-
6th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MUHKEM MÜTEŞÂBİH

Kitâb’ı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir (ki) onlar Kitâb’ın anasıdır. Diğerleri de müteşâbih(birbirine benzeyen, sonucu tam bilinmeyen)dir. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, uyardığı sonuca uğra(yıp belâlarını bulmak için onun müteşâbih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun te’vil(uyardığı sonucun ne zaman gerçekleşeceğimi Allah’tan başka kimse bilmez- İlimde ileri gidenler: “Ona inandık, hepsi Rabbimiz kalındandır” derler. Sağduyu sahihlerinden başkası düşünüp öğüt almaz. (Âl-i İmrân: 94/7)

Bu ayette Kitabı Allah’ın indirdiğini, onun temel ayetlerinin muhkem olduğunu; bir kısım ayetlerinin de müteşâbih olduğunu; kalblerinde eğirilik olanların, fitne (baskı) yapmak ve onun bildirdiği sonuca (belâya) uğramak için müteşâbih olanların ardına düştüklerini; oysa onun te’vîlini (bildirdiği azabın ne zaman geleceğini) Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini; ilimde râsih olanların ise “ona inadık, hepsi Rabbimiz kalındandır” diye­ceklerini bildirmekte ve sadece sağduyu sahiplerinin öğüt alacağım vurgu­lamaktadır.

Muhkem, manası açık, herkesçe anlaşılabilen ayetlerdir. Müteşâbih ise kök itibarıyla benzer demek ise de burada benzerliğinden dolayı mânâsı tam anlaşılamayan, başka anlamlar çağrıştıran ayetlerdir.

Önce bu konuda Râğıb’ın açıklamasını verelim:

Allah, sözün en güzelini, (Kur’ân’ın ayetlerini güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir Kitâb halinde indirdi. Railerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar. İşte bu (Kitâb) Allah’ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama

Allah kimi sapıklığında bırakırsa artık ona yol gösteren olmaz.(Zümer:59/23)

59/23. ayette, Allah’ın, Kur’ân ‘ı, müteşâbih, mesânî bir kitâb olarak indirdiği; Allah’a saygılı olanların onu okurken tüylerinin ürperdiği, Al­lah’ın zikri karşısında derilerinin ve kalblerinin yumuşadığı; işte bunun, dilediği kulunu doğru yola ileteceği bir rehber olduğu; Allah’ın şaşırttığını kimsenin doğru yola iletemeyeceği vurgulanmaktadır.

Müteşâbih, şebeh kökünden gelir. Şibh, şebeh ve şebîh renk,tad, adalet ve zulüm gibi nicelik, nasıllık bakımından benzer demektir. Aynı kökten gelen şüphe de iki şey’in, ya fizik veya anlam bakımından, birbirinden ayırt edilemeyecek derecede birbirine benzemesi demektir. Burada Kur’ân ayetlerinin, güzellikte, belâğette hep birbirine benzer, biri diğerinden ayırd edilemeyecek derecede güzel, birbiriyle uyumlu demektir.

Râğıb’a göre Kur’ân ayetleri bir bakımdan tamamen muhkem, bir bakımdan tamamen müteşâbihtir. Allah tarafından açıklanıp, izah edilmesi ve sağlam kılınması bakımından Kur’ân’in bütün ayetleri muhkemdir. Güzellikte birbirine benzemesi açısından da Kur’ân’in tamamı müteşâbih­tir.

Müteşâbih de üç kısma ayrılır Yalnız lafız bakımından, yalnız anlam bakımından, hem lafız hem anlam bakımından müteşâbih. Lafzan mütşabih de ikiye ayrılır:

1) Müfred kelimeler: Bunlarda ya garîbliğinden dolayı müteşâbihtir gibi. Yahut Lafızda müşareket dolayısıyla (aynı lafızda olan farklı kelimeler) müteşâbih olurlar.

2) Cümleler. Bunların müteşâbihliği üç yönden olabilir.

2-1) Sözün kısalığmdan :Şayet öksüz(kızlarla evlendiğiniz takdirde on)lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkardanız, size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. [1]ayetinde teşâbüh (benzerlik) sözün kısalığından gelmektedir.

2-2) Sözün uzunluğundan: O’nun benzeri gibi bir şey yoktur”[2] Râğıb’a göre burada kâf fazladır. Şayet denseydi söz, dinleyici için daha açık olurdu.

2-3) Yahut kelâmın nazmından (düzeninden, vezninden) ileri gelir:”Kuluna Kitâb ‘ı indirdi ve onu eğri büğrü yapmadı (pürüzsüz) değerli bir kitâb yaptı.” [3]

Bunlar lafzan müteşabih olanlardır. Anlam bakımından müteşâbih olanlar ise Allah’ın sıfatları ve Kıyamet hakkındaki ayetlerdir. Bu mânâları kavramamız mümkün değildir. Çünkü biz algılayamadığımız şeyleri kavrayamayız.

Hem lafız ham mânâ bakımından müteşâbih olanlar da beş kısımdır:

1) Genel, özel gibi nicelik bakımından müteşâbih olanlar .gibi.

2) Vücûb ve nedb gibi nitelik bakımından müteşâbih olanlar: gibi.

3) Nâsih mensuh gibi zaman bakımından müteşâbih olanlar: gibi.

4) Ayetlerin indiği yer, zaman ve olay bakımından müteşâbih Evlere arkalarından girmek iyilik değildir.

iyilik, Allah ‘tan korkanın iyiliğidir. [4] Ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir”[5]gibi. Çünkü câhiliyye döneminin âdetlerini bilmeyenin, bu ayetlerin mânâsını anlaması mümkün değildir.

5) Bir eylemin sahîh, ya da fâsid olmasının şartları bakımından müteşâbih olanlar: Namazın ve nikâhın şartlarını bilmek gibi.

İşte müfessiilerin müteşâbih hakkında söyledikleri, hep bu tasnîfin içindedir[6].

Ya tesniye’den veya senâ’dan gelen mesânî de mesnâ’ın çoğuludur. Allah, sözlerin en güzeli olan Kur’ân ‘ı, bütün ayetleri güzellikte, belâğette, düzende, kapsamda birbirine benzer, övgüye lâyık bir Kitâb olarak indirdi. Yahut ikişerli, tekrarlı olarak, herşeyi çiftiyle, karşıtıyla açıklayan ve anlatımları birbirinden güzel olarak indirdi. Kur’ân’da herşey ikili, karşıtlı olarak anlatılır. Gök, yer; cennet, cehennem; melek, şeytân; emir, nehy; va’d ve va’îd gibi. Bunlar birbiri ardından anlatılır. Mü’minlerin hali anlatıldıktan sonra kâfirlerin hali; Allah’ın gökteki kudret işaretlerinin ardından yerdeki kudret işaretleri; zamandaki kanıtların ardından mekân­daki kanıtları anlatılır. Ve herşey karşıtıyla anlatılınca daha iyi kavranır.

Kur’ân’daki bu karşıtlık üslûbu, ruhta derin etki yapar. Allah’tan korkanlar, Kur’ân’ı dinleyince o kadar etkilenirler ki derileri ürperir; Allah’ı anmakla gönülleri yumuşar, ruhları duygulanır. İşte o Kitâb, Allah’ın dilediği kulunu doğru yola ileteceği böyle bir yol gösteren Kitâbdır, Al­lah’ın, sapıklığına terk ettiği kimse doğru yolu bulamaz. Çünkü Allah’ın çağrısına gelmeyen, başka nereye gitse sapıklıktadır. O’nun çağırdığı yol­dan başka doğru yol yoktur. O çağrıya uymayan, sürekli sapıklık içinde kalır.

Muhkem ve müteşâbih ayetler hakkında seleften birçok söz rivayet edilmiştir. Alî ibn Ebî Talha, İbn Abbâs’ın şöyle dediğini aktarmıştır: “Muhkem ayetler, Kur’ân-ı Kerîm’in nâsihi, helâli, haramı, hudûd ve ah­kâmı, emredilip yapılan hükümleridir.” Başka rivayetler de muhkemin, Kitabın esası olan bütün emir ve yasaklan olduğunu anlatmaktadır. Müte­şâbih hakkındaki görüşler de şöyledir:

1) Mensûh ayetlerdir, 2) Kıyametin kopması vs. gibi bilginlerin bilemeyeceği ayetlerdir, 3) Elif tâm mîm gibi hurûf-i mukatta’adır, 4) Mânâsı birbirine benzer ayetlerdir, 5) Sözleri yinelenen lafızlardır, 6) Birkaç mânâya gelebilen ayetlerdir, 7) Kıssalardan ve darb-ı mesellerden söz eden ayetlerdir. [7]

Fakat müteşâbih hakkında en doğru görüş, İbn Kesîr’in dediği: mânâsı kapalı olan ayetlerdir. Samimî inananlar, Kitabın bütün ayetlerinin Allah tarafından gönderildiğine inanırlar. Yüreklerinde hastalık bulunanlar ise mânâsı kapalı olan, herkes tarafından kolayca anlaşılamayan, mutlaka tefsîr ve beyana ihtiyaç duyulan ayetlerin ardına düşer, onları istedikleri biçimde yorumlamak suretiyle halk üzerinde baskı yapmak, böylece onun te’vîline (uyardığı azaba) çarpılmak isterler. Onun te’vîlini, bildirdiği azabın ne zaman geleceğini yalnız Allah bilir.

Bilginlerin çoğu, cümlesinde lafza-i celâl üzerinde durmanın gereğine hükmetmişler, böylece müteşâbihin te’vîlini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kanâatine varmışlardır. Bu görüşe göre lafza-i celâlden son­raki vâv, iptidâiyyedir. O zaman mânâ şöyle olur: “Onun te’vîlini Allah’tan başka kimse bilmez; ilimde râsih olanlar, ‘ona inandık, hepsi Rabbimiz kalındandır’ derler.”

Bazı bilginlere göre de lafza-i celâlden sonraki vâv, ‘âtıfadır. O zaman mânâ şöyle olur: “Onun te’vîlini, ancak Allah ve ilimde râsih olanlar bilir.” Abdullah ibn Abbâs’ın, *’Ben onun te’vîlini bilenlerdenim” dediği rivayet edilir.

Râğıb Müfredat’ında müteşâbihi üç kısma ayırmıştır: “Bir kısmının mânâsını Allah’tan başka kimse bilmez. Kıyametin kopması, Dâbbenin çıkması ve benzen şeyler böyledir. Bir kısmını insan bilebilir. Garîb lafızlar, kapalı hükümler gibi. Bir kısmı da bu ikisi arasında bulunmaktadır. Bunları, derin bilgi sahiplerinin ancak bir kesimi bilir, hepsi bilemez. İşte Pey-amber(s.a.v.)in, ‘Alî (r.a.) ve Abdullah ibn Abbâs İçin: “Allanım, onu dinde bitgiliyap, ona te’vîli öğret!” sözüyle işaret edilen te’vîl, müteşâbihin bu kısmının te’vîlidir.”

Şüphesiz Râğıb’m bu fikri daha isabetlidir. Allah’ın zâtı ve sıfatlarının mâhiyeti bilinmez. Bundan dolayı Allah’ın Elçisi (s.a.v.): “(Rabbim,)Sen kendini övdüğün gibisin, ben seni övecek kelime bulamam” demiştir. [8]

Müteşâbih ayetler konusunda İslâm bilginleri, başlıca iki yol tutmuş­lardır. Birincisi selefin yoludur. Selefe göre müteşâbihlere inanmalı, fakat onların gerçek bilgisini Allah’a havale etmelidir. İmâm-ı Mâlik: “Rahman ‘Arşa istiva etti”[9] ayetinde Rahman ‘in Arşa istivasından soran bir adama, “İstiva bilinmektedir, fakat nasıllığı bilinemez. Bundan sormak bid’attir. Seni kötü bir adam sanıyorum; bunu benim yanımdan çıkarın! [10] demiştir. Daha sonra gelen bilginlere göre açık anlamına yormak mümkün olmayan kelimeyi, Allah’ın zâtına yakışır bir mânâ ile açıklamak lâzımdır. Bu görüş, İmâmu’l-Haremeyn ile sonra gelen bilginlerden bir gurupa nisbet edilir.

Bizim kanâatimize göre “Onun te’vîli” kelimesindeki zamîr, müteşâbih kelimesine değil, Kitâb’a gitmektedir. Yani fitne yapmak iste­yenler, müteşâbih ayetlerin te’vîlini değil Kitâb’m te’vîlini istemektedirler.

Kitâb’ın te’vîli de onu istenilen biçimde yorumlamak değil, onun uyarısının hakikati, yani bildirdiği azabın, va’d ve va’îd’in gerçekleşmesini istemektir. Ayette Kitabın müteşâbihinin ardına düşenlerin, Kitâb’ın te’vî­lini istedikleri, yani Kitâb’ın tehdîd ve uyarılarının, başlarına gelmesini istedikleri anlatılmaktadır. Kimse başına azâb gelmesini istemez ama Ki­tâb’ın anlamını istediği biçimde yorumlayıp halk üzerinde baskı, hege­monya kuranlar, bu davranışlarıyla sanki başlarına azâb gelmesini istemiş olurlar. Te’vîlin, İlâhî uyarıların gerçekleşmesi anlamında olduğu, Kur’-ân’ın kesin ifadesiyle sabittir:

İlle onun te ‘vîlini mi gözetiyorlar? Onun te’vilİ geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, Önceden onu unutmuş olanlar derler ki: “Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefâ’atçileritniz, var mı ki bize şefâ’at etsinler, yahut tekrar gen döndürül(üp dünyâya gönderilmemiz mümkün mit ki, (orada eski) yaptık­larımızdan başkasını yapalım?” Onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurduktan şeyler, kendilerinden saptı (kaybolup gitti).” (A’râf: 39/53)

Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, sonucu henüz başlarına gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zâlimlerin sonu nice oldu? (Yûnus: 51/39)

36- Onunla beraber iki genç daha zindana girdi. Onlardan biri dedi ki: “Ben düşümde şarap sıktığımı görüyorum,” Öteki de: “Ben de, görüyorum ki başımın üstünde ekmek taşıyorum, kuşlar ondan yiyor. Bunun yorumunu bize haber ver, zira biz seni güze t davranan^ iyi rüya yoran)lardan görüyoruz.1′ dedi. 37- (Yusuf) Şöyle dedi: “Size rıztk olarak verilen yemek, henüz size gelmezden önce bunun yorumunu size haber vermiş olurum. Bu (yorum) Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir (bu bilgileri Rabbim bana lütfetti). Ben, Allah’a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim:” (Yûsuf: 53/36-37)

Görüldüğü üzere bu ayetlerde te’vîl, ihtimâli bir mânâ değil, kelime­nin gerçek anlamı, bildirilen şeyin gerçekleşmesi anlamındadır. Tefsirine çalıştığımız Âi-i tmrân 7. ayette de te’vîl, müteşâbihin yorumlanması demek değil, Kitabın uyarılarının gerçekleşmesi demektir. Yani ayette, müteşâbih ayetlerin ardına düşüp insanları kuşkuya düşüren ve ayrıntılara girerek halk üzerinde baskı ve hegemonya kuran din uzmanlarının, Kitabın te’vîline uğrayacakları, Kitabın bildirdiği azaba çarpılacakları belirtilmektedir. Mânâ bu olduğuna göre, Âl-i İmrân: 94/7. ayette müteşâbihlerinin ardına düşülüp te’vîline uğranılacak Kitâb acaba Kur’ân mıdır? Eğer bu ayette kastedilen Kitâb Kur’ân değilse, asırlardan beri bu Kitabı Kur’ân sanıp buna göre verilen mânalar, yapılan yorumlar hep askıda kalır.

Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’de çok sık geçen, özellikle “el”, ta’rîf harfiyle birlikte kullanılan el-Kitâb ile hangi Kitabın kastedildiğini gözden geçirelim. Konuyu iyi anlayabilmek için bazı sûre başlarında bulunan ve kendi başına bir anlam taşımayan bağımsız haıfler(hurûf-i mukatta’a’n)ın bulunduğu muhtevayı, Kur’ân’m iniş târîhine göre gözden geçirince görürürüz ki bazı sûre başlarında bulunan bu bağımsız harfleri, Kur’ân’dan önceki İlâhî Kitâb’a işaret edilmiştir. Bu harflerle verilen mesaj şudur: Dilleri, bu harflerden oluşan sizin anlamadığınız O İlâhî Kitâb, sizin anladığınız açık bir Arapça ile Hz. Muhammed’e vahyedilmiş, yani Tanrısal Mesaj, sizin anlayacağınız bir düzeye indirilmiştir.

Abdullah ibn Abbâs’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Allah ta’âlâ her kitabı Arapça indirmiştir. Ancak Cebrâîl o Kitabı, her peygamberin diline çevirirdi ki peygamber onu, toplumuna açıklasın[11]

Kurtubî: “Sonra Kitabı, kullarımızdan seçtiğimiz kimselere mtrâs verdik.” [12]ayetinin tefsîrinde şöyle diyor: “Buradaki Kitâb ile, Kitâb’ın an­lamlan, ilmi, hükümleri, inançları kastedilmektedir. Yüce Allah, Muham-med (s.a.v.) ümmetine daha önce indirilmiş bulunan Kitâbların anlamlarını içeren Kur’ân’ı vermekle Muhammed(s,a.v.) ümmetini daha önceki Kitâb’a vâris kılmış gibidir.” [13]

Gerçi biz, o ayette Kitâb’a vâris kılındıkları bildirilen kimselerin, Muhammed ümmeti değil, İsrâîloğıılları olduğuna çünkü bu husus, A’râf: 39/169’ncu ayette açıkça belirtilmiştir- ve Kitâb ile kastedilenin de Tevrat olduğuna kaniiz ama Kurtubînin yorumu da nisbeten görüşümüze yakındır.

Özetle: Bu harflerin başında bulunduğu sûrelerde, önce bu harflerle, Araplarca mânâsı anlaşılmayan daha önceki İlâhî Kitâblara işaret edilmiş, daha sonra da onların İçeriği, Arapça olarak Hz. Muhammed’e vahyedil-miştir.

Kur’ân’ın ifadesine göre Kitâb, Hz. Musa’ya verilmiş, Hz. Muham-med’e indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Kitâb kelimesinin geçtiği yerleri inceledik ve gördük ki Kitabın verilmesi ile Kitabın indirilmesi ayrı mânâya gelmektedir. Kitabın verilmesi, doğrudan doğruya yazılı olarak peygambere verilmesidir. Kitabın indirilmesi ise Kitabın içerdiği gerçeklerin, peygam-ber’in anlayacağı bir dille kendisine vahyedilmesidir. İlâhî Kitâb Hz. Musa’ya yazılı olarak verildiği İçin Kitabın Musa’ya verildiği ifade edilir:

Mâsâ ‘ya Kitâb ‘ı verdik. (İsrâ: 50/2),

Andolsun, Musa’ya Kitabı verdik. (Kasas: 49/43,Hûd: 52/110, Fussilet: 61/45, Mü’minûn: 74/49, Secde: 75/53, Bakara: 92/53,87),

Sonra Mûsâ ‘ya Kitabı verdik.(En’âm: 55/154),

Onlara (Musa’ya ve Hârûn ‘a) açık ifadeli Kitâb’ı verdik. (Sâffât: 56/117)

Andolsun biz, Musa’ya ve Harun’a hak ve bâtılı ayırdeden ve korunanlar için bir ışık ve öğüt olan Kiîâb’ı verdik. (Enbiyâ 73/48)

Kendilerine Kitâb’ı verdiklerimiz. (Kasas: 49/52, En’am: 55/20,89, 114; Bakara: 92/121, 146),

Andolsun biz, İsrâtloğullarma Kiîâb, hüküm (hikmet, hükümranlık) ve peygamberlik verdik. (Câsiye: 65/16) Kendilerine Kitâb verilenler (Miiddessir: 4/31, Âl-i İmrân:94/19,20, 186, 187; Nisa: 98/47, 131; Beyyine: 101/4; Mâide: 110/5,7; Hadîd: 112/16; Tevbe: 113/29),

İbrahim ailesine Kitabı ve Hikmeti vermiştik.(Nisa: 98/54)

İbrahim ailesi de İsrâîloğuilarıdır. Hz. Muhammed(s.a.v.)den önce Araplara Kitâb verilmemişti. İlâhî Kitâbdan yoksun olduklarından ümmî lakabını taşıyan Araplar, kendilerine de dilini anlayacakları İlâhî bir Kitâb verilmesinin özlemi içinde İdiler. Kur’ân-ı Kerîm, çeşitli ayetlerinde onlarm bu özlemine işaret etmektedir:

Halbuki biz onlara okuyacakları bir Kitâb vermemiştik ve senden önce onlara bir uyarıcı göndermemiştik. (Sebe: 58/44)

Yoksa sizin bir Kitabınız var da anda mı (bu hükümleri) okuyuorsunuz?(Kalem: 2/37)

Yoksa bundan önce onlara bir Kitâb vermişiz de ona mı sarılıyorlar? (Zuhruf: 63/21) ve çok esirgeyen Allah’ın indirdiği (Kıtr’ânyolu) üzerindesin. 6- Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik). (Y âsîn: 41 /5-6)

“Andolsun eğer kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, her milletten daha çok doğru yolda olacaklar” diye, yeminlerinin bütün gücüyle Allah’a yemin ettiler. Fakat kendilerine uyarıcı gelince, onlara (Hak’tan) uzaklaşmaktan başka bir katkı sağlamadı. (Fâtır: 43/42)

156- (Onu size indirdik ki) “Kitâb, yalnız, bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere, Hıristiyanlar a) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitapları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)” demeyesiniz. 157- Yahut: “Eğer bize Kitâb indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk.” demeyesiniz. İste size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah’ın ayetlerini yalan­layıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü, azabın en kötüsüyle cezalan­dıracağız. (En’âm: 55/156-157)

167-O(rtakkoşa)nlar söyle diyorlardı: 68- “Eğer yanımızda öncekilerle gelen KitâbHar)dan bir uyarı olsaydı.” 169- “Elbette biz, Allah’ın hâlis kulları olurduk!” (Sâffât: 56/167-169)

“Yahut altundan bir evin olmalı, ya da göğe çıkmaksın. Maamafih, sen bizim üzerimize, okuyacağımız, bir Kitâb indirmedikçe senin sadece göğe çıkmana da inanmayız!” De ki: “Rabbîmin .sânı yücedir (böyle şeyleri yapmak benim işim değildir). Ben, sadece elçi olfarak gönderil)en bir insan değil miyim? ” (İsrâ: 50/93)

Yalnız belirtmek gerekir ki Musa’ya verilen Kitâb’a el-Kitâp –dendiği gibi, temel Kitâb’ın içeriği olarak Hz. Mııhammed’e indirilene de el-Kitâb denilmiştir:

Ey inananlar, Allah’a, Elçisi’ne. Elçisi’ne indirdiği Kitâb’a ve daha önce indirmiş bulunduğu Kitâb’a inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, Kitâb kırını, elçilerini ve âhir et gününü inkâr ederse o, uzak bir sapıklığa düşmüştür. (Nisa: 98/136) ayetinde inü’minler, hem Allah’ın, Elçisi’ne indirdiği Kitaba, hem de daha önce indirmiş bulunduğu Kitaba inanmağa da’vet edilmekktedir.

Esasen temel İlâhî Kitâb birdir. Ancak o Kitâb, her peygamber’e kendi diliyle indirilmiştir. “Ana Kitâb Kendi kalındadır”[14]ayetinde ifade edildiği üzere Allah katında olan o Ana Kitâb, önce Musa’ya yazılı levhalar halinde verilmiş (A’râf: 39/145), sonra Hz. Muhammed’e kendi diliyle indirilmiş(vahyedilmiş)tir. Onun için Kur’ân’ın Mûsâ Kitabını doğruladığı, kendinden önceki Kitâb’a uyduğu vurgulanmaktadır.

Biz Kitabı, İnsanlar için, sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekîl değilsin. (Zümer: 59/41)

Hâ mîm. (Bu), Rahman, Rahîm’den indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir Kitâb’dtr. (Fussilet: 61/1-3)

Eğer biz onu, yabancı (dilde) bir Kur’ân yapsaydık derlerdi ki: “Ayetleri (anlayacağımız) bir dille açıklanmalı değil miydi? Araba yabancı söz mü (geliyor)?” De ki: “O, inananlar için bir yol gösterici ve (gönüllere) şifâdır. İnanmayanlara gelince, onların kulak­larında bir ağırlık vardır ve o, onlara bir körlüktür. (Kur’ân ‘in gerçeklerine karşı onların basiretleri kapanmıştır, bu yüzden hakkı görmezler. Sanki) Onlar, uzak bir yerden çağır ılıyorlar (da duymuyorlar). Andolsun biz Musa’ya Kitâb ‘ı vermiştik, onda da ayrılığa düşülmüştü. Eğer Rabb’inden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında derhal hüküm verîlirfişleri bitirilir)di. Onlar ondan işkilli bir kuşku içindedirler. (Fussilet: 61/44-45)

Andalsun biz. Musa’ya hidayet verdik ve tsrâîloğullanna o Kitabı mîrâs kıldık. (O.) Sağduyu sahihlerine bir yol gösterici ve öğüttür. (Mii’min: 60/53-54)

Allah’ı sânına yaraşır biçimde tanıyamadılar, zira “Allah, insana bir şey indirmedi” dediler. De ki: “Öyleyse Mûsâ insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği, -ki siz onu parça parça kâğıtlar haline getirip gösteriyorsunuz, çoğunu da gizli­yorsunuz- ve ne sizin, ne de babalarınızın bilmediği şeylerin size öğretildiği Kitabı kim indirdi?” “Allah” de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oy nayadurşunlar. Bu da Anakenti Mekke’y)i ve çevresindeki(ka$aba)ları uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve kendinden önceki (Tanrı Kitâbıjnı doğrulayıcı bir Kitâbdır. Âhirete inananlar, buna inanırlar ve onlar, namazlarına devam ederler. (En’ârn: 55/91-92)

De ki: “Hiç düşündünüz mü: Eğer bu (Kur’ân) Allah katından olduğu halde siz onu tammamtşsamz; İsrâUoğullarından bir şâhid de bunun benzerini (Tevrat’ta) görüp inandığı halde siz (inanmağa) tenezzül etmemişseniz. (durumunuz nice olur)?! Allah, zâlim bir toplumu doğru yola iletmez. Ondan önce de önder ve rahmet olarak Musa’nın Kitâb’ı vardır. Bu da (şirk ile) kendilerine yazık edenleri uyarmak, güzel davranan­ları müjdelemek için Arap diliyle indirilmiş (kendinden Önceki Kitâb ‘ı) doğrulayan Kitâb’dır. (Ahkaf: 66/12)

Bu ayetlerin hepsi, İlâhî Kitapların, özellikle Mûsâ Kitabıyla Hz. V1uhaınmed(s.a.v.)e indirilen Kitabın muhteva birliğini anlatmaktadır.

Hz. Muhammed(s.a.v.)’e gelen vahyin içeriği, özüyle önceki İlâhî Kitâbların içeriğidir, ancak onlarda bulunmayan birçok yeni hikmet ve yasalar da Kur’ân’da vardır: Bu, ilk sahîfelerde, İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde de vardır. “(A^â: 8/18-19), Yoksa kendisine haber mi verilmedi, Mûsâ ‘mn sahîfelerinde bulunan ve çok vefakâr İbrahim’in (sahîfeierinde bulunan gerçekler)?” (Necm: 23/36-37)

13- (O öğüt) Sahîfeler içindedir: değer verilen, 14- Saygı ile yükseltilen, tertemiz (sayfalar) ı5- Yazıcıların ellerinde: 16- Değerli, iyi (yazıcıların). (Abese: 24/13-16)

Hayır, (Kur’ân, onların dedikleri gibi bir söz değil), o şerefli bir Kur’ân’dır. 22- Korunan bir tevhada(yazılı)dır. (Biirûc: 27/21-22)

O, elbette değerli bir Kur’ân’dır, 78- Saklı bir Kitaptadır.79- Ki ona temizlerden başkası dokunmaz . 80- (O), Âlemlerin Rabb’inden indirilmiştir. (Vâkı’a: 46/77-80)

İsrâiloğulları bilginlerinin onu bilmesi de onlar için (Kur’ân’ın Güvenilir Ruh tarafından vahyedildiğine) yeterli bir delil değil mi? (Şu’arâ: 47/197)

36- Kendilerine Kitâb verdiğimiz kimseler, sana indirilene sevinirler. Fakat kabilelerden onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: “Bana, yalnız Allah’a kulluk etmem ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi. Ben (insanları) O’na da’vet ederim, dönüşüm de O’nadır.” 37-Ve işte biz onu, Arapça bir hüküm (hikmet gereğince hükmeden bir Kiîâb) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra onların keyiflerine uyarsan, artık seni Allah’tan kurtaracak ne bir velî, ne de koruyucu olmaz… 43- İnkâr edenler: “Sen gönderilmiş bir elçi değilsin!” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda Allah’ın ve yanında Kitâh bilgisi bulunanların şâhid olması yeter. (Ra’d: 87/36-37,43)

45- Kitâp’dan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz kötü ve iğrenç şeylerden men’eder. Elbette Allah’ı anmak, en büyük(ibâdet)tİr. Allah, ne yaptığınızı bilir. 46-Kitâp ehliyle,haksızlık edenleri dışında- en güzel tarzda tartısın ve deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Tanrımız ve tanrınız birdir, biz de O’na teslim olanlarız. 47- İste böylece Kitâb’ı sana da indirdik. Kendilerine Kitabı verdiklerimiz, ona inanırlar. Şunlardan (şu Araplardan) da ona inananlar vardır. Ayetlerimizi, kâfirlerden başkası inkâr etmez. 48- (Ey Muhammed) Sen bundan önce bir Kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı o zaman (Allah’ın sözlerini boşa çıkarmaya çalışan) İptalciler, kuşkulanırlardı. 49- Hayır, o (sana vahye-dilenler) kendilerine bilgi verilmiş olanların göğüslerinde bulunan açık açık ayetlerdir. Bizim ayetlerimizi, zâlimlerden başkası inkâr etmez. (An-kebût: 85/45-49)

Şu’arâ: 47/197, Ahkaf: 66/10’da İsrâîtoğulları bilginlerinin inen Kur­an’ ı tanıyıp bildikleri; Ankebût; 85/45, Ra’d: 87/37nci ayetlerinde daha önce Musa’ya vahyedilmiş olan Kitabın, Hz. Muhammed’e de Arapça olarak vahyedildiği; ondan kendisine vahyedilenleri okuması; bu vahye-düeıılerin, kendilerine bilgi (yani Kitâb ilmi) verilmiş olanların göğüsle­rinde (belleklerinde) bulunan açık açık ayetler olduğu; Ra’d: 87/43’de kendilerine ilim verilmiş olanların Kur’ân’ın vahiy olduğuna tanıklık ettikleri; Bakara: 92/146’da Kitâb ehlinin, Kur’ân’ı, oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları bildirilmektedir. Bunların Kur’ân’ı tanımaları, doğruluğuna tanıklık etmeleri, Kur’âıı’da anlatılanların, kendi Kitablanndakilere uy­duğunu bilip buna tanıklık etmeleridir. Çünkü A’lâ: 8/18-19 ve Necm: 23/36-37’ııci ayetlerinde vahyedilen bu gerçeklerin, İlk Sahîfelerde,yani İbrahim’in ve Musa’nın sahîfelerinde mevcudoldjğu; Fâtır: 43/31, En’âm: 55/92, Ahkaf: 66/12, 30, ve 46, Bakara: 92/41,89,91,97,101, Âl-i İmrân: 94/3, Nisa: 98/47, Mâide: 110/48 nci ayetlerde Kıır’ân ‘in, kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve ona uygun olarak indirildiği bildirilmektedir.

Bütün bu delîller karşısında. Abese: 24/13-14. ayetlerinde anılan Suhuf-i Mükerreme’nın, Burûc: 27/22’de anılan Levh-i Mahfûz’un ve Vâkı’a: 46/178’de anılan Kitâb ı Meknûn’un, Musa’ya verilen Tevrat levhaları olduğu kanâatindeyiz. İşte bilim adamlarının ellerinde özenle saklanan o levhalarda (sahîfelerde) bulunan temel bilgiler, Hz. Muhammed’e, Arapça Kur’ân olarak vahyedi!mistir.

Tabii bizim kastımız, sonradan katmalara, tahriflere uğramış Tevrat değil, tahrife uğramamış asıl Tevrat’tır. Zaten Kur’ân ‘da İnsanlar tarafından o Kitâblara katılmış şeyler anlatılmaz. Kur’ân, o Kitabın hikmetlerini, ayetlerini katmalardan ayıklayarak anlatır. O Kitâb’da anlatılan, Peyam-berlere yakışmayacak haller, fiiller Kur’ân’da anlatılmaz. Demek ki bu ayetlerdeki suhuf, Kur’ândan önceki Kitabın yani Tevrat ve eklerinin sayfalan, bölümleri, sefere de onu yazıp koruyan veya taşıyan din adam­larıdır. Belki de sefere ile, kitâb anlamına gelen taşıyıp uygulayan sâlih Kitâb ehli, Özlükle temiz yürekli din adamları kastedilmiştir. Çünkü: “De ki: ‘Öyleyse Musa’nın, insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği, -ki siz onu parça parça kâğıtlar haline getirip gösteriyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz- ve ne sizin, ne de babalarınızın bilmediği şeylerin size öğretildiği Kitabı kim indirdi?’[15]ayetinde belirtildiği Üzere Yahudiler Tevrat’ı özel yerlerde saklıyorlardı. İşte bunun için o Kitâb,Levh-i Mahfuz (saklanan levha), Kitâb-ı Meknûn (saklı Kitâb) olarak nitelendirilmiştir.

Bakara Sûresi’nin 248. ayetinde ise Mûsâ ve Hânin ailesinden kalan Ahid Sandığfnın, melekler tarafından taşındığı bildirilmektedir. Bunlar, Yahûdîlerin, Kitâblarına gösterdikleri özeni anlatmaktadır.

Cum’a: 96/5’de sifr’ın çoğulu olarak esfâr, Kitablar (yani Tevrat ve ekleri) anlamındadır.

Bu ayetlerde Hz. Mııhamed’e vahyedilen Kur’ân’ın, saklı, özenle korunan Kitâbda, tertemiz sayafalar içinde bulunan, değerli yazıcıların, din bilginlerinin ellerinde saygı ile taşınıp korunan Kitâb’da bulunan bir tezkire (Zikir, öğüt) olduğu belirtilmektedir.

O halde kendi başına bir anlamı bulunmayan bu harfler, Arapçadan başka dille indirilmiş olduğu için Araplarca anlaşılamayan Kitâblara işa­rettir. İşte anlaşılmayan bu bağımsız harflerle, Arapların anlamadıkları yabancı dillerle indirilmiş olan eski İlâhî Kitâblara işaret edildikten sonra, bu Kur’ân aracılığı ile o Kitâblann özü, Arapça olarak insanlara açıklan­maktadır ki insanlar, aslında tek olan, uluslara göre ayrı dillerle indirilmiş bulunan İlâhî Kitabın Tanrısal prensiplerini, güzel öğüt ve kıssalarını anlasınlar. Nitekim bu husus, şu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır:

Elif lam râ. Onlar, o apaçık Kitâb’m ayetleridir. Biz onu Arapça bir Kur’ân (okuma) olarak indindir ki anlayasınız.” (Yûsuf: 5/1-2) İkinci ayeteki (o) zamiri, “el-Kitâb u’l-mubm” e gitmektedir. Abdullah ibn Abbâs’ın talebesi Mü-câhid’in ve Katâde’nin de belirttiği gibi “el-Kitâb”, Kur’ân’dan önceki İlâhî Kitâb olan Tevrat ve İncîl’dir.

Onların ardından, yerlerine geçip Kitâb ‘a varis olan birtakım insanlar geldi ki, onlar, şu aiçak(dünyan)ın menfaatini alıyorlar; “Biz nasıl oha bağışlanacağız!” diyorlar. Kendilerine, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki “Allah hakkında, gerçekten başkasını, söylememeleri hususunda ken­dilerinden Kitab mîsâkı (kesin söz) alınmamış mıydı?Ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi? Âhiret yurdu korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz? (A’râf: 39/169) ayetinde geçen (el-Kitâb) da müfessirlerin ittifakıyla Tevrat ve İncil’dir. İşte yüce Allah, onların özünü, Arapça olarak Hz. Muhammed(s.a.v.)e vahyetmiştir.

Geleneksel bir dinleri, ibâdet sistemleri olmakla beraber yazılı bir İlâhî Kitâbdan yoksun olan Araplar, Yahûdî ve Hıristiyanların olduğu gibi, kendilerinin de İlâhî bir Kitâbları olmasını çok istiyorlardı:

Sonra iyilik edenlere (nimetimizi) tamamlamak, her şeyi açıklamak ve yola iletici ve rahmet olmak üzere Musa’ya Kitab’t verdik ki, Rah’lerinin huzuruna varacaklarına inansınlar. ]55- İşte bu (Kur’ân) da mübarek Kitâb’dır. O^nu biz. İndirdik, O’na uyun ve (Allah’tan) korkun ki size rahmet edilsin.’ 156- (Onu. size indirdik kî) “Kitâh, yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere, Hıristiyan lora) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o kitap lan okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)7′ demeyesiniz. Yahut: “Eğer bize Kitab indlrilsey-di, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk.” demeyesiniz. İşte size de Rabb’inizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah’ın ayetlerini yalan­layıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri yüzünden azabın en kötüsüyle cezalan­dıracağız.” {Eti &m: 55/154-157)

Araplar, Tevrat’ın Hz. Musa’ya levha halinde verilmiş olduğunu duydukları için Hz. Mubammed’e de-eğer gerçekten peygamber ise-gökten bir kitâb inmesi gerektiğini söylüyorlardı: “…Sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir Kitâb indirmedikçe göğe çıksan da sanin göğe çıkmana inanmayız. [16] 17/93 6/7

Kur’ân-ı Kerîm’de “kendilerine Kitâb verilenler Kendilerine bilgi verilenler”, “‘ilimde râsih olanlar (derin bilgi sahipleri)” deyimleri hep Kitâb ehli bilginleri hakkında kulanılır.

Nisa Sûresi’nin 153-161. ayetlerinde Kitâb ehlinin, özellikle Yahudilerin çeşitli olumsuz davranışları anlatıldıktan sonra 162. ayette:

Fakat içlerinde ilimde derinleşmiş olanlar ve mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. O namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve âhiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük mükâfat vereceğiz!” buyuru!maktadır. Buradaki “onlardan” zamiri, önceki ayetlerde davranışları anlatılan Kitâb ehline gitmektedir. “İnananlar” ta’biriyle kastedilenler de miislüman olan Araplardır. Demek ki “İlimde râsih olanlar” Kitâb ehlinin bilginleridir. Gerek müslüman olmuş, gerek henüz İslâm’a girmemiş Araplar hakkında ümmî ta’bîri kul­lanılır. Atalarından kendilerine İlâhî bir kitâb intikal etmemiş olanlara Kur’ân ümmî diyor. Hz. Muhammed(s,a.v.)in kendisi ümmî olarak tanım­landığı gibi Allah’a ve O’nun Ümmî Elçisi’ne inanınız” [17]gönderildiği Arap toplumu da ümmîdir. “O dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları yücelten, onlara Kitabı ve hikmeti Öğreten bir elçi gönderdi. Oysa onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler. [18]

Peygamber (s.a.v.), Ramazan ayının süresini anlatırken: “Biz ümmî bir milletiz, yazı ve hesap bilmeyiz, ay şöyle> şöyledir[19] diyerek Arap toplumunu ümmî sıfatıyla nitelendirmiştir.

Şimdi konumuzun esasını teşkil eden Âl-i İmrân: 94/7.. ayetinde anılan muhkem ve müteşâbih tab’bîrine dönelim. Bilindiği gibi, Âli İmrân Sûresi’nin başından itibaren 80 küsur ayet, Necrân Hıristiyan hey’etinin, Medine’ye gelip uzun süre Hz. Peygamber’le sohbet etmeleri ve zaman zaman Peygamber’le tartışmaları üzerine inmiştir. Sûre dikkatle okunursa bu tartışmaların konu edildiği ve Kitap ehlinin yanlış inanç ve tutumlarının sergilendiği görülür. Verilen kanıtlara rağmen gerçeği kabul etmeyen, önyargılı insanlarla Peygamber’in mübâhele yapmasını emreden:Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarının, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden la’nette du’â edelim de, Allah’ın la’netini yalancıların üstüne atalım!” 61. ayet, sûrenin ilk kısmını oluşturan ayetlerin, bu tartışma üzerine indiğini gösterir.

Kitap ehliyle tartışma üzerine inen ayetlerde, Kitap ehlinin yanlış tutum ve davranışları, bâtıl inançları kınanmakta olduğuna göre, bu bağlam içindeki 7’nci ayette de baskı kurmak ve Kitabın, kötü niyetlileri uyardığı te’vîle (azaba) çarpılmak için Kitabın müteşâbihlerinin ardına düşenler, Hz. Muhammed’in sahâbîleri değil, kötü niyetli, çıkarcı Kitâb ehli dîn uzmanlarıdır.

Bakara: 92/246-251. ayetlerde: Bir Tevrat kıssası olan Yûşa’ ibn Nûn, Tâlüt-Câtût hikâyesi anlatıldıktan sonra: ”

Bunlar, Allah’ın ayetleridir; bunları sana gerçek ile okuyoruz (bunlarla sana gerçekleri açıklıyoruz). Elbette sen gönderilen elçilerdensin. [20] buyurulmaktadır. Yani bu anlatılanlar, Kur’ân’dan önceki Kitâb’da bulunan İlâhî ayetlerdir, onları sana okuyoruz, demektir.

Meryem Sûresi’nde: “Kİtâb’daki Meryem’i de an. Bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönünde bir yere çekilmişti. [21] Kitâb ‘daki İbrahim’i de an; gerçekten o, çok doğru bir peygamberdi., [22] Kitâb’daki Musa’yı da an, çünkü o, içi teiniz (bir insan)dı ve elçi bir peygamberdi. Kİtâb’daki İsmail’il’i de an:Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. [23]Kİtâb’daki İdrîs’i de an: Çünkü o, çok doğru bir peygamberdi. [24]

Bu ayetlerde el-Kitâb ile hep Kur’ân öncesi İlâhî Kitabı kastedilmektedir. Yani “Kitâbda anlatılan Meryem’i, İbrâhîm’i, Musa’yı, İsmâ’îl’i, İdrîs’i an” demektir. Bu anılan peygamberlerin hepsi, Kitâb-ı Mukaddes’te anlatılan peygamberlerdir.

Mücâhid ve Katâde gibi tâbi’î müfessirler de, hurûf-i mukatta’a ile başlayan Bakara, Yûsuf, Ra’d, Hicr gibi sûrelerin başında anılan “Kitâb” ile Tevrat ve İncil’in kastedildiğini söylemişlerdir:Elif lam mim râ, şunlar Kitâb’ın ayetleridir ayetinde Katâde: “Kitâb, Kur’ân’-dan önceki KMblardır” Mücâhid: “Tevrat ve İncîl ‘dir” demişlerdir

Çünkü (zâlike, tilke), uzağa işarettir. Her ne kadar bazı müfessirler, aslında uzakta, görünmeyen şeye işaret için konulmuş olan bu işaret zamirlerinin, buralarda yakın için olan anlamında olduğunu söylemişlerse de, bu görüş tutarlı değildir. Bu kelimelerin, dildeki asıl anlamında kullanıldığını söyleyenler, buralardaki Kitâb ile, Kur’ân’ın değil, Tevrat ve İncîl’in kastedilmiş olduğunu ifade etmişlerdir.

Kurtubî’nitı yorumu şöyledir:

Denildi ki: “Zâlİke” Tevrat ve İncîl’in içeriğine işârttir. “Elif lâm mîm” de Kur’ân’in adıdır. Takdirî mânâ şöyledir: Bu Kur’ân, Tevrat ve İncil’de açıklanmış olan o Kitâb’dır. Yani Tevrat ve İncil, Kur’ân’ın doğruluğuna tanıklık eder. Kur’ân, onlarda bulunanları içerdiği gibi, onlarda olmayan şeyleri de içerir. Şöyle de denildi: “Zâlike’l-Kitâb: O Kitâb” Tevrat ve İncil’in her ikisine de işâttir. Mânâ şöyledir: Elif lâm mîm (yani Kur’ân), o iki Kitâbdır; ya da o iki Kitabın mislidir. Yani bu Kur’ân, o iki Kitabın içerdiği konulan içerir. “Zâlike” ile her iki Kitaba da işaret edilmiştir. [25] Zâlike ile iki şeye birden işaret etmenin, Kur’ân’da başka örneği de vardır. Yüce Allah: “O, ne yaşlı, ne de körpe, bu arada bir inektir” [26]ayetinde zâlike iki şeye: yaşlı ve körpeye işaret etmektedir. Yani o inek yaşlı ve körpe değil, bu ikisinin ortası bir inektir, anlamını vermektedir[27]

Şimdi, Medîne döneminde, Hıristiyan hey’etiyle Hz. Peygamber arasında geçen tartışmalar üzerine indiği rivayet edilen ve zaten bu husus, ayetlerinin sözgeliminden de anlaşılan Âl-i İmrân Sûresi’nin 2’nci ve 7’nci ayetlerinde anılan”el-Kiîâh ” ile Kur’ân’ın değil, Kur’ân’ın kaynağı olan ana Kitabın, yani Tevrat ve İncil’in de esasının kastedildiği açıktır. İşte Hıristiyanlarla veya daha genel deyimiyle Kitâb ehliyle tartışma üzerine inen bu ayetlerde, Hıristiyanların Kutsal Kitabına işaret ediliyor; o Kitabın muhkem ayetleri yanında müteşâbih (çeşitli anlamlara çekilebilecek dere­cede birbirine benzer) ayetlerinin de bulunduğu, yüreklerinde eğrilik bu­lunan (çıkarcı) kimselerin, dinin temel hükümlerini belirten açık anlamlı ayetleri bırakıp, başka anlamları çağrıştıracak müteşâbih ayetlerini iste­dikleri biçimde yorumlamaya kalkarak halk üzerinde fitne (baskı, otorite) kurmağa çalıştıkları; Kitâb’in te’vîlini istedikleri, oysa Kitabın te’vîlini yalnız Allah’ın bildiği; derin bilgi sahiplerinin ise hepsinin Allah katından olduğunu söyleyip Kitabın tamamına teslîm oldukları anlatılmaktadır.

Burada müteşâbih ayetlerin ardına düşenlerin iki şey istedikleri anla­tılmaktadır: Biri fitne, diğeri Kitabın te’vîlidir. Fitne, baskı, zulüm demektir. Bunlar, mânâsı açık olan ayetleri istedikleri gibi yorumlayamayacakları için müteşâbih ayetlerin ardına düşer, onları istedikleri biçimde yorumlar, çekip uzatır ve böylece bu işi sadece kendilerinin bildiğini, halkın din konusunda kendilerine muhtacolduğunu ileri sürerek veya bu imajı vererek halk üzerinde baskı kurarlar. Dini kendi tekellerine almak isterler. İste­dikleri ikinci şey de Kitabın te’vîiidir. Te’vîl, yorum demek değil, Kitabın gerçekleşeceğini söylediği uyarıların gerçekleşmesidir. Şimdi burada iki ihtimal vardır:

Bunlar, miiteşâbihlerin ardına düşüp baskı kurmak, çıkar sağlamak isterler. Birde Kitabın bildirdiği uyarıların, inanmayanların uğrayacakları azabın, Kıyametin zamanını belirlemek isterler. “Falan zamanda belâ gelecek, filân zamanda Kıyamet kopacak” derler. Oysa Kitabın bildirdiği azabın veya Kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini Allah’tan başka kimse bilmez. Demek ki miiteşâbihlerin ardına düşmek başka, Kitabın te’vîli de başka şeydir. Müteşâbihlerin gerçek mânâsını da Kitabın te’vîlini (uya­rılarının, inkarcıların çarpılacakları azabın veya Kıyamet saatinin ger­çekleşeceği zamanı) yalnız Allah bilir.

İkinci ihtimal de şudur: Kitabın te’vîlini istemek, birinci davranışın, yani baskı kurmak için müteşâbihlerin ardına düşme eyleminin sonucudur. Yani bunlar müteşâbihlerin ardına düşüyorlar ki Kitabın te’vîline uğrasınlar, belâlarını bulsunlar. Çünkü benzer, anlamı şüpheli ayetlerinin ardına düşüp tahminlere göre mânâlar vermek, böylece Kitabın kastetmediği mânâlan ayetlere yükleyip dini ayrıntılara boğmak, Kitabın uyardığı belâlara çarpıl maya neden olur. Böyle yapanların sonucu başarısızlık, onmazlıktir, Al­lah’ın koymadığı haram ve helâl hükümleri koyanlar onmazlar. [28]

Böyle birtakım hesaplar, çıkarlar için müteşâbihlerin ardına düşenler, yüreklerinde eğirlik bulunan, kötü niyetli din uzmanlarıdır. Fakat asıl ilimde derinleşmiş olan râsih âlimler, hepsinin, Allah tarafından olduğuna inanarak müteşâbihlerin (şüpheli şeylerin) ardına düşmedikleri gibi, azabın ne zaman geleceği, Kıyamet in ne zaman kopacağı gibi şeylerin ardına da düşmezler. İşte Kitâb’dan öğüt alıp yararlanan gerçek rnü’minler onlardır.

Şimdi Kitabın müteşâbihlerinin ardına düşen din uzmanları, Kitâb ehli uzmanları olduğu gibi, râsih âlimler de yine Kitâb ehli olan iyi niyetli bilginlerdir. Hz. Peygamber’in sahâbîleri, Kur’ân’ı bütün teslîmiyyetleriyle ve itirazsız kabul ediyor, onu okudukça derileri ürperiyor, gönülleri onun ayetleriyle Allah’ı anmağa yöneliyor, duygulanıyor, yumuşuyordu: ” Mü’-minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yüreklen ürperir, O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarım artırır ve Rablerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rıztktan (Allah için) harcarlar.” [29]

Biraz önce belirttiğimiz üzere Kur’ân-ı Kerîm’de “ûtû’l-Üm, ehlu’z-Zikr, er-râsihûne fî’î-ilm: kendilerine bilgi verilenler, Zikir ehli, ilimde râsih olanlar” ta’birleri, hep Kitâb ehli bilginleri hakkında kullanılmıştır. 94/7. ayette ilimde râsih olanlar ta*bîri de Kitâb ehlinin, derin bilgi sahibi iyi niyetli insanlarını kastetmektedir. Kitâblannda çeşitli anlama gelebile­cek bazı ayetleri bilerek veya bilmeyerek yanlış yorumlayıp dine teslis (üçleme) inancını sokanlar, Hz. İsa’nın, Allah’a kâinatın koruyucusu, sahibi, rabbi anlamında “Baba” demesini asıl amacından saptırarak ger­çekten Allah’ın, İsa’nın babası olduğunu ileri sürenler ve yaptıkları yanlış yorumları Kitabın hükmü gösterip, dinde kuşkuların, bölünmelerin doğ­masına neden olanlar, özü bırakıp sözle uğraşanlar ve dini kendi tekellerinde görüp, Allah ile kul arasına girip halk üzerinde baskı kuranlar Hıristiyan din uzmanlarıdır. Hz. Peyamber devrinde müslümanlar arasında Peygam-ber’in dışında ne böyle din uzmanları gurubu, ne de “râsih âlimler” deni­lebilecek ulemâ gurubu vardı.

Bundan dolayı Âl-i İmrân: 94/7. ayette sözü edilen müteşâbih ayetler, Kur’ân’ın değil, Kur’ân ‘dan önceki Kitâb’ın ayetleridir. O ayetlerin ardına düşenler ve Kitâb’ın te’vîliyle uğraşanlar da Peygamber’e gönül vermiş sahâbîler olmadığı gibi, râsih âlimler de sahâbîlerin âlimleri değildir. Bu ayet, tamamen Hıristiyan din uzmanlarının, Kİtâb-ı Mukaddes karşısındaki tutumlarını anlatmaktadır. Yoksa Kur’ân’ın ayetleri hakkında “müşetşâ-bih” sıfatı; anlamı kapalı, çeşitli anlamlara gelebilen mânâsında değil; güzellikte, sağlamlıkta birbirine benzer, hepsi birbirinden güzel mânâsin-dadır. Bu bakımdan Kur’ân’ın tamamı müteşâbihtir: “Allah, sözün en güzelini, (Kur’ân’ın ayetlerini güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir Kitâb halinde indirdi. Rab’lerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar[30] İşte bu (Kitâb) Allah’ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapık­lığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz.”‘ Kur’ân, anlamı açık, net, herşeyi güzel açıklayan, muhkem (sağlam) mufassal (açjk, vazıh) ve kolay anlaşılır bir vahiy Kitabıdır. Bu bakımdan da Kur’ân’in tamamı muhkem ve mufassaldır: “Elif lâm râ. (Bu,) Bir Kitâb’dır ki. hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış ve güzelce açıklanmıştır.” [31]

Kur’ân’ın hepsi birbirini tamamlar, açıklar: “Kur’ân ‘ı düşünmüyor­lar mt? Eğer Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birb’trini tutmaz çok şey bulurlardı”[32]

Tabii bu sözümüzle biz, Kur’ân ‘da mânâsı zor olan hiçbir ayet bu­lunmadığını değil, 94/7. ayetteki muhkem ve müteşâbih ile Kur’ân’dan önceki Kutsal Kitabın ayetlerinin kastedildiğini anlatmak istiyoruz. Elbette Kur’ân’ın da hurûf-i mukatta’a gibi; Allah’ın insanlara benzer sıfatlarla anlatılması gibi, herkesçe hemen kavranamayacak noktaları vardır. Fakat hurûf-i mukatta’a, birtakım harflerden ibarettir. Harfler ayet değildir. Öyle ise onları müteşâbih ayetler kategorisine sokmak yanlıştır. Allah’ın, insan­lara benzer sıfatlarla anılması ise gayet doğaldır. Felsefî düşünenler, bunları yoruma tabi tutarlar. Ama kamu için bu ayetlerin anlamı kapalı değil, açıktır. Önemli olan da bu ayetlerin, Arapçada ifade ettiği mânâlardır. Yaratan, ancak yaratılanların düzeyindeki sözlerle anlatılabilir. Başka türlü, yaratanla yaratılan arasında iletişim mümkün olmaz.

Bu ayetler, Kur’ân’ın amacını gayet iyi bilen Peygamber’in sahâbîleri arasında bir tartışma doğurmamış; sahâbîler, Ku’ân ayetlerini, Arapçada ifade ettiği anlamları dışına çıkaracak yorumlara girmemişlerdir. Müslü­manların görevi, selefin yaptığı gibi Kitâb’i olduğu gibi kabul etmek, Kitabın temeli olan hüküm ayetlerini uygulamak, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkındaki ayetleri de Arap dilinin gösterdiği anlamlarıyla kabul edip bunların mâhiyetini Allah’a havale etmektir. Çünkü Allah, yaratıklara benzemez. “O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur”[33]

Şimdi Araplar ümmî olduklarına ve râsih âlimler ta’bîri ile de Kitâb ehlinin insaflı bilginleri kastedildiğine göre; Âli îmrân: 94/7. ayette kastedilen Kitâb, Kur’ân öncesi İlâhî Kitâb,yani Tevrât-İncîl ‘dir ve müte­şâbih ayetler de Kur’ân’in ayetleri değil, o Kitabın ayetleridir. Müteşâ-bihlerin ardına düşenler de müslümanlar değil, Kitâblannın ayetlerini kas-den yanlış anlamlara çeken, istedikleri biçimde tefsîr edip ayrıntılara, ayrılıklara, bölünmelere sebebolan da Kitâb ehlidir. Özellikle ayrıntılara girerek dinlerini parça parça eden, tevhidi bozup, peygamberlerini tanrılaş-tıran, üçleme inancına sapan Hıristiyanlardır. Nitekim Taberî “Kalblerinde eğrilik olanlar”cümlesiyle, Necrân Hıristiyanlarının kastedildiği görüşünü, diğer görüşlerden önce anmaktadır ki bu, kendisinin, bu görüşü daha güçlü bulduğu anlamına gelir. Ayrıca bunların, münafıklar, hattâ Haricîler olduğu hakkında zayıf görüşler de bulunduğunu kaydeder. [34] Fakat bu görüşlerin bilimsel bir değeri yoktur. Çünkü Peygamber(s.a.v.)in sahâbîleri, onun zamanında bu tür yorumlardan uzak idiler. Onlar sâf îmân düzeyinde yaşıyorlardı. Henüz mezheb ayrılıklarına neden olacak kelâmı tartışma düzeyine varmamışlardı. Bu, ancak İslâm, ilim olarak işlenmeğe başladıktan sonra, yani sahâbî asrından sonra belirmeğe başla­mıştır. Bu tür te’vîllere sapanların, Peygamber döneminden hayli sonra ortaya çıkmış olan Haricîler olamaz. Çünkü ayet, ileride vukubulacak bir olaydan değil; vukubulmuş, süregelen olaydan söz etmektedir.

“Andolsun ki size, açıklayıcı ayetler ve sizden önce gelip geçenlerden bir temsil ve korunanlar için bir öğüt indirdik… Andolsun biz, (gerçekleri) açıklayan ayetler indirdik. Allah dilediğini, doğru yola iletir. [35]“Allah o(insa)nlara şiddetli bir azâb da hazırlamıştır. Ey inanmış olan sağduyu sahihleri, Allah’tan korkun, Allah size bir uyarı indirdi. Yani size Allah’ın açık açık ayetlerini okuyan bir elçi (gönderdi) ki, inanıp yararlı işler yapanları, karanlıklardan aydınlığa çıkarsın. Kim Allah’a inanır ve yararlı iş yaparsa (Allah) onu, altından ırmaklar akan, içinde ebedî, kalacakları cennetlere sokar. Allah ona gerçekten güzel rızık vermiştir.” [36]” Onu, er-Rûhu’l-Emîn (güvenilir ruh, Cebrail) indirdi: Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, Apaçık Arapça bir dille.” [37]“Biz onların, ‘Ona bir insan öğretiyor!’ dediklerini biliyoruz. Hak ‘tan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili a’cemî (yabancıdır, açık değildir), bu ise apaçık Arapça bir dildir. [38] ayetleri, Kur’ân’ın açık, anlaşılır bir Arapça ile, anlamı açık ayetler olarak indirildiğini; “(Bu,) Bir Kitâbdır ki, hikmet sahibi, herşeyden haberi olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış ve güzelce açıklanmıştır. [39] “Muhkem bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalblerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarım görürsün. [40] ayetleri de Kur’ân’ın ayetlerinin muhkem (sağlam, açık) olarak indirildiğini belirtir. Zümer Sûresi’nin 23. ayetinde sözlerin en güzelinin nıüteşâbih olarak indirildiği bildirilir ama orada müteşâbih, anlaşılması güç, anlamı kapalı mânâsında değil; güzel­likte, açıklıkta birbirine benzer, hepsi birbirinden güzel ayetler demektir ki sözün devamında “Rabterlnden korkanların, onu dinlerken derilerinin ürpereceği, derilerinin ve kalblerinin Allah’ın zikrine yumuşacağt” vurgulanıyor.

Bu ma’nevî heyecan ve zevk, anlaşılması güç sözlerde olmaz. Açık anlamı gönülleri etkileyen İlâhî sözler, insanda bu yüksek rûhânî zevk ve heyecanı uyandırır. Söz konusu ayette, ayetleri müteşâbih olan Kitâb, kesin kanâatimize göre Kur’ân değil, Kitâb-ı Mukaddes’tir. Yüce Allah, müteşâbihleri içeren O Kitabı tam anlaşılır hale getirerek, yani muhkem olarak Hz. Muhammed’e vahyetmiştir. Kur’ân ‘in tamamı muhkemdir, açık anlamlı olarak indirilmiştir. “Andolsun biz, Kur’ân’t öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? [41]

Böylece Âl-i îmrân: 94/7. ayette anılan “Muhkem ve müteşâbih” deyimlerinin, Kur’ân ile ilgili olmadığı ortaya çıkmıştır. Öyle ise çağlar boyunca Tefsîrde, Kur’ân ilimlerinde bina edilen “Muhkem ve müteşâbih” tezleri, bunlar üzerinde yapılan tartışmalar, gerçekte Kur’ân ‘in amacı dışına çıkmak, terimleri asıl anlamından kaydırıp başka anlamlara götürmekten başka bir şey değildir.

Kur’ân’ın içeriğiyle karşılaştırılınca daha birçok kavramın, zemî-ııinden başka noktalara kaydırıldığı ve bunlardan Kur’ânsın kastetmediği anlamlar çıkarıldığı anlaşılır. O halde asırların düşünce vadilerinden akıp bize gelen din kültürü mirasımızı, bilimsel bir yöntemle Kur’ân süzgecinden geçirmek zorunluğu vardır. İşte bu önemli görev, yeni Kur’ân araştırıcı­larının omuzlarındadir. [42] (Süleyman Ateş-Kur’an Ansiklopedisi, Muhkem-Müteşabih maddesi)



[1] Nisa: 98/3

[2] Şûra 62/11

[3] Kehf: 69/1-2

[4] Bakara; 92/189

[5] Tevbe: 113/37

[6] Rağıb, Müfredat: 82-83

[7] İbnu’I-Cevzi, Zadu: 1/351

[8] Müslim, Salât: 222; Ebû Dâvûd, Salât: 148, Vitr: 5; Nesâ’î, KıyâmuM-leyl: 51; Tirmizî, Da’vât: 75 -.

[9] Tâhâ: 45/5

[10] İtkan: 2/6

[11] Mefatihu’I ğayb: 25/26-27

[12] Fâlır: 43/32

[13] el-Cami’ li Ahkamı’ I-Kur’an: 14/347

[14] Rn’d: 87/391

[15] En’am: 55/91

[16] İsra: 50/154-157

[17] A1 râf: 39/157

[18] Cuma’ a : 96/2

[19] Buhari, Savm: 13

[20] Bakara: 92/252

[21] Meryem: 44/16

[22] Meryem: 44/41

[23] Meryem: 44/51

[24] Meryem: 44/54

[25] Kurtubî, “zâlike” ile iki şeye birden işaret edildiğini söylüyor ve buna kanıt veriyor. Verdiği kanıt doğrudur. Ancak burada işaret edilen iki şey değil, Kİtâb’dır. Bu Kitâb da sıradan bir Kitâb değil, Kitâb-ı Mukaddes’tir. Kitâb-ı Mukaddes, yalnız Tevrat değil, Tevrat, ekleri; İncîl ve eklerinden oluşan bir Kİtâbdır. Buna göre Kur’ân zâlike işaret ismiyle Tevrat ve İncil’den oluşan Kitâh’a işaret ettiği için dil kuralı bakımından doğrudur. İşaret ettiği tek Kitâbdır, ancak bu tek Kitâb, Kur’ân öncesi İlâhî Kitâbları İçeren, ontolojik Kitâbdır.

[26] Bakara: 92/68

[27] Kurtubi, el- cami’ li ahkami’I Kur’an: 1/158

[28] Nahl:70/ll6

[29] Enfal: 93/2-3

[30] Zümer: 59/23

[31] Hûd: 52/1

[32] Nisa: 98/82

[33] Sura: 62/1

[34] Câmi’u’l-beyân: 3/177-178

[35] Nûr: 102/34,46

[36] Talak; 100/10-11

[37] Şu’ ara: 47/193-195

[38] Nahl: 70/103

[39] Hûd: 52/1

[40] Muhammet): 99/20

[41] Kamer: 37/17

[42] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları : 15/13-39

 

 

 

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 0 Comments

6th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

HEM MUHKEM HEM MÜTEŞABİH KiTAP

BİLİMLE TEFSİR

 

İkinci Hayat Konusunda Benzeşenler

İnsanın bilgi edinmesi için iki alan vardır. Birincisi ‘Şehâdet’ alanıdır. Biz burayı müşahede eder, işitir, görür dokunur ve kavrayabiliriz. Böylece muhkem bilgiler elde ederiz. Bu bilgilerden, evrensel yasalara dayanan Fiziksel bilimler doğar. Bilgi edinilebilecek ikinci alan ise, metafizik olan ‘Gayb’dır. Fakat duyu organlarımız bu alanı kavramakta yetersiz kalır. Her iki terim de şu ayette kullanılmıştır;

“O, görülen (şehâdet)i de görülmeyen (gayb)ı da bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır.”[1]

Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekmektedir. Gayb; sadece “Görülmeyen” demek değildir. Aynı zamanda ‘Şu anda hazırda bulunmayan’ demektir. Bu nedenle, o anda hazırda bulunmayan kimsenin onu üzecek biçimde anılmasına ‘Gıybet’ denmektedir. Kelime bazen, bilinenin mukabili olarak da kullanılır. Kur’ân’da daha çok insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan hakikati nitelemek için kullanılmıştır.

Oysa sadece görülmeyen niteliğindeki bir şey, şehâdet alanında bulunan, fakat duyularımızdan uzak kalan yahut zihnimizde gelecek biçiminde algılanan eşya, haber ve hadiseler olabilir. Bunlar bilinebilirlik açısından gayba benzer. Fakat mutlak bilinmez değildir. Meselâ çocuk, annesine misafir geldiğini duymuştur. O bir misafirin geldiğini muhkem olarak bilmektedir. Ancak tanımadığı için misafirin kimliği ve ne zaman döneceği ona gayb gibidir. Fakat bunları her an bilme imkânı olduğundan tam bir gayb da değildir. İşte şehâdet alanında bulunup da, gayba benzeyen bu tür haber ve olayları gayb dışında bir isimle adlandırmamız gerekmektedir. Hiç bilinemeyecek olana Kur’ân’da‘el-Gayb’ denmektedir. Biz bundan hareketle; zamanla bilinebilir olana aynı kökten bir kelimeyle ‘Gâib’ diyebiliriz. Böylece mutlak gayb ile, şu anda bize gayb gelen şeyi birbirinden ayırmış oluruz.

Meselâ Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek bizim için mutlak anlamda bir gaybdır. Çünkü onun zamanını sadece Allah bilir;

“Saat’in bilgisi ancak Allah’a mahsustur.”[2]

“Ben size, Allah’ın hazîneleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.”[3]

“Size söylenen şey yakın mıdır, yoksa Rabbım onun için uzun bir süre mi koyacaktır, bilmem. Gaybı bilen O’dur.”[4]

Fakat yağmurun ne zaman, nereye ve ne kadar yağacağını takdir eden bilgi mutlak gayb olsa da, onun yağacağı yer, zaman ve mikdarı bilmek gayb değil gâibdir. Çünkü, bulutların cinsi, yoğunluğu ve rüzgarın seyri gibi emareler, onun zamanını ve yerini bize haber vermektedir. Nitekim yukarıdaki ayet, kıyâmetin zamanını bilmeyi Allah’a tahsis ettikten sonra şöyle devam eder;

“Yağmuru indirir, rahimlerde bulunanı bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.”

Allah, sadece bunları değil, her şeyi bilir. Ama, hiç kimsenin bilemeyeceği, sâdece Allah’ın bileceği başka şeyler de vardır. Bu ayette vurgulanan şudur. Yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemeyen kimse, kıyâmetin saatini nasıl bilsin? Fakat, yağmurun ne zaman yağacağı, ana rahminde ne olduğu, ne zaman şiddetli bir depremin olacağı mutlak gayb ile sınırlanmamıştır. Bunlar sadece bilemeyene gâibdir. İlk ikisinin şu anda bilim adamları için gâib olmaktan çıktığını da biliyoruz.

İkinci hayata gelince. O mutlak anlamda bir gaybdır. Doğal olarak oradaki nimet ve azabın mahiyet de insan için gayb kalacaktır. Fakat din koyucusu, kulların iman ve inkarına karşılık onlara vereceği nimet ve azabın niteliklerini anlatacaktır. Bu anlatış da elbette muhataplarının diline yani onların nimet ve azap kültürlerine uygun düşmesi gerekir. Aksi taktirde, sözün ruhlara bir etkisi olamaz.

Kur’ân’ın ilk seslenişi, döneminin büyük bir kentinde, köleleri ve hizmetçileri bulunan zengin bir halka olmuştur. Bu halkın yoksulları genelde ona uymuşlar, zenginleri karşı koymuşlardır. Bu nedenle, Kur’ân vaat ettiği nimetleri doğal olarak o yoksulların hoşlanacağı, kendisiyle tehdit ettiği azabı da o şımarık zenginlerin kaygılanıp korkacağı niteliklerle anlatmıştır.

Onların nankör zenginlerinin en nefret ettiği şey şüphesiz sıcaklıktır. Kur’ân da, onların yaptıkları kötülüklere karşılık onların hiç istemediği bir şeyden, ateşten söz eder. Fukaranın hasret kaldığı şey de yeşillikler arasında ferah bir ortamdır. Kur’ân da, o yoksulların iyiliklerinin karşılığını, onların özlemini duyduğu bahçelerle tasvir eder.

Şimdi eğer biz, günlerinin çoğunu kar ve buz üzerinde geçiren zalimleri ateşle tehdit etsek, yahut hayatı zaten bağ ve bahçelerde geçen iyilere bahçeler vaat etsek, Kur’ân’ın aldığı neticeyi almayabiliriz.

Yani, üzerinde durulan coğrafya Arabistan, uyarılan toplum Arap, aralarından seçilen elçi Arap, onlara cehennemi ve cenneti tanıtan da Arapça bir Kur’ân’dır. Buradan şu noktaya ulaşmamamız zor olmasa gerektir. Kur’ânın kendi dilini Arapça ile sınırlaması, aynı zamanda o günkü Arap kültürüyle de sınırlandırması anlamına gelir. Yani Arapça Kur’ân, aynı zamanda gününün Arap kültürüyle konuşan Kur’ân demektir.

Bu durumda, yukarıdaki üç paragraftan şunlar anlaşılırsa yanlış olmayacaktır. Mutlak gayb alanını anlamak için iki benzetmeye ihtiyaç olacaktır. Birincisi gaybdan haber vermedeki zorluktandır. Bu zorluk, haber verilen yerle o haberi alanın saha ayrılığından kaynaklanır. Bu nedenle Kur’ân ikinci hayattaki meyveleri bu hayattaki meyvelere benzetir.

“İnananlar ve yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara bir ürün rızk olarak verildiğinde, “Bu daha önce de bahşedilenin aynısıymış” derler. Bunlar, müteşâbih olarak sunulmuştur.”[5]

Benzetme gereğinin ikincisi, verilen haberin, zihinlerde algılanış biçimindendir. Bu haberi veren toplumla, alan toplumun kültür farkı bu gereği artırır. Ayetlerde cennet; huzur verici gölgeler, tarifsiz güzellikte eşler, üzüm, nar, hurma, kuş eti, girift ağaçlar, zencebîl, kâfûr, misk, ipekler, atlaslar, kanepeler, divanlar, yastıklar, dolaşıp hizmet eden sürekli aynı yaşta, güzel kız ve oğlanların bulunduğu, içinden ırmaklar akan bahçeler şeklinde tasvir edilir.

İnananlara; ağzı mühürlü bir testiden, gümüşten sırça kadehlerde, içine kâfur ve zencefil karıştırılmış tertemiz, güzel kokulu bir şarap sunulur. Zencefil, güzel kokusuyla içkiye lezzet katan bir baharattır. Kâfûr soğukluk, zencefîl ısı verir. İçildikten sonra ağızda misk kokusu bırakır. İçenleri sarhoş edip salyalarını akıtmaz. Öyle bir iki kadeh içmekle tükenecek gibi de değildir. Çünkü Tesnim ve Selsebîl denen bir pınardan beslenir. Tesnim, Allah’a yaklaştırılanların içki pınarıdır. Selsebîl ise içimi gayet lezzetli, tatlı, boğazdan çok rahat geçen bir içkidir.

Altın ve gümüş kaplara konulmuş leziz yemekleri ve temiz içkileri dolaştıranlar, ihtiyarlamazlar, tazelikleri bozulmaz. Ölümsüz gençlerdir onlar. Etrafa saçılmış inci tâneleri gibidirler. İnci tâneleri düz yerde dağınık olursa ışığı birbirine vurduğu için güzel bir görünüm verir. O kadar güzeldirler. Onlar süreklidirler.[6]

Nankörlüğe karşılık olarak verilecek cehennem için de tasvirler yapar Kur’ân. Özellikle ateş bunların başında gelir. Düşünün ki şımarık bir zengin; kavurucu bir sıcakta çölde kalmış. Açlık gidermeyen dikenli otlardan başka bir yiyeceği yok. Şiddetli bir susuzluk içinde, fakat kaynamış ve kirlenmiş içeceklerden başka içeceği de yok. Yaşamanın ve ölmenin bulunmadığı bir çaresizlik ortamında.

“Cehennem bir gözetleme yeri olmuştur. Azgınlar için bir barınak. Devirlerce kalacaklardır içinde. Ne bir serinlik tadacaklar ne de bir içecek. Sadece; kaynar ve atık bir su”[7]

Şimdi cennet ve cehennemle ilgili şu tasvirler bize bir şeyler hatırlatıyor. Çünkü bu kavramlara yabancı değiliz. İşte inananlara verilen cennet nimetleri, bu hayatta tanıdığımız nimetlere böyle benzer. Nankörlere verilecek karşılık da bu ilk hayattaki mahrumiyetlere benzer. Fakat aynen böyle midir? Buna rahatlıkla hayır diyebiliriz. Gerçekte bunlardan çok farklı olmalıdır zira iki hayatın oluşu birbirinden farklıdır. Orada zaman algısı bildiğimizden farklıdır;

“Göklerle yer genişliğindeki cennet”[8]

“Sakınanlara vaat olunan cennetin meseli şöyledir: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet sunan bir şaraptan nehirler, süzme bir baldan oluşan nehirler var.”[9]

Bu hayatta; tadı bozulmayan su ve lezzeti bozulmayan süt bulunur mu? Süzme baldan bir nehir nasıl olur? Ayrıca, herkes sütü ve balı sevmeyebilir de. Şarap, hiç tatmamış kimseye de lezzetli gelir mi? Bu nedenle cennette bunların da ne işi var diyen çıkabilir.

Bu son ayetlerden anlıyoruz ki cennet ve cehennem tasvirleri muhkem değildir. Çünkü cennet ve cehennem sadece vaad ve vaidden ibaret değildir. Zaten ayette bunların bir ‘Mesel’ olduğu söylenmektedir. Nitekim bu sayılanları ödül ve ceza olarak algılayışlar da farklıdır. Bunlar kalplerinde hastalık olanların hastalığını artırabilir.

Allah’ın Zâtı Konusunda Benzeşenler

Kur’ân’da, Allah’ın antlarda bulunduğu görülür. Oysa Kur’ân’ın tanımladığı Tanrı aşkındır. Ant etmek de insan biçimci bir iştir. Arapların sosyal hayatta yaygın biçimde ant etmeleri, Tanrı beyanında da bulunabilmesi için yeterli bir izah tarzı sayılabilir mi? Acaba Allah, kitabında daha fazla aklî ve mantıkî deliller sunmak yerine, neden ant etmek yolunu seçmiştir? Kur’ân’daki antların maksadı sadece hitabet gücüyle insanları iknâ etmek midir? Söylevsel etkisi dışında, bir değeri yok mudur? Onlar ayetlerde birer süs müdür? Ayrıca ant, delil getirmede çaresiz kalan, belki de sinirlenip kızan kimselerin başvurduğu yollardan biridir. Her şeye gücü yeten Allah’ı kim sıkıştırıp delil getirmeye zorlayabilir ve kızdırabilir ki, ant etmeğe sığınmaktadır?

Bu konuda akla gelebilecek bir başka soru da şudur. Allah, ant etmese de bir mümin zâten O’na inanırdı. Fakat defalarca ant etmiş olsa bile kâfir yine O’na inanmayacaktı. Öyleyse ilâhî kelâmda ant edilmiş olmasının pratikte ne gibi faydaları olabilir? Ayrıca Hadis-i şeriflerde Allah’tan başkasının ismiyle ant edilmesi yasaklanmaktadır. Oysa Allah ‘Güneş, Ay ve Yıldızlar’ gibi kendinden başka, hem de yarattığı varlıklarla ant etmektedir. Bir şeye ant edilmiş olması onu yüceltiyorsa, Araplar zaten gök cisimlerini yüceltip onlara ibâdet ederlerken, Kur’ân’ın tutup da yine de onlarla ant etmesinin anlamı ne olabilir?[10]

Sonra problem sadece ant değildir. Kur’ân-ı Kerîm, Yaratıcıyı, bu hayattakilere benzeyen isim ve fiillerle tanıtmaktadır. Bu isim ve fiillere göre Yaratıcı, intikam alan, lânet eden, tuzak kuran, öfkelenen, gökte sekiz köşeli tahtta oturan bir sultandır; O intikam alandır.” [11]

“Allah, en iyi tuzak kurandır.[12]

“Allah, onlara gazap etmiş, onları lanetlemiştir..!”[13]

O gün Rabbının tahtını, üstlerinde sekiz taşır.[14]

“Güneşe ve onun aydın sabahına ant olsun.”[15]

“Din gününün Sultanı…”[16]

Bunların beşerî nitelikler olduğu tartışılmaz. İnsan da ‘İntikam alır, tuzak kurar, öfkelenir ve yemin eder. Yüce Allah’ın isim ve fiillerinin, böyle beşer terminolojisiyle ifade edilmesi, insan zihninde problemler oluşturabilir. Eğer; belli bir yerde oturan, ant eden, hoşlanan, sevmeyen, öfkelenen, tuzak kuran, hesaba çeken, cezalandıran ifâdeleri Allah için muhkem görülürse, tekrar bir İsâ-Tanrı modeline dönülmüş olur. Kalplerinde eğrilik olanlar da bunu izler ki, bu putperestlikten başka bir şey değildir.

Eğer biz, yukarıdaki ayetlere, bu varlık alanında algılanan biçimiyle uyarsak, farkına varmadan, Kur’ân’ın diğer bazı hükümleri ile çelişkiye düşmüş oluruz.[17] Çünkü Kur’ân’a göre Allah, kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur. Var olduğu aşikar, fakat varlığının mâhiyeti gizlidir. Evvel, fakat aynı zamanda âhir, zâhir fakat aynı zamanda bâtındır. Her yerde bizimledir;

“O öncedir; sondur; aşikardır; gizlidir. O her şeyi bilir.”[18]

‘Nerede olursanız O sizinledir’[19]

Kur’ân dilinde; öz, mâhiyet ve cevherde benzerlik için ‘ndd’,[20] nicelik, kemmiyet ve seviyede benzerlik için ‘svy’,[21] ölçü, miktar ve hacimde benzerlik için ‘şkl’[22] kökleri kullanılır. ‘Şbh’ kökü ise; nitelik, keyfiyet, oluş ve sıfatta benzerlik için kullanılmaktadır.[23] Örnek, benzer ve …gibi olma’yı anlamlandıran en kapsamlı kelime ise ‘msl’ kökündendir. Bir şeyin tam benzeri olması amacıyla yapılan timsal (heykel) bu kökten yapılır.[24]

‘Msl’ kökünün kullanıldığı bir söz dizisinde, eğer anlam bir kayıtla sınırlanmışsa, tam benzerlik sadece o kayıtlanan yönde düşünülebilir. Meselâ şu ayette iki şeyin bir birine benzemesi, ancak benzetme noktasında tamdır;

“Allah’tan başka velîler edinenler, bir ev edinen örümceğe benzerler (msl). Evlerin en gevşeği örümcek evidir”[25]

Allah’tan başka koruyucu edinen kimse, örümceğe benzetilir. Benzeme noktası ise, örümcek sığınağının basitliği ve gevşekliği ile koruyucu edinilen kimsenin basitliğidir. Allah’tan başkasını dost edinenin dostu, örümcek evi gibi dayanıksızdır.

Fakat eğer benzetmede, sözü sınırlayan bir kayıt yoksa. Ayrıca benzerlik de olumsuz gösteriliyorsa, o zaman, ‘msl’ kökü yukarıdaki dört benzeme yönünü de kapsar. Bir ayette şöyle denir;

“O’na benzer (msl) şey yoktur. O işitendir, görendir.”[26]

Yani, öz, nitelik, nicelik ve hacim yönüyle Allah’ın misli düşünülemez. Bu durumda; Allah’ın meseli en üstün olmalıdır.[27] Öyleyse O’na mesel getirilmemelidir.[28] Ama O, mesel getirir.[29] Çünkü her mesel, bir açıklama ve tavzih için getirilir. Bu nedenle onu ancak bilen verir.

“Allah’a meseller vermeğe kalkmayın! Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz!”[30]

Allah’ın insanlar düşünsünler diye[31] verdiği bu meselleri de ancak âlimler düşünürler.

“Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları, âlimlerden başkası düşünüp anlamaz.”[32]

Zaten müteşâbihleri de ancak alimlerin kavrayabileceğine yukarıda temas edilmişti. Bu sebeple deriz ki; O’nu, gökte arşı üzerine yerleşmiş, gören, işiten, bilen, öfkelenen, elleri bulunan ve yemin eden sultan olarak tanımlayan ifadeler, beşer tecrübe ve idrakinin üstünde kalan bir kudreti, beşerin, seviyesine indiren kavramlardır. Bu ifadelerle, Allah’ın yüceliği, her şeye gücü yettiği, bütün varlıkların mutlak hâkimi olduğu anlatılmıştır.

Sonuç

Çoğu kimse, Kur’an’ın ‘müteşâbih’ diye nitelediği ayetlerin sadece sembolik anlatım içerikli ayetler olduğunu düşünür. Oysa, müteşabih sözcüğü lügatte ve Kur’an’daki kullanımlarında benzeşmeyi ifade eder. Bu benzeşme de elbette ayetler arasında aranmalıdır. Yani bir söz, sembolik anlam taşısa da taşımasa da, müteşâbih diye nitelenebilir. Bu, bir ayetin nihai bir hüküm bildirmediği, o sözün muhkem olmadığı anlamındadır. Bu sözün, bir anlamsal ve bir de varlıksal tevili yapılabilir. Anlamsal tevilini ulema yaparak muhkeme ulaşır. Varlıksal tevili ise anlamın vukuuna ilişkin olduğundan onu, elbette, sadece Allah bilir.

O hâlde, müteşâbihlik anlatım problematiğinden ziyade, sözdeki maksadın sınırıyla ilgili bir adlandırmadır. Oysa, dolaylı anlatım, kıssa, mecaz ve sembollerle yapılır. Bu da sözün maksadı değil, mâhiyetiyle ilgilidir. Burada, benzeşme yoktur, çünkü söylenen lafız başka, anlaşılması gereken başkadır. Ayrıca, Kur’an’ın söz söyleme biçimi eğer anlamla ilgili bir sorun oluşturuyorsa, bu asla tevili gerekli kılmaz. Çünkü sözün muhatabı ulemâ değil, nüzul atmosferini teneffüs eden herkestir. Yani bu sorun, olsa olsa lisânî ve kültüreldir. Bu da ulemanın değil, ona muhatap olan herkesin sorunudur. Bu nedenle diyebiliriz ki, mecaz ifade eden her sembolik söz, bir anlamda müteşabihtir. Ama müteşabih her söz, sembolik anlam taşımayabilir.



HEM MUHKEM HEM MÜTEŞABİH KiTAP

Yorumlar Üzerine

Klâsik dönem müfessirlerinin ‘müteşâbih’ üzerine yaptıkları yorumlar; ilk bakışta, delilsiz, tutarsız ve çelişkili görülebilir. Oysa, verilen örneklere bakıldığında, biz bu yorumların hemen tamamının bir noktada birleştiğini düşünüyoruz. Bu durum, konuyu dikkatle inceleyen kimseye asla uzak kalmayacaktır.

Ancak, konunun daha iyi anlaşılması için, iki hususu hatırlamamız gerekecektir. İlk husus, Âl-i İmran suresinin yedinci ayetinde geçen, kitap ve ayet kavramlarının en geniş delâletiyle düşünülmesidir. O zaman; hem indirilen, hem de korunan kitapların ayetlerinde muhkem ve müteşâbih kategorisinden söz edebiliriz. Hatırlatmak istediğimiz ikinci husus da şudur. Sadece gerçekliği bilinemez olan değil, aynı zamanda, nihâî maksadı bilinmez olan her ayet de müteşâbih sayılmalıdır. Bu yaklaşım, ifade tarzı tamamıyla teşbihî olan[33] ayetler ile tedrîcî bir öğretim yapan ayetleri de müteşâbih kapsamına alacaktır. Bu bakış asla yanlış olmayacaktır. Çünkü, aşama aşama anlatma yolunda ve mecaz ifadelerinde, nihâî hüküm açısından elbette bir çeşit belirsizlik söz konusudur.

O zaman, müteşâbih konusu, mutlak gayb içerikli ayetlerle sınırlandırılmamış olacaktır. Zaten bir şeyi, başka bir şeye benzer kılma gereği, sadece beşer dilinin, ilâhiyat konuları için kullanılmasından doğmaz. Aynı zamanda sözün muhataplarının, farklı zaman, idrak, kültür, sezgi, ilgi ve bilgi seviyelerinden de kaynaklanabilir.

Son iki paragraftan anlaşılması gereken şudur. Nihâî amacı, -bir anlamda tevili- ilk plânda, beş duyudan birisiyle veya akılla anlaşılan her ayet muhkemdir. Bunlar, ana ayetlerdir. Nihâî amacı belirsiz olan diğer ayetler bu analara benzer bilinmelidir. Nihâî amacı belirsiz olanlar, hem birbirleriyle, hem de o konudaki analarla benzeşirler. Bu ayetler ancak açıklayıcı bir söz, yol gösterici bir bilgi, tanıtıcı bir kültür veya kuvvetli bir sezgi ile kavranabilirler.

Ayetler arasındaki benzeşmeyi ifade eden, ‘Şbh’ kökü; nitelik, oluş ve sıfatta benzerlik için kullanılmaktadır.[34] Bundan hareketle şunu söyleyebiliriz. Yalnız başına nihâî bir hüküm belirlemeyen, yahut elde edilen anlamda bir istikrarsızlık bulunan ayetler, hâricî bir bilgi, derin bir düşünme veya kuvvetli bir sezgi yoluyla, o konudaki ana ayetlere benzetilerek; nitelik, oluş ve sıfattaki bilgi netlik kazanacaktır.

Yorum Noktaları

Bir ayet aklın muhkem verisine, başka bir ayet, Tarihin muhkem bilgisine, bir başka ayet de doğal bir olaydan çıkarılan evrensel bilgiye benzer kılınabilir. Bu da ancak ‘Sağ duyulu ve bilmede derinlik sahibi’ kimselerin yapabileceği bir iştir.

Şimdi bu farklı durumları, bir kaç örnekle açıklayalım;

“Bakmıyorlar mı deveye, nasıl yaratıldı!”[35]

Şimdi, gökdelenlerde çalışan, akaryakıtlı araçlardan başka bir ulaşım ve nakil aracı göremeyen çağımızdaki insanlar için bu ‘deve’ örneği ne ifade eder? Hatta, vahyin indiği coğrafyada bugün yaşayan bazı kimseler için bile ‘deve’ uygun bir örnek midir acaba?

Oysa, deve vahyin ilk muhataplarının hayatını dolduran bir hayvandı. Onlar için çok itaatkâr bir arkadaştı. Kocaman cüssesine rağmen bir çocuğa bile diz çökebilirdi. Kanaatkâr, tasarruflu ve sabırlı bir yardımcıydı. Çölde bulduğu bakır bir teli bile yiyebilir, on beş gün su içmeden durabilir, rutubet kaybetmemek için dilini çıkarmadan dudaklarıyla yayılabilirdi.

Gözünü dünyaya açan her Mekkeli, nakil vasıtası olarak deveyi görmüş, sonra da hayatını ondan kazanmıştı. Çölde onu kılavuz edinmiş, yolculukta eşyasını onun üzerinde taşımış, sırtına binmiş, sütünü içmiş, etini yemiş, derisini giyinmiş, kemiklerini kullanmıştı. Cinayetlerde, diyeti onun üzerinden hesaplamıştı. Onun için şiirler yazmış, şarkılar bestelemiş, darb-ı meseller söylemişti. Kur’ân, bu nedenle ilk muhatabının dikkatini ona çekiyordu. Bu nedenle, yukarıdaki ayet, deveyle birlikte yaşayan kimse için, elbette muhkemdi.

Bir başka örnek de sivrisinekle ilgili ayettir. Kur’ân’da şöyle buyrulur:

“Allah, bir sivrisineği ve onun da üstündekini örnek göstermekten çekinmez.”[36]

Ayetin kelime kelime anlamı; ‘Sivrisineği ve onun da üstündekini’ biçimindedir. Bazıları, bu anlamı kısmen yorumlayarak, ‘Cüsse itibariyle onun üstündekini’ biçiminde Türkçeleştirirler. O zaman, fil ve manda gibi iri hayvanların kastedilmiş olacağını düşünürüz. Bazı yorumcular da, ‘Küçüklükte onun üstündeki’ biçiminde anlam verirler. O zaman vurgulanan küçüklük vasfının üst derecesi olur. Birisinin, “Filan şahıs, insanların en alçağıdır, hatta ondan da fazla” demesi gibi. Bu kez kastedilen hayvanlar farklılaşır. Sivrisinekten daha küçük böcekler gelir akla. Ayet şöyle devam eder: “İnananlar, bilirler ki o, Rablerinden bir gerçektir.”

Bu örneğin anlaşılamayacak bir tarafı yoktur. Ancak doğal ayetler üzerinde kafa yormayan, şartlanmış kimselere bu ifade basit gelebilir. Hatta Kur’ân’ın muhatapları, bu sözde ilk planda bir derinlik de bulamamış olabilirlerdi. Bu nedenle ayette; kimilerinin “Allah, bir böcekle uğraşıyor” diye, akıllarınca temsili alaya alarak sapkınlıklarını artırdıklarından söz eder;

“İnkâra sapmışlar ise “Allah bu örnekle ne muradetti?” derler. Allah birçoğunu onunla saptırır.”

Çünkü ayet üzerinde düşünmüyorlar. Sivrisinek örneğini basit buluyorlar. Anlamı bir muhkeme irca etmiyorlar. Hatırlanacağı üzere, müteşâbihler kalplerinde eğrilik bulunanların fitne kapılarıydı. Sivrisinekle ilgili ayet şöyle sona erer;

“Birçoğunu da onunla doğruya kılavuzlar.”

Bilgi çağı günümüzde, ilgili ayeti, laboratuar tahlilleriyle okuyan kimsenin algısı daha hızlı olabilir. Bu nedenle, “sivrisinek” örneği müteşâbih bilinmesi gerekirken, bu bilgilere ulaşan kimse için muhkem olabilir.

Kitabın Tamamı Muhkemdir

Kitabın tamamı, indirene göre muhkemdir. Ayetler, nihâi ve gerçek maksadını anlayana göre de muhkemdir. Kitaplar, elçinin kalbine indirilirken şeytanın tahrifine karşı da muhkemdir. Ona, temiz meleklerden başkası müdahale edemez, bâtıl karışamaz. Bu sebeple Kur’ân kendisini ‘hakîm’ yani korunmuş olarak nitelemiştir; “Allah, şeytânın attığını siler, sonra kendi ayetlerini muhkemleştirir.”[37]

Kitaplar peygamberlerden sonra, bugüne kadar da korunmuşluğu ile muhkemdirler. Çünkü onlar birbirini zikir olarak korumuşlardır.[38]

Kitap, çelişkisizliği ve anlam bütünlüğü ile de hakîm yani sağlam ve muhkemdir; “Hakîm Kur’ân’a ant olsun…”[39]

Kitabın Tamamı Müteşâbihtir

Kendisini muhkem olarak niteleyen Kur’ân, aynı zamanda tamamını müteşâbih olarak da niteler; “Allah, sözün en güzelini, müteşâbih, ikişerli bir Kitap halinde indirdi.”[40]

Çünkü çelişkisizdir. Yani, bütün ayetler o konudaki ana ayetlere benzeşirler. Anlam itibariyle olduğu gibi lafzen de birbiri ile benzeşir. Bunlar lafzî benzerlik taşıyan (müştebih) ayetlerdir. Söz ya aynen, ya aynı lafızların yer değiştirmesi ile, ya da kıssalarda olduğu gibi kısmî lafız değişimleriyle tekrar edilir.[41] Benzetimli, ikiz bölümlerden oluşur.

Ayrıca, Fâthâ Suresini ümmü’l-Kitâb olarak görürsek, geriye kalan yüz on üç sureyi de ona benzer bilmek yanlış olmayacaktır.

Kitabın tamamı hiç anlamayan için de müteşâbih bilinmelidir. Nitekim bir çocuk okuduğu her şeyi anlayamaz. Bu nedenle rüşt çağına kadar, Kur’ân onu ahkâmından sorumlu tutmaz. Çünkü rüştünden önce, okuduklarının pek azını anlayacaktır. Kur’ân’ın hepsini müteşâbih bilmesi gerekli olacaktır. Fakat idrâki geliştikçe, onun için muhkemleşenler artacaktır. Ayetler muhkem hâle geldikçe de zaten ahkâmla ilgili sorumluluğu artacaktır.

Kitabın tamamı kendi dilinden okumayan kimse için de müteşâbih bilinmelidir. Bu durumda benzeteceği muhkemler, fıtratındaki muhkem bilgilerdir. Okuduğu şeyin adaleti isteyeceğini, zulmü kınayacağını bilmelidir.

Kitabın bazı bölümleri kimi dinleyenlere muhkem gelmeyebilir. Bu durumun akla gelen ilk sebebi, okuyucunun kendisinde, diğeri de sözde olmasıdır. Okuyanın anlama düzeyi ve kültür farklılığı, sözün de tedrîcî, mücmel, temsîlî, tarihî, gaybî vs. olması hüküm çıkarmayı zorlaştırır. Toplumlar da böyledir. Onların çocukluk ve adamlık dönemleri olur. Elçiler, özellikle son elçi, müteşâbihlerle sapan bir toplumu uyarmıştır. Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz. Makulat alemindeki, başka bir ifadeyle levh-i mahfuzdaki, muhkem ayetler, mahsusat alemine inince, zaman ve mekan probleminden dolayı müteşabih olarak ayrışır. Bunlar birbirine benzediği hâlde, pek anlamayanlara nâsih mensuh görünür. Makulat alemindeki tevilini bilenler, hepsini de muhkem görürler.

Kitap Hem Muhkem Mem Müteşâbihtir

Bütün bunlar bize gösterir ki, bugün bilinemediği için, müteşâbih görülmesi gereken bir söz, yarın bilinirse muhkem olabilir. Artık Kur’ân’da birbirine benzeştiğinden dolayı hükmü belirsiz gelen ayetleri saymak anlamsız olur. Çünkü onlar bugün çok, yarın az olabilir.

Kalplerinde Hak’tan sapma eğilimi bulunanlar, rölatif gördükleri ayetlerin muhkemlere benzerliğini kopararak onlara uyarlar. Müteşabihi muhkemden, kendi içlerindeki belgelerde koparanlar, psikolojik dengelerini bozarak huzurlarını yitirirler. Evrendeki eşyâ ve oluş üzerindeki müteşabihi muhkemden koparanlar, dünya hâkimiyetlerini kaybederler. Mukaddes kitaplardaki müteşabihi muhkemden koparanlar ise öteki hayatlarını kazanamazlar.

Bu bakış açısıyla, akaid, din ve şeriat konularında dahi fayda elde etmemiz mümkündür. Allah, hiçbir şeye benzemez diyerek Onu herşeyden tenzih ederiz. Ama ardından, O işitir diyerek, işiten canlılara teşbih ederiz. İşitir hükmü müteşabih, ama benzemez hükmü muhkemdir. Bütün ilâhî isimler müteşâbih, Ama Allah’ın zatı muhkemdir. İsimleri tek tek zatın kendisi sanmak onları muhkem bilmek demektir ki bu şirk olur. Tevhid, işte bu teşbih ve tenzih arasında bulunmaktadır. O hâlde Allah’ın isimleri, muhkem zatına müteşabih bilinmelidir.

Bireysel değişimler, bir birinin açılımı olan hükümler silsilesi üzerine oturduğunu, yeni bir şey öğretebilmenin temel şartının, adım adım ilerleme, kerteleme (tedrîc, ta’lim) yolunu izlemek olduğunu söylemiştik. Şimdi, insan prototipi olan Ademe isimlerin (el-Esmâ) talim (alleme) ile öğretilmesini[42] daha net anlayabiliriz. Buradan hareketle de, müteşabihin gerekçesinin öğrenme, ama muhkemin gerekçesinin de iman ve bağlanma olduğunu söyleyebiliriz.

Bu nedenle, şeriatler müteşabihlere, ama din muhkeme dayanır. Önceki toplumlarda iyi ve kötü için farklı hükümler konmuş olsa da, netice itibariyle bütün peygamberlerin tebliğ ettiği şeriatler aynı dine müteşabihtir.

Sonuç

Bu bölümü bir hatıra ile noktalıyalım. Azerbaycan’ın Zagatala kentinde, saatlerce votka içilen bir kır yemeği sonrası, iki kişi namaz kılacaktı. Birisi imamlık yapacağı için diğerinden yarım adım öne geçti. Yer çimenlik ve temizdi. Ayakkabılarını çıkarmadan, kıbleyi tayin edip yöneldiler. İçkili bir diş doktoru ‘Bekleyin’ dedi. ‘Ben de kılacağım.’ Yalpalı yürüyüşle onlara yaklaşarak kıbleye döndü. Bunun üzerine bir tartışma başladı. İmamlık yapacak olan, ‘İçkilisin, abdest de almadın. Böyle namaz kılınmaz’ diyordu. Doktor ise ona; ‘Benim abdestim var. Sen kendine bak. Bir kere ayakkabılarını çıkar, böyle namaz kılınmaz’ diyordu. Bu tartışmada hakem seçilmiştim. Namazdan sonra konuşmalarını istedim. Sonunda namaz ayakkabılarla kılındı. Doktor da cemaate iştirak etmişti.

Tartışma yeniden başladı. Doktor ısrarla; ‘Allah, içkiyi yasaklamıyor. Bilakis içkide fayda var diyor, bu bir. Bir de hiç içmeyin demiyor. Sadece sarhoşken namaz kılmayın diyor. Sarhoş olmak çok kötü ve çok ayıp. Ben zaten sarhoş değilim. Hem içerim hem de kılarım.’ mealinde konuşuyordu. İmam ise; ‘Namaz Allah’ın huzuruna varıştır. O Allah ki, içkinin şeytan işi bir pislik olduğunu bildiriyor. Şimdi sen O’nun yasakladığı şeyle huzuruna nasıl varırsın?’ mealinde sözler söylüyordu.

Hakemliğim bitmemişti. Ama ne söylenebilirdi ki? Bir tarafta, su yerine içki içen, fakat namazdan da vazgeçmek istemeyen Doktor. Zaten içki etkisini alabildiğince hissettirmişti onda. Ayrıca samimi mi idi bunu da bilemezdik. Diğer tarafta da bu konudaki nihâî hükmü tebliğden vazgeçmeyen bir uyarıcı. Uyarıcı acaba zamanlamada isabetli miydi? Bu tartışılabilirdi. Fakat iki taraf da, aynı kıbleye yönelerek namaz kılmışlardı. Üstelik ikisi de Kur’ân’dan delil getiriyorlardı. Onları izleyen on kadar insan da vardı. Onların bu konuşmalardan istifade etmesi gerekiyordu. Oysa tartışma hoş değildi. Biteceğe de benzemiyordu. Çünkü zahirde iki taraf da haklı gibi görünüyordu.

İşte o zaman, hemen her sohbetinde, mutlaka bir vesîle bulup konuşmasının bir yerine; ‘Lâ takrabu’s-Salâte’ ayetini[43] sıkıştırarak, dudaklarını yaya yaya; ‘Namaza yaklaşmayın’ ama devamı var; ‘Sarhoşken’ diyen politikacıyı hatırlamıştım. Demek ki o da zımnen aynı mesajı vermeye çalışıyordu. Hem içer hem de kılarım!

Bu konuda bir birbirine benzer tedrîcî hükümler vardı. Bunu biliyordum. Fakat durmadan muhkem ayeti hatırlatan bir molla var, bir de doğru dine susamış insanlar vardı. Acaba kalplerde inat ve maraz yok muydu? Bu nedenlerle o tartışmada konuşmak zor olmuştu. Ama politikacıya verilecek cevabın Âl-i İmrân Suresinin yedinci ayeti olduğunda kuşkum yoktu;

“Sana Kitabı indiren O’dur. Ondandır muhkem ayetler -ki onlar kitabın anasıdır- ve diğerleri benzeşenlerdir. Şu var ki, kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne aramak ve tevilini aramak için ondan benzeşenleri izlerler. Ve bilemez tevilini Allah’tan başkası ve ilimde derinleşenler derler ki; ‘Ona inandık, hepsi Rabbımızın katındandır.’ Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.”

Sözlerin ve işlerin bütün yönleriyle tevilini bilen Allah’tır.



BİLİMLE TEFSİR

Tefsir Gerekli mi?

Zaman, sürekli farklı olaylarla akıp gitmektedir. Hayat, her an yeni hadiselere tanık olmakta ve her gün yeni bir meseleyle karşılaşılmaktadır. Kabul etmek gerekir ki, olayların sürekli farklılaştığı bir hayatta sorunlar ve onların çözümleri de farklı olacaktır. Yeni olaylar, yeni sorunlar ve yeni çözümler de yeni bir dili gerekli kılacaktır. Çünkü farklılıklar, ancak farklı kelimelerle izah edilebilir.

Bu nedenle daha önce benzeri bulunmayan yeni bir olayı anlatmak için, yeni kelimeler gerekecektir. Unutulan varlıkların isimleri onlarla birlikte kaybolacak, unutulmayanların da çoğu zaman isimlerinin söylenişi değişecektir. Hatta bazen söyleniş farkından dolayı kelimenin anlamı bile farklılaşacaktır. Yani dil de hayattaki değişime uyacak, hayatla birlikte dil de değişecektir.

Kimi zaman, aynı coğrafyada yaşayan ve aynı dili konuşan insanlar birbirlerini anlayamıyorlar. Dedenin dilini torunun anlamadığı oluyor. Hayat değişiyor, sorunlar değişiyor, çözümler değişiyor, dil değişiyor. Fakat Kitap değişmiyor. Çünk Kitap, belli bir zaman diliminde ve belli bir coğrafyada yaşayan az sayıdaki olayı konu edinmiştir. Pek az sosyal sorunun çözümüne ışık tutmuş bir metindir. Şimdi değişmeyen bu metni, sürekli değişen bir dille nasıl anlayabiliriz? Bunun tartışmasız tek yolu, metni güncelleştirmektir. Bu sebeple inananlar bin dört yüz seneden bu yana, Kur’ân’ın anlamını, tefsirlerle hep yaşadıkları çağa taşımışlardır.

Aslında, Kur’ân-ı Kerîmi tefsir etme ve yorumlama faaliyetleri, daha Hz. Peygamber hayatta iken başlamıştır. Peygamberin vefatından sonra da hızla artmıştır. Bu artışın önemli bir nedeni, herhalde İslâm coğrafyasının genişlemesidir. İslâmla tanışmak isteyen farklı din ve dilden ırklar Kur’ân’ı anlamak istemişlerdir. Ancak onun indirildiği atmosferden uzak bulunmaları, anlama işini oldukça güçleştirmiştir. Bunun için de tefsire ihtiyaç duyulmuştur. Yorumlama faaliyetleri ise tefsir çalışmalarının doğal bir sonucudur.

Tefsir ve yorumlama çabalarının elbette üzerinde anlaşma sağlanan bir yöntemi olagelmiştir. Nitekim ilk plânda anlaşılamayan bazı ayetler, öncelikle diğer ayetlerle açıklanmıştır. Bu yeterli olmadığında Hz. Peygamberin söz ve davranışları devreye girmiştir. Bu tefsir yönteminde, Arap Dili ve Edebiyatı da önemli bir rol oynamıştır. Tarihi verilere, Kitab-ı Mukaddes’e ve Ehl-i Kitabın dinî diğer metinlerine de küçümsenmeyecek ölçüde müracaatlar yapılmıştır. İşte bütün bunlar, Kur’ân’ı aktüelleştirme çalışmalarında evrensel diyebileceğimiz bir yöntemin ana esasları olagelmiştir.

Bilim Allah’ı Aciz mi Bırakıyor?

Kur’ân tefsirinde evrensel diyebileceğimiz klasik yöntemde, bilimsel veriler tefsir malzemesi olarak kullanılmaz. Ama zamanla eklenmiştir. Bu kanaat her halde, ilk bakışta çok masum gibi görünen, Kur’ân’ın bilimi teşvik ettiği anlayışından doğmuştur. Önce mukaddes kitabın bilimsel çalışmaları övdüğü yadsınamaz bir gerçekmiş gibi anlatılmış, sonra da bilim onu tefsir etmede bir materyal olarak kullanılmıştır. Bu hususu, bizzat Kur’ân’ın kendisinin de önerdiği iddia edilmiştir. Dile getirilen delillerin en geneli, her halde bilimin gücüne işaret ettiği öne sürülen Rahmân Suresindeki şu ayettir;

“Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama bir sultan olmaksızın geçemezsiniz!”[44]

Bilimsel tefsir yanlılarına göre; yukarıdaki ayet bizi dünyanın dışındaki nimetleri aramaya davet etmektedir.[45] Ayette geçen sultan, hakimiyet, ışık ve kuvvet demektir. Bu kuvvet, kâinatın sırlarını keşfeden Fizik Bilimleriyle elde edilmektedir. Yer ve göğün çevresini geçmeye ancak ona ulaşanın gücü yetmektedir. Nitekim, çağdaş insan, bilimin bu kuvveti sayesinde, yerin çekiminden kurtularak uzay yolculuğuna çıkabilmiştir. [46]

Bilimsel yorum yanlıları, bu noktadan hareket edildiğinde şöyle bir sonuca varılabileceği ihtimalini düşünmemiş görünmektedirler. Kur’ân, miladın yedinci asrında yaşayan çağdaşlarına meydan okumuştu. Ancak onlar bilim ve teknolojide geri oldukları için, bu meydan okumaya cevap veremediler! Ama, insanlar zamanla yardımlaştılar, teknolojilerini birleştirerek geliştirdiler. Böylece Allah’a cevap verebilecek bir kudrete ulaştılar! Sonunda, uzay yolculuklarıyla yerin ve göğün sınırlarını geçmeyi başarabildiler!

Oysa; yukarıdaki ayet, öncesi ve sonrasıyla okunursa delâletinin hiç de böyle olmadığı görülecektir. Kaldı ki, bu hitap henüz gerçekleşmemiştir. Hem, bilimsel çalışmaların yürütülebildiği şimdiki hayatta değil, aksine hesap verilecek olan ikinci hayatta yapılacaktır.

Kur’ân’ın yukarıdaki ayetle resmettiği sahne şudur. İns-cin, ikinci hayatta, hesap verme yerinde toplanmışlardır. Suçlular, akibetlerini gördükleri için huzurdan kaçmak istemektedirler. İşte o anda onlara seslenilmiş ve şöyle denmiştir; “Ey ins ve cin toplulukları! Eğer yer ve göklerin sınırlarından çıkıp, Allah’ın cezalandırmasından kaçmaya gücünüz yeterse, hadi bunu yapın, kaçabilirseniz kaçın. Ama buna gücünüz yetmez, çünkü Allah sizi kuşatmıştır. Onun emri olmadıkça da, kaçamayacaksınız.[47]

Şimdi bu ayeti bir de sayfadaki yerinde öncesi ve sonrasıyla görelim. Bakalım bilimsel keşiflerden, uzay gemilerinden, yerin sınırlarının geçilip aya ulaşılacağından bahis var mı?

“Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama bir sultan olmaksızın geçemezsiniz! Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Ey insanlar ve cinler! Üzerinize dumansız bir alev ve ateşsiz bir duman gönderilir de kurtulamazsınız.”

Görülüyor ki, ayetin geçen ve gelecek kısmından da anlaşılan aynıdır. İkinci hayatta, ins ve cinin hesabı ele alınacak. Onlar, âkıbetin korkunç olduğunu gördüklerinde cezadan kaçmak isteyecekler. Fakat, yardım görecekleri bir sultan olmadığı için kurtulamayacakları kendilerine bildirilecek. Öyle bir kudretin geleceğini bekleyedursunlar, onlar bu durumda iken, üzerlerine dumansız bir alev ve ateşsiz bir duman gönderilecek. Yani ins-cin, kendilerine teklif edilen şeyi başaramayacaklar.

Kaptan Kusto ve Peygamber

Bilimsel tefsir yanlılarının başka bir iddiası da şudur. Kur’ân’da öyle ayetler vardır ki, onlar bugüne kadar anlaşılmamıştır. Bunun sebebi, onları yorumlamada önceki devirlerdeki fiziksel bilimlerin yetersizliğidir. Böyle anlamı kapalı ayetlerin tefsirleri, ancak tabii bilimlerde yeterli ilerleme sağlandıktan sonra yapılabilmiştir. Bu husustaki örneklerinden birisi, iki denizle ilgili ayetlerin yorumlanmasıdır;

“Sen, inkarcılara uyma, onlara karşı olanca gücünle savaş. Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da, karışmalarına engel bir sınır koyan Allah’tır.” [48]

Yukarıdaki ayet, -bilimsel tefsir yanlılarının hepsinin yaklaşımını içine alacak Kur’âni bir terimle söylenecek olursa- müteşâbihlerdendir. Bu nedenle ilk muhatapları, ondan bir şey anlamamışlardır! Fakat bilimsel ve teknolojik gelişmeler, bugün ayetin anlaşılmasını sağlamaktadır. Ünlü araştırmacı Kusto, sıcak ve soğuk su akıntılarının okyanusta kavuştuğunu, fakat aralarında bir perde varmışcasına birbirine karışmadığını keşfetmiştir. İşte bu, iki denizle ilgili ayetlerin tefsiridir! Böylece, on dört asır boyunca anlaşılamayan bu ayetin sırrı çözülmüş olmaktadır!

İki denizle ilgili ayetler için bu yorumu yapanlar, dolaysıyla şunu da söylemiş olurlar; “Bizden öncekiler, Kur’ân’ın bazı ayetlerinden hiç bir şey anlamamış olabilirler. Nitekim, bizim de anlayamadıklarımız vardır. Bu ayetler bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle anlaşılabilecektir.” Acaba bu yaklaşım doğru mudur? Bu durumda, Peygamber ve arkadaşlarının da bir şey anlayamadıkları ayetlerin olması gerekmez mi! Farz edelim öyledir. O halde, ancak bugün anlaşılabilecek ayetlerin, o topluma indirilişinin anlamı nedir?

Bizce, iki denizden muradın ne olduğu peygamber, arkadaşları ve onlardan sonraki ilk nesillerce doğru olarak anlaşılmştır. Ancak sonraki zamanlarda çeşitli yorumlarla karıştırılmıştır. Bu konuda bizim tercihimiz şudur. Kur’ân dilinde iki deniz temsiliyle anlatılanlar; yer ve göklerdir. Yer ve gökler cismânî ve rûhânî âlemi temsil eder. Cismânî varlık, ilk hayat olarak yer yüzünde salıverilmiştir. Rûhanî varlıklar da, ikinci hayat olarak, gökle kinâye edilen bir âleme salıverilmiştir. Burası fizik, orası ise metafizik âlemdir. Tenler, maddî mülkü oluşturan bu şahâdet denizine, canlar ise metafizik olan gayb alanına aittir. [49]

İki denizin Kur’ân’daki özeti şudur. Yer ve gök, önceleri su olmada müşterektiler. Allah’ın arşı önce ‘Su’ üstünde idi. Yani hükmü ve saltanatı su üzerinde idi. Sonra aralarını ayırmak suretiyle, ulvî ve süflî nitelikli iki âlem açığa çıkardı. Sonra süflî âlem dediğimiz yer yüzünde canlıları yarattı. Bu canlılar da yine evrenin aslı olan ‘Su’ dan oluşmuştur. Kur’ân ‘İlk hayatı’ da gökten indirilen suya benzetmektedir. Yerin bitkisi, bu su ile karışır. Derken o bitki, rüzgarların savurduğu çer çöp kırıntısı haline geliverir. Varoluş sudan başlıyor. Sonra canlılık su ile oluşuyor. Yaşadığımız bu hayat da, yine bir mesel olarak, gökten indirilen suya benzetiliyor… İster acı ister tatlı olsun, çok olan her suya deniz denir. Yani varlığın kökenindeki su da bir denizdir. Ulvî ve süflî olarak ikiye ayrılmakla da bir deniz iki olmuştur. Yani Allah, iki deniz salıvermiştir;

“Sen, inkarcılara uyma, onlara karşı olanca gücünle savaş. Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da, karışmalarına engel olan bir sınır koyan Allah’tır. İnsanı sudan yaratarak, ona soy sop veren O’dur. Rabbin her şeye Kadir’dir.”[50]

“O, iki doğunun Rabbidir, iki batının Rabbidir. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız. Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız. Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Denizde yürüyen dağlar gibi gemiler O’nundur. Öyleyken Rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?”[51]

Bu denizlerin suyu, birbirine eşit değildir. Biri tatlı ve içimi hoş, diğeri acı ve tuzludur. Yani farklı hayat kanunlarına tabidirler. Aralarındaki bir engelden dolayı da birbirlerine asla karışmamaktadırlar. Onlarda pek çok nimetler vardır. İnsanların yemeleri için et ve meyveler, akan sular, süslenmeleri için inciler vardır. Ancak dünya denizindekiler geçici ve az, âhiret denizindekiler ise daha kalıcı ve hayırlıdır.

Kur’ân, ilk hayatı bir denize, ikinci hayatı başka bir denize benzettiği gibi, ikisi arasındaki dirilme gününü de gemilerin demir attığı iskeleye benzetir. İskele, ilk denizdeki bu hayatın son durağıdır. Tabi her toplum, bu denizde ayrı gemilerde bulunur. Peygamberlerin oluşturdukları toplumlar ise, ‘Allah’ın adı’ ile yürüyen başka bir gemidedir. Hz. Nuh, gemisini ilâhî vahyin kontrolünde yapmıştı. İnkarcı ileri gelenler bu gemiyle alay ederlerdi. O da: “Bizimle alay ediyorsunuz ama, biz de sizinle alay edeceğiz; rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz” demişti. Sonra inananlar bu gemiye binmişlerdi. İnanmayanlar ise boğulmuşlardı. Allah Nuh’a şöyle vahyetmişti;

“Onun yürümesi ve iskeleye varışı Allah’ın ismiyledir.”[52]

Kur’ân’a Onaylatılan Bilim ve Keşiflere Örnekler:

1-Tıp

Herkes Tıp biliminin konu edindiği araştırmaların, insanlığın yararına olduğunu bilir. Ve her mümin de, Allah’ın tabipler tabibi olduğuna inanır. Öyleyse, “Allah insanların yararı için indirdiği kitabında, Tıptan niçin bahsetmesin! Neden ona yön vermesin, esaslarına işaret etmesin!” diye düşünebilir misiniz? Kimilerine göre, Kur’ân-ı Kerim en az elli ayetinde bizzat Tıp biliminden söz etmektedir! Gerçi tıp kelimesi Kur’ân’da hiç kullanılmamaktadır. Ama olsun. Söylenişte ona yakın olan, Tâbe ve Tûbâ gibi kelimeler var. İşte bu kelimelerle, Tıp kelimesinin kökü olan T-B-B arasında ilişki kurulabilir! Tabi bu kadar geniş düşünürseniz; “Bu elli ayetin meal ve açıklamaları size müstakil bir Tıp kitabı yazdıracak kadar geniş bir alanı kapsayabilir”! [53]

Kur’ân, “Yiyin, için, fakat israf etmeyin”[54] yahut, “Balda insanlara şifa vardır”[55] gibi bazı genel sağlık yasalarından söz etmektedir. Bunlar Tıp biliminin omurga prensipleri görülebilir. Fakat Kur’ân’daki bu bahisler, okuyucuyu asla kitabın gündeminden uzaklaştıracak yoğunlukta değildir. Bu bahisler, belirleyen sözlere geçiş sağlayan uyaran sözlerdir. Kaldı ki bu ifadeler Tıp biliminin keşfedeceği şeyler alanına da girmez. İlk muhataplarının ve her seviyedeki insanın anladığı sadeliktedir. Fakat gariptir ki kimi çağdaş yorumcuları rahatsız eden de işte bu kolaylıktır. Onlara göre mucize bir kitap bu kadar kolay olmamalıdır. Günün gerisinde kalmamalı, onu geçmelidir. Modern çağda mucizeler yaratan Tıp bilimini de diğer bilimleri ve keşiflerini de kapsamalıdır.

2-Taşkömürü

Bilimsel tefsir yanlısı yorumcunun amacı Kur’ân’ın bir mucize kitap olduğunu söyleyebilmektir. Bu nedenle bilimsel her hangi bir sonuç arar. Taş kömürünü bulur. Taşkömürü, ağaç, bitki ve fosillerden oluşmuş inorganik bir yakıttır. Yorumcu bu bilgiyi yükleyebileceği bir ayet arar. Amacı taş kömürünün oluşumunun, insanların keşfetmesinden şu kadar yıl önceden Kur’ân’da haber verildiğini söylemektir. Ama, Kur’ân metninde, taşkömüründen bahsedilmez. Onu oluşturan, ağaç ve bitkiden de. Fakat, modern yorumcunun bulması zor olmaz. Arar ve şu ayeti bulur;

“Ve O ki otlağı çıkardı ve sonra onu kupkuru siyah bir çöpe çevirdi.”[56]

Yorumcu, ağaç ve bitkiyi otlak kelimesine, kömürü de siyah kelimesine katar. Böylece ağaçlardan taş kömürü yapar. Oysa bu uyaran bir sözdür. Ayet, Kur’ân’ın ilkbahar ve sonbaharı tasvir ettiği bir bölümden alınmıştır. Konu, öldürme ve diriltmedir. İlâhi kudretin büyüklüğü anlatılmaktadır.

3- Kâinatın Genişlemesi

Kâinatın her yöne doğru genişlediğini ve bu genişlemenin halen sürdüğünü Edwin Huble 1920 lerde keşfetmiştir. Bilimsel tefsir yanlıları, bu kozmolojik keşfin, Dr. Huble’den on dört asır önce Kur’ân’da mucizevi bir biçimde belirtilmiş olduğunu ifade ederler. İlgi kurulan ayet şudur,

“Göğü, sağlam bir şekilde biz kurduk. Evet, vâsiûn da biziz.”[57]

Onlara göre ayette geçen vâsiûn kelimesi genişletme anlamındadır. Bu durumda yukarıdaki ayetin anlamı; “Göğü, sağlam bir şekilde biz kurduk, genişleten de biziz” biçiminde olur. Oysa vasi’ kelimesi Kur’ân’daki kullanımlarında; kuşatmayı, güç ve kudreti yetmeyi ifade eder;

“Hükümranlığı gökleri ve yeri kuşatmıştır (vesia)”[58]

“Allah bir kişiyi ancak gücünün yettiği (vüsa) ile yükümlü tutar.” [59]

Gökten bahseden ayette anlatılan da, Yaratıcının kudretindeki vüsattır. Yani ayette;“Göğü, sağlam bir şekilde biz kurduk. Evet, gücü yeten de biziz” denmektedir.

Keşiflere Öncü Gösterilen Ayetler

Bilimle tefsir yapılabileceği iddialarının hepsi bu kadar da değil. Henüz keşfi tamamlanmamış bazı konulara bile vahyin, öncülük ettiği iddiaları vardır. Ancak vahyin bunu direkt değil bazı işaretlerle yaptığı söylenir. Bu bilimsel işaretler daha çok peygamberlere verilen mucizelerin anlatımından çıkarılır.

Mesela, bilim henüz, maddenin ışınlama yoluyla bir yerden başka bir yere nakledilmesini başaramadı. Oysa, bilimci yorumcular, Kur’ân’da anlatılan Süleyman peygamberle ilgili kıssada, madde nakline ilişkin işaret bulurlar. Yemen tarafında kraliçe olan Belkıs’ın tahtı, göz kırpma süresinden daha kısa bir anda, Kudüs yöresinde bulunan Süleyman peygambere getirilmiştir.[60] Bilimsel tefsir eşiliminde olan yorumcular bunu Kur’ân’da ışınlamaya bir işâret olarak görürler.

Yine, çok konuda başarılı adımlar atan Bilim, henüz koku naklini gerçekleştirememiştir. Oysa, bilimsellik taraftarı yorumcular, Kur’ândaki bir kıssada koku nakline işaret bulmuşlardır. Bu kıssaya göre, Yakup aleyhisselam, oğlu Yusuf’un gömleğinin kokusunu çok uzaklardan alabilmiştir;

“Kervan, memleketlerine dönmek üzere ayrıldığında, babaları: “Doğrusu ben Yusuf’un kokusunu duyuyorum; ne olur bana bunak demeyin” dedi.” [61]

Yakup peygamber Kenan diyarında, Yusuf peygamber ise o anda Mısır’dadır. Bu kıssanın Kur’ân’da anlatılması bilimsellik taraftarlarına göre, koku nakline işaret görürler. Eğer ilim ve teknikte çalışıp ilerlesek ses ve görüntü gibi, belki kokuyu da uzak mesafelere anında nakledebiliriz” derler.[62]

Bir başka iddiaya göre de; Kur’ân’da henüz anlaşılamayan bazı ayetler vardır. Bu anlaşılamayan ayetler daha ileride, bilimin bize bahşedeceği yeni teknolojik imkanlarla anlaşılabilecektir. Nitekim, bir yorumcuya göre, biz Mülk Suresindeki şeytanların yıldızlarla taşlanmasını anlatan ayetin ne demek istediğini şimdilik bilemiyoruz. Yorumcu anlayabilmemiz için, bilim ve teknolojinin gelişeceği gelecek zamanı beklememizi önermektedir.[63]

Oysa şeytanların yıldızlarla taşlanmasının Kur’ân’daki hikâyesi şöyledir. Yakın gökten bahseden bazı bölümlerde, şeytanların burayı dinlediklerine atıfta bulunulur. Ancak burası, lambalarla ve gezegenlerle donatılmış, böylece şeytanlardan korunmuştur;

“Ant olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık.”[64]

“Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.”[65]

“Onları, racîm her şeytandan koruduk”[66]

“Biz o yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık. Ve her türlü âsi şeytandan koruduk.”[67]

Bu şeytanlar racîm’ dir. Racîm hem atan ve hem de atılan anlamına gelir. Kelime, istiâre yoluyla zan ve vehimle atmak anlamında da kullanılabilir. Bilinmeyen konularda gelişi güzel konuşmaya racmen bilgayb denir. “Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi.” diyecekler. şunu da diyecekler: “Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.” bilinmeyen şey hakkında atıp tutarak (racmen bilgayb)”[68]

Gaybı bilmediği halde, işkembeden atan kimse de racîmdir. O zaman racîm, hevâ ve hevesine uyarak saçma sapan söz eden, zan ile konuşan, konuşmasında sebep sonuç ilişkisi bulunmayan, indî hükümler veren demek olur. Artık onlar, meleklerden oluşan yüce topluluğu dinleyemezler. Her taraftan atılarak orayı dinlemekten uzaklaştırılırlar;

“Onu, inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır.”[69]

“Doğrusu onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır.”[70]

Bu nedenle yakın gök, artık gayb, onlar için hakkında haber uydurma, atma yerleri olmuştur. “Ant olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabı hazırladık.” Böylece şeytanların yakın gökte yüce topluluğun konuşmalarını dinlemeleri, gayba muttalî olmaya, İlâhî takdîr ve plânı almaya çalışmalarından kinâye olduğu anlaşılmaktadır.

Bilimsel Yöntemin Mantığı

Acaba, tefsir usulünü zorlayan, Kur’ânı modern bilimlerle bu denli yoran bilimsel tefsir arayışının mantığı nedir? Eşyanın nesnelliğini konu edinen bilim, neden helal ve haramı konu edinen vahye katılmak istenir? Kur’ân’ın geleneksel tefsir tarzındaki bu usul kırılmasının, daha doğrusu bu usulsüzlüğün bazı sebepleri bizce şunlardır.

1- Bilim hayranlığı: Bazı modern yorumcular; halkın keşiflere olan tepkisini azaltmak, yahut inançlı kesimin bilime karşı olan şüphelerini gidermek çabasıyla bilimselliğe kaymış olabilirler.

2- Uyum arayışı: Bazı bilimsellik yanlıları, bilimsel yorumlarıyla, Allah’ın ayetleri olan sözü ile, yine O’nun ayetleri olan tabiat arasındaki münâsebeti arıyor olabilirler.

3- Kur’ân’ın içeriği: Kur’ân, hiçbir şeyi eksik bırakmayan, yaş-kuru her şeyi içine alan, her şeyi açıklayan[71] kitap(lar)dan söz eder. Oysa, eksik bırakmayan, yaş-kuru her şeyi içine alan kitap, Kur’ân değil levh-i Mahfûz’dur.[72] Peygambere indirilen kitabın açıkladığı da bilim ve teknoloji değil, elbette hikmete dâir olan her şeydir. Çünkü ayette açıklama anlamında kullanılan kelime tibyândır. Bu da kapalı bir biçimde anlatmak değil, aksine kapalılığını gidermek demektir.[73] Ama, kimi yorumcular, bu kitabın Kur’ân olduğunu düşünerek bilimsel yorum işini kendilerine bizzat Kur’ân’ın bir görev olarak yüklediğini düşünmüşlerdir.

4- Savunma psikolojisi: Son iki yüzyıldır, teknolojideki baş döndürücü hız, bütün dünyada dine talebi azaltmıştır. Teknolojik imkânların sunduğu şatafat, artık insanlığa dinin modasının geçeceği kaygısı vermektedir. Bazı yorumcular, mukaddes kitaplarının çağ dışı kalacağı endişesi ile böyle bir tarzı tercih etmiş olabilirler.

5- Taklit hastalığı: Batıda din, keşifler karşısında zor durumda kalmıştır. Dini kurumlar, devleşen Bilim karşısında gittikçe kan kaybeden inancı, savunamaz haldedir. Bu ikilinin bir yerde barışmaları ya da ateşkes ilan etmeleri gerekiyordu. İkincisi oldu. Batı için doğru olan da buydu. Çünkü onlarda din, bilimin sahasına tecavüz ederek ağır cezalık suç işlemişti. Bilimle barış isteyecek yüzü kalmamıştı. İslâm dünyasında dini yapılanma Batıdan çok farklı olsa da iletişim bu farkı gittikçe azaltmıştı. Batıda olup biten her şey İslâm coğrafyasına sorgusuz ithal edilmişti. Bu talep kimi kesimlerde tutku derecesine de ulaşmıştı. İşte bunlar, geçmişte kendilerinde de din-bilim kavgaları olmuş gibi, taraflara ateşkes teklif etmek istediler. Fakat tutmadı. Çünkü devletleşerek kurumlaşan bilim, kendisine muhatap kurum bulamadı. Batıdaki gibi İslâm dünyasında dini kurumlar yoktu. Bu sefer taraflar arasında barış gündeme geldi. İşte İslâm coğrafyasında varsayılan bilim-din savaşına son verecek sanal barışı bazı bilimsel tefsir yanlıları üstlendi. Kutsalın köklerine inerek Kur’ân’a gittiler. İnsanların saygı duymaları için; onu bilimle barıştırmak, yahut keşifler karşısında yüceltmek, müthiş göstermek gerekiyordu. Öyle de yaptılar.

6- İcaz arayışı: Kur’ân’ın inanç dünyasındaki başarısı nereden kaynaklanıyordu? Acaba onun gizemli üslubu mu insanlar üzerinde etkili olmuştu? Zâhir ve bâtın anlatımlarında mı mucizydi? Yoksa insanlığa rehberlik ettiği yolun haklılığı mı kendisini kabul ettirmişti? Yahut gelecekten haberler vermesi mi? Kur’an, ruhi tekamül de mi mucizedr, yoksa teknolojik tekamülde mi?

Klâsik dönemde, Kur’ân’ın kalpleri fethetmedeki başarısı onun mucize oluşunda, mucizeliği de genelde üslubunda aranmış ve bu yönde çok da eser kaleme alınmıştı. İşte çağdaş bazı yorumcular da, bu başarıyı yine onun mucize oluşunda gördüler. Ancak bu mucizeliği eski yorumcular gibi üslubunda değil, daha çok gelecekten haber verme özelliğinde aradılar. Sonra da onu gelecekten haber veren bilimle yarıştırdılar.

Bizce modern mantığın altında yatan gerçek sebep, bu sonuncusudur. Kur’ân’ın mucizeliğini bilimsellikte arama çabasıdır. Bilimsel tefsir taraftarlarının hemen hepsinin hareket noktası şudur: ‘Kur’ân, son peygamberin kıyamete kadar yaşayacak bir mucizesidir. Mucizelerin konusu da, gösterildiği çağda en çok rağbet gören şey cinsinden olurdu. Bu çağda en rağbet gören şey de tartışmasız bilimdir. Bu durumda, Mucize Kur’ân da, bilim çağında da bilimi aciz bırakabilmelidir. İndirildiği çağda her sınıftan insanların bildiklerini geçtiği gibi, bugün de bilim adamlarının bildiklerini geçmelidir.’

İşte bu düşüncelerle hareket eden, modern mantık, bilimi övme sadedinde şunlar söyleyecektir: ‘Kur’ân, okuma demektir. İlk ayet okumaktan söz eder. İlk emri de okudur. İlk surede kaleme dikkat çekilir. Yani pek çok ayet bilimi teşvik hatta ona öncülük eder.’

Daha sonra da, müteşâbih olarak görülen ayetlerden örnekler sergileyecekler, aradıkları anlam bir ayette yoksa bile, gerekli anlam yüklenecek ve şöyle denecektir; “Hakikat şudur ki Kur’ân-ı Kerîmde birçok ilmî gerçeklere, birçok tabiat kanunlarına işâret edilmiştir. Ancak Kur’ân, bunlara sadece bir mucize olarak işaret yapmış ve hiçbir zaman ilimle çatışmadığını göstermiştir. Ondaki kevnî hakîkatler ana prensipler halindedir. Öyle ki hiçbir buluş onu nakzedemez. Yalnız Kur’ân’ın işaret ettiği hakikatleri anlayabilmek için müsbet ilimlere iyice vakıf olmak ve Kur’ân’ı iyice düşünerek tetkik etmek gerekir.”[74] “Kur’ân-ı Kerim, beşeri gelişmenin çok ileri derecesini gösteren fenni keşiflere işaret etmiş, böylece onları keşfedilmezden çok önce bildirmekle, gaybdan haber vermiştir. Ancak bu işaretler o keşiflerin tekniğini öğretmesi anlamında değil, kuvvetli sezgi ve kavrayış gücü olan kimselere şimşekvari işaret vermesi anlamındadır.”[75]

K. Kerim, bu fenni keşifleri neden doğrudan bildirmez de işaretle yetinir? Açıkça değil de; batınî, işârî ya da müteşâbih (!) olarak bildirir? Onları apaçık bildirseydi de inananlar tez elden geliştirip, insanlığın hizmetine sunsalardı ya? İşte bu sorulara verilen cevap aşağı yukarı şöyledir. K. Kerim on dört asır önce gönderilmiş bir kitaptır. Bugün istifade ettiğimiz radyo, elektrik, uçak gibi fenni keşifler ise, son birkaç yüzyılın mahsulüdür. ‘Dünya dönüyor’ dediğinden dolayı Galile’nin kilise tarafından engizisyon mahkemesine verildiğini hatırlayacak olursak, Kur’ân’ın bu tür fenni keşifleri neden doğrudan bildirmeyip işaretle yetindiğini anlarız.[76] Demek ki Kur’ân-ı Kerim, fenni keşifleri işaretle değil de açıkça belirtseydi kim bilir Galile’nin başına gelenler onun da başına gelebilirdi…

Şimdi Kur’ân’ın bütün bilimleri ihtiva ettiğini, yahut bazı ayetlerin ancak çeşitli keşiflerden sonra anlaşabileceğini ileri sürenlere şunları soralım;

1- Kur’ân’ı, doğal ortamdan bilimin tartışma ve deney ortamına çekmekle, onun hidayete olan rehberliğini unutturma yanlışına düşmüş olmuyor musunuz?

2- Bilimsel araştırmaların yanılan, değişen ve yenilenen karakterinden dolayı, zamanla yalan söyleyen bir Kur’ân’la baş başa kalmış olmaz mısınız? Nitekim bir zamanlar bilim yerkürenin dönmediğini söylüyordu. Bilimsel yorumcu bu fikri Kur’ân’a onaylattırmıştı. Şimdi de döndüğü yolundaki kanaati onaylatılıyor.

3- Siz Kur’ân’da fen ve teknolojiye işâretler gösterirseniz, başkalarının da bilimle çatışan bazı ayetler arama hakkı doğmaz mı? Böylece daha önce Batının yaşadığı din-bilim kavgalarına davetiye çıkartmış olmaz mısınız?

4- Sizce, Bilim ve teknoloji, bu biçimiyle tek doğru ve hak mıdır? Bilim, Allah sözünün kendisini hedef göstermesine layık mıdır? O kadar masum mudur teknoloji? Modern kirlilik, Mukaddes bir Kitabın istediği sonuç mudur?

5- Bilimsel tefsirler neden hep keşiflerden sonra yapılıyor? Başlama noktası sadece Kur’ân olan bilimsel bir tefsir sonunda keşfedilen hangi buluş var? Kur’ân bütün bilim ve keşifleri ihtiva ediyorsa, siz bilimsel yorum yanlıları neden Kur’ân’dan sadece bazılarını çıkarmakla yetiniyorsunuz?

6- Neden ayetleri seçerek sadece bazıları üzerinde bilimsel izahlarda bulunuyorsunuz? Kur’ân’ın tamamını bilimle tefsir edebilir misiniz?

7- Edebî dili, laboratuara sokabilir misiniz? Kur’ân-ı Kerîm, yedi gök ve ölü yer der. Laboratuar bu deyimleri nasıl karşılar? Onlardan ne anlar? K. Kerim, bulutların rüzgârlarla sürüklenerek, ‘Ölü’ bir yere gelip orayı dirilttiğine temas eder. Der ki; “Onu ölü bir beldeye sevk ettik…”[77] “Onu ölü bir beldeye yollarız.”[78] Kur’ân’ın diline, bilimsel anlam yüklemeyi sevenlerin, bu anlatımlarda bir sorunla karşılaşacakları tabiidir. Çünkü burada, yağmurun topraktaki ölü şeyleri canlandırdığı ifade edilmektedir. Oysa, o canlanan şeylerin, daha önceden ölü olduğunu, laboratuar tasdik etmeyecektir. Gözle görülemeyecek kadar küçük olan canlı zerrelere, ölü diyemeyenler, bu durumda laboratuarda incelemeye aldıkları vahyi yanlışa mahkum etmek zorunda kalacaklardır.

Oysa yukarıdaki ayetlerin anlatmak istediği şey, her seviyedeki insan için gayet açıktır. Gözümüzle cansız gördüğümüz bir toprakta, bin bir çeşit bitki tohumu yağmurlarla nasıl hayat buluyorsa,[79] toprağa gömülmüş insanlar da, gelecek hayat için, öyle hayat bulacaklardır. Nitekim yukarıdaki iki ayet şöyle son bulur:

“Ölümden sonra dirilme de işte böyledir.”

“İşte ölüleri de böyle çıkaracağız.”

Edebî Dil, Laboratuar Dili

İnsanlar farkında olmadan iki ayrı dil ile konuşurlar. Bu her ulus için böyledir. Biz bir işe geç kalındığını anlatmak için, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” deriz. Yorgunluğunu ve bitkinliğini ifade etmek isteyen birisi, “öldüm” diyebilir. Çok dertli olduğunu belirtmek isteyen kimse, “Derdimi söylersem, Gün durur bulut ağlar” diyebilir. Bu sözlerdeki ikinci tip söyleyişlerde laboratuar mantığı aranmamalıdır. Yani, gerçekte “Üsküdar’ı geçen bir atlı” bulunmamaktadır. Yorgun kimsenin “öldüm” sözündeki kastı da elbette biyolojik bir ölüm değildir. Dertli kimse için, “Günün durması ve bulutun ağlaması” da elbette ancak bir mecaz olarak düşünülebilir.

Oysa pek çok bilimsel tefsir yanlıları, yukarıdaki gibi mecazları, gerçek anlamda ele alırlar. Bunlar belirleyen sözlermiş gibi, hükümler çıkarırlar. Bunun ilginç bir örneği Tevrat’taki bir ayetin, yorumuyla ilgilidir. Tevrat’ta, bir gün İsrâiloğulları için Rabb’in de cenk ettiği anlatılır. İşte o cenk günü Yeşû Peygamber şöyle der;

Dur, ey Güneş, Gibeon üzerinde;

Ve Ay, sen Ayyalon deresinde.

Eski Ahit, peygamberin bu yakarışı üzerine, millet düşmanlarından öç alınıncaya kadar, Güneşin durduğunu ve Ay’ın yerinde kaldığını yazar.[80] Yani, her zaman gün boyunca hızla dönen Güneş, bu savaş gününde gerçek anlamda dönmez mi olmuştur? Böyle bir durum için, mecazı bilmemek ve sözün akışındaki şiirselliği göz ardı etmek gerekir. İlginçtir ki, Luther, Copernic’in evrenin sistemi teorisini saçma bulurken kutsal metindeki bu delile dayanmaktadır. Bu ayete dayanarak, dönen şeyin aslında Yerküre değil, Güneş olduğunu iddia etmiştir.

Yine dini geleneğe göre; Havva, eşi Adem’in eğe kemiğinden yaratılmıştır. Batılılar, Mukaddes kitaptaki konuyla ilgili bir bölümü, nesnel anlamda aldıklarından, zamanla kadının bedensel olarak, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığına inanmışlardır. Bu inanç, sonraları laboratuar bilgisine karıştırılarak, erkeğin bir kaburgasının noksan olduğu bilgisine (!) de varmıştır. Tıp ilminin otopsiyi keşfetmesiyle, bu bilginin doğru olmadığı görülünce, bilimin, dini yendiğine inanılmıştır.

Bilimsel tefsir yanlısı çağdaş yorumcular da, on dört asır önceki insanların bilip bilemeyeceklerine bakmadan, Kur’ân’daki alak kelimesini laboratuardan alınan embriyo ile tercüme etmişlerdir. Oysa ilk müfessirlere göre insanın yaratılışının ikinci aşamasına[81] işaret eden bu kelime, etimolojik olarak; “Bir yere tutunmak” anlamındaki A-L-K kökünden gelmektedir. Bu maddenin sülüğümsü bir görüntüsü olduğu için böyle denmiş, Türkçe’ye de kan pıhtısı olarak tercüme edilmiştir.

Bu duruma bir başka örnek de inşakka kelimesidir. Kur’ân, elli dördüncü Surenin ilk ayetinde; ‘İnşakka’l-Kamer’ der. Bu formun harfi harfine anlamı, ay yarıldı demektir. Bazı yorumculara göre burada anlatılan, gök ayının Peygamberin bir parmak işaretiyle mucize olarak iki parçaya bölünmesidir. Bu ayetten ayın gelecekte yarılacağını anlayanlar da vardır.[82] Kimine göre anlam daha farklıdır. Çünkü bu ayetin Kur’ân tertibindeki ve nüzul sırasındaki yeri incelendiğinde, aslında peygamberden mucize isteyenlerin kınandığı görülür. Ayrıca, varsayılan yarılma olayının bir gece vaktinde ve tanıklarının da az olduğu rivayet edilmektedir. Oysa mucizeler, önceki peygamberlere tanıklarının çok olabileceği gündüz vakitlerinde ve de tekrarlanarak verilirdi. Kaldı ki, Kurânın üslubunda ayın yarılması değil bizzat kendisi bir mucize olarak sunulmaktadır. Bu nedenlerle, ‘İnşakka’l-Kamer’ formundaki yarılma gerçek değil, mecazidir. Bu, iş açığa çıktı, olay vuzuha kavuştu anlamında bir deyimdir.[83] Burada, vuzuha kavuştuğu belirtilen şey ise, son uyarıcının gelmesiyle yaklaştığı kesinleşen kıyamet saatidir. Nitekim ayette şöyle buyrulur;

“Saat yaklaştı Ay yarıldı.”

Kamer Suresinin nüzul sırasındaki yerini, ayetin söz akışındaki anlam örgüsünü, varsayılan yarılma olayı ile ilgili haberlerin zayıflığını, Kur’ân’ın Hz. Muhammed’e mucize verilmesi bahsindeki olumsuz tutumunu ve doğal olay ve varlıkların zaten birer mucize sayılması gerektiğini, göz önüne alırsak son tefsiri tercih etmemiz gerekmektedir. Ay yarıldı. Yani son uyarıcı geldi. İş açığa çıktı, kıyamet saati yaklaştı.

Şimdi Kur’ân’daki bu ifadenin, yirminci asır insanının Ay’dan toprak getirmesiyle ne alakası olabilir demeyin. Modern tefsir yöntemi ruhlara öyle bir sinmiştir ki kimde ve ne zaman patlak vereceği belli olmaz. Bakınız yorumcu ne diyor;

“Sözü tefsir içi bir tartışmaya sokmadan söyleyelim: Biz bu “hikmet” omurgalı Kur’ân ayetini insanlığın aya inişini ifadeye koyduğunu düşünüyoruz. Ayetin esprisine, tarihsel ve bilimsel gerçeklere uygun olan da budur. Ay’ın yarılması, insanlığın Ay’a inişinin ve oradan bazı kaya parçalarını alarak dünyaya dönüşünün sembolik bir anlatımıdır. Yani bu “mucize”, insanlığın Ay’a indiği 1969 yılında tecelli etmiş ve Kıyametin iyice yaklaştığını gösteren bir belge olarak önümüze konmuştur.”[84]

Aslında Kur’ân-ı Kerîm, doğal varlık ve olaylarla tefsîr edilebilir. Çünkü onlar da birer ayettir. Bu durum kitabı anlamayı kolaylaştırıp hızlandırabilir de. Dahası, bu işi yapmamızı bizzat Kur’ân’ın kendisi de istemektedir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta vardır. Öncelikle bilinmesi gereken bu nokta şudur: Dil, laboratuara sokulamaz. Çünkü, dilde teşbih ve temsiller vardır. Deyimler vardır. Akıl yanlış sözlük yabancı bulsa, hatta bilim yanlış görse de dil yaygın olan bir kullanımı tercih edebilir. Bazen dildeki bu yaygın yanlış, en değerli sözlüğe bile tercih edilebilir. Dahası dilde bir çok sanatlar vardır. Laboratuar, bütün bunlara yabancıdır. Dil disiplinini oluşturan mantık, matematiksel mantığa sıkıştırılamaz. Şayet vahiy, Fiziksel Bilimlerin dili sayılan laboratuarla tefsir edilirse, dil laboratuarda bilimle yarıştırılmış olur. Bu durumda, yarışma din adına yapılsa da bilime yenilen ya da onu yenen din değil, dil sayılmalıdır.

Sonuç

Din rehberi olan bir kitapta peygamberliğe hiç de gerekli olmayan bilimsel ve teknolojik anlamlar aranmamalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim bu tür bir arayışı kınamaktadır. Arapların ayın değişen astronomik şekilleri üzerine bir sorusuna Kur’an şu cevabı verir;

”Sana yeni ayları soruyorlar. -De ki: “Onlar, insanlar ve hac için, zaman ölçmeye yarar. Evlerinize arka taraflarından girmeniz iyilik değildir. Fakat iyilik, dindar davranmaktır. Öyleyse, evlere kapılarından girin.”[85]

Kapılar giriş yerleridir. Doğru olan, bir yere kapısından girmektir. İşte buradan hareketle bir mecaz yapılarak; ‘Bir şeye nüfuz etmenin doğru yolu, onun kapısıdır’ denilir. O zaman, ‘eve kapısından girmek’, meseleye doğru yaklaşmak demek olur. Bu nedenle, birisini doğru yola yönlendirmek isteyen kimse, bir mesel söyler gibi, ‘İşi kapısından girerek yapmalısın’ der. Yukarıdaki ayette de işte bu deyim kullanılmıştır. Evlere arkalarından girmeyin demek, kinaye ile, yanlış yol ve üslubu terk edin demektir.[86] Yanlış yol elbette Astronomiye ait bir konuyu Peygamebere sormaktır.[87]

Kaldı ki, bilimle yorumlama anlayışının, peygamberliğin ilk üç asrına indirilebilecek bir delili de yoktur. Kur’ân’nın muhtevasını herkesten iyi bilen sahabe ve ondan sonra gelen iki nesil, dünya ve âhiret ahkâmı dışında, Kur’ân’ın bütün ilimleri içerdiğine dair bize bir görüş nakletmemişlerdir.[88]

Tanımlamaları devamlı değişebilen astronomi, tıp, biyoloji, matematik, fizik ve kimya gibi bilimleri, hikmetleri asla değişmez bir kitaba yüklemek onu gündeminden uzaklaştırır.

Kur’ân’ın bilimle tefsiri, geleneksel tefsir kurallarını iptal ettiği gibi ayrıca evrensel yorumlama yöntemlerine de asla sığmamaktadır. Bu durum, mukaddes metnin kelimelerini istenildiği gibi eğip bükmeye sebep olmakta, dil ve filoloji açılarından Kur’ân’ı zorlamakta ve yormaktadır.

Bilimsel tefsir yaklaşımları halka hoş gelebilir. Bu anlayışa sıcak bakan ve hatta yer yer bu yöndeki yorumlara katkıda bulunan, iyi niyetli, bilim adamları da bulunabilir. Onlar, Kur’ân’ı yakından tanımadıkları için bu konuda mazur da görülmelidirler. Fakat Kur’ân’ın dil ve üslûbunu bilenlerin bilimsel yaklaşımları birer talihsizlik sayılmalıdır.

Sözün burasında, şu gerçeği de ifade emek gerekir. Batı dünyası, İslâm alemine karşı mağlupken tenzîlî ayetlerde bilim ve teknoloji arıyordu. Sonra uyandı ve bilim ve keşifleri tekvini ayetlerde aramaya başladı. Şimdi muzafferdir. Fakat bu sefer tenzîlî ayetlerde bilim arama yanlışına İslâm dünyası düşmüş görünüyor. Böyle oldukça da Batı karşısında sosyal hüsran ve mağlûbiyeti sürecektir.




[1] Haşr, 59/22.

[2] Lokman, 31/34.

[3] Enâm, 6/50.

[4] Cin, 72/25-26.

[5] Bakara, 2/25.

[6] Kur’ân’ın sürekli anlamında kullandığı kelime ‘Huld’dur. Uzun zaman kalıcı olmaya da ‘Hulûd’ denilir. Kelime, hem uzun zaman için, hem de sonsuzluk için kullanılır. Yaşlandığı halde saçları ağarmayan, dişleri dökülmeyen kimseye de ‘Muhlid’ denir.

[7] Nebe’, 78/21-25.

[8] Âl-i İmrân, 3/133.

[9] Muhammed, 47/15.

[10] Kur’ân’da, üç ayrı terim ile ‘Ant’ yapıldığı görülür. Bunlardan birisi ‘Yemin’ diğerleri ise, ‘Hulf’ ve ‘Kasem’ terimleridir. Bazen de bu kelimeler gizlenir. Ama onlara işâret eden ‘Vav’, ‘Be’, ‘Te’ ve ‘Lâm’ harflerinden biri getirilerek ant edilir. Kur’ân’ın yaptığı ant, yemin ve hulf değil, kasemdir. Kur’ân, kendisinin yaptığı antlarda, yemin ve hulf terimlerini değil, ‘Kasem’ terimini kullanmaktadır. İnsanların güç gösterisinde bulunmak için ‘Yemin’ etmeleri gibi ant etmez. Toplumsal birlikteliklerini sergilemek için yaptıkları antlaşmalar gibi ‘Hulf’ de etmez. Fakat ‘Kasem’ eder. Yani sözünü kesin olarak tayin edip, muhatap tarafından iyi bilinen bir tanıkla açığa çıkarır. Kur’ânın yaptığı kasemin, bir yemin ve hulf anlamında değil de, bir kesinlik ve tahkik anlamında olduğu ‘Ve le kad’ gibi tahkik harflerinden de anlaşılmaktadır. Eğer İlâhın kendi zâtına ant etmesi bir sorun görülüyorsa, bu ifâdelerdeki cemi zamirlerinin kast ettiği delâlete dikkat edilmelidir. Bu ayetlerde ant eden şahıs zamiri tekil, ant cevabındaki zamir ise çoğuldur. Yani ant eden Allah’ın Zâtı, Tanık Gösterilen ise O’nun kudretidir. Bu nedenle İlâha isnat edilen antlarda, ant eden özne tekil, fakat andın cevabındaki özne çoğuldur. Putperestlerin tapındıkları bazı şeylerle ant yapılmış olması da bir sorun görülebilir. Oysa putperestler, pislik böceği ve kaplumbağadan Ay ve Güneşe kadar, her cins eşyadan put seçmişlerdir. Gelecekte de seçeceklerdir. Yani üzerinde ittifak ettikleri muayyen bir varlık yoktur. Bu nedenle onların inançları hiç kâle alınmadan; yaratılışında muhkem ve sağlam olması cihetiyle insanların belleğinde ilâhi kudrete daha güçlü bir ayet teşkil eden, faydaları cihetiyle de bütün insanlar arasında maruf ve meşhur olan şeylerle yemin edilmiş olabilir. Doğrusunu bilen Allah’tır.

[11] Âl-i İmrân, 3/4.

[12] Âl-i İmrân, 3/54.

[13] Fetih, 48/6.

[14] Hakka, 68/17.

[15] Şems, 91/1.

[16] Fâtiha, 1/4.

[17] Nitekim müşebbihe fırkası bu çelişkiye düşmüştür.

[18] Hadîd, 57/3.

[19] Hadid, 57/4.

[20] Bakara, 2/22.

[21] Mâide, 5/100.

[22] Sâd, 38/58.

[23] Nisâ, 4/157.

[24] “Ona dilediği gibi kaleler, heykeller (timsal’in çoğulu) havuzlar kadar leğenler, sabit kazanlar yaparlardı.” Sebe, 34/13.

[25] Ankebût, 29/41.

[26] Şûrâ, 42/11.

[27] Nahl, 16/60.

[28] Nahl, 16/74.

[29] Bakara, 2/24.

[30] Nahl, 16/74.

[31] Haşr, 59/21.

[32] Ankebut, 29/4

[33] Metafizik konularla ilgili olmadıkları halde kastı ve ifade tarzı tamamıyla teşbihi (allegorical) olan bir çok Kur’ân pasajını da dikkate almak gerekir. Bu şekildeki müteşâbihatın (allegory) mahiyeti ve fonksi­yonuna gerekli dikkat gösterilmeden müteşâbih konusunun doğru şekilde anlaşılması mümkün olamaz. Gerçek bir müteşâbihat, -doğrudan terimlerle aynı kolaylıkla anlatılabilecek olan bir şeyin bambaşka renkli ifadelerle tasvirinden farklı olarak – karmaşıklığından dolayı doğrudan terimler yahut önermelerle yeterli biçimde ifade edilemeyen ve bu karmaşıklık sebebiyle, detaylı bir “ifadeler” serisi olarak değil de genel bir zihinsel imaj olarak ancak sezgi yoluyla kavranabilen şeyleri mecazi bir şekilde ifade etmeyi kapsar. “Allah’tan başka kimse müteşâbihin nihâî anlamını bilemez” ibaresinin anlamı da budur. Bkz. Muhammed Esed Kur’ân Mesajı, Âl-i İmrân 3/7. ayetin dipnotu.

[34] Râğıb el-Isfehânî, Müfredat, ‘M-S-L’ maddesi, Örnek olarak bkz; Nisâ, 4/157.

[35] Gâşiye, 88/17 Muhammed Esed şöyle diyor; “Ayette ‘Develer” anlamına gelen kelime ‘İbil’dir. Ama bu ismin aynı zamanda “Yağmur taşıyan bulutlar”ı anlattığı da unutulmamalıdır. Eğer bu terim ayette “Develer” anlamında kullanılmış olsaydı, ona yapılan atıf, öncelikle devenin, dikkat çekici dayanıklılığı, binme, yük taşıma, süt, et ve yün elde etme gibi çok çeşitli işlerde kullanılabilmesi ve çöl ortasında yaşayan insanlar için taşıdığı vazgeçilmezlik gibi sebeplerden dolay› kendileri için daima hayranlık duyulan bir nesne olarak Peygamber’in çağdaşı Araplara hitap etmiş olurdu. Ama “Develer”e yapılan atıf, anlamını, belirli bir çevrenin ve belirli bir zamanın insanları ile sınırlamış olacağından, burada hiç dikkate alınmamalıdır. Çünkü Kur’ânda, Allah’ın yarattığı evrenin olağanüstülüklerini gözlemlemek için yapılan çağrı, bütün zamanların ve bütün toplumların insanlarına yöneliktir. Bu nedenle, ibil teriminin burada “Develer” için değil, ama “Su ile yüklü bulutlar” için kullanıldığını varsaymak için bir çok neden vardır: Ayrıca, burada suyun buharlaşması, buhar›n göğe yükselmesi, yoğunlaşması ve sonunda yere düşmesi şeklindeki olağanüstü devrevi sürece işaret edilmiş olması, ne kadar hayranlık verici ve faydalı olsalar da “Develer”e yapılan atıftan çok, daha sonraki ayetlerde gökyüzü, dağlar ve yeryüzünün anılması ile daha fazla uyumludur. Bkz. Kur’ân Mesajı, Gâşiye Suresi, ilgili ayetin dipnotu.

[36] Bakara, 2/26.

[37] Hacc, 22/52.

[38] Hicr, 15/9.

[39] Yâsin, 36/1-2.

[40] Zümer, 39/23.

[41] Bkz; Rahmân, 55/10-77, Bakara, 2/58, A’râf, 7/161.

[42] Bakara 2/30.

[43] Nisâ, 4/43.

[44] Rahmân, 55/33.

[45] Bkz. Fethullah Han, Kur’ân ve Kainat Ayetleri, İstanbul ,1998, S. 65.

[46] ed-Doktor Abdulaziz el-Hayyât, el-İ’câzu’l-Kur’ânî, (el-Cumhûriyyetu’l-Irâkiyye Vuzâratu’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûnu’d-Dîniyye) Bağdâd 1990. Zikri geçen ayetteki sultan kelimesine verilen; hakimiyet ve ışık anlamları için bkz; Saffet Senih, Kur’ân ve İlimler, İzmir, 1995, S.7.

[47] Fahruddin er-Râzî, Tefsîr, ilgili ayet. Cârullah ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Lübnan, tarihsiz, ilgili ayet M. b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Lübnan, 1966, ilgili ayet. A. Mustafa el-Merâğî, Tefsîr, Mısır, 1973, ilgili ayet. İsmâil İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Lübnan, 1969, ilgili ayet.

[48] Furkan, 25/52-54.

[49] Geniş bilgi için bkz; ‘İki Deniz Arasında Vahiy’ adlı eserimiz, İstanbul, 1999.

[50] Furkan, 25/52-54.

[51] Rahman, 55/17-25.

[52] Hud, 11/38-41.

[53] Bkz. Osman Öztürk, Kur’ân’da Tıp ve Tıp’ta Yemin, İstanbul, 1999, S. 14.

[54] A’râf, 7/31.

[55] Nahl 16/69.

[56] E’lâ 87/4-5.

[57] Zâriyât 47.

[58] Bakara, 2/255.

[59] Bakara, 2/286.

[60] İlgi kurulan ayetler şunlardır. “Süleyman: “Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını yanıma getirebilir?” dedi. Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce sana onu getiririm, buna karşı güvenilir bir güce sahibim” dedi. Kitabın bilgisine sahip olan biri: “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanına yerleşivermiş görünce: “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır… dedi.” Neml, 27/38-40.

[61] Yusuf, 12/94.

[62] Halûk Akten, Bilim Adamlarına Baş Eğdiren Kitap, Konya, 1998, S.144.

[63] Bkz; Cemâleddin el-Kâsımî, adı geçen eser, S.286.

[64] Mülk, 67/5.

[65] Sâffât, 37/6.

[66] Hicr, 15/17.

[67] Sâffât, 37/6.

[68] Kehf, 18/22.

[69] Sâffât, 37/7-9.

[70] Şuarâ, 26/212.

[71] “Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kitabı indirdik.” Nahl 16/89.

[72] “Kitapta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; onlar sonra Rablerine toplanacaklardır.” En’âm, 6/38. “Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık Kitaptadır- ancak O bilir.” En’âm, 6/59.

[73] Bkz. Zemahşerî, Keşşâf , ilgili ayet.

[74] Bkz. Prof. Dr. Süleyman Ateş, İslâm’a İtirazlar ve K. Kerîm’den Cevaplar, Ankara, Tarihsiz, S. 212.

[75] Bkz. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Kerim ve Fenni Keşifleri Ankara, 1990, S. 5-6.

[76] Bkz;.Yrd. Doç. Dr. Şadi Eren, Kur’ân’da Gayb Bilgisi, İzmir 1995, S.237. “Bu yüzden de esas maksat geri kalmış olurdu. Hem de sırf birkaç asrın insanını memnun etmek için, öteki devirlerin insanlarını mahrum etmek uygun olmazdı.” Safvet Senih, Kur’ân ve Bilim, İzmir, 1995, S.35.

[77] Fâtır, 35/9.

[78] A’râf 7/57.

[79] “Allah’ın gökten suyu indirip onunla, ölümden sonra toprağı dirilterek üzerine tüm canlılardan yaymasında, rüzgarların bir düzen içinde yönden yöne çevrilmesinde, gök ve yer arasında bir hizmete memur edilen bulutlarda, aklını işleten bir topluluk için sayısız izler-işaretler vardır.” Bakara, 2/164.

[80] Eski Ahit, Yeşû 10/13.

[81] İlk indirilen surede, insanın alaktan yaratıldığı buyrulmaktadır. Yaratılışın ilk maddesi nutfe ikincisi de alaktır. Alak kelimesi için ayrıca bkz; Hac, 22/5.

[82] Müfessirler, bu görüşü, Osman b. Ata’ya isnat ederler.

[83] İbnu’l-Esir, en-Nihâye, Ş-K-K kökü. Râgıp el-Isfehânî, Abdu’l-Celil İsâ, el-Mushafu’l-Müyesser ilgili ayet.

[84] Yaşar Nuri Öztürk, Depremin Gösterdikleri, İstanbul 1999, S. 84.

[85] Bakara 2/189.

[86] F. Râzî, Tefsir, ilgili ayet.

[87] Hilallerle ilgili bu soruyu soranlar, büyük bir ihtimalle Astroloji ile uğraşan Yahudiler’dir.Nitekim bir nakle göre bu soruyu Yahudiler sormuşlardır. Muaz rivayeti böyledir.

[88] Şâtıbî, el-Muvâfakât.

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 0 Comments

6th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

MUHKEM AYETLER VE MÜTEŞABİHLER

Üçüncü Surenin Yedinci Ayeti

Bilimsel tefsir yanlılarının, görüşlerini dayandırabilecekleri Kur’ânî tek kavram müteşâbihtir. Birinci bölümde buna temas etmiştik. Bu bölümde, işte bu kavramın anlamı ve kapsamı üzerinde durmak istiyoruz. Acaba bilimsellikle ilişkisi nedir?

Bilimsellik yanlılarının iddialarına mesnet yapabilecekleri bu tek kelime, -kast ettikleri anlamla- tek ayette kullanılmaktadır. O da üçüncü surededir. Üçüncü surenin yedinci ayetinde şöyle buyrulur:

“Sana kitabı indiren O’dur. Ondandır muhkem ayetler -ki onlar kitabın anasıdır- ve diğerleri müteşâbihlerdir. Şu var ki, kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne aramak ve tevilini aramak için ondan müteşâbih olanları izlerler. Ve bilemez tevilini Allah’tan başkası ve ilimde derinleşenler derler ki; “Ona inandık, hepsi Rabbımızın katındandır.” Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.”

Şimdi bu ayet üzerinde biraz düşünelim. Burada kast edilen kitap Kur’ân mıdır? Eğer Kur’ân ise, Peygambere inişinden önceki, Allah katında korunan durumu mu, yoksa Mushaf haline gelişinden sonraki hali mi kast edilmiştir? İkinci durumda; sadece Kur’ân kast edilmiş olur. Birinci durumda ise levh-i mahfuz[1] kast edilmiş olur ki bu anlam Kur’ân’la birlikte Tevrat ve İncil gibi diğer mukaddes kitapları da kapsamış olur. Ayrıca kitap terimi bu ayette iki defa geçmektedir. Bunlar, iki ayrı kitap mıdır, yoksa tek kitap mıdır?

Bir başka soru da şudur. Kur’ân birçok ayetten bahseder. Varlıkların olağan ve olağandışı seyirlerine ayet der. Bu durumda yer ve gökte ne varsa hepsi birer ayettir. Bir de Peygamberlere indirilen sözlere ayet der. Kur’ân, üçüncü tür ayetden daha söz eder. Bunun mahiyetini ancak Allah ve peygamberler bilir. Hz. Peygambere, semâvî bir yerdeki el-Mescidu’l-Aksâ’da gösterilen ayetler böyledir.[2] Acaba muhkem ve müteşâbihlik bu ayetlerin hangisindedir?

Tabi cevaplandırılması gereken en önemli soru da, Müteşâbih’in ne olduğudur? Muhkem ve müteşâbih zıt anlamlı mıdırlar? Yoksa bu ikisi, birbirini kısmen kapsayan kelimeler midir? Yani muhkem bir ayet aynı zamanda müteşâbih de olabilir mi? Yoksa muhkem olmayan her ayet ya da bazı ayetler mi müteşâbihtir? Kitabın ne kadarı müteşâbihtir? Kitabın bir kısmı mı yoksa tamamı mı muhkem ve müteşâbih biçiminde iki kategori oluşturuyor? Başka bir ifade ile, kitapta bu ayırıma sokulamayacak ayetler var mıdır? Her iki durumda da Kur’ân’ın ne kadarı muhkem, ne kadarı müteşâbihtir?

Muhkem ve müteşâbihe bağlı olan bir başka soru daha cevap beklemektedir. Kur’ân-ı Kerîm kendisini ‘Hakîm’ bir kitap olarak tanıtır. Bu kelime muhkemle aynı köktendir. Yani Kurân, sadece ayetlerinin bir kısmına değil, bir anlamda tamamına muhkem demektedir. Kaldı ki Hûd suresinde de ayetlerinin tamamı muhkem bir kitaptan bahis açılmaktadır.

“İşte bu sana okuduğumuz, o ayetlerden ve o hakîm Zikirdendir.”[3]

“Elif-lâm-râ, ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır.”[4]

Bununla birlikte Zümer Suresinde Peygambere indirilen kitabın tümünün müteşâbih olduğu söylenmektedir;

“Allah, sözün en güzelini müteşâbih ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.”[5]

Şimdi, tamamı muhkem olan kitap hangisidir? Eğer Kur’ân ise, tamamı müteşâbih olan kitap hangisidir? Kur’ân’ın tamamı muhkem midir, müteşâbih midir? Yoksa hem muhkem, hem de müteşâbih midir? Eğer tamamı muhkem ise müteşâbihten, şayet tamamı müteşâbih ise muhkemden söz edilebilir mi?

Yukarıdaki ayette cevap isteyen bir soru da şudur. Alimler müteşâbihlerin tevilini bilir mi? Müteşâbihlerin tevilini Allah bilir. Fakat acaba ilimde derinleşenler de bilirler mi? Bu açık değildir. Eğer bilirlerse, bu ayetlerin anlam ve sayıları üzerinde ittifak edebiliyorlar mı? Böyle bir ittifak yoksa, o bilmenin sıhhati nasıl anlaşılacak? Doğruluğundan nasıl emin olacağız? Ayrıca, üzerinde derinleşme yapılan ilimdir. Kast edilen dini bilimler mi, yoksa Fizîkî Bilimler midir? Peygamberin yaşadığı asırda sözü edilen ilim ne olabilir? Buradaki ilimden maksat, vahye dayalı bilimler midir? Yoksa fizîkî bilimler midir? Yahut her ikisi de kast edilmiş olabilir mi?

Ayette, dikkat edilmesi gereken bir husus da; kalplerinde eğrilik bulunanların kimler olduğudur. Gerçekten inanmayanlar, münâfıklar veya kitap ehli midir bunlar? İlgili ayette, onların Hz. Muhammed’i izlemeyen kimselerden olduğu açık değildir. O zaman sahabeden midir? Peygamber henüz hayatta iken onu izleyen kimseler arasında eğri kalpliler var mıdır? Ya da onlar ileride ashabın arasından yolundan ayrılacak kimselerden midirler? Yoksa bu sözün muhatabı bütün insanlar mıdır?

Ayetle ilgili olarak, akla gelebilecek muhtemel bir soru da şudur. Eğer müteşâbih ayetleri de Allah indirdi ise, onları izlemek neden fitne aramakla eşitlensin ki? Bu ayetler birkaç manaya ihtimalli yahut kapalı ve anlamak zor ise, kötülük aramayan kimseler de farkına varmadan fitneye düşmezler mi? Bu durum; insana gücünün yetmediği şeyin yüklenmiş olması anlamına gelmez mi? Şimdi, bu soruların cevaplarını ilgili ayete yakından bakarak arayalım.

 

 

Kitabın Anası

“Sana kitabı indiren O’dur.”

Kur’ân, mahiyetleri itibariyle iki tür kitaptan söz eder. Bunlardan biri indirilen kitaplar, diğeri korunan kitaptır. İndirilen kitaplar, her peygambere kendi diliyle indirilen kitaplardır;

“Ondan önce önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardır.”[6]

“Bu da Arap diliyle indirilmiş doğrulayan kitaptır.”[7]

Korunan kitap ise, peygamberlere indirilen bütün kitapların anasıdır. Kur’ân da onda saklanmaktadır. O bir anlamda Allah’ın bilgisi ve takdiridir. Ona, ancak arındırılanlar dokunabilir, korunmaktadır, gizlidir ve ana bir kitaptır;

“O, katımızdaki ana Kitaptadır.”[8]

“Levh-i Mahfuzdadır.”[9]

“Titizlikle saklanan bir kitaptadır.”[10]

“…ondan daha küçüğü de daha büyüğü de Rabbından gizli kalmaz; tümü apaçık bir kitaptadır.”[11]

Şimdi yedinci ayette anılan kitap bunların hangisidir? İndirilen midir korunan mıdır? Ayrıca, ayette iki kitaptan söz edilmektedir. Bunlar aynı mıdır, birbirinden farklı mıdır?

Kur’ân yorumcularının hemen hepsine göre yedinci ayette anılan kitapların her ikisi de aynıdır. Bu da elbette Kur’ân-ı Kerîmdir. Dolayısıyla muhkem de müteşâbih de onda aranmalıdır.

Bir başka görüşe göre de; her ikisi ile kast edilen aynı kitaptır. Fakat o Kur’ân değil, onunla aynı kaynaktan olan Tevrat ve İncil’in asıllarıdır. Fitne aramak için söz konusu müteşâbihlerin ardına düşenler de Peygamberin arkadaşları değil, Kitap ehlinden eğri kalpli kimselerdir. Dolayısıyla yanlış yorumdan kaçınanlar da yine onların âlimleridir.[12]

Kimi yorumculara göre ise; ayette ilk geçen kitap Kur’ân’dır. Fakat ikincisi, korunan kitaptır. Olay ve varlıkların meydana gelmesini sağlayan özel kararnamelerin bulunduğu ana yerdir.[13]

Eğer Kur’ân’ın parça parça indirildiği, Hz. Peygamber hayatta iken bir Mushaf olarak değil de aksine ilâhî vahiy biçiminde algılandığı, ancak Peygamberin vefatından yıllar sonra iki kapak arasında bir ciltte toplandığı düşünülürse; ayetteki her iki kitap kelimesinin de ‘Vahiy’ biçiminde anlaşılması da yanlış olmayacaktır.[14]

Aslına bakılırsa Kur’ân-ı Kerim, bütün bu kitapların aralarında bir fark görmez. Bu nedenle de çoğu zaman onları bir birinden ayırmadan kitap der. Bu durumda yedinci ayette kast edilen sadece Kur’ân değil, Tevrat, İncil ve Kur’ân gibi, indirilmiş bütün kitaplar olur.

 

 

Onda Muhkem Ayetler Vardır

Ayet kelimesi doğduğu dilde; alâmet, işâret, nişan, ipucu, emâre, elçilik, topluluk, yüksek bina, delil ve ibret anlamlarında kullanılmıştır.[15] Sözcüğün Türkçe’mizde yaygın kullanılan anlamı ise mukaddes kitaplardaki, özellikle de Kur’ân’daki cümlelerdir. Kur’ân’a baktığımızda kelimenin şu anlamlarda kullanıldığını görürüz: Evrende süregelen olağan ve olağan dışı vaka ve varlıklar. İnsanın kendisinde bulunan; aklî deliller. Korunan kitaptaki ayetler. Mukaddes kitaplarda, okunduğunda anlam ifâde eden her bir bölüm.

Muhkem ise H-K-M kök harflerindendir. Binici, atın muhalefet etmesini engellemek için ona gem vurması bu kök ile anlamlandırılır. Hâkim ve mahkeme de bu kökten gelir. Hâkim, zulme gem vuran kimse, mahkeme ise zulme gem vurulan yerdir. Adâlete uygun olmayanı engelleyen ahkâm ve bu işin felsefesi olan hikmet de aynı köktendir. Eğer muhkem şey bir bina ise o dayanıklı demektir. Şayet bir söz ise; farklı bir hüküm çıkarmayı engelleyen nihâî bir hüküm bildiriyor demektir. Nitekim bu sebeple muhkem ayetler ana ayetler olarak nitelenmiştir;

“Ki onlar kitabın anasıdır.”

Ana kelimesinin Kur’ân dilindeki karşılığı ümmdür. Ümm bir şeyin merkezidir. Ümmü’l-Kurâ,[16] kentlerin bağlı olduğu anakent demektir. Bir şeyin büyük çoğunluğuna da ümm denir. Ümmü’t-Tarîk, yolun büyük bir kısmı demektir. Bir şeye kendisiyle başlanılana da ümm denir. Nitekim Kur’ân’a Fatiha suresiyle başlanır. Ayrıca yirmi beş kelime ile Kur’ân’ın tamamını özetler. Bu nedenle Fâtiha Suresine Kur’ân’ın anası denmiştir.[17] Bu isimlendirme; ‘el-Hamdü lillah’, Kur’ân’ın ve Kitabın anasıdır”, “Allah, İncil ve Tevrat ve Zebur’da Kur’ân’ın anası (Fatiha kast ediliyor) gibi bir şey indirmedi…” gibi bazı hadislerle de teyit edilmektedir.[18]

Şimdi bu detaydan sonra şunu anlamamız her halde yanlış olmayacaktır. Muhkem ayetler, ana diye nitelendirildiğine göre; bunlar Kur’ân’da gayet az bulunur. Çok özlü ifadelidirler. Kitaptaki diğer ayetlerin anlam merkezi durumundadırlar. Bir hüküm için başlama noktası oluştururlar. Bir anlamda ilk örnektirler.

 

 

Diğerleri Müteşâbihlerdir

Klasik dönemin en çok tartışılan konularından birisi müteşâbihtir. Tefsir kitaplarında, bu terim için yapılan şu tanımlarla karşılaşıyoruz.

1- Muhkemler; Yahudilerin uymakla yükümlü oldukları ve “On emir” diye bilinen hususlara işaret edilen Kur’ân’daki üç ayettir.[19] Müteşâbihler ise, Yahûdîlerin tevil yaptığı bazı sure başlarındaki mukattaa harfleridir.[20] Bu durumda Kur’ân’ın büyük bir bölümü muhkem-müteşâbih kategorilerinin dışında kalmaktadır.

2-Muhkemler nâsih, müteşâbihler ise, mensuh ayetlerdir.[21] Bu tanım esas itibariyle ihtilaflı olan başka bir konu üzerine oturmaktadır. Klasik anlamda nâsihler hüküm kaldıran, mensuhlar ise hükmü kaldırılan ayetlerdir. İşte kimi yorumcular, hüküm kaldıran ayetlere muhkem, hükmü kaldırılan ayetlere de müteşâbih demişlerdir. Bu durumda her ayet muhkem-müteşâbih katagorisine girmemektedir.

3-Muhkemler, açık olsun kapalı olsun, herhangi bir delile dayanılarak bilinebilecek hususlardır. Müteşâbihler ise, bilinmesi aslâ mümkün olmayacak, bilgisini Allah’ın kendisine sakladığı hususlardır. Bu görüş, Kur’ânın bir kısmının anlaşılamaz olduğunu kabul etme esasına dayanır. Kıyâmetin zamanı gibi, yalnız Allah’ın bileceği şeyler ise müteşâbih olarak gösterilemez. Çünkü zaten Kur’ân’ın kendisi bu gibi şeylerin bilinemeyeceğini tembih etmektedir.

4-Muhkemler, üzerinde tek bir yorum yapılabilen, müteşâbihler ise, birden çok yoruma müsait ayetlerdir. Bu yoruma göre, muhkemler tahrife uğratılamazlar. Fakat müteşâbihlerin anlamında ihtilaf olacağı için tahrif edilebilir. Böyle olması da İlâhî bir imtihan vesîlesi sayılır. Zamanın tümü kullanılmadan yapılan bu yorum da bizce tutarlı değildir. Çünkü bugüne kadar tek bir yorum üzerinde birlik sağlanan bir ayetin, bundan sonra birkaç yorumu daha yapılmayacağını kimse söyleyemez.

5- Muhkemler, detaylı olarak anlatılan kıssalar, müteşâbihler ise, tekrar edilen kıssaların lafızlarındaki muğlaklıktır. Yahut, anlamları bir lafızları farklı, veya anlamları farklı lafızları bir biçimde tekrar edilen kıssalar müteşâbih, diğer ayetler ise muhkemdir. Kur’ân kıssalarının müteşâbih sayılmasının birçok sebebi vardır. Kıssaların gaybî konularda olması, tarih ve mekan seyri gözetilmeden anlatılmış olması ve bu kıssalara farklı surelerde farklı kelimelerle temas edilmiş olması bunlardan bazılarıdır. Ancak yukarıdaki tanım da kıssalar dışındaki ayetleri kategori dışında bıraktığından yeterli görülmemektedir.

6-Muhkemler, delâleti açık olan, üzerinde düşünmeden, herhangi bir itiraza mahal bırakmadan, kolay anlaşılabilen ayetlerdir. Geçmiş toplumların kıssalarını nakleden ayetlerle Allah’ın yaratma kudretini ve birliğini dile getiren ayetler böyledir. Müteşâbihler ise, öldükten sonra dirilme, kıyamet ve azap gibi, anlaşılması için derin düşünmeye ve tefekküre gerek duyulan, mahiyetlerinde kapalılık bulunan konulardan haber veren ayetlerdir.[22] Bu tanım, ahkâm ayetlerini iki kategorinin de dışında bıraktığı gerekçesiyle eksik görülmektedir.

7-Hakîkata delâlet edenler muhkem, araştırmayı gerektirenler müteşâbihtir. Bu tanım bir öncekine çok benzemektedir.

8- Müteşâbihler, figü­ratif tarzda ifade edilen ve doğrudan bir çok kelime ile anlatılma yerine mecâzî olarak işaret edilen bir anlam taşıyan Kur’ân pasajları, muhkemler ise “İlâhî kelamın özü” dür. Çünkü bunlar, mesajın temelini teşkil eden ana prensipleri ve özel­likle ahlakî ve sosyal öğretileri kapsar. [23]

9- Muhkemler bir eylemi konu edinen ayetler, müteşâbihler ise imanla ilgili ayetlerdir.

10-Müteşâbihler Allah’ın sıfatlarıyla ilgili ayetler, diğerleri de Muhkemlerdir.

11-Muhkemler herkesin bilebilecekleri, müteşâbihler ise ancak ilimde derinleşenlerin bilebilecekleridir.

12-Muhkemler, tevilinde ittifak edilenler; müteşâbihler ise, tevilinde ihtilaf edilenlerdir.

13-Muhkemler, Fâtiha suresindeki ayetlerdir. Diğer surelerdeki ayetler müteşâbihtir.

14-Muhkem, İhlas suresidir. Çünkü onda sadece tevhid vardır. Bu durumda diğer surelerdeki ayetler müteşâbihtir.

Bu yorumların bir kısmı, muhkem ve müteşabih kavramlarının tarifinden çok, bu iki grupta mütalaa edilebilecek ayetlerin özelliklerini yansıtmaktadır. Yorumların bir kısmı ise, Âl-i İmrân suresindekindeki teşâbehe formunu, diğerlerinden, ayrı tutmuştur. Hepsine benzeşme anlamı verildiği hâlde, Âl-i İmrân suresindekine bu anlam verilmemiştir. Belki de benzeşmeden hareketle, kapalı ya da bilinemez anlamına ulaşılmıştır.

 

 

Farklı Bir Tanım

Müteşâbih kelimesi, benzeme anlamı veren ‘Ş-B-H’ kök harflerindendir. Benzetmek, yerine koymak anlamındaki teşbîh ve benzeşmek anlamındaki müşâbehet de bu köktendir. Eğer iki şey, biri diğerinden ayrılamayacak kadar birbirine benziyorsa onları tanımada bir kuşku oluşur. Bu kuşku, şübhe kelimesi ile ifade edilir. Nitekim Hz. İsâ’nın mâhiyeti kuşkulu olan ölümü ile ilgili bir ayette bu kökten bir kelime kullanılmıştır. Yahûdîler onu öldürdüklerini kesin biçimde bilemedikleri halde; ‘Îsâ Mesîh’i biz öldürdük!’ derler. Hıristiyanlar da İsâ’nın ölümü hususunda tam bir kuşku içindedirler. “Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat kendilerine, benzer gösterildi (şbh).”[24]

Kelimenin müteşâbih formu, ortaklık ifade etmektedir. Yani, birden fazla şeyler arasındaki birbirine benzeşmeyi anlamlandırır. Bunun için de benzeyen ve kendisine benzetilen en az iki şey gereklidir. Nitekim kelimenin bu formu, Kur’ân’da iki ve daha fazla şeyin birbirine benzeşmesi anlamında kullanılmıştır.

1- İnançsızların kalpleri, cehâlet ve taşkınlık açısından, kendilerinden önceki inançsızların kalpleri ile benzeşir; “Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi (teşâbehe).” [25]

2- Bu hayatta, birbirine benzer ve benzemez meyveler bulunmaktadır. İnananlara, ikinci hayatta verilecekler de buradakilerle benzeşir; “…zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez (teşâbehe) şekilde yaratan O’dur.”[26] “Birbirine benzeyen ve benzemeyen (teşâbehe) yığın yığın taneler…”[27] “Onlara benzer (teşâbehe) verilmiştir.”[28]

3-İnekler birbirleriyle benzeşirler; ” Çünkü inekler birbirine benzer (teşâbehe).” [29]

4- Kitabın bazı bölümleri, diğer bölümleri ile benzeşir. “Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer (teşâbehe), ikişerli bir kitap halinde indirdi.”[30]

Kalpler kalplere meyveler meyvelere inekler ineklere benzer. Kitabın bölümleri de diğer bölümlerine benzer. Bunlar tamam. Peki, Üçüncü surenin yedinci ayetinde geçen müteşâbih kelimesinin yukarıdakilerle bir anlam ilişkisi var mı? Orada müteşâbih ayetlerden söz ediliyor. Acaba, kitabın bölümleri birbirine benzer demek, ayetlerin bir kısmı diğer kısmına benzer anlamına gelir mi? Yoksa üçüncü surenin yedinci ayetindeki müteşâbih kelimesi, daha farklı bir ayet grubuna mı işaret etmektedir?

Klasik döneme ait bir görüş, Âl-i İmrân suresinin yedinci ayetindeki teşâbehe formuna verilen anlamı, bu formun kullanıldğı diğer ayetlerden ayırmaz. Bu görüş aynen şöyledir:

“Helâl ve harama dair olanlar muhkem, bazısı bazısını tasdik eden diğer ayetler de müteşâbihlerdir.”[31]

Bu yorum, hicretin yüz ikinci yılında vefat eden tabiin neslinden Mücahid b. Cübyr el-Mahzûmi’ye aittir. Bu görüş, gerçekten usul alimlerinin yukarıda naklettiğimiz izahlarının bir özeti gibidir.[32] Bizce isabetli olan yorum budur. Buna göre; bir şeyin haramlığını belirleyen ayet muhkemdir. Fakat o şeyin haramlığını belirlemediği halde, kötülemede onu teyit ve tasdik eden başka ayetler vardır. Ki bunlar muhkemlerle ve kendi aralarında bir birleriyle benzeşirler. İşte Kur’ân bunlara da müteşâbihler demektedir. Kısaca, müteşâbihler, bazısı bazısını tasdik eden, bu yönüyle birbiriyle benzeşen ayetlerdir.

Mesela içki konusundaki beyanlara bakalım. İçkiye temas eden ilk vahiy pasajında açık bir hüküm belirlenmez. Sadece, onun güzel bir içecek olmadığına işaret edilir. Daha sonra indirilen bir ayet helal ve haramlık hususunda açık bir hüküm yine belirtmez. Ama içkinin zararlarının çokluğundan bahseder. İçkinin kötü olduğunu belirtmede yukarıdaki ile benzeşir. Daha sonra indirilen bir ayet ise, ne söylediğini bilemeyecek kadar içkili olan kimsenin namaza yaklaşmaması tembih eder. Belli ki bu ayet de yasaklık hususunda nihâî bir hüküm belirtilmemektedir;

“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içki ve güzel rızk elde edersiniz.”[33]

“Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki; “İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür.” [34]

“Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın.”[35]

Bu ayetler içkiyi kötülemede birbirleriyle benzeşirler. İçki konusunda Kur’ân’ın son uyarısı, onun şeytan işi pislik olduğu, inananların ondan uzak durması gerektiği biçimindedir.

“Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir…”[36]

İşte nihâî hüküm budur. Buradan Kur’ân açısından içkinin yasal olmadığını öğreniyoruz. İşte bu son ayet muhkemdir. Başka bir açıdan da, önceki ayetler içkiyi kötülemede birbirleriyle ve bu son ayetle benzeşmektedirler. O halde bu konudaki bütün ayetler müteşab sayılırlar.

Bu tanıma göre, müteşabihlik, anlamda müteşabih olan kelimelerin kullanıldığı ayetleri içine almaz. Mesela, “Doğruların doğruluğunu sormak için…”[37] ayeti ile “çünkü Allah, doğruları, doğrulukları yüzünden mükafatlandıracak…”[38] gibi ayetlerde müteşabihlik kelimeler arasındadır. Oysa müteşabih ayette, kelimeler birbirine benzemesede ayetlerin hükmü birbirine benzer.[39]

Şimdi bir de, Hz. Mûsâ ile toplumu arasında geçen şu konuşmaya dikkat edelim;

Hz. Mûsâ: – Allah bir inek kesmenizi emrediyor.

Toplumu: – Bizimle alay mı ediyorsun?

Hz. Mûsâ: – Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım.

Toplumu: – Duâ et Rabbına o ineğin ne olduğunu bize açıklasın.

Hz. Mûsâ: – Allah diyor ki; o ne yaşlı ne genç, ikisi ortası dinç bir inektir.

Toplumu: – Rabbına duâ et, rengi nasıl olacak bize açıklasın.

Hz Mûsâ: – Diyor ki; seyredenlere ferahlık verecek, sarı bir inektir.

Toplumu: – Rabbına duâ et, nedir o bize açıklasın. Çünkü inekler birbirine benzer.

Hz. Mûsâ: – Rabbım buyuruyor ki; o çifte koşulup tarla sürmemiş, ekin sulamamış, alacası olmayan, salma bir inektir.

Toplumu: – İşte şimdi gerçeği getirdin.[40]

Yahudiler, inek kesme emrinde bir gayrı muayyenlik olduğunu düşünüyorlar. Bu durum ilâhî buyruktan kaytarmalarına kapı açıyor. Bu nedenle Hz. Mûsâ’ya dört kere itiraz ediyorlar. Fakat toplumun her itirazına, gittikçe nihâî maksada yaklaştıran bir açıklama ile cevap veriliyor. Bu tafsilatlı sözler insanları İlâhî emre yöneltmede birbirine benzeşiyor. Sonunda itiraza mahal bırakmayacak, nihâî maksadı belirleyen muhkem söz gelince de itirazları bitiyor. Eğri kalpliler artık kaytaramıyorlar. İşte o zaman ineği boğazlıyorlar. Son açıklama olmasa, az kalsın yapmayacaklardır.

Yukarıdaki Kur’ân pasajında açıkça görüyoruz ki; kalbinde eğrilik olanların, işaret ettiği hükümden kaytarabildikleri bir söz, anlayamadıkları bir söz değildir. Onlar, sözün açıklamasını değil de, son hükmün ne olduğunun açıklanma (beyan) sını istiyorlar. Zaten onlar yakarışlarında, bizzat açıklama kelimesini kullanmaktadırlar. Şöyle diyorlar; ‘Nedir o bize açıklasın?’

Üçüncü surenin yedinci ayetine göre, bir ayet okuyucuya ya muhkem görünür, ya da müteşâbih. Öyle ise, müteşâbihin ne olduğunu, muhkemin ne olduğuna bakarak da anlayabiliriz. Muhkem müteşâbihle karşılaştırmalı olarak Kur’ân’da başka bir yerde kullanılmaktadır. Ancak, muhkemin mukabili olarak müteşâbihin anlamı hissettirilmektedir. Hz. Peygamberin arkadaşları, savaş konusunda ilâhî muradı kesin olarak belirleyen, bir sure inmesini isterler. Bu durumdan bahseden ayet şöyle devam eder;

“Derken muhkem bir sure indirilip…”[41]

İnen sure, savaşmanın nihâî hükmünü üstü kapalı bir biçimde değil de, doğrudan belirleyen bir suredir. Bu, içinde savaş hükmünün bulunduğu, Muhammed, Enfal ve Berae surelerinden birisi olmalıdır. Ayette geçen muhkem sure formunun; ‘Nihâî hükmü belirleyen sure’ anlamında olduğunu görüyoruz. Yukarıdaki ayet, bir başka açıdan da dikkat çekmektedir. Ayetin devamında münâfıkların tepkilerinden söz ediliyor.

“Muhkem bir sure indirilip onda kıtal zikredilince, kalplerinde hastalık bulunanları görüyorsun, sana öyle bir bakış bakıyorlar ki, tıpkı ölümden baygınlık gelmiş kimsenin bakışı…”

Kalplerinde hastalık bulunanlar savaş emrini belirleyen sureden hoşlanmıyorlar. Demek ki onlar bu konuda hüküm belirlemeyen bir sure bekliyorlardı. Yani sadece savaş iyidir ve yararlıdır gibi şeyler söyleyen ama kesin hükmü belirlemeyen müteşâbih bir sure istiyorlardı. Ki onu tevil edip istedikleri gibi bir anlamın peşine düşebilsinler. Savaştan kaytarabilsinler.

Bunlardan üçüncü surenin yedinci ayetine geçersek şunu söyleyebiliriz. Muhkem ayet kuşkuyu ortadan kaldıran, nihâî hükmü açıklayan ayettir. Bu nedenle böyle bir ayet kalbinde hastalık olanların hoşuna gitmez. Onlar, kesin hüküm belirlemeyen, hüküm konusunda kuşkuya sebep olan ayetlerin ardına düşmek isterler. İşte onların ardına düştüğü böyle ayetler de müteşâbih ayetlerdir.

 

 

Müteşâbihler Niçin Kuşkuya Sebep Olur?

Helal ve haram açıktır. Arada kalanlar, ya helale ya da harama benzer. Yani bu ikisinden birine müteşâbihtir. Halkın çoğu da bunları bilemez.[42] İşte müteşâbih ayetler de tıpkı böyledir. Onların maksadını tayin ve tespit etmede bir tereddüt oluşabilir. Çünkü nihâî hükümleri muayyen değildir. Yerel kültüre ve muayyen bir zamana çözüm sunar. İşte kalbinde eğrilik bulunan kimseler, bu beyanların arasındaki benzeşmeyi önemsemezler. Aksine her birini ayrı birer muhkemmiş gibi ele alırlar. Bundan sonra da artık istediklerine uyarak keyfi bir yol izlerler.

Mesela içki konusunda benzeşen ayetlerden birisi, ‘Sarhoş iken namaza yaklaşmayın’ diyordu. Eğriliği arayan kimse, bu ayetin beyanına göre, sarhoş etmeyecek miktarda içip, namazlarına da devam etmeyi düşünebilir. Bir türlü, ‘Şeytan işi bir pislik’ olduğu hükmüne gelemez. Böylece de o konudaki gerçek hüküm kendisine örtülür. Oysa Kur’ân her konuda olduğu gibi, bu konuda da ayetlerinin benzeştiğini, böyle durumlarda kitabın anası olarak gösterilen, nihâî hükmün belirlendiği muhkem ayetin izlenmesi gerektiğini söyler.

Bu durumda Kur’ân’ın bütünlüğü açısından şu netice hasıl olmaktadır. İçki ile ilgili dört ayet çelişkisizdir. Aralarında, -klasik anlamda- bir nâsihi mensuh olma durumu da yoktur. Aksine içkinin kötülüğünü beyan etmede birbirini tasdik etmekte, yani benzeşmektedirler. Nitekim ilk üç ayette, içkiyi kötüleme derecesi gittikçe artmakta, bu durum dördüncü ayette son noktaya varmaktadır.

Aslında bu dört beyanda da derin anlayışlı kimseler (er-Râsihûn) için yasak hükmü belirlidir. Bu durumda ayetlerin bu vurgusunu anlayan kimselere, dördü de muhkem olmuştur.

O zaman şunu söyleyebiliriz. Kur’ânın bütün ayetleri, konularındaki nihâî hükmü daha açık görülen diğerlerine benzer bilinmelidir. Yani nihâî hüküm bildirmeyen ayetler, helal ve haramdan kaytarmak maksadıyla yalnız başlarına ele alınmamalı, o konudaki ‘Ana’ya bakarak yorumlanmalıdır.

 

 

Çocuklar Anaya Benzer

Akla şöyle bir soru gelebilir. Eğer müteşâbih ayetler, muhkem ayetlere benziyorsa, müteşâbihler de izlenebilir. Onlara uymak neden kınanıyor? Muhkem olana uymak iyi bir şey ise, ona benzeyene uymak da iyi sayılmalıdır? Oysa aynaya bakan kimse kendisni görür. Gördüğü kendisine tam benzer. Fakat fakat, işitmede, görmede, konuşmada kendisi değildir. Kaldı ki, kahkaha sarayındaki ışıkları farklı kıran aynalara bakan kimse, onlarca farklı suretle karşılaşır. Ama onların kimi şişman, kimi kısa, kimi ip gibi incedir. Bunlar resmedilse, sahibine benziyor diye kimliklere yapıştrılabilir mi?

Yukarıdaki sorunun cevabı, ana kelimesinde saklıdır. Kur’ân’ın ayetlerini gruplaması, aslında muhkem-müteşâbih değil, ana ve müteşâbih biçimindedir. Çünkü, ilgili ayette, muhkemlere ana dendikten sonra, diğerleri müteşâbihlerdir deniyor. Ana ise, kendisinden öncekini değil, daima kendisinden sonrakini çağrıştırır. Bir yerde anadan söz edilmişse, ardından ondan sonra gelenlar, yani çocukları akla gelir. Çocuklar ise, ondan neşet ettiği için, ona benzeyenlerdir. Bu sebeple, kitabın bir kısım ayetleri ana ise, diğerlerinin onlara benzeyenler olması kaçınılmaz olur. Çocuklar anaya benzerse, doğal olarak analar da çocuklara benzeyeceklerdir. Fakat, analar çocuklara benzer denemez. Çünkü temel olan analardır.

Emir ve yasaklarda, birey tarafından son hükmün kabullenilmesi dâima zordur. Bunları toplum bazında uygulamak ise daha da zorlaşır. Bu nedenle nihâî hükmü belirleyen ana sözlerin, diğer bazı sözlerle açıklanması gerekir. Yani muhkem bir söz, tafsîlat ister. Bu durumda benzeyen sözler, ana sözlerin tafsilatı sayılır. Bu ikili adlandırma şu ayette açıkça belirtilmiştir:

“Bir kitaptır ki, hikmet sâhibi, her şeyden haberi olan tarafından ayetleri muhkem kılınmış (hkm) ve ayrıca açıklanmıştır (fsl).”[43]

Ana ayetlerden sonra ayrıca neden açıklama yapılıyor? Kur’ân-ı Kerim, bu açıklamaların gerekçesini de belirtmektedir. Anaya benzer olarak getirilen bu ayetler; düşünmeye, aklı kullanmaya ve bilmeye mesnet olması içindir;

“İşte biz, düşünen bir toplum için ayetleri böyle geniş geniş açıklarız.”[44]

“İşte biz, aklını kullanan bir toplum için ayetleri böyle açıklıyoruz.”[45]

“İşte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” [46]

Ancak bilinmelidir ki, bu açıklamalar, muhkem bir sözün maksada götüren parçalarıdır. Bu nedenle onlar tek tek ele alındığında anlamsız görülebilir. Üzerinde düşünülmezse yanlışa iletebilirler.

Başka bir açıdan bakıldığında, şöyle bir tanım da yanlış olmayacaktır. Muhkem ayetler, ana kitapta bulunanlardır. Oradakiler ilk ve son tecellilerdir. İlk örneklerdir. Müteşâbihler ise bunlardan nüsha[47] edilen, yani çoğaltılan ayetlerdir.

Bu anlamda mukaddes kitapların tamamı, ana kitaba (ümmü’l-Kitab/ilk örneğe) benzediği için müteşâbih sayılırlar. Allah ilk örneği devamlı (yüsbitu) kılar, onlara benzeyenleri ise yok (yemhu) edebilir.

Nitekim Kur’ânı Kerim, birbirinden nakledilen, yahut inişi diğerlerinden sonraya bırakılan, öncekilerin benzeri veya daha iyisi olan ayetlerden söz eder.

“Biz bir ayeti nakleder yahut ertelersek, ondan daha iyisini, ya da benzerini getiririz.”[48]

Peki bir ayetin benzeri ya da daha iyisi, başka bir deyişle güzeli ve daha güzeli var mıdır? Kur’ândan anladığımıza göre sözün güzeli ve en güzeli vardır. Bunu da ancak ‘Ulu’l-elbâb’ olan kimseler anlar.

 

 

Mücmel ve Mufassal ya da Güzel ve En Güzel

Kur’ân’ın muhkem ayetleri, ana ilke oldukları için tafsilatsız olup kısa ve özlüdür, başka bir ifade ile mücmeldir. Bu kısa ve özlü ilkelerin açıklanması gerekir. Açıklama ise; sözü uzatmayı, benzer ifadelerle çoğaltmayı gereklı kılar. Kur’an, muhkem sözlerini beyan ve tafsil eden bu çok ayetlerine mufassal der;

“Ayetleri muhkem, sonra da mufassal kılınmış bir kitaptır.”[49]

Mufassal, bölünmüş, belli ve farklı bölümlere ayrılmış demektir. Beyan edilmiş ve açıklamış anlamına da gelir. Bundan dolayı, tafsil, özet söylenen bir sözü çoğaltarak açıklamak anlamına kullanılmıştır.

Üzerinde durduğumuz üçüncü surenin yedinci ayeti, ‘Ulu’l-elbâb’ tamlaması ile son buluyor. Bu terkip, sağduyu sâhibi, aklı ve gönlü işleyen kimseler anlamındadır. Ayetin bu biçimde son buluşu, elbette muhtevasına uygundur. Çünkü ayette ilimden ve bilmekten söz edilmektedir. Bu da ancak sağduyulu, aklı ve gönlü işleyen kimselerin yapabileceği bir iştir. Ulu’l-elbâb terkibi, Kur’ân-ı Kerimde altı yerde daha özne olarak geçmektedir. Bunlar yedinci ayetin anlaşılmasına ışık tutacak niteliktedir. Onların üçünde açıkça Kitabı anlamaya vurgu yapılmaktadır.

“Rabbından sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör gibi olur mu? Ancak ulu’l-elbâb öğüt alır.”[50]

“Bu, insanlara bir tebliğdir. Bununla uyarılsınlar; O’nun tek tanrı olduğunu bilsinler ve ulu’l-elbâb öğüt alsınlar diye.”[51]

“Sana mübarek kitabı indirdik ki ayetlerini düşünsünler ve ulu’l-elbâb öğüt alsınlar.”[52]

Ulu’l-elbâb, birinci ayette Kitaba karşı kör olanlara mukabil anılıyor. Sonraki ayetlerde ise onların öğüt alma ve düşünme özellikleri vurgulanıyor. Aşağıdaki ayetler bizi deyimin vurgusuna daha da yaklaştırmaktadır;

Hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak ulu’l-elbâb düşünüp anlar.[53]

“Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak ulu’l-elbâb öğüt alır.”[54]

Ulu’l-elbâb, ilk ayette hikmet verilenlerle birlikte anılıyor. Hikmet kelimesinin muhkemle aynı kökten olduğunu hatırlayalım. Deyim ikinci ayette ise bilenlerle birlikte anılıyor. Üzerinde durduğumuz yedinci ayette ise ilimde derinleşenlerle anılmıştı. İşte bütün bunlar bir anlamda ulu’l-elbâb’ın tanımıdır. Ayrıca, müteşâbih sözler karşısındaki fonksiyonlarının da özetidir. Demek ki, onlar hikmeti kavrarlar ve bilirler.

Ulu’l-elbâb’ la tamamlanan şu ayet, durumu müteşâbihlere doğru daha da özelleştirmektedir;

“Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar ulu’l-elbâbdır.”[55]

Bir önceki ayette Tağuttan bahsedilmektedir. Tağutun sözünün kötü, Allah’ın sözünün güzel olduğundan söz edildiği sanılabilir. Fakat bu ayette anlatılan elbette kötü sözü bırakıp güzel sözü almak değildir. Çünkü söz konusu olan; kötü ve en güzel değil, sadece güzel ve daha güzeldir. Yani bu seçimin, Tağut’un sözleri ile Allah’ın sözleri arasında değil, Kur’ân’ın ayetleri arasında yapılması istenmektedir. Bu durum şu iki ayette daha da açık değil midir?

“…kavmine de emret, bunların en güzelini tutsunlar.”[56]

“Rabbınızdan size indirilenin en güzeline uyun.”[57]

Bellidir ki, bununla da akıl yürütme ve muhakeme önerilmektedir. Zira sözün güzeli ile daha güzelinin hangisi olduğuna ancak muhakeme ile ulaşılır.

Peki, sözün en güzeli nasıl bilinir? Maksadını iyi anlatan bir yazıyı beğeniriz. Yazı bütünüyle güzeldir. Fakat özellikle bir bölümünü alıntı yapacak değerde görürüz. Çünkü o bölümü, maksadı anlatması açısından daha güzeldir. Bir kitabı okurken, bir konuşmayı dinlerken de farkında olmadan bunu hep yaparız. Sözün maksada götürenini ararız.

Kur’ân’ın güzel ve en güzel sözüne gelince. O bir hidayet kitabıdır. Maksadı da kulluk bilinci öğütlemektir. Bunu yaparken, elbette iyi olan şeyin yasalını da gerekli olanını da belirtir. Kötünün, çirkinini de yasadışı olanını da belirtir. Eğer bir konuda; ruhsat ve azimete götüren iki farklı yol öğütlemişse, sağduyulu kimse için ilki güzel, ama ikincisi daha güzeldir. Akıl sâhipleri ikincisine uyarlar. Sözlerin birisi menduba diğeri vacibe götürüyorsa, ilki güzel ama ikincisi en güzeldir. Akıl sahipleri vâcibe uyarlar. Sözlerin birisi suçlunun cezalandırılmasını, diğeri bağışlanmasını istiyorsa, ilki güzel ama ikincisi en güzeldir. Akıl sahipleri bağışlamayı öneren söze uyarlar.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim, cinayet probleminin çözümü için, öldürülenin yakınlarına üç teklifte bulunur. Bunlar; ya kâtile kısas uygulanması ya diyet ödettirilmesi ya da suçunun bağışlanmasıdır. Fakat Kur’ân, kâtili bağışlamanın daha iyi olacağını da gösterir.[58] İşte bu sözlerin ilk ikisi güzeldir. İlâhî bir tekliftir. Üçüncüsü ise daha güzeldir. Çünkü diğerleri arasından seçilerek tavsiye edilmiştir.

Hatırlayalım daha önce, üzerinde durduğumuz üçüncü surenin yedinci ayetinden şunu anlamıştık. Kalbinde eğrilik bulunanlar, hükmü belirleyen muhkem söz kendilerine geldikten sonra bile dönüp nihâî bir hüküm belirlemeyen müteşâbihlere uyarlar. Şu son ayetlerden ise şunu anlıyoruz. Ulu’l-elbâb olanlar, sözün en güzeline uyarlar. Bu durumda sözün güzeli müteşâbihler, en güzeli ise muhkemler olmaktadır.

 

 

Sözün İki Tevili

Tevil kelimesi, asla dönmek anlamındaki ‘E-V-L’ kökündendir. Kitabın maksadını anlamak için yapılan bir çeviriye bu kökten meal diyoruz. Te’vil ise, döndürmek, çevirmek, tabir etmek, kaynağa vardırmak anlamındadır. Kur’ân’da ise bir işin veya sözün varacağı son nokta anlamında kullanılmaktadır. Bu durumda kelime, ‘Beyan’la eşitlenmiş olur(BENCE YANLIŞ). Bu da kendisiyle kast edilen amacın ve son durumun açığa çıkması anlamındadır.

“Bu daha iyidir, tevilen de daha güzeldir.”[59]

“Onun tevilini mi gözetiyorlar, onun tevili geldiği gün…”[60]

“Rabbın, sana rüyaların tevilini öğretecek.”[61]

Bu ayetlerin söz olarak beyanları açıktır. Bu açıdan tevile ihtiyaç yoktur. Fakat haberi verilen olaylar yönünden açık değildir. Tevil edilmesi gerekmektedir. Birinci ayette iyi denen şey, ölçüyü tam yapmanın ve doğru terazi ile tartmanın sonucudur. Bu sonuç öteki hayatta açığa çıkacaktır. İkinci ayetin konusu da kıyâmettir. Kıyâmetin varacağı son nokta ise kopmasıdır. Kıyametin kopmasını gözetmek, onun tevilini gözetmektir. Üçüncü ayette ise rüyadan söz ediliyor. Görülen bir rüyâ hatırlanabilir. Ama hatırlananlar ancak bir takım sembollerdir. Gerçek sonucu bilinemez. Allah’ın Hz. Yusuf’a öğrettiği de işte o sembollerin nasıl açığa çıkacağı ve gerçek olacağıdır.

Üçüncü surenin yedinci ayetinde durum bunlardan daha farklıdır. Orada, indirilen kitabın ayetlerine, yani sözlerin teviline dikkat çekilmektedir. Bu durumda şunu söyleyebiliriz. Bir sözün iki tevili olabilir. Birincisi, anlamı murat olunan son noktaya vardırmak, beyan etmektir.[62] Bu anlam da o sözü muhkem bir bilgiye benzeterek elde edilebilir. Yani müteşabih bir ayet tevil eden indinde muhkem olur. İlimde derinleşenlerin bileceği tevil işte budur. İkinci tevil ise, anlamın vaki oluşudur. Bu da ancak haber verilen şeyin meydana gelmesiyle bilinecektir. Ancak Allah’ın bildiği tevil de budur.

“Ve bilemez tevilini Allah’tan başkası ve ilimde derinleşenler…”

Türkçe’ye ‘Derinleşenler’ diye çevrilen kelimenin Kur’ân’daki karşılığı ‘Râsihûn’dur. Bu kelime, bir şeyin belli bir yerde istikrara kavuşmasını anlamlandırır. İlimde rasih olanlar, bir şeyi kesin delillerle bilen, bilmede istikrara kavuşmuş, tutarlı kimseler demektir. Onlar, bildiği şeylerle bilemediklerine ulaşabilen gerçek âlimlerdir. Yani, çok malumat sahibi olduğu halde, bildikleri çelişkili olan kimseler râsihûndan sayılmazlar.

Üçüncü surenin yedinci ayetinin bu kısmında yapılacak bir noktalama önemlidir. Eğer ‘Allah bilir’ dedikten sonra, bir nokta konursa, sözün sonrası yeni bir cümle olarak başlar. Bu durumda, ilimde derinleşenlerin müteşâbihlerin tevilini bilemeyecekleri anlaşılır. Fakat, oraya nokta konmaz da ‘ve’ bağlacıyla devam edilirse; o zaman müteşâbihin anlamını Allah ve ilimde derinleşenler bilir biçiminde anlaşılır.

Göğün yarılacağını, yerin dümdüz edileceğini,[63] yıldızların dağılacağını, denizlerin kaynatılacağını,[64] Güneş’in söneceğini, dağların yürütülerek[65] atılmış pamuk gibi olacaklarını ve insanların pervâne gibi döneceklerini bildiren ayetlerin anlamlarını ilimde derinleşenler bilirler. Fakat bütün bunların zamanını[66] kim bilebilir. Alışageldiğimiz âdetlerin dışında seyredecek bu olayları kim deneyebilir? Kim laboratuara sokup inceleyebilir? Nitekim onları Peygamber de bilemiyordu:

“Sana Saat’ten soruyorlar: Demir atması ne zaman diye. Sen nerede, onu söylemek nerede?!”[67]

Kıyametin kopma zamanı, kesin bir bilinmeyendir. Böyle bir gaybı âlimler de bilemezler. Onlar ancak haberin anlamını tevil etmeyi bilirler. Yoksa o haberin sonucunu tevil etmeyi değil. Nitekim yukarıdaki ayetin anlamı, kıyametin kopacağı saatin kesinlikle bilinemez olduğudur. Bunu da ilimde derinleşenler bilir ve ona inanırlar. Fakat kıyametin vaki oluş zamanını bilemezler.

Mesele kısaca şudur. Müteşabih sözün, bir anlamsal ve bir de varlıksal tevili yapılabilir. Anlamsal tevilini ulema yaparak muhkeme ulaşır. Varlıksal tevili ise o anlamın vukuuna ilişkin olduğundan onu elbette sadece Allah bilir.

Eğer üzerinde durduğumuz yedinci ayette, benzeşen sözler karşısında dikkat çekilen şey sadece inanmak olsaydı, meselâ müminler ya da muhsinler denebilirdi. Oysa burada, bilme özelliği ön plana çıkarılıyor. İlimde derinleşenler anılıyor. Onların özelliği de şüphesiz düşünme ve bilmeleridir.[68] Bu bilmede de sadece naklî değil, aynı zamanda aklî bir tarz söz konusu olmalıdır. Yani açıkça benzeşenler üzerinde düşünülmesi istenmektedir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’in kınadığı da üzerinde düşünmeden ve o konudaki diğer benzeşenlerle irtibatını araştırmadan keyfince bir anlama uymaktır.

Benzeşenler, inceden inceye düşünülmedikçe, ilk planda muhkem ayetlerle uyumsuz görülebilirler. Zâten eğrilik arayanlar, bu gerekçeyle keyiflerine göre bir anlama uyarlar. Benzeşenlerin anlamını istikrara kavuşturmak için düşünmekle, fitne çıkarmak için onlara keyfince uymak ise elbette farklı şeylerdir. Ayetin olumsuz gördüğü kuşkusuz ikinci durumdur. Yoksa anlamak için araştırmak ve üzerinde tefekkür etmek kınanmıyor. Kaldı ki ayetin son kısmı, benzeşenler üzerinde inceden inceye bir düşünme yapılması gerektiğini tembih etmektedir:

“Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.”

Ayrıca, Kur’ân’ın ilk muhatapları arasında, müteşâbihleri diğerlerinden ayıran ve ‘Bu ayet müteşâbih olduğu için anlamayız, bunu geçelim’ biçiminde bir söz nakleden rivayet de mevcut değildir.[69]

İlimde derinleşenler ve kitabın anası deyimlerinin birbirine yakınlığı da bize şunları hatırlatmaktadır. Demek ki müteşâbihlerden, ana kaynak muhkemlere doğru bir seyir izlenecektir. Bunu da ancak bu işin ehli yani ilimde derinleşenler yapabilirler. Ne var ki, alimlerin bildikleri ve bilecekleri tevil sadece anlam üzerindedir. Bir ya da birkaç yöndendir. Bunlar Allah’ın bilmesi yanında dâima az kalacaktır. Çünkü Allah, sadece anlamın değil hâdisenin de tevilini bilir. Bu nedenle alimler son sınıra vardıklarında hemen imana sarılacaklardır. Ayetin devamında şöyle demeleri istenmektedir:

“Ona inandık, hepsi Rabbımızın katındandır.”

 

 

Sonuç

Adem ve Havva, ilk örnektir. Bütün insanlara göre muhkemdirler. Bütün insanlar da onlara nispetle müteşabihtirler. Çünkü onlar birbirine ve ilk örneklerine benzeyen nesillerdir.

‘Allah’a şükür’ muhkem bir hükümdür. Anneye babaya şükür ise müteşabihtir. Allah şöyle buyurur;

“Bana ve ebeveynine şükret![70]

Muhkem, her konuda ilk ve tek örnektir, asıldır. Bu, kitap yani cem makamıdır. Bu nedenle onlara ümmül kitap dendi. Tekil bir kalıpla nitelendi. Oysa müteşabihler, onlara benzerler. Bu fark makamıdır. Bu nedenle, onlar tafsilat veren çoğul kalıbıyla nitelendi. Zaten, benzeşme ancak tafsilatta ve çoklukta olur.

Her şeyde bir amaç, bir de o amaca ulaştıracak araçlar olur. Amaç ve araç konular olduğu gibi, amaç ve araç sözler de vardır. Amaç sözler anadır, araç sözler ise onlara benzerler.

Araç sözler, zihni bir maksat için uyarır. Amaç sözler ise, yönlendirilen o maksadı belirler. Araç sözler güzel, amaç sözler ise daha güzeldir. Araç sözler mufassal, fakat amaç sözler muhkemdir. Araç sözün maksadını ancak ustaları bilir. Fakat amaç sözlerin maksadını herkes bilebilir.

Kısaca, amaç sözler, yasal ve yasadışı olanı tayin eder. Ama araç sözler, onlara hazırlar. Amaç sözlerin çevresinde dolanır. Amaç ve araç sözlerin hedefi aynıdır. Birbiriyle benzeşirler. Ama araç söz kesinlik taşımaz. Bu nedenle, kalbinde eğrilik olanlar, bu iki tür sözün arasını ayırabilirler. Bazı kişisel yorumlarla, amacı göz ardı ederek araç sözleri izleyebilirler.


 

 

BENZEŞENLER Tarihî Arka Plan

Ebced sistemini tarihte ilk kullananların Yahudiler olduğunu biliyoruz. Bu sistemle yapılan şey, bazı harflerin sayısal karşılıklarının toplanmasından ibarettir.

Kur’ân’ın inişi henüz tamamlanmamıştır. Yahudiler, bazı surelerin başındaki mukattaa harflerinin sayısal değerlerini ebced sistemi üzere toplarlar. Buldukları rakamdan da, İslâm ümmetinin çok kısa bir süre yaşayacağı sonucuna varırlar. Daha sonra da Hz. Peygamber’e gelerek bu konuyu tartışırlar. İşte bu olay üzerine, Âl-i İmran Suresinin ilk bölümü indirildiği söylenir. Ancak bu rivayet otoritelerce zayıf görülmektedir. Bu konuda sağlam görülen bir rivayet vardır. O da Hıristiyanlarla alakalıdır. Kuzey Yemen’in verimli topraklarında büyük bir medeniyet yükselmiştir. Burası Hıristiyan Necran’dır. Bütün Yemen bölgesine Hıristiyanlığı yayanlar işte bu Necranlı ticaret adamlarıdır.

4545Necran’da, nüfusun çoğunluğunu Hıristiyanlar oluşturmaktadır. Altmış kadar binitli bir heyet; eşraf, yönetici, piskopos ve âlimleri ile birlikte Medîne’ye gelirler. Bunlar inançlarına o kadar bağlıdırlar ki alimlerinden birinin adı Abdu’l-Mesîh’tir. Yani, İsâ’nın Kulu. Bu heyette Hıristiyanlığın üç farklı görüşü temsil edilmektedir. Bu görüşlerin temsilcileri[71] Hz. Peygamberle tartışmak isterler. Konuları, kendi Tanrı anlayışlarının, sonuçta Kur’ân-ı Kerîm tarafından da onaylandığı yolundaki iddialarıdır.

Necranlılar derler ki; Hz. İsâ, yeryüzündeki kimselerden her hangi birisi gibi değildi. Çünkü onun bilinen bir babası yoktu. Ayrıca daha beşikte bir bebek iken de konuşmuştu. Bütün bunları, Kur’ân’da da görüyoruz.[72] Bu nedenle, onun Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmeniz gerekir.[73]

Necranlı heyetin bir başka iddiaları da şudur. Kur’ân, Tanrının eylemlerini bazen; ‘Yaptık, yarattık, indirdik…”[74] gibi çoğul fillerle anlatmaktadır.[75] Eğer Tanrı tek olsaydı, böyle çoğul değil, ‘Yaptım, yarattım, indirdim…” gibi tekil ifadeler kullanılırdı.[76] Demek ki Hz. İsâ’nın üçün üçüncüsü yani Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kudüs gibi üç uknumdan birisi olduğunu Kur’ân da onaylamış bulunuyor.[77]

Necranlılar, bundan daha da ileri giderek şunu söylerler; “Kur’ân’da, Hz. İsâ’nın Allah’ın kelimesi[78] ve ondan bir rûh olarak nitelendiğini[79], körleri ve alaca hastalarını iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini, çamurdan kuş yaparak ona can verdiğini ve gaybı bildiğini[80] görüyoruz. Böyle bir kimse de Allah’tan başka birisi olamaz.”

Hz. Peygamber Necran heyetini dinler ve onları cevaplandırır. Tartışmada karşılıklı konuşmalar olmuştur. Bu diyoloğun son bölümü şöyledir;

Sözcü: Sen İsâ’nın, Allah’ın kelimesi olduğunu bilmiyor musun?

Hz. Peygamber: – Evet öyle biliyorum.

Sözcü: – Allah’tan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?

Hz. Peygamber: – Evet öyle biliyorum.

Sözcü: – Eh bu da bize yeter.

İşte bu olay ve bu konuşmalar üzerine, üçüncü surenin yedinci ayeti Peygambere nâzil olur.[81]

Görülüyor ki Hıristiyanlar, İncil’deki Hz. İsâ ile ilgili pasajlarla benzeşen Kur’ân ayetlerini ele alarak sadece onlara inanıyorlar. Bu bize yeter diyerek çekip gidiyorlar. İncil’deki bazı sözlerle benzeşen Kur’ân ayetleri şunlardır;

“Mesih, Allah’ın elçisi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.”[82]

“Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir kelimeyi müjdeler…”[83]

Fakat Hıristiyanlar, bu konudaki şu muhkem ayete bakmıyorlar;

“Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu, topraktan yarattı, sonra ona “Ol!” dedi, artık olur…”[84]

Bizim muhkem gördüğümüz bu ayet, yedinci ayetle birlikte, aynı surede ve aynı bölümde nazil olmuştur. Bunun anlamı şudur. İsâ peygamberin yaratılışı ile ilgili bu muhkem hükme bakmadan, fitne için sadece İncil’deki sözlerle benzeşenlere uyanlar kalplerinde eğrilik bulunanlardır. Bilinmelidir ki, bütün oluş Allah’ın ‘Ol’ kelimesine bağlıdır. Yani her oluş bir kelime iledir. Hz. İsâ da Allah’ın diğer kelimelerinden biridir.

Ayrıca şu da bilinmelidir ki bütün insanların yaratılışında Allah’ın ruhu bulunmaktadır. Yani sadece İsâ’da değil, her insanda Allah’ın rûhu vardır. Şu ayetler bu hususu açıklamaktadır;

“Rabbımın kelimeleri tükenmeden önce deniz tükenir.”[85]

“Ona (insana) kendi ruhundan üfledi.”[86]

 

 

Mukaddes Kitaplar Benzeşirler

Üçüncü surenin yedinci ayetinde, kınanan kimselerden, kalplerinde eğrilik bulunanlar biçiminde söz ediliyordu. Eğrilik kelimesinin Kur’ân dilindeki karşılığı zeyğdir. Bu kelime, bir kimsenin önce istikamet üzere iken, daha sonra ondan ayrılma ve sapma durumunu anlamlandırır.[87] Nitekim aynı kök, yedinci ayetten hemen sonra, bu anlamı belirleyen bir söz dizisinde yer almaktadır;

“Rabbımız, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme (zeyğ).”

Demek ki, yedinci ayette kınanan kimseler, kendilerini Hak yola nispet ettiği halde, gerçekte sapmaya meyilli olan, Kitapla ilişkisini kesmemiş olan kimselerdir. Zâten, “Müteşâbihlere uyarlar” ifadesinden de bu durum anlaşılmaktadır. Bu niteleme, Kitabın bir kısmına inanırlar”[88] demek gibidir.

Bireysel değişimler, bir birinin açılımı olan hükümler silsilesi üzerine oturur. Eğitilecek olan eğer toplum ise, bu durum daha da bir önem arz eder. Kemikleşmiş inanç ve alışkanlıkların yerine, yeni bir şey öğretebilmenin temel şartı, adım adım ilerleme (tedrîc) yolunu izlemektir. Bu ise ancak derece derece öğretme (kerteleme) ile başarılabilir. Bunun için de nassı sabit, ama anlamı son söylenecek söze doğru hareketli olan, daha doğrusu onunla benzeşen söz gereklidir.

İsâ peygamberin; Tanrının oğlu ve hatta Tanrı olduğuna inanan bireylerden oluşmuş toplumu düşünelim. Onlar bu inançlarını Kutsal Kitap İncil’e dayandırıyorlar. Bu durumda, Kur’ân-ı Kerim, Tevrat ve İncil’e asla yanlış isnat etmiyor. Önceki kitapların söylediklerini -Kitap ehlinin yanlış anlama ve tahriflerine işaret ederek- kesin bir dille teyit ve tasdik ediyor. İşte bu beyana, üçüncü surenin yedinci ayetinin hemen öncesinde rastlanmaktadır:

“Sana kitabı gerçek ile ve kendisinden öncekini doğrulayıcı olarak indirdi.”

Kur’ân-ı Kerim’in, Kitab-ı Mukaddesi teyit ve tasdik etmesi, ayetlerinin onun ayetleriyle benzeşmesi anlamına gelir.[89] Bu nedenle Kur’ân, Kitap ehlini bilgilendirmeye onların, Tevrat ve İncil’den anladıklarına benzeşen ayetlerle başlıyor. Anne Meryem’in seçilmişliğini ve temizliğini onaylıyor. Oğul İsa’nın doğumundaki olağandışılığı tasdik ediyor. Onu “Allah’ın ruhu” olarak niteliyor. Peygamber İsâ’nın çamurdan kuş yapıp onu canlandırmasına değiniyor. Fakat bütün bunların arkasından da tanrının bir olduğunu, oğul ve kızları olmadığını belirtiyor. Hz. İsâ’nın ikinci hayatta yargıçlık yapacağı inancına karşı da, orada tek yargıcın Allah olduğunu, asla adam kayırma ve torpil yapılamayacağını, adaletin mutlaka tecellî edeceğini söylüyor.

İşte görülüyor ki bu eğitim ve öğretim seyridir. Kur’ân önceki kitapları onaylar. Onların öğrettiklerinin üzerine, yeni şeyler bina eder. Arkasından da yanlış anlamalara temas ederek doğruları açıklar. Ama kalbinde sapma meyli olan kimseler, kendilerine doğrular geldikten sonra bile, geriye dönmek isterler. Bunun için en uygun yöntem, aşama aşama öğreten ayetlerden bir kapı aralamaktır.

 

 

Şefaat Konusunda Benzeşenler

Hıristiyanlıktaki ruhbanlık kurumunu ayakta tutan şey şefaat (aracılık) inancıdır. Katolik Hıristiyanlığın âmentüsü sayılan inanç esaslarına göre; İsâ’nın göklere çıkıp Kâdir olan Baba Tanrının sağına oturduğuna, oradan gelip ölüleri ve dirileri hesaba çekeceğine, Azizlerin cemaatine, günahların affedileceğine inanılması gerekmektedir. Günah çıkarma merasiminde kullanılan resmî üslup da şudur:

“… Hata ile çok günah işledim (üç kere). Bunun içindir ki, hâlâ bâkire olan mesut Meryem’e, Mîkâil’e, Saint Jean-Babtiste’e, havârîlerden Saint Pierre ve Saint Paul’a, bütün Azizlere ve siz Pederime benim için Tanrıma dua etmeniz için yalvarıyorum.’[90]

Hıristiyanlar, Hz. İsâ’nın çarmıha gerilmeyi kabul etmesiyle, bütün insanlara şefaatçı olmayı üstlendiğine inanırlar. Bir dînî bölgenin başına getirilen başpiskoposa, iki tarafın arasında geçiş sağlayan anlamında ‘Köprü’ demeleri de bundandır. O, günahkârlarla Tanrı arasında aracılık edecek bir köprüdür.

Muhataplarının bir kısmı Hıristiyan olan Kur’ân-ı Kerim, doğal olarak bu inancı gündemine alır. Otuz kadar ayetinde şefaatten açıkça söz eder. Bu ayetlerin bir bölümü, kâfirler için şefaatçı olmadığını bildirir. Onlar öteki hayatta şöyle diyeceklerdir;

“Şimdi artık bizim ne şefâatçilerimiz var, ne de samimi bir dostumuz.”[91]

Şimdi bunu dinleyen Hıristiyanlar, biz inanan kimseleriz. Kâfir değiliz. Bu nedenle ayet bize konuşmuyor diyebilirler. Oysa Kur’ân, bizzat iman edenlere de seslenerek Allah’tan başka şefaatçı olmadığını ilan eder;

“Rablerine toplanacaklarından korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O’ndan başka ne dostları, ne de şefaatçıları yoktur.”[92]

“Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatın olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımız şeyden hayra sarf edin.”[93]

Hıristiyanlar, bu sefer, “Hz. İsâ sıradan bir şefaatçı değil ki” diyebilirler. Oysa, Kur’ân, Allah izin vermedikçe kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirir;

“Rahmânın huzûrunda söz almış olanlardan başkaları şefâat edemezler.”[94]

“İzni olmadan kimse şefaat edemez. Işte Rabbınız Allah budur.”[95]

Bu dafa Hıristiyanlar, o bir Tanrıdır, diyebilirler. Oysa, başka bir grup ayet, Tanrı yerine konulanların da şefaat edemeyeceklerini gerekçesiyle belirtir;

“Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve: “Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir!” diyorlar. De ki: “Göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?”[96]

“O’nu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaatı bana fayda vermez, beni kurtaramaz da.”[97]

Belli ki Kur’ân’da şefaat konusundaki bazı ayetlerde nihâî hüküm yoktur. Bu elbette konuyu kavratmak için böyledir. O zaman bu konuda nihâî hüküm bulundurmayan ayetler, aşağıdaki şu ayetlere müteşâbih yani benzer bilinmelidir;

“Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezâsını çekmez; kimseden şefâat kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.”[98]

“Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezâsını çekmez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefâat fayda vermez.”[99]“De ki: “Şefaat tamamen Allah’ındır.”[100]

 

Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse, bu ayetler arasında bir irtibat aramadan istediğine uymak isteyebilir. Şefaatçılar edinmeye devam edebilir. Ama inanan bir kimse için gerçek hüküm önemlidir. Peki, gerçek hüküm nedir? Gerçeği arayanlar, ayetlerin çelişkisiz olmadığını bilir. Nâsihi mensuhu olmadığını anlar. Hepsinde de, şefaat fikrinin ve bir şefaatçı edinmenin olumsuzluğunu görür. Ayetlerdeki farklı üslubun, şefaatçı edinenlerle dolu bir toplumun terbiye seyrini hikâye etmekte olduğunu fark eder. Bu durumda, derin anlayışlı kimseler (er-Râsihûn) için bu ayetlerin hepsi de muhkem olur.

 

 

Örtünme Konusunda Benzeşenler

Klâsik dönem müfessirlerinin bir kısmı, pratik konulardaki muhkem ayetlere nâsih, müteşâbihlere de mensuh deyimini kullanmışlardır. Bazı tefsir tartışmalarında, ‘Bu ayet mensuh değil, muhkemdir’ ibâresini görmek mümkündür. Yani; nihâî hükmü açıkça görülen bir ayetin, nasih olduğu söylenir. Nâsih görülen ayetlere muhkem denir. Bu durumda; mensuh olarak nitelenen ayetler de, muhkemin mukabili olan müteşâbihle eşitlenmiş olmaktadır.

Kölelik ile ilgili hükümler böyledir. Kur’ân, bir boynu kölelik zincirinden çözmeyi, insanın aşması gereken bir engel olarak gösteriyor;

“Fakat (insan) o, sarp yokuşa aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu çözmektir.”[101]

Şimdi hiç kimse çıkıp da, tarihte çözüm öneren diğer bazı müteşâbih ayetlere bakarak, Kur’ân’ın köleliği teşvik, hatta tecviz ettiğini iddia edemez. Kur’ân’ın fakirlere zekat verilmesini emretmesi, nasıl her her toplumda fakir bulundurmayı istediği ile yorumlanamazsa, kölelerin hürriyete kavuşturulmasını teşvik etmesi de köle edinmeyi onayladığını göstermez. Bu konudaki ayetlerin hepsi yukarıdaki muhkem söze bağlanarak okunmalıdır.

Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz örtünme konusudur. Örtünme ile ilgili ayetler, pratik konularda benzeşenler için güzel bir örnek oluşturur. Bu konudaki ayetler nihâî hükmü, dört kademede vuzuha kavuşturur. Kur’ân, birinci kademede kadın erkek ayırımı yapmadan, Allah’ın bütün insanlara elbise (yapma bilgisi) indirdiğini belirtir. Fakat, örtünmeye yönelik sorumluluk ve korunma bilincinin (takvâ elbisesinin) daha iyi olduğunu söyler;

“Ey Âdem oğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Korunma giysisi, en iyisidir.”[102]

Bu ayet, korunma bilincini, elbiseden iyi göstermekle, elbise ile örtünmeyi elbette önemsiz kılmamakta, aksine onun örtünme ile birlikte de gereğine vurgu yapmaktadır. Nitekim, Kur’ân rızk konusunda da sorumluluk ve korunma bilincinin daha iyi olduğunu söyler.[103] Ama böyledir diye kimse, yeme içmeyi önemsiz görmez. Kaldı ki daha sonra nâzil olan bir ayette, kadınların bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman, tanınmadıkları durumlarda eziyete uğramasınlar diye bir elbise ile örtünmelerinden söz eder;

“Örtülerini üstlerine salsınlar; onların tanınıp incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[104]

Bundan sonra nâzil olan bir ayet de yakın akrabalarla, cinsellik konusunda problem oluşturmayacak erkeklerin ve erkek çocukların dışındaki kimselere karşı kadınların örtünmelerinden söz eder;

“Kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerinin oğullarına, yahut kadınlarına, yahut ellerinin altında bulunanlara, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkek tâbilerine, yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilir.” [105]

Bütün bunlardan sonra nâzil olan bir ayette ise, evlenemeyecek kadar yaşlı olan kadınların dışarı çıkarken, -kasten süs gösterme amacı olmaksızın- bir dış örtü ile örtünmeyebilecekleri, fakat örtünmelerinin daha iyi olacağı belirtilir;

“Evlenme arzusu kalmamış, oturan kadınların, kasten süs göstermeğe çalışmadan, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günâh yoktur. Ama sakınmaları, kendileri için daha hayırlıdır.” [106]

Bütün bu ayetlerden, örtünmede nihâî maksadın kadın-erkek ilişkilerindeki muhtemel problemleri önlemek olduğu anlaşılmaktadır. Bu iş için en uygun şey de örtünme olarak gösterilmiştir. Demek ki bu ayetler, birbiri ile çelişkili değil, birbirinin nasih mensuhu değil, örtünmenin gereği konusunda birbirine benzeşmektedir. (Ahmet Baydar, Kur’an’da Muhkem ve Müteşabihler)  Yazının devamı için: http://www.erdemyolu.com/?p=261 

[1] Anahtar kavramlar bölümünde ‘Kitap’ maddesine bak.

[2] “Kulunu bir gece Mescidi Haramdan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksaya götüren Allah’ın şanı yücedir.” İsrâ, 17/1. “Bu mescit, göklerde olmalı. Yoksa Kudüs’teki Mescit-i Aksa değil. Çünkü, Rûm, 30/ 3. ayet, Filistin’i “yakın topraklar” olarak niteler. Burada Miraç olayı söz konusu edilmektedir: Hz. Muhammed, göklere çıkarıldığını, Allah’ın yüce huzuruna girdiğini, Cennet’i ve Cehennem’i ziyaret ettiğini, diğer olağanüstü tanrısal âlemleri gezdiğini görmüştür. Hz. Peygamber, tanrısal bir armağan olarak toplumu için günlük beş vakit namazı getirmiştir. Hatırlatalım ki, Müslümanlar, namazlarının son rekatında tanrısal huzurda bulunuş duası (teşehhüd) okurlar. Bu duada, Miraç olayında Allah ile Hz. Muhammed arasında cereyan eden selâmlaşmada geçen aynı ifadeler yer alır. Bu dua, Allah’ın huzurunda bulunmayı soyut bir biçimde simgeler.” M. Hamîdullah, Le Saint Coran, Amana Corporation, 1989, ilgili ayetin dipnotu.

[3] Âl-i İmrân, 3/58. Ayrıca bkz; Yunus, 11/1, Yâsin 36/1-2.

[4] Hûd, 11/1. Ayrıca bkz; “Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar, hikmetli (el-Hakîm) Kitabın ayetleridir.” Yunus, 10/1.

[5] Zümer, 39/23.

[6] Ahkâf, 46/12.

[7] Ahkâf, 46/12.

[8] Zuhruf, 43/3-4.

[9] Burûc, 85/21-22.

[10] Vâkıa, 56/77-78.

[11] Yunus, 10/61.

[12] Bkz; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, İstanbul 1989, ilgili ayetin tefsîri.

[13] M. Hamîdullah, Le Saint Coran, Amana Corporation, 1989, ilgili ayetin dipnotu.

[14] Bkz; Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, Önsöz.

[15] Kelimenin kökü; ‘Eyâ’ dır. Sonunda uzatan harf ye olduğunda; durup kalmak, eğleşmek anlamında, eğer elif olursa; güneş, güneşin ışığı ve güzelliği, güneşin etrafında ışıktan oluşan kısım anlamına gelir.

[16] Şûrâ, 42/7.

[17] Bu anlamdaki hadis için bkz. Buhari, es-Sahih, Kitabu’t-Tefsir. Ayrıca bkz; İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Lübnan, 1969, Tefsîru Sûrati’l-Fatiha. Yine, Kurtubî, adı geçen eser, Sûratü’l-Fatiha,

[18] Hadisler için Bkz. Tirmizî, Fezailu’l-Kur’ân, no: 2800; Dârimî, Fezailu’l-Kur’ân, no: 3239. Bu adlandırma için ayrıca bkz. Ebu Davud, es-Salat, no: 702.

[19] Bunlar, En’am Suresinin, 151-153. ayetleridir; “De ki: “Gelin size Rabbınızın haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin ve onların rızkını veren Biziz, “Gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır. Yetim malına, erginlik çağına erişene kadar en iyi şeklin dışında yaklaşmayın; ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Biz kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Konuştuğunuzda, akraba bile olsa sözünüzde adil olun. Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah size bunları öğüt almanız için buyurmaktadır. Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”

[20] Mukattaa harfleri, yirmi dokuz surenin başında yer alan on dört farklı harftir. İki, üç, dört ve beş harfli formlarla on üç tür oluştururlar. Çoğunluğu Mekkî surelerdedir. Yahudiler, ebced sistemiyle onlardan hesap yaparak İslâm mesajına ömür biçerlerdi.

[21] Nesih konusu, genelde Bakara suresinin 106. ayeti ile başlatılır. Ayet şudur: “Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayet nesh etmez veya onu unutturmayız. Allah’ın her şeye kâdir olduğunu bilmedin mi?”Ayette kullanılan nesh kelimesi üzerinde, konuyla ilgili eserlerde çokça durulmuştur. Bir yazıyı bir yere aktarmak, silmek ve yok etmek anlamlarına gelmektedir. Öyleyse, yok edilen, unutturulan ve daha hayırlısı ya da benzeri getirilen ayet ne olabilir? İşte bu ayet lafzı, kimine göre, mushaftan beş ile beş yüz arasında değişen sayıda hüküm ayeti ile ilgilidir. Kimine göre de temas ettiğimiz gibi, mushaftan bazı ahkâm ayetleri ile ilgilidir ki bunlar, önceden nâzil olan kitaplardaki bazı hükümleri nesh etmiştir. Bu konuda üçüncü bir yorum daha vardır. Bu yoruma göre metinde sözü edilen ayet Kur’ân’ın kendisidir. Kur’ân ayetler toplamından oluşan bir mûcize olarak önceden verilen mûcizeler devrini kapatmıştır. Biz bu son görüşün birçok yönden daha isâbetli olduğunu düşünüyoruz. isabet noktaları hiç şüphesiz ayet lâfzı ile ilgili ayrıntılarda saklıdır. Kur’âna göre, aynı özden farklı dil ve renklerde yaratılmamız, edep yerlerimizi örteceğimiz elbiselerimiz, uykumuz, uyanmamız ve doğal yaşantımızdaki her obje bizim için birer ayettir. Arşın altında olan her şey birer simge, gösterge ve ayettir. Fakat bu ayetlerde süregelen aynılık âdeti, kimilerine perde olarak bu ayetlerdeki acaipliği gizler. Bunun için onlar her an yeniden oluşu göremezler. İlâhın, tabiat kanunlarına zorunlu olduğunu zannederler. İşte bundan dolayı yaratıcı, bazen elçilerine verdiği mûcizelerle yaratılış sürekliliğini geçmiştir. Bu, bir ayetin başka bir ayetle kaldırılmasıyla olmuştur. Hakîkatte, süregelen âdetler de peygamberlere verilen hârikalar da birer ayettir. Hârikalar, bize doğal gelen ayetlerle çelişmez, onları geçer. Bu, yer çekimi âdetine mukâbil eldeki kaldırma kuvveti gibidir. Ancak peygamberlere verilen bu hârikalar ilâhî mesaja bir artı katmamış ve muhataplarını îmâna zorlamamıştır. Hârikalar, tenzîlî ayetlere dikkat çekmek, ilkel toplumların doğayı “Yaratılışçı” okumalarına yardımcı olmak için verilmiştir. Son peygamber zamanında ise bilinç tekâmülü tamamlanan, “iletişimsel” okuma düzeyi yükselen insanlığa böyle bir yardıma gerek kalmamıştır. Bu dönemde insanlık enfüsî, kevnî ve tenzîlî ayetlerle baş başa kalmıştır. Daha önceden verilen Sihrî ve cezâî mûcizeler ise neshedilmiştir. Kur’ân, îmânın bilişsel bir temel üzerine oturmasını hatırlatması yönüyle o cins ayetlerin yerini alarak öncekileri unutturmuştur. Allah dilediğini siler ve dilediğini bırakır.“Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet getiremezdi. Her sürenin bir kitabı vardır. Allah dilediğini siler ve dilediğini bırakır. Kitab’ın anası, O’nun yanındadır.” Ra’d Süresi, 38 ve 39. ayetler. Bakara Suresinin 106. ayetini bu bağlamda tekrar okumamız gerekecektir.“Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayet kaldırmaz veya onu unutturmayız. Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu bilmedin mi?” Kitab-ı Kerîmin bu beyanlarına göre Hak Teâlâ eğer dilerse bir ayeti başka bir ayetle değiştirir. Vurgulanan, böyle bir şeyin vuku bulmuş olmasından çok, böyle bir şeye ancak yaratıcının kâdir olmasıdır. Ayrıca ayetin sonunda “gücü yetme”yi karşılayan kadîr kelimesi, sözü edilen ayetin de, mûcize kâbilinden olan ayet olabileceğini hissettirmektedir. Kur’ânın, tenzîlî vahiyden bahsederken ayet lafzını çoğul olarak âyât şeklinde kullandığı halde, burada doğal olaylardan söz açtığında olduğu gibi tekil olarak ayet şeklinde kullanması da duruma açıklık kazandıran hususlardandır. Kur’ân, Tevrat’ı tasdik eden, [21] ama zamanındaki vaktî mûcizeleri nesheden bir ayettir. Zâten nesh ve mahv ancak böyle kevnî ayetlerde cârî olur. “Benzeri” veya “daha iyisi” şeklinde bir mukâyese de tenzîlî ayetler için bir anlamsızlık taşıdığı halde, mûcizevî ayetler için böyle bir mukayeseden söz edilebilmektedir. Sonuç olarak şunu diyebiliriz. Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’ândakiler aynı Kitabın ayetleridir. Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsâ toplumlarına, Hz. Muhammed’in kendi kavmine okuduğu ayetlerdeki hikmetleri okumuşlardır. Şâri’ tarafından mushafın iki kapağı arasında bazı revüzyonların yapılmış olacağını düşünmek nasıl makul değilse Levhdeki kitapta yapmış olmasını düşünmek de öyle mâkul sayılmamalıdır. Hikmeti aynı olan form değişikliklerine gelince, bu elbette hükmün iptal edilmesi anlamında bir nesh değildir. İyileştirmeyi hedefleyen bir tedrîcdir. Her kademede söylenenler, aynı şartlarda her zaman, yerinde ve doğrudur. O halde nesh, tebdîl, tağyîr ve mahv gibi öncekini geçen uygulamalar, ancak enfüsî, teczîî, sihrî ve tekvînî ayetlerde söz konusu olabilir. Siyak ve sibakına bakılırsa, ikinci Surenin 106. ayeti îmânı küfürle değiştirenlerin Hz. Mûsâ’dan “ Allah’ı bize göster, yahut nehir fışkırt” demeleri gibi Hz. Muhammed’den istekte bulunanlara bir cevap mâhiyetindedir. Durumu sonraki ayetler daha da tavzîh etmektedir:“Yoksa siz de peygamberinizden daha önce Mûsâ’dan talep edildiği gibi talepte mi bulunuyorsunuz. Halbûki kim îmânı küfre değişirse artık düz yolun ortasında sapıtmıştır.”

 

[22] Bu, müfessir Ebû Bekir Esamm (vefatı; H. 200) ın görüşüdür. Fahruddin er-Râzî, bu görüşü tefsirinde naklettikten sonra, kapalı ve eksik bulduğunu belirtir.

[23] Bkz. Muhammed Esed Kur’ân Mesajı, Âl-i İmrân 3/7. ayetin dipnotu.

[24] Nisâ, 4/157.

[25] Bakara, 2/118.

[26] En’âm, 6/141.

[27] Enam, 6/99.

[28] Bakara, 2/25.

[29] Bakara, 2/67-73.

[30] Zümer, 39/23.

[31] Bkz; Buhari, es-Sahih, Kitabu’t-Tefsir.

[32] Bkz, ez-Zebîdî, et-Tecrîdu’s-Sarîh, 1684. hadisin şerhi.

[33] Nahl, 16/67.

[34] Bakara, 2/219.

[35] Nisâ, 4/43.

[36] Mâide, 5/90.

[37] Ahzâb 33/8.

[38] Ahzâb 33/24.

[39] Kelimelerin benzeşmesi (müteşâbih’ul-Müfredât) konusunda, Muhammed b. Hamza b. Nasr Kirmani’nin “el-Burhan fi müteşabih-il Kur’an” adlı eseri vardır.

[40] Bakara, 2/67-73.

[41] Muhammed, 47/20-21.

[42] Bu anlamda merfu bir hadis için bkz. Sünen ed-Darimi, Kitabu’l-Büyu’, Hadis no; 2419. Ayrıca bkz. Müslim, es-Sahih, Musâkat, no 107. Aynı anlamdaki bir başka rivayette ise; müteşâbih kelimesi yerine müşebbihat, müşebbehat ve müştebihat biçiminde üç farklı okuyuş vardır. Bkz. Buharî, es-Sahih, K. İman.

[43] Hûd, 11/1.

[44] Yunus, 10/24.

[45] Rûm, 30/24.

[46] A’râf, 7/32.

[47] Nesh bu köktendir.

[48] Bakara, 2/106. Ayete verilen bu anlam ve tartışmalar için bkz. Kurtubi, adı geçen eser, ilgili ayetin tefsiri.

[49] Hûd, 11/1

[50] Ra’d, 13/19.

[51] İbrâhim, 14/52.

[52] Sa’d, 38/29.

[53] Bakara, 2/269.

[54] Zümer, 39/9.

[55] Zümer, 39/18.

[56] Allahu Teala, Hz. Musâ’ya Tevrat’la ilgili olarak buyurmaktadır. A’râf, 7/145.

[57] Zümer, 39/55.

[58] Bkz, Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, A’râf, 7/145. ayetin tefsîri.

[59] İsrâ, 17/35.

[60] A’râf, 7/53.

[61] Yusuf ,12/6.

[62] Kelimenin bu anlama kullanıldığını görüyoruz. Bkz. Râgıb el-Isfehânî, el-müfredât, E-V-L kökü.

[63] İnşikak, 84/1-5.

[64] İnfitâr, 82/1-3.

[65] Tekvîr, 81/1-3.

[66] Kâria, 101/4-5.

[67] Nâziât, 79/42-43.

[68] Hz. Peygamberin ellerini İbn. Abbas’ın omuzlarına koyarak onun için şöyle dua ettiği söylenir: ‘Allah’ım ona tevil ilmini öğret.’ Bak. A. İbn. Hanbel, Müsned-ü Beni Haşim, Hadis no: 2274 ve 2731ayrıca bkz; aynı eser: 2296, 2875 ve 2937 numaralı hadisler. İbn. Abbas’ın da şöyle söylediği nakledilir: ‘Müteşâbihleri Allah ve bir de ilimde derinleşenler anlar. Ben de onlardanım.’

[69] Müteşâbihler hakkında sorular soran Sabiğ adında Iraklı birisini Hz. Ömer çağırtıp döver. Sonra da memleketine gönderir. Ancak ilgili rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, olay Hz. Ömer devrindedir ve bu zat sağda solda konuşan kötü niyetli birisidir. Bak; Dr. M. Said Şimşek, Kur’ân’da İki Mesele, Konya, 1987, S. 41-42.

[70] Lokman 31/14

[71] Bunlar; Ebû Harise, Abdu’l-Mesîh ve el-Ayhem’dir.

[72] “Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun.” Mâide, 5/110. “Beşikte ve yetişkinlikte insanlara konuşacak ve iyilerden olacaktır.” Âl-i İmrân, 3/46, ayrıca bkz; Meryem, 19/29.

[73] Oysa Kur’ân’a göre, babasız yaratılan sadece İsâ değildir. Onun durumu, ilk insanın yaratılışına benzetilir: “Allah katında İsa’nın durumu kendisini topraktan yaratıp sonra ol demesiyle olmuş Adem’in durumu gibidir.” Âl-i İmrân, 3/59.

[74] “Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik. Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin. Ey inananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.” Bakara, 2/15-153.

[75] Bu anlatımlar, bir kralın elçisini huzuruna çağırıp ona talimat verirken kullandığı çoğul ifadelere benzer. Krallar sıradan insanlar gibi konuşmazlar. ‘Ben diyorum ki” biçiminde söz söylerken, aniden üslup değiştirerek; “Biz diyoruz ki”, yahut “Kral diyor ki” biçiminde devam ederler. Kralın yanındakiler bu durumu anlar. Diğerleri de zaten her şeyi bilmek ihtiyacında değillerdir. Bkz; M. Hamidullah, adı geçen eser, Introductıon, Beyrut, 1973.

[76] Kur’ân’da; Melik/Kral olarak nitelenen Allah’ın zâtının kast edildiği zamirler; O, Ben ve Biz biçiminde üç ayrı kullanım gösterir. İlâhî nimet, itaat, ibadet, hidayet, duâ, küfür, kibir ve fısk gibi; ulûhiyet, ubudiyet ve tevhidin vurgulandığı yerlerde tekil olan ‘O’ ve ‘Ben’ zamirleri kullanılır. “Allah, O’ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır.” Bakara, 2/255 ayrıca bak; A’râf 7/6, 29, 45 Ama, yaratma, inşâ etme, diriltme, yaşatma, indirme, okuma ve gönderme gibi olaylar ve bu olayların sebepleri kast ediliyorsa, çoğul olan ‘Biz’ zamiri kullanılır. “Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz.” Abese 80/26, ayrıca bak; Hicr 15/9, 26, 66. Fakat eğer bu tür ayetlerde itaat, ibadet, tevhit ve imana dikkat çekiliyorsa yine tekil olan ‘Ben’ zamiri kullanılır. “Elinizde bulunan Tevrat’ı tasdik ederek indirdiğim Kuran’a inanın” Bakara 2/41 ayrıca bak; Mâide 5/11, Bakara 2/33. Bu hususta bir mukayese açısından şu bölüm ilginçtir. Art arda gelen üç ayette her üç zamir de yukarıda yapılan tespitle uyumlu kullanılmıştır: “Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik. Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin. Ey inananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.” Bakara, 2/15-153. Yine; bir ayet indirilmesini anlatan şu ifade çoğul zamirle, fakat devamında ıkâb kelimesiyle öteki hayattaki azabı hatırlatan bölüm tekil zamirle gelmiştir. “Onlar da ayetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günâhlarıyla yakaladı. Allah’ın ıkâbı çetindir” Âl-i İmrân, 3/11, Oysa aynı anlamdaki ve hemen hemen aynı kelimelerden oluşan şu ayette, aynı zamanda bu hayattaki azap da mevzu bahis olduğundan, helak durumunu bildiren zamir çoğul getirilmiştir. “Rablerinin ayetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günâhlarıyla mahvetmiştik ve Firavun âilesini boğmuştuk.” Enfâl, 8/54.

[77] Oysa Kur’ân, onların bu inancını bir küfür olarak niteler; “Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Yalnız bir tek tanrı vardır, başka tanrı yoktur.” Mâide, 5/73. “Ey Kitap ehli, dîninizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu Îsâ Mesîh, sadece Allah’ın elçisi, O’nun Meryem’e attığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve elçilerine inanın, (Allah) “Üçtür” demeyin. Kendi yararınıza olarak buna son verin.” Nisâ, 4/171.

[78] Melekler demişti ki: “Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir kelimeyi, adı Meryem oğlu İsa olan Mesih’i, dünya ve âhirette şerefli ve Allah’a yakın kılınanlardan olarak müjdeler.” Âl-i İmrân, 3/45.

[79] “Meryem oğlu İsâ Mesih, Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.” Nisâ, 4/171.

[80] “Onu, İsrâil oğullarına şöyle konuşan bir elçi yapacak; “Ben size Rabbınızdan bir mucize getirdim : Ben, çamurdan, kuş görünümünde bir şey yapar ona üflerim de Allah’ın izniyle kuş oluverir. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim. Evlerinizde yemekte ve biriktirmekte olduklarınızı size haber veririm. Eğer inananlarsanız, bunda sizin için tam bir mucize vardır.” Âl-i İmrân, 3/49. Ayrıca şu ayet; “Allah, “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an” demişti, “Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun.” Mâide, 5/110. Hz. İsa’nın körü iyileştirmesi olayı için bkz, İncil : Yuhanna, 9/1-41, Alaca hastasını (cüzzam) iyileştirmesi ile ilgili olay için bkz, İncil : Matta, 8/1-4, Ölüyü diriltmesi ile ilgili olay için bak, İncil : Luka 7/11-17.

[81] F. er-Râzî a.g.e. Âl-i İmrân Suresi ikinci ayetin tefsiri. Rivayet için bkz; es-Sîratü’n-Nebeviyye, İbn’u Hişâm (Mütercim; Yusuf Velişah Urulgiray) Riyad 1985, Cilt II. S. 287-296. et-Taberî Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân. Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr ilgili ayet.

Burada bir hususu belirtmekte yarar vardır. Üçüncü Surenin nüzûlü, doksan dördüncü sıradadır. Bu da yaklaşık olarak Hz. Peygamberin Medîne’deki ilk yıllarına tekabül eder. Necranlı heyetin Medîne’ye gelişi ise heyetler yılı denilen dokuzuncu yılında olmalıdır. (Bu duruma dikkat çeken Seyyid Kutup, yukarıdaki rivayete ihtiyatla yaklaşır. Bkz. Fî Zilâli’l-Kur’ân, Al-i İmrân 3/7. ayetin tefsîri.) Bu durumda, Surenin ilk bölümündeki bu ayetin ilk muhatapları, Yahûdîler de Necran heyeti de olmayabilir. Eğer bu rivayetlerde anlatılanlar, Surenin bu ilk bölümü nâzil olduktan daha sonra meydana gelmiş olaylar ise, bu durumda yedinci ayetin kitabın bir kısmını alıp bir kısmını terk etmede Yahudi ve Hıristiyanlara benzeyen başkaları için inmiş olduğunu düşünebiliriz. Rivayetçiler de daha sonra bu olaylara tanık olunca onları nüzul sebebi kapsamına almış olabilirler. O zaman yukarıda nüzul sebebi diye anılan olaylara bir çeşit tefsir olarak bakabiliriz.

[82] Nisâ, 4/171.

[83] Âl-i İmrân, 3/45.

[84] Âl-i İmrân, 3/59.

[85] Kehf, 18/109.

[86] Secde, 32/9.

[87] Bkz, Râgıb el-Isfehânî, Müfredât, İstanbul, 1986, ‘Zyğ’ kökü. Kelimenin Kur’ân’daki kullanımı için bkz; Saff, 61/5, Tevbe, 9/117.

[88] Kitap ehlinin durumunu açıklayan bir ayette şöyle denir; “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” Bakara, 2/85.

[89] Muhammed Hamidullah, Kur’ân’ın bu durumu onayladığına işaret eder; “Allah, sözün en güzelini, benzeşen ve sık sık tekrar edilen bir Kitap olarak indirdi” “Buradaki benzeşen” ifadesi, muhtemelen Kur’ân’ın, Kitab-ı Mukaddes gibi eski tanrısal kitaplara benzediğine işaret ediyor.” Bkz; Le Saint Coran, Zümer Suresinin 23. ayetinin açıklaması.

[90] Bkz. Doç. Dr. İ. Süreyya Sırma, İslâmiyet ve Hıristiyanlık, İstanbul, 1980, S. 34.

[91] Şu’arâ, 26/96-101.

[92] En’âm, 6/51.

[93] Bakara, 2/254.

[94] Meryem, 19/87.

[95] Yunus, 10/3.

[96] Yunus, 10/18.

[97] Yâsin, 36/23.

[98] Bakara, 2/48.

[99] Bakara, 2/123.

[100] Zümer, 39/43-44.

[101] Beled, 98/11-13.

[102] A’râf, 7/26.

[103] Hac’dan bahseden bir ayette şöyle denir; “Yanınıza azık alın, azığın en iyisi takvâdır.” Bakara, 2/197.

[104] Ahzâb, 33/59.

[105] “İnanan kadınlara da söyle: “Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Baş örtülerini (göğüs) yırtmaçlarının üstüne koysunlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerinin oğullarına, yahut kadınlarına, yahut ellerinin altında bulunan (köle) lerine, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkek tâbilerine, yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilir. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allah’a tövbe edin ki felâha eresiniz.” Nur, 24/31.

[106] Nur, 24/60.



posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 1 Comment

3rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’IN BAZI ÖZELLİKLERİ

KUR’AN İNSANLARI EN DOĞRU, EN SAĞLAM YOLA GÖTÜRÜR:

17İsra suresi, 9-10-“Gerçekten bu Kur’an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü’minler için büyük bir mükâfat olduğunu ve ahirete inanmayanlar için elem dolu bir azap hazırladığımızı müjdeler.”

17İsra suresi, 82-“Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır.”

 

DİNİ HAKİKAT VE DOĞRU, YALNIZCA VAHİYLE; KUR’AN SAYESİNDE BULUNUR:

34Sebe’ suresi, 50-“De ki: “Ben eğer sapmışsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete ermişsem, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır.”

27Neml suresi, 91-92-“De ki: “Bana ancak, bu beldenin (Mekke’nin); onu mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbine kulluk yapmam emredildi. Yine bana, müslümanlardan olmam ve Kur’an’ı okumam emredildi.” Artık kim doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa, de ki: “Ben ancak uyarıcılardanım.”

28Kasas suresi, 85-“Kur’an’ı sana farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir. De ki: “Rabbim hidayetle geleni ve apaçık bir sapıklık içinde olanı daha iyi bilir.”

 

İLAHİ KİTAPLARIN (VAHYİN-KUR’AN’IN) TEMEL AMACI, ALLAH’TAN BAŞKALARINI DEĞİL, YALNIZCA ALLAH’I TEK İLAH VE TEK RAB OLARAK GÖRMEKTİR:

9Tevbe Suresi, 31-“Allah’ın yanısıra, hahamlarını; rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i(İsa’yı) rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.”

3Al-i İmran suresi, 64-“De ki: “Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin: Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz.” Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: “Şahit olun ki biz kendimizi O’na teslim etmişiz!”

3Al-i İmran suresi, 79-80-“ Allah’ın, kendisine Kitab’ı, hükmü (hikmeti) ve peygamberliği verdiği hiçbir insanın, “Allah’ı bırakıp bana kullar olun” demesi düşünülemez. Fakat (şöyle öğüt verir:) “Öğretmekte ve derinlemesine incelemekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe kullar olun.” Onun size, “Melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin.” diye emretmesi de düşünülemez. Siz müslüman olduktan sonra, o size hiç inkârı emreder mi?

6En’am suresi, 19-“De ki: “Hakikatin en güvenilir şahidi kimdir?” De ki: “Allah benim ile sizin aranızda şahittir; ve bu Kuran bana vahyedildi ki ona dayanarak sizi ve onun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim“. Siz, Allahtan başka ilahların olduğuna gerçekten şahitlik yapabilir misiniz? De ki: “Ben (böyle) bir şahitlik yapmam!” De ki: “O, tek ilahtır ve bakın, sizin yaptığınız gibi, Allahtan başka şeylere ilahlık yakıştırmak benden uzak olsun!”

21Enbiya suresi, 25-“Oysa Biz senden önce de peygamberleri yalnızca: “Benden başka tanrı yok, öyleyse (yalnızca) Bana kulluk edin!” diye vahyederek gönderdik.”

16Nahl suresi, 2-“Allah, ‘Benden başka ilah yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının.’ diye (insanları) uyarmaları için emrini içeren vahiy ile melekleri kullarından dilediğine indirir.”

18Kehf suresi, 110-“ De ki: “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Tanrınızın bir Tek Tanrı olduğu vahyolundu bana. Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi (O’na) ortak koşmasın!”

41Fussilet suresi, 6-“De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!”

 

İLAHİ KİTAPLARIN (KUR’AN’IN) İNDİRİLİŞ AMACI DİNİ İHTİLAFLARI ADALETLE ÇÖZÜMLEMEKTİR:

2Bakara suresi, 213-“Bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu; (sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki, bununla insanların farklı görüşler edinmeye başladıkları her konuda karar verebilsin. Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu (vahy)in tevdi edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, insanları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, (ulaşmak) isteyeni doğru yola ulaştırır.”

16Nahl suresi, 64-“Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.”

 

İLAHİ KİTAPLARDA (VAHİYDE- KUR’AN’DA) AÇIK BİR HÜKÜM VAR İKEN PEYGAMBERİ BİLE HAKEM KILMAK DOĞRU DEĞİLDİR:

5Maide suresi, 43-“Yanlarında, içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat varken nasıl oluyor da seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar (kendi kitaplarına da, sana da) inanmış değillerdir.”

42Şura suresi, 10-“Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir. İşte bu, Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.”

6En’am suresi, 114-“Allah size Kitab’ı (Kur’an’ı) bölüm bölüm (yeterince) açıklanmış biçimde indirmiş iken ben Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım?” (de). Kendilerine kitap verdiklerimiz de onun, Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphecilerden olma.”

 

İLAHİ KİTAPLARIN(KUR’AN’IN) İNDİRİLİŞ AMACI, HAK VE ADALETİ GETİRMEKTİR:

57Hadid suresi, 25-“Andolsun biz resullerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik…”

7A’raf suresi, 29-“De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O’na) doğrultun. Dini Allah’a has kılarak O’na ibadet edin. Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz.”

6En’am suresi, 115-“Rabb’inin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

4Nisa suresi, 58-“Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

16Nahl suresi, 90-“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”

42Şura suresi 15-“Bundan dolayı sen çağrıya devam et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâ ve heveslerine uyma ve şöyle de: “Ben, Allah’ın indirdiği her kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah, hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş de ancak O’nadır.”

11Hud suresi 112-113-“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür. Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.”

4Nisa suresi, 58-“Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

5Maide suresi, 48-“Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.”

 

KUR’AN’IN İNDİRİLMESİ SONUCU DİN TAMAMLANMIŞTIR; SONRADAN DİN ADINA SÖYLENENLER VE YAZILANLAR, DİNE EKLENENLER DİN DEĞİLDİR:

6En’am suresi, 115-“Rabb’inin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

5Maide suresi, 3-“…Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve Bana teslimiyeti sizin dininiz olarak belirledim. Günaha eğiliminden değil de hayati bir zaruret sonucu (yasak şeylere) sürüklenenlere gelince, bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.”

11Hud suresi, 1-2-“…Bu Kur’an; ayetleri, hüküm ve hikmet sahibi (her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz, sağlam ve açık) kılınmış, sonra da Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır…”

 

KUR’AN’A AYKIRI DİNİ SÖYLEMLERİN DOĞRULUĞUNU İDDİA ETMEK, ALLAH’TAN BAŞKA İLAH OLABİLECEĞİNE TANIKLIK ETMEKTİR:

6En’am suresi, 19-“De ki: “Hakikatin en güvenilir şahidi kimdir?” De ki: “Allah benim ile sizin aranızda şahittir; ve bu Kuran bana vahyedildi ki ona dayanarak sizi ve onun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim“. Siz, Allahtan başka ilahların olduğuna gerçekten şahitlik yapabilir misiniz? De ki: “Ben (böyle) bir şahitlik yapmam!” De ki: “O, tek ilahtır ve bakın, sizin yaptığınız gibi, Allahtan başka şeylere ilahlık yakıştırmak benden uzak olsun!”

 

İLAHİ KİTAPLAR(KUR’AN), DİN(HARAMLAR-HELALLER) BELİRLEME HAK VE YETKİSİNİN ALLAH’A AİT OLDUĞUNU BİLDİRMEK İÇİN İNDİRİLMİŞTİR:

39Zümer suresi, 2-3-“Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et. İyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinerek: “Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırmaları için tapıyoruz,” diyenler(e gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri konuda hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez.”

42Şura suresi, 21-“Yoksa onların, dinden, Allah’ın izin vermediği şeyi kendileri için yasalaştıran ortakları mı var? Kesin ayrıma ilişkin söz olmasaydı, aralarında hüküm mutlaka verilirdi. O zalimler var ya, onlar için acıklı bir azap öngörülmüştür.”

16Nahl suresi, 116-“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş(iftira atmış) oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”

10Yunus suresi, 59-60-“De ki: “Allah’ın sizin için indirdiği sizin bir kısmını haram ve helal kıldığınız rızıktan, haber var mı? Söyler misiniz?” De ki: “Allah mı size izin verdi, yoksa Allah hakkında yalan uydurup iftira mı ediyorsunuz? Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerin kıyamet günü zanları nedir? Şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük ihsan (fazl) sahibidir, ancak onların çoğu şükretmezler.”

7A’raf suresi, 32-33-“De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için ayetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.” De ki: “Rabbim ancak, açık ve gizli çirkin işleri, günahı, haksız saldırıyı, hakkında hiçbir delil indirmediği herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”

6En’am suresi, 149-151-“De ki: Kesin delil, ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi. De ki: “Haydi, Allah şunu haram kıldı” diye tanıklık yapacak şahitlerinizi getirin. Onlar şahitlik etseler de sen onlarla beraber şahitlik etme. Ayetlerimizi yalanlayanların ve ahirete inanmayanların arzularına uyma. Onlar Rablerine, başka şeyleri denk tutuyorlar. De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. (Zina ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Meşru bir hak karşılığı olmadıkça, Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.”

12Yusuf suresi, 39-40-“Ey mahpus arkadaşlarım! Hangisi daha iyidir: birbirinden ayrı pek çok rab(bın varlığına inanmak) mı, yoksa bütün varlıklara egemen bir tek Allah(a inanmak) mı? Allah’ı bırakıp tapındığınız her şey gerçekte sizin ve atalarınızın kendi muhayyilenizden çıkardığınız (anlamsız) isimlerden öteye geçmemektedir; çünkü bunlar hakkında hiçbir kanıt indirmemiştir Allah. (Neyin doğru, neyin eğri olduğu konusunda) hüküm yalnızca Allah’a aittir. Ve O da kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor. İşte dosdoğru olan (tek) din budur; ama insanların çoğu bunu bilmez.”

 

İLAHİ KİTAPLAR(KUR’AN), YALNIZCA ALLAH’IN İLAHİ NİTELİKLERE SAHİP OLDUĞU BİLDİRİR:

42Şura suresi, 11-“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

21Enbiya suresi, 23-“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar sorgulanırlar.”

20Taha sures, 52-“…Benim Rabbim asla yanılmaz ve asla unutmaz.”

2Bakara suresi, 20-“… Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (2Bakara, 106,109,148,259,284; 3Al-i İmran suresi,26,29,165,189; 5Maide suresi, 17,19,40,120 6En’am suresi, 17; 8Enfal suresi, 41; 9Tevbe suresi, 39; 11Hud suresi, 4; 16Nahl suresi, 77; 24Nur suresi, 45; 29Ankebut suresi, 20; 30Rum suresi, 50; 33Ahzab suresi, 27; 35Fatır suresi, 1; 41Fussilet suresi, 39; 42Şura suresi, 9; 46Ahkaf suresi, 33; 48Fetih suresi, 21; 57Hadid suresi, 2; 59Haşr suresi, 6; 64Teğabun suresi, 1; 65Tahrim suresi, 12; 66Tahrim suresi, 8; 67Mülk suresi, 1)

2Bakara suresi, 20-“… O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (2Bakara suresi, 231,282; 4Nisa suresi, 32,176; 5Maide suresi, 97; 6En’am suresi, 80; 6En’am suresi, 101; 7A’raf suresi, 89; 8Enfal suresi, 75; 9Tevbe suresi, 115; 20Taha suresi, 98; 24Nur suresi, 35,64; 29Ankebut suresi, 62; 33Ahzab suresi, 40,54; 42Şura suresi, 12; 48Fetih suresi, 26; 49Hucurat suresi, 16; 57Hadid suresi, 3; 58Mücadele suresi, 7; 64Teğabun suresi, 11; 65Tahrim suresi, 12)

4Nisa suresi, 33-“…Şüphesiz Allah her şeye şahittir.” (5Maide suresi, 117; 22Hacc suresi, 17; 33Ahzab suresi, 55; 34Sebe’ suresi, 4741Fussilet suresi, 53; 58Mücadele suresi, 6;85Buruc suresi, 9)

4Nisa suresi, 85-“…Çünkü Allah, her şeyi gözetleyicidir.” (33Ahzab suresi, 52)

6En’am suresi, 102-“…O herşeye vekildir.” (11Hud suresi, 12; 39Zümer suresi, 62)

11Hud suresi, 57-“…Şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (34Sebe’ suresi, 21)

18Kehf suresi, 45-“…Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.”

67Mülk suresi, 19-“…Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir.(basîr)”

2Bakara suresi, 255-“Allah -O’ndan başka ilah yoktur-; Her zaman diridir, bütün varlıkların kendi kendine yeterli yegane kaynağıdır. Ne uyuklama tutar O’nu, ne de uyku. Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O’nundur. O’nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir? O, insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da bilir; oysa O dilemedikçe insanlar O’nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar. O’nun sonsuz kudreti ve egemenliği gökleri ve yeri kaplar ve onların korunup desteklenmesi O’na ağır gelmez. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnızca O’dur.”

59Haşr suresi, 22-24-“Allah O’dur ki O’ndan başka ilah yoktur. O, yaratılmışların kavrayış alanı dışındaki şeyleri de, duyuları yahut akıllarıyla kavrayabildiklerini de tek bilendir. O, Rahman ve Rahim. Allah O’dur ki O’ndan başka ilah yoktur. Mutlak Hakim, Kutsal, Kurtuluşun Tek Kaynağı, İman Bağışlayan, Doğru ile Yanlışın Tek Belirleyicisi, Üstün, Eğriyi Düzeltip Doğruyu İhya Eden, Bütün İhtişamın Sahibi! Şanı yüce olan Allah, insanların ilahlık yakıştırdıkları her şeyden münezzehtir. O, Allah’tır, Yaratıcı, bütün özlere ve görüntülere şekil veren Yapıcı!

4Nisa suresi, 86-“…Şüphesiz Allah her şeyin hesabını tutmaktadır.”

4Nisa suresi, 126-“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın ilim ve kudreti her şeyi kuşatıcıdır.” (41Fussilet suresi, 54)

6En’am suresi, 101-“…Hâlbuki her şeyi O yarattı…” (6En’am suresi, 102; 13Ra’d suresi, 16; 25Furkan suresi, 2; 39Zümer suresi, 62; 40Mümin suresi, 62; 51Zariyat suresi, 49)

54Kamer suresi, 49-“Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık.” (65Tahrim suresi, 3)

7A’raf suresi, 156-“…Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır…” (40Mümin suresi, 7)

23Müminun suresi, 88-“De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Her şeyin hükümranlığı elinde olan, kendisi koruyan, kendisine karşı korunulamaz olan kimdir?” (36Yasin suresi, 83)

27Neml suresi, 88-“… Her şeyi şaşmaz bir düzene bağlayan Allah’ın işidir bu.”

32Secde suresi, 7-“O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı…”

 

İLAHİ KİTAPLAR(KUR’AN) DİN KONUSUNDA YETERLİDİR:

29Ankebut suresi, 51-“Bu kitabı, kendilerine iletmen için sana göndermiş olmamız onlara yetmez mi? Kuşkusuz onda rahmet(imizin tezahürü) ve iman edecek kimseler için bir uyarı vardır.

 

İLAHİ KİTAPLARDA(KUR’AN’DA) DİN KONUSUNDA EKSİK BİR ŞEY YOKTUR:

6En’am suresi, 38-“Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.”

 

İLAHİ KİTAPLARDA(KUR’AN’DA) DİN KONUSUNDA HER ŞEY AÇIKLANMIŞTIR

16Nahl suresi, 89-“Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün. Sana bu kitabı; her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”

 

İLAHİ KİTAPLARDA(KUR’AN’DA) DİNLE İLGİLİ HER ŞEY ALLAH TARAFINDAN YETERİNCE AÇIKLANMIŞTIR

6En’am suresi, 114-“Allah size Kitab’ı (Kur’an’ı) bölüm bölüm (yeterince) açıklanmış biçimde indirmiş iken ben Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım?” (de). Kendilerine kitap verdiklerimiz de onun, Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphecilerden olma.”

7A’raf suresi, 52-“ Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık.”

6En’am suresi, 119-“Allah, yemek zorunda kaldıklarınız dışında size neleri haram kıldığını tek tek açıklamışken, üzerine adının anıldığı hayvanları yememenizin sebebi nedir. Gerçekten birçokları nefislerinin arzularına uyarak bilmeden (halkı) saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir.”

6En’am suresi, 126-“Bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Şüphesiz düşünüp öğüt alacak bir toplum için ayetleri ayrı ayrı açıkladık.”

11Hud suresi, 1-“ Bu Kur’an; âyetleri, hüküm ve hikmet sahibi (bulunan ve her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz, sağlam ve açık) kılınmış, sonra da Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır.”

 

İNSANLAR YALNIZCA KUR’AN’DAN SORUMLU TUTULACAKLAR

43Zuhruf suresi, 44-“Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan sorumlu tutulacaksınız(hesaba çekileceksiniz).”

 

KUR’AN ANLAŞILMASI KOLAY BİR KİTAPTIR

19Meryem suresi, 59-“İşte yalnızca bu amaçla, bu (ilahi mesajı) senin dilinde kolaylaştırdık ki Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseleri onunla müjdeleyip, (boş bir) inatla direnip duranları onunla uyarasın;

44Duhan suresi, 58-“Böylece (ey Peygamber!) Biz bu (ilahi kelamı) senin kendi dilinde kolay anlaşılır kıldık ki, insanlar düşünüp ondan ders alabilsinler.”

54Kamer suresi, 17,22,32,40-“Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?”

 

ARAPÇA BİLMEYENLER İÇİN İLAHİ KİTAPLAR(KUR’AN) TERCÜME EDİLMEDEN ANLAŞILAMAZ:

14İbrahim suresi, 4-“Biz her elçiyi, mutlaka kendi halkının diliyle gönderdik ki, (hakkı) onlara açık (ve dolaysız) bir biçimde ulaştırabilsin; artık bundan sonra Allah (sapmayı) dileyeni sapma içinde bırakır, (doğru yolu tutmayı) dileyeni de doğru yola yöneltir, çünkü doğru hüküm ve hikmetle edip eyleyen en yüce iktidar sahibi O’dur.”

30Rum sures, 22-“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır.”

41Fussilet suresi, 44-“Eğer biz onu yabancı bir dilde olan bir Kur’an kılsaydık, herhalde derlerdi ki: “Onun ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olana, yabancı bir dil mi?” De ki: “O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur’an), onlara karşı bir kapalıdır. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir.”

26Şuara suresi, 193-199-“Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir. Ve bu (mesaj, temel çizgileriyle), hiç şüphesiz, ilahi hikmetleri bildiren önceki kitaplarda da yer almaktadır. İsrailoğulları arasındaki (birçok) bilginin bu (gerçeği) bilmeleri onlar için yeterli bir belirti sayılmaz mı? Onu Arapça bilmeyen birine indirmiş olsaydık. Ve bu yabancı onu (kendi diliyle) onlara okusaydı, onlar yine inanacak değillerdi.”

 

KUR’AN, İÇTUTARLIĞI OLAN BİR KİTAPTIR; KUR’AN’IN KENDİ İÇİNDE ÇELİŞKİ VE TUTARSIZLIK YOKTUR:

4Nisa suresi, 82-“Onlar bu Kuranı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allahtan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık ve) çelişkiler bulurlardı!”

18Kehf suresi, 1-“Bütün övgüler Allah’a yakışır; O (Allah) ki, kuluna bu ilahi kelamı indirmiş ve onun anlaşılmasını güçleştirecek hiçbir çapraşıklığa yer vermemiştir:”

39Zümer suresi, 28-“Ve onu bütün çapraşıklık ve eğriliklerden uzak Arapça bir hitabe olarak (vahyettik ki,) Allah’a karşı sorumluluklarının bilincine varsınlar.”

 

KUR’AN ANLAŞILMASI GEREKEN BİR KİTAPTIR

23Müminun suresi, 68-“Peki, onlar (Allah’ın bu) sözünü anlamaya hiç çalışmadılar mı? Yahut geçip gitmiş atalarına hiç gelmeyen bir şey mi geldi onlara?”

38Sad suresi, 29-“Sana indirdiğimiz bu kitapta(da her şeyi açıkladık ki) insanlar onun mesajı üzerinde iyice düşünsünler ve akıl iz’an sahipleri ondan ders alsınlar.”

47Muhammed suresi, 24-“ Öyleyse, onlar bu Kuran üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”

12Yusuf suresi, 2-“Biz onu Arapça bir metin olarak indirdik ki, aklınızı kullanarak belki onu kavrayıp özümlersiniz.”

 

KUR’AN’LA ÖLÜLER DEĞİL, YAŞAYANLAR VE ULAŞILAN KİMSELER UYARILIR

36Yasin suresi, 70-“(Kur’an,) Diri olanları uyarıp korkutmak ve (Allah’ın) sözü hakikati inkara şartlanmış olanlara karşı tanıklık yapabilsin diye (indirilmiştir).”

6En’am suresi, 19-“De ki: “Hakikatin en güvenilir şahidi kimdir?” De ki: “Allah benim ile sizin aranızda şahittir; ve bu Kuran bana vahyedildi ki ona dayanarak sizi ve onun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim“. Siz, Allahtan başka ilahların olduğuna gerçekten şahitlik yapabilir misiniz? De ki: “Ben (böyle) bir şahitlik yapmam!” De ki: “O, tek ilahtır ve bakın, sizin yaptığınız gibi, Allahtan başka şeylere ilahlık yakıştırmak benden uzak olsun!”

42Şura suresi, 7-“İşte Biz sana Arap dilinde bir Kur’an gönderdik ki, bütün kentlerin atasını ve çevresinde oturanları uyarabilesin; yani, (varlığı) her türlü şüphenin üstünde olan Toplanma Günü’ne karşı (onları) uyarasın. (O Gün) bazısı cennete girecek, bazısı da yakıcı ateşe.”

 

İNSANLAR, GELENEĞİ DEĞİL KUR’AN’I TERK EDEREK ALLAH’IN DİNİNDEN UZAKLAŞIRLAR:

25Furkan suresi, 30-“Peygamber, “Ey Rabbim! Halkım şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi.”

 

İLAHİ KİTAPLARI BİRBİRİNİN ALTERNATİFİ VEYA KARŞITI GÖRMEK DOĞRU DEĞİLDİR:

2Bakara suresi, 136-“Deyin ki: “Biz Allah’a inanırız ve bize indirilene ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onların soyundan gelenlere indirilene ve Musa’ya, İsa’ya ve Rableri tarafından (diğer) tüm peygamberlere tevdi edilmiş olana (inanırız); onların arasında hiçbir ayrım yapmayız. Ve biz O’na teslim olanlarız.”

3Al-i İmran suresi, 84-“ De ki: “Biz, Allah’a; bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve o’nun neslinden gelenlere indirilene; Rableri tarafından Musa’ya, İsa’ya ve (diğer) tüm peygamberlere bahşedilene inanırız; onlar arasında hiçbir ayrım yapmayız. Ve kendimizi O’na teslim ederiz.”

 

ALLAH’IN KİTAP GÖNDERMESİ BİR RAHMETTİR:

44Duhan suresi, 6-“Peygamberi kitapla gönderişimiz de, senin Rabbinden bir rahmettir, nimettir. Gerçekten O, bütün söylenenleri işitir, her hali bilir.”

7A’raf suresi, 52-“Andolsun biz onlara, bilerek açıkladığımız bir kitabı, inanan bir toplum için bir yol gösterici ve rahmet olarak getirdik.”

 

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 4 Comments

22nd Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

PARMAK GEZDİREREK KUR’AN OKUMAK

Soru: “Kur’ân’ı okurken anlamanın gerekli olduğunu söyle­diniz. Fakat hiç bilmeyenler, parmağıyla, gözleriyle takîbetseler, Kur’ân okumuş sayılırlar mı?”

Cevap: Hiç bilmeyenlerin, parmaklarını ve gözlerini satırlar üzerinde gezdirip Kur’ân okuduklarını sanmalarını, bâtıl bir hayaldir. Bu, Mushaf’ın kendisini putlaştırmaktan başka bir şey değildir. Kutsal olan mürekkep, satır, kâğıt değil, İlâhî mânâları taşıyan sözlerdir. Bunları okumaktan maksat da Tanrı’dan gelen mesajı öğrenip, onun prensipleri uyarınca hareket etmek, maddeten ve manen yücelmek, yüksek karakter sahibi olmaktır. Kur’ân okumak isteyenler, ya asıl metnini veya mealini okurlar. Hiç bilm­eyenler, okuyanları dinlerler. Ama parmaklan satırlar üzerinde gezdirmek diye bir şey yoktur. Bu, bid’attir. Bu tür bid’atlerden kaçınmak gerekir. (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Sualler ve Cevaplar)

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 0 Comments

7th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an’ı nağmeyle okumanın kınanması: 906-“Resûlullah buyurdular ki:”Kur’ân’ı Arap lahn’ı ve Arap sesleri üzere okuyun. Sakın ha ehl-i aşk ve ehl-i kitabeyn’in lahn’ı üzere okumayın. Bilesiniz, benden sonra bir kavm gelecek ki, onlar Kur’ân’ı okurken, şarkı ve mâtem tercîi gibi terci’ ile okuyacaklar. Onların (imanları laftadır) gırtlaklarından öte geçmez. Kalbleri fitne ve fesada uğramıştır. Böylelerinden hoşlanan kimselerin kalpleri de fitne ve fesad içindedir.” [Rezîn rivayet etmiştir. (Suyutî, Câmiu’s-Sağîr’de kaydeder (Feyzu’l-Kadir 2, 65).] AÇIKLAMA:…Yukarıdaki hadiste, “Arap dil kaidelerine (i’râba) uygunluk” mânasındadır. Arkadan gelen “Arap sesleri üzere okuyun” ifadesi de bu mânayı te’yid eder. Hadis, sonra da Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarını okudukları şekilde Kur’ân’ı okumaktan men etmektedir. Buradan da anlıyoruz ki, Ehl-i Kitap da dinî metinleri, ibadet maksadıyla, kendilerine has bir üslubla okumakta imişler. Bu hal halen devam etmektedir. Ehl-i Kitab’ı taklidin yaygınlaştığı bir zamanda bu ikâz-ı Nebevînin de hatırda tutulması gerekir.Hadisin Câmi’u’s-Sağir’deki aslında ehl-i fısk tabiri de yer alır. Yani “Fâsıklar gibi de okumayın” denmektedir.Câmi’u’s-Sağir’de hadisin devamında da biraz farklılık gözükmektedir. “….Benden sonra bir kavm gelecek Kur’ân’ı şarkı gibi, ruhbanların ve mâtemcilerin okuyuşları gibi terci’li okuyacaklar…”Kıraatte terci’, sesi boğazda geri çevirerek oynatmak, yani dalgalamak, titretmek sûretiyle nağme yapmaktır. Şarkı ve türkülerde, ağıtlarda sıkca ve yaygın şekilde yer verilen bu nağme tarzını Resûlullah Kur’ân tilâvetinde yasaklıyor. Sesler boğazdan tabii bir çıkışla çıkacaktır, dalgalandırmak, titretmek yasaktır.Kur’ân’da bu tarza cevaz verilmemesi, harflerin tabii hallerinin bozulmasındandır. Münâvî’nin kaydına göre Ahmed İbnu Hanbel’e bu yasağın sebebi sorulunca, soruyu sorana: “Adın ne?” der. Adam: Muhammed, deyince İmam sorar:”- Sana Ey Muhaammed denmesinden hoşlanır mısın?”Terci’de, görüldüğü gibi harfin tabii hâli bozulduğu gibi, mahrec yerleri de değişmektedir. Mahrec yerlerinin değişmesi ise, mânaya tesir edecektir. Hülâsa bunun getireceği muhtelif mahzurlar sebebiyle, hoş karşılanmamıştır.

Kur’an’ı anlamadan okumamak: 918-Ebû Hüreyre anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: “Sizden biri geceleyin kalkınca Kur’ân diline dolaşıp ne dediğini anlamamaya başlayınca hemen yatsın.” [Müslim, Müsâfirin 223, (787); Ebû Davud, Salât 308, (1311).]

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 0 Comments

7th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. Peygamberin insanlığa bıraktığı dinî miras, onun hayatında, vefatından 200 yıl boyunca yalnızca Kur’an’ın olduğu çok açık ve belirgin idi. 250 yıl sonra bu belirginliğin üzeri kara bulutlarla örtüldü. Kur’an’ın yanı sıra Peygamberden rivayet edilen çok sayıda metin de ana kaynak  ortaya çıktı. Hadis kitapları, kutsî hadisler, cevşen, birtakım özel dualar, sahabe ve tabiîn neslinin masumiyeti (yanılmazlığı), çeşitli sahabelere ait dinî metinler bunlardan bir kısmıdır.

İlk 200 yıl boyunca dinin tek kaynağının Kur’an olduğu tartışmasız bir gerçek iken sonraki dönemlerde yan kaynak olabilecek olan hadis kitapları, mezhep bilginlerinin bireysel ve ortak görüşleri de dinin ana kaynakları arasında görüldü.

Bu konunun hadislerdeki serüveni aşağıda görülmektedir:

 

 

 

1-a)“Size, sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız bir şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabı…” Müslim Kitap-15 Bab-19 Hadis 1218 İbn Mace Kitap-25 Bab-84 Hadis-3074(KUTUBU SİTTE ÇEVİRİSİNDE BU HADİS TÜRKÇEYE AKTARILMAMIŞTIR.) (Veda hutbesinden aktarılan hadis, hadis otoritelerince eksiksiz ve kusursuz bulunmuştur.) (Son iki hadis hakkında Kur’an ve Sünnet Üzerine Hikmet Zeyveli s.19-24 1996 Bilgi Vakfı Yay.)

 

b)5799-“Resûlullah vasiyette bulundu mu?” diye sordum.”Hayır” dedi. Ben tekrar:”Öyleyse, kendi vasiyette bulunmaksızın halka nasıl vasiyeti farz kılar veya emreder?” dedim.”Allah’ın Kitab’ını vasiyet etti!” diye cevap verdi.” [Buharî, Vesaya 1, Megazî 83, Fezailu’l-Kur’an 18; Müslim, Vasiyet 16, (1634); Tirmizî, Vesaya 4, (2120); Nesâî, 2 (6, 240).]

 

c)5406-İbnu Abbas anlatıyor: “Resûlullah muhtazar (ölmeye yakın) iken evde bir kısım erkekler vardı. Bunlardan biri de Ömer İbnu’l-Hattab idi. Resûlullah : “Gelin, size bir şey (vasiyet) yazayım da bundan sonra dalalete düşmeyin!” buyurdular. Hz. Ömer:”Resûlullah’a ızdırap galebe çalmış olmalı. Yanınızda Kur’an var, Allah’ın kitabı sizlere yeterlidir” dedi. Oradakiler aralarında ihtilafa düştü. Kimisi: “Yaklaşın, Resûlullah size vasiyet yazsın!” diyor, kimi de Hz. Ömer’in sözünü tekrar ediyordu. Gürültü ve ihtilaf artınca, :”Yanımdan kalkın, yanımda münakaşa caiz değildir!” buyurdu. Bunun üzerine İbnu Abbas : “En büyük musibet, Resûlullah’la onun vasiyeti arasına girip engel olmaktır!” diyerek çıktı.” [Buharî, Megazî 83 Salat 80 Fezail 3, İlm 39, Cihad 176, Cizye 6, İtisam 26; Müslim, Vasiyye 22, (1637).]

 

d)5424-…Hz. Ömer hançerlendiği zaman Hz. Süheyb , ağlayarak girdi. Hem ağlıyor, hem de: “Vay kardeşim, vay arkadaşım!” diyordu. Hz. Ömer: “Ey Süheyb bana mı ağlıyorsun? : “Ölü, ehlinin kendi üzerine ağlaması sebebiyle azab görür” buyurdu!” dedi. İbnu Abbâs der ki: “Hz. Ömer öldüğü zaman bunu Hz. Aişe’ye hatırlatmıştım. Şöyle dedi:”Allah Ömer’e rahmet buyursun! Vallahi Resûlullah : “Allah, mü’mine, ehlinin üzerine ağlaması sebebiyle azab verir” demedi. Lakin Resûlullah : “Allah, kâfirin azabını, ehlinin üzerine ağlamasıyla artırır” buyurdular.”Hz. Aişe sözlerine şöyle devam etti: ” Size Kur’an yeter.” Orada “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır 18) buyrulmuştur. [Buhârî, Cenâiz 33; Müslim, Cenâiz 22, (928); Nesâî, Cenâiz 15, (4, 18, 19).]

 

e)4727-“Hz. Ömer, Resûlullah’a kelâle'(nin miras hissesin)den sormuştu.”Bu yaz nazil olan, Nisa suresinin sonundaki ayet, bu meselede sana yeterlidir” buyurdular. Hadisin ravisi der ki: “Ebu İshak’a sordum: “Kelâle, ne çocuk ne de baba bırakmadan ölen kimse değil mi?” Bana: “Böyle zannettiler!” diye cevap verdi.” [Muvatta, Feraiz 7, (2, 515); Müslim, Feraiz 9, (1617).] AÇIKLAMA:..”Hz. Ömer der ki: “Ben size, kendimden sonra nazarımda, kelâle kadar ehemmiyetli bir şey bırakmıyorum. Hiçbir şeyde Resûlullah’a kelâlede olduğu kadar çok başvurmadım. Resûlullah da bana kelâle meselesinde olduğu kadar hiçbir şeyde sert olmadı. Sonunda parmağıyla göğsüme dürttü ve:”Ey Ömer! Nisa suresinin son ayeti sana yetmiyor mu?” dedi. Eğer ben yaşarsam kelâle hakkında (kesin bir hükümle) hükmedeceğim. Kur’an’ı okuyan da okumayan da onunla hükmedecek.”

2-a)53-İmam Malik’e ulaştığına göre, Hz. Peygamber şunu söylemiştir: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab’ı ve Resûlünün sünneti. Muvatta, Kader 3, (2, 899) İbn İshak es-Sîre c.4 s.604 Hakim Mustedrek. Veda Haccı’nda söylendiği bildirilen bu sözün hadisçilerce hadis aktarımcısı/ravileri(sened) bütünüyle kopuktur. Peygamberle İmam Malik(179) arasındaki kimlerin olduğu belli değildir. Bu tip hadîse Mu`allak hadis denmekte, böyle bir hadis, hadis uzmanlarınca zayıf kabul edilmektedir. Zayıf hadis dinde delil olarak kullanılmamaktadır.

 

3-a)54-Hz. Peygamber buyurdular ki: “Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın Kitabı’dır. Semâdan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim’dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün” Tirmizî, Menâkıb 77, (3790).

 

b)4463-“Resûlullah buyurdular ki: “Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teâla’nın Kitabı’dır. O, Allah’ın (sema-arz arasına uzanmış) ipi olup, kim ona tutunursa hidayet üzere olur, kim de onu terkederse dalâlete düşer. İkincisi neslim, Ehl-i Beytim’dir.” Müslim, Fezailu’s-Sahabe 37, (2408).

 

c)”Ey insanlar, bilesiniz ki: Ben bir beşerim. Rabbim’in elçisinin(ölüm meleği) gelmesi ve davetine icabet etmem zamanı yakındır. Ben size iki kıymetli şey bırakıyorum: Birincisi Kitabullah’tır, içerisi nur ve hidâyet doludur. Allah’ın Kitabı’nı alın ve ona dört elle sarılın.” -Resûlullah Kur’ân-ı Kerîm’e birçok teşviklerde bulunduktan sonra devamla dedi ki: “Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum…” Müslim Kitap-44 Bab 4 Hadis-2408 Müsned c.4 s.366-367 Darimi Kitap-23 Bab-1 Hadis-3319 (Hadislerin aktarımcıları(sened), hadis otoritelerince eksiksiz ve kusursuz bulunmuştur.

4896-“Resûlullah Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman kendisine sorar: “Sana bir dâva geldiği vakit nasıl hükmedeceksin?” “Allah’ın kitabıyla hükmedeceğim” der Muâz. “(Meseleyi Kitabullah’ta) bulamazsan?” “Resûlullah’ın sünnetiyle hükmedeceğim.” “Ne Kitabullah’ta ve ne de Resûlullah’ın sünnetinde bulamazsan?” “Kendi re’yimle ictihad edeceğim, (hüküm vermekten) geri durmayacağım.” Hz. Muaz der ki: “Bu cevabım üzerine Resûlullah (memnun kaldı), göğsüme eliyle vurup: “Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisini memnun edecek usûlde muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!” buyurdular.” Ebu Dâvud, Akdiye 11, (3592, 3593); Tirmizi, Ahkâm 3, (1327, 1328). AÇIKLAMA: Hadis aktarımcıları(sened) itibariyle sorunlu görünse de dini otoritelere göre anlam itibariyle mütevatir bir hadistir.

430-“Resûlullah buyurdular ki: “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” Buhârî, Fedailu’l-Kur’ân 21; Tirmizî, Fedailu’l-Kur’ân 15, 2909; Ebu Dâvud, Salat 349, 1452 H.; İbnu Mâce, Mukaddime 16, 211.H.

431-“Resûlullah buyurdular ki: “Belleğinde Kur’ân’dan hiçbir şey bulunmayan kişi harab olmuş bir ev gibidir.” Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’ân 18, 2914. H. Tirmizi bu hadisin sâhih olduğunu söylemiştir.

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN | 0 Comments