sürmektedir. Bir kısım müellif; ayrımcı saike dayalı adam öldürmenin ya da yaralamanın, ayrımcı olmayan fillerden daha zararlı ya da tehlikeli olduğu ya da faillerin kusur derecelerinin daha fazla olduğu düşüncesine karşı çıkmakta ve bu müelliflerden bazıları, tezlerini, ayrımcılık saikinin şiddet sebebi olarak kabul edilmesinin Amerikan Anayasasının düşünce özgürlüğünü düzenleyen 1. Ek Maddesi’ne (1stAmendment) aykırı olduğıu savına kadar vardırmaktadır [JAMES JAKOBS & KIMBERLY POTTER, HATE CRIMES, CRIMINAL LAW & IDENTITY POLITICS (1998); Susan Gellman, Sticks and Stones Can Put You in Jail But an Words Increase Your Sentence? Constitutional and Policy Dilemmas of Ethnic Intimidation Laws, 39 UCLA L. REV. 333 (1991); Susan Gellman, ”Brother, You Can’t Go to Jail for What You’re Thinking”: Motives, Effects and ”Hate Crime” Laws, 11 CRIM. JUST. ETHICS 26 (1992)]. Buna karşılık özellikle Afro-amerikalıların ve Yahudilerin başını çektiği azınlık din ve ırk gruplarına mensup müellifler ”nefret suçları” adı verilen uygulamanın anayasal bakımından meşru ve gerekli olduğunu, ceza hukuku siyaseti bakımından da etkili olduğunu savunmaktadır [FREDERICK LAWRENCE, PUNISHING HATE, BIAS CRIMES UNDER AMERICAN LAWS 91 (1999); David Goldberger, Hate Crimes Laws and Their Impact on the First Amendment, 1992-1993 ANN. SURV. AM. L. 569]. Bu tartışmalara cevabı Amerikan Yüksek Mahkemesi Wisconsin v. Mitchell [508 U.S. 476 (1993)] kararı ile vermiştir. Buna göre mahkumun ırkçı motivasyonu nedeni ile ceza tayini aşamasında cezasının arttırılmasını öngören yasa Anayasaya uygun bulunmuştur.

[17] Herbsttagung des Bundeskriminalamtes “Rechtsextremismus, Antisemitismus und Fremdenfeindlichkeit” [www.bka.de, 05.03.2001 tarihli arama].

[18] Hate Crime Statistics Act Pub. L. 101-275, 104 Stat. 140, 23 April 1990, 28 U.S.C. 534 (note) (1988 ed., Supp. III). Bu yasanın tarihi iç. bkz. J.M. Fernandez, Bringing Hate Crime into Focus- The Hate Crime Statistics Act of 1990, Pub. L. No. 101-275, 26 HARV. C.R.-C.L. L.REV. 261 (1991); J.B. Jakobs und B. Eisler, The Hate Crime Statistics Act of 1990, 29 CRIM.L. BULL. 99 (1993).

» “Nefret Suçları” başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Öykü Didem Aydın’e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır. (Yard. Doç. Öykü Didem Aydın)

http://www.sosyaldegisim.org/index.php/2009/12/nefret-suclari-ile-mucadele-ceza-hukukunun-olanaklari-ve-sinirlari/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Aşırı Milliyetçi Kapanım ve Nefret Suçları – I

Öykü Didem Aydın

Giriş

Bu yazıda dünyanın her coğrafyasında rastlanan temel bir “insani-toplumsal” sorun “takımadası”na; ırkçılık, zenofobi, aşırı milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, islam düşmanlığı, islamofobi, anti-semitizm, homofobi, kurumsal, yapısal veya özel ayrımcılık olgularına bağlı tehlikeli bir suç kategorisine değineceğim: nefret suçları.

Nefret suçlarından söz ederken hangi eylemlerin akla gelmesi gerektiğini aşağıdaki “dış kaynaklı” iki örnek açık olarak ortaya koyuyor. Önce “dış kaynaklara” bakalım, sonra içeride de başımızı ağrıtan bazı örneklere değineceğiz.

Irkçı bir müzik grubu konserlerinden birinde aşağıdaki sözleri içeren bir şarkı söylemiştir:

“Sen de benim gibi düşün; anlayabiliyor musun? Dayanabiliyor musun binlerce Türk’ün burada olmasına? Sonunda bitir bu işi, yetersin sen bu işe. Eskisi gibi yap ve hepsini tık trenlere!”.

İkinci örnek yalnızca sözde kalmayan ve şiddet içeren yabancı düşmanlığını gösterir:

Farid Guendoul diğer adı ile Omar Ben Noui 13.2.1999 tarihinde Guben’deki (Brandenburg) dazlak (”Skin-Head”) gençler tarafından önce tehdit edilmiş ve bir grup tarafından kovalanmıştır. Panik içinde kendisini kovalayan dazlaklardan kaçan genç bir eve sığınmaya çalışırken camlı bir sokak kapısının içinden geçmiş ve camın, atardamarlarından birini kesmesi yüzünden, sığınmaya çalıştığı apartmanın girişinde kan kaybından ölmüştür. Bu ölümcül insan avının üzerinden yirmibir ay geçtikten sonra Cottbus’da bulunan Eyalet Mahkemesi sekiz sanığı sadece taksirle ölüme sebebiyet vermekten mahkum etmiştir. Hakkında dava açılan 11 sanıktan yalnızca üçüne hürriyeti bağlayıcı cezalar verilmiştir. Verilen hafif cezalar Almanya’da tepki ile karşılanmış; Alman Yahudi Cemaatinin (o zamanki) Başkan Yardımcısı Michel Friedman bir insanın ölümüne sebebiyet veren gençlerin tecille kurtulmuş olmalarının anlaşılır bir şey olmadığını ifade etmiştir.

On yıl önce işlenmiş bu suçların benzerleri bugün de artan oranda işleniyor ve sayıları, salt ABD veya Almanya’da değil dünyanın her yerinde ve bu arada Türkiye’de gitgide artıyor. Yukarıda verdiğimiz iki örneğin benzerlerine, özellikle ırksal ya da etnik köken, dini inanç ya da inançsızlık veya cinsel tercih düşmanlığına dayalı olarak Türkiye’de sık sık rastlamıyor muyuz? Yukarıda özetlenen eylemleri hangi “Türk milliyetçisi” savunabilir?! Han Çinlilerinin Uygur Türklerine reva gördüğü muameleyi hiçbir “Türkçü” savunmaz. Ama “mağdur”, “Türk” değil de “başkası” ise ve olanlar “Türkiye’de, yanıbaşımızda meydana geliyorsa” iş başkadır. O zaman, “biz Türkler” “çılgınca” “milli birlik ve beraberliğimizi” savunuyoruzdur, ayrımcılık filan yapmıyoruzdur!

Almanya’daki neo-naziye sorsanız o da size kimbilir neler anlatır “nasyonel kültür”ünün, “hayat alanı”nın ve nedense virgül üstüne virgülle ayrılmış sıra sayılı pek çok başka değerinin Türkler tarafından nasıl da sarsıldığına; Türklerin veya müslümanların, Afrika’lıların, şunların, bunların yaşam tarzları ve “geri kalmış” töreleriyle nasıl da uyumsuz olduklarına dair… Mesela modern zamanların Avrupa muhafazakârı minareye düşmandır; ince minarenin uzandığı belirsiz çizgilerde, pek yakında çakacak şimşekleri; akacak yıldırımlarla yüklü kurşuni bulutların karabasanını görür. Çağdaş zamanların Türkiye’sinin muadil-kâbusu, manastır mumlarının cılız ve titrek alevinin yangın yerine çevirivermesidir ortalığı. Mumların üstüne elbirliğiyle su döküp son vermek lâzımdır bu kâbusa. Hep aynı korkuya dayanan aynı karabasandan boşanan aynı ilkel kovuşturma: “Birliğimizi koruyoruz, bize karşı yıkıcı komplolar kurmuş can-alıcı zararlılardan uzak tutuyoruz kendimizi çünkü biz de biliriz ideal birliğin, totaliter-ikili-delilikten başka bir şey olmadığını ama uzatmayın! İmkânsız idealin,  tekçi-birliğin yerini alacak fetişler, semboller bulduk, kısa-yoldan etiketler; benliklerimizi o gölgelerin gölgesi kıldık ki bize pek güvenli ve geleceği hesaplanabilir bir dünya vaad etsinler ve kalın kafamız alamayacağı için önüne yüksek duvarlar ördüğümüz çok-seslilikten uzak tutsunlar bizi…”

Hayır uzatacağım. Salt düşman-kabilecilik değil aynı zamanda da modern bir “Avrupa” hastalığı olan ırkçılık “söylemi” Türkiye’de de canımızı sıkıyor! Bu yazıyı yazarken uzun uzun Tuna, Ren, Seine boylarını da düşündüm! Türlü türlü Avrupai coğrafyalarda, türlü türlü “muassır medeniyet” iklimlerinde yaşamış azınlıklar yeteri kadar almışlardır ırkçılıktan nasiplerini. Ve o nasipleri alırken hep, “genel-geçer”in özgünü ve bireyseli ezemeyeceği; basmakalıbın, toplu etiketlerin, sembollerin altında benliklerini yitirmek zorunda kalmayacakları zamanları ve coğrafyaları düşlemişlerdir. Basit sembol, türlü türlü oluşun çok sesliliğini dillendirmekten uzak; karmaşık oluş sembolün gölgesine tutsak, bir gölgenin gölgesinde kalmak gibi bir şeydir çünkü şu alemlerin su geçirmez, paslanmaz çelikten, urgan boğuğu “tekçi-kültür-milletleri”.

 

Nefret Suçları

Mağdurun dini, dili, ırkı, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti, felsefi ya da siyasal inancı, cinsel tercihleri vb. özelliklerine karşı duyulan düşmanlığa dayalı olarak işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail, mağdura salt farklı bir toplumsal kesim kimliğini taşıdığı için ya da salt belirli bir toplumsal ya da kültürel kesimin mensubu olduğu için zarar vermek istiyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç, genel olarak aynı zamanda bir nefret suçudur. Ayrımcı ve ırkçı suçlar veya halkın bir kesimine karşı kin ve düşmanlığa tahrik eylemleri de bir yönüyle nefret suçlarıdır. “Önyargı”lara dayalı aşağılamaların, alayların, farklılıklara tahammülsüzlerin, çoğunlukla “zararsız” sayılan masabaşı örneklerine sıkça rastlanır da kin ve nefret, salt sözde kalmaz. Kin ve nefret propagandasının, eyleme dökülmüş biçimleri, doğallıkla, çok daha tehlikelidir.

Nefret suçları terimi ABD kaynaklı bir terimdir. Nedeni açık değil mi? Kölelik düzeninden bugüne uzanan çizgide temel bir “ayrımcılık” meselesi olmuştur ABD’nin. ABD’nde ayrımcılık biçiminde, Avrupa’da totaliter biçimde, aslında modern öncesi kabilecilikten farklılaştığı oranda, bildiğimiz pek çok ideoloji gibi gene “Batı” kaynaklıdır ırkçılık.

Aslında Batının “ilmine bilmine”, “muassır medeniyeti”ne ulaşmayı ilke edinen pek çok Batı-dışının da bu nedenle tuhaf bir ilişkisi vardır Batıyla. Tuhaf bir “baba” figürüdür “Batı”. Hem o baba figüründen nefret etmek, o babanın otoritesine karşı romantik bir isyana kapılmak, hem de onunla özdeşleşecek bir yol aramak vardır” kaderinde bu çevrenin. Türk ulusalcılığı da romantik isyanla, özdeşleşme arzularını birarada barındıran, barındıramayan, barındıran, barındıramayan iki uçlu duygudurum sarkacında sallanmaktan muzdariptir. Bir “medeniyet” fikri alınmıştır “ağababadan” ama onunla birlikte o ağanın “üniter devlet” fikri de alınmıştır ve o fikrin  totaliter ya da otoriter abartma eğilimi de aynı paket programdan çıkmıştır sanki. Bugün bile dehşet içinde şaşmaya devam ederiz Wagner’in muhteşem müziğine duyarlı o derin, o medeni  kulakların nasıl olup da milyonlarca Yahudinin, Sinti ve Romanın, eşcinselin, karşıt-siyasinin, engellenmişin gaz odalarına gönderilişine tıkanıvermesine ve konu komşusunun da meraklı kalabalık gibi durumları seyredişine. Tamam. Tarihten “resmen” ders almıştır Batı, Batıdaki (ya da en azından Batının gözü göre göre) en son soykırım 1992 civarında (işte yüzyıl önce!) filan gerçekleşmiştir ama yine de “ders alamamış” ve tek ayak üstünde bekletilen “şimdilik (?) sınırlı” bir kitle barındırılır aynı bünyede. Neyse. Bu düşünce çizgisini uzatmayayım çünkü konumuzla neredeyse hiç alakası yok!

Yakın zamana kadar Batı Avrupa hukukunda nefret suçları kavramına yer verilmiyordu. Nefret suçları kavram alanı altındaki suçlar, kendilerine özgü kategorilerde ayrı ayrı değerlendiriliyordu. Ancak artık nefret suçlarının da farklı bir sosyo-kriminolojik gerçekliği anlattığı, oldukça ciddi bir toplumsal sorun olduğu ve kendine özgü tipolojisinin bulunduğu Avrupa’da da kabul edilmiş ve bu konuda gerek kuramsal gerek pratik çalışmalar artmaya başlamıştır. Nefret suçları kategorisinin yaratılmasında, azınlık kesimlerinin güçlenmesinin ve haklarına sahip çıkma konusunda seslerini çıkarmaya başlamalarının da çok önemli bir rolü vardır. Hem Avrupa’da hem de ABD’nde tarihsel “miras”la “bugünün” sorunlarının içiçe geçtiği son derece karmaşık bir “çok kültürlülük” olgusu ve bu olguyu kabullenmemekte direnen bir “ırkçılık” sorunu vardır. Irkçılık sorunu değişip dönüşmüş, “üstün-kültürcülük” sorunu olmuştur. Öte yandan, şimdilik öyle pek korkutucu boyutta olmadığına inanılsa da hem ABD hem de Avrupa meseleyi seyretmemekte, çözmek için pek çok kaynağı seferber etmektedir.

Nefret suçu terimini, bir kesime mensup olanın diğer kesime mensup olandan “nefret” etmesini anlatıyor görünse de “nefret” değildir her olayda söz konusu olan. Kimi zaman önyargıdır, kimi zaman nefrete varmayan başka düşmanca hislerdir kimi zamanda haklı olduğuna inanılan tepkisel eylemler, kimi zaman da basitçe alay etme ya da aşağılamadır. Nefret suçu, belirli toplumsal kesimlere karşı türlü türlü ayrımcı saiklerle işlenen eylemleri anlatmak için kullanılan bir “torba kavram”dır.

Nefret suçlarının bugünün çok kültürlü toplumlarında barış içinde birarada yaşamayı dönem dönem ciddi ölçüde engelleyen boyutlara vardığını biliyoruz. Bu suçlar, zaman zaman çeşitli toplumsal kesimler arasındaki siyasal çatışma ve kamplaşma eğilimleri ile ilgili görünse de, failleri, her zaman, belirli siyasal kesimlere mensup, yönelimleri kararlı kimseler değildir. Ama her zaman siyasi saiklerle işlenmiyor olsalar da, nefret suçlarının; belirli kesimlere karşı egemen toplumsal önyargılardan, “tarihsel” düşmanlıklardan, genel siyasal kışkırtmalardan etkilenen kimseler tarafından işlendikleri söylenebilir. Bu nedenle nefret suçları, belirli toplumsal kesimlere yönelik egemen-siyasal ya da sosyo-kültürel tahammülsüzlüğün veya düşmanlıkların, bireysel izdüşümleri olarak görülebilir. Nefret suçları çizgisinde iz sürmek, sokaktaki basit sövmeden, azınlık karşıtı “protesto” eylemlerine, o eylemlerden pogromlara, pogromlardan soykırıma dallanıp budaklanan bir fenomenin, adi suçlarla siyasal şiddetin birbirleriyle temas ettiği ya da etmediği “gölge topraklarında” dolaşmayı gerektirir.

Aslında her suç için geçerli olan önemli bir kriminolojik gerçek, nefret suçları için de geçerlidir: Bireysel olsun toplu olsun suç olgusu; salt bireysel bir “şaşırmışlığın” ya da gayrimeşru bir “ölçüsüzlüğün” değil, aynı zamanda devletin yapısının, toplumsal ilişkilerin ve hiyerarşik yapılanmaların örgütlenmesinin, egemen ahlâk ölçülerinin, ekonomik paylaşımın, toplumsal, ekonomik ve kültürel iletişim kodlarının niteliğinin ya da niteliksizliğinin de bir göstergesidir.

 

Türkiye’de Nefret Suçları

Türkiye’de de belki teknik olarak yabancı düşmanlığı olarak adlandırılamayacak (herhalde Türkiye’de yeterince fazla sayıda yabancı yaşamadığı için!) ama ırk, din, etnik köken, felsefi inanç ya da cinsel tercih düşmanlığı olarak adlandırılabilecek çeşitli “kriminojen” ortam ve hareketlerin bulunduğunu ve bunların kendilerini zaman zaman oldukça çok tehlikeli suçlarla “ifade ettikleri”ni biliyoruz. Gün geçmiyor ki Türkiye’de de etnik kökenleri, dinsel, siyasal ya da felsefi inançları ya da inançsızlıkları veya cinsel tercihleri yüzünden insanlar bir aşağılamaya ya da fiili saldırıya maruz kalmasın. Bugün internet ortamında da nefret suçlarının körüklendiği gruplaşmaların yaşandığına tanık oluyoruz. Nefret suçları özellikle genç yaştaki kimseleri kıskacına alıveren “bizim çete”cilik hevesleri ile yaygınlaşıyor.

ABD’nde ya da artık sınırlı ölçüde de olsa Avrupa’da, polis teşkilâtları, nefret suçları istatistikleri tutmaktadır. Türkiye’de benzer istatistiki çalışmalar yoktur. Bununla birlikte, dönemsel olarak gazete haberlerini taramak, sivil toplum örgütlerinin haber, yıllık rapor ve kampanyalarını taramak, Türkiye’de de ciddi bir nefret suçları sorununun olduğunu anlamaya yeter. “Kürt açılımı”, “hıristiyan azınlıklar”, “eşcinsel hakları” vb. konulardaki tartışma ve gruplaşmaları pek genel olarak takip etmek dahi, hem sözlü şiddet hem de fiili şiddet içeren nefret suçlarının Türkiye’de de yaygın olduğunu gösterir.

Yabancı düşmanlığına dayalı olarak suç işleyen ya da genel olarak nefret suçu işleyen faillerin mutlaka ideolojik temelli olarak hareket etmedikleri biliniyor. Gerek sözlü taciz ve sövme, kin ve düşmanlığa tahrik suçları gerek şiddet içeren eylemler, artık bir ırkı yoketme amaçlı ideolojik soykırıma yönelik organize eylemler olmaktan çok, tek tek faillerin ya da belirli kültüre mensup grupların, toplumun, korunmadan yoksun zayıf kesimlerine karşı işlediği suçlardır. Bu suçlar, bazen önyargılar ve eğitimsizlik bazen siyasal ve kültürel düşmanlık, bazen rekabet duyguları, bazen ailevi ve toplumsal bağların küreselleşmede çözüldüğü bir dünyada yönelimini bulamamış gençlerin kimlik arayışı ve tepkiselliği biçiminde ortaya çıkıyor. Çoğu zaman da çoğunluktan farklı olan, salt farklı olduğu için birilerinin “ajanı” olmakla suçlanıyor. O suçlanan, Joseph Skvorecky’nin -bir bilimsel toplantıda vatanını karalamakla ve Batı’ya iltica etmekle itham edildiğini (tam da vatanına dönmüş iken) gazeteden okuyan- “Mühendis”i gibi, bir türlü haberi yalanlatamaz; sürekli izlendiği için uyku uyuyamaz! Yurt dışına sığınmakla suçlanan Mühendis sonunda türlü tehlikeleri göze alarak kaçar ve gerçekten de yurt dışına sığınır!  Irkçı söylem, hakikaten kendi hainini yaratmakta pek ustadır; olmasa da ortada ihanet filan, bir tane kendi yazar, yönetir ve izletir…

Ama örneğin Avrupa’da ideolojik temelli, Yahudi veya Müslüman ya da Yabancı düşmanlığından beslenen aşırı sağ siyasi parti ve oluşumların varlığı ve toplumda seslerini duyurabilmeleri de dikkat çekicidir. Bu tip siyasal oluşumların bir “arka bahçesi”, partiyle organik bağı olmasa da kendisini “davanın neferi” olarak gören bir “genç takımı” vardır hep. Masabaşı faili olarak da adlandırılan ve böylesi oluşumlara karşı görünse de, bunların ürettikleri bazı fikir ve çözümleri benimseyen “yaşlı” muhafazakar parti ve oluşumlar da çoğu zaman aşırı sağın, aşırı milliyetçiliğin ekmeğine yağ sürer.

Siyasal oluşumlar bir yana, bu alanda toplumsal madalyonun bir yüzü yapısal ayrımcılık örnekleri ile kararmıştır: “…Aaa göçmen Türk’e hapishanede işkence yapılmış…”

Toplumsal madalyonun diğer yüzünde ise yapısal ayrımcılığa karşı tepkisel şiddet gösteren azınlıklar ve o şiddeti yaratan koşulları görmezden gelenler vardır: “Aaaa, ‘kopuk’(!) ‘Mağribi’ gençler Fransız otomobillerini yerletersyüzbir ediyor, dükkanları taşlıyor” (!)

Irkçılık madalyonunun “Türkiye” izdüşümünde ise, memleketin kimi “çağdaş”-“batılı” sakinlerinin dillendirdiği “iç-göç” şikayetleri ya da “iç göç”ten şikayet ne kadar da benzer Batı Avrupa’lı “muhafazakâr”ın dillendirdiğine. Bu arzuhâl, yapısal ayrımcılığı görmezden gelen, türlü türlü yaşam tarzlarını yaratan yapısal koşulları sorgulamayan, belirli kesimleri neredeyse “doğuştan” şöyle ya da böyle davranmaya eğilimli gören söylemlerle doludur. Göçmenin son derece kötü çalışma koşulları içinde, düşük ücretlerle, “sigortasız” halde ürettiği hizmetlerden yararlanılırken, onun “yaşam tarzından” rahatsız olunması başlıbaşına bir ayrımcılık türüdür ve nefret söylemi biçiminde yaygınlaşmasına ramak kalmıştır. Ürünleriniz çok düşük ücrete, kelle-koltuk yolculuklarla eteklerinize düşen mevsimlik ziyaretçilerce, Ralph Ellison’un “Görünmez Adam”larınca toplansın; sokaklara attığınız çöplerdeki plastik şişeler, kağıtlar, şunlar bunlar, etnik kökeniyle ayrılmış “zoraki çevreciler” tarafından ayıklansın ama, aman aman bu ziyaretçiler, yaşam tarzlarıyla “sorun” olmasınlar! Kağıt bilmemne dolu o çöp tornetleri filan var ya, onlar işte, gündüz tıkamasınlar otomobilinizin yolunu da siz bilmemne plazasındaki toplantınıza rahat yetişin!

Bu madalyonun, bir dolu yüzü var… Başka bir perspektif:

“Sokaklar güvenli olmaktan çıktı!”

“Niye?”

“Çıktı canım, belli değil mi?”

“İyi de niye çıktı?”

“Bilmiyorum, suçlular kol geziyor.”

“Kol gezmeyip ne yapacaklardı?”

“Çalışsınlar ayol!”

“Kimi Curriculum Vitae, başka türden bir ‘kariyer’e mecbur belki de… Suç kariyeri denir buna…”

İşte aşırı milliyetçi çocuğun, nefret suçu failinin, terörcü çocuktan farkı yoktur belki de suça itilmişlik açısından… İkisi de Tuzla’da ölüm makineleri altında ezilmektense, rehber büyüklerinin teşvikleri ve tavsiye mektupları sayesinde aynı derecede riskli ama “daha parlak” bir “gelecek” (!) vaadeden meşgalelerle, CV’lerine uygun şekilde ilerliyorlardır suç kariyerlerinde! Koskocaman bir “dava”nın neferi olmak varken ne diye “sakat işçi” aylığına muhtaç duruma düşsünler!

Siyasal platformlarda, basın organlarında öyle ya da böyle “Kürt Açılımı” tartışılırken bazı gündelik ortamlarda “Kürt düşmanlığı”nın yaygınlaşması tesadüf mü? “Azınlık”ların öz-kimlik bilincinin artık haklı olarak daha çok sesli dillenmesinden rahatsız olanlar, birden bire “Kürt fıkralarına” merak salmaya, kimi Kürtlerin Türkçe aksanıyla “alay etme” teşebbüsüne girişmeye başladılar. Önceleri de sık rastlanıyordu benzer ayrımcı tavırlara ama belki de “muhatapları” yeterince ses çıkarmadıklarından geçiştiriliyordu bunlar. Benzer tavırlara, göçmen Türkler veya müslümanlar konusunda çok tanık oluruz. Yanıbaşında yaşayan insanın diline vb. nitelik ve zenginliklerine ya da içinde bulunduğu toplumdaki varoluş ve yaşayış koşullarına en ufak bir ilgi göstermez, onu eşit haklara ve eşit oluş biçimlerine sahip bir muhatap kabul etmez iken, ondan hemen şu “modern” topluma “entegre” oluvermesini ister gizli ırkçı. Şunu da eklemeden geçmeyeyim ama: Sonuçta yarım asırdır Batı Avrupa toplumlarında varlık ve söz sahibi olan göçmenlerin tarihsel konumu ile bugün Türkiye’nin en az Türkler kadar sahibi olan azınlıklarının durumu karşılaştırılınca, Türkiye’nin artık fazla ileri giden “Türkçülüğü”, Almanya’nın “Alman kültürcü”lüğünden çok daha rahatsız edicidir. Kaç “Türk oğlu/kızı Türk”, yanıbaşında o kadar zamandır konuşulan bir dili, mesela “Kürtçe”yi öğrenmek istemiştir; hatta merak edip de “birkaç sayfa okuyayım yahu şu Kürtçe hakkında, nasıl bir dildir” diye sormuştur? Herkes İngilizce, Almanca, Fransızca meraklısıdır da, dur bir de Kürtçe öğreneyim diyenimize pek sık rastlanmaz. Neden? İnsanlar “cool” (!) ve “inter-national” saydıklarına meraklı olduklarından, “inter-cultural”a pek rağbet etmediklerinden ya da Kürtçe bilgisiyle iş bulamayacaklarından filan mı? Belki. Belki de insanı bir dili öğrenmeye iten erek “iş bulma”nın yanında ve en az onun kadar gerekli olan “komşu ile iyi geçinme, yanıbaşındaki insanı daha iyi tanıma” ereği olmalıdır.

Ama nefret suçları çok boyutlu bir olgu. Çünkü “farklı olana karşı beslenen düşmanlıktan” kaynaklanan bir söylem ya da eylem. Öyle olunca da türlü türlü “farklılara” karşı türlü türlü nefret suçları işleniyor ve her tür nefret suçu farklı farklı boyutlar kazanıyor. Müslüman düşmanlığı, Yahudi düşmanlığı, kadın düşmanlığı, eşcinsel düşmanlığı, Afrika kökenli düşmanlığı vs. vs. her tür “zenofobinin” ortak paydası, toplumun çoğunluğuna ya da çoğunluk olmasa da “egemen ortalama”sına mensup kimse ya da kimselerin, toplumun azınlığına ya da azınlık olmasa da zayıf ve hassas konumda bırakılmışlara karşı beslediği “antipati”, “önyargı”, “nefret”, “aşağılama” vb. düşmanlık duygularına, ezdikçe ezme hislerine dayanması; çoğunluğun, çoğu yerle kalmayıp her yeri “kaplama” yolundaki totaliter sapma eğilimlerinden güç alması. Bu hisler, bazen “hastalıklı bir ruh haliyle” bazen de “hiç de hastalıklı olmayan ve pek reel-politik hesaplara dayalı” olarak eyleme itiyor suçluyu… Bireysel şiddet, yapısal ayrımcılıktan da destek alabiliyor. Toplumun siyasal ve kültürel “orta”sında, bir “rahatlama” yaratma misyonu edinerek ve zaman zaman da o “orta”ya hizmet ettiğine inandırılarak, oraya bile sıçrama potansiyeli gösteriyor.

“Beyaz adamlarla” ada-parsellenen bir dünyada ne çok heimatlosigkeit özlemi çeker olduk!

İkinci yazımda azıcık hukuksal ve kültür-politik bir surat asacağım ve nefret suçları ile mücadelede farklı perspektiflerden sözedeceğim. (Yard. Doç. Öykü Didem Aydın)

http://www.edebiyatvehukuk.org/asiri-milliyetci-kapanim-ve-nefret-suclari-i.html

http://www.sosyaldegisim.org/index.php/2009/12/asiri-milliyetci-kapanim-ve-nefret-suclari/

 

 

Nefret Suçları ile Mücadele – II

Öykü Didem Aydın

Ceza Hukukunun Olanakları ve Sınırları*

Makale, gözden geçirilmiş ve Türkiye’ye dair açıklamalarla geliştirilmiş bu haliyle, Levent Şensever arkadaşımızın “nefret suçları mücadelesi”ne ithaf edilmiştir.

Giriş ve Birinci Yazının Özeti

Dilerseniz birinci yazının özetiyle giriş yapalım, sonra da ikinci kısma geçelim. Kin ve nefret suçlarından kriminolojik olarak söz ederken hangi fiillerin akla gelmesi gerektiğini aşağıdaki iki örnek çok açık olarak ortaya koymaktadır:

Irkçı müzik grubu bir konserinde aşağıdaki sözleri içeren bir şarkı söylemiştir:

“Sen de benim gibi düşün; anlayabiliyor musun? Dayanabiliyor musun binlerce Türkün burada olmasına? Sonunda bitir bu işi, yetersin sen bu işe. Eskisi gibi yap ve hepsini tık trenlere”.

Bu metin Almanya’da Gençlere Zararlı Metinleri Denetleme Kurulu tarafından gençlere zararlı bir metin olarak kabul edilmiş ve onlara dağıtımı ve propagandası ceza tehdidi altına alınmıştır.[1]

İkinci örnek yalnızca sözde kalmayan ve şiddet içeren yabancı düşmanlığının boyutlarını göstermektedir:

Farid Guendoul diğer adı ile Omar Ben Noui 13.2.1999 tarihinde Guben’deki (Brandenburg) dazlak (”Skin-Head”) gençler tarafından önce tehdit edilmiş ve bir grup tarafından kovalanmıştır. Panik içinde kendisini kovalayan dazlaklardan kaçan genç bir eve sığınmaya çalışırken camlı bir sokak kapısının içinden geçmiş ve camın, atardamarlarından birini kesmesi yüzünden, sığınmaya çalıştığı apartmanın girişinde kan kaybından ölmüştür. Bu ölümcül insan avının üzerinden yirmibir ay geçtikten sonra Cottbus’da bulunan Eyalet Mahkemesi sekiz sanığı sadece taksirle ölüme sebebiyet vermekten mahkum etmiştir. Hakkında dava açılan 11 sanıktan yalnızca üçüne hürriyeti bağlayıcı cezalar verilmiştir. Verilen hafif cezalar Almanya’da tepki ile karşılanmıştır. Alman Musevi Cemaatinin Başkan Yardımcısı Michel Friedman bir insanın ölümüne sebebiyet veren gençlerin tecille kurtulmuş olmalarının anlaşılır bir şey olmadığını ifade etmiştir.[2]

On yıl önce işlenmiş bu suçun benzerleri türlü türlü azınlık ve kesimlere karşı bugün de artan oranda işlenmekte ve sayıları, salt ABD veya Almanya’da değil, dünyanın her yerinde ve Türkiye’de de gitgide artmaktadır.

 

Nefret Suçları

Mağdurun dini, dili, ırkı, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti, felsefi ya da siyasal inancı, cinsel tercihleri vb. özelliklerine karşı duyulan düşmanlığa dayalı olarak işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail, mağdura salt farklı bir toplumsal kesim kimliğini taşıdığı için ya da salt belirli bir toplumsal ya da kültürel kesimin mensubu olduğu için zarar vermek istiyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç, genel olarak aynı zamanda bir nefret suçudur (Ayrıntılı Almanca analiz iç. bkz. Öykü Didem Aydın, Bekaempfung von Hassdelikten …: bağlantı) Ayrımcı ve ırkçı suçlar veya halkın bir kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri de bir yönüyle nefret suçlarıdır.

Nefret suçları terimi ABD kaynaklı bir terimdir. Yakın zamana kadar Batı Avrupa ceza hukukunda nefret suçları kavramına yer verilmiyordu. Nefret suçları kavram alanı altındaki suçlar, kendilerine özgü kategorilerde ayrı ayrı değerlendiriliyordu. Ancak artık nefret suçlarının da farklı bir sosyo-kriminolojik gerçekliği anlattığı, oldukça ciddi bir toplumsal sorun olduğu ve kendine özgü tipolojisinin bulunduğu Avrupa’da da kabul edilmiş ve bu konuda gerek kuramsal gerek pratik çalışmalar artmaya başlamıştır. Nefret suçları kategorisinin yaratılmasında, azınlık kesimlerinin güçlenmesinin ve haklarına sahip çıkma konusunda seslerini çıkarmaya başlamalarının da önemli bir rolü vardır.

Nefret suçları, hem ABD’nde hem de Avrupa’da artan oranda işlenmekte ve bugünün çok kültürlü toplumlarında barış içinde birarada yaşamayı dönem dönem ciddi ölçüde engelleyen boyutlara varabilmektedir. Hem öldürme, yaralama, cinsel taciz, yangın çıkarma, mala zarar verme gibi ağır saldırılar biçiminde işlenmeleri yüzünden, hem de, sadece bireysel zarar vermekle kalmayıp aynı zamanda çeşitli toplumsal kesimlere mensup kimseleri korku, endişe, hatta dehşet içine düşürmeleri yüzünden özellikle tehlikeli sayılan nefret suçları ile mücadele stratejileri konusundaki tartışmalar sürmektedir.

Nefret suçları, zaman zaman çeşitli toplumsal kesimler arasındaki siyasal çatışma ve kamplaşma eğilimleri ile ilgili görünse de, failleri, her zaman, belirli siyasal kesimlere mensup, yönelimleri kararlı kimseler değildir. Ancak nefret suçlarının failleri; bu suçları her zaman siyasi saiklerle işlemiyor olsalar da, kriminolojik olarak, belirli kesimlere karşı egemen toplumsal önyargılardan, “tarihsel” düşmanlıklardan, genel kışkırtmalardan etkilenen kimseler oldukları söylenebilir. Bu nedenle nefret suçları, belirli toplumsal kesimlere yönelik egemen-siyasal ya da sosyo-kültürel tahammülsüzlüğün veya düşmanlıkların, bireysel izdüşümleri olarak görülebilir. Aslında her suç için geçerli olan önemli bir kriminolojik gerçek, nefret suçları için de geçerlidir: Bireysel olsun toplu olsun suç olgusu; salt bireysel bir “şaşırmışlığın” ya da gayrimeşru bir “ölçüsüzlüğün” değil, aynı zamanda devletin yapısının, toplumsal ilişkilerin ve hiyerarşik yapılanmaların örgütlenmesinin, egemen ahlâk ölçülerinin, ekonomik paylaşımın, toplumsal, ekonomik ve kültürel iletişim kodlarının niteliğinin ya da niteliksizliğinin de bir göstergesidir.

Türkiye’de de belki teknik olarak yabancı düşmanlığı olarak adlandırılamayacak ancak etnik köken, felsefi inanç ya da cinsel tercih düşmanlığı olarak adlandırılabilecek çeşitli kriminojen ortam ve hareketlerin bulunduğu ve bunların kendilerini zaman zaman oldukça çok tehlikeli suçlarla “ifade ettikleri” bilinmektedir. Gün geçmiyor ki Türkiye’de de etnik kökenleri, dinsel, siyasal ya da felsefi inançları ya da inançsızlıkları veya cinsel tercihleri yüzünden insanlar bir aşağılamaya ya da fiili saldırıya maruz kalmasın. Bugün internet ortamında da nefret suçlarının körüklendiği gruplaşmaların yaşandığına tanık oluyoruz. Nefret suçları gitgide yaygınlaşmakta, özellikle gençleri kıskacına alabilen “çetecilik hevesleri” ile de işlenegelmektedir.

ABD’nde ya da artık sınırlı ölçüde de olsa Avrupa’da, polis teşkilatları, nefret suçları istatistikleri tutmaktadır. Türkiye’de benzer istatistiki çalışmalar yoktur. Bununla birlikte, dönemsel olarak gazete haberlerini taramak, sivil toplum örgütlerinin haber, yıllık rapor ve kampanyalarını taramak, Türkiye’de de ciddi bir nefret suçları sorununun olduğunu anlamaya yeter. “Kürt açılımı”, “dinsel azınlıklar”, “eşcinsel hakları” vb. konulardaki tartışma ve gruplaşmaları pek genel olarak takip etmek dahi, hem sözlü şiddet hem de fiili şiddet içeren nefret suçlarının ülkemizde de yaygın olduğunu göstermektedir.

Bu ikinci yazıda önce ABD ile Avrupa karşılaştırmasından yola çıkmak, sonra da Türkiye için de bazı tartışma perspektifleri sunmak istiyorum.

 

Nefret Suçları Konusundaki Deneysel Bulgular

Almanya’da aşırı sağcı, musevi düşmanı ve yabancı düşmanı suçların son on yılda da ciddi oranlar gösterdiğine ilişkin yaygın kanıyı somut istatistiki bilgiler de desteklemektedir.[3] Irkçılığı ve Yabancı Düşmanlığını Gözlemleme Avrupa Dairesi’nin raporlarına göre bu durum yalnızca Almanya değil tüm Avrupa için geçerlidir. Bu tip suçlar Almanya’da 2000 yılında büyük bir artış göstermiş ve 2001 yılından günümüze kadar dönemsel olarak düşüş ve artış göstermeye devam etmiştir. Son on yılda 20.000 eşiğinin aşıldığından sözedilebilir. Çünkü örneğin 2000 yılında bu alanda 15.951 suç kaydedilmişti. Bu, önceki yıla göre % 58,9 oranında bir artışı ifade etmekteydi. Kuzey Ren Westfalya eyaletinde % 74,1’lik bir artıştan sözedilmişti.

Bu suçlar yıllar içinde düşüş ve artışlar göstermişlerdir ancak 2008 yılında yine de 20.422 adet “sağ eğilimli” suç; 6724 “sol eğilimli” suç ve 1484 adet de yabancıların işlediği suçlar olmak üzere toplam 24605 “siyasal” eğilimli suç işlenmiştir.

2008 yılında işlenen toplam 31.801 “siyasal” eğilimli suçun 24.605’i “aşırı” eğilimli suçtur ve bu aşırı eğilimli suçların 19.894 adeti, “aşırı sağ eğilim”le işlenmiş suçlardır. 19.894 adet aşırı sağ eğilimli suçun 1042 adeti ise “şiddet suçları”dır.

Özellikle endişeye sevkedici bir durum şiddet içeren aşırı sağ eğilimli suçların adam öldürme, yaralama, yangın çıkarma, kamu emniyetini bozma, yağma gibi ciddi suçlar şeklinde işlenmesidir.

Dönemsel olarak aşırı sağcı, yahudi düşmanı ve yabancı düşmanı şiddet suçu işlendiği ve artış dönemlerinde suçların birbirlerini tetiklediği gözlemlenmektedir. Şiddet içeren suçlarda artış oranı yüksektir. Bu grup içinde “aşırı sağ siyasi saikli” suçlar da yükselmiştir.

Aşırı sağ bir siyasi motivasyonu olsun olmasın yabancılara karşı genel olarak işlenen şiddet suçları, sözü edilen grup içinde en yaygın grubu oluşturmaktadır.Yine, motivasyonu yahudi düşmanlığı olan şiddet şuçlarının sayısı da fazladır. Örneğin 2008 yılında aşırı sağ eğilimli şiddet suçlarının % 37.9’u yabancı düşmanlığı saikine dayalı olarak işlenmiştir.

Bu eğilimlerin ve istatistiki verilerin analizinde; son yıllarda Alman toplumunu çok rahatsız eden yabancı düşmanlığına dayalı suçlarda mağdurların ve toplumun diğer kesimlerinin duyarlılığının artmasına paralel olarak şikayetlerin ve ihbarların da artmış olabileceği ve yine polisin bu suçları takipte artan dikkatinin de istatistikleri yukarı çekmiş olabileceği noktaları gözönünde tutulmalıdır. Her durumda nefret suçu olgusu, batı dünyasında önemli bir toplumsal sorun olmaya devam etmektedir.

Yine dikkat edilmesi gereken nokta özellikle yabancılara yönelik tehdit ve saldırıların kitle iletisim araçlarında yoğun olarak yeralmasından sonra paralel taciz ve saldırıların kısa dönem içinde yoğun olarak artması ve medyanın ilgisi ortadan kalktıktan sonra düşmesi olgusudur.[4]

Bütün bu noktalara karşın yabancı düşmanlığı nedeni ile işlenen suçlar Alman toplumunda her zaman güncelliğini korumakta ve kamu güvenliği ve barışı için önemli bir tehdit oluşturmaya devam etmektedir.

Aşırı sağ grupların ya da diğer yabancı düşmanlarının işlediği suçlar eski Doğu Almanya sınırlarının içinde bulunan bugünkü yeni eyaletlerde batı eyaletlerine göre çok daha endişe verici boyutlarda olsa da bu sorun yalnızca doğu Almanya’nın değil tüm Almanya’nın hatta tüm Avrupa’nın sorunudur.

Batı Almanya’da saldırılar kimliği çoğu olayda tespit edilemeyen tek tek kişiler tarafından yapılmasına karşın Doğu Almanya’da genç kimseler tarafından oluşturulan gruplarca yapılan “insan avı” biçiminde işlenmektedir.

Gözönünde tutulması gereken önemli bir diğer nokta ise yabancı düşmanlığına dayalı olarak suç işleyen ya da genel olarak nefret suçu işleyen faillerin mutlaka ideolojik temelli olarak hareket etmedikleri gerçeğidir. Gerek sözlü taciz ve sövme, kin ve düşmanlığa tahrik cürümleri gerek şiddet içeren fiiller, bir ırkı yoketmeye yönelik ideolojik soykırıma yönelik organize eylemler olmaktan ziyade, tek tek faillerin ya da belirli alt-kültüre mensup grupların, toplumun korunmadan yoksun zayıf kesimlerine karşı işlediği suçlar olmaktadır. Bu suçlar, bazen önyargılar ve eğitimsizlik bazen kin ve düşmanlık, bazen rekabet duyguları, bazen ailevi ve toplumsal bağların küreselleşmede çözüldüğü bir dünyada sağlıklı toplumsal yönelimini bulamamış gençlerin kimlik arayışı ve tepkiselliği biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ancak unutulmaması gereken bir gerçek, Almanya’da ideolojik temelli, yahudi ve yabancı düşmanlığından beslenen aşırı sağ siyasi parti ve oluşumların varlığı ve toplumda seslerini duyurabilmeleridir. Almanya’da masa başı faili[5] olarak da adlandırılan ve böylesi oluşumlara karşı olsa da, bunların ürettikleri bazı fikir ve çözümleri benimseyen muhafazakar parti ve oluşumlar da çoğu zaman aşırı sağın ekmeğine yağ sürebilmektedir.

Yabancı düşmanlığına dayalı şuçlar çoğunlukla genç kimseler[6] tarafından işlense de özellikle soykırımın inkarı[7] olarak adlandırılan ve Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere ve bazı diğer gruplara yapılan soykırımı inkar etme, boyutlarını küçültme ya da övme ve zararsız gösterme filleri[8] işleyen “revizyonistler”; tarihçi ya da bilim adamı kisvesi altında böylesi iddialarda bulunan yaşça olgun kimseler de suç istatistikleri arasındaki yerini almaktadır. Berlin’de çıkan Tageszeitung’un 12 Ağustos 2009 tarihli sayısında yine bir soykırım inkârcısının haberi vardı. Soykırımı inkar iddiaları yalnızca ülkede bulunan Yahudilerin yalancı oldukları iddiası olarak bir hakaret ya da türlü kesimlere karşı bir tür kin ve düşmanlığa tahrik anlamına gelmemekte, yabancı düşmanı gençlere bu düşmanlıklarına temel oluşturacak tezler de sağlamaktadır.

 

Nefret Suçları ile Mücadelede Farklı Perspektifler

Makalemin başında verdiğim iki örnek iki tür yabancı düşmanlığına veya nefret suçuna işaret etmektedir: Sözlü nefret suçu ve şiddet içeren, fiilî nefret suçu. İki farklı nefret suçu ile mücadele biçimleri de farklı farklı biçimde olmaktadır. Nefret suçu kavramı birbirlerinden farklı ve çok çeşitli fiilleri içermektedir. Bu çeşitlilik ceza hukukunda hem nefret suçunun hem de yabancı düşmanlığının yapısı ve ortaya çıkış biçimlerinin farklılığının gözönünde tutulmasını ve farklı stratejiler geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu yaklaşımlar, yalnızca Almanya’da değil tüm dünyada nefret suçları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele ile ilgili soruların yanıtlanması açısından çok önemlidir.

Önyargılarla Mücadele PerspektifiÞ Bu yaklaşım ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını, farklı kesimlere karşı düşmanlık duygularını psikolojik temelli bir önyargı olarak görmektedir. Bu nedenle sözü edilen olguyla mücadele için çok küçük yaşlarda başlaması gereken bir hoşgörü eğitiminin öneminin altı çizilmektedir. Yine önyargıya dayalı olarak işlenen suçlarda genç faillerin cezalandırılması yerine ıslah edilmeleri görüşü, bu temel yaklaşıma dayanmaktadır. Bu yaklaşımda, cezalandırmadan ziyade eğitimin ve ıslah programlarının altı çizilmektedir.

Nasyonel Sosyalist (veya diğer ülkeler açısından Aşırı Milliyetçi) İdeoloji İle Mücadele ve Militan Demokrasi Perspektifi Þ Bu yaklaşım Anayasayı Koruma Dairesi veya benzeri resmi ya da yarı resmi kurumların izleme ve raporlama (”Überwachung”) etkinlikleri yolu ile özellikle ırkçı, aşırı milliyetçi ve yabancı düşmanlığı propagandasını ve ayrıca şiddet içeren yabancı düşmanlığı ile mücadeleyi hedeflemektedir: Bu mücadelenin esası, Alman Anayasayı Koruma Dairesi’nin Anayasa karşıtı hareketlerin takibi ve demokratik düzen karşıtı derneklerin ve partilerin kapatılması uygulamalarıdır.[9]

“Nefret Suçları” Perspektifi Þ Bu yaklaşım yabancı düşmanlığı ve buna benzer diğer (din, dil, milliyet, ırk, etnik köken, cinsiyet, cinsel tercih düşmanlığı) saiklerle işlenen suçlarda, paralel diğer suçlara oranla daha ağır cezai müeyyideler getiren Amerika Birleşik Devletleri sistemini savunur. Örneğin ırkçı saiklere ya da etnik köken düşmanlığına veyahut mağdurun cinsel tercihine dayalı bir insan öldürme fiilinin, başka saiklerle işlenen insan öldürmeden çok daha ağır bir öldürme eylemi olduğu düşünülüp failler daha fazla cezalandırılır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, gerek federal devlet gerek eyaletlerin çoğu; ırkçılık, yabancı düşmanlığı, dini düşmanlık veya mağdurun dinine, milli ve etnik kökenine, cinsine, cinsel tercihine dayalı olarak nefret temelinde işlenen şiddet şuçlarında, “kin ve nefret suçu” modelini getirmiştir. Bu model, eyaletlere göre farklı farklı uygulansa da genel olarak ya suçun, mağdurun sayılan kesimlere mensup olması yüzünden işlenmesi halinde ya da mağdurun mensup olduğu kesime karşı kin veya nefret ya da düşmanlık saikiyle işlenmesi halinde ceza arttırımına gidilmektedir. Düşünce özgürlüğünün Avrupa sisteminden daha geniş olarak korundugu Amerikan sisteminde “nefret içeren ifadeler” ya da “nefret sözleri” (“hate speech”) adı verilen ayrımcılığa dayalı tahkir veya ayrımcılık, kin ve düşmanlığa tahrik filleri haklı olarak korunan hukuki bir değer için açık ve yakın tehlike oluşturmadıkça cezalandırılamamaktadır[10]. Buna karşın gerek Federal düzeyde gerek eyaletler düzeyinde meşru olarak cezalandırılabilen başka bir suçun saiki eğer ayrımcılık ise, suçun kanunen zorunlu olarak ağırlaştırılarak cezalandırıldığı görülmektedir.

Ayrımcılığın Önlenmesi PerspektifiÞ Bu yaklaşım toplumdaki zayıf grupların ve azınlıkların maruz kaldıkları özel ve kamusal ayrımcılığa (yapısal ayrımcılığa) karşı korunmasını savunur. Bu perspektifte, ayrımcılığı önleme komisyonlarının ve ayrımcılığa karşı toplu dava olanaklarının sağlanması gerekliliğinin altı çizilir. Bu çerçevede, ceza yaptırımlarından çok, toplumdaki zayıf gruplara karşı ayrımcılık yapılmasının önlenmesi yoluyla ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele amaçlanır.

Azınlıkların Toplumsal Konumlarının İyileştirilmesi PerspektifiÞBu yaklaşımda, azınlıkların toplum içindeki “statü”lerinin iyileştirilmesi gerektiği vurgulanır, azınlık kesimlerine mensup kimselerin bilim, sanat, siyaset vb. kilit toplumsal alanlarda “kimlikleri” ile öne çıkmaları, “rol modeli” olmaları desteklenir. “İsa neden siyahi olmasın?” veya “Barbie bebeğin deri rengi neden siyah olmasın?” başlıkları altında açılan tartışmaların bu yaklaşımdan kaynakladığı söylenebilir. Kulağa ya da göze hoş gelen geleneksel “yüksek aksan”, “güzel görüntü” vb. uyaranların yüksekliğinin ya da çirkinliğinin çoğunluğun algısına, hatta çoğu zaman işlevsel doğruluktan uzaklaşmış gayrimeşru hegemonik dayatmalara göre değişebileceği anlatılır. Sadece Amerikalı, Alman ya da Fransız olmanın değil Afrika’lı olmanın da “cool” sayılması için yürütülmesi gereken toplumsal kültür politikası araçlarına işaret edilir. Örneğin Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit’ın eşcinsel olduğunu açık açık söylemesinin, eşcinsellerin toplumsal konumlarının güçlendirilmesi yolunda bir adım olması gibi. Bu yaklaşıma göre, zayıf konumdaki toplumsal kesim mensubu, güçlü ve “hayranlık uyandırıcı” bir konuma yükselirse, o toplumsal kesime karşı duyulan önyargılar, düşmanlıklar azalacak; toplumun çoğunluğu bu kesimlerle “işbirliği” fırsatı arayacaktır. Öyle ya, insanlar bir tuhaftır: Geçimini cinsel işçilikle temin eden bir eşcinseli aşağılamak, bir dizi “ahlaki” gerekçeyle ona saldırmak “kolaydır” da, eşcinsel bir belediye başkanı söz konusu olduğunda iş değişir! Hemen bu yürekli insanın önünde eğilinip, şapkalar çıkarılır!

Zayıfların Korunması Perspektifi Þ Bu yaklaşım; failin, mağdurun zayıf[11] durumunu kullanarak saldırıda bulunmasını[12] genel geçer bir şiddet sebebi kabul eder. Böylece yalnızca bazı ırkçı suçlar değil evsizler, eşcinseller ve yabancılara karşı işlenen suçlar daha fazla cezalandırılabilmektedir. Bu perspektifin, nefret suçlarıyla mücadelenin “çeşitli toplumsal kesimler arasındaki bir çatışma biçiminde” ya da “çeşitli toplumsal kesimler üzerinden” yapılmasının kamu barışını korumaktan çok sarsacağı fikriyle de ilgisi vardır. Bu perspektifte, nefret suçunun bireysel mağdurlarının, grup aidiyetlerinden çok bireysel durum ve konumlarına dikkat çekilmekte ve siyasal ya da grup aidiyeti olmayan bir evsize, bir engellenmişe, yaşlılara, her kesimden çalışan kadınlara ve çocuklara karşı da nefret temelli suçlar işlenmekte olduğu ancak çoğu zaman nefret suçu ile mücadele eden grupların, bu gibi mağdurlardan çok, siyasal kampanya aracı olabilecek kesimleri korumaya yöneldiği, örneğin milliyet, din veya etnik köken düşmanlığına odaklandığı vurgulanmaktadır.

Gruplararası Rekabet ve Toplumsal-Kültürel Çekişme Perspektifi ÞBu yaklaşım yabancı düşmanlığına dayanarak işlenen suçların ya da genel olarak nefret suçlarının toplumun geneline egemen olan “yabancılara”, “başkasına”, “öteki”ye karşı olma olgusundan beslendiğini savunur. Toplumun “siyasi-orta”sında egemen olan ve kamuoyunu iligilendiren milli birlik, etnik köken, azınlık hakları ve özgürlükleri, eşitlik, otonomi, göç ve iltica, cinsel tercih tartışmaları, azınlıklar tarafından işlenen suçların artması, çifte vatandaşlık gibi temel konularda geçerli görüş ve çözümlerin değerlendirilmesine önem verir.[13] Bu yaklaşıma göre asıl olan suçlarla cezalandırma yolu ile mücadele değil, toplumu ilgilendiren temel sorunlara sağlıklı “toplumsal” çözümler üreterek nefret suçlarını önlemektir.

 

Avrupa Ceza Hukuku Irkçı vb. Suçlarla Nasıl Mücadele Etmektedir?

Gerek Almanya gerek diğer Avrupa ülkeleri ırkçı propaganda ile yukarıda açıklanan nasyonel sosyalist ideoloji ile mücadele ve militan demokrasi perspektifine dayanan siyasetle mücadele etmektedir. Ancak ırkçı ve yabancı düşmalığına dayalı şiddet suçları için bu ülkelerde İngiltere dışında bir özel düzenleme yoktur. Bunun anlamı ırkçı bir yaralamanın kıskançlığa dayalı bir yaralama ile normal koşullar altında aynı cezai müeyyideye tabii olacağı anlamına gelir.

Bu yaklaşımda, toplum içindeki grupları diğer gruplara karşı kin ve düşmanlığa tahrik suçunun (Alman Ceza Kanununun 130. maddesi, bazı önemli farklar dışında aşağı yukarı TCK’nun 216/2. maddesine karşılık gelmektedir), dernek ve parti kapatma müeyyidelerinin, gruplara hakaretin önlenmesinin, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğüne getirilen bazı sınırlamaların önemi büyüktür. Irkçı propaganda bu ülkelerde soykırıma bir hazırlık hareketi olarak görülmekte ve militan demokrat araçlarla bastırılmaya çalışılmaktadır. Soykırımın inkarının cezalandırılması bu yaklaşımın sertliğine bir örnektir.

Almanya’da motivasyonu ırkçılık ya da yabancı düşmanlığı olan suçlara ceza hukukunun verebileceği yanıt ancak adam öldürme suçlarında dolaylı olarak sertleşebilir. Ahlaki olarak düşük bir saike dayanarak adam öldürme Almanya’da basit adam öldürmeden farklı ve bir tür şiddet sebepli adam öldürme olmaktadır.[14] Alman Federal Mahkemesi önüne gelen birkaç olayda ırkçı olan arkadaşlarından takdir görmek için adam öldürmenin ırkçılık saiki ile ve ahlaki olarak çok düşük saikle adam öldürme olduğuna hükmetmiştir.[15]

Yine Almanya’da yargıç ceza kanununu 42/2. maddesine göre sanığın işlediği fillinden akseden inanç ve fikirlerini cezanın tayininde gözönünde tutmak durumundadır. Irkçı bir saldırıda failin bu “inancı” şüphesiz ona uygulanan cezanın en aşağı hadden en yukarıya kadar çekilmesine neden olabilecektir.

 

Sorular

Irkçı ve yabancı düşmanı suçların, nefret suçlarının çeşitli ülkelerde ve bu arada özellikle Türkiye’de yıldan yıla artması karşısında bu gelişmeyi önlemek için neler yapılabilir soruları akla gelmektedir. Cezai müeyyideler daha da ağırlaştırılmalı mıdır?

Bu konuda meşru ve etkili bir ceza siyasetinin nasıl olması gerektiğine ilişkin görüşler farklı farklıdır. Örneğin, Alman eski Federal Adalet Bakanı Herta Daeubler-Gmelin cezai müeyyidelerin daha da ağırlaştırılması görüşlerini reddetmekte ve Amerikan modelinin Almanya’da işlemeyeceğini savunmaktadır. Sabık bakana göre ırkçı ya da yabancı düşmanı saikini bir genel şiddet sebebi olarak kabul etmektense yargıçların olaydan olaya ceza tayininde aşağı hadlerden dağil en yukarı hadden cezalandırmaya gitmeleri gerekmektedir. Buna karşı Hirıstiyan Demokratlardan Postdam eski Adalet Bakanı Kurt Schelter yabancı düşmanı suçlarla ABD’deki gibi yargıcın takdirinden bağımsız genel geçer ağır cezalarla mücadele edilmesini savunmaktadır. Basit yaralama ile düşük ahlaki sebeplere dayalı yaralama ya da kin ve nefrete dayalı yaralama birbirinden ayrılmalıdır.

Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı suçların daha ağır cezalandırılması gerektiğine ilişkin görüşün gitgide yaygınlaşmasına karşın yargının bu suçlar karşısından nasıl bir tavır aldığı konusu açıklığa kavuşmamıştır. Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı suçların benzer saiklere dayalı diğer suçlara nazaran ne derece farklı yargılandığı ve ne derece farklı müeyyideler uygulandığı konusu kriminolojik olarak henüz açıklığa kavuşturulmamıştır.

Yine, yabancı düşmanlığına dayalı olarak işlenen suçların ya da genel olarak nefret suçlarının gerek suç oluşturan fiilin maddi unsuru ve hukuka aykırılığı (”Unrecht”) gerek failin kusur derecesi bakımından daha zararlı ya da daha tehlikeli olduğunu kanıtlayan bir ceza teorisine gereksinim vardır. Bunu ortaya koymak oldukça zordur çünkü örneğin nefrete dayalı olarak bir yabancının öldürülmesi ile hooliganların, karşı takımın bir taraftarını öldürmesi arasındaki farkın (hangi fiilin daha zararlı ya da tehlikeli olduğunun) ortaya konulması, salt ceza hukuku kuramı ile halledilebilecek bir iş değildir.[16] Bu gibi karşılaştırmalarda ceza hukuku siyaseti kuramı ile kriminolojik verilerden, suç istatistiklerinden yararlanılması gerekli olduğu için bir dizi ön çalışma yapılması şarttır. Örnekler çoğaltılabilir ve bir kimsenin eşcinsel olduğu için öldürülmesi ile para hırsına dayalı insan öldürmenin farkının açıklıkla ortaya konulması gerektiği de söylenebilir.

Nefret suçlarının paralel motivasyona dayalı diğer suçlara nazaran, somut olarak, ne derece farklı yargılandığı ve ne derece farklı yaptırımlara bağlandığı konusunun ötesinde örneğin Almanya’da bu suçlara ilişkin resmi istatistik sistemi de sorunludur. Polis istatistikleri gereksinim duyulan çoğu bilgiyi içermemektedir. Bu hususu Alman Federal Polis Örgütü’nün Başkan Yardımcısı da bir konferansında dile getirmiştir.[17] O konferanstan günümüze, istatistik sisteminde nefret suçlarının kaydedilme şekilleri ile ilgili ciddi bir reform yapılmamıştır. Belirli bir fiilin motivasyonunun ırkçılık veya yabancı düşmanlığı olup olmadığını hususu, her halde durumu istatistiklere geçiren polis memurunun takdirine bağlıdır. Kriterlerin belirsizliği, birbirine benzeyen olayları birbirinden ayıramama ya da bazı siyasi ve opportunist etkiler, suçun ırkçı ya da yabancı düşmanı niteliğinin belirlenmesini güçleştirmektedir. Yine eyaletler arası istatistiki veri tabanlarının ve veri toplama yöntemlerinin farklılığı işi daha da güçleştirmektedir. Fiillerin özellikleri konusunda yeterince bilgi toplanamamakta, mağdurların özelliklerine ilişkin istatistiki bilgi de bulunmamaktadır. Oysa, nefret suçlarının ayırıcı ölçütü, özellikle mağdurun grup aidiyeti ve toplumsal-kesim kimliğidir. Nefret suçlarında, failin saiki çok önemli bir ayırıcı unsur olsa da, mağdurun “kim” olduğu da önemlidir. Yine bu alanda ihbar ve şikayetlerin nispeten zor olması ve medyada sansasyon yaratılması ve olayların politize edilmesi olasılığı karşısında polis haddinden fazla ihtiyatlı olmakta ve bir çok olay gizli kalmaktadır.

 

Modeller

Amerika Birleşik Devletleri’nde, yukarıda ele aldığımız perspektiflerden “nefret suçları perspektifi” ile “ayrımcılığın önlenmesi persfektifi” birlikte uygulanmaktadır. Ülkenin önemli bir sivil toplum örgütü olan Anti-Defamation-League’in ortaya koyduğu aşağıdaki örnek-yasa-taslağına dayarak bir çok eyalet benzer hükümler öngörmüştür (ADL hakkında bilgi ve ırkçılıkla mücadele stratejisi icin bk. www.adl.org):

“A. Bir kimse diğer bir kimsenin ya da kişi grubunun gerçek veya öyle algıladığı ırkı, rengi, dini, dini, milli kökeni, cinsel eğilimi veya cinsiyeti yüzünden, ….. suçunu işliyor ise “önyargı saikli”/nefret suçunu işlemiştir.

B. Nefret suçu, temel suç için öngörülen yaptırımdan bir derece daha ağır bir yaptırımla cezalandırılır.” (Maddenin tam çevirisi değildir, kısaltılarak aktarılmıştır)

Yine ABD’nde Ceza Tayini İlkeleri (”United States Sentencing Guidelines”) kanun hükmündedir ve aşağıdaki “modification”u (ceza tayini ayarını) öngörmektedir. Buna göre tüm federal suçlar kin ve nefret temeline dayalı olarak işlenirlerse haddinden fazla cezalandırılacaklardır:

“Eğer sanık bir mağduru veya bir mülkü gerçek veya öyle sandığı ırkı, rengi, dini, milli kökeni, etnik kökeni, cinsiyeti, engellenmişlik durumu veya cinsel eğilimi (tercihi) yüzünden kasten seçmiş ise, işlediği suçun cezası 3 derece arttırılır (Maddenin tam çevirisi değildir, kısaltılarak aktarılmıştır) [Section 3A1.1(a)].”

Amerikan sisteminde kin ve nefret suçu modelinin yanında ayrımcılığı önleme modeli de yürürlüktedir: Özellikle federal alanda “Civil Rights Act” (Medeni Haklar Yasası) adı verilen yasanın 7. Babı; gerek iş yaşamında gerek mal ve hizmet sunumunda din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı yasaklamıştır. Ayrımcılığa karşı çıkarılmış olan önemli yasalar, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’nin okullarda siyah beyaz ayrılığını (”segregation”) Amerikan Anayasasının eşitlik ilkesini öngören 14. Ek Maddesi’ne (”14th Amendment”) aykırı bulan “Brown v. Board of Education” kararından sonra çıkarılmışlardır.

Öte yandan ABD’nde, zayıfların korunması perspektifi de kullanılarak, failin, mağdurun zayıf konumundan yararlanarak suç işlemesi hallerinde arttırılmış cezalar uygulanmaktadır.

Nefret suçları ile mücadelede ceza hukukunun olanakları böyle suçların diğerlerine nazaran çok daha ağır cezalandırılmasını gerektiren Amerikan modelinin alınması ile sınırlı değildir. Aşağıda başka yolları ve önerileri şöyle sıralayayım:

Irkçı, aşırı milliyetçi, ayrımcı ya da yabancı düşmanı nefret propagandasını cezalandırmaktan ziyade (çünkü madalyonun diğer tarafında düşünce özgürlüğümüz var!) toplum içindeki grupların güvenlikleri ve özgürlükleri konusunda ciddi endişe ve korkuya düşürülmeleri ceza tehdidi altına alınabilir. Bir zamanlar, Türk Ceza Kanunun 216. maddesi (eski 312. maddesi) tartışmalarına da (çünkü 216. madde de bir yönü ile ırkçılık ve toplumsal gruplararası düşmanlık olgusu ile yakından ilgili ve özünde buna cevap verebilecek bir maddedir) yeni bir boyut getireceğini düşündüğüm şöyle bir modeli savunmuştum:

(1) “Halkın bir kesimini ya da bu kesime mensup kimseleri yaşamlarına, kişi bütünlüklerine veya özgürlüklerine halel gelebileceği yolunda haklı bir korkuya düşürmeye elverişli bir biçimde, başkalarını şiddet ya da keyfi muameleler uygulamaya tahrik edenler… cezalandırılır.”

(2) Halkın bir kesimini ya da bu kesime ait kimseleri yaşamlarına, kişi bütünlüklerine ve özgürlüklerine halel gelebileceği yolunda haklı bir korkuya düşürme niyeti ile ve bu sonucu doğurmaya elverişli olabilecek biçimde; halkın bir kesimine karşı söven, bu kesimi aşağılayan ya da bu kesime karşı iftirada bulunan ya da muhatabında kişi bütünlüğüne zarar gelebileceği haklı korkusunu yaratma niyeti ile ve bu sonucu yaratmaya elverişli biçimde toplumun bir kesimini taciz eden …cezalandırılır.”

Yine nefret suçlarına karşı ceza ve ceza usul kanununda yapılması önerilen bazı değişiklikleri de aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:

Nefret suçlarında, tutuklama sebebi olarak “yineleme tehlikesinin” kabulü ağır adam yaralamada, yağmada ve yangın çıkarma gibi bazı tehlikeli suçlarda “suçun özel ağırlığının” tutuklama sebebi olarak kabulü kamu barışını bozma suçunun genişletilmesi adam yaralama suçunun cezasının artırılması toplumun şiddetten korunması amacının çocuk ve genç suçluların yargılanmasına ilişkin yasalar çerçevesinde bir önleme amacı olarak kabul edilmesi cezaların tayinine ilişkin hükümlerin; mağdurun somut olaydaki zayıflığından failin yararlanması halinin, cezayı arttırıcı bir  neden olarak gözönünde tutulmasını gerektirecek bir şekilde değiştirilmesi suçların, birden fazla kişi ile işlenmesi halinde ceza arttırımı istatistiki verilerin geliştirilmesine yönelik yasa çıkarılması.

 

Türkiye Bağlamında Tezler

Türkiye’de nefret suçlarına işilkin toplumsal ve bilimsel çabaların artması gereklidir. Nefret suçlarının mağdurlarının seslerini daha fazla çıkarması ve “farklı olma haklarının” teslim edilmesi çok önemlidir.

Nefret suçlarının kriminolojik boyutları ayrıntılı olarak araştırılmalıdır.

Nefret suçlarını önleme yolunda Avrupa genelinde geçerli ve birbiri ile uyumlaştırılmış politikalar uygulanmalı ve kurumlar kurulmalıdır. Roma Anlaşmasının 13. maddesi ve 1999 tarihli Amsterdam Anlaşması gözönünde tutulmalıdır.

Öte yandan özellikle şiddet içeren nefret suçları ile mücadelede daha etkili bir ceza adaleti siyaseti uygulayan Amerikan örneği de değerlendirilmelidir.

Nefret suçlarının önlenmesi amacına yönelik olarak çalışan şeffaf kurumların oluşturulmasına gereksinim vardır. Bir çok Avrupa ülkesinin aksine Türkiye’de ayrımcılığın önlenmesi amaçlı ve ayrımcılığa maruz kalanların şikayette bulunabilecekleri müesseseler yoktur, olanları da etkili çalışmamaktadır.

Nefret suçlarında yargılamaların uzun sürdüğü ve çoğu zaman sürüncemede bırakılabildiği örneğin Almanya’da bilinen bir vakıadır. Türkiye’de de yargılamaların haddinden uzun sürmesi sadece nefret suçları açısından değil genel suçlar açısından da ciddi bir sorundur. Bu soruna karşı önlem alınması ve özellikle yargıçların ceza tayininde suçun nefret suçu niteliğine eğilmeleri gereğinin altı çizilmelidir. Kararların da daha sağlıklı gerekçelendirilmesi gerekmektedir.

Ulusal, dinsel, ırksal, etnik, cinsiyet, cinsel tercih vb. unsurlarıyla bilinen azınlık kesimleri ile ve özellikle sivil toplum örgütleriyle emniyet teşkilatı arasında işbirliği mekanizmaları kurulmalı, polis nefret suçlarıyla mücadelede bu gruplardan yardım almalıdır. Bunun ötesinde polisin kendi içindeki ırkçı, aşırı milliyetçi, cinsiyetçi veya homofobik unsurların önlenmesi için farklı kesimlere mensup gençlerin emniyet teşkilatına kazandırılması gerekmektedir. Örneğin, bugünün Türkiye’sinde eşcinsellerin kamusal görevler almaları, hele hele kamu görevlilerinin “eşcinsel olduklarını” (“outing”) açıklamalarının önünde ciddi toplumsal, kültürel ve psikolojik engeller vardır. Bir memur ya da bir polis neden eşcinsel olduğunu açıklayamasın ve neden eşcinsellere karşı işlenen nefret suçlarını önleme yolunda emniyet teşkilatı tarafından kamuoyuna mesajlar verilmesin?

Failin, mağdurun zayıf durumunu kullanarak saldırıda bulunmuş olması hali genel geçer bir şiddet sebebi olarak kabul edilebilir. Bu, özellikle evsizler, eşcinseller, kadınlar, yabancılar, mülteciler gibi gruplara karşı girişilen sokak saldırılarını yıldırmada etkili olabilecektir.

Ceza Kanununun 216. maddesinin (mülga 312. madde) asıl amacının devleti azınlıklardan korumak değil, kin ve nefret suçlarına karşı azınlıkları korumak olduğunun farkına varılmalıdır.

Yeni ihdas edilmiş olan ayrımcılık suç tipi, uygulamada da etkili olarak kullanılmalıdır.

Polis istatistikleri bu suçları tüm boyutları ile ortaya koyabilecek şekilde genişletilmeli ve geliştirilmelidir. Olay, fail, mağdur özellikleri bütün boyutları ile ortaya konabilmelidir. Örneğin ABD’nde yirmi yıla yakın bir süredir uygulanan Nefret Suçlarının İstatistiki Olarak Ortaya Konması Yasasına[18] (Hate Crime Statistics Act) dayanan uygulamalardan sadece Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri ders alacak değildir. Türkiye’nin de bu gibi yasalara gereksinim duyduğu açıktır.

Irkçı propaganda ile militan demokrasinin araçları ile çok sert bir biçimde mücadele eden Avrupa ırkçı şiddet fiillerini daha ciddiye almak durumundadır. Avrupa’da ırkçı propaganda kimi zaman düşünce özgürlüğününün genel sınırları da aşılarak bastırılmakta, ırkçı şiddete karşı ise özel önlemler alınmamaktadır. ABD’nde ise, tam tersi, ırkçı ya da genel olarak ayrımcı propaganda yapılması, sembollerin kullanılması, halkları veya toplum içindeki grupları kin ve düşmanlığa tahrik, ayrımcı toplantı ve gösteriler düşünce özgürlüğünün koruması altında olurken bu saiklerle girişilen şiddet eylemleri paralel diğer suçlardan çok daha ağır cezalarla karşılaşmaktadır. İşte Türkiye açısından da sözlü nefret suçundan çok şiddet içeren nefret suçlarına özel bir dikkat gösterme zamanı gelmiştir.

Belçika’daki gibi bir fırsat eşitliği ve ırkçılıkla mücadele kurumu Türkiye’de de yararlı olabilir. Böylesi kurullar ayrımcılığı önleme yasalarının pratikte işletilip işletilmediğini denetlemede etkili olabilir (Ama bu satırları yazdığımız sırada bir göçmen Türk’ün Belçika’da bir hapishanede öldürüldüğü haberini ve Belçika idaresinin de olayı soruşturmaktan kaçındığını (bağlantı) okuduk, acaba benzer yapısal ayrımcılık olaylarında ayrımcılık komisyonları ne derece etkindir?)

Yeni Ceza Kanunu, ayrımcılık suçunu öngörmüş olsa da henüz genel bir “ayrımcılığı önleme yasası” çıkarılamamıştır. Toplumun türlü kesimlerine karşı toplumsal-yapısal ayrımcılığın şiddet içeren nefret suçlarını körüklediği olgusu unutulmamalıdır. Bazı kesimlere karşı girişilen saldırıları önlemek için o kesimlerin haklarını sınırlamaktan ziyade suçlarla mücadele edilmelidir. Şiddet yolu ile belirli siyasetleri dayatmak demokratik kültürün egemen olduğu toplumlarda geçerli olamamalıdır.

Akılda tutulması gereken en önemli nokta; etnik, dinsel, cinsel vb. azınlıklar konusundaki egemen toplumsal eğilimin, çok kültürlülük bağlamında yapılan tartışmaların ve egemen siyasal söylemin, nefret suçlarını ister istemez arttırabileceği ya da azaltabileceği gerçeğidir. Ayrımcılığa, ırkçılığa , nefret suçlarına ve azınlık düşmanlığına karşı ceza hukukunun dışına taşan siyasetin önemi çok büyüktür. Bunlar arasında en önemli olanı azınlıkların, ülkenin siyasi iradesinin belirlenmesine katılımlarının sağlanması, hukuksal eşitliğin sağlanması ve fiili eşitliği gerçekleştirme yolunda destek politikalarının üretilmesi, yapısal ayrımcılığın önüne geçilmesidir. Almanya konusunda yaptığım çalışmalarda, Almanya’nın bu açılardan özellikle Hollanda, Belçika, Danimarka, Fillandiya ve İrlanda gibi ülkelerden geride bulunduğunu yazmış ve bu görüşlerime destek olarak Irkçılığı Gözlemleme Avrupa Örgütü tarafından hazırlanan raporları göstermiştim. Avrupa’da pek çok ülke eşitlik komisyonlarına şikayet mekanizmaları ihdas etmiştir. Luxemburg, işyerinde ya da mal ve hizmet sunumunda ırk, din, dil, cinsiyet, cinsel tercih vs. ayrımcılık yapılmasını cezai müeyyideye bağlayacak kadar ileri gitmiştir. Artık Türkiye’de de ayrımcılık suçtur. Portekiz’de 1999’dan bu yana ırkçılık karşıtı yasalar bulunmaktadır. Irklar-arası ya da etnik-kesimler-ararası ilişkilerin tansiyonu yükselttigi Avrupa’da en deneyimli ülke olan İngiltere’de 1976 yılından bu yana Irklar Arası Ilişkiler Yasası (”Race Relations Act”) bulunmaktadır. Bu yasa ile kurulan bir komisyon Ayrımcılığın Önlenmesi Komisyonu olarak görev yapmaktadır. Türkiye’de de bu alandaki eksikliklerin giderilmesi gereklidir.

 

Sonuç

Türkiye’de de türlü etnik, dinsel, cinsel ve siyasal azınlık kesimleriyle ilgili siyasetteki perspektif değişimi, toplumun siyasi orta kesimlerine de rahatça şıçrama potansiyeli gösteren kin ve nefret eğilimini ortadan kaldırabilir. Dengeli bir azınlıklar siyasetinin ve ayrımcılığın sistematik olarak önlenmesinin ayrımcı, ırkçı ya da azınlık düşmanı suçluluğu da dolaylı olarak önleyeceği tartışmasızdır. Ceza hukukunun bu konudaki rolü ikincil olmalıdır. Toplumsal barışı tehdit eden fiillerle ceza hukuku yolu ile mücadele, özünde meşru bir girişimdir. Yukarıda bu mücadelerde hangi araçlardan yararlanılabileceğini belirttik. Bununla birlikte, başka yollarla daha etkili bir mücadelenin mümkün olduğu zaman ceza hukuku, anayasanın hükmettiği orantılılık ilkesi gereği, ikincil planda kalmalıdır. Toplumsal-kesimler-arası her sorunla başa çıkmanın yolu ceza hukuku olamaz. Ceza hukuku ile mücadele kısa dönemde iyi sonuçlar verebilirse de uzun vadede toplumlar-arası güvenin sarsılmasına ve her tür sorunun etnik, ırksal vb. “biz” ve “onlar” gözlüğüyle görülmesine, birbirine karşıt gruplar arasında çifte standartlı değerlendirmelerin egemen olduğu çarpık bir psikolojinin nüfuzuna yol açabilir. Bu psikolojinin altında, suçun ne olduğuna değil, suçlunun ya da mağdurun kim olduğuna bakan tehlikeli bir ceza hukuku anlayışı yatmaktadır. Suçlunun ve mağdurun milli, etnik, dinsel, dilsel, ırksal, cinsel vb. kimliği yanında ya da karşısında oluşacak siyasal gruplaşmaların, sağlıklı bir ceza adaletine ve doğru yargı kararlarına varmayı olumsuz etkileyebileceği de gözönünde tutulmalı; nefret suçları olgusuyla mücadelenin, en azından ceza hukuku bakımından, siyasal ve kültürel kamplaşmanın savaş alanı değil, bireyin “farklı olma hakkı” savaşı olduğu düşünülmelidir.

* Bu makale; Dr. Öykü Didem Aydın’ın 12 Haziran 2001 tarihinde Freiburg’da bulunan Max Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü’nde, Federal Alman Adalet Bakanı Dr. Herta Daeubler-Gmelin’in Enstitüyü ziyareti onuruna verdiği konferansına dayanarak hazırladığı makalenin güncelleştirilmiş ve Türkiye’ye dair değerlendirmelerle zenginleştirilmiş halidir. Konferansın daha kısa, orijinal metni ilk olarak Enstitü’nün www.iuscrim.de adresindeki Internet sitesinde yayınlanmış ve MaxPlanckForschung adlı bilimsel dergide tam metin halinde yayınlanmıştır. Sayın Profesör Dr. Adem Sözüer’e konferansı Türkçe olarak makaleleştirme fikrini verdiği için çok teşekkür ederim.

** Yrd. Doç. Dr. jur. Öykü Didem Aydın Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Ankara Üniversitesi ve Milano Üniversitesi’nde tamamladığı yüksek lisans çalışmalarından sonra Almanya’da Freiburg Üniversitesi‘nde Profesör ve Max-Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü Eş Başkanı Dr. Hans-Jörg Albrecht’in danışmanlığında doktorasını tamamlamıştır. Doktorası sırasında ABD’nde araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. 1998-2003 yılları arasında Freiburg’daki Max Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü’nde araştırmacı olarak ”Toplumsal Grupları Tahkir ve Kin ve Düşmanlığa Tahrik Suçu (Alman Ceza Kanununun 130. Maddesi) Özel Bağlamında Almanya; ve ‘Nefret Suçları’ Özel Bağlamında Amerika Birleşik Devletleri’nde Irksal, Dinsel, Ulusal, Etnik, Cinsiyet ve Cinsel Tercih Temelli Ayrımcılıkla ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele” konusunda çalışmıştır. Dr. Öykü Didem Aydın’ın Almanca kaleme aldığı doktora tezi (“Almanya’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Nefret Suçları İle Mücadele”) 2006 yılında iuscrim Yayınevi tarafından Almanya’da yayınlanmıştır.

[1] Innenministerium Mecklenburg-Vorpommern: Skineads, rechtliche Voraussetzungen für ein Verbotextremistischer Organisationen. Strafrechtliche Erläuchterungen. Kennzeichnen, Propagandamittel und Symbole. Erläuterungen zur ”Reichskriegsflagge. Stichwort: ”Konzerterlass”, veröffentlicht, 4. Überarbeitete Auflage, August 1999, S. 21.

[2] Tageszeitung, Bericht vom 14.11.2000.

[3] Almanya’da gerek polis tarafından takip edilen ve hakkında hazırlık soruşturması açılmış bulunan olaylara ait istatistikler gerek mahkumiyet kararlarına ait istatistikler tutulmaktadır. Birinci gruba ait istatistikleri her eyaletin kriminel polis teşkilatı tutmakta ve Federal Polis de bunları yıllık bültenler halinde yayınlamaktadır. Aşırı sagcılık ve yabancı düsmanlığına dayalı olarak işlenen suçlarla ilgili olarak 1992 yılından bu yana özel istatistikler tutulmaktadır. Bu istatistikler, yıllık raporlarında anayasaya karşıt hareketlerin analizini ve tablosunu ortaya koyan Anayasayı Koruma Dairesi (Bundesamt für Verfassungsschutz) tarafından da yayınlanmaktadır. Bk. Bundesministerium des Innern, Bundesamt für Verfassungsschutz: Verfassungsschutzbericht, 1995’den başlayarak 2008 yılına kadar olan yıllık raporlar.

[4] KUBINCK, Michael: Fremdenfeindliche Straftaten, Polizeiliche Registrierung und justizielle Erledigung –am Beispiel Köln und Wuppertal”, Berlin 1997.

[5] ”Schreibtischtäter”.

[6] WİLLEMS, Helmut/WÜRTZ, Stefanie/ECKERT, Roland: Analyse fremdenfeindlicher Straftäter, Forschungsprojekt im Auftrag von Bundesministeriums des Innern, Bonn 1994.

[7] ”Holocaust-Leugnung.

[8] Alman Ceza Kanununun 130. maddesinin 3. fıkrası bu fiilleri ceza tehdidi altına almıştır.

[9] Almanya’nın demokratik tarihi boyunca iki parti kapatılmıştır. Bunlardan biri Anayasa Mahkemesi’nin BVerfGE 2 1.numaralı 23. Oktober 1952 tarihli kararı ile nasyonal sosyalist “Sozialistische Reichspartei”’in kapatılmasıdır. Bu kararın akabinde Komunist Partisi de programındaki hükümlerin militan demokrasinin gerekleri ile bağdaşmaması gerekçesi ile kapatılmıştır (BVerfGE 5 85). Bugün de aşırı sağcı olarak tanınan “Republikaner”ler (Cumhuriyetçiler) kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Aşırı sağcı ve göçmen düşmanı bu partinin hem demokratik siyasal sistem içinde bulunması hem de Anayasayı Koruma Dairesi tarafından izlenmesi ve Daire’nin yıllık raporları içinde yeralması ilginç bir not olarak kaydedilmelidir.

[10] ”Açık ve yakın tehlike” ölçütü modern biçimi ile ilk kez Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Brandenburg v. Ohio [395 U.S. 444 (1969)] kararı ile ortaya konmuştur. Brandenburg kararına konu olan olay tam olarak halkın bir kısmını diğer kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri oluşturmaktadır. “Ku Klux Klan” adlı ırkçı örgütün 60’lı yıllardaki liderlerinden Brandenburg, yaptığı bir konuşmada ”kişisel olarak inancım, zencilerin (Brandenburg ‘negro’ ifadesini kullanmıştır) Afrika’ya, yahudilerin İsrail’e dönmesi geregidir…Biz kinci bir örgüt degiliz ama eger Baskanımız, Kongremiz ve Yüksek Mahkememiz biz beyaz kafkas ırkını ezmeye devam ederse yapılacak bir şeyler, alınacak öclerin olması muhtemeldir” sözlerini sarfetmistir. Bu sözler korunması gereken hukuki bir değer olan hedef kitlenin canına ve malına ya da kamu düzenine yönelik açık ve yakın tehlike olusturmadığı gerekcesi ile düşünce özgürlüğünün koruma alanı içinde görülmüş ve Amerikan Anayasasının 1. Ek Maddesi’nin (First Amendment) böyle ifadelerin sınırlanmasına engel olacağı kabul edilmiştir.

[11] “The vulnerability of a person to a crime depends on the expected costs of crime for this person. The greater an individuals expected costs of crime, the more vulnerable she is.” “The expected costs of crime can be calculated by multiplying the probability of a crime by the size of the harm caused by the crime.” (Alon Harel & Gideon Parchomovsky, On Hate and Equality, 109 YALE L. J. 524 (1999), S. 527. Issız bir yerde yaşayan bir Afro-amerikalı aileye karşı girişilen ”haç yakma” saldırısında, mağdurların çevredeki beyazların yardımını isteyemeyecek olması, kolluk güçlerinin de uzak olması nedeni ve failin bu nedenleri bilmesi gerekçesi ile “vulnerable” oldukları kabul edilmiştir [935 F.2d 1211-1212 (11th Cir. 1991)].

[12] Bir Amerikan mahkemesi; bir kadını, kadının, umutsuzca romantik aşk peşinde olmasından yararlanarak dolandıran failin böyle bir “zayıf” durumdan yararlandığını kabul etmiştir [United States v. Scurlock, 52 F.3d 531, 541-542 (5th Cir. 1995)].

[13] Yeşiller Partisi Milletvekili Marieluise Beck Alman Federal Polis Teşkilatı’nın ırkçılık konusunda düzenlediği bir konferansta yaptığı konuşmasında bu noktaların altını çizmiştir (“Ausländerintegration und Fremdenfeindlichkeit” von, in: Herbsttagung des Bundeskriminalamtes “Rechtsextremismus, Antisemitismus und Fremdenfeindlichkeit” [www.bka.de, 05.03.2001 tarihli arama)].

[14] Alman Ceza Kanunu’nun 211. maddesi ırkçı ya da ayrımcılık saiki ile işlenen adam öldürme gibi bir fiilden sözetmese de Alman Federal Yüksek Mahkemesi içtihatları, ırkçı saikli adam öldürmeyi ”ahlaki olarak çok düşük bir saikle adam öldürme” olarak saymaktadır (BGH NJW 1994 395).

[15] BHG NJW 1994, S. 395: ” “Aus dem Gesamtzusammenhang der tatrichterlichen Feststellungen ergeben sich auch keine Anhaltspunkte dafür, dass der Angeklagte bei seinem Handeln aus dieser Motivation von gefühlsmäßigen oder triebhaften Regungen bestimmt gewesen wäre, die er gedanklich nicht hätte beherrschen und willensmäßig nicht hätte steuern können. Nach den Urteilsfeststellungen war er sich seiner Beweggründe, die ihm das BezG bei der Strafzumessung uneingeschränkt angelastet hat, wie der Umstände, die ihre Niedrigkeit ausmachen, klar bewußt…Ob der Angeklagte seine Motive selbst als niedrig bewertete, ist bedeutungslos” (BGH NJW 1994, S. 396).

[16] Amerika Birleşik Devletleri’nde bu tartışma müellifler arasında hala sürmektedir. Bir kısım müellif; ayrımcı saike dayalı adam öldürmenin ya da yaralamanın, ayrımcı olmayan fillerden daha zararlı ya da tehlikeli olduğu ya da faillerin kusur derecelerinin daha fazla olduğu düşüncesine karşı çıkmakta ve bu müelliflerden bazıları, tezlerini, ayrımcılık saikinin şiddet sebebi olarak kabul edilmesinin Amerikan Anayasasının düşünce özgürlüğünü düzenleyen 1. Ek Maddesi’ne (1stAmendment) aykırı olduğıu savına kadar vardırmaktadır [JAMES JAKOBS & KIMBERLY POTTER, HATE CRIMES, CRIMINAL LAW & IDENTITY POLITICS (1998); Susan Gellman, Sticks and Stones Can Put You in Jail But an Words Increase Your Sentence? Constitutional and Policy Dilemmas of Ethnic Intimidation Laws, 39 UCLA L. REV. 333 (1991); Susan Gellman, ”Brother, You Can’t Go to Jail for What You’re Thinking”: Motives, Effects and ”Hate Crime” Laws, 11 CRIM. JUST. ETHICS 26 (1992)]. Buna karşılık özellikle Afro-amerikalıların ve Yahudilerin başını çektiği azınlık din ve ırk gruplarına mensup müellifler ”nefret suçları” adı verilen uygulamanın anayasal bakımından meşru ve gerekli olduğunu, ceza hukuku siyaseti bakımından da etkili olduğunu savunmaktadır [FREDERICK LAWRENCE, PUNISHING HATE, BIAS CRIMES UNDER AMERICAN LAWS 91 (1999); David Goldberger, Hate Crimes Laws and Their Impact on the First Amendment, 1992-1993 ANN. SURV. AM. L. 569]. Bu tartışmalara cevabı Amerikan Yüksek Mahkemesi Wisconsin v. Mitchell [508 U.S. 476 (1993)] kararı ile vermiştir. Buna göre mahkumun ırkçı motivasyonu nedeni ile ceza tayini aşamasında cezasının arttırılmasını öngören yasa Anayasaya uygun bulunmuştur.

[17] Herbsttagung des Bundeskriminalamtes “Rechtsextremismus, Antisemitismus und Fremdenfeindlichkeit” [www.bka.de, 05.03.2001 tarihli arama].

[18] Hate Crime Statistics Act Pub. L. 101-275, 104 Stat. 140, 23 April 1990, 28 U.S.C. 534 (note) (1988 ed., Supp. III). Bu yasanın tarihi iç. bkz. J.M. Fernandez, Bringing Hate Crime into Focus- The Hate Crime Statistics Act of 1990, Pub. L. No. 101-275, 26 HARV. C.R.-C.L. L.REV. 261 (1991); J.B. Jakobs und B. Eisler, The Hate Crime Statistics Act of 1990, 29 CRIM.L. BULL. 99 (1993). (Yard. Doç. Öykü Didem Aydın)

Bu yazının tüm hakları Öykü Didem Aydın’ aittir ve yazı, yazarı tarafından Edebiyat ve Hukuk Sitesi (http://www.edebiyatvehukuk.org) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

» http://www.edebiyatvehukuk.org/nefret-suclari-ile-mucadele.html

http://www.sosyaldegisim.org/index.php/2009/12/nefret-suclari-ile-mucadele/

 

 

 

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Türkiye’de ayrımcılık, ırkçılık ve nefret suçları

 

A- Kavramsal Çerçeve

Ayrımcılık insan haklarını meydana getiren temel değerlere topyekün yapılmış bir saldırıdır. Bunu anlamak için 20. yy dünya tarihine kısaca bakmak yeterli olacaktir: II. Dünya Savaşinda 6 milyon Yahudi ve kayıtları düzenli tutulmadığı için bilinmeyen sayida Roman halkinin katledilmesinin ardından, 1990’larin hemen ilk yarisinda, eski Yugoslavya’da 250 bin kişinin, Ruanda’da ise 500 bin kişinin savaş ve etnik temizlik sonucu yok olmasi, ayrımcılığın geçtigimiz yüzyil boyunca yarattigi yikimin en somut örnekleridir.

Günümüzde ayrımcılık degisik formlarda halen devam etmektedir. BM Insan Hakları Komitesi, 1989 yilindaki otuz yedinci oturumunda yaptığı 18 nolu Genel Yorumda, “Her Türlü Irk Ayrımcılığınin Tasfiye Edilmesine Dair Uluslararası BM Sözleşmesinin” 1. maddesindeki “irksal ayrımcılık” ve yine “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair BM Sözleşmesinin” 1. maddesindeki “kadına karşı ayrımcılık” tanımlarına atıfta bulunarak, ayrımcılığa ilişkin aşağıdaki tanımı geliştirmiştir:

” Komite Sözleşmelerde kullanılan ‘ayrımcılık’ teriminin irk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da diğer görüşler, ulusal ya da sosyal köken, mülkiyet, doğum ya da diğer statüler gibi herhangi bir zemin üzerine dayandırılan ve bütün hak ve özgürlüklerin esit ölçüde bütün kişiler tarafından tanınmasını, kullanılmasını veya yararlanılmasını kaldırma veya zayıflatma amacına sahip, herhangi bir ayirma, dışlama, kısıtlama veya üstünlük tanıma olarak anlaşılması gerektiğine inanmaktadır.”[1]

Bu tanım göz önüne alındığında, Avrupa Konseyi’nin de BM Insan Hakları Komitesinden farklı düşünmediğini söylemek mümkündür. Nitekim, Avrupa Insan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesine Ek 12 Nolu Protokol’ün 1. maddesi benzer genişlikte bir ayrımcılık tanımı yapar ve ayrımcılığı genel olarak yasaklar:

“Madde 1-Genel olarak ayrımcılığın yasaklanması

  1. Kanunda öngörülen haklardan yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşler, ulusal ya da sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensubiyet, servet, doğum veya başka bir statüden kaynaklanan herhangi bir nedenle ayrım yapılmaksızın sağlanır.
  2. Kimse, herhangi bir kamu otoritesi tarafından, 1. fikrada sayilan gerekçelerle ayrımcılığa tabi tutulamaz.”[2]

Avrupa Insan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesine Ek 12 Nolu Protokol’ün Avrupa ülkeleri tarafından onaylanıp uygulanması Avrupa bölgesinde ayrımcılığın önlenmesine önemli ölçüde katkıda bulunacaktır. Ayrımcılık, insan haklarına yönelik temel bir saldırı olduğu gibi, daha başka pek çok ihlalin ortaya çıkması için de elverişli bir zemin yaratmaktadır.

“Ayrımcılık, sadece sahip oldukları kimlik ya da inançlarindan ötürü belli insanlarin ya da gruplarin tüm insan haklarını sistematik bir biçimde yok sayar.( …) Iskence ayrımcılıktan beslenir. Bütün iskenceler, kurbanini insanliktan çikararak, iskenceci ve iskence gören arasındaki bütün insani baglari koparir. Insanliktan çikarmanin bu yöntemi, eger kurban horgörülen sosyal, politik ya da etnik bir gruptan ise daha kolay yapilir. Ayrımcılık, kurbani bir insan olarak degil, bir nesne olarak gördügünden, zalimce davranılmasına müsaade ederek iskence için yolu açar. (…)Ayrımcılık ayni zamanda, ırkçı saldırılar, kadınlara karşı ev içi şiddet ve homofobik nefret suçları gibi, genel olarak toplumdaki belli gruplara uygulanan şiddet eylemlerine karşı, kanunların eşit korumasını vermemek anlamına gelir. Önyargının bu saldırgan uygulamaları sıklıkla resmi kayıtsızlıkla kolaylaştırılır.”[3]

Türkiye’de son aylarda tırmanışa geçen ırkçı, ayrımcı ve hoşgörüsüzlüğe dayanan söylem ve şiddet olaylarının varlığı, ayrımcılığın yarattığı tahribatı görmek için yeterli olacaktır.

 

B- Türkiye

Hoşgörüsüzlük ve Milliyetçi Dalga

Mersin’de 20 Mart 2005 tarihinde yapılan Newroz kutlamalarinda, Türk Bayrağı’nın yakılması girişimi ve arkasından yaşanılan olaylar, son yıllarda oldukça artan aşırı milliyetçiliğin yarattığı hoşgörüsüzlüğü iyice görünür kildi. 14 ve 12 yaşlarında iki çocuğun bayrak yakma girişiminin yarattığı şiddet ortamı oldukça endişe vericiydi.

Bayrak yakma olayının yarattığı gerginlik, önce Trabzon’da, ardından Adapazarı’nda (Sakarya) şiddete dönüştü. 6 Nisan 2005 tarihinde Trabzon’da ortaya atılan “bayrak yakılıyor” söylentisi 2 bin kişinin dört üniversiteliyi linç girişimine neden oldu. Oysa ki, olayda bayrak yakılmıyor, sadece bir grup genç F Tipi Cezaevleri hakkında bildiri dağıtıyordu[4]. Ardından, 12 Nisan 2005’de benzer bir olay Adapazarı’nda gerçekleşti. Adapazarı’nda Trabzon’daki olayları protesto amacıyla açıklama yapmak isteyen bir gruba 100 kişilik başka bir grubun saldırması yine linç girişimiyle sonuçlandı.[5]

Tüm bu toplumsal gerginlik hali Türkiye Cumhuriyeti’nin kadim sorunu azınlıklara ilişkin tartışmayla doruk noktasına ulaştı.

 

Azınlıklar Sorunu

Türkiye’de azınlıklar sorunu, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kadar uzanan en sıkıntılı konulardan birini oluşturuyor. Bugün AB uyum sürecine paralel olarak, diger hak ve özgürlüklerde olduğu gibi, azınlık haklarında da bir ilerleme sağlandı ise de, bu hala çok yetersizdir. Özellikle uygulamada devlet yetkilileri, müthiş bir direnç göstermektedirler.

“(…) yasa koyucu çok önemli reformlar getirmiştir fakat bunları uygulatamamıştır. Bunlar, insanin içine ruh sıkıntısı veren durumlardır.(…) Sistem direnmektedir.”[6]

Bunun en somut örneği, yaklaşık 8 ay önce, 1 Kasim 2004’de Basbakanlik Insan Hakları Danışma Kurulu (BIHDK) “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu” tarafından hazırlanan raporun basın açıklaması sırasında yaşanan olaylardır.

Raportörlüğünü Prof. Dr. Baskın Oran’ın üstlendiği raporun açıklanması sırasında Insan Hakları Danışma Kurulu Başkani Ibrahim Ö. Kaboglu’na karşı gerçeklesen çirkin davranışlar ve akabinde konuya ilişkin sarf edilen şiddet ve tehdit içerikli sözler, Türkiye’de insan Haklarına sayginin temin edilmesi yönünde atılan onca adımdan sonra, gerçekten de endişe vericidir.

AKP Malatya Milletvekili Süleyman Saribas’in Insan Hakları Danışma Kurulu üyelerine ilişkin “Millet bunlari tükürügüyle bogar.”; “…Filistin kamp kaçkini, eski sosyalistler, şimdilerde liboş, AB’ye girersek finos olacak zatlar. … Milliyetsiz devşirmeler…” seklindeki açıklamaları; IHDK ‘Azınlık Raporu’nun açiklanmasi sırasında, raporu kurul başkanı Ibrahim Kaboglu’nun elinden alarak yirtan Türkiye Kamu-Sen Genel Sekreteri ve IHDK üyesi Fahrettin Yokuş’un, yaptığı çirkin saldiriyi savunarak, “Raporu degil bir defa, bin, on bin, yüz bin defa karşımıza çiksa yine yırtacağız” demesi ve ardından yükselen “Bizim sesimizi duymazlarsa kursunun sesini duyarlar” sloganlari; DYP Genel Başkan Yardimcisi Saffet Kaya’nin “Yokus doğru yaptı, kutluyorum, eline sağlık.” diyerek şiddete verdiği destek; raporu “ihanet belgesi” olarak niteleyen Başbakanlık Insan Hakları Danışma Kurulu üyesi Fethi Bolayir tarafından yapılan suç duyurusu konuyla ilgili önyarginin mevcudiyetini açik bir sekilde gözler önüne sermektedir[7].

Isviçre’de yayınlanan Tagesanzeiger’in ‘Das Magazin’ isimli kültür ilavesine konusan ünlü yazar Orhan Pamuk’un, söyleşi sırasında sorulan bir soru üzerine “ Burada 30 bin Kürdü öldürdüler. Ve bir milyon Ermeni. Ve neredeyse hiç kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyor. O halde ben yapiyorum. Ve bu yüzden benden nefret ediyorlar.”[8] demesinin ardından ünlü yazara yöneltilen nefret dolu ve şiddet içeren tehditler, Isparta’nın Sütçüler Kaymakamı Mustafa Altinpinar’in Orhan Pamuk’un tüm kitaplarının imha edilmesi talimatını vermesiyle doruk noktasına ulaştı.[9]

Tüm bu yaşananlar sivil toplum örgütleriyle aralarında akademisyen, gazeteci, yazar, siyasetçi ve sanatçıların da bulundugu 200 aydin tarafından “kitlesel bir histeri” olarak nitelendirilirken, uygulamaların Nazi dönemini hatirlattigina vurgu yapilmistir.[10]

Tüm bu gelişmelere ardından Milli Güvenlik Kurulu’nun Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde Heybeliada Ruhban Okulu’nun “tehdit” olarak gösterilmesi ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması yönündeki taleplere karşı çikilmasi, üst düzeydeki askeri ve sivil yöneticilerin azınlık sorununa bakişini sergilemesi bakimindan kaygi vericidir. Her ne kadar, daha sonra basında çıkan haberlerde Disisleri Bakanligi’nin önerisi üzerine, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğin Heybeliada Ruhban okulunu “tehdit” olarak görmekten vazgeçtiği öğrenildiyse de, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması yönündeki taleplere karşı çikilmayacagi yönünde bir görüş de belirtilmemiştir[11] .

Azınlık sorununa ilişkin yaşanan son skandal, Bogaziçi Üniversitesi (BÜ) Rektörlüğü tarafından düzenlenmek istenen “Imparatorlugun Çöküs Döneminde Osmanlı Ermenileri”, adli konferansın, gelen tepkiler üzerine iptal edilmesidir. Konferansın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in Mecliste yaptığı bir konusmanin hemen akabinde iptal edilmesi, dikkatleri konuyla ilgili olarak adi konulmamis bir baskinin mevcudiyetine yoğunlaştırmaktadır. Cemil Çiçek aynen şunları demiştir:

“Simdi, siz, o zaman, falanca ülkenin parlamenterlerini nasıl ikna edeceksiniz? Onlar pekala diyecekler ki “siz bizi ikna etmeyin; gidin, Boğaziçi Üniversitesinde Bogaza bakarak bu yalanları söyleyenleri ikna edin.” Dolayısıyla, bu, Türk Milletini arkadan hançerlemektir; bunu, çok açık olarak söyleyelim.

Evet, üniversiteler özerktir, özgürdürler; ama, dünyanin hiçbir ülkesinde özerklik ve özgürlük sorumsuzluk olarak anlaşılamaz. Bu, ayni zamanda -çok net olarak ifade ediyorum ki- büyük bir sorumsuzluktur, büyük bir ciddiyetsizliktir.

Dördüncü bir husus: Bir şey daha söyleyeceğim; eger, siz, bilim adina gerçegi aramak istiyorsanız, tarih adina gerçegi aramak istiyorsanız, o zaman, farkli düşünenleri de çağırmış olmanız gerekir. Neden, orada tek yanlı bir propaganda gerçekleştirilmeye çalışılıyor, bir konferans?!

Arkadaşlarımız da dile getirdiler. Bugün, Isviçre’de ve bazı ülkelerde “Türkler soykırım işlememiştir” demek özgürlüğü tanınmazken, bununla ilgili kırmızı bültenler çıkarılırken, Türkiye’de su günlerde, yarin, Ceza Kanununu konuşacağız ya, birçok da cemiyetlerimiz var ya, derneklerimiz var ya, hani, özgürlük yok diyorlar ya, bu milleti arkadan hançerleme özgürlügü var, bu millete iftira etme özgürlügü var; bunu, herkesin görmesi lazım, herkesin anlaması lazım! (Alkislar)

Evet, bu, büyük bir sorumsuzluktur, büyük bir ciddiyetsizliktir. Özerk kuruluslari da göreve davet ediyoruz. Hükümet olarak bir yetkimiz olsaydi geregini yapardik. Keske, Adalet Bakanı olarak dava açma yetkimi devretmeseydim. Simdi, YÖK ne yapacak onu merak ediyorum, simdi, Boğaziçi Üniversitesi ne yapacak onu merak ediyorum; ben de merak ediyorum, biz de merak ediyoruz, milletimiz de merak ediyor. Bu ciddiyetsizlik, bu sorumsuzluk, bu millete küfretme, bu milletin nüfus cüzdanını taşıyanların bu milletin aleyhine propaganda yapma, ihanet etme dönemini artik kapatmamız lazım. Çünkü, milletin vicdani rahatsız oluyor.” [12]

Bu konusmanin, 21 Mart 2005 Irkçıliğa Karşı Uluslararası Gün nedeniyle, Irkçıliğa ve Hoşgörüsüzlüge Karşı Avrupa Komisyonu tarafından kabul edilip açiklanan, “Politik söylevlerde ırkçı, anti-semitik ve yabancı düşmani ögelerin kullanilmasi” [13] adli raporun hemen akabinde olmasi gerçektende ürkütücüdür. Irkçıliğa ve Hoşgörüsüzlüge Karşı Avrupa Komisyonu tarafından siyaset bilimleri uzmani Jean-Yves Camus’a hazirlatilan rapor, bu tür konusmalarin tehlikeli boyutlarina dikkatleri çekmektedir. Konuyla ilgili olarak Avrupa Irkçıliğa ve Hoşgörüsüzlüge karşı Komisyonunun bir de deklarasyonu bulunmaktadir. [14] Ancak, BM Egitim Hakki Özel Raportörü Katarina Tomaševski’nin de belirttigi gibi, Ermenilere ilişkin bir soykırım gerçeklestirildigine dair “Inkar etme baskin gelmektedir’(*). 90 yil önce gerçeklesmis tarihsel bir olayi, tekrar gözden geçirmenin ulusal güvenlige nasıl bir tehdit olusturabilecegini anlamak, yabancılar için oldukça zordur.” [15]

 

Müslüman Olmayan Dini Gruplar ve Hoşgörüsüzlük

Şiddet olaylarının tırmanışa geçtiği bir dönemin hemen öncesinde ve sonrasinda, bazı yazılı ve görsel medya organlarında, ülkemizde bulunan farkli dinlere mensup kişilerle ilgili bir dizi saldirgan ve igdis edici habere tanik olduk. Söz konusu haberleri, devlet erkani tarafından yapilan bazı talihsiz açiklamalar takip etti.

Diyanet Isleri Başkanlığı’ndan sorumlu Devlet Bakani Mehmet Aydin’in, AKP Adiyaman Milletvekili Mahmut Göksu’nun Türkiye’deki misyonerlik faaliyetleriyle ilgili soru önergesini yanitlarken sarf ettigi sözler[16] , konunun devlet nezdinde nasıl anlasilip ele alındığını göstermesi bakımından gerçekten de endise vericidir.

Bu türden açiklamalar fiziksel şiddet için gerekli ortamı hazır hale getirmektedir. Nitekim, 21 Nisan 2005 gecesi Ankara’da bulunan Uluslararası Protestan Kilisesi, “Türk Intikam Tugayi” imzalı tehdit mektupları gönderilmesinin ardından molotof kokteylli saldırıya uğramıştır.[17]

Insan Hakları Gündemi Derneğine göre farklı dinlere mensup kişilerin Türkiye’deki faaliyetleri ve varlığı, Türk ve Müslüman topluluk için bir tehdit olarak algılanmamalıdır. Bilakis, bu tür faaliyetler kültürel bir zenginlik olarak görülmeli ve korunmalıdır.

 

Eğitim Yoluyla Irkçılık ve Hoşgörüsüzlük

Tarih Vakfi tarafından yürütülen “Ders Kitaplarında Insan Hakları” adli bir projede, çesitli konulardan seçilen 190 ders kitabi, gönüllülerden olusan çalışma gruplari tarafından incelendi. Bu tarama sonucunda tüm kitaplarda dört bin (4000) farkli sorun tespit edildi. Elde edilen bulgular ayrica 33 kişilik bir uzmanlar grubu tarafından incelenerek “Ders Kitaplarında Insan Hakları: Tarama Sonuçları” [18] basligi altinda toplanmis bulunuyor.

Ders Kitaplarında Insan Hakları Projesi kapsamında Tarih Vakfi ve TÜBA tarafından 17-18 Nisan 2004 tarihinde Insan Hakları Egitimi ve Ders Kitabi Arastirmalari konulu bir de Uluslararası Sempozyum düzenlendi. Sempozyumun “Türkiye’de Egitim, Ders Kitapları ve Insan Hakları – II” bölümünde söz alan Ayse Gül Altinay, Türkiye’de eğitim hayatinin farkli evrelerinde karşısına çıkan görüşleri içselleştiren bir öğrenci, yani eğitim sisteminin öngördüğü ‘ideal’ öğrenci hakkında şunları söylemiştir:

Bu öğrencinin ilk özelligi dünyaya milliyetçi bir gözlükle bakmasidir. Milliyetçilik, Tanil Bora’nin vurguladığı gibi ideolojiler üstü bir ‘fikirler sistemi’dir. Atatürk Milliyetçiliği, Milli Güvenlik Bilgisi kitabında da belirtildigi gibi ‘tek yol‘dur.

Bu milliyetçilik bazı ifadelere baktığımızda, kapsayıcı ve ‘vatandaşlık‘ esasina dayalı bir milliyetçilik anlayışıdır-ki bu haliyle anayasanın 66. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” anlayışına ses getirir.

Ancak, başka bazı ifadelere baktığımızda ise etnik esasli, hatta yer yer irk kavrami üzerinden kendini tanımlayan bir milliyetçilikle karşı karşıya kaliriz. Tanil Bora’nin da vurguladığı gibi ‘Ders kitaplarındaki milliyetçilik anlayışı ırkçı veya etno-kültürcü olarak tanımlayabileceğimiz yönelim ile, vatandaşlığı esas alan ’siyasal’ milliyetçilik ya da ‘yurtseverlik‘ yönelimi arasında salınmaktadır’.“ [19]

Milliyetçi ve ırkçı yaklaşımların varlığı, sadece resmi egitimde geçerli degildir. Resmi olmayan egitimde de benzer bir anlayışın yaygınlaştırıldığını görmek mümkündür. Nitekim, Milliyetçi Hareket Partisi endeksli bir kurum olan Ülkü Ocaklari Eğitim Kültür Vakfinin Genel Sekreteri Afsin Efkârlioglu, Vatan Gazetesinden Tülay Subatli ile yaptığı bir röportajda arkadaşlarına Hitler’in “Kavgam” kitabini okumalarini tavsiye ettiklerini söylemiştir:

– Ülkücü gençlik neden “Kavgam”i okuyor?

* Ülkücü hareket dikkate deger her kitabi takip ediyor, ama Kavgam da okunan, dikkate değer bulunan bir kitap. Okumayanlar okusun, okuyanlar bir kez daha okusun. Biz arkadaşlarımızdan kendilerini geliştirmelerini istiyoruz.

– Yani siz mi okumalarını tavsiye ediyorsunuz?

* Evet, birçok kitapla birlikte. Biz arkadaşlarımızdan bin tane kitap okumalarini istiyorsak birisi de Kavgam’dir. Ayrica bu kitaba yönelmiş özel bir tavsiye söz konusu değildir. Kavgam, yanlışları çok fazla olmakla birlikte dogrulari da olan bir kitap. Hitler, dünya siyasi tarihinde bir döneme damgasını vuran bir kişilik. Eger dünya siyasetini bilmek istiyorsanız Kavgam okunmalı. [20]

Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir haberine göre Hitler’in “Kavgam” adli kitabi Türkiye’de Subat ve Mart 2005 aylarinda en çok satan ilk 10 kitap arasında yer aldi[21] . Birikim Dergisindeki bir yazısında Samet Inanir bu durumun yaratacagi tehlikeye su şekilde değinmektedir:

“Kavgam’in yaratacağı tehlike, Hitler’in tezlerini benimsemeye yatkin olabileceğimize; tanıdık faşizmlere kaymamıza, azılı Yahudi düşmanları olmamiza yol açacağı degil. Bu tehlikeleri tetikleyici unsur olabilir ya da etkinliğinin kişitlari yüzünden olmayabilir. Tehlike, Hitler’in dünyayi algilama biçimini, metodolojisini, önceliklerini içselleştirerek, onu rasyonel sayarak içerisinde yasadığımız topluma ve siyasete bakmak.” [22]

Konuyla ilgili bir diger boyutta, sirf kendi tüzüklerinde “ana dilde egitim hakkini” savundukları için Egitim-Sen hakkındaki kapatma kararıdır. Genelkurmay Başkanlığı, 27 Haziran 2003 tarihli ve Genelkurmay Başkanlığı Harekat Başkani Korgeneral Köksal Karabay imzalı ve “Genelkurmay Başkanı namina” ibareli bir yaziyi, Basbakanlik, Içisleri BakanlığıMilli Eğitim BakanlığıAdalet Bakanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği‘ne göndererek, Egitim-Sen’in tüzüğündeki anadilde egitim hakkina ilişkin maddenin Anayasaya aykırı oldugunu belirtmistir.

Yazi sonrasi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanligi, Ankara Valiligi’ne bir yazi göndererek, tüzükteki “anadille ilgili ifadelerin” Anayasaya aykırıligini öne sürmüs, ifadenin tümden çıkarılmasını istemiştir. Bunun üzerine Ankara Valiliği talebiyle, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Egitim-Sen’in kapatılması ve yedi üyesinin cezalandırılması amacıyla dava açılmıştır. [23] Dava en son olarak Yargitay’in Egitim-Sen’in kapatılması yönünde verdiği kararla suçlanmıştır [24] . Bu durum Türkiye’de asker ve siyaset iliskişini yeniden gündeme getirmesi hem de askerin demokratikleşme yönünde atilan adimlara sıcak bakmadığını göstermesi bakımından endişe vericidir. [25]

 

Yeni İletişim Araçları ve Irkçılık

Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonunun, Agustos 2000 tarihinde Isveç Mukayeseli Hukuk Enstitüsü tarafından hazırlanan “Internet Üzerinde Irkçılikla Mücadele Edilmesine İlişkin Yasal Araçlar” [26] baslikli raporu, bir yandan internet üzerinde ırkçılikla mücadele etmek için yasal mücadele araçlarini incelerken, diger yandan söz konusu mücadelenin zorunluluguna ve zorluklarina dikkat çekiyordu. Raporu takip eden yillarda Avrupa Konseyi’nin önce 2001 tarihli “Siber Suçlara Dair Avrupa Sözleşmesi” [27] ve ardından 2003 tarihli “Bilgisayar Sistemleri Yoluyla Gerçekleştirilmiş Irkçı ve Yabancı Düşmanlığı Içeren Eylemlerin Suç Sayilmasiyla Ilgili Siber Suçlara Dair Sözleşmeye Ek Protokol” [28] üne ragmen, Avrupa bölgesinde internet üzerindeki ırkçı ve yabancı düşmanı yayınlar halen devam etmektedir. Ne yazik ki, nefret dolu bu kervana, özellikle son yillarda Türkiye’den de katkılar yapılmaktadır.

Türkiye’nin, insan Haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmelere ilişkin klasik utangaç tavrini bu alanda da görmek mümkündür. Türkiye adi geçen sözleşmeyi ve ilgili ek protokolü ne imzalanmış ne de onaylanmıştır. Buna karşılık, Türkiye’de son yillarda Türkçe yayin yaparak Irkçılığı, yabancı düşmanlığını ve hoşgörüsüzlüğü yayginlastiran web sitelerinin varlığı, giderek artan bir vahamet kazanmaktadır. Söz konusu web sitelerinin içinde özellikle dört tanesinin hemen göze çarptigini söylemek mümkündür. Bunlardan ilki, ırkçılık yaptıklarını açik bir sekilde ifade eden ve azınlıkları saglikli bir bünye için “hastalık mikrobu” olarak nitelendiren “Ulusal Hareket” [29] adli web sitesidir. İkincisi ırkçı yaklaşımını adından dahi gizleme geregi duymayan “Türkiye Fasist Partisi” [30] dir. Üçüncüsü, Türkiye’de Irkçı düşüncenin en önemli isimlerinden biri olarak görülen Hüseyin Nihal Atsiz’a atfen kurulmuş olan “atsiz.org ” [31] adli web sitesidir. Dördüncüsü, yabancı düşmanlığı ve anti-semitik ifadelerle dolu açıklamaların yer aldigi “Ülkücü Hareket” [32] adli web sitesidir. Söz konusu siteler, sürekli bir sekilde Irkçılığı ve hoşgörüsüzlüğü yaygınlaştıran yayınlar yapmakta ve hatta belli örgütlenmeler içinde olduklarına dair mesajlar vermektedirler. Bu tür yayinlara ilişkin su ana kadar herhangi bir önlem alınmış değildir. Ancak, söz konusu mesajlarin sürekli tehdit içerir nitelikte ve şiddet yüklü olması, bu konuyla ilgili olarak ivedilikle yasal önlemlerin alınmasını ve uygulanmasını zorunlu kılmaktadır.

 

Ayrımcılığa Dair Yasal Mevzuat

Türkiye’nin yasal mevzuatı ayrımcılığın değişik biçimlerine ilişkin bazı hükümler getirmekle birlikte kapsamlı bir mevzuat söz konusu degildir. AB’ye aday on üç ülkede ayrımcılıkla mücadele için alinan önlemlere ilişkin hazırlanan rapor[33], söz konusu yasal mevzuatı degisik yönleriyle aktarmaktadır. Son olarak kabul edilen Türk Ceza Kanunun, 122. Maddesi genel anlamda ayrımcılığı ilk kez yasaklamakta ve ayrımcılığa karşı cezai yaptırım öngörmektedir. Bununla birlikte, hazirlanan ilk taslakta “cinsel yönelime ilişkin ayrımcılık” da yasaklanmış olmasına ragmen, yasanın kabul edilen halinde cinsel yönelime ilişkin ayrımcılığın yer almamasi[34] üzüntü vericidir. Türkiye’de ayrımcılıkla ilgili olarak sikinti yaratan bir diger sorun da, Türkiye’nin uluslararası Insan Hakları Sözleşmelerini onaylamak ve uygulamak konusundaki çekinceli tavridir.

Türkiye uluslararası düzeyde kabul görmüs pek çok insan Hakları sözleşmesini onaylamış olmasına rağmen, özellikle ayrımcılıkla dogrudan iliski maddelere çekinceler koymaktadir. Türkiye BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 14 Eylül 1990 tarihinde imzalamis ve 9.12.1994 tarihli ve 4058 sayili kanunla onaylamis olmasina ragmen, sözleşmenin egitim hakki ile ilgili 17, 29 ve 30. maddelerine, T.C. Anayasasi ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlasmasi hükümlerine ve ruhuna uygun olarak, ihtirazi kayit koymus ve yorumlama hakkini sakli tutmustur. Bu halen geçerli bir durumdur.

Benzer bir durum Avrupa Temel Hak ve Özgürlüklere Dair Avrupa Sözleşmesine Ek 1. Protokolü içinde geçerlidir. Türkiye 1. nolu Ek protokolü imzalayip onaylamasina ragmen, 2. maddeye 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanununu gerekçe göstererek çekince konmustur. Son olarak, 4 Haziran 2004’de BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesini de onaylayan Türkiye, sözleşmeyi yine çekinceyle onaylamistir. Türkiye, Sözleşmenin 13. maddesine T.C. Anayasasinin 3, 14 ve 42. maddelerini gerekçe göstererek, çekince koymustur. 1982 Anayasasinin 3 ve 14. maddeleri su sekildedir:

III. Devletin Bütünlügü, Resmî Dili, Bayragi, Millî Marsi ve Baskenti

  • Madde 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.
  • Dili Türkçe’dir.
  • Bayragi, sekli kanununda belirtilen, beyaz ay yildizli al bayraktir.
  • Millî marsi “Istiklal Marsi”dir.
  • Baskenti Ankara’dir.

Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin hangi hallerde kötüye kullanildiginin kabul edilecegini açıklayan 14. maddesi, AB uyum yasalari çerçevesinde 2001’de kabul edilen 4709 sayili yasa’nin 3. maddesi ile degistirilmistir. BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne konan çekince degisik metne göredir:

Madde 14- (Degisik: 4709 – 3.10.2001/m.3) Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlügünü bozmayi ve insan Haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldirmayi amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanilamaz.

Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla taninan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha genis sekilde sinirlandirilmasini amaçlayan bir faaliyette bulunmayi mümkün kilacak sekilde yorumlanamaz.Bu hükümlere aykırı faaliyetlerde bulunanlar hakkinda uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.[35]

 

C- Öneriler

İnsan varlığı karmaşık bir kimliğe sahiptir ve tek boyutlu olarak düsünülemez. Bu haliyle insanin ırksal, etnik, cinsel, sosyal köken vb. pek çok farkli kimlige sahip olduğunu görmek mümkündür. Bu farklılıklar insan varliginin kültürel zenginligini ifade eder. Bu zenginlik korunmalıdır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye;

Yasama

  • Mevcut Ombudsman yasa taslagindan hareketle Ombudsman yasasini çikartmalidir.
  • Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesini imzalayip onaylamalidir;
  • Bölgesel ya da Azınlık Dillerine İlişkin Avrupa Sartini imzalayip onaylamalidir;
  • Taraf oldugu uluslararası Insan Hakları Sözleşmelerine azınlıklar bakimindan koyduğu çekinceleri geri almalıdır;
  • Avrupa Insan Haklarına Sözleşmesine ek 12 Nolu protokolü onaylamalidir;
  • Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin Seçimlik Protokolünü onaylamalidir;
  • Mevcut mülteci mevzuatini gözden geçirilmeli ve mültecilere yönelik ayrımcılığın giderilmesi için önlemler almalıdır;
  • Ivedilikle irk ve etnik kökene dayali ayrımcılığın önlenmesi ile ilgili bir yasa kabul etmelidir. Ancak, ayrımcılığın önlenmesine ilişkin yasal önlemler bununla sinirli kalmamalı, ayrımcılığın değişik formlarını kapsamına alan degisik konularda yasal düzenlemeler yapmalıdır.
  • “Azınlık yaratma suçu” gibi, insan Haklarıyla bagdastirilmasi oldukça zor olan hukuki düzenlemeleri hukuk mevzuatindan ayiklamalidir;
  • Revize edilmis Avrupa Sosyal Sartini vakit geçirmeden onaylamalidir;
  • Hukuk sisteminde dogrudan, dolayli ayrımcılık ve taciz tanımlari yapmalıdır;
  • Anayasa (10. madde) ve yasalara “etnik” terimini ayrımcılığın bir unsuru olarak eklemelidir;
  • Azınlık tanımlamasini Uluslararası Normlara göre tekrar gözden geçirmelidir;
  • Azınlıkları ilgilendiren konularin yönetmelik, yönerge gibi “esnek” hukuki normlarla düzenlenmesinden vazgeçilmeli, azınlıkların Hakları yasal çerçeveye kavuşturmalıdır;

 

Yürütme

  • Insan Haklarını ilgilendiren her konuda ve bilhassa azınlıkların korunmasi ve ayrımcılığın önlenmesini konu alan düzenlemeleri yaparken, Birlesmis Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birligi’nin ilgili birimlerinden görüş almalıdır.
  • Ivedilikle bir Ulusal Insan Hakları Kurumu olusturmalidir. Ulusal Insan Hakları Kurumu’nu Paris Ilkelerine uygun bir şekilde kurmalıdır. Tüm bu çalışmalari sivil toplum örgütleri ile birlikte yapmalı ve sivil toplum örgütlerinin görüşlerini almalıdır;
  • Sivil toplum örgütlerinin özellikle bilinç yükseltme alaninda faaliyette bulunmaları yönünde yaptıkları çalışmaları teşvik etmelidir;
  • Dini azınlıkların tüm ihtiyaçlarini göz önüne alarak ve söz konusu azınlıklarla karşılıklı görüş alis verisi içinde, bu azınlıkların dini kurumlarinin tüzel kişilik kazanması için gerekli çalışmaları yapmalıdır;
  • AB üyeligi için müktesebatta da yer alan bir zorunluluk olarak, T.C. Hükümeti irk ve etnik ayrımcılık için Eşitlik Kurumu oluşturulması için çalışmalar yapmalıdır. Gerekli görülürse Esitlik Kurumu Ulusal Insan Hakları Kurumu’nun bir parçasi olarak da kurulabilir. Ayrica, Avrupa Birliginin Ayrımcılığa ilişkin direktiflerini de dikkate almalıdır.
  • Alevilik gibi, Sünni olmayan Müslüman mezheplerin taleplerini dikkate almalıdır;
  • Irk ve etnik ayrımcılığın ortaya çikarilmasina yardimci olacak istatistiksel çalışmalar yapmalıdır. Örneğin, Içisleri Bakanligi’nin 90′li yillarin basinda çikardigi ve Devlet Istatistik Enstitüsü’nün (DIE) din ve etnik konularda istatistiksel çalışma yapmasını kısıtlayan genelgesini kaldırmalı ve DIE’nin bu konularda yeterli bilgiyi ortaya koyabilecek çalışmalar yapmasını saglamalidir.
  • Ders kitaplarından, ayrımcı, ırkçı, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük yaratan kısımları çıkarmalıdır.
  •  

Yargı

  • Avrupa Insan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Insan Hakları Mahkemesinin kararlarini ve diger uluslararası insan Hakları standartlarini uygulamalidir.
  • Yargiç ve savcilar ayrımcılık konusunda egitilmelidir. Ayrımcılık konusu yargiç ve savcilara yönelik egitim müfredatinin bir parçasi haline getirmelidir.
  • Irk ve etnik köken ayrımcılığı davalarinda ceza davalari hariç olmak üzere ispat yükünün karşı tarafa geçmesini saglayacak usul hukuku düzenlemelerini yapmalıdır;

http://www.ohchr.org/english/bodies/hrc/comments.htm web sitesinde mevcuttur.

[2] 12 Nolu Protokol 01/04/2005 tarihinde yürürlüge girdi. Su an toplam 11 Avrupa ülkesi 12 Nolu Protokolü onaylamis durumda. Ancak, AB ülkelerini de içerecek sekilde pek çok gelismis Avrupa ülkesi sözleşmeyi ne yazik ki onaylamis degil. Fransa, Danimarka, Ingiltere gibi ülkeler onaylamadiklari gibi 12 Nolu Protokolü imzalamis da degiller. Türkiye ise 12 Nolu Protokolü 18/04/2001 tarihinde imzaladi ancak henüz onaylamadi.

[3] TAKE A STEP TO STAMP OUT TORTURE; Chapter 2: Discrimination: fertile ground for torture, 37, Amnesty International, First published in 2000 by Amnesty International Publications 1 Easton Street London WC1X 0DW United Kingdom. http://web.amnesty.org/library/eng-313/reports&start=871 web sitesinde mevcuttur. Ayrica raporun Türkçe’sine Uluslar arasi Af Örgütü Türkiye Subesinden ulasmak da mümkündür: http://www.amnesty-turkiye.org/

[4] Tehlikeli tirmanis; Sabah Gazatesi; 07/04/2005; http://www.sabah.com.tr/2005/04/07/gnd103.html

Trabzon’da Linç Provasi Talat’la Baslamisti; BIA Haber Merkezi 19/04/2005 ; http://www.bianet.org/php/.&HTMLDizinDosya=/2005/04/20/59531.htm Trabzon’da linç girisimi ; Radikal Gazetesi 7 Nisan 2005 http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=148874

[5] Adapazari’nda linç girisimi; Hürriyet Gazetesi; http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@w~2@nvid~562380,00.asp 12.04.2005
Bes TAYAD üyesine dava açildi; CNN Türk;
http://www.cnnturk.com.tr/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&HID=1&haberID=96499 ; 17 Mayis, 2005

[6] Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Lozan, Iç Mevzuat, Içtihat, Uygulama; Baskin Oran; Tesev Yayinlari; Haziran 2004 S. 110. http://www.tesev.org.tr/etkinlik/baskin_oran.pdf web sitesinde mevcuttur.

[7] Insan haklarınıza çakarim iki tane! Radikal Gazetesi http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=133054 2 Kasim 2004 ; Ne düsünce kaldi ne de özgürlügü… IBRAHIM Ö. KABOGLUhttp://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=133173 3 Kasim 2004; Ayrica bkz. Yokus: Bin kere yirtarim http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=133159 Azınlık raporu ‘paramparça’http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=132968 ; TSK: Zorla azınlık olmaz http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=133157 ; Azınlık Raporu için suç duyurusuhttp://www.ntvmsnbc.com/news/292987.asp 25 Ekim 2004.

[8] Kimse söylemiyor, bari ben söyleyeyim; Kültür/Sanat; Ismail EREL/FRANKFURT; Hürriyet Gazetesi; 09.02.2005 http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~13@tarih~2005-02-09-m@nvid~535000,00.asp

[9] Barbar zihniyete tepki, Radikal Gazetesi; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=148102 ; 31 Mart 2005

[10] Aydinlardan ırkçı tirmanis uyarisi; Radikal Gazetesi; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=149257
11 Nisan 2005 [11] Heybeli açilmasin; Hürriyet Gazetesi; http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,nvid~569636,00.asp ; 28/04/2005; Ruhban Okulu için MGK hazir; Radikal Gazetesi;http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=154764 ; 4 Haziran 2005

[12] ADALET BAKANI CEMIL ÇIÇEK (Ankara); BIRINCI OTURUM; 24 Mayis 2005 Sali; Açilma Saati: 14.00; BAŞKAN: Başkanvekili Ismail ALPTEKIN; KÂTIP ÜYELER: Yasar TÜZÜN (Bilecik), Mehmet DANIS (Çanakkale) http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem22/yil3/ham/b10101h.htm

[13] “The use of racist, antisemitic and xenofophobic argument in political discourse” Jean-Yves Camus. ECRI: European Commission against Racism and Intolerance March 2005. Avalieble athttp://www.coe.int/T/E/.camus_en.pdf

[14] ECRI Declaration on the use of racist, antisemitic and xenophobic elements in political discourse
(adopted on 17 March 2005) Avaliable at http://www.coe.int/T/E/.Declaration%20eng.asp#TopOfPage

[15] Egitim Hakki Özel Raportörü, Katarina Tomaševski tarafından 3-10 Subat 2002 tarihlerinde hazirlanan Türkiye Özel Raporu ; Ekonomik ve Sosyal Konsey; Dagitim: GENEL E/CN.4/2002/60/Add.2 27 Mart 2002 ORJINAL DIL: INGILIZCE (*)Belçika Senatosu Ermeni soykırımina ilişkin bir karari 1998’de kabul etti, benzer sekilde Fransa Parlamentosunda Ocak 2001’de. Akcam, T., “Le tabou du génocide arménien hante la société turque”, Le Monde diplomatique, juillet 2001.

[16]“Başkanlığımiz, misyonerlik faaliyetlerinin, toplumumuzun degerler bütününün en temelinde yatan dini inancinda bir farklilasma meydana getirerek, onun tarihi, dini, milli ve kültürel birlikteligini ve bütünlügünü bozup, parçalamayi amaçladigini düsünmektedir. Tarihi birikimimiz ve günümüzdeki gelismeler göz önüne alindiginda masum bir din tebligi veya din hürriyetini kullanimi hadisesi olmadigi, aksine tarihi arka plani ve siyasi amaçlari olan son derece planli bir hareket oldugu görülmektedir.” – Aydin: Misyoner hareket siyasidir – . Radikal Gazetesi. 28/03/2005. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=147855&tarih=28/03/2005 Web Sitesinde Mevcuttur. Ayrica Bkz. “Bakan Aydin: 368 kişi din degistirdi.” Birgün Gazetesi. 28/03/2005 S.4

[17] Protestan Kilisesine Tehdit Ardından Saldiri; BIA Haber Merkezi http://www.bianet.org/2005/04/28/60087.htm 28/04/2005

[18] Ders Kitaplarinda Insan Hakları Projesi, Tanitim Brosürü; Tarih Vakfi Yayinlari; 2003: Projenin Tanitimi Tarih Vakfinin http://www.tarihvakfi.org.tr/projeler/insanHakları.asp web sitesinde mevcuttur.

[19] http://www.bianet.org/2004/04/20/32909.htm web sitesinde mevcuttur. Ayrica Bkz. Tanil Bora; Ders Kitaplarinda Insan Hakları: Tarama Sonuçlari; Ders Kitaplarinda Milliyetçilik; Tarih Vakfi Yayinlari; 1. Baski; Kasim 2003; s. 65-89

[20] Ülkü Ocaklari Egitim Kültür Vakfi’nin resmi web sitesinde mevcuttur: http://www.ulkuocaklari.org.tr/afsin/ilk.htm 09/06/2005

[21] “Kavgam”in çok satmasi Israil ve ABD karşıtliginin göstergesi; Hürriyet Gazetesi; Kültür Sanat / Kitap

18.03.2005; http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~15@nvid~551064,00.asp web sitesinde mevcuttur.

[22] Kavgam’in Neden ve Nasıl Okuyoruz? ;Samet Inanir ; Güncel Makale Birikim Dergisi 31 Mart 2005 Persembe http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?makale_id web sitesinde mevcuttur.

[23] “Egitim-Sen’e Kapatma Davasi Hukuka Aykırı” http://www.bianet.org//2004/06/07/38335.htm

[24] Egitim Sen Hukuksal ve Örgütsel Mücadelesini Sürdürecektir!

http://www.egitimsen.org.tr/basinaciklamasi/25mayis2004_kapatilmadavasi.html ; Egitim-Sen’den ‘kapatilma’ protestosu; CNN Türk; http://www.cnnturk.com.tr/HABER/haber_detay.asp?PID=318&HID=1&haberID=9750 1; 21 Mayis, 2005; Egitim-Sen’e AIHM yolu; CNN Türk; http://www.cnnturk.com.tr/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&HID=2&haberID=98639 ; 25 Mayis, 2005 Egitim-Sen’e kötü haber; NTV; http://www.ntvmsnbc.com/news/325453.asp ; 29 Mayis 2005

[25] Askerin son günlerde sivil siyasete ve hatta egitime müdahalesine ilişkin, Egitim-Sen Davasinin öncesine ve sonrasina denk gelen pek çok gelisme yaşanmistir. Ancak, Egitim-Sen Davasi Türkiye’de askeri demokratiklesmeden hosnut olamadiginin somut bir göstergesidir. Egitim-Sen’e açilan dava ile ilgili olarak Saglik Meslek Odalari Koordinasyon Kurulu Başkani Prof. Dr. Tahsin Yesildere de, kapatma davasi dosyasinda Genelkurmay Başkanlığı’nin yazisinin yer almasina deginerek “Askerin demokratik toplumun önündeki en büyük engel oldugu bu davayla bir kez daha ortaya çikti” diyerek durumu gayet iyi bir sekilde özetlemistir(http://www.bianet.org/2004/07/08/38577.htm web sitesinde mevcuttur. Nitekim, 10 Mart 2004’de Hürriyet gazetesinde Necdet AÇAN imzasiyla “Ilginç istihbarat: Kara Kuvvetleri Komutanligi, kaymakamliklara bir yazi yollayip, “AB ve ABD yanlisi kişiler ve yüksek sosyete” hakkinda istihbarat toplanmasini istedi.”baslikli bir haber yayinlandi. Haberde ‘Azınlıklar ve kendini azınlık olarak görme egiliminde olan (Çerkez, Roman, Abaza, Arnavut ve Bosnak vb) gruplar’ hakkinda bilgi toplanmasinin istedigi belirtilmis ve bu haber Genel Kurmay Başkanlığınca dogrulanmisti. Askerlerin sivilleri fisledigi yolundaki bu haber genis yankilar uyandirmis ve tepki çekmisti.

http://www.hurriyetim.com.tr/haber/…381401,00.asp web sitesinde mevcuttur. Söz konusu haberin yarattigi sarsintinin üzerinden 5 ay sonra, yine Hürriyet Gazetesinde 02.08.2004 tarihinde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tarafından, Genelkurmay Başkani ve 312 generale bir “uyari mektubu” gönderildigi ortaya çikti. Habere göre, mektupta DEP milletvekillerinin birakilmasini, Avrupa Insan Hakları Mahkemesi’nin (AIHM) üst mahkeme olarak kabul edilmesi elestiriyor ve “hükümetin haddini bilmesi gerektigini” söyleniyordu. (http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@w~1@nvid~448364,00.asp web sitesinde mevcuttur). Tüm gelismeler karşısinda Türkiye’de, demokratiklesme sürecinde hoslanmayan kesimlerin dönüp dolasip askerden umut beklemesi, askerlerinde sadece demokratiklesme karşıtlarindan destek görmesi pek de sasirtici olmasa gerek.

[26]Legal Instruments To Combat Racism On The Internet; Report prepared by the Swiss Institute of

Comparative Law (Lausanne); Strasbourg, August 2000; CRI (2000) 27; Secretariat of ECRI (the European

Commission against Racism and Intolerance); Directorate General of Human Rights – DG II; Council of Europe http://www.coe.int/T/E/.CRI%282000%2927.pdf web sitesinde mevcuttur.

[27] Avrupa Sözleşmeleri Serisi 185. http://conventions.coe.int/…CM=8&DF=6/7/05&CL=ENG web sitesinde mevcuttur.

[28] Avrupa Sözleşmeleri Serisi 189. http://conventions.coe.int/…CM=8&DF=13/04/05&CL=ENG web sitesinde mevcuttur. Ek Protokol ne yazik ki yeterli onay bulunmadigi için henüz yürürlüge girmemistir. Ancak mevcut durum ilgili ek protokolün ivedilikle yürürlüge girmesi için yeterli gerekçeler sunmaktadir.

[29] “Ulusal Hareket” adli we sitesi http://www.ulusalhareket.com/index2.htm url adresi üzerinden yayin yapmaktadir. Mart 2005’de Web sayfalarinin giris sayfalari “Kürtler ve Domuzlar Giremez” sloganiyla açiliyordu. Haziran 2005 itibariyle yaptiklari açiklamada ise sunlar yaziyordu: “Duyuru! Türkiye’mizin yasadigi olaylar süphesiz bir dirilisin göstergesi halini almistir. bu dirilisi her ne kadar basin gizli tutmaya çalissa da gerçekler fark ediliyor ve ırkçı ideoloji destekçilerini toparliyor!!!…Bir Türk milliyetçisi olarak yaziyoruz. Hükümet Kürtçülük yaptığı sürece ,bizlerde kafatasçi ırkçılar gibi olmaya devam edecegiz, Kürtler kasiniyor,sehit kaniyla sulanmis bayragimiza pis ellerini sürüyor. Bunun bir bedeli oldugunu unutan Kürtler ve AKP’liler çok agir sonuçlarla karşılasacaklar. Türk milliyetçiliği hizla birbirine kenetlenmeye basladi ve yakin zamanda AB kriterlerini uygulamak için bizden izin almak durumuna düsebilirsiniz.”http://www.ulusalhareket.com/haber08.htm

[30] “Türkiye Fasist Partisi” adli web sitesi http://www.turanproje.cjb.net/ url adresi üzerinden yayin yapmaktadir. Internet üzerinde dikkatleri ilk olarak, 21 Kasim 2004 tarihinde düzenlenen bir polis operasyonunda, ‘terörist’ olduklari gerekçesiyle öldürülen kamyon soförü Ahmet Kaymaz ve 12 yasindaki oglu Ugur Kaymaz’la ilgili yaptiklari açiklamayla çektiklerini söylemek hiç de yanlis olmayacaktir. “Kendilerinin yapmadigini” ama öldürülenlerin Kürt olmasi nedeniyle yapanlari “desteklediklerini” açik bir sekilde ifade etmislerdi.

[31] “ATSIZ.org” web sitesi http://www.atsiz.org url adresi üzerinden yayin yapmaktadir. 1905-1975 tarihleri arasında yasayan Hüseyin Nihal Atsiz, 1944 tarihli Irkçılik-Turancilik davasinin en büyük saniklarindan biriydi. Atsiz’in Irkçı nitelikte kaleme aldigi pek çalışmasi bulunuyor. 10/06/2005

[32] “Ülkücü Hareket” adli web sitesi
http://www.ulkucuhareket.org/index.html adresi üzerinden yayin yapmaktadir. Sitede Heybeliada Ruhban okulunun açilmasina karşı çikildigi gibi, Rum Patrikhanesinin kapatilmasi yönünde görüşler de yer almaktadir http://www.ulkucuhareket.org/ruhbanokulu.htm . “Yahudilik ve Masonluk özel Dosyasi” adi altinda anti-semitik ifadeler bulunmaktahttp://www.ulkucuhareket.org/siyonizm/index.htm ve güneydoguda yaşananlara ve Kürt sorununa ilişkin yapilan bir açiklamaya dair, isim verilmeksizin su sözler sarf edilmektedir: “Göz yumduklari su siyasî fahise ‘Diyarbakir’in kendilerine ait oldugunu imâ ettiginde’ agzina kursun doldurulsaydi bugün böyle bir zilleti yasamazdik biz!” 10 Haziran 2005.

http://www.ulkucuhareket.org/guneydogu.htm

[33] 13 ADAY ÜLKEDE AYRIMCILIKLA MÜCADELE IÇIN ALINAN ÖNLEMLERE İLİŞKİN RAPOR; (VT/2002/47); TÜRKIYE ÜLKE RAPORU; MEDE European Danışmanlik Göç Politikalari Grubu ortakligi ile Levent Korkut tarafından hazirlanmistir; MAYIS 2003; www.rightsagenda.org web sitesinde Türkçe ve Ingilizce olarak mevcuttur.

[34] Madde 122 – (1) Kişiler arasında dil, irk, renk, cinsiyet, siyasî düsünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayirim yaparak; Türk Ceza Kanunu (5237); Kabul Tarihi: 26/09/2004; Resmi Gazete: 12/10/2004 No: 25611 http://www.uyap.adalet.gov.tr/mevzuat/data/kanun/1414.html web sitesinde mevcuttur.

[35] Uyum Yasalari, Degerlendirme ve Karşılastirmali Metinler; Izmir Barosu Yayinlari; Birinci Basim; Temmuz 2003; Izmir. S. 17

Insan Hakları Gündemi Dernegi’nin, Türkiye’de son aylarda tirmanisa geçen ırkçı, ayrımcı ve hoşgörüsüzlüge dayanan söylem ve şiddet olaylarina ilişkin hazirladigi metindir. (14 Haziran 2005)

Kaynak: İnsan Hakları Gündemi Derneği

http://www.nefretme.org/index.php/2009/12/turkiyede-ayrımcılık-irkcilik-ve-nefret-suclari/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Etnik ayrımcılık var mı? Türkler ne düşünüyor?

Mayıs ve Temmuz ayları arasında 1003′ü Türkiye’den yaklaşık 30 bin kişiyle görüşülerek hazırlanan araştırmaya göre, “yaygın etnik ayrımcılığın” en yüksek çıktığı ülkeler yüzde 80′le Hollanda, yüzde 79′la Fransa ve Macaristan, yüzde 78′le İsveç, yüzde 77′yle Danimarka ve Malta, yüzde 72′yle Finlandiya, yüzde 71′le Yunanistan, İtalya ve Belçika, yüzde 70′le Kıbrıs Rum kesimi, yüzde 66′yla İspanya ve yüzde 63′le Avusturya şeklinde sıralandı.

İngiltere yüzde 58′le ve Almanya yüzde 54′le etnik ayrımcılıkta AB ortalamasının altında kalırken, bu oran eski Doğu Bloku ülkelerinden Letonya’da yüzde 34, Polonya’da yüzde 33 ve Litvanya’da yüzde 26′ya kadar indi.

 

Dini ayrımcılık

Eurobarometre araştırmasına göre ülkelerinde dini ayrımcılığın yaygın olduğunu düşünenler Türkiye’de yüzde 42′yle, yüzde 39 olan AB ortalamasının üzerine çıkarken bu oran Hollanda’da yüzde 59, Fransa’da yüzde 58, Danimarka’da yüzde 55 ve Belçika’da yüzde 54′ü buldu.

Ankete katılan Avrupalıların yüzde 56’sı ve Türklerin yüzde 46’sı, ülkelerinde dini ayrımcılığın 5 yıl öncesine göre arttığı yönünde görüş belirtti.

Araştırmada “medyanın farklılıkları yeterince yansıtmadığı” görüşünde olanlar Yunanistan’da yüzde 53, İsveç’te yüzde 58 ve Fransa’da yüzde 65′e ulaşırken aynı oran Türkiye’de yüzde 43′le, yüzde 44 olan AB ortalamasına yaklaştı.

Eurobarometre anketine katılan Avrupalıların yüzde 49′u ve Türklerin yüzde 35′i, ayrımcılıkla mücadele için ülkelerinde yeterli çabanın gösterildiğini belirtti.

 

Yaşlılara ayrımcılık

Ankette, ülkelerinde yaşlılara yaygın ayrımcılık yapıldığını düşünenlerin oranı yüzde 33′le Türkiye’de en düşük çıkarken, AB ortalaması yüzde 58′i buldu. Bununla birlikte Türklerin yüzde 52’si, 5 yıl öncesine göre yaşlılara ayrımcılığın arttığı yönünde görüş bildirdi.

 

Engellilere ayrımcılık

Ayrımcılık araştırmasında engellilerin yaygın ayrımcılığa uğradığını düşünenler Avrupa’da en düşük yüzde 33′le Malta ve yüzde 34′le Türkiye’de çıkarken söz konusu oran Fransa’da yüzde 74, Macaristan’da yüzde 64, Belçika ve Yunanistan’da yüzde 63, Hollanda’da yüzde 62 ve AB ortalamasında yüzde 53 oldu.

 

Cinsel ayrımcılık

Eurobarometre anketinde ülkelerinde cinsel tercih nedeniyle ayrımcılığın yaygın olduğunu düşünen Türklerin oranı yüzde 37′yle, yüzde 47 olan AB ortalamasının altında kaldı.

Cinsel tercihin yaygın ayrımcılık kaynağı olduğunu düşünenler en yüksek yüzde 66 ile Kıbrıs Rum kesiminde, yüzde 64 ile Yunanistan’da ve yüzde 61 ile Fransa’da çıktı.

 

Cinsiyet ayrımcılığı

Ankette cinsiyet ayrımı yaygınlığında ise Türkiye yüzde 41′le, yüzde 40 olan AB ortalamasına yaklaşırken söz konusu oranın en yüksek çıktığı ülkeler yüzde 57 ile Macaristan, yüzde 54 ile Fransa ve yüzde 52 ile İsveç, en düşük çıktığı ülkeler yüzde 20 ile İrlanda ve Bulgaristan oldu.

Araştırmada ülkelerindeki devlet ya da hükümet başkanlığına seçilebilecek kişilere, duydukları yakınlığa göre 1′den 10′a kadar not vermesi istenen Avrupalılar kadınlara 8,5, engellilere 7,4, dini azınlık mensuplarına ve eşcinsellere 6,5, etnik azınlık mensuplarına 6,2, 30 yaşından küçüklere 5,9 ve 75 yaş üstüne 4,8′i layık gördü.

http://www.nefretme.org/index.php/2009/12/etnik-ayrimcilik-var-mi-turkler-ne-dusunuyor/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Irk, ulusal veya sosyal köken ve ulusal bir azınlığa mensubiyet bağlamında ayrımcılık- Erkan Şenses

1. Ayrımcılık

Ayrımcılığın gerek yasalarımızda gerekse de ulusal üstü belgelerde bir tanımı yapılmamakla beraber  “yasak” olduğu ve yasak durumların ne olduğu açıklanmıştır. Ancak bir tanım yapmak gerekirse ayrımcılık, yasaklanan ayrımcılık nedenleri kapsamında bir kişiye, karşılaştırılabilir benzer durumdaki herhangi birisine muamele edildiğinden, edilmiş olduğundan veya edileceğinden daha az elverişli davranmaktır. Bu noktada ayrımcılığın yasaklanması da yine bu kişi ya da grupların talep ettikleri eşit muameleyi engelleyen ya da aksatan her türlü uygulamanın kaldırılarak toplumun tüm insanları için eşitliğin gözetilmesidir.[1]

BM tarafından kabul edilen Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile kurulan İnsan Hakları Komitesi de ayrımcılık ile ilgili bir tanım yapmıştır. Komite sözleşmenin 40.maddesinin 4.fıkrasında belirtilen sözleşme hükümlerinin netleştirilmesine yönelik Genel Yorum yayınlayabilmektedir. İHK 1989 yılında 18 No’lu Genel Yorum’u kabul ederek, MSHS’nin ayrımcılık terimini tanımlamadığını belirterek ayrımcılığı tanımlamıştır. Komite ayrımcılık ile “.. ayırma, dışlama, kısıtlama veya ırk, renk, cinsiyet, dil, din, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğum, siyasi veya diğer görüşlere dayalı olarak gerçekleştirilen ve bütün hak ve özgürlüklerin herkes tarafından tanınmasını ve kullanılmasını engelleyecek veya tanınmasını ve kullanılmasını sınırlandıracak ayrımcılığı..” kasteder.

Avrupa Birliği tarafından 2000 yılında yayınlanan ve özelde ırk ayrımcılığına karşı mücadeleyi öngören 2000/43 EC Sayılı Konseyi Direktifi’ne göre ise“…bir kimsenin, karşılaştırılabilir durumlarda, ırk veya etnik kökene dayalı olarak, bir diğer kişiye göre daha az tercih edilir bir muameleye tabi tutulması, şimdiye kadar tutuluyor olması veya tutulma ihtimali olması halinde doğrudan ayrımcılığın ortaya çıktığı anlaşılır.”

Tüm bu tanımlardan sonra denilebilir ki ayrımcılık yasağı, yasa önünde eşitlik, yasalarca eşit derecede korunma gibi ilkeleri de içinde bulunduran temel bir prensiptir.[2]

 

2. Bir Ayrımcılık Türü Olarak Irk Ayrımcılığı

Ayrımcılığın çıkış noktasını da oluşturan ırk ayrımcılığı yüzyıllardır tüm dünyanın ortak sorunu olmaya devam etmektedir. Irk, kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğudur.[3] Irkçılık ise çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrindir.[4]

BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 26.maddesinde ırk ayrımcılığının da içinde olduğu ayrımcılık biçimlerinden herkesin Sözleşme ile etkin koruma altına alındığı belirtilir.26.Madde Sözleşmenin tanıdığı haklarla sınırlı olmayan bağımsız bir uygulama alanına sahiptir. Bu açıdan İHAS’ın 14. maddesinden ayrılır:

 

26. Madde – Yasa önünde eşitlik

Herkes, yasa önünde eşittir ve hiç bir ayrımcılığa tabi tutulmaksızın yasa tarafından eşit olarak korunma hakkına sahiptir. Hukuk bu alanda her türlü ayrımcılığı yasaklar ve herkese ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir fikir, ulusal veya toplumsal köken, milliyet, doğum veya başka bir statü ile yapılan ayrımcılığa karşı etkili ve eşit koruma sağlar.”

Bunun yanında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 2. maddesinde de herkesin herhangi bir fark gözetilmeksizin beyannamede yer alan haklardan istifade edeceği belirtilir.

BM Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Dair Uluslar arası Sözleşme’nin birinci maddesi ırk ayrımcılığının tanımını yapmıştır. Buna göre[5]:

Madde 1

1. Bu Sözleşmede, “ırk ayrımcılığı” terimi, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel veya toplumsal yaşamın herhangi bir alanında, insan hakları ve temel özgürlüklerin tanınmasını, uygulanmasını, bu hak ve özgürlüklerden yararlanılmasını ortadan kaldırmak veya zayıflatmak amacına ya da etkisine yönelik, ırk, renk, soy ya da ulusal veya etnik kökene dayalı her türlü ayrım, dışlama, kısıtlama ya da tercih anlamındadır.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi de ırk ayrımcılığına yer vermiştir. Sözleşmenin 14.maddesinde düzenlenen ayrımcılık yasağının korunma alanının sözleşmede yer alan haklarla sınırlı olması 12 No’lu ek protokolün düzenlenmesini sağlamıştır.

“Madde 14 Ayırımcılık yasağı

Bu Sözleşmede düzenlenen haklardan ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma, mülkiyet, doğum ya da herhangi bir temelde ayırımcılık yapılmaksızın, güvence altına alınacaktır.”

Sözleşmeye ek 12 No’lu Protokol

“Madde-1

 

Ayrımcılığın Genel Olarak Yasaklanması

1- Yasayla düzenlenen herhangi bir haktan yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasayla da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma, mülkiyet, doğum ya da  diğer statüler gibi herhangi bir temelde ayrımcılık yapılmaksızın güvence altına alınacaktır.

2- Hiç kimse, herhangi bir kamu makamı tarafından paragraf 1’de belirtilen herhangi bir temelde ayrımcılığa tabi tutulmayacaktır.”[6]

İfade özgürlüğü ile ilgili olup doğrudan ırk ayrımcılığıyla ilgisi olmasa bile İnsan Hakları Avrupa Komisyonu’nun verdiği bir kararı da burada not etmekte yarar var. Danimarka yurttaşı Bay Jersild’in çalıştığı televizyonda yayımlanan bir programda ırk ayrımcılığının ve ırkçı propagandanın yapılması nedeniyle Bay Jersild’in de aralarında bulunduğu beş kişiyi ulusal mahkeme mahkûm etmiştir. Bay Jersild vakanın ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği iddiasıyla Komisyon’a başvurmuş, Komisyon da aldığı kararda şu tespitlerde bulunmuştur:”Mahkeme hemen ilk başta, ırk ayrımcılığının her biçim ve görünümüyle mücadelenin yaşamsal bir öneme sahip olduğunun bilincinde olduğunu belirtir… Başvurucunun mahkûm edilmesi ve cezalandırılması için gösterilen gerekçeler, başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olduğunu ikna edici bir şekilde ortaya koyacak kadar yeterli değildir; özellikle kullanılan araçlar, başkalarının şeref ve haklarını koruma amacıyla orantısızdır. Buna göre söz konusu tedbirler, Sözleşmenin 10.maddesinin ihlaline yol açmıştır.”[7]

 

2. Ulusal veya Sosyal Köken Bağlamında Ayrımcılık

Irk terimine karşı etnisite daha geniş bir kavramdır. Bir toplumsal yapıdaki özelliği, bireylerin bir özel grupla özdeşleşmesini, grup siyasallığını, bireylerin gruba aidiyetini ifade etmek üzere ortaya atılmıştır, ancak ırk teriminin örtmecesi yapılmakla da suçlanmıştır.[8]

Ulusal üstü belgelerde tam bir referans olmasa da etnik ayrımcılık daha çok ırk ve ulusal köken bağlamında ele alınmaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi kapsamında ayrımcılık iddialarının 14. madde bağlamında İHAS’daki diğer haklardan bağımsız olarak uygulanması mümkün değildir; ayrımcılık gözetildiği iddia edilen konu mutlaka İHAS ile korunan haklardan birinin kapsamına girmelidir. 14.Madde İHAS’ın koruduğu “hak ve özgürlüklerden yararlanma” konusunda hüküm ifade ettiği için bağımsız bir varlığa sahip değildir ve İHAS’ da mevcut diğer normatif hükümleri tamamlamaktadır; çünkü güvence İHAS’da yer alan hak ve özgürlüklerle ilgilidir. Ancak bununla birlikte, 14.maddenin ihlal edildiğinin kabul edilmesi için bağlantılı olan hakkın da ihlal edilmiş olması gerekmemektedir.[9]

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne yapılan bir başvuruda Mahkeme, Çek Cumhuriyeti’nin öğrenme zorluğu çektikleri gerekçesiyle Çingene çocuklarını olağandan farklı eğitim kurumlarına alması sonucu yapılan başvuruda söz konusu uygulamanın İHAS’ın 14.maddesine aykırı bir tutum teşkil etmediğini tespit etmiştir.[10]

Türkiye aleyhine İHAM’a yapılan birçok başvuruda başvurucular etnik kökenleri nedeniyle ayrımcılığa uğradıklarını iddia etmişlerdir. Yapılan bir başvuruda başvurucu Bayan Koçeri Kurt, oğlu Üzeyir Kurt’un köyüne operasyon yapan güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındığını ve daha sonra oğlunun nerede olduğu konusunda bilgi verilmediğini ve güvenlik kuvvetlerinin sorumluluğuna giren bir kayıp söz konusu olduğunu iddia ederek Komisyona başvurmuştur.[11]

 

Kürt/Türkiye dava dilekçesinden alıntı [12]

236. Sözleşmenin 14.maddesi, sözleşme haklarından biriyle ilgili olarak “ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma… veya başka bir statü gibi” nedenlerden biriyle ayrımcılık yapılmasını yasaklamaktadır.

237. ”Kayıp” olgusunun, 2.,3. ve 5. Maddeleri içerecek şekilde, çeşitli Sözleşme hükümleriyle ilgili bulunduğu tespit edilmiştir.

238. BM İstem dışı Kayıplar Çalışma Grubu’nun raporlarında belirtildiği üzere,

– 1991 yılında Hükümet’e intikal eden her üç olaydan ikisi “Kürt kökenli kişileri”

konu almaktaydı(E/CN.4/1992/18),

– 1992 yılında, “Kayıp vakalarının çoğunluğunu, etnik olarak Kürt kökenli kişiler oluşturmaktaydı ve söylenenlere bakılırsa, bu vakalar Diyarbakır ve Siirt illerinde yoğunlaşmıştı”(E/CN.4/1993/25),

-1995 yılında, “göz önüne alınan süre zarfında Hükümet’e intikal eden 17 kayıtlı olaydan çoğu, etnik olarak Kürt kökenli kişilerle ilgiliydi”(E/CN.4/1993/25).

239. Yukarıdaki verilerin,”kayıp” olgusunun çoğunlukla Kürt kökenli kişileri etkilediği konusunda kanıt oluşturduğu görüşündeyiz. Bu durum ise 14.maddeye aykırı düşecek bir şekilde ayrımcılık meydana getirmektedir.

240. Başvurucu, kendisinin ve oğlunun Sözleşmede yer alan hakların kullanılması sırasında 14.maddeye aykırı bir şekilde ayrımcılığa uğratıldıkları yönünde karar verilmesini talep etmektedir.

Mahkeme, vakada başvurucunun oğlunun etnik kökeni nedeniyle kasten kaybedildiği yönündeki iddianın ispatlanamadığını ifade ederek,14.maddeye aykırılık oluşmadığını tespit etmiştir.

Mahkeme başka bir kararlarında ise özellikle Bulgaristan’ın Roman etnik kökenlilere karşı ırkçı Saiklerle hareket ettiğine dair ciddi iddialar görmesi üzerine Bulgaristan’ı

14. Madde ihlalinden mahkûm etmiştir.[13]

 

3. Ulusal Bir Azınlığa Mensubiyet Bağlamında Ayrımcılık

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Azınlık Hakları Üzerine 1990 tarihli ve 1134 Sayılı Tavsiye Kararı’nda ulusal azınlığın tanımı yapılarak, bir devletin toprakları üzerinde iyice tanımlanmış ve yerleşmiş olan ve içinde bulundukları toplumun çoğunluğundan sahip oldukları dil, din, kültür ya da diğer karakteristik özellikleriyle belirgin olarak ayrışan ya da farklı grupları tanımladığı ifade edilmiştir.[14]

Naz Çavuşoğlu’na göre azınlık haklarına ilişkin uluslararası normların düzenlenmesi etnik çatışmalardan doğan krizleri yönetme ve istikrar arayışının sonucu olarak gündeme gelmiş, bu hareket noktası da azınlık haklarını konu alan uluslararası belgelerde açık ifadesini bulmuştur.[15]

Azınlıkların veya konumuz kapsamında ulusal azınlıkların korunması ve ayrımcılığa maruz kalmaması ile ilgili Avrupa Konseyi üyesi ülkeler tarafından 1995 yılında Strasbourg’da kabul edilen “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme” bu konuda düzenlenmiş en önemli belgelerdendir. Bu sözleşmenin başlangıç kısmı “Çoğulcu ve hakiki bir demokratik toplumun, her bir kişinin üyesi bulunduğu ulusal azınlığın etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliğine saygı gösterilmesini değil, ama bunun yanısıra onların bu kimliklerini ifade etmelerine, saklı tutmalarına ve geliştirmelerine elveren uygun koşulların yaratılmasını gerektirdiğini değerlendirerek; “azınlıkların kendini geliştirme hakkına” da vurgu yapılmıştır.

Çerçeve Sözleşmenin 4.maddesi ulusal azınlığa mensubiyete dayalı ayrımcılığı yasaklamaktadır. Bu maddeye göre “Taraflar, ulusal azınlıklara mensup kişilerin yasa önünde eşitliği ve yasa ile eşit korunma hakkını güvence altına almayı taahhüt ederler. Bu konuda, ulusal azınlığa mensubiyete dayalı herhangi bir ayırımcılık yasaklanmıştır.”[16]

Çerçeve Sözleşme ile devlet, kimlik farklılıkları nedeniyle toplumun çeşitli kesimlerinin birbirine karşı ayrımcılık, düşmanlık veya şiddet tehdidi ya da eyleminde bulunmasını önleme yükümlülüğü altındadır.[17]

İHAS’ın ayrımcılık yasağını düzenleyen 14.maddesi “..ulusal azınlığa mensup olma…”dan kaynaklı ayrımcılığı da yasaklamıştır.

İHAM önüne gelen bir başvuruda Yunanistan otoritelerinin “Home of Macedonian Civilisation” adlı örgütün tescilini reddetmelerini örgütlenme hakkına müdahale olarak görmüş ve bu müdahalenin güdülen meşru amaçla orantılı olmadığına hükmetmiştir. Mahkeme kararında Yunanistan tarafından imzalanan azınlıklara ilişkin uluslararası belgeleri hatırlatmasına rağmen 14.maddeye ilişkin başvurucuların iddialarını incelemeye gerek görmemiştir.[18]

BM Genel Kurulu’nun 18 Aralık 1992 tarihli ve 47/135 Sayılı Kararı ile kabul edilen “Ulusal Ya Da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi”nin 3.maddesi “Azınlık mensubu kişiler, bu Bildirgede yer alan haklar da dahil olmak üzere, diğer bütün haklarından bireysel olarak veya mensubu oldukları grubun diğer üyeleriyle birlikte, herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmaksızın yararlanabilirler.” diyerek ulusal azınlıkların İkiz Sözleşmeler dışında spesifik açıdan korunması yoluna gitmiştir.[19]

 

Ayrımcıkla İlgili Son Sözler

Bu çalışmada genel olarak “Irk, Ulusal veya Sosyal Köken ve Ulusal Bir Azınlığa Mensubiyet Bağlamında Ayrımcılık” konusu incelenmiş olup tek tek konuyla ilgili sözleşme,belge metinlerine gitmek yerine, konunun anlatılabilmesi için gerekli görülen sözleşme ve belge metinlerine yer verilmiştir.

Çağın en büyük sorunlarından olan ırkçılık ve ayrımcılık bazen bir futbol maçında siyahi bir oyuncunun ırkçı hareketlere maruz kalması, bazen de göçmenlerin öldürülmesine kadar varan saldırılarla tezahür etmekte. Konunun uluslararası ve ulusal belgelerde düzenlenmesi ırkçı ve ayrımcı uygulamaların önlenmesi açısından yeterli değildir. İHAM’ın konuya yaklaşması cesaret verici olmakla birlikte (Angelova ve İliev/Bulgaristan kararında İHAM ulusal makamların Roman kökenli bir kişinin öldürülmesinde etkin soruşturma yürütmemesini 14.madde ihlali olarak görmüştü) etnik ve ulusal azınlıklara ayrımcılık uygulandığı iddiasının önüne getirildiği birçok başvuruda (Örnek olarak Sidiropulos ve Diğerleri/Yunanistan) Mahkeme, ayrımcılık yönünden değerlendirmeler yapmaktan veya 14.madde açısından ayrıca inceleme yapmaktan genel olarak kaçınmaktadır.

İHAS’ın Ek 12 No’lu Protokolü’nün yürürlüğe girmesi ve korunmanın genel bir nitelik arz etmesi ile konunun daha çok gündeme geleceği aşikârdır. İğneyi kendimize batırmak babında bir şeyler söylemek gerekirse Türkiye’nin de Ek 12 No’lu Protokolü bir an önce onaylayıp mevzuatını da buna uyumlu hale getirmesi gerekir. Ancak bu şekilde ayrımcılık asgariye indirilebilir, yasal arka planı olmadan.

Kaynakça

1. ÇAVUŞOĞLU, Naz; “Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme”, İstanbul, 1996

2. GEMALMAZ, Mehmet Semih; İnsan Hakları Belgeleri, Cilt I, Avrupa Konseyi Birinci Bölüm, Boğaziçi Yayınevi, 1.Basım 2004, İstanbul

3. GEYLANİ ARSLAN, Yekbun; “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Bağlamında Ayrımcılık Yasağı”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006

4. KARAN, Ulaş; “Türk Hukukunda Ayrımcılık Yasağı ve TCK’nın 122.Maddesinin Uygulanabilirliği” Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı 73, Ankara, 2007

5. ORAN, Baskın; “Küreselleşme ve Azınlıklar” İmaj Yayınevi, 4.Bası, Ankara, 2001

6. SİMMONS, Alan; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne Başvuru: Avukatlar İçin Uygulamaya Yönelik Bir Kılavuz, İstanbul, 2005

7. “Uluslararası ve Ulusal Hukukta Azınlık Hakları” , Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005

Dipnotlar:

[1] ORAN, Baskın; “Küreselleşme ve Azınlıklar” İmaj Yayınevi, 4.Bası, Ankara, 2001, s.82

[2] KARAN, Ulaş; “Türk Hukukunda Ayrımcılık Yasağı ve TCK’nın 122.Maddesinin Uygulanabilirliği” Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı 73, Ankara, 2007, s.148

[3] http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF05A79F75456518CA (Erişim Tarihi: 25.01.2008)

[4] http://tr.wikipedia.org/wiki/Irk%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k

[5] 03.04.2002 Tarih ve 4750 Sayılı Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun-Bkz. 09.04.2002 Tarih ve 24721 Sayılı Resmi Gazete

[6] GEMALMAZ, Mehmet Semih; İnsan Hakları Belgeleri, Cilt I, Avrupa Konseyi Birinci Bölüm, Boğaziçi Yayınevi, 1.Basım 2004, İstanbul, s.234.

[7] http://ihami.anadolu.edu.tr/aihmgoster.asp?id=480 Jersild/Danimarka ,15890/89, (Erişim Tarihi:26.01.2008)

[8] http://tr.wikipedia.org/wiki/Etnisite (Erişim Tarihi: 26.01.2008)

[9] GEYLANİ ARSLAN, Yekbun; “Avrupa İnsan  Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Bağlamında Ayrımcılık Yasağı”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006

[10] Başvuru No:57325/00, Karar Tarihi:07.02.2006, D.H ve Diğerleri/Çek Cumhuriyeti

[11] http://ihami.anadolu.edu.tr ,Kurt/Türkiye 24276/94  Karar Tarihi:25.05.1998,

[12] SİMMONS,Alan; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne Başvuru:Avukatlar İçin Uygulamaya Yönelik Bir Kılavuz,İstanbul, 2005

[13] Bkz.NACHOVA ve Diğerleri/Bulgaristan, 43577/98,Karar Tarihi:06.07.2005 ..Daha yeni bir karar için bkz. http://cmiskp.echr.coe.int/tkp197/portal.asp?sessionId=4965393&skin=hudoc-en&action=request ANGELOVA ve İLİEV/Bulgaristan,55523/00,Karar Tarihi: 26.07.2007

[14] “Uluslararası ve Ulusal Hukukta Azınlık Hakları” , Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005

[15] ÇAVUŞOĞLU, Naz; “Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme”, İstanbul, 1996,s.1

[16] http://www.tihv.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=710&Itemid=83 (Erişim Tarihi:26.01.2008)

[17] ÇAVUŞOĞLU, a.g.e., s.50

[18] Bkz. karar için http://ihami.anadolu.edu.tr/aihmgoster.asp?id=787 (Erişim Tarihi:26.01.2008)

[19] http://www.tihv.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=709&Itemid=83 (Erişim Tarihi:26.01.2008)

Kaynak: “Irk, Ulusal Veya Sosyal Köken Ve Ulusal Bir Azınlığa Mensubiyet Bağlamında Ayrımcılık” başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Erkan Şenses’e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

http://www.nefretme.org/index.php/2010/01/irk-ulusal-veya-sosyal-koken-ve-ulusal-bir-azinliga-mensubiyet-baglaminda-ayrimcilik/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments