İslam Dünyasında Bilim insanları
BİLİM İNSANLARI
MÜSLÜMAN BİLGİNLER(8-15-16 YY. )
Cabir İbn Hayyan(721-815)
CAHIZ (777/869)
EL-HARİZMİ (780-840)
İBN FİRNAS(-888)
Kindi (800-873)
SABiT BiN KURRA(821-901)
EBUBEKİR Razi (841-926)
Abdülhamid İbn Türk(847)
Battani(858-929)
FARABİ(870-950)
Abdurrahman es-Sûfi (903-986)
İbn Havkal(943)
İbn Yunus(?-1009)
EBÛ’L-KASIM ZEHRÂVİ(930-1013)
EBU’L VEFA BUZCANİ(940 – 988)
İbn Heysem (965-1040)
Ahmed El-Biruni (BEYRUNİ) (973-1048)
İbn-i Sina(980-1037)
Ömer Hayyam(1048-1131)
ABDURRAHMAN EL-HAZİNİ(1100-1160)
İdrisî(1100-1166)
Yahya el-Mağribi (-1180)
İbn Tufeyl(1106-1186)
İbn Rüşd(1126-1198)
CEZERİ(1150 – 1220)
EL HARİZMİ(? – 1221)
El-Kazvini(1203-1283)
NASİRÜDDİN TUSİ(1201 – 1274)
İbn Nefis(1210 – 1288)
İbnü’l-Münzir(? – 1340)
Akşemseddin(1390-1460)
Cemşid(-1429)
ALİ KUŞCU(1410 – 1474)
MİRİM ÇELEBİ(? – 1525)
MİMAR SİNAN(1490-1588)
Takiyüddin(1521 -1584?)
Kâtip Çelebi(1609-1657)
Ahmed Cevdet Paşa(1823-1895)
Hezarfen Ahmed Çelebi(1652-1683)
Abdüsselâm(1921-)
Cabir İbn Hayyan
(721-815) Cabir İbn Hayyan, Orta Çağın Geber simyacısı, genellikle kimyanın babası olarak bilinir. Ebu Musa Cabir İbn Hayyan, bazen, el-Harrani ve el-Sufi olarak adlandırılır, bir ilaççının (attar) oğlu idi. Kesin doğum tarihi tartışma konusu olmuştur, fakat MS. 776 civarında Kufa’da tıp ve simya icra ettiği tespit edilmiştir. İmam Cafer Sadık ve Umayyad Prensi Halid bin Yezid’in emrinde çalıştığı aktarılmaktadır. İlk günlerinde, tıp icra etmiş ve Abbasi Halifesi Harun el-Reşit’in döneminde Barmaki vezirinin hamiliği altında idi. Barmakilerin düşüşünün etkilerinden bazılarını paylaşmış ve MS. 803’te öldüğü Kufa’da göz hapsinde tutulmuştur.
Cabir’in başlıca katkısı kimya alanındadır. Simyaya karakterini modern kimyaya hızla değiştiren deneysel araştırmayı tanıtmıştır. Onun ünlü laboratuarının kalıntılarında, ününü 22’si kimya ve simya ile ilgili olan 100 muazzam eserle devam ettiren kitapları yüzyıllar sonra kalmıştır. Onun kimyaya başlıca önemli katkısı kristalleştirme, damıtma, kireçlenme, süblimasyon ve buharlaştırma gibi bilimsel tekniklerin mükemmelleştirilmesi ve aynı amaçla birkaç enstrümanın geliştirilmesini içermektedir. Araplar tarafından uzak bir bilim dalı olarak görülen kimyanın, belli belirsiz fikirler yerine, ilk gelişim olgusu iyi bir şekilde yerleştirilmiştir ve kimya adı, Müslüman bilim adamları tarafından incelenmiş ve geliştirilmiş olan, Arapça el-Kimya kelimesinden türetilmiştir.
Belki de Cabir’in başlıca uygulamalı başarısı, ilk defa onun imbiğinde (Anbik) hazırlanmış olan mineral ve diğer asitlerin keşfidir. Simyanın temel doğasına, yeni bileşimlerin hazırlanması ve kimyasal metotların büyük ölçüde gelişimi dahil, birkaç katkıdan başka, aynı zamanda, çok sayıda uygulamalı kimya yöntemini de geliştirdi. Böylece uygulamalı bilimler alanında bir öncü oldu. Bu alandaki başarıları çaşitli metallerin hazırlanması, çeliğin gelişimi, kumaşın boyanması ve derinin tabaklanması, su-geçirmez kumaşın verniklenmesi, cam yapımında magnezyum diyoksidin kullanımını, paslanmanın önlenmesini, altınla süsleme, boyaların, yağların tanımlanması, vb. ni içermektedir. Bu pratik çabaların yapılması sürecinde, altını çözerek altın suyunu bulmuştur. Damıtma işlemini sistematik ve kolay bir hale getiren İmbik onun buluşudur. Cabir eserlerinde deneyselliğe ve doğruluğa büyük bir önem vermekteydi.
Özelliklerine göre, maddelerin üç farklı türünü tanımlamıştır. Birincisi; ruhlar, yani kafur, arsenik ve amonyum klorür gibi ısınınca buharlaşan maddeler, ikincisi; metaller, örneğin altın, gümüş, kurşun, bakır, demir, ve üçüncüsü; tozlara dönüştürülebilen bileşimler kategorisi. Böylece daha sonradan metaller, metal olmayanlar ve uçucu maddeler gibi bir sınıflandırmanın yolunu açmıştır.
Bir simyacı olarak bilinmesine rağmen, bir simyacı olarak ciddi anlamda soy metallerin hazırlanmasının peşine düşmemiştir. Bunun yerine, çabalarını temel kimya metotlarının gelişimine ve bunların kendi içlerindeki kimyasal reaksiyonların işleyişlerini incelemeye adamıştır ve böylece kimyanın simya efsanelerinden bir bilim olarak yavaş yavaş gelişmesine yardım etti. Kimyasal reaksiyonlarda, çeşitli maddelerden belirli miktarlarda bulunduğunu vurgulamıştır ve bu yüzden sabit oranlar kanununun yolunu açmıştır.
Dağarcığında çok sayıda kitap bulunmaktadır. Kimyadan başka, aynı zamanda, tıp ve astronomi gibi diğer bilimlere de katkıda bulunmuşlardır. Kitab’ül-Kimya ve Kitab’ül-Sab’een dahil olmak üzere, kimya üzerine kitapları Latince’ye ve çeşitli Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Bu tercümeler Avrupa’da yüzyıllarca popüler kalmış ve modern kimyanın oluşumunu etkilemiştir. Cabir tarafından, alkali gibi, bugün çeşitli Avrupa dillerinde bulunan ve bilimsel kelime dağarcığının bir parçası olmuş birkaç teknik terim bulmuştur. Birçok diğer eseri Arapça olarak korunup halen açımlanmamış ve yayımlanmamışken, kitaplarının sadece bir kaçı yayına hazırlanmış ve yayınlanmıştır.
Dağarcığında bulunan bütün muazzam eserlerin onun kendi katkıları mı yoksa halefleri tarafından daha sonraki yorumları / ilaveleri içerip içermediği konusunda şüpheler vardır. Sarton’a göre, onun eserlerinin gerçek değeri yalnızca tüm kitapları yayına hazırlanıp yayınlandığında anlaşılacaktır. Onun eserlerinde toplanan dini görüşleri ve felsefi kavramları eleştirilmiştir, ancak onların doğruluğunun sorgulanmasından başka, Cabir’in asıl katkısının dinde değil kimya alanında olduğu vurgulanmalıdır. Onun çeşitli büyük buluşları, örneğin nitrik, hidroklorik, sitrik ve tartarik gibi asitlerin ilk defa hazırlanması, ve sistematik deneyselliğin önemini vurgulaması, göze çarpmaktadır ve onun adilce modern kimyanın babası olarak kabul edilebilmesi bu gibi eserlerin esası üzerinedir. Max Mayerhaff’ın sözleriyle, Avrupa’da kimyanın gelişimi doğrudan Cabir İbn Hayyan’da izlenebilir.
Yapmış olduğu kuramsal ve deneysel araştırmalarla kimyanın gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan Câbir ibn Hayyân’ın hayatı hakkında pek fazla bir bilgiye sahip değiliz. Diğer Müslüman bilginler ve kimyacılar gibi, Câbir de, Aristoteles’i izleyerek maddeyi dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) kuramıyla açıklamaya çalışmış ve bu unsurların nitelikleri (kuru-yaş ve soğuk-sıcak) farklı olduğu için bunların birleşmesinden oluşan maddelerin de farklı özelliklere sahip olduğunu belirtmiştir. Hellenistik dönem simyagerlerinden de etkilenmiş olan Câbir ibn Hayyân, Yeryüzü’ndeki bütün maddeleri 3 ana grupta toplamıştır:
Alkol gibi uçucu olan gazlar. Altın, gümüş, bakır ve kurşun gibi metaller.
Bazı boya maddeleri gibi, uçucu ve metalik olmayan ara maddeler.
Cabir ibn Hayyan’a göre, bütün maddeler doğada saf olarak bulunmaz ama damıtma işlemiyle onları saflaştırmak olanaklıdır; ayrıca sadece cansızları oluşturan maddeler değil, canlıları oluşturan maddeler de damıtılabilir. Söylediğine bakılırsa, suyu 700 defa damıtmış ve sonuçta bu unsurdaki yaşlık niteliğini yok ederek, sadece soğuk niteliğini içeren saf elementi elde etmeyi başarmıştır. Organik kökenli maddeleri damıtmak suretiyle, Câbir’in çeşitli boyaları, yağları ve tuzları elde ettiği bilinmektedir.
Câbir ibn Hayyân metallerin oluşumunu, daha önce de söz konusu edilen kükürt-cıva kuramıyla açıklamak istemiştir. Bilindiği gibi, kükürt-cıva kuramının kökeninde, Yunan Dünyası’nda özellikle Pythagorasçılar tarafından savunulmuş olan ikilem görüşü bulunmaktadır; bu görüşe göre, her şey, kadın-erkek ve iyi-kötü gibi ikilemler çerçevesinde oluşur ve anlaşılır. Bu görüş daha sonraları, 16. yüzyılda Paracelsus (1493-1541) ve onu destekleyenler tarafından yeniden ele alınacak ve bu temel üzerinde, yeni bir ikilem olan Asit-Baz Kuramı biçimlendirilecektir.
Metallerin oluşumunu açıklamak maksadıyla ortaya atılmış olan kükürt-cıva kuramına göre, altın, gümüş ve bakır gibi metallerin birbirlerinden farklı olmalarında, bunların temelini teşkil eden kükürdün farklılığı kadar, oluşmaları sırasındaki ısı farkları ve Güneş ışığı da önemli bir rol oynar. Yeni bir metal meydana getirmek üzere birleşen kükürt ve cıva daha önceki özelliklerini terkederek yeni bir birim oluştururlar.
Câbir’in bildiği metaller altın, gümüş, bakır, demir, kurşun ve kalaydan ibarettir. Kimya alanına önemli katkılarda bulunmuş olmakla birlikte, Câbir de tipik bir simyager gibi el-iksir elde etmek üzere birçok deney yapmış ve çeşitli el-iksir formülleri geliştirmiştir. Câbir ibn Hayyân’ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, kimya bilimine yapmış olduğu katkıları üç madde altında toparlamak olanaklıdır:
Element görüşünün oluşmasına yardımcı olmuştur. Deneylerinde, ölçü ve tartı işlemleri üzerinde hassasiyetle durduğu için, nicelik anlayışının güçlenmesini sağlamıştır.
Çalışmaları sırasında geliştirmiş olduğu yeni aletlerle kimya teknolojisinin ilerlemesine aracı olmuştur.
CAHIZ
(777/869) Aynı zamanda Arap edebiyatının en büyük nesir yazarlarındandır. Tam adı Ebu Osman Amr b. Bahr b. Mahbub el-cahiz el-Kinani’dir. 767-777 yılları arasında Basra’da doğduğu tahmin edilmektedir. İlk kaynaklara dayanarak biyografisini yazan Sendubi’ye göre dedesi Mahbub, deve çobanı bir zenci idi. Buna göre Cahiz bir Arap-zenci melezi olmalıdır. “Cahiz” lakabı kendisine patlak gözlü olmasından dolayı verilmiştir. Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye karşı şiddetli bir arzusu olan Cahiz’in gençliğinde, en parlak devrini yaşayan Basra’da çok canlı bir ilim ve kültür hayatı vardı. O sırada Basra’da pek çok tanınmış alim bulunmaktaydı. Onların derslerini takip ederek gramer, şiir, tarih ve edebiyat öğrendi. Bir yandan da geçimini temin etmek için ticaretle meşgul oldu. Bu arada Basra Camii’ndeki ilmi ve edebi meclislere, Basra panayarının kurulduğu, çöl Araplarının geldiği, şairlerin ve hatiplerin şiirlerini ve hutbelerini okudukları Mirdeb’e devam etti. Fasih Arapçayı onlardan öğrendi. Ayrıca, kelamcıların çeşitli konularla ilgili tartışmalarını dinledi.
Cahiz, 818 yıllarında Halife Memun tarafından eserlerinden dolayı beğenilmesi dolayısıyla Bağdat’a davet edilir. Cahiz bundan sonra bazen Bağdat, bazen Samerra’da halifenin ve devlet büyüklerinin muhitinde kalmış ve çeşitli eserler yazıp sonra takdim ederek oldukça büyük bir yekun tutan caizeler ( ödüller) almıştır.
Cahiz’in asıl parlak devri, 835-847 yılları arasında vezirlik makamında bulunan İbnü’zZeyyat Muhammed b. Abdülmelik zamanına rastlar. Bu sırada kaleme aldığı birçok risalesini İbnü’z-Zeyyat’a ithaf etti ve müreffeh bir hayat sürdü. İbnü’z-Zeyyat, 847 yılında öldürülünce bir ara hapse atıldıysa da, sonradan Ahmed b. Ebu Davud onu affetti. Hayatının sonuna doğru felç olan Cahiz, aynca damla hastalığından mustarip ve çok yaşlanmış olarak Basra’ya çekildi. 869 yılı Muharrem ayında 95 yaşında vefat etti. Patlak gözlü, ince boyunlu, kalın dudaklı, esmer tenli, kısa boylu olan Cahiz, neşeli, şakacı, zeki, nükteden, biraz cimri ve tartışmadan hoşlanan bir kimse idi. Çirkinliğine rağmen meziyetleriyle kendini sevdirmişti. En yüksek makamlarda bulunan devlet adamları ile münasebet kurabilmiştir. Cahiz’in İslam düşünce tarihinde önemli bir yeri bulunmakla beraber , onun asıl şöhreti, yazarlığı ve edipliği dolayısıyladır. Arap nesrini mükemmel şeklini veren Cahiz olmuştur.
Cahiz’in en çok dikkat çeken taraflarından biri de, psikolojik tahlilleri-
dir. Bu tahlillere küçük risalelerinde rastlanır. Tabii çevrenin insan ve hay-
vanlara etkisi üzerinde ısrarlı duran Cahiz, bu hususta sosyal çevrenin etkisinden de önemle bahseder. Cahiz, devrinin en büyük zooloji ve antropoloji alimiydi. Hayvanların her türünü inceledi. Eserlerinde hayvanların yaşayışlan hakkında ince bilgiler
verdi ve hayvanları deney için kullanan ilk alim oldu. Tetkik ve deneylerini, o konu hakkında doğru bildiğini elde edinceye kadar sürdürdü.
Hayvanlardaki uzvi değişiklikleri de inceledi. Hayvanların adetlerini ve
hususiyetlerini izah ederken, Allahu Teala’nın onları yaratmasındaki hikmeti de gözler önüne serdi. Cahiz, kendi düşüncelerini, eserlerini, hayvanları konuşturmak suretiyle ortaya koydu. Bu durum daha önce doğu edebiyatlarında Kelile ve Dimne ile Hint’te, 13. asırda Mesnev-i Şerif ile Mevlana’da görülür. Cahiz’den tam sekiz asır sonra dünyaya gelen 18. asır Fransız edebiyatçısı La-Fountaine, onun hayvanları konuşturma üslubunu taklit ederek üne kavuşmuştur.
İlk defa hayvanları konuşturma sanatını ortaya çıkaran La Fontaine olduğu Batılılarca iddia ediliyorsa da, onun bu sanatı Cahiz’den de, diğer Müslüman milletlerin edebiyatçılarından aldığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Avrupa bilginleri, milletlerarası ilmi toplantılarda, teneffüs faaliyetinin sadece akciğerlere mahsus olmadığını, teneffüsün ciltteki delikler vasıtasıyla da yapıldığını ilk ortaya çıkaranların kendileri olduğunu söylerler.
Fakat bu arada Cahiz, asırlar önce bu hakikati ortaya koyan tek alimdir.
El-Hayvan isimli eserinde şöyle demektedir: ” – Her kıl dibinde, bedenin teneffüsünü temin eden delikçikler mevcuttur. Şayet bunlar olmasaydı, insan ilk anda ölürdü. ” Bu, Cahiz’in, tecrübeleriyle ortaya koyduğu açık bir hakikattir. Cahiz, ilk defa kurulan destilasyona tabi tutmak suretiyle hayvan gübresinden amonyak elde etmeyi başarmıştır.
ESERLERİ: Cahiz, Arap edebiyatında en çok eser veren müellifler arasında yer alır. Kitaplarının sayısı hakkında kesinbir şey söylemek mümkün değildir. Sıbt
İbnü’l-Cevzi, onun 360 eseri olduğunu ve bunların çoğunu Bağdat’ta Ebu Hanife Kütüphanesi’nde gördüğünü söyler.
Eserlerin yirmibeştanesi günümüze tam, altmış beş tanesi de eksik olarak gelebilmiştir. Eserlerinin hemen hepsi ansiklopedik mahiyettedir. O, edebiyat, Kelam, Mezhepler Tarihi, Tarih, Siyaset, Ahlak, Sanat, Ticaret ve Zooloji konularında çok değerli eserler vermiştir. Eserlerinde delil, deney ve tarihe dayanmaktadır. Mesela o zamanlar
halk arasında yaygın olan bir inanç vardı. Yılanların sedef otu kokusundan kaçtığı zannedilirdi. Cahiz, bunlara inanmadı. Bir kısım deneyler yaptı ve bunların yanlış olduğunu ortaya çıkardı. Eserleri incelendiğinde, onun, aynı zamanda iyi bir psikolog olduğu da ortaya çıkar.
Cahiz’in, antropoloji ve tabiat ilimleriyle ilgili eserleri şunlardır: Kitab’üz-Zer ve’n-Nahl (Buğday ve Hurma) Kitab-üs Süraha ve’l-Hucana (Nesebi asil olan ve olmayanlar hakkında) Kitab-üs Sudan ve’l-Bizan (Siyah ve beyaz ırklara dair) Kitab-ül Bağl (Katır Hakkında) Kitab-ül Maadin (Madenler Kitabı) Bu eserlerinde Cahiz, bilgi vermekten çok,okuyucuyu eğlendirerek malumat sahibi etmeyi hedef alır. Kitab-un Nisa (Kadınlarla ilgili kitap): Bu eserinde Cahiz, kadınla erkek arasındaki farkları, her iki cinsin kendine has kabiliyetlerini ve benzerliklerini psikolojik yönden tetkik eder. Kitab-ül Mesail: Kibir ve kıskançlık konularını işler. Kitab-ül Hayevan (Hayvanlarla ilgili kitap): Cahiz’in zooloji dalında yazdığı en önemli eserlerinden birisi budur. Eser, İslam dünyasında tabiatı incelemenin ilk ürünlerinden biri sayılır. Eserde, Aristo’dan nakiller bulunmasına rağmen, Yunan tesiri oldukça azdır. Cahiz, eserini işlerken, tabiattaki dengeyi, birliği dikkatlere sunar. Bu birliğin “Bir” olan Allah’tan geldiğini ifade eder. Hayvan psikolojisiyle
ilgili teorilerini bu eserinde ortaya atar. Hayvanların güçleri üzerinde araştırma yaparak hayvanın doğumu, yetişmesi, terbiyesi ve yiyecekleri hakkında da geniş bilgiler verdi. Yine hayvanın sıcak, soğuk, güneş ve gölgeden etkilenmesini, insanlara olan yakınlığını da inceledi.
ŞÖHRETİ VE TESİRİ: Çirkinliği yanında nükteciliğiyle de Arap edebiyatında birçok fıkra ve hikayeye konu olan Cahiz, daha hayatta iken şöhretin zirvesine ulaşmış nadir şahsiyetlerden biridir. Çağdaşı Ebu Hiffan’a, “Cahiz seni perişan etti. Onu niçin hicvetmiyorsun?” denildiğinde, “Benim aklımdan zorum mu var! Vallahi, sabahleyin aleyhimde bir risale yazsa, akşam olmadan şöhreti Çin’e ulaşır. ” cevabını vermiştir.
Cahiz, bir beytinde ”Benden önce birçok kimse önemli mesafeler kattettiyse de, önemi yok, ben yavaş yavaş yürüyerek onların hepsini geçtim” der.
Üç büyük şahsiyete sahip olduğu için Arap milletine gıpta ettiğini söy-
leyen Sabit b. Kurre, çeşitli üstünlüklerini anlattığı Hz. Ömer ile Hasan-ı Basri’den sonra üçüncü kişi olarak, Müslümanların hatibi, edibi ve kelamcıların hocası saydığı Cahiz’in adını zikreder. Daha sonraki nesiller içinde kendisini taklit eden el-Kamil müellifi Müberred coğrafyacı İbnü’l-Fakih İbrahim b. Muhammed el-Beyhaki, meşhur edip Ebu Mansur es-Sealibi eserlerinden iktibaslarda bulunan başta Ali b. Hüseyin el-Mes’udi olmak üzere Kazvini ve Demiri gibi birçok takipçisi olap Cahiz, İslam kültürünün zayıfladığı çağlarda ihmal edilmişse de, XIX. yüzyılda Avrupa’da başlayan Şarkiyat incelemeleri ve İslam dünyasındaki uyanış ile eserleri araştırılarak birçoğu yayımlanmış, bir kısmı da Batı dillerine ve Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Ch, Pellat, Cahiz ve eserleri konusunda önemli çalışmalar yapmış ve bunların bir kısmını Batı kültürüne kazandırmıştır.
MUHAMMED BİN MUSA EL-HARİZMİ
(780-840) Ebu Abdullah Muhammed İbn Musa el-Harizmi, Aral denizinin güneyindeki Harezm (Hive)’de doğmuştur. 813-833 arasında el-Memun hakimiyeti altında geliştiği ve büyük olasılıkla MS. 840 civarında öldüğü belirlenmiştir.
Dünyanın en büyük oniki filozofu arasında sayılan Harizmi Türk asıllı olup Bağdat civarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Hazimi gökbilimi konusunda “Ziyc’ül Harizmi”, “Kitab al-amal bi’l Usturlab” ve “Kitap’ül Ruhname” adlı kitaplar yazmıştır. Ayrıca, Halife Memun’un isteği üzerine yerin ve gökyüzünün haritasını içeren bir atlasın hazırlanmasına da katkıda bulunup “Kitab’üs Suretü’l Arz” isimli eserini bu atlasa ek olarak hazırlamıştır.
Harizmi; IX. yy. Türk-İslam Matematik, Astronomi ve Coğrafya alimi. 780 yılında Harizm’de doğduğu kabul edilir. Asıl adı, “Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el Harezmi” dir. 850 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. İlme çok hizmeti geçmiştir. Cebir ve Astronomi ilimlerinde kıymetli eserler yazmıştır. Harizmi’nin Ahmed, Muhammed ve Hasan adlı üç çocuğu olup, hepsi de Matematik ilmi üzerinde ciddi çalışmalarıyla tanınır.
Hive bölgesinde bir Türk şehri olan Harizm’den ilim öğrenmek için ilim aleminin merkezi durumundaki Bağdat’a gelerek kıymetli ilim alimlerinden ders aldı ve kendini yetiştirdi. Harizmi, zamanın Abbasi Halifesi Me’mun’dan yardım ve destek gördü. Bağdat’taki Saray Kütüphanesi‘nin idaresi kendisine verildi. ayrıca Bağdat’taki ünlü Beytül Hikme‘de vazife alan Harizmi; ilmi çalışmmalar yapabilecek bütün imkanları elde etti. İhtiyaçları Abbasi Halifeliği’nce karşılanan Harizmi, Bağdat’ta ve seyahatlerinde, Matematik, Astronomi ve Coğrafya ilimlerinde kıymetli araştırmalar yaptı.
Harizmi bir matematikçi, astronom ve coğrafyacıdır. Belki de o yaşamış olan en büyük matematikçilerden biridir, çünkü gerçekten matematiğin birkaç dalının ve temel kavramlarının kurucusudur. Philip Hitti’nin deyişiyle, o, matematiksel düşünceyi herhangi bir diğer ortaçağ yazarından çok daha geniş ölçüde etkilemiştir. Cebir üzerine eseri, konuyu sadece sistematik bir şekilde başlatmasıyla değil, aynı zamanda onun cebirin babası olarak saptayan lineer (doğrusal) ve iki bilinmeyenli denklemlerin analitik çözümünü verme derecesinde geliştirmesi dolayısıyla da göze çarpmaktadır. Bilinen adıyla ‘algebra’ kelimesi ünlü kitabı El-Cebir ve’l-Mukabele’den türetilmiştir. Onun aritmetik bilgisi Yunan ve Hint bilgisinin bir sentezini yapmakta ve de onun matematiğe ve bilime kendi esaslı katkılarını içermektedir. Sıfırın kullanımını açıklamasıyla, Araplar tarafından esas önemde olan rakamlar geliştirilmiştir. Benzer şekilde, ondalık sistemi geliştirdi, böylece de tüm sayılar sistemini onun adıyla anılan ‘logaritma’ ya da ‘algoritma’yı geliştirdi. Hint Numaralama Sistemini (bugün genellikle Arap rakamları olarak bilinir) tanıtmasına ilaveten, kesirlerle işlemler dahil, bir çok aritmetik yöntemi uzun uzadıya geliştirmiştir. Numaralama (rakamlar) sisteminin Araplara ve sonra da Avrupa’ya onun Avrupa dillerine yapılan tercümeleri aracılığı ile ilk defa tanıtılması onun eserleri aracılığıyladır. Tanjant fonksiyonlarına dış değerlerinin büyük olasılıkla Maslama tarafından bulunduğu trigonometrik tabloları ayrıntılı olarak geliştirmiştir. Aynı zamanda, tuhaf bölümlerin geometrik sunumunu da mükemmelleştirmiş ve pratik olarak onu farklılaşma kavramına götüren iki hatanın hesabını geliştirmiştir. Aynı zamanda, Memun el-Reşid’in talimatıyla, dünyanın hacmini ve çevresini ölçmeyi amaçlayan derece ölçümlerine de iştirak ettiği aktarılmaktadır. Onun tarafından astronomik tabloların geliştirilmesi, üzerine bir de kitap yazdığı astronomi bilimine önemli bir katkıdır. Harizmi’nin coğrafyaya katkısı da dikkate değerdir. Coğrafyada sadece Batlamyos’un görüşlerini tetkik etmemiş, aynı zamanda, onun dünya haritasında olduğu gibi onları ayrıntılı olarak düzeltmiştir. Onun diğer katkıları saatler, güneş saatleri ve usturlaplar ile ilgili özgün eserlerini içermektedir.
Kitaplarının birkaçı 12’nci yüzyıl başlarında Latince’ye tercüme edilmiştir. Aslında, aritmetik üzerine kitabı, Kitabü’l-Cem’e vel-Ta freek bil Hisab’ül-Hindi’nin Arapçası kaybolmuştur, fakat Latince bir tercümesi günümüze ulaşmıştır. Cebir üzerine kitabı, El-Makala fi Hisab’ül-Cebir ve’l-Mukabele de 12’nci yüzyılda Latince’ye tercüme edilmiştir, ve Batı’ya “o zamana dek bilinmeyen” bu yeni bilimi tanıtan bu tercüme olmuştur. Onun astronomi ile ilgili tabloları da Avrupa dillerine ve daha sonra da Çince’ye çevrilmiştir. Kitabü’s-Sureti’l-Arz başlıklı atlası da haritalarıyla birlikte tercüme edilmiştir. Buna ilaveten, Yahudi takvimi üzerine, İstihrac Tarih’ül-Yahud isimli bir kitap ve usturlap üzerine iki kitap yazmıştır. Aynı zamanda Kitabü’l-Tarih’i ve güneş saatleri üzerine olan kitabı Kitabü’r-Ruhame’i de yazmıştır, fakat bunların her ikisi de kaybolmuştur.
Harizmi’nin genel olarak bilimin gelişimine özellikle de matematiğe, astronomiye ve coğrafyaya etkisi tarihte iyi bir yere yerleşmiştir. Kitaplarının birçoğu kolaylıkla çok sayıda diğer dillere tercüme edilmiştir ve aslında, 16’ncı yüzyıla kadar üniversite ders kitaplarını teşkil etmiştir. Onun yaklaşımı sistematik ve mantığa dayalı idi ve sadece çeşitli bilim dalları ve özellikle matematik üzerinde o zaman hüküm süren bilgileri bir araya getirmemiş, aynı zamanda bunları kendi özgün katkıları ile de zenginleştirmiştir. O zamandan beri yüzyıllar boyunca üstün bir şöhrete sahip olduğundan şüphe yoktur.
Doğu ve Batı ilim aleminde Cebir‘e yaptığı katkılarla ün yapıp, tanınan Harizmi; bu sahada ilk eser sahibidir. Eserlerinde Avrupa’nın bilmediği “sıfır”ı kullanıp, cebir işlemlerini geometrik düşüncelerle temellendirdi. Harizmi, “Kitab’ül Muhtasar fi Hesab’il Cebri Mukabele” adlı eserinde, “cebir” kelimesini Matematiğe kazandırdı. Cebie ilmini metodik ve sistematik olarak ilk defa ortaya koydu.
Cebir’de bugün de tatbik edilen adına, “kare ve dikdörtgen metodu” denilen geometrik çözüm yolunu kullandı.
Latince’ye çevrilip, Avrupa’da yüzyıllarca faydalanılan, “Kitab’ül Muhtasar fi Hesab’il Cebri Mukabele” ‘nin Arapça aslıyla Batı dillerine tercümesi Avrupa ve Amerika’da yayınlandı. Eser; bir önsöz, beş bölüm ve bir de ek bölümden meydana geliyordu. Muhteva olarak; birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözüm şekilleri, bilinmeyenleri, çeşitli cebir hesaplamalarını misallerle açıkladıktan sonra; nazari ve tatbiki hesaplama şekilleri, zamanın hükümet işlerine ait hesapların yapılması, kanalların açılması, bina yapımı, esnaf ve tüccar için lüzumlu işaretleri kapsıyordu. İkinci önremli eseri: “Kitab-el Muhtasar fi hisaballindi” isimli kitabıdır. Arapça aslı mevcut olmayan, Cambridge Üniversitesi’nde bulunan ve “Algoritmi de numero indoram” adlı Latince kitaptır. Bugünkü “logaritma” terimi, Harizmi’nin bu eserinde Latice, “algazizmi” olarak geçtiği sanılmaktadır.
İbn Firnas
Abbas Kasım İbn Firnas ( – 888), Berberi gökbilimci ve şair, İslâm bilgini. İbn-i Firnas’ın bu başarısı Batı’da uçak yapıp uçmayı başaran Wright Kardeşler‘den 1023 yıl öncesine rastlamaktadır.
Tarihî kaynaklar Endülüslü Firnas’ın da uzun çalışmalar sonunda yeni bir keşifte bulunup bir cihaz yaptığını, üzerine kumaş geçirip kanat yerine büyük kuşkanatları taktığını ve bu âleti çalıştırarak havalanıp uçtuğunu kaydeder. Üstelik havada uzun süre kuşlar gibi süzüldüğünü, daha sonra da yavaşça yere indiğini söyler.
İbn Firnas’da birçok alanda çalıştı, kimya, fizik, astronomi okudu. Astronomi tabloları hazırladı, şiir yazdı, el-Makata adlı saati tasarladı.
Kumdan cam imalatını icat etti ve ayrıca kaya kristallerini kesme yöntemini geliştirdi. O zamana kadar sadece Mısırlılar kristal kesmeyi biliyordu. Bundan sonra, İspanya Mısır’dan kuartz ihracını bıraktı.
Güneş ve gezegenleri hareket halinde gösteren bir Plenatarium da yapmıştı. Bilgin bu cihazla yıldızlarla birlikte bulutu ve şimşekleri de inceliyordu.
Ünlü bilgin ayrıca kendisine has metodlarla bir kısım taşlardan mükemmel cam imal etme usûlünü keşfetmiş, cam sanayiinin de öncüsü olmuştu.
Bilgin İbn-i Firnas’ın aynı zamanda İslâm musıkîsinin İspanya’da topluma mal edilmesini sağlamıştır.
Libya‘da onun onuruna posta pulu basıldı. Irak’ta Bağdat Uluslararası Havaalanı‘nda onun anısına bir heykel dikildi. Bağdat’ın kuzeyinde İbn Firnas Havaalanı‘na onun adı verildi. Ay üzerinde güneybatıda King ve Ostwald Kraterlerine yakın bir yerde 89 km çapındaki bir kraterin adı Abbas Ibn Firnas Krateri diye isimlendirildi.
Prof. Dr. Philip Hitti ‘Arap Tarihi’ adlı eserinde şöyle der: İbn Firnas insanlık tarihinde ilk defa bilimsel uçma girişiminde bulunan kişidir.
Alman bilim tarihi araştırıcısı Sigrid Hunke, İbn- i Firnas’ın yaptığı bu uçakla İkaros‘un rüyasını gerçekleştirdiğini dile getirmektedir.
Prof. Dr. Osman Turan da İbn-i Firnas’ın İslâm medeniyetinde modern havacılığın öncüsü olduğunu dile getirdikten sonra şöyle bir tesbiti de ilâve etmektedir: Daha doğrusu şu dünya tarihinde ilk defa uçmayı gerçekleştiren, uçak yapan bir Müslümandır.
Dereceli gozluk:9. asirda yasamis ve bir cok alanda calismalar yapmis olan Ibn-i Firnas, gozlugun mucidi kabul edilen Bacon’dan (1220-1292) (ucyuz yil once) dereceli gozlugu kesfetmistir.
Kindi
(800-873) Yaşadığı Çağ: Ebu Yusuf Yakup İshak El-Kindi İS. 800 civarında Kufe’de doğdu. Babası Harun el-Reşit’in bir memuru idi. El-Kindi; el-Memun, el-Mutasım ve el-Mütevekkil’in bir çağdaşı idi ve büyük ölçüde Bağdat’ta yetişti. Mütevekkil tarafından resmi olarak bir hattat olarak görevlendirildi. Onun felsefi görüşlerinden dolayı, Mütevekkil ona sinirlendi ve bütün kitaplarına el koydu. Ancak, bunlar sonradan iade edildi. El-Mutamid’in hükümdarlığı esnasında 873’te öldü.
Ortaçağ Avrupası‘nda “Alchindus” adıyla tanınan, ilk İslam filozofudur. Felsefesinde, Platon, Aristoteles ve Plotinus‘un görüşlerinin bir sentezini yapmıştır. Felsefenin yönteminin kanıtlama, kanıtlamanın hedefinin maddeye biçim kazandıran özleri bilmek, felsefenin amacının ise Tanrı’ya erişmek olduğunu öne süren El-Kindi’ye göre, felsefi bilginin ilk basamağı akılyürütmedir. İnsanın akılyürütme yoluyla adım adım basitten bileşiğe ve en yetkin olana doğru yükseldiğini öne süren filozof, varlığa akılcı bir açıdan yaklaştığı için, Tanrı’nın özüne ait sıfatları inkâr etmiştir. Tanrı’nın sıfatlarının ancak olumsuz bir biçimde bilinebileceğini savunan El-Kindi’ye göre, Tanrı mutlak Bir’dir. Mutlak varlık olması nedeniyle, Mutlak Bir’in şekli, niteliği, niceliği, maddesi yoktur ve O göreli bir varlık değildir.
Soylu bir ailenin çocuğu olarak Kûfe‘de doğdu. Dedesi Eş’as, Güney Arabistan’ın en büyük kabilelerinden biri olan Kinde’nin hükümdarıydı. Müslüman olduktan sonra kabilesinin ileri gelenleriyle Kûfe’ye yerleşmişti. Babası İshak b. es-Sabbah yıllarca Kûfe valiliği yaptı.
Küçük yaşta babasını yitirdi. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Kûfe ve Basra‘da geçen Kindi, geleneksel temel eğitimden sonra dil ve edebiyat alanında eğitim gördü. Halife Me’mun’un 830’da kurduğu Beytü’l-hikme‘deki bilginler topluluğu arasında yer aldı. Mutezili devlet yöneticilerinden destek gören Kindi Ehl-i Sünnet yanlısı Mütevekkil-Alellah’ın iktidarında saraydan uzak kaldı.
Çalışma Alanları: El-Kindi, bir filozof, matematikçi, fizikçi, astronom, hekim, coğrafyacı ve hatta müzikte bir uzman idi. Onun bu alanların tamamına özgün katkılar yapmış olması şaşırtıcıdır. Eserlerinden dolayı, Arapların Filozofu olarak bilinir.
Matematik: Matematikte, sayı sistemi üzerine dört kitap yazmıştır ve modern aritmetiğin büyük bir bölümünün kuruluşunu hazırlamıştır. Arap sayılar sisteminin büyük ölçüde el-Harizmi tarafından geliştirilmiş olduğundan şüphe yoktur, ancak El-Kindi de bu konu üzerine zengin katkılarda bulunmuştur. Aynı zamanda, astronomi ile ilgili çalışmalarında yardım etmesi için küresel geometriye de katkıda bulunmuştur.
Kimya: Kimyada, baz metallerin değerli metallere dönüştürülebileceği fikrine karşı gelmiştir. Hüküm süren simya ile ilgili görüşlerin aksine, kimyasal reaksiyonların elementlerin transformasyonunu meydana getiremeyeceğinde ısrarlı olmuştu. Fizikte, geometrik optiğe zenign katkılarda bulunmuş ve bunun üzerine bir kitap yazmıştır. Bu kitap daha sonra Roger Bacon gibi ünlü bilim adamlarına rehberlik ve ilham sağlamıştır.
Tıp: Tıpta, başlıca katkısı, sistematik olarak o zaman bilinen tüm ilaçlara uygulanabilecek dozları belirleyen ilk kişi olması gerçeğini kapsamaktaydı. Bu, hekimler arasında reçete yazmada zorluklara neden olan dozaj üzerine hüküm süren çelişkili görüşleri çözmüştür.
Müzik: Onun zamanında müziğin bilimsel yönlerine ilişkin çok az şey bilinmektedir. Armoni üretmek için bir araya getirilen çeşitli notaların her birinin belirli bir perdeye sahip olduğuna dikkat çekmiştir. Bu yüzden, perdesi çok düşük veya çok yüksek olan notalar hoş değildir. Armoninin derecesi notaların frekansına bağlıdır, vb. Aynı zamanda bir ses çıkarıldığında, bunun havada kulak zarına çarpan dalgalar oluşturduğu gerçeğini ileri sürmüştür. Eseri perdenin belirlenmesi üzerine bir terkim usulünü içermekteydi.
Üretkenlik: O, üretken bir yazardı: onun tarafından yazılan kitapların toplam sayısı 241 idi. Göze çarpanları, aşağıdaki gibi bölünmüştü: Astronomi 16, Aritmetik 11, Geometri 32, Tıp 22, Fizik 12, Felsefe 22, Mantık 9, Psikoloji 5, ve Müzik 7.
Buna ilaveten, onun tarafından yazılmış çeşitli biyografiler, gelgitler, astronomi ile ilgili cihazlar, kayalar, değerli taşlar vb. ile ilgilidir. Aynı zamanda, Yunanca eserleri Arapça’ya çeviren ilk tercümanlardan biriydi, fakat bu gerçek onun sayısız özgün eserleri tarafından büyük ölçüde gölgelenmişti. Kitaplarının çoğunun artık mevcut olmaması büyük bir talihsizliktir, fakat mevcut olanlar onun oldukça yüksek âlimlik standardını ve katkılarını ortaya koymaktadır. Latince’de Alkindus olarak bilinir ve çok sayıdaki kitabı Cremonalı Gherard tarafından Latince’ye çevrilmiştir. Orta çağ boyunca Latince’ye çevrilen kitapları Risale der Tanzim, İhtiyarat’ül-Ayyam, İlahiyat-e-Aristu, el-Mosika, Met-o-Cezr, ve Edviyeh Murakkaba idi. El-Kindi’nin bilim ve felsefenin gelişimine etkisi, dönemdeki bilimlerin uyanışında önemlidir. Orta Çağda, Cardano onu en büyük on iki dâhiden biri olarak düşünmekteydi. Eserleri, gerçekten, yüzyıllar boyunca, başta fizik, matematik, tıp ve müzik olmak üzere çeşitli konuların ilerideki gelişimine önderlik etmiştir.
Akla büyük bir yer veren Meşşai felsefe akımını ilk başlatan kişi de olan Kindi’nin 17 eseri Latince‘ye, 4’ü İbranice‘ye tercüme edilmiştir. ayrıca izafiyet teorisini bulan ilk kişidir.
Eserleri: Risale fil Akl. Risale fi Mahiyyetin Nevmi ver Rüya, Risale fil Cevahiril Hamse. Risale fil illetis Selci vel Berdi vel Berki ves Savaiki ver Radi vez Zemherir. Risale fiş Şuaat. Risale fi İhtiyaratil Eyyam. De İntellecto Secondum Aristoteles et Platonem. Risale fi İhtilafil Manazır. Fi Marifeti Kuval Edviyetil Murekkebe.
SABiT BiN KURRA
(821-901) Oklid Elementler adlı eserine yazdığı şerh dolayısıyla batı bilim dünyasında “Türk Öklidi” olarak tanınan ve bugünkü Elemanter Acometrenin gerçek önderi olan Sabit Bin Kurra Harran’da (Urfa) doğmuştur.
Sâbit b. Kurra, Emevî halifesi Me’mun’a danışmanlık yapmış ve huzurundaki tartışmalara katılmış, verimli ve nitelikli bir bilim adamıdır.
Sabiî bir ailenin çocuğu olarak Harran’da doğan Sâbit b. Kurra, gençlik yıllarında sarraflık mesleği ile uğraştı. Bu yıllarda nasıl olduğu tam olarak bilinmeyen bir biçimde Arapça, Yunanca, Süryanice ve Rumca’yı çok iyi bir biçimde öğrendi. Aykırı düşünceleri sebebiyle Sabiîler ile anlaşmazlık içerisine giren Sâbit, Bağdat’a gelirken yolda daha sonraları mekanik ve matematik konularında önemli eserleri kaleme alacak olan Benî Musa ailesinin üç oğlundan Muhammed b. Musa (ö. 873) ile karşılaştı. Sâbit b. Kurra ile konuşan ondaki yeteneklerin farkına varan Muhammed, Beytü’l-Hikme’deki çeviri faaliyetlerine katılmayı teklif etti. Böylece Sâbit, Bağdat’ta bir müddet sonra Halife el-Mutezid’in (saltanatı: 892-902) huzuruna çıktı.
Kısa süre sonra Halife tarafından müneccimler grubuna dahil edilen Sâbit bununla yetinmeyerek, kendi yakınları olan Sabiîlerin Bağdat’ta sosyal ve siyasî bir statü kazanmaları için çalışmış ve yönetimle yakınlığı sebebiyle bu amacına ulaşmıştır. O, artık Bağdat’taki Sabiîlerin reisi konumuna yükselmiştir.
Sabit bulunduğu konumun verdiği güçle, Irak’ta sabiîleri yüksek mevkilere getirmiş, sosyal ve siyasal statülerini üst seviyelere çıkarmıştır.
Nitekim Sâbit sayesinde, Sabiîler Bağdat’ta sarayda ve bürokraside önemli görevler üstlenmişlerdir. Bununla birlikte onun takipçileri ve akrabaları, devlet özel katipliği, saray doktorluğu ve hey’etşinaslık, müneccimlik gibi stratejik mevkilerde bulunmuşlardır.
Şu olayın Sâbit’in şöhretini arttırdığı söylenir: Sâbit, kalp krizi geçiren ve öldüğü zannedilen bir kasabı, uyguladığı yöntemlerle hayata döndürmüştür. Bunu duyan halife el-Mutezid, Sâbit’e tedaviyi nasıl yaptığı ile ilgili sorular yöneltmiştir:
Bir gün halifelik sarayına giderken, yolda acı acı bir ağlama sesi işittim. Dediler ki, bu kasap dükkanının sahibi aniden öldü, ona ağlıyorlar. Bunun üzerine beni hemen oraya götürmelerini istedim. Ağlaşan kadınları susturup, cenazenin yanından çıkardım. Oradaki gençlerden birini çağırarak, cenazenin sırtına vurmasını istedim. O cenazenin sırtına vururken diğer bir gençten bir fincan getirmesini istedim. Cebimdeki hazır bulundurduğum ilacı fincandaki su ile karıştırdıktan sonra, cenazenin ağzını açarak içirdim. Bunun üzerine cenaze aksırarak gözlerini açtı. Bu olay müthiş yankı uyandırdı. Bunun üzerine halife beni çağırarak bunu nasıl başardığımı sordu. Ben de, bu kasabın önünden geçerken, onun hayvanların ciğerlerini yararak, tuzlayıp yediğini görürdüm. Bu tavrının bir gün onu kalp sektesine uğratacağını düşünerek, kasabı dışardan gözetime aldım. Bunun için de bir ilaç hazırladım ve onu hep yanımda bulunduruyordum. Bu gün kasabın aniden öldüğünü duyunca hemen yanına gittim. Nabzı atmıyordu. Sırtına vurarak önce nabzının çalışmasını sağladım, sonra da hazırladığım ilacı içirerek onu canlandırdım.
Sâbit, özel doktoru olduğu halde, halife kendisine “Reîsü’l-Etıbba ve’l-felâsife” ünvanını vermemiştir.
Ayrıca, o, İslâm’ı kabul etmesi hususunda kendisine yapılan teklifleri kabul etmemiş ve Harran’ın geleneksel yıldız-gezegen kültüne inanan bir pagan olarak ölmüştür. Halifenin sarayındaki statüsü o kadar yüksektir ki, Sâbit, bizzat hükümdarın da bulunduğu teolojik tartışmalarda, İslâm ve diğer tek tanrıcı (monoteist) dinlere karşı Harran çok tanrıcılığını (politeizmini) ve paganizmini savunmuştur.
Beytü’l-Hikme’nin en önemli dört çevirmeninden biri olan Sâbit b. Kurra’nın, yaptığı çevirilere bakıldığında sayıca epeyi çok olduğu görülmektedir. Burada Katip Çelebi’nin “Sâbit b. Kurra’nın çevirileri olmasaydı kimsenin felsefeye dair kitaplardan faydalanamayacağı söylenir. ” sözlerini hatırlatmak yerinde olacaktır.
Çeviri işindeki çevirmenlerin tamamına yakını Nesturî veya Yakubî Hristiyanlardan oluşmaktaydı. Bu hususun bir tek istisnası ise pagan filozof Sâbit b. Kurra’dan başkası değildi.
Sâbit’in, matematik, astronomi, tıp, mantık, eczacılık, geometri, felsefe ve musikî ile ilgili telif, yorum ve özet çok sayıda eserin sahibi olduğu bilinmektedir. Dağların oluşumu, güneş ve ay tutulması, kızamık ve çiçek hastalıkları gibi konular hakkında da eserleri mevcuttur. Bunların sayısı konusunda çeşitli rakamlar ileri sürülmektedir. bazı araştırmacılara göre, 10’u Süryanî ve Sabiî inançları ve tarihi ile ilgili olmak üzere toplam 133,15 bazı düşünce tarihçilerine göre ise 150 kadar Arapça, dolayında ise Süryanice çalışması bulunmaktadır. Bu eserlerden elliden daha çoğu günümüze kadar gelebilmiştir.
Yine Sâbit’in Süryani olarak yazdığı Hermes’in Kitabı adlı eseri, Arapça’ya çevrilince Hermesci düşüncenin yayılmasına hizmet etmiştir. O, özellikle Aristo’nun Organon adlı eseri üzerinde durmuştur. Eflatun’un Cumhuriyet’ini incelemiş ve bu eserle ilgili olarak Eflatun’un Cumhuriyet’indeki Remzlerin İzahı isimli bir eser telif etmiştir. Matematik alanında yeni kuramlar ortaya atmış olan Sâbit, Grek öncesi bilgi külliyâtı üzerine araştırmalarda bulunmuştur.
Sâbit’ in bazı eserleri şunlardır: Kindî’ye Reddiye (Süryanice) (bunu daha sonra öğrencilerinden İsa b. Useyyidin’n-Nasrânî, Arapça’ya çevirdi), Deniz Suyunun Tuzlu Oluşunun Sebebine Dair, Calinus’un Gıdalar Üzerine Olan Kitabının Özeti, Ay Tutulmasının Belirtileri Üzerine, Güneş ve Ay Tutulmasının Nedeni Hakkında, Süryanice ve Arapça’nın Grameri Hakkında
Bu eserler yanında, Süryanice yazılmış, Sabiîlerle ilgili bazı eserleri de şunlardır:
Ölülerin Tekfini Hakkında, Sabiîler’in İtikadı Hakkında, Taharet ve Necaset Hakkında, İbadetlerin Vakitleri Hakkında. Bu eserlerin yanında Sâbit’e atfedilen çok sayıda eserin varlığı da bir gerçektir.
Astroloji, tıp ve matematik araştırmalarında söz sahibi olan Harranlı bilginler sülalesinin atası olan Sabit, oğlu Sinan ve iki torunu Sâbit ve İbrahim ile birlikte bu geleneği sürdürmüştür.
İslâm filozofu Kindi ve ünlü çevirmen Kusta b. Luka ile çağdaş olan Sabit’in, İslâm dünyasında mantığın gelişmesindeki katkısı inkar edilemez. Büyük çevirmen Huneyn b. İshak’ın okulunda da çalışan Sabit, bu kurumun çalışanlarına yardım ve danışmanlık yaptı. Bununla birlikte Sabit, Huneyn b. İshak’ın felsefî ve riyazî çevirilerinin düzenleme sırasını dizerek düzeltti. Nitekim o sayılar teorisinde, Öklid’in geride bıraktığı mirastan hareket ederek, değişik bir sonsuz sayılar dizisinin parçası olarak bir sonsuz sayılar kuramı geliştirdi.
Çok sayıda öğrenci yetiştiren Sabit’in, bunlar içerisinde çevirmen olanları şunlardır:
Süryanci’den Arapça’ya çeviriler yapan öğrencisi İsa b. Üseyyidi’n-Nasranî’ye, Sabit nitelikli tercümelerinden dolayı ayrı bir önem verirdi. Bu öğrencinin, Sabit’e sorduğu soruları, sonraları bir eser (Kitâbû Cevebât-ı Sabit li-Mesâil-i Îsâ İbn Esîd) haline dönüştürmüştür.
Sabit’in diğer önemli bir çevirmen öğrencisi de oğlu Sinan b. Sâbit’tir ki, bilimsel gelişimini babasının yanında tamamlamıştır. ayrıca torunlarının da kendisinin öğrencisi olan Sâbit’e, Harran’dan Bağdat’a kadar bir çok Sabiî bilgin ve çevirmen bilim öğrenimi için yanına gelmiştir.
Ayrıca Bağdat’tayken bir çok defa güneşi gözlemleyerek incelemelerini bir kitapta toplayan Sâbit’in edindiği bilgileri sadece astronomiyle sınırlı kalmamış, matematik, felsefe ve tıp alanında önemli çalışmalarda bulunmuştur.
901 yılında ise Bağdat’ta hayatını kaybetmiştir. Sâbit’in ölümünden sonra, onun çalışmaları ve sistemi, oğlu Sinan, torunları Sâbit ve İbrahim ve torununun oğlu Ebû’l-Ferec tarafından sürdürülmüştür.
Sâbit’in telif ettiği kitaplar, Doğu’da ve Batı’da okunmuş, incelenmiş ve yeni orijinal çalışmalara kaynaklık etmiştir. Eserleri İslâm dünyasında okunan Sabit’in, çalışmaları XII. yüzyılda Batı’da başka dillere çevrilmiştir. Sâbit’in izleyicileri arasında Beyhâkî’nin rivayetine göre, torunu Muhammed b. Câbir el-Harranî el-Battanî (ö. 929) ismi kayda değer olanıdır. Battanî, Me’mun döneminden sonraki en önde gelen astronom ve bilgin olarak kabul edilmektedir.
Sonuç olarak Harran Sabiîlerinin İslâm düşünce tarihinde felsefe, matematik, tıp, astronomi ve tabiî bilimler alanında çeviri ve telif faaliyetindeki çok önemli rolü, Sâbit b. Kurra ile ortaya çıkmıştır. Onun için Katip Çelebi, “Sâbit bin Kurra’nın çevirileri olmasaydı, kimsenin felsefeye (hikmete) dair kitaplardan faydalanamayacağı söylenirdi” demektedir. Dolayısıyla İslâm filozoflarının ortaya koyduğu muazzam bir düşünce hareketi, yani İslâm felsefesi gibi bir alanı Sâbit ve diğer çevirmenler olmasaydı, ya hiç olmayacaktı ya da çok kısır kalacaktı.
EBUBEKİR Razi
Ebu Bekr Zekeriya er-Razi, (841-926) Ortaçağ tıp sahasında başta geliyordu. Deney ve tümevarım yöntemlerine önem veren, bilginin yalnızca duyularla elde edilebileceğini savunan, bedensel hastalıkların ruhsal nedenleri olduğunu ileri sürecek kadar çağını aşmış bir düşünürdür. Yazdığı tıp kitabı, psikosomatik hekimliğin ilk yapıtı sayılır. En çok bağlandığı düşünürler, yunanlı Anaksagoras’ la Empedokles ve İranlı Mani idi. Felsefesinde tanrı, boşluk (uzay), zaman (süre), ruh ve madde olmak üzere beş temel öğe vardır. Işığın bir ortamdan başka bir ortama geçerken kırıldığını ilk o gösterdi. Kimya alanında basit maddelerin (elementlerin) özelliklerini saptamış; yerçekiminin varlığını kanıtlamak için deneyler düzenlemiştir. Razi, meşailiğin büyük düşünürleriyle (özellikle el Kindi, Farabi, ibni Heysem, ibni Hazm) olduğu kadar Mutezile grubu düşünürleriyle de (özellikle Cahiz, İbni Keyyal) kıyasıya çatıştı.
Kitapları 17. Yüzyıla dek okutuldu. Bundan sonra İslam felsefesinde eski yunanda olduğu gibi iki büyük akım kendini gösterdi: Meşaiyye ve İşrakiyye. Meşailik, platonla aristoculuğun uzlaştırılması, İşrakilik ise platonla tasavvufun uzlaştırılmasıdır. Matematikte ve o zamanların ve sonradan yedi yüz yılın en büyük ismi el-Harizmi’ dir. O, ilk astronomi cetvellerin yaptı. Cebiri düzenli bir bilim haline soktu. El-Battani, el-Farazi de bu konuda otoriteydi. O zamanın en büyük kimyacısı ve analizcisi Cabir ibn Heyyan’dır. Cabir, kimya bilimin babası sayılır. Bilginin duyularla elde edildiğini daha sonra derece derece aklcı bilgiye varıldığını ileri sürer. Hayvanlıktan insanlığa yükseliş, karanlıktan ışığa çıkış olarak nitelenir. Bu görüş, ışıkçılığın ilk izlerini bir de herhalde evrimin gizemli izlerini taşır. Cabire göre bilgi elde etmek için, görünenden görünmeyene doğru akıl yürütme ve yorumlama yolu izlenmelidir. Coğrafya alanında el-Yakubi; tarih alanında İbni Hişam, Taberi, ve Mesudi, kendi alanlarında başlıbaşına bir ekoldü.
(854-935) Ebubekir El-Razi ‘tıbbi kimyacı’ niteliğindedir; Galenos’u izlemiş ve simyayı yüksek bir konuma eriştirmiştir. Dönüşüm yöntemlerinden birini,“Kitab-el-Esrar”(Gizler Kitabı )(920)’da “cıvanın kırmızılığa yükselişi” diye (s: 61) adlandırmıştır. Buna göre: “bir miktar cıva al, hardalla karıştır, toprak bir kaba koy ve üzerine bir miktar yağ dök. İçine 5 dirhem sarı toz kükürt at, bu kadar da sarı vitriol koy, bu kabı yarı boyuna dek bir gübre ateşinin içine yerleştir ve tkatılaşana dek bir gün ve bir gece boyu ısıt. Daha sonra onu alıp su ve tuz ile yıka. başka bir toprak kap al ve onun ortasına kilden bir lamba koy, lambanın kafası üzerine küçük şeker dilimleri yerleştir. Kaynamış cıvayı lambanın içine koy ve kap içindeki lambanın çevresine sarı toz kükürt yerleştir. Lambanın altından hafif bir ateş tutuştur, 10 saat süre ile bu ateş yansın. kükürt her şeyi kırmızılaştırır. . Bu cıvadan bir kısım alıp on kısım gümüş üzerine koyarsan ve on kez öğütürsen, altın elde edilir. ”
Ebubekir El-Razi “Gizler Kitabı ”nda maddeleri altı sınıfa ayırıyor:
1. Bedenler : Metaller
2. Ruhlar : Kükürt, arsenik, cıva ve salmiyak(nişadır)
3 Taşlar : Ak pirit(demir sülfat). magnesia(magnezit, magnezyum oksit)
4 Vitroller : Çeşitli metal sülfatlar
5. Borakslar : Boraks, natron(soda),bitki külü(potas)
6. Tuzlar : Ortak tuz, kali(potas), “bomba tuzu” (olasılıkla salpeter,yani sodyum nitrat olup çinlilerce havai fişek yapımında kullanılıyordu) vb
El-Razi, Aristo ve Demokritos’un kuramlarını birleştirmek istemiştir. Ona göre tüm cisimler atomlardan oluşuyordu ve atomların yanısıra boş uzay yer alıyordu. Atomlar, birbirlerine ne denli yakın ya da sık şekilde bir araya gelirlerse,toprak ya da su örneğinde olduğu gibi, madde o denli yoğun oluyor ve ateş ve havadan farklı olarak uzay içinde aşağıya doğru inmeye çabalıyorlardı. (Zeki Tez, Kimya Tarihi, s: 60-62 )
Razi (öl: 925) İslam dünyasının önemli bilim adamlarından biridir. Özellikle tıp ve kimya ile ilgilenmiştir. Razi, kimyada kendisini Cabir’in öğrencisi olarak görür ve Cabir gibi transmutasyon teorisini kabul eder. Ancak bazı yönlerden Cabir’den ayrılır: Cabir, Aristo’nun madde anlayışını benimsemesine karşın Razi, atomcu görüşü benimser.
Razi -hocası Cabir gibi- bir dizi deney yaptı ve “saf elementi” elde etmeye çalıştı. Bu işlemin beş adımda gerçekleştiğini öne sürdü: maddeni erimesi, çözülmesi, parçalanması, karışımların farklı parçalarla birleşmesi ve oluşan ürünün çökelmesi. Razi de Cabir gibi, farklı organik maddeleri damıtarak çeşitli yağlar, tuzlar ve boya maddeleri elde etmiş ayrıca demir gibi zor eriyen metalleri eritme konusunda çalışmalar yapmıştır.
Razi, çalışmalarıyla bir yandan yeni maddeler bulurken bir yandan da yeni kimyasal işlemler (kiristallendirme,eritme vb) bulmuştur. Yin bu çalışmaları sırasında bazı kimyasal aletler de geliştirmiştir; bunlara arasında fırınlar, tencereler, tüpler vb vardır.
Razi, aynı zamanda bir doktordu. Bu alanda da o otoritelere pek itibar etmiyordu. Kendi gözlem ve deneylerine daha çok güveniyordu. Razi, iyi bir klinisyendir;hastaları tedavi süresince dikkatle gözleyerek, tanı ve iyileştirmeyi bu bilgiler ışığında yapardı. ayrıca çiçek ve kızamık hastalıklarının farkını çok açıkça belirlemiştir. (s:73) Havi adlı kapsamlı eserinde bütün vücut hastalıklarını ayırntılı olarak ele aldı. Burada örneğin alkolizm ve vücutta yaptığı tahribat ayrıntılı olarak işlenmiştir. (BilimTarihi, Doruk Y s: 73-74)
İranlı hekim Ebubekir El-Razi, özellikle çiçek ve kızamık hastalıkları üzerindeki eserleriyle tanınmıştır. O, edindiği kimya bilgisini hekimliğe uygulayan ve hidrostatik teraziyi ilk kulalan çağının önder hekimiydi(C. Yıldırım, Bilim Tarihi, s: 73)
Ortaçağ Avrupasında Rhazes adıyla tanınan Ebubekir Razi (854-935) İran’da Rey kentinde doğdu. Müslüman simyacıların en büyüğü,9. ve 10. yy tıbbının en ünlü simalarından biriydi. Fakat Ebubekir Razi dinsel öğretileri de sorgulayan birisiydi. Bu da onu din adamları arasında sevilmeyen biri haline getirmişti.
Ebubekir Razi yaşamının ilk bölümünü simyaya ayırdı. Simyacıların yaptıkları büyü ve tılsımların çoğunu kabul etmedi;daha çok onların deneysel düşünceleri üzerinde yoğunlaştı. Kimyasal maddelerin kullanımına yakın ilgi duydu. Simyada kullanılan damıtma (bir sıvıyı kaynatarak buharlaştırma ve sonra yeniden soğutarak sıvılaştırma) gibi uygulamaları açık açık tanımladı. Ayrıca alet listesi yaparak bir laboratuvarın donatılması konusunda önerlerdi bulunan en en eski kişi odur.
Ebu bekir Razi önce Rey’deki hastaneye başhekim olarak atandı. Sonra Bağdat’taki hastanede başhekimlik yaptı. Alanında yüzlerce yapıt verdi ve Müslüman tıp yazarlarının ilklerinden biri oldu. En ünlü kitabı Yunan, Hint ve Çin tıp bilimi de içinde olmak üzere, o zaman bilinen bütün tıp uygulamalarını kapsayan El-Havi idi. (Struan Reid-Patricia Fara, Bilim Adamları,TÜBİTAK 5. Basım s:10)
SU ÇİÇEĞİ HASTALIĞININ TANIMLANARAK KIZAMIKTAN AYIRT EDİLMESİ: Bu büyük bilim adamı, Bağdat Hastanesi’nin başhekimi iken su çiçeğinin ilk bilinen tanımını kesin ve açık bir şekilde ortaya koyar. Bu keşif dünyanın en kapsamlı ansiklopedilerinden biri olan Ana Britannica Ansiklopedisi’nin 11. edisyonu olan 1911 baskısında şu ifadelerle bildirilmektedir:
“Hastalığın ilk bulunuşuna gelince, en güvenilir ifadeler, 9. yüzyıl Arap hekimi Razi tarafından hazırlanan, hastalığın bulgularının kolaylıkla anlaşılır biçimde tanımlandığı, patolojisinin hümoral ve fermantasyon teorileri ile izah edildiği ve tedavisi için talimatların verildiği, bir çalışmada bulunur. ”
Ana Britannica gibi meşhur bir kaynak muhtemelen, İran asıllı alimin bu keşfini Bağdat’ta yapmasından yola çıkarak kendisini Arap olarak tanıtmaktadır. Bu büyük tıp alimi tarafından yazılan “al-Judari wa al-Hasbah” su çiçeği üzerine yazılmış ilk kitap olup, çeşitli defalar Latince ve diğer Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Kitaptaki dogmatizm eksikliği ve klinik gözlemlere Hippokratik bağlılık, Razi’nin (r. a) tıbbi yöntemlerini göstermektedir:
“Su çiçeğinin döküntülerini, sürekli ateş, sırtta görülen ağrılar, burundaki kaşıntı ve uykudaki sıkıntılar takip eder. Bunlar hastalığın yaklaştığının en özel bulgularıdır. Özellikle ateşle birlikte görülen sırttaki ağrı; sonrasında hastanın tüm vücudunda hissettiği bir iğnelenme; çeşitli zamanlarda belirip kaybolan yüzdeki şişkinlik; her iki yanakta iltihabi bir renk ve ateşli bir kızarıklık; her iki gözün kızarıklığı; tüm vücutta duyulan ağırlık; belirtileri gerinme ve esneme olan büyük huzursuzluk; nefes almada ve öksürmede ufak bir zorlama ile hissedilen boğaz ve göğüs ağrısı; nefesin kuruluğu ve sesteki boğuklaşma; baş ağrısı ve baştaki ağırlık hissi; sıkıntı, bulantı, endişe; (şu farkla ki sıkıntı, bulantı ve endişe kızamıkta su çiçeğine nazaran daha sık görülürken, sırttaki ağrı kızamığa kıyasla daha çok su çiçeğine özeldir); tüm vücudun ateşlenmesi; iltihaplanan bir kolon ve parıldayan bir kızarıklık, özellikle diş etlerinin yoğun bir şekilde kızarıklığı. ”
İLK KATARAKT OPERASYONU: Batı dillerine tercüme edilen bir çok eserinden çıkarıldığı kadarıyla katarakt gösteren göz merceğinin ameliyatla çıkarılması ilk kez bu tıp alimi tarafından gerçekleştirilmiştir. Öte yandan, aynı kaynaklarda gözbebeğinin daralıp, genişlemesi mekanizmasından ilk kez bu bilim adamı tarafından söz edildiği görülmektedir. Bu mekanizmanın “ışığın yoğunluğuna bağlı olarak hareket eden ufak kasların varlığına” bağlı olduğunu açıklamıştır. Bu konudaki günümüzdeki bilgiler, bu alimin çalışmasını teyit etmektedir.
ALLERJİK ASTIM: Razi (r. a) allerji ve immunoloji noktasında da bilime ilk yön gösterenlerden olmuştur. “Koklama Duyusu” adlı kitabında, ilkbaharda bir gül koklandığında “rinit” oluşumunu izah etmiştir. “Ebu Zeyd Belki’nin ilkbaharda güller kokladığında rinitten müzdarip olmasının nedenleri üzerine bir makale” adlı bu yazısında, allerjik astım ve çiçek tozlarına karşı burun, gözler ve üst solunum yolu mukozalarının allerjik iltihabı ile eşdeğer olan mevsimsel rinitten bahsetmektedir. Razi, aynı zamanda vücuttaki ateş yükselmesi halinin, vücudun hastalıkla savaşma şekli, doğal savunma mekanizması olduğunu ilk farketmiş olan kişidir.
DİŞ SAĞLIĞI ALANINDAKİ ÇALIŞMALARI: Bir çeşit tedavi edici (terapötik) diş dolgusunu ilk olarak tavsiye eden bu başarılı Müslüman bilim adamı, tüm çürümüş kısmın temizlenip, bu boşluğun sakız ve şap ile doldurulmasını önermiştir. Fakat, muhtemelen bu tedavinin pek devamlılık arz eden bir tedavi olmadığından ötürü, literatürde bu konudan pek bahsedilmemektedir. Razi (r. a) periodontium itihabı için afyon, gül yağı, dişetlerinin hacamat edilmesi (bilimsel anlamıyla sivri uçlu özel alet veya steril iğneler yüzeysel küçük çizgiler oluşturma), kan çekme amacıyla sülük uygulaması veya bir damardan kan almayı önermiştir.
Bir çok diğer başarılı müslüman isim gibi, sıklıkla Batı literatüründe kendisinden yanlış bir şekilde Arap olarak bahsedildiğini gördüğümüz Ebu Bekr Muhammed İbn Zakariya al-Razi, tıp, kimya, simya, eczacılık gibi bir çok alanda, buluşlarının çoğu hala geçerliliğini koruyan, esaslı çalışmalar yapmış İran’lı müslüman bir ilim ve bilim insanıdır. İlk göz ameliyatı, sülfürik asitin keşfi, alkol ve tıpta kullanımı (Antisepsi’nin keşfi), su çiçeği ve kızamığın ilmi esaslarla birbirinden ayrılması, modern kimya ile kimya mühendisliğinin arasındaki geçişin kurulması, allerjik astım üzerine yazılan ilk makale gibi bir çok çalışmayla tanığımız bu müslüman tıp doktoru, bir kaynağa göre miladi 854 tarihinde İran’da Tahran yakınlarında bulunan Rey şehrinde doğmuş ve miladi 923 tarihinde Bağdat şehrinde vefat etmiştir. Razi, Farsça’da Rey’li anlamına gelmekte olup, çalışmalarının çoğunu doğduğu bu şehirde yapmıştır.
Bu büyük tıp doktoru, bilimin çeşitli alanlarında 184 civarında kitap ve çeşitli makaleler yazan üretken bir yazardır. Tarihçi İbn-i Nedim’e göre, Razi zamanının en iyi doktoru olarak sivrilmiştir. Bir çok diyarlara seyahat etmiş ve bir çok hükümdar ve hükümdara hizmet götürmüştür. Bir öğretmen olarak, tıp alanında bir çok öğretmen yetiştirmiştir. Merhametli, nazik ve dürüst olduğu ve zengin olsun, fakir olsun, hasta ayrımı yapmadan onlara hizmet götürdüğü rivayet edilmektedir. Hatta burada da gördüğümüz kaynağı bilinmeyen “Razi bir hastayı tedavi ediyor” adlı gravür günümüze kadar ulaşmıştır. Tahran yakınlarında kurulan Razi Enstitüsü onun adına kurulmuş olup, doğduğu 27 Ağustos günü her yıl İran’da tıp bayramı olarak kutlanmaktadır.
Abdülhamid İbn Türk
Asıl adı Ebu’l-Fazl Abdülhamîd b. Vâsi b. Türk el-Huttelî el-Hâsib’tir. Kendisinin ve yine bir matematikçi olan torunu Ebu Berze’nin taşıdığı İbn Türk künyesinden, Türk olduğu tahmin edilmektedir. Hicretin II. veya III. asırlarında yaşadığı sanılmakta, bir rivayete dayanılarak Halife Vâsık’ın ölümü (847) sırasında sağ olduğu ileri sürülmektedir. Çeşitli kaynaklarda nisbesinin değişik yazılmış olması hasebiyle doğduğu veya yaşadığı şehir de kesinlikle bilinmemekte, bu yerin Hazar Denizinin güneyindeki Gilân yahut Çin Türkmenistanı’nın batısındaki Huttal olduğu sanılmaktadır. İbnün-Nedim’in el-Fihristinde, Abdülhamîd b. Vâsiden bahseder.
Tarihte Türk lakabını taşıyan nadir Türk bilim adamlarındandır. Hârezmi’nin çağdaşıdır. Cebir konusunda yazmış olduğu kitabın ancak küçük bir bölümü bugün elimizde bulunmaktadır. Burada, özel tipler halinde gruplandırılmış ikinci derece denklemlerinin çözümleri, Hârizmi’ninkilerden daha ayrıntılı olarak verilmiştir.
İbnü’l-Kıftî ondan bahsederken, onun İbn Türk el-Cîlî olarak tanındığını söyler. Hesap ilminde çok bilgili ve maharet sahibi olduğunu, bu ilmin mensuplarının daima ondan bahsettiklerini söylemekte; bu iki eserinden başka Kitabü Nevadiri’l-hisab ve Havassül-â’dad adlı iki kitabının daha bulunduğunu bildirmektedir. Ancak bu iki adın bir tek esere ait olması da mümkündür.
Kâtip Çelebi de, Keşfü z-zünunda, Abdülhamîd b. Vâsi’nin torunu Ebû Berze’nin dedesi hakkında verdiği, onun cebir ilminin kurucusu olduğuna ve bu konuda Muhammed b. Musa el-Harîzmıden önce geldiğine dair bilgiyi nakletmekte, arkasından da, Ebû Berze’den biraz daha sonra yaşadığı sanılan Ebû Kâmil eş-Şüci el-Eslem’in, Ebû Berze’yi “gerçekleri saptırıcı” (muhterik) olmakla suçlayan ve cebiri asıl kuranın Hâfızmi olduğunu iddia eden sözlerini kaydetmektedir.
Ebû Kâmil’in bir kitabı ile Harîzmi’nin iki kitabının Arapça asılları ve tercümeleriyle birlikte bugüne kadar ulaşmış olmalanna karşılık, Aydın Sayılı’nın yayımladığı kısa bir yazısı dışında, ne Abdülhamîd b. Vâsi’nin, ne de Ebû Berze’nin eserlerinin elde olmayışı, cebir konusunda ilk kitap yazanın kim olduğunu tesbit etmeyi güçleştirmektedir. Salih Zeki’ye göre, Abdülhamîd b. Vâsi’nin, Harizmi den önce yaşadığı kesin olarak bilinmektedir. Aydın Sayılı ise, konuyu genişçe inceledikten sonra, ikisinin
aşağı yukarı çağdaş olduklarını ve belki Abdulhamîd b. Vâsî’in biraz daha önce yaşamış olduğunu, Harizmi’nin bu ilim dalında öncü olduğu iddiasında bulunmayışının da, Ebû Berze’ye hak verdirebileceğini, ancak bugün için yine de kesin bir şey söylenemeyeceğini ifade etmektedir.
Aydın Sayılı bu çalışmasında, Abdülhamid b. Vâsi nin bir kitabına ait olması gereken ez-Zarürat fil’l-mukterinât min-Kitabi’l-cebr ve’l-mukabele liebi l-Fazl’ Abdülhamid b. Vâsi b. Türk el-Cili isimli bir parçanın iki yarı nüshasını (Sülaymaniye (Millet) Ktp. , Carullah, Nr. 1505, vr. 2a-5a: Süleymaniye Ktp. , Hüsrev Paşa Nr. 257, vr. 5b-8a) karşılaştırarak
incelemiştir. (bu risalenin Arapça metni ve Farsça tercümesi Ahmed Arârîm tarafından
yayımlanmıştır: “Risalei ez Karni Sivvom-i İlmi-i Hicri der Cebr u Mukabele”, Mecelle-i Sühan, III/II-12, Tahran 1343 hş) Aydın Sayılının “Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler” şeklinde tercüme ettiği bu yazıda, Abdülhamid b. Vâsi, üç tip ikinci derece denklemini sistemli bir yaklaşımla ve geniş açıklamalar yaparak ayrıntılı biçimde çözmektedir. Çözüm için seçtiği metod, geometrik yoldur ve Mezopotamya geleneğini devam ettirmekte, formül kullanmadan sözlü anlatımla sonuca varmaktadır. Denklemleri incelemesi, kendinden önce gelenlerden biraz farklı ve sonrakilere yol gösterecek şekildedir. Kitabü l-Cebr ve’l-mukabele’de aynı konuyu işleyen Harizminin ise denklemleri, Abdülhamid b. Vâsi kadar sistemli biçimde ele almadığı ve ayrıntıya girmeden çok kısa bir açıklamayla çözüme vardığı görülmektedir. Aydın Sayılı, bu duruma Harizmi nin konuyu meçhul saymamış, bu sebeple de ayrıntılara girmeye gerek görmemiş olabileceği şeklinde bir yorum getirmekte ve onun ilk cebir kitabını, İslâm dünyasında da,
Batı dünyasında da cebirin kurucusu olarak kabûl edilen Harizmi’den önce yazmış olabileceği ihtimalinin pek zayıf sayılamayacağı sonucuna varmaktadır. İbn-i Haldun Mukaddimenin 3. cildinde, yalnız Harizmi ile Ebu Kamilden bahsetmekte ve muhtemelen Ömer Hayyam’a da atıfta bulunmaktadır. İbn-i Haldun’un zikretmemesine mukabil, İbnün Nedim ve İbn-ul Kıfti’nin ondan övgüyle bahsetmeleri ve Ebu Kamil’in de Ebu Berze’nin iddiasını şiddetle reddedip, onu Harizmi’ye rakip gördüğünü belli etmesi, Abdulhamid b. Vasi’nin o devrin büyük bir matematikçisi olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır.
Mesela x² + c = bx denkleminin, diğer denklem tiplerinden farklı olarak iki çözümü olduğunu ayrı ayrı şekillerle göstermiş olduğu halde, Hârizmi bir tek şekil kullanmıştır; ayrıca Abdülhamid ibn Türk, c * (b/2)² durumunda çözümün imkansız olacağını da şekil vererek kanıtlamıştır. Bu nedenle İbn Türk’ün açıklamasının Hârizmi’ninkinden daha mükemmel olduğu söylenebilir.
İbn Türk’ün söz konusu cebir kitabı, Hârizmi’nin ilk cebir kitabı yazarı olma özelliğini şüpheli bir hale getirmektedir, buna rağmen Hârizmi’nin cebir tarihindeki etkisi tartışılamaz önemdedir.
Battani
(858-929) Devrinin en önemli astronomlarından ve matematikçilerinden olan Battâni, Sâbit ibn Kurrâ gibi, Urfa’nın Harran Bölgesi’ndendir ve yıldızlara tapan Sabii Dini’ne mensuptur.
Rakka’da özel bir gözlemevi kurmuş ve burada 887-918 tarihleri arasında son derece önemli gözlemler yapmıştır. Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerini gözlemlemiş, yörüngelerini doğru bir biçimde belirlemeye çalışmıştır. Güneş ve Ay tutulmaları ile ilgilenmiş, mevsimlerin süresini büyük bir doğrulukla hesaplamıştır. Ayrıca, ekliptiğin eğimini de dakik olarak belirlemeyi başarmıştır.
Aynı zamanda matematikçi de olan Battâni, bu alanda da son derece önemli çalışmalar yapmıştır. Sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı gerçek anlamda ilk defa kullanan bilim adamının Battâni olduğu söylenmektedir. Battâni, çalışmaları sırasında bazı temel trigonometrik bağıntılara ulaşmış ve bunları astronomik hesaplamalarda kullanmıştır.
Müslüman astronomların en büyüklerinden, dünyanın en meşhur 20 astronomundan biri ve trigonometrenin mucidi. Tam adı Ebu Abdullah Muhammed b. Cabir b. Sinan er-rakki el-Harrani’dir. İsmi, Batı’da Albetanuis, Albategnus veya Albategni şeklinde anılır. Aslen Sabii bir ailenin çocuğu olup, Harran civarındaki Bettan’da doğdu. Nitekim Battani ve Harrani nisbetleri de bunu göstermektedir. Sadece İbnü’n-Nedim’in el-Fihrist’inde rastlanan Rakkı nisbeti ise hayatının büyük kısmını geçirdiği ve ünlü rasatlarını yaptıgı Fırat’ın sol sahilindeki Rakka şehrinden gelmektedir. Doğum tarihi ve çocukluğu hakkında bilgi yoktur. İlk rasatlarını 877 yılında yaptığı bilinmektedir; o tarihte yirmi yaşında olduğu kabul edilirse, yaklaşık 858’de doğduğu söylenebilir.
Babasının, İbnü’n-Nedim tarafından zikredilen meşhur astronomi aletleri ustası Cabir b. Sinan eI-Harrani olması mümkündür. Battani’nin künyesi kadar, astronomi aletleri keşif ve imal etmedeki mahareti de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
Hayatının sonraki dönemleri hakkında bilinenler de çok sınırlıdır. İbnü’n-Nedim’in eI-Fihrist’i ile İbnü’I-Kıfti’nin Tarihu’I-Hükema adlı eserinde onun geometri, teorik ve pratik astronomi ile astrolojide önde gelen bilginlerden ve meşhur gözlemcilerden biri olduğu; güneş ve ay gözlemlerine ait tablolar verip Batlamyus’un el-mecisti’sindeki bilgileri tashih ederek geliştirdiği ve yeni buluşlarını açıkladığı çok önemli bir zic yazdığı; bu kitapta
beş gezegenin hareketlerini ve bunlarla ilgili astronomik hesapları verdiği;
zicinde bahsettiği gözlemlerin bir kısmını 880 ve 900 yıllarında yaptığı; Ca’fer b. Muktefi’nin sorularına verdiği cevaplardan anlaşıldığına göre, rasat faaliyetlerinin 877’de başlayıp 918’e kadar devam ettiği; ayrıca zicindeki sabit yıldız rasatlarını 911 yılında yaptığı ifade edilmektedir. Anılan kaynaklardan Rakka ahalisinden Beni Zeyyat ailesinin uğradığı bir haksızlık yüzünden onlarla birlikte Bağdat’a gitti ve sonra 929’da memleketine dönerken, Halife Mu’tasım tarafından yaptırılmış olan Kasrü’I-Cis’te vefat ettiği belirtilmektedir.
Battani’nin hayatı hakkındaki bu bilgilere, Antakya’da 23 Ocak ve 2 Ağustos 901 tarihlerinde bir güneş ve bir ay tutulmasını gözlemiş olduğu da ilave edilebilir; bu gözlemlerden kendisi eserinde bizzat bahsetmektedir. Çağımızın ileri seviyedeki astronomi bilginlerine göre; sağlamlık ve dakik hesaplamaları sebebiyle ilk gerçek astronomik cetvel (ci, almanak) hazırlayan alimdir. Bu cetvelleri hazırlarken o devirlerde henüz teşekkül etmeye başlayan trigonometri ilmini mükemmel bir şekilde kullanmıştır. Hatta küresel trigonometri ilim dalını kurmak şerefi ona ait olduğu gibi, trigonometriyi astronominin hizmetine ilk defa koyan da odur. İlmi çalışmalarda sadece teoriler ortaya atmakla kalmayan Battani, teorilerini son derece ilmi bir hassasiyetle deneye tabi tutmuştur. Güneşin dünyadan en uzak bulunduğu noktadaki hareketlerini keşfetmiş, güneşin yörüngesinin eğimi ve dünyanın dönüş eksenindeki değişmeler için hassas dengeler bulmuştur.
“Beşer, Allah’ın birliğini isbata, O’nun emsalsiz büyüklüğüne, yüce hikmetini, muazzam kudretini ve eserinin mükemmeliyetini anlatmaya yıldızIar ilmi sayesinde muvaffak olur” diyen Battani, bunu söylemekte haksız değildi.
Kur’an, “Göğe bakmazlar mı? ” (88/16) buyuruyurdu. Allah Resulü de; ” Allah sonsuz ilim ve kudretiyle gök ve yerleri yaratmıştlr; karanlık ile Işık, O’nun varlığını hatırlatır; O’nun ilmi gök ve yeri kuşatmıştır. ” diyordu.
Evet, yerin ve gökyüzündeki yıldızların dönme ve hareketleri Allah’ın varlık ve birliğinin apaçık bir deliliydi. Müslümanların astronomiye dini ve manayla eğilmelerindeki sır buydu. Battani de bu sözleriyle aynı gerçeği ifade etmeye çalışıyordu.
Kitab’z-Zic’in mukaddimesinde, kendinden öncekilerin çalışmalarına gördüğü hata ve ihtilaflar yüzünden böyle bir kitap yazmaya ihtiyaç duyduğunu ifade eden Battani, bu kitabında mevcut teori ve istidalleri yeni gözlemlere dayanmak suretiyle ıslah edip geliştirdiğini belirtmektedir. Bu arada, şerh, tenkit,. ıslah ve ilavelerini kaleme almadan önce el-Mecisti’den yaptığı bütün iktibasları da büyük bir titizlikle kaydetmiştir. Elli yedi ”bahis”ten meydana gelen bu eserin ilk bahislerinde pratik tarifler verilmiş ve problemler ortaya konulmuştur. Battani, 3. bahiste kendi trigonometrik fonksiyonlar teorisini geliştirmiş, 4. bahiste kendi gözlemlerini vermiş, 5. bahislerde çoğu astrolojik yorumların izahı için tertiplenmiş olan pek çok küresel astronomi probleminietraflı şekilde ve büyük bir vukufla münakaşa etmiş, bu arada da ortografik projeksiyon prensiplerine dayanan yeni düşüncelerini açıklayıp, küresel trigonometriye yeni çözümler getirmiş ve ayrıca ilim alemine küresel trigonometrinin temel teoremlerinden olan “kosinüs teoremi” gibi çok önemli bir yenilik kazandırmıştır.
Batlamyus’un güneş, ay ve gezegenlerin hareketlerine dair teorisi 27-31. bahislerde ele alınmış, 32. bahiste çeşitli takvimlerde bunların her birindeki tarihlerin diğerlerine çevrilmesi anlatılmış, 33-48. bahislerde tabloların kullanılışları tarif edilmiş, 49-55. bahislerde astrolojinin esas meseleleri ele alınmış, 56. bahiste bir güneş saatinin, 57. bahiste ise bazı astronomi aletlerinin yapımı anlatılmıştır.
Batlamyus kinematiğine karşı genelde açık bir tenkit tavrı takınmamış olmakla birlikte Battani, Batlamyus’un ortaya koyduğu pratik sonuçlar hakkında ciddi bir şüphenin delillerini ortaya koyarak, onun güneş apojesinin veya ekliptik eğiminin değişmezliği iddiası gibi yahut gezegen hareketlerinin ana parametrelerinde yaptığı yanlışlıkları gibi pek çok hatasını bazen açıkça, bazen de zımnen düzeltmiştir. İslam astronomları ekliptik eğiliminin değişimi konusuyla hayret verecek kadar erken tarihlerde ilgilenmeye başlamışlardır. Bu değişimin yılda 0. 5 saniye mertebesinde pratik değeri olmayan bir farkla vuku bulduğu söylenirse, bu bilginlerin ilmi dikkat ve hassasiyetlerinin derecesi daha iyi anlaşılmış olur. Battani’nin bu konudaki çalışmaları ne ilktir, ne de bir istisnadır. Fakat onun modern formüle tam anlamıyla uyan 23 derece 35 derece değerini bulurken, takip ettiği yolu dikkatle anlatması önemlidir.
Battani, Kitübü’z-Zic’in 28. bahsinde, dört mevsimin uzunluklarını tesbit için yaptığı gözlemleri anlatmaktadır. Battani bu gözlemlerden faydalanarak, Hipparkhos tarafından milattan önce 140’ta 65 derece 30 derece bulunan güneş apojesinin büyüyerek 82 derece 17’ye ulaştığını, aksantrisitesinin ise 2p 29 30″den 2 p 4′ 45’ye düştüğünü tespit etmiştir. (lp yarı çapın 1/60’ıdır). Battani’den önce Sabit b. Kurre de (veya Beni Musa) güneş apojesini 82 derece 45′ olarak tespit etmiş ve Hipparkhos’un değeri ile karşılaştırıp 66 yılda 1 derece değiştiğini hesaplamış ve Batlamyus’un tekit eden 60 derece 30′ değerini bulmuş olmasının imkânsızlığını belirtmiştir. Leverrier formülü, Sabit b. Kurre’nin değerine karşılık 82 derece 50′ 22″, Büttani’ninkine karşılık 83 derece 45′ 10″ değeri vermektedir. Battani’nin güneş yörüngesinin eksantrisitesi için bulduğu 2p 4′ 45″ değeri modern anlamda 0. 017326’ya tekabül eder ve bu değer 880 senesi için bulunan 0. 016771 değerine çok yakındır. Battani, itidal noktalarının gerilemesi için de 66 yılda
1 derece değerini bulmuş ve tropik seneyi 365 gün 5 saat 46 dakika 24 saniye olarak hesaplamıştır ki, bu değer de 365 gün 5 saat 48 dakika 46 saniye olan gerçek değere çok yakındır.
M. Charles, “Geometride Metodların Tarihi Görünümü” adlı eserinde, Battani’den söz ederken, onun sinüs ve kosinüs tabirlerini ilk kullanan kişi olduğunu ifade eder ve bu tabirleri güneş saati hesaplamasında bulduğunu, ona uzayan gölge adını verdiğini, buna modern geometride “tanjant” dendiğini belirtir.
Battani’nin senelerce önce ileri atıp kullandığı buluşları Batı, asırlarca sonra kullanabilmiş ve onlara sahip çıkrnıştır. İslam Tarihi Araştırmacılarından Profesör Philip K. Hitti, “Muhtasar Arap Tarihi” adlı eserinde şunları kaydeder:
“Şüphesiz matematik bilginleri tanjant hakkında Battani’den ancak beş asır sonra bilgi sahibi olabildiler. (Alman astronom ve matematikçisi) Rogiomanus (1436-1476) bununla müşerref olduğu halde ondan bir asır sonra yaşayan Kopernik (Copernicus, 1473-1543) bunu tanımıyordu. ” Paris İslam Enstitüsü eski profesörlerinden Jacques Risler’e göre, yeni
trigonometrinin gerçek mucidi Battani’dir. Batı’ya trigonometriyi o öğretmiştir. Batı’da bu konuya ait ilk bilgiler ona aittir. Trigonometrik bağlantıları bugün kullanılan şekliyle formülleştiren odur. Onun sayesinde trigonometri Batılıların anlayıp kullanabileceği
bir şekle girmiş ve yaygınlaşmıştır.
Battani’nin diğer önemli keşif ve başarılanndan bazıları da şunlardır: Ayın boylamda ortalama hareketinin tespiti, güneş ve ayın görünür çaplarının ölçülmesi ve güneşinkinin bir yıl, ayınkinin ise anornal ay zarfında değişimlerinin bulunması, bu buluşlardan hareketle Batlamyus’un imkansız dediği halka şeklinde güneş tutulmasının mümkün olduğu sonucunun çakarılması ve ayın tutulma derecesinin hesabı için çok sağlam bir metodun geliştirilmesi.
Astronomi ve küresel trigonometrenin gelişmesindeçok büyük rol oynayan bu kitabın önemi, yazılışından üç asır sonra Batı’da da anlaşılmış ve eser Xll. yüzyılda Robertus Retinensis ve Plato Tibastinus tarafından Latince’ye tercüme edilmiştir. İlk tercüme kaybolmuşsa da, Plato’nun tercümesi sonradan tabloları çıkartılarak 1537’de Nürnberg’te ve 1645’te Bologna’da iki defa basılmıştır. ayrıca İspanya Kralı Alfonso el Sabino’nun emriyle yine Xll. yüzyılda Arapça aslından İspanyolca’ya tercüme edilmiştir. ayrıca Nallino tarafından Latince tercümesi de yapılmıştır.
Kitab’üz-Zic’in İbranice ve Grekçe’ye tercüme edilip edilmediği belli olmamakla birlikte, Yahudi ve Bizanslı yazarlar üzerinde büyük etki bıraktığı anlaşılmaktadır. Çünkü kaynak göstererek veya gösterilmeden, layık olduğu krediyi vererek veya adını hiç almadan ondan faydalanan pek çok Ortaçağ Yahudi ve Hıristiyan bilgininin varlığı bilinmektedir.
Bu etki XVII. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Copernicus’un Battani’ye ne kadar çok şey borçlu olduğu, Tycho Brahe’nin çeşitli eserlerinde ve G. B. Ricioli’nin Yeni Almagest adlı kitabında, Kitabü’z-Zic’den ne kadar çok iktibas yaptıkları, Kepler ve Galileo’nun da Battani’nin gözlemleriyle yakından ilgilendikleri bilinmektedir.
2. Kitabı Ma’rifeti metali’il-bürucu fima beyne erba’il-felek. Her ne kadar C. A. Nallino, bu eserde Battani’nin asıl gayesinin astrolojide kullanılan delilleri (heylac) matematik yöntemiyle temellendirmek olduğunu söylüyorsa da, gerçekte onun gayesi enlemlerin O’dan 36’ya kadar değerlerine tekabül eden doğuş (metali) cetvellerini hazırlamaktadır. Dolayısıyla astrolojiden çok astronomiye dair bir eserdir. Şu hususa da işaret etmek gerekir ki, Battani’den önce Habeş el-Hasib’in yazmış oludğu zicde bu cetvel yoktur, ancak Battani’den sonra yazılan ziclerde görülmektedir. Bunun müstakil bir eser olduğu dikkate alınırsa, büyük bir ihtimalle cetvellerin doğuşun derece ve dakikalarına göre tertip edilmiş olması gerekir. Nitekim bugün modern astronomide “reduction a Ieguateor”
(muaddilü’n-nihar) adıyla aynı türden cetveller kullanılmaktadır.
3. Risale fi tahkiki akdari’l-ittisalat.
4. Şerhu’l-makaleti’l-erbaa’a Ii-Batlamyus (son üç eser için bk. G AS- 1, 187; Vii. 160; A. C. Beitia, s. 41) Kaynaklardan Battani’ye isnat edilen daha başka eserler varsa da bunların ona ait olduğu şüphelidir.
Battani, ilmi çalışma ve araştırmaları süresince hep Allahu Teala’nın büyüklüğünün sırlarını, göklerle yeryüzü arasındaki alakayı inceledi. Son derece mütevazı bir alimdi. İlmin Allahu Teala’nın marifetine, yani tanınmasına hizmetçi kabul ederdi.
Ömrünün hepsini Fırat Nehri yakınındaki rasathanesinde ilimle uğraşmakla geçiren Battani, İslam aleminde olduğu gibi, Batılı ilim adamları tarafından da çok faydalanılmış, onun bir deha olduğu kabul edilmiştir. İki ünlü oryantalist Gibbs ve Kremers, Battani hakkında: “Onda, şaşılacak bir zeka vardı. O, Müslümanlarm her nevi kültürünü ihtiva eden bir ansiklopedi gibiydi” demişlerdir.
Ünlü bilim tarihçisi G. Sarton’un ifadesiyle Battani, çağının en büyük astronomi alimi ve Müslüman bilim adamlarının en büyüklerindendi. O, sekizinci asrın ünlü Fransız astronomi Laland; Battani’yi gelmiş geçmiş en büyük yirmi matematik bilgini arasında sayar. Yine Batılı bir ilim tarihçisi olan Erich Bell de onun için: “Trigonometriye cebir ilmini uygulayan ilk bilim adamıdır. Yani cebirsel trigonometrinin kurucusudur. Tarih boyunca görülen en büyük astronomi alimidir” demiştir.
WiLL DURANT DİYOR Ki:Will Durant, “İman çağı” adlı eserinde Battani hakkında şunları söyler: “Müslüman astronomlar tam bir ilmi anlayış içerisinde çalışıyorlardı. Deneyle kesinleşmeyen hiçbir şeyi kabul etmezlerdi. Onlardan biri olan Ebü-l Fergani ‘nin yazdığı astronomi kitabı yedi asır boyunca Avrupa ve Asya’da temel kitap olarak kabul edilirken Battani ondan da fazla tanındı. Kırkbir yıl müddetle yaptığı astronomik gözlemler şümul ve dakiklik bakımından kusursuzdur. Bugünkü hesaplara dikkati çekecek kadar yaklaşan astronomik rakamlar bulmuştur. “
fERGANİ
(860) Ebu’l-Abbas Ahmed ibn Muhammed ibn Kahir el-Fergani, Fergana, Transoksanya (Özbekistan)’da doğmuş, el-Memun ve ardıllarının hizmetindeki en seçkin astronomlardan biridir. 12’nci yüzyılda Latince’ye çevrilmiş ve Regiomontanus’tan önce Avrupa astronomisi üzerinde büyük bir etki bırakmış olan “Astronominin Elementleri”ni (Kitab fi al-Harakat al-Samawiya wa Jawami Ilm al-Nujum, yani, Göksel Hareket ve Yıldızlar Bilimi Üzerine Kitap) yazdı. Batlamyos’un teorisini ve devinim değerini kabul etmiş, fakat sadece yıldızları değil gezegenleri de etkilediğini düşünmüştür. Yer’in çapının 6,500 mil olduğunu belirlemiş ve en uzak mesafeleri bulmuş ve aynı zamanda gezegenlerin çaplarını da bulmuştur.
Dokuzuncu yüzyılda yetişmiş ekliptik meyli ilk defa tespit eden büyük Müslüman astronomi ve matematik alimi. İsmi Ahmed bin Muhammed bin Kesir el-Fergani olup künyesi Ebü’l-Abbas’tır. Batı bilim dünyasında Alfarganus adıyla tanınır. Fegana’da bulunan ünlü bir Türk ailesine mensuptur. Dokuzuncu asır başlarında dünyaya geldiği , 861 senesinde hayatta olduğu ve bundan kısa bir süre sonra vefat ettiği kabul edilmektedir.
İlim tahsilini zamanın kültür merkezi olan Fergana’da yaptı. Sonra o devirde İslam aleminin devlet ve ilim merkezi olan Bağdat’a gitti. Kısa sürede kendisini tanıtan Fergani astronomi ve matematik konusunda kendisini kabul ettirdi. Abbasi halifeleri Me’mun, El-Mu’tasım, El-Vasık ve El-Mütevekkil devirlerinde önemli ilim araştırmaları yaptı ve birçok eser yazdı. Halife Mütevekkil konusunda söz sahibi olan Fergani’yi 861 senesinde Nil kıyısında yapılan ölçüm işlemlerine nezaret etmesi için Mısır’a gönderdi.
Fergani astronomi, matematik, coğrafya ve mekanik sahalarında çalışmalar yaptı. Bunlar arasında astronomiye daha çok ağırlık verdi. İlmi çalışmalarında deneye dayanan inceleme ve araştırmalar yaptı. Gök cisimlerinin hareketleriyle uğraştı. Kur’an-ı kerimin ve aklın prensiplerine uymayan Batlemyüsçü astronomiyi ilk defa tenkit edenler arasında yer aldı. Gök cisimlerinin batlemyüs ve izindekilerinin iddia ettiği gibi akıl dışı bazı ruhi cisimler olduğunu kabul etmedi. Onların akli, katı, homosentetik ve eksantrik daireler şeklinde hareketlere sahip olduklarını ispatladı. Alemin ve gezegenlerin hacim ve büyüklükleri ile birbirlerine uzaklıklarının inceledi. Yaptığı hesaplamalar, Kopernik’e kadar batı astronomisinde değişmez ölçüler olarak kabul edilerek asırlarca kullanıldı. Fergani , güneşin yarıçapının 3250 Arap mili olduğunu söyledi. Bu 6410000m ve 3990 İngiliz miline eşittir.
Fergani güneşinde kendine göre hareketi olduğunu ilk defa keşfeden alimdir. Kendi devrine kadar gök cisimlerinin hareketi biliniyordu. Ancak güneşinde bir yörüngesi olduğunu, batıdan doğuya doğru döndüğünü ilk defa Fergani tespit etti. ayrıca 41 sene devam eden astronomi incelemelerinde enlemler arasındaki mesafeyi hesapladı.
Fergani güneş tutulmasını önceden tespit eden bir usulde buldu. Bu usulle 842 senesinde bir güneş tutulması olduğunu önceden tespit etti ve o gün bu konuda rastlarda bulunup incelemeler yaptı. Dünyanın yuvarlak olduğu konusunda yani deliller gösterdi.
Ahmet Fergani zamanında İslam aleminde hasip yani matematikçi olarak da tanınmıştı. Bilindiği gibi astronomi çalışmaları matematiğe dayanmaktadır. Eserlerinde bu olanda da söz sahibi olduğu görülmektedir. Fergani’nin derin bir bilgiye sahip olduğu diğer bir saha da coğrafyadır. Matematıki coğrafya alanında çalışmalar yaptı. Bu saha o devirlerde astronominin bir kolu sayılıyordu. Fizik ve mekanik konusunda da çalışmaları vardır. Çizimini kendinin yaptığı ve yapımına nezaret ettiği Nil Nehri sularının hızını ve seviyesini ölçen Mikyas-ül-Cedid adlı bir alet yaptı.
Ahmet Fergani, Halife El-Me’mun’dan başlayarak El-mütevekkil zamanına kadar El-Cezire’de yaptığı araştırmalar, yazdığı eserler ve bulduğu ölçüm aletleriyle zamanın önde gelen alimleri arasında yer aldı. Onun astronomi, matematik, coğrafya ve mekanik sahasındaki çalışmaları bu ilimlerin gelişmesine önemli ölçüde yardımcı oldu. Onların temellerini güçlendirdi ve yeni gelişmeler yol açtı. Daha sonraki devirlerde aynı konuyla ilgilene alimler , Fergani’nin eserlerinden istifade ettiler. Fergani’nin tesirleri o devirdeki tüm Türkistanlı alimlerde görülmektedir.
Fergani’nin tesiri, Avrupalı bilginler üzerinde de görülmektedir. Latince’ye tercüme edilen eserleri, asırlarca Avrupa üniversitelerinde okutuldu. Hazırladığı zicler, Fransız matematikçi D. Alembert ve Lablance’nin es çok faydalandığı eserler arasında yer aldı.
Fergani’nin astronomi ile ilgile eserlerinden altısı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu eserlerin en önemlisi Cevamiu İlm-in Nücum vel-Hareket-is-Semaviyye’ dir. Gök cisimlerinin hareketiyle ilgili bir astronomi kitabı olan bu eserin yazma nüshası Oxfort, Paris, Kahire ve Amerika’da Pirinceton Üniversitesi Kütüphanesinde bulunmaktadır.
El-Fergani’nin faaliyetleri mühendisliğe kadar uzanmaktadır. İbn Tugri Birdi’ye göre, el-Fustat’taki (eski Kahire) Büyük Nilometre’nin* yapımını denetlemiştir. İnşaatı emreden el-Mütevekkil’in öldüğü yıl olan 861’de tamamlanmıştır. Fakat İbn Abi Usaybi’a tarafından anlatılan aşağıdaki hikayeden çıkarıldığı gibi, mühendislik el-Fergani’nin asıl uzmanlık alanı değildi.
El-Mütevekkil, el-Ca’feri adında bir kanalın kazılmasını denetleme işini Musa ibn Şakir’in iki oğlu, Muhammed ve Ahmed’e emanet etmişti. Onlar işi el-Fargani’ye devretmişlerdi, böylece kıskançlıktan dolayı, daha iyi bir mühendis olan Sind İbn Ali’yi kasten gözardı ederek, el-Mütevekkil’in Samarra’daki sarayından uzağa, Bağdat’a gönderilmesine neden olmuşlardı. Kanal, el-Mütevekkil’in Dicle Nehri üzerinde Samarra yakınına inşa ettiği ve kendi adıyla anılan yeni şehir, el-Ca’feriyye’den geçmektedir. El-Fergani kanalın başlangıcın kalanından daha derin yaparak ve böylece Dicle’nin yüksek olduğu zamanlar haricinde kanalın uzunluğu boyunca yeterli suyun akmamasına sebep olan vahim bir hata yapmış. Bunun haberleri Halife’yi kızdırmış, ve iki kardeş şiddettli bir cezadan sadece el-Fergani’nin hesaplamalarını düzeltmeye kefil olan ve böylece kendi refahını ve belki de hayatını tehlikeye atan, Sind İbn Ali’nin ince gönüllülüğü sayesinde kurtarılmıştı. Ancak, astrologların doğru olarak kehanette bulundukları gibi, el-Mütevekkil hata açığa çıkmadan kısa bir süre önce öldürülmüştü. El-Fergani’nin hatası için yapılan açıklama, onun tatbiki bir mühendisten çok bir kuramcı olması idi. O, bir inşaatı asla başarıyla tamamlamadı.
987’de yazılmış olan İbn el-Nedim’in Fihrist’i, el-Fergani’ye sadece iki eser atfetmektedir: (1) “Üniteler Kitabı, Almagest’in bir özeti” (Kitab al-Fusul, İkkhtiyar al-Majisti) ve (2) “Güneş saatlerinin yapımı üzerine kitap” (Kitab ‘Amal al-Rukhamat).
The Jawami, ya da bildiğimiz adıyla ‘Elementler’, el-Fergani’nin en iyi bilinen ve en etkileyici eseridir. Abd’ül Aziz el-Kabisi (ö. 967) bu eser üzerine, İstanbul el yazması, Aya Sofya 4832, cilt. 97v-114v’de korunmuş olan, bir tefsir yazmıştır. Ardından 12’nci yüzyılda iki Latince çeviri geldi. Jacob Anatoli, 1590’da ortaya çıkan, üçüncü bir Latince versiyona temel olarak sunulan kitabın İbranice bir tercümesini çıkardı. Öte yandan Jacob Golius 1669’da Arapça orijinali ile birlikte yeni bir Latince metin yayınlamıştır. Ortaçağ Avrupa’sında ‘Elementler’in etkisi Avrupa kütüphanelerindeki sayısız Latince el yazmasının varlığı ile açıkça kanıtlanmıştır.
Bu kitaba ortaçağ yazarlarından referanslar çoktur ve Batlamyos’a ait astronomi bilgisini yaymada, en azından bu rol Sacrobosco’nun Küresi tarafından devralınıncaya dek, büyük ölçüde sorumluydu. Ondan sonra bile, el-Fergani’nin ‘Elementler’i kulllanılmaya devam edildi ve Sacrobosco’nun Küresi açıkça ona borçludur. Dante, ‘Vita nuova’da ve ‘Convivio’da gösterilen astronomi ile ilgili bilgileri (Gerard’ın tercümesindeki) ‘Elementler’den çıkarmıştır.
FARABİ
(870-950) Farabi, 870 yılında Türkistan’da Siderya (Seyhun) nehri ile Aris’in birleştiği yerde kurulmuş eski bir yerleşim merkezi olan Farab’da (Otrar’da) doğdu. Babası, Mehmed adında bir kale komutanı idi. Hayatı hakkında sağlam ve ayrıntılı bilgi pek yoktur. Zaten filozof, bilgin ve sanatkâr olarak, yaşadığı yıllarda bugün tanındığı kadar tanınmamıştı. Hakkında bilgi veren kaynaklar kendisinden 150-200 yıl sonra yazıldığı için, güvenilir olmaktan uzaktır. Efsanelerle süslenerek anlatılan bır ilim ve sanat adamıdır. Ebu Nasrı Farabi, Arısto” nun bütün eserlerini açıkladığı ve incelediği için Ustad-ı Sani, Hâce-i Sani, Muallim-i Sani gibi sıfatlar almıştır. Bunlardan başka Ebu Nasri Farabi-i Türki, Hakim Farabi gibi isimlerle de anılır. Asıl adı Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed bin Turhan bin Uzlug’dır. Batı kaynaklarında adı ”Alpharbius ya da Alphartabi” olarak geçer.
İlköğrenimini Farab’da, medrese öğrenimini Rey ve Bağdat’ta gördükten sonra, Harran’da felsefe araştırmaları yaptığı yıllarda tanıştığı Yuhanna bin Haylan’la birlikte Aristoteles’in yapıtlarını okuyarak gezimciler okulunun ilkelerini öğrendi. Halep’te Hemedani hükümdarı Seyfüddevle’nin konuğu oldu. Arap ülkelerinde yaşamış, Türk kimliğini ve Türk törelerini ölünceye kadar bırakmamış olan Farabi’yi anlatan kitaplar, İslam âleminde Ebul Hasan el-Beyhaki, İbn-el-Kıfti, İbn Ebu Useybiye, İbn el-Hallikan adlı yazarlar tarafından Farabi’nin ölümünden birkaç yüzyıl sonra gerçekleştirildi. Ama bu yapıtlar, birer araştırma olmaktan çok, Farabi’yle ilgili söylenceleri derliyor, bir felsefeciyle değil, bir ermişi açıklıyordu.
Gençliğinde Türkistan’dan göç ederek bir süre Iran’da dolaştı. Daha sonra o zamanın ilim ve sanat merkezi olan Bağdat’a gelerek yüksek öğrenimini burada tamamladı. Böylece anadili olan Türkçe’ den başka Farsça ve Arapça’yı hristiyan hocalardan ilim dili olan Latince ve eski Yunanca’yı öğrendi. Çağının ünlü bilginlerinden Ebu Bişr bin Yunus’tan Mantık, Ebu Bekr Ibn el Sarrac’dan dilbilgisi dersleri aldı. Bundan sonra Harran Üniversitesi’ne giderek felsefe çalışmaları yaptı ve burada Yuhna bin Haylan’dan Mantık bilgisini ilerletti. Aristo üzerindeki çalışmalarını burada yaptı. Bağdat’a döndükten bir süre sonra Mısır’a gitti. 941 yılında Mısır’dan Halep’e gelerek Emir SeyfüddevIe Hemedani’nin sarayında bulundu. Zamanının devlet adamlarından saygı gördü. Mütevazı bir hayat süren Farabi, Emir’in teklif ettiği yüksek maaşı kabu1 etmeyerek, ”Dört Dirhem”lik küçük bir ücretle yaşamayı yeğledi. Mısır’ da kaldıpı sürece Türk kıyafeti ile dolaşır, Türkçe konuşurmuş.
Eski Yunanlı filozof ve ilim adamlarının eserlerinin Arabça’ya çevrilerek öğrenilmesi Farabi ile başlamıştır denebilir. Önce Abbasiler, sonra Endülüs medeniyeti içinde yetişen islâm bilginleri bunları Batı’ya tanıtmıştır. Orta çağ Avrupası bu filozofu Arab dilinden, özellikle Kurtuba’lı ibn-i Rüşd’ den öğrendi. Batılı bilginler Ibn-i Rüşd’ü öğrenmek isterken Farabi’yi okumak zorunda kaldılar.
Farabi’nin eserlerinin yüzyıllarca Avrupa’da tanınmasının nedeni budur. Bütün Orta çağ boyunca Avrupa’da böylesine tanınan, hattâ XX. yüzyılda bile hakkında araştırmalar yapılan, eserleri yayınlanan Farabi, 950 yılında Şam’da öldü ve Babüssagir’e gömüldü. Cenaze namazını Emir Seyfüddevle’nin kıldırdığını çeşitli kaynaklar belirtiyor . Farabi’yi bir kaç yönden incelemek gerekir.
FİLOZOF FARABİ: Hekim ve”hakim (doktor ve filozof) olmasına rağmen, onun bütün sıfatları felsefe ile ilgili yönü için kullanılır. Felsefeyi öğrendikten sonra, görüşlerini Aristo felsefesi doğrultusunda geliştirdi ve bunları bir temele oturtarak kendine özgü bir okul kurdu; olgun eserler yazmaya koyuldu. Psikoloji, metafizik, mantık, zekâ, madde, zaman, vahdet, boşluk, mesafe ve sayı gibi kavramlarla ilgili görüşler ileri sürdü. Iyi bir matematikçi oluşu ile de ünlüdür.
Felsefeye mantık yolundan girerek metafizik üzerinde durdu. Din ile felsefenin ayrılmaz bir bütün olduğunu gördükten sonra islâm felsefesinin kurucusu oldu. Farabi’ye göre din ile felsefe arasındaki uyuşmazlık temelde değil, dışta kalan yorumlarla düşüncelerin değerlendirilmesindeki farklılıktan ileri gelir. Böylece mantık ve kavramcılığı geliştirdiğinden, bu etki ile Kelâm gibi Islami ilim dalları kanıtlarını mantıktan almaya başlamıştır. Bu yoldan hareket eden Farabi, o zamanki ilim dallarını ikiye ayırır. Ona göre mantık, metafizik gibi ilimler nazari(teorik), ahlâk, siyaset(politika), matematik, musiki ise ameli yani pratik ilimdir.
Eserlerinin sayısı yetmişe yaklaşır. Yazılarını tenha yerlerde, su kıyılarında, ağaç altında yazdığı, eserIerindeki boşlukların, defterlere yazmayıp kâğıtlara not etmesinden, daha sonra bunların bir bölümünün kaybolmasından ileri geldiği söylenir. En tanınmış alanları Ed-Talimü’s-Sani ile İhsanü’I-Ulûm’dur. Sonuncu su Doğu dünyasında yazılmış ilk ansiklopedik eserdir.
MIJSİKÎŞİNAS FARABİ: Mûsikîdeki önemi, Doğu mûsikîsinin nazariyatı ile ilgili, Kindî’den sonra ilk önemli eseri yazmış olmasındandır. Musikinin sanat yönünü iyi bildiği, bazı mûsikî âletlerini çaldığı ve icad ettiği söylenirse de, eserlerin de ve hakkında bilgi veren kitoplarda bu konu ile ilgili geniş bilgi yoktur. Musiki ile astroloji arasındaki ilgiyi reddetmiş ve Kindî’nin kurup geliştirdiği okulun ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Kitabü’I-Mûsikîü’I-Kebîr (Bü yük Mûsikî Kitabı) adındaki eseri biri sekiz, diğeri dört bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde musiki teori lerini anlattıktan sonra, ikinci bölümde kendisinden önceki musikişinasların ileri sürmüş oldukları fikirleri eleştirir. ayrıca İran mûsikîsi ve sazlarından söz ettikten sonra, mûsikî öğrenimi ile ilgili fikirler ileri sürer. Bu ve EI Methal Fi’I-Mûsikî adındaki kitapları Aristo ile eski Anadolu filozofları, özellikle Pythagoras’ın görüşle rini yansıtır. İhsanü’I-Uliım adındaki eserinde ise musikinin hangi ilim ve sanat dalına bağlı olduğuna değin miştir. Farabî’nin musiki ile ilgili görüşlerine etken olan şu iki konudan söz etmek gerekecektir:
İ. Ö. VI. yüzyılda Sisam adasında doğan PYTHAGORAS, eski çağın en önemli matematikçisi, fizikçisi ve filozofudur. Seste ahengin(uyum’un) değerinin tellerin boyu ile orantılı olduğunu ortaya koymuş ve ses fiziğini incelemiştir. Bugün “Pyıhagoras Gamı” denen bu sistem, bir oktav aralığına bir “Doğal Beşliler”dizisini meydana getiren sesler yerleştirilerek elde edilir. Pratikte kullanılmaya elverişli değilse de bir çok telli saz buna göre akord edilir; “Kemancılar Gamı” da denir. Bu Gam’ın üstün yanı yapısı itibariyle bütün “Do ğal Beşliler”i vermesidir. “Doğal Dörtlü”ler bir oktav i5inde, “Doğal Beşliler”in tamamlayıcısı olduğundan, “Doğal Dörtlüler”i de verir. Bu konuyu inceleyen Farabî, mûsikînin müsbet yönünü ele almış ve tenkitçi bir bakışla, tam bir “Pythagoras”çı olarak görüşlerini açıklamıştır. Arabça olarak yazmış olduğu mûsikî kitabı, bir sanat kitabı olmaktan çok “Akustik” konularla ilgilidir.
Arab Musikisi ile ilgili ilk kaynaklara, Hicret’in II. yüzyılından sonra rastlanı~. Şairlerin Rebab’a benze yen tek telli bir saz çalarak şiir okudukları biliniyor. Bu yüzyıldan başlayarak Arab Musikisi’nin geliştiğini, perde sistemlerinin tek oktavdan çıkarak gelişmeğe bağladığını görürüz. Oysa bu yüzyıllarda Doğu’dan ge lerek İran ve Suriye’de yaygınlık kazanmış, zamanına göre gelişmiş bir musiki vardı. İşte bu musiki Arab Musikisi’ni etkilemiş, özellikle ritm teşekkülüne yardımcı olmuştur. Îsa bin Abdullah, İbn Musaccah gibi ustalar, Müslim İbn Muhriz ve bu kişinin çıraklarından yararlanmışlardır. Abbasiler’den himaye gören Ibrahim el Mosilî, oğlu İshak gibi sanatkârların etkisi ile musiki merkezi âdeta Şam’dan Bağdat’a taşınmıştır. Bu suretle mûsikîye Horasan’ın etkisi egemen olmuştur. Farabî’nin musiki hakkındaki görüşlerini yazması bu döne me rastlar. Kitabı en eski Arabca musiki eseri olmasına rağmen, işlenen konunun Arab Mûsikîsi ile ilişkisi yoktur.
FARABÎ hakkında pek çok eser bilgi verir. Bunların bir bölümü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, efsaneler le karışık, inanılması güç bilgilerdir. Ibn Ebi Usaybia “Tabakatü’I-Etıbbâ” adındaki eserde “Bir saz icad etmiştir; mûsikînin amelî ve nazarî yönlerini iyi bilirdi” diyor. Tezkeretü’I-Hükûm-u Fi-Tabakatü’I-Ümen’de şöyle bir bölüm var : “Emir Seyfüddevle-i hemedanî’nin saz sanatkârları bir süre çalıp söylediler. Mecliste bulunan Farabî daha sonra cebinden tahta parçaları çıkartarak birbirine ekledi ve çalmaya başladı. Orada bulunanlar önce güldüler. Sonra sazın yapısını değiştirerek çaldı, herkes ağladı. En sonunda herkesi uyutarak sessizce meclisi terk etti,” Buna benzeyen başka hikâyeler de vardır.
Hekimbaşı Gevrekzâde Hâfız Hasan bin Ahmed(Amed), “Emrâz-ı Ruhiye-i Nagâmat-ı Mûsikîye” adın daki risalesinde Farabî’nin bir çok ilim dalında olduğu gibi mûsikînin de tıpta kullanıldığını, Hoca Nasırî Tusî, Hoca Abdülmümin Sofî ve Safiyüddin’den önce yeni yöntemler ileri sürdüğünü yazar. Şeyhülis lâm Esad Efendi, Lehcetü’I-Lügat’inde Farabî’yi metheder. ayrıca birçok eserde Kemaleddin, Ebû Ali bin Sina gibi ustalarla Mısır’da toplanarak o günkü sistemleri gözden geçirdikle~inden söz eder bu toplantılar da 24 terkibin 48’e çıkartıldığına değinilir.
Bir başka eserde Farabî’den naklen şu bilgiler veriliyor: Bu bilgilere göre Farabî, Ezan mûsikîsi ne de yer vermiş ve vakitlere göre okunacak ezanın makamlarını şöyle anlatmış: Sabahleyin Rehavi, Subh-ı Sadık’ta Hüseyni, Güneşin iki rehm yükseldiği zaman Rast, vakd-i Hüda’da Bûselik, nısf-ı neharda Zengûle, vakd-i huzûrda Uşşak, vakd-i gurup’tn Isfahnn, akşam naımazındc Neva, yatsı namazında Büzürg, vakd-i nevmde Zirefkand makamı.
Ud ve Kanun’un Farabî tarafından icad edildiği ileri sürülmekle birlikte, doğruluğunu kanıtlayacck bir belge yoktur. Belki de Ud üzerinde yeni düzenlemeler yapmıştır; çünkü, Ud hakkında Kindî Farabî’den önce bilgi vermiştir. Nitekim Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver bu konu ile ilgili bir belgeden söz ediyor. Yazar bu belgeyi İsmnil Saib Efendi’den aldığını belirterek başka kaynak göstermiyor. XIII. yüzyıldan kalan bu belgede, “İste Farabî’nin son icadı olan Ud; Musullu İbrahim, İbn Muid, Musullu İshak’ın tellerini yerine koyarak farsça sözlerle islah ettikleri Ud ül-Müsemmen budur” dendikten sonro şekli akordu ve perdeleri hakkında bilgi veriliyor. Günümüze Farabî’den musiki eseri gelmemiştir. Ona izafe edilen bazı eserlerin aslı olmasa gerektir.
İbni Sina kadar olmamakla birlikte, tıp ilmi ile de uğraşmış, eserlerinde bu konuya yer vermiş, felsefe kadar ileri götürememiş ve tedavi yöntemleri ile uğraşmamıştır.
Aristotales’in ortaya attığı madde ve suret kavramını hiçbir değişiklik yapmadan benimseyen, eşyanın oluşumunda, yani yaradılışta madde ve sureti iki temel ilke olarak gören Farabi’nin fiziği de, metafiziğe bağlıdır. Buna göre, evrenin ve eşyanın özünü oluşturan dört öğe (toprak, hava, ateş, su) ilk madde olan el-aklül-faalden çıkmıştır Söz konusu dört öğe, birbirleriyle belli ölçülerde kaynaşır, ayrışır ve içinde bulunduğumuz evreni (el-alem) oluştururlar.
Farabi, ilimleri sınıflandırdı. Ona gelinceye kadar ilimler trivium (üçüzlü) ve quadrivium (dördüzlü) diye iki kısımda toplanıyordu. Nahiv, mantık, beyan üçüzlü ilimlere; matematik, geometri, musiki ve astronomi ise dördüzlü ilimler kısmına dâhildi. Farabi ilimleri; fizik, matematik, metafizik ilimler diye üçe ayırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul edildi.
Hava titreşimlerinden ibaret olan ses olayının ilk mantıklı izahını Farabi yaptı. O, titreşimlerin dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını deneyler yaparak tespit etti. Bu keşfiyle musiki aletlerinin yapımında gerekli olan kaideleri buldu. Aynı zamanda tıp alanında çalışmalar yapan Farabi, bu konuda çeşitli ilaçlarla ilgili bir eser yazdı.
Farabi insanı tanımlarken “âlem büyük insandır; insan küçük alemdir. ” Diyerek bu iki kavramı birleştirmiştir. İnsan ahlakının temeli, ona göre bilgidir; akıl iyiyi kötüden ancak bilgiyle ayırır. İnsan için en yüksek en yüksek erdem olan bilgi, insan beyninin çalışması sonucu elde edilemez; çünkü tanrısaldır, doğuştandır (Vehbi). Bilimin ise üç kaynağı vardır: Duyu; akıl; nazar. Bilimler ikiye ayrılırlar: Kuramsal (nazari) bilimler; uygulamalı (ameli) bilimler. Ahlak, siyaset, müzik, matematik uygulamalı bilimlere girer. Toplumlarda öz bakımından ikiye ayrılırlar: Erdemli toplumlar ve erdemsiz toplumlar. Bu toplumları yöneltecek en kusursuz devletse, bütün insanlığı kapsayan dünya devletidir.
FEREC HUDUR: Farabi, fen bilimine, felsefeye, mantığa, sosyolojiye, tıbba, matematiğe ve müziğe epeyce katkıda bulunmuştur. Başlıca katkıları felsefeye, mantığa ve sosyolojiye olmuş gibi görülmektedir ve, elbette, bir Ansiklopedici olarak da göze çarpmaktadır. Bir filozof olarak, Platon ve Aristo felsefesini İslam felsefesi ile bağdaştırmaya çalışan bir Yeniplatoncu(Neoplatonist) olarak sınıflandırılabilir ve onun orijinal katkılarını kapsayan birkaç diğer konudaki çok sayıda kitabına ek olarak Aristo’nun fiziği, meteorolojisi, mantığı, vb. üzerine bazı zengin açıklamalar yazmıştır. İslam felsefe geleneğinde, ‘ilk öğretmen’ olarak bilinen Aristoteles’ten sonra ‘İkinci Öğretmen’ (el-muallimü’s-sani) olarak anılır. Farabi’nin önemli katkılarından biri de mantık çalışmasını iki kategoriye, yani, Tahayyül (fikir) ve Subut (ispat), bölerek kolaylaştırması idi.
Sosyolojide, ünlü olan Erdemli Şehir (Ara Ehli’l-Medineti’l-Fazıla) dışında birkaç kitap yazdı. Psikoloji ve metafizik üzerine kitapları büyük ölçüde kendi çalışmalarını yansıtmaktadır. Aynı zamanda müzik üzerine de Müzik Kitabı(Kitab’ül-Musika) başlıklı bir kitap yazmıştır. Müzik sanatı ve bilimi üzerine büyük bir uzman idi ve müzik notaları bilgisine katkıları yanında, birkaç müzik enstrümanı da icat etti. Enstrümanını insanları istediği anda ağlatıp güldürebilecek kadar iyi çaldığı anlatılmaktadır. Fizikte, boşluğun varlığını göstermiştir. Kitaplarının çoğunun kaybolmasına rağmen, 43 mantık üzerine, 11 metafizik üzerine, 7 ahlak üzerine, 7 siyaset bilimi üzerine, 17 müzik, tıp ve sosyoloji üzerine ve de 11′i tefsir olmak üzere 117 eseri bilinmektedir. Daha ünlü kitaplarından bazıları, çeşitli ilim merkezlerinde birkaç yüzyıl boyunca bir felsefe ders kitabı olarak kalmış olan ve Doğu’da bazı kurumlarda halen öğretilmekte olan Fusus al-Hikam kitabını içermektedir. Kitab al-Isa al-Ulum kitabı, bilimin sınıflandırılmasını ve esas ilkelerini yeknesak ve faydalı bir tarzda incelemektedir. Ara Ehli’l-Medineti’l-Fazıla ‘Model Şehir’ kitabı sosyoloji ve siyaset bilimine ilk önemli katkıdır.
Farabi birkaç yüzyıl boyunca bilim ve ilim üzerinde büyük bir etki bırakmıştır. Farabi, sonradan bir Neoplatonik yazarın eseri olduğu ortaya çıkmasına rağmen, Aristoteles’e mal edilen Teolojisi kitabını,Aristoteles’in yazdığını sanmıştır. Buna rağmen felsefede yüzyıllar boyunca ikinci öğretmen olarak kabul edilmiştir ve felsefe ve tasavvufun sentezini amaçladığı eseri, İbn Sina’nın çalışmasının yolunu açmıştır.
Akılcılıkla İslamı Bağdaştırmaya Çalışan İlk Türk Düşünürü: F A R A B İ
Farabi (Faraplı) diye anılan Ebu Nasr Muhammet (870-950), eski Grek felsefesini yorumlayan ve geliştiren bir filozof olarak tanınmaktadır. O İslam dinine felsefi bir nitellik kazandırmak, İslamiyetle Platon(Eflatun) ve Aristoteles felsefelerini bağdaştırmak istemişti. Bu nedenle İslam felsefesinin kurucusu sayılmış,aynı zamanda kendisine Aristoteles’ten sonra gelen ikinci öğretmen anlamında “hace-i sani” unvanı verilmiştir. Bunun dışında onun siyaset sosyolojisi ile ilgili olarak yazdığı Erdemli Şehir adlı eseri de ününü artırmıştır. Farabi, bu kitabında faziletli bir devletin ve onun başkanının nasıl olması,ne gibi nitelikler taşıması gerektiği üzerinde durmuştu. Nihayet onun bir bilim sınıflaması yapması ve bu arada müziği bir bilim dalı olarak ele alıp değerlendirmesi de belirtilmeye değer. (Ş. Turan, Türk Kültür Tarihi, s: 164)Farabi (872-950),İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurucusudur. Siyaset felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “ Medine-i Fadıla”(Erdemli Şehir) ve “ Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştu. Erdemli Şehir adlı yapıtında Eflatun’un ‘Cumhuriyet’inden yararlandığı anlaşılıyor. Doğu felsefesi ile eski Yunan felsefesini birleştirmeye, uzlaştırmaya çalıştı.
Siyasal alanda eski Yunan felsefesi, Arap düşüncesine 9. yy’da El-Kindi ile girmişti. Eflatun’un ve Aristo’nun eserlerinin Arapça çevirilerinden yararlanan El-Kindi, devlet yönetimi ile ilgili bir düzine risale yazmıştı. Bununla birlikte İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurucusu olarak Farabi bilinir. Farabi, devlet felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “Medine-i Fadıla” ve “ Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştur. Bue eserlerde, devleti Aristo gibi uzuvcu bir yaklaşımla ele almış ve nasıl insan vücudu belli organlardan oluşuyorsa,çeşitli düzeydeki toplumların da belli organlardan oluşan bir yapıya sahip olduklarını iler sürmüştür. Farabi bu konuda,Eflatun’un “Cumhuriyet”inden esinlendiği anlaşılan, beş tabakalı bir Erdemli Şehir (”Medine-i Fadıla”) tablosu çizmiştir. Bu siyasal birimin başında bir “filozof-hükümdar” bulunacak,eğer böyle biri yoksa devleti ya bir grup ya da kanun ve gelenekleri iyi bilen biri yönetecektir. Toplumun tabakaları birbirlerine sevgi ile bağlı olacaklar ve toplumun yönetimine “adalet” ilkesi egemen kılınacaktır. Farabi, devlet hayatı ile ilgili ilkeleri sayarken, ilk olarak “adalet”i belirtmekte ve “ adalet toplum mensuplarının paylaştıkları bütün iyi şeylerin başında gelir” demektedir. Burada “Prenslerin aynası” geleneğini oluşturan, doğu felsefesi ile eski Yunan siyasal düşüncesini birleştiren temel bir ilke ile karşı karşıyayız.
Farabi’nin düşüncesi, kendisinin ölümünden yüzyıllarca sonra bile etkisini sürdürmüş, Osmanlı uleması tarafından da okunan ve sık sık anılan eserlerden biri olmuştur. Bu etkileme zincirinin en önemli halkalarını, Sasani devlet ilkelerini de Emevi döneminden itibaren özümleyen Arap devletleriyle, Selçuklu devleti teşkil etmiştir. 17. yy’da Katip Çelebi, Keşf-ül-Fünun’(Fenlerin Keşfi)u yazarken Osmanlı medreseleri “ilm-i siyaset” alanında kitaplarla doluydu.
Eserleri: Kitabu’l-Cem beyne reyey el-hakimeyn(İki Felsefeci Arasındaki Düşüncelerin Uzlaştırılması) Ele Alınan Kaynakların Kaynakları: Füsusu’l-Hikem (Hikmetlerin Özleri) Medinetü’l-Fadıla (Toplumun İlkeleri Üstüne Kitap) Risale fi Ma’anii’l-Akl(Aklın Anlamları) İhsa el-Ulûm musiki el-Kebir(Büyük Müzik (Bilimlerin Sayımı) Kitab Kitabı Müziğe Giri
Abdurrahman es-Sûfi
Abdurrahman es-Sûfi (903-986), Batlamyus’un Almagest’inden yararlanarak hazırlamış olduğu yıldız kataloğu ile tanınmıştır. Bu katalogda, 48 yıldız takımında bulunan yıldızlar tanıtılmış, bunların gökyüzündeki konumları, parlaklıkları ve renkleri bildirildikten sonra, Almagest’te geçen yıldız isimlerinin Arapça karşılıkları verilerek, bu konuda Arapça’daki önemli bir boşluk doldurulmuştur.
Abdurrahman es-Sûfi’nin önerdiği terimler, daha sonra Doğulu ve Batılı astronomlar tarafından kullanıldığı gibi, bunlardan 94’ü modern astronomi literatürüne de girmiştir. 13. yüzyılda Castilla-Leon Kralı X. Alfonso’nun hazırlattığı “Astronomi Bilgisi Kitabı” adlı 4 bölümden oluşan İspanyolca ansiklopedide, Abdurrahman es-Sûfi’nin bu eseriyle diğer Müslüman astronomlarından bazılarının eserlerinden yararlanılmıştır.
Abdurrahman es-Sûfi, astronomi aletlerinin geliştirilmesinde de önemli hizmetlerde bulunmuştur. Güneş’in yüksekliğini ölçmekte kullanılan usturlapların ölçme duyarlılığını arttırmış olduğu gibi, 10 kg. ağırlığında gümüşten bir gök küresi yapmıştır. ayrıca 123. 5 cm. çaplı bir halka kullanarak ekliptiğin eğimini 23° 33’45”olarak tespit ettiği bildirilmektedir.
İbn Havkal
10. yüzyılın önde gelen gezginlerinden ve coğrafyacılarından olan İbn Havkal, ticaret yapmak ve ülkelere ve uluslara dair incelemelerde bulunmak maksadıyla 943 yılının Mayıs ayında Bağdat’dan ayrılmış ve bütün İslâm ülkelerini dolaşmıştır. Kendisinden önceki bilginlerin yapıtlarını da özenli bir biçimde incelemiş olan İbn Havkal, bu seyahatları sırasında ünlü coğrafyacılardan İstahrî ile tanışmış ve İstahrî’nin isteği üzerine onun 21 haritadan oluşan ve İslâm Atlası adıyla tanınan yapıtındaki bazı hataları düzeltmiştir. Daha sonra da bu kitabı, el-Mesâlik ve’l-Memâlik (Yollar ve Ülkeler) adıyla yeniden yazdığı görülmektedir. İbn Havkal, bu yapıtında özellikle Afrika ve İspanya gibi Mağrip ülkeleri hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir.
İbn Yunus
Fâtımîler döneminde Kahire’deki Mukattam Dağı’nda bir gözlemevi kurarak gözlemler yapan ve Fâtımî halifesi el-Hâkim’e sunduğu Hâkimî Zicî adlı eserinde gözlem sonuçlarını yayımlayan İbn Yûnus (?-1009), 10. yüzyılın önde gelen bilginlerinden ve şairlerindendir. İbn Yûnus, kendisinden önceki astronomi araştırmalarını geliştirmiş ve logoritmanın keşfinden önce astronomlar için çok yararlı olan, cos * . cos * * 1/2 {cos (* + *) + cos (* – *)} eşitliğini bularak altmışlık kesirlerle ifade edilen trigonometrik niceliklerin karmaşık olan ve çok zaman alan çarpma işlemlerini bir toplama işlemine indirgemeyi başarmıştır.
İbn Yûnus, gök küresinin ufuk dairesi ve meridyen dairesi üzerine dikey olarak izdüşürülmesinden yararlanarak küresel astronominin bazı güç sorunlarını da çözmeyi başarmıştır.
EBÛ’L-KASIM ZEHRÂVİ
(930-1013) Cerrahlığı müstakil bir ilim haline getiren büyük operatör. Bir dünya düşünün ki, temizlik yapmak şöyle dursun, onu yapmaya bile günah diyor. Doktorluğu en şerefsiz bir meslek, adeta cellatlık sayıyor. O kadar ki, tıp fakültelerini dahi kapattırıyor.
Böyle bir şey olabilir mi diyeceksiniz? Evet, ne yazık ki, tarih bu çirkin gerçeği yaşamıştır. Ortaçağın Avrupâ sı, bu akıl ve insanlık dışı yaşayışın içindeydi. Avrupalı papazlar, 1163 tarihinde “Papazlar Meclisi”nde aldıkları bir kararla, tıpla ilgili bütün okulları kapattırmışlardır. Onlara göre doktorluk, cellatlığâ yakın şerefsiz bir meslekti. Doktorlar birer sihirbaz ve yalancıydı. Doktorluk suçtu. Papazlara göre banyo yapmak büyük bir günah, hatta suçtu.
Ortaçağın Avrupası bu utanç verici, yüz karası hayatı yaşarken, 7. yüzyılda İslâm Peygamberi, “Her derdin devası vardır, araştırınız, bulunuz” diyor, maddi ve manevi temizliğin en güzel prensiplerini koyuyordu. İslâm dünyası, Peygamberinden, dininden aldığı azim ve şevkle, her ilme olduğu gibi, tıp ilmine de dört elle sarılmış, bu alanda yeni yeni keşif ve buluşlar yapmıştı.
Ortaçağ Avrupâsında doktorluk yasaklanırken, Avrupâ nın İslâm dünyası aynı çağda dev adımlar atıyor, büyük doktorlar yetiştiriyordu. Bu doktorlardan biri de Ebu’l-Kasım Zehravi idi.
İsmi Halef bin Abbas ez-Zehravi olup, künyesi Ebû’l-Kasım’dır. Kurtuba yakınlarındaki Ez-Zehrâ da doğduğu için Zehravi ismiyle meşhur oldu. Batı ilim aleminde Ebü’l-Kasis, Bukasis ve Al-Zahravis olarak bilinir. 930 (H. 318)-1013 (H. 404) seneleri arasında yaşamıştır.
Zamanında ilim ve kültür seviyesi en yüksek olan Kurtuba Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Özellikle tıp ilminin nazari ve tatbiki sahalarında derinleşerek söz sahibi oldu. Zehravi’nin yaşadığı devirlerde ilim ve teknikte çok ilkel bir seviyede bulunan Avrupa ülkeleri, Endülüs İslâm Üniversitesi’nden aldıkları temel bilgilerle aydınlanma yolunu tutmuşlardı. İçlerinden zeki olanlar ilim lisanı olan Arapçâ yı öğrenmek suretiyle bazı mühim ilmi eserleri kendi dillerine tercüme ediyorlardı. Bu dönemde yetişen Zehravi, önce Endülüs Emevi halifelerinden Üçüncü Abdurrahman ile, sonra yerine geçen İkinci Hakem devrinde saray doktoru olarak çalıştı ve hükümdarların özel tabibi oldu.
Müslüman cerrahların babası olarak kabul edilen Zehravi, daha çok cer-
rahi sahasında başarılı ve meşhurdur. Modern cerrahinin öncülüğünü yapan
Zehravi’nin devrinde, Avrupâ da bu ihtisas, hekimler tarafından üstün gö-
rülmediği için, uygulama sahası açılmamıştı. Avrupâ nın aksine, İslâm ale-
minde; makbul, yaygın ve revaçta bir ilim olduğundan, tatbiki başarılı ne-
ticeler veriyordu. Cerrahiye ilk önem veren alim, meşhur Razi idi. Ali bin
Abbas onun yolunu takip etmiş, sonra da İbn-i Sina yetişmiştir.
Endülüs’te de İbn-i Zühr bu sahada temayüz etti. Tıp ve cerrahiyi birleştirerek, tıb ilminde hamle yaptı. Fakat cerrahinin başlı başına bir ilim haline gelmesi, Zehravi sayesinde olmuştur. Zira o, sadece nazariyelerle uğraşmadı. Bizzat ameliyatlar yaparak, metodlar ve aletler keşfetmeyi ve bunları maharetle kullanmayı başardı. Avrupâ da İslâm alimleri ve ilimlerinin ışığı sayesinde teşekkül eden rönesans hareketinde Zehravi’nin de büyük tesiri ve rolü oldu. O devirde Avrupa’da Zehravi’nin eserleri ve bunlarda ortaya koyduğu tıbbi ve cerrahi usuller de temel müracaat kaynağı idi.
J. AE. Condel, tıpta mahir olan Ebu’l-Kasım’ın, İsa Bin İshak’la birlikte vezirin evinde fizik, matematik ve astronomi sohbetleri yaptıklarını, üçüncü Abdurrahman’ın özel doktoru olduklarını, gece-gündüz demeden hastaların evlerine müracaat ettiklerini, avlularını doldurduklarını, onları tedavi etme faziletini gösterdiklerini anlatır.
İbn-i Hazm (994-1064)’in ifadelerinden anlaşıldığına göre, o zamanın en verimli ve en ciddi şekilde tıpla uğraşan doktoruydu. Ebu’l-Kasım’ı daha çok şöhrete kavuşturan “et-Tasrif” adındaki eseridir. O, bu eseriyle Ortaçağ’ın Batı tıp dünyasına hakim oldu. Doğulu ilim adamlarından çok Batılı ilim adamlarından takdir topladı. Meşhur fizyolojist Halen’in ifadesiyle; “onun eserleri 14. asırdan önce yaşamış bütün cerrahlar için yegâne kaynak”tı. Avrupa asırlarca onun eserlerini inceleyip, yazdıklarından faydalandı ve ona dayanarak çeşitli buluşlar yaptı. Ebu’l-Kasım, kendi devrinde yapılması imkânsız sayılan birçok ameliyat yaptı. Ameliyatlarda kullanılmak üzere çeşitli aletler keşfetti ve resimlerini çizip kitabına koydu. Bunu yapan ilk doktor Ebu’l-Kasım Zehravi’dir.
Zehravi, daha o devirlerde birçok günlük acil hallerde cerrahi usullerini
başarı ile tatbik etmiş, burun ameliyatları yapmış, gümüş nitratı kullanmıştır. Dağlama yoluyla da önceleri hiç yapılmamış birçok cerrahi tedaviyi başarmıştır. Hayatının büyük bir kısmını doğduğu yer olan Medinet-üz-Zehrâ da tıp ve eczacılık araştırmaları ile geçiren Zehravi, ayrıca din ve zamanın diğer fen ilimlerini de tahsil etmiştir. O, cerrahi uygulamalarda çok hassastı. Ameliyatlarda kullandığı aletleri kendisine has bir metodla mikroplardan temizledikten sonra kullanıyordu. Bu işte, bilinen ve madde’üs-safra denilen bir maddeden faydalandı. Günümüzde yapılan araştırmalar, bu maddenin bakterileri imha edici özelliğe sahip olduğunu ispatlamıştır.
Cerrahiyi bağımsız bir ihtisas dalı haline getiren Ebu’l-Kasım’dır. O, tıbba emsalsiz bir yükseliş kazandırmış, kendi patentini basmıştır. Batı’da, cerrahi onun sayesinde anatomi ile kader birliği yapmış, daha sonraki büyük keşifler için modern tıpta rehberlik eden nihai yolu hazırlamıştır. Cerrahide kullanılan 200 kadar aletin resmini çizmiştir. Bu, o zaman için oldukça harika bir buluştu. Çünkü Ebu’l-Kasım’ın çizdiği bu aletler, bizzat cerrahide kullandığı aletlerdir.
Böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ilk defa o tesbit etti. Bu ameliyatı ilk defa o gerçekleştirdi. Yaptığı ameliyat, çağımızın en ileri gelen operatörlerinin yaptıkları ameliyatla aynı idi.
Ayrıca, Ebul’l-Kasım öyle bir soba gerçekleştirdi ki, damıtmada yakıtını otomatik olarak tamamlıyordu. Yaraların dağlanması, idrar torbası içindeki taşları parçalayarak çıkarmak, canlı hayvanlara tecrübe maksadıyla ameliyatlar yapmak, kadavrayı kesip parçalamak gibi, yeni fikir ve metodlar denedi. O, bir ailede müşahade ettiği birçok vak’alar sonunda hemefoliye dair izahlarda bulundu. Bu açıklamalar bu mevzuya zenginlik kazandırdı. Ebu’l-Kasım, Percival Pott (1713-1789)’dan 7 asır önce artrit ve fıkra tüberkülozlarıyla meşgul oldu.
Yaraların kotarizasyonu ile mesanede taşların giderilmesinden başka, seksiyon ve viviseksiyontodlarla da yetinmedi. Yunanlıların geri bir seviyede bıraktıkları tıbbın kadın hastalıkları dalında yeni usûl ve aletlerle büyük gelişmeler kaydetti.
El veya diz vak’alarında ayak durumu ile çapraşık durum veya ilk defa kendisinin müdahalede bulunduğu çocuğun çeşhe durumunda doğuma yardımcı yeni metod ve müdahaleler buldu. Kadın hastalıkları dalında yeni usul ve aletlerle büyük gelişmeler kaydetti.
“Ceninin ters doğumuna müdaheleyi” yine ilk defa o tavsiye etti. Bu metod doğumu oldukça yardımcıydı. Halbuki Soranus ve selefleri buna cesaret edememişlerdi. Ancak, asırlar sonra Stuttgartlı jinekolog Walcher (1856-1935) buna teşebbüs etti ve bu usül “Walcher Durumu” adıyla şöhret buldu. Böylece müslüman bir bilginin buluşu yine bir Avrupalı doktora mal ediliyordu.
Vaginal taş ameliyatını tıp dünyasına o kazandırdı. ayrıca Ebu’l-Kasım, özel bir vaginal aynadan başka “Collum”un sûn’i şekilde genişlemesine yarayan, doğumda büyük bir yardımcı olan kolpeurynter aletini de icad etti. Poliplerin çıkarılmasında çengel uyguladı. Hizmetçisine başarılı bir trakeotomi ameliyatı yaptı.
Büyük Fransız cerrahı Pare, 1552 yılında yaptığı bir ameliyatla şöhrete kavuştu. Bu ameliyatta Pare, büyük damarları bağlamıştı. Herkes bunun, dünya tıp tarihinde bu konuda yapılmış ilk ameliyat olduğunu sanıyordu. Oysa aynı ameliyatı Ebu’l-Kasım, Fransız cerrah Pare’den 550 yıl kadar önce gerçekleştirmişti. Avrupalılar bunu da kendilerine mal ettiler. Pratisyen cerrahlarına sûn’i dikişi, kürk dikişi, karın yaralarında sekiz dikişi, bir ipliğe geçirilen iki iğneli dikişi, bu münasebetle kendi bağırsakları ile yapılan dikişi, bağırsak ameliyatında catcut (katkötü) o öğretti.
Bütün ameliyat dikişlerinde, bilhassa karın çukuru altındaki cerrahi müdahalelerde, havsalayı yatakta ilk defa yüksek tutan o oldu. Avrupa bu üsulü ondan öğrendi. Trendelenberg durumunu ilk defa tavsiye eden Ebu’l Kasım’dır. Ancak, 20. yüzyıl başlarında Alman cerrahı Friedrich Trendelenberg (1844-1924), bunu ortaya koyabilmiş, daha doğrusu Ebu’l-Kasım’ın buluşuna sahip çıkıp, kendine mal etmiş, Ebu’l-Kasım’ın ismi unutturulmuştur.
Zehravi’nin en çok meşgul olduğu ve çağdaşlarını da en fazla yoran hastalıklardan biri kanserdi. Onun, bu hastalık için ortaya koyduğu tedavi usulleri günümüze kadar uygulana gelmiştir. O, akciğer iltihaplanmaları üzerinde çalışmış ve ameliyatla göğsü yarıp dağlama yoluyla bunu tedavi etmeyi başarmıştır. Ameliyatla böbrek taşlarını düşürmeyi ilk defa gerçekleştiren yine odur. Yaptığı ameliyat günümüz operatörlerininkiyle aynı idi. Göz, kulak, burun, boğaz ve diş cerrahisine önderlik etti ve ilk defa fıtık ameliyatmı gerçekleştirdi.
Ebu’l-Kasım Zehravi, ameliyatlarda kendine has anestezi metodlarını tatbik etti ve bunun için banc otundan faydalandı. Mafsal iltihaplarını tetkik ederek, tedavisi üzerinde durdu. varis, yani damar genişlemesi hastalığı üzerine çalışmalarda bulundu.
Ameliyat sırasında mum ve alkol kullanarak kanamayı durdurmayı başardı. Açık kırıklarda, yaranın bakımı için alçı sargısından bir pencere kesip açma metodu da ona dayanır. Alçı sargısını yumuşak şeylerle doldurma da Ebu’l-Kasım’ın keşfidir.
Ebu’l-Kasım Zehravi, cerrahlar için anatomi bilgisinin son derece gerekli olduğunu savunmuş, ameliyat yapılacak kısım iyi bilinmedikçe ameliyata girişilmemesini tavsiye etmiş, anatomi bilmeden yapılan ameliyatların çok vahim neticeler doğuracağını anlatmıştır.
Ayrıca onun, ok yaraları ve diğer bir kısım yaraların tedavisinde oldukça orijinal buluşları bulunmaktadır. Zehravi, ayrıca birçok diş operasyonlannı tarif etmiştir. Bunlar arasında diş çekme, tesbit etme, kökünü besleme ve takma dişle ilgili bilgiler vermiştir.
Zehravi, çürük dişlerin kırılmadan çekilebilmesi için kurşunla doldurulup çekilmesi fikrini ortaya atan ilk doktordur. Diğer metallerin ağız içinde kimyasal reaksiyona gireceğini düşünerek altın tel kullandı. Demir, bakır ve altından yapılmış cerrahi aletlerini esaslı bir şekilde geliştirdi. Cerrahi ameliyatlarda dikişler için kullanılacak ipek ipliği imal etti. Burun içindeki fazlalık et parçalannı temizleyip almak için ilk defa senanin denilen orijinal bir alet yaptı. Yine ilaçları mesaneye vermek için madeni şırıngayı ilk defa o yapıp kullandı. Dişler, kırık çıkıklar, bağırsak dikişleri, diz masfallarındaki kangrenler, damarlann anevrismanlarının tedavisi gibi daha birçok konuda Ortaçağ’ın en büyük cerrahlarından biri sayılan Fransız cerrah guy de Chauliac, onun fikirlerinden faydalanmıştır. “Magna Chinirgua” adını verdiği eserinde en az iki yüz defa Ebu’l-Kasım’dan söz eder.
Ebu’l-Kasım ez-Zehravi’nin Lâtince’deki ismi Albucasis idi. Bu, Arapça şekli kadar, Batı’da ünlüydü. Zehravi, Müslüman cerrahların en büyüklerindendi. Nitekim Kitab et-Tasrif veya Concessio adlı bir tıp ansiklopedisi olan kitabının otuzuncu bölümü yüzyıllar boyu cerrahlar için kılavuz kitap olmuştur. Cerrahinin İslâm tıbbında o döneme kadar verilmiş en sistematik bir değerlendinnesi bu bölümde yer almaktadır; metne ayrıca Zehravi tarafından kullanılan aletlerin tasvirleri eşlik etmektedir.
Ebu’l-Kasım Zehravi yi meşhur eden, Avrupâ da cerrahinin temili olan Tasrif adlı eseridir. İlk ciltten meydana gelen eser, dokuz yüz sayfadır. Eserin asıl adı Et-Tasrif Limen Acize ari it Te’liftir. Otuz bölümden meydana gelen eserin birinci ve ikinci bölümlerinde hastalıkların genel değerlendirmesi yapılarak tedavileriyle ilgili bilgiler verilmektedir. Üçüncü bölümden yirmi beşinci bölüme kadar olan kısımda, ilaçların terkibi anlatılmaktadır. Yirmi altıncı bölümde hastalık, sağlık ve yiyecek rejiminden bahsedilmektedir. Yirmi sekizinci bölümde ise basit ilaçlarla yiyeceklere ayrılmıştır. Kitabın en önemli kısmını otuzuncu bölüm meydana getirmektedir. Burada, cerrahlıkla ilgili bilgiler anlatılmaktadır. Te’lif in seksenden fazla yazma ve basılı kopyası vardır. Birçok defa Lâtince’ye ve İbranice’ye tercüme edildi. Eserin birinci ve ikinci kısımları
1519 senesinde Ausburg’da Lâtince olarak basıldı. Cerrahi ile ilgili cüz’ü meşhur Gerard de Cremona tarafından Lâtince’ye tercüme edilmiştir. Bu bölümü Fatih Sultan Mehmed Han zamanında, Amasya Hastanesi Başhekimi Sabuncuzade Şerefeddin tarafından bazı ufak tefek ilavelerle Cerrahiyei İlhaniye adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Avrupâ da cerrahinin temelinin atılmasına sebep olan bu eser, Salerno,
montrepelleier ve diğer Avrupa tıp fakültelerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulmuştur. Ebu’l-Kasım Zehravi’yi, Müslümanlardan çok, asırlarca eserlerinden istifade eden Avrupalılar tanımışlar, buluşlarını ve tedavi şekillerini kendilerine mal etmişlerdir.
Zehravi’nin eseri, Cremonâ lı Gerard’ın Lâtince tercümesi sayesinde Batı’da geniş ölçüde tanındı ve İtalyan ve Fransız cerrahları üzerinde hayli etkili oldu; kendisine gösterilen ilgi, eserin modem döneme kadar yaşamasını sağladı.
EBU’L VEFA BUZCANİ
(940 – 988) Onuncu yüzyılda, İslam aleminde yetişmiş büyük matematik ve astronomi alimi, ismi Muhammed bin Yahya bin İsmail bin Abbas’tır. 940 (H. 328) tarihinde Horosan’ın Buzcan kasabasında doğdu. Bu yüzden Ebü’l-Vefa Buzcani diye meşhur oldu. 988 (H. 388) tarihinde Bağdat’ta vefat etti.
İlim tahsiline amcası Ebu Amr Mugazili ve Ebu Yahya bin Kanib’in yanında başlayan Ebü’l Vefa, on dokuz yaşında Bağdat’a gitti (959). Ölümüne kadar burada ilim ile meşgul oldu. Şerefüddevle’nin sarayında yaptırdığı rasathanede çalışan alimIer arasında yer aldı. Matematik başta olmak üzere, ömrünün büvük kısmını astronomik gözlemler yapmak, eser telif etmek ve ders vermekle geçirdi.
Ebu’l Vefa, Matematik ve astronomideki hizmetleriyle ilim tarihinde unutulmazlar arasında yerini almıştır. Onu, gerek klasik ve gerekse modern matematik konularında gördüğümüz birçok trigonometrik kavram, tarif, teorem ve formülleri ilk defa ortaya koyan bir Müslüman bilgin olarak tanıyoruz. Yazdığı eserler, yüzyıllarca hem İslam dünyasında, hem de Avrupa’da kaynak kitaplar olarak kabul edilmiştir.
Ebü’l Vefa, trigonometride büyük hizmetlerde bulundu, ona büyük ölçü
de açıklık kazandırdı. Bilhassa, küresel trigonometride sinüs konusunu ilmi
bir düşünceyle inceledi. Tanjant tabloları düzenledi. Trigonometriye tanjant, kotanjat, sekant A=1/Cos A ve kosekant A=1/sinüs A tarifve kavramlarını kazandırdı. Trigonometrinin altı esas eğrisi (grafiği) arasındaki trigonometrik oranlan ilk defa belirtti. Bu oranlar, bugün bile trigonometride grafiklerin tarifinde aynen kullanılmaktadır.
Ebü’l Vefa, çağına kadar hiçbir matematikçinin yapamadığı incelikte trigonometrik çizelgeler düzenledi. Astronomik gözlemleri için gerkli olan sinüs ve tanjant değerlerini gösteren çizelgeleri on beşer dakikalık (açı dakikası) aralıklarla hesaplayarak hazırladı.
Onun matematiğe kazandırdığı bu yenilikleri, Avrupa’da ancak beş yüz-
yıl kadar sonra Alman bilgini Johann Müller (1436-1476) tarafından ilk defa ortaya atılıp kullanılabildi.
Bu demektir ki, Avrupa, ancak Ebü’l Vefa’nın eserlerinin Batı dillerine
çevrilmesinden sonra, bu konudaki bilgilere sahip olabilmiştir. Diophantos’un ve Batlamyus’un eserlerini inceleyip, açıkladı. Zamanına kadar hiçbir matematikçinin yapamadığı hassaslıkta trigonometrik çizelgeler hazırladı. Astronomik gözlemlere için gerekli ceyb (sinüs) ve zıl (tanjant) değerlerini gösteren çizelgeleri, on beşer dakikalık açı aralıklarıyla hesapladı. Trigonometrinin altı esas oranı arasındaki trigonometrik müna
sebetlerini ilk defa açıkladı. Bu oranlar, günümüzde de aynen kullanılmaktadır.
Ünlü bilim tarihçisi Plorian Cajori, History of Mathematick adlı eserin-
de onun hakkında: ” Ebü’l Vefa şüphesiz ki, Harezmi’nin matematik ve cebirdeki buluşlarını önemli ölçüde geliştirdi. Özellikle geometri ile cebir arasındaki münasebetler üzerinde durdu. Böylece bazı cebirsel denklemleri geometri yoluyla çözmeyi başardı ve diferansiyel hesabın ve analitik geometrinin temelini kurdu. Bilindiği gibi, diferansiyel hesap, insan zekasının bulduğu mühim ve pek faydalı bir mevzu olup, ilim ve teknolojik muasır gelişmelerin temel kaynağını teşkil etmektedir. Ayrıca, Battani’nin trigonometreleriyle ilgili eserlerini inceleyerek, girift ve anlaşılmayan yönlerini açıklığa kavuşturdu. ” demektedir.
Sekant’ın kaşifi olarak genellikle Kopernik bilinirse de, ünlü bilim tarihçilerinden Morite Candon ve Carra da Vaux’un araştırmaları sonucu, bu buluşan Ebü’l Vefa’ya ait olduğu tesbit edilmiştir. Ebü’l Vefa, sinüs değerlerinin hesabı için yeni bir metod geliştirdi. Böylece hazırladığı cetvellerinde 30 derece ve 15 derecelik açının sinüsünü son
derece dakik olarak, virgülden sonraki sekiz ondalık basamak halinde hesapladı.
Trigonometrinin yanında cebir ilmi üzerinde de derinlemesine çalışmalarda bulunan Ebü’l Vefa, o zamana kadar bilİnmeyen dördüncü dereceden denklemlerin çözümünü gerçekleştirdi. Bugün, 30 derecelik yayın sinüs değerinin hesaplama metodlarını da, Ebü’l Vefa’ya borçlu bulunuyoruz. Onun bulduğu bu değerin bugün bulunan değerlere göre ilk sekiz ondalık kesrinin denkliği görülmektedir. Ebul Vefa, trigonometrik çizelgeleri hazırlamada da öylesine bir incelik göstermiştir ki, onun 10 dakikalık aralıkla düzenlediği sinüs çizelgesindeki incelik (prezisyon) 1/604 kadardır.
Ebu’l Vefa, Encylopedia Britanica’nın yazdığına göre, tanjantı, yayın bir fonksiyonel olarak trigonometriye katmıştır. “Zıll=Gölge” dediği çizgileri, yayın iki katı; tanjantı ve sekantı da “kutr zıll” diye tarifetmiştir. Ebü’l Vefa, üçgenler üzerinde ilk ciddi çalışmayı yapan bilgin olarak tarihe kaydolmuştur. Onun bu konudaki keşifleri, tarifleri, kavramları, çizelgeleri, daha sonra Avrupa’nın ünlü matematikçilerinden D’Alembert (1717-1178) ve Laplace ( 17 49-1827) ile çağdaşları olan büyük matematikçilerin fikir yapıIarının temelinde yer bulmuştur.
Demek oluyor ki, klasik ve modem matematikte görülen, düzlem ve küresel trigonometriye ait tarif, kavram ve formüllerin çoğunluğunu ilk defa ortaya koyan, trigonometriye tanjant kavramı kazandıran, tanjantı yayın bir fonksiyonu olarak düşünerek trigonometrik bilgileri sistematik bir disiplin haline getiren Ebu’l Vefa’dır.
Her ne kadar müsteşrik Henrich Suter, İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı
makalede, trigonometriye tanjant, kontenjant, sekant, kosekant ile ilgili tarif ve kavramların daha önce yaşayan Habeş EI-Hasib tarafından bilindiğini kaydetmekteyse de, yapılan araştırmalar sonucunda bu görüşün doğru olmadığı anlaşılmıştır.
Ebu’l Vefa, sadece tanjant cetvellerini düzenlemek, trigonometriye sekant ve kosekantı kazandırmakla kalmadı, Sinüs problemini derinden derine inceledi. Trigonometrinin alt temes çizgisi arasındaki oranları belirtti. Onun tespit ettiği bu oranlar, bugün bile o çizgilerin tarifinde kullanılmaktadır. Aynca Ebu’l Vefa, Battani (858-929)’nin trigonometriyle ilgili eserini, hatırı sayılır derecede geliştirdi. Virgülden sonra üçüncü haneye kadar esaplama imkanını veren sinüs cetvellerinin yeni hesaplama metodlarını buldu. Ebu’l Vefa’nın ulaştığı bu yüksek basamağı, Avrupa ancak asırlarca sonra aşabilmiştir.
Ebu’l Vefa’nın yaptığı hizmetler sadece bunlardan ibaret değildir. O, aynı zamanda büyük maharet sahibi bir geometriciydi. Birçok problemlerle uğraştı ve parabolün ekseni atrafında döndürülmesi ve parabolliod’un hacmi konularıyla meşgul oldu.
Ebu’l Vefa sadece matematikte değil, astronomide de isim yaptı. O kadar ki, bu sahada yaptığı keşif onu büyük bir şöhrete kavuşturdu. O, Avrupa’da Batlamyus’un ay teorisi üzerinde ilk defa araştırma yapan Tycho Brahe’den (1546-1601) tam 600 sene önce teorinin kritiğini yaptı, ona tenkitler yöneltti. Noksanlarını görüp yeniden gözlemlerde bulundu ve ayın üçüncü değişimini keşfetti. Bu, Ebu’l Vefa için, keşfe ismini verdirecek kadar büyüktü.
Zamanında, birçok Müslüman astronomi ve matematik alimi, Ebu’l Vefa’nın çalışmalarını ve eserlerini görmek üzere Bağdat’a gittiler ve derslerinde bulundular. Günümüzde birçok Batılı ilim adamı, Ebü’l Vefa’nın eserleri üzerinde araştırma yapmaktadır. Onun yaptığı ilmi çalışmalar, o devirde İslam alimlerinin ilim ve fende ne kadar ileri olduğunu açık bir şekide göstermektedir.
Zahiruddin Beyhaki, Tarihu Hukema-il-İslam kitabında, Ebü’l Vefa’nın
şu sözlerini nakletmektedir: ” Mal, can emniyeti ve sıhhat olmadan yaşanılan hayat, hayat değildir. Bir kimse sana, söz ile üstün gelirse aldırma, yeter ki sükut ile galip gelmesin. Bir kimsenin seviyesine uygun olarak arkadaşlık et. Eğer sen cahile ilimle, laubaliye ciddiyetle muamele edersen, arkadaşına eziyet etmiş olursun. Halbuki sen, onlara sıkıntı vermekten uzaksın. Sözüne ancak ihtiyacı anında kıymet verenle sohbet etme. Hocanın hakkını gözetmemek ahlaka sığmaz. Düşük, karaktersiz kimselerle görüşüp konuşma! “
ESERLERİ: 1- kitab’ül-Kamil: Trigonometri ve astronomiden bahseden meşhur eseridir. Birinci bölümde, yıldızların hareketinden önce bilinmesi gereken meseleler, ikinci kısmında yıldızların hareketlerinin incelenmesi, üçüncü kısımda yıldızların hareketlerine arız olan şeyler anlatılmaktadır. Eserin yazma bir nüshası Paris National Kütüphanesi’nde, 1138 numarada kayıtlıdır. L. P. E. A. Sedilot tarafından, eser tercüme edilerek basılmıştır. 2- Ez-Ziyc’üs şamil: Ebu’l Vefa’nın astronomiden bahseden en önemli eseri budur. Ziyc-i şamil de denilen bu kitap, ince ve isabetli gözlemlerle dolu bir faaliyet abidesidir. Öyle ki, bu Ziyc (astronomi cetveli) Harizmi (780-850) ve Ferganalı Ahmed bin Kesir’in ziycleri gibi asırlar sonra bölüm bölüm D’Alembert (1717-1783) ve Laplace (1749-1827) gibi atılı büyük matematikçi ve astronomların eserlerinde yer buldu. 3- Kitabün fi Amel-il-Mistarati vel-Pergar vel-Gunye, 4- Kitab ma Yahtacu İleyh-il-Küttab vel Ummal min İlm-il-Hisab, 5- Kitabun Fahirün bil Hisab, 6- Kitabun fi ilmi Hisab-il-musellesat-il-Küreviyye,
7- Kitabun fil-Felek, 8- Kitabun fil-Hendese, 9- Kitab’ül-Medhal ila Aritmetik,
10- Tefsir-üi-Harezmi fil Cebri vel-Mukabele.
İbn miskeveyh
İbn Miskeveyh(940–1030), (Ahmed İbn Muhammed Miskeveyh) İranlı ünlü İslam filozofu. İran‘ın Rey kentinde (hicri 320) doğdu. Aktif politik kişiliğini filozof rolüyle birleştirdi. Tarihçi yönü de olan Miskeveyh Bağdat, Isfahan ve Rey şehirlerindeki Büveyye hanedanına hizmette bulundu. Aralarında Sicistaninin de olduğu bir entelektüel grubunun üyesiydi. İslam dünyasında Neoplatonik geleneğin ortaya çıkışında Miskeveyh’in telifçi rolünün etkisi bulunmaktadır. İbn Miskeveyh tarihten psikolojiye, kimyadan metafiziğe kadar pek çok farklı alanda çalışmalarda bulundu ve eserler kaleme aldı. Yunan filozoflarının tevhid ile ilgilendiklerini öne sürmekle Miskeveyh din ile felsefeyi uzlaştırma hususu probleminden uzak durmuştur.
İbn Miskeveyh öğrenimini, doğduğu kent olan Rey kentinde tamamladı, iyi bir eğitim gördü. İbn Miskeveyh döneminin ünlü bilginlerinden ve hocalarından ders aldı. Çağının önde gelen filozofları (İbn Sinâ, Ebu Reyhan el-Beyrûni ve Ebu Hayan et-Tevhîdî gibi) ile bilgi alış-verişinde bulundu. İbn Miskeveyh özellikle Farabi’den çok etkilenmiş ve meşşai ekolün önemli isimlerinden olmuştur.
İbn Miskeveyh asıl ilgi alanı olan felsefenin dışında uzunca bir süre kimya ile de ilgilendi, çeşitli araştırmalar yaptı. Kimya alanında yaptığı çalışmalardan hiçbiri bugüne ulaşmamıştır. İbn Miskeveyh felsefe ve kimya dışında tıp, edebiyat, tarih, ahlak ve metafizik ile de ilgilenip, bu konularda birçok eser kaleme aldı. Özellikle ahlak sistemi ile dikkat çeken İbn Miskeveyh ahlak konusunda çok önemli bir yere sahip olmuştur. Eserlerinde Farâbi metodunu izlese de, genel olarak Farâbi’nin aksine pratiğe nazariyeden önce yer verip, pragmatizme yaklaştı. Kendisinden önceki Meşşai ekolü filozofları gibi Eflatun ile Aristo’nun fikirleriyle İslam dinini uzlaştırmaya çalıştı.
İbn Miskeveyh dönemin önemli isimlerinin yanında kâtiplik ve kütüphanecilik yaptı. İlk önce vezir Ebu’l-Fadl İbnu’l Amîd’in kütüphane memurluğunu yapmış, ün ve itibar kazanmaya başlamıştı. Daha sonra da sarayda kâtiplik, özel kütüphane memurluğu, hazinedarlık ve muallimlik gibi çeşitli görevler aldı.
Ahlâk felsefesinde özellikle Eflatun, Aristo ve Calinos’tan etkilenen İbn Miskeveyh ahlâkın gayesinin üstün saadete erişmek olduğunu düşünmekteydi. Ona göre ahlâkın dört temel fazileti hikmet, şecaat, rikkat ve adaletti. Bu faziletlerin tek başına yaşayan bir insanda değil de toplumda oluşabileceğini öne sürdü. Bu nedenle ona göre ahlâk, “sosyal ahlâk”tı. Miskeveyh daha çok etik alanındaki eserleriyle İslam Felsefe geleneğinde tanınmıştır. Hatta etik konuları ilk ele alan İslam filozofu olduğundan bazı kimselerce kendisine “Muallim-i Selase” (Üçüncü Öğretmen) -bu sıfat, Aristo‘nun “Muallim-i Evvel”, Farabi‘nin “Muallim-i Sâni” oluşu gözönüne alınarak kendisine verilmiştir- unvanı verilmiştir. Miskeveyh Plato ve Aristo‘nun yanısıra, Porfirius, Pisagor, Galen, Afrodisyaslı İskender gibi Yunanlı filozofların eserlerinden etkilenmiş ve yararlanmıştır. Felsefe tarihçilerine göre İbn Miskeveyh öldüğünde geride 20 cilt eser bıraktı. Fakat bu eserlerin çoğu bugüne ulaşamamıştır. 1030 senesinde İsfahan’da öldü.
Miskeveyh, İslam ahlakına karşılık felsefi bir ahlak oluşturmaya çalışmıştır.
Eserleri: 1. İbn Miskeveyh,Tezhîbu’l-Ahlâk ve Tathiru’l-A’rak, neşr. Hasan Temim, Beyrut 1398, Mısır 1329;İngilizce Çevirisi:The Refinement of Character, translated by Constant K. Zureyk; Fransızca Çevirisi:Traité d’ethique, Muhammed Arkoun, Dımaşk 1969;Türkçe Çevirisi :Ahlâkı Olgunlaştırma, Türkçe’ye çevirenler A. Şener-İsmet Kayaoğlu-Cihat Tunç, K. B. Y. , Ankara, 1983. 2. İbn Miskeveyh, el-Fevzü’l-Asgar, neşr. A. F. Fuad, Bingazi 1974, Salih Uzeyme, Tunus 1987;Fransızca Çevirisi: Le Petit Salut, Fransızca’ya çeviren Roger Arnaldez; İngilizce çevirisi: Sweetman, Islam and Christian Theology,London, 1947 3. İbn Miskeveyh, Kitabu’l-Hevâmil ve’ş-Şevâmil, (Ebû Hayyan et-Tevhidî ile beraber), neşr. Ahmet Emin-Seyid Ahmed Sakar, Kahire,1370/1952. 4. İbn Miskeveyh, el-Hikmetu’l-Halide-Câvidan-ı Hired, neşr. Abdurrahman Bedevî, Mektebet el Nahdat al-Mısrıyye, Kahire, 1952. 5. İbn Miskeveyh, Kitabu’s-Saâde, el-Mektebetu’l-Mahmudiyye, Mısır 1928. 6. İbn Miskeveyh, Risâle fî Mahiyyeti’l-Adl, neşr. Abdülaziz İzzet, İbn Miskeveyh: Felsefetühü’l-Ahlâkiyye ve Mesâdiruha, Kahire, 1946. An Unpublished Treatise of Miskawaih on Justice, Leiden, 1964. 7. İbn Miskeveyh, Risâle fi’l-Lezzati ve’l-Alâmi fî Cevherin Nefs, Ragıp Paşa Kütüphanesi, no. 1463. 8. İbn Miskeveyh, Ecvibetün ve Esiletün fi’n Nefsi ve’l-Akl, neşr. Abdurrahman Bedevî, Dırâsat ve Nusûs fi’l Felsefe ve’l-Ulûm inde’l-Arab içinde, Beyrut 1981. Deux epitres de Miskawayh, BEQ, IXVII, 1961-62, s. 71-74. 9. İbn Miskeveyh, Kitabu’l Akl ve’l Ma’kul, neşr. Muhammed Arkoun, “Mıskawayh: De’l Intellect et de l’Intelligible”, Arabica, XI, Leiden 1964, s. 83-87. An Epistle on The Intellect and Intelligible, Roxanne Marcote, ICLXX/2, Haydarabad 1996.
İbn Heysem
Işık konusuna ilişkin olan Kitab-ül-menazır ’ı yalnız Doğu’da değil, daha sonra birçok Latince çevirileriyle Batı’da Roger Bacon ve Witello’nun fizik araştırmaları üzerinde etki yapmıştır. . .
(965-1040) Ortaçağın yetiştirdiği en büyük İslam fizikçisi İbn Heysem’dir. Batılıların Alhazen adıyla tanıdıkları Ebu Ali el-Hasen ibn-Heysem’dir. 965’te Basra’da doğdu; asıl büyük araştırmalarını Fatimilerden El-Hakim zamanında Mısır’da yaptı. Kahire’de 1040’da öldü. İbn Heysem, büyük bir fizikçi olduğu kadar matematikçi ve filozoftu, ışık konusu idrak ruhiyatındaki araştırmaları onu şüpheciliğe götürdü.
Işık konusuna ilişkin olan Kitab-ül-menazır ’ı yalnız Doğu’da değil, daha sonra birçok Latince çevirileriyle Batı’da Roger Bacon ve Witello’nun fizik araştırmaları üzerinde etki yapmıştır. Eskilerin sandığı gibi ışığın gözden çıkıp eşyaya gitmek suretiyle görme fiilinin olmadığını, tam tersine eşyadan bize ışğın gelmesiyle gördüğümüz (s: 270) öngörüsünü yerleştirdi. Gözün ilk ilmi tavsifini yapan odur. Seleflerinden çok daha ilme ve gerçeğe yakın olan bir görme telakkisi vardı. Hava içerisinde kırılma olayına ilişkin dahice araştırmalar yaptı. Tek ve çift gözle görmeyi tefsir eden bilimsel açıklamalar verdi. Karanlık bir odayı ışığın davranışlarını inceleme araştırmalarında ilk kez kullandı. İbn Heysem’in Kitab-ül menazır’ı sonradan Kemaleddin Ebu’l Hasan Farisi (öl: 1320) tarafından şerh edilmiş ve tamamlanmıştır. Onun çalışmaları özellikle üstadı tarafından temelleri atılmış olan küresel bir yüzeyde kırılma ve yansıma, karanlık oda vb. deneyleridir.
İbn Heysem’in Orta Çağ’da Latinceye çevrilmiş birçok eseri vardır. Enrico Narducci’nin eseri (1871’de İtalyanca yayımlanmış) bu çeviriler hakkında zengin bilgi verir. Büyük Batı fizikçilerinin yetişmesinde bu çevirilerin doğrudan doğruya etkisi olmuştur. Roger Bacon, onu üstad diye tanımakla birlikte bazı noktalarda aşmaya çalışır. Fakat John Pecckam’ın (1813-1874; H1228-1291) Perspectiva communis’i İbn Heysem’in yetersiz bir özetinden başka bir şey değildir.
Witello da üstadını asla aşmış değildir. Bütün araştırmaları İslam âliminin uğraştığı olayların sınırını geçmediği gibi yöntemine de hiçbir yenilik getirmemiştir Bununla birlikte onlar Batıda modern fizik araştırmalarına başlangıç sayılabilir. Âlimin bir de Menazil-ül-hikme adlı eseri vardır ki burada çekimden, sukut hadiselerinden, yoğunlaşma ve havanın yoğunluğundan söz eder. New York Üniversitesinden Draper’e göre İbn Heysem’de evrim fikirinin ilk tohumları sezilmektedir.
İbn-i Heysem’in başarıları diğer memleketlerde duyulunca, Mısır‘da hüküm süren Şii-Fatimi Devleti hükümdarlarından El-Hakim kendisini Mısır‘a davet etti. İbn-i Heysem, Mısır’a gitmeden önce, Nil Nehri ile ilgili bir sulama projesi ve bazı teknik çalışmalarda bulunmuş, Nil nehrinden nasıl istifade edilebileceğini araştırmıştı. Projesini Fatimi Sultanı El-Hakim’e açıklayınca, sultan projenin gerçekleştirilmesi için ona her türlü yardımı yapacağını bildirdi. İbn-i Heysem, Nil Nehri boyunca ilmi ve teknik incelemelerde bulundu. Yaptığı projelerin başarılı bir şekilde uygulanmasının o günkü şartlarda mümkün olmadığını görünce, hükümdardan af diledi. İbn-i Heysem, El-Hakim’in kendisi hakkında kanaatlerinin değişmesinden korkarak, gözden ırak bir yere çekilip hükümdardan uzak durmaya karar verdi. Gizlice ilmi çalışmalarını sürdürerek birçok eser yazdı. İlim tarihçilerine göre, İbn-i Heysem’in hayatının bu dönemi en verimli ve başarılı devri olmuştur. İbn-i Heysem, Birûni ve İbn-i Sina ile çağdaştı.
İbn-i Heysem, çağının bütün ilimlerinde otoriteydi. Fevkalade keskin bir görüş, anlayış, muhakeme ve zekaya sahipti. Aristo ve Batlemyüs‘ün eserlerini inceleyerek hatalarını gösterdi. Bunları özetleyerek Arapçaya tercüme etti. ayrıca tıp ilminde de derinleşti. Geometriyi mantığa uyguladı. Euclid ve Apollonius‘un geometrik ve sayısal metodlarını geliştirdi ve pratik uygulama alanlarını işaret etti. Geometri ve matematiğin inşaatçılık alanında uygulanmasında katkıda bulundu. Eski medeniyetlerden intikal eden matematik, geometri ve astronomiyi tedkik ederek ilmi tenkitlerini ortaya koydu ve bu sahalarda kendi nazariyelerini geliştirerek ilim alemine sundu. Mesela; Aristo ve Batlemyüs’e ait olan dünyanın, kainatın merkezi olduğu şeklindeki görüşleri üzerindeki şüphe ve tereddütlerini ifade etti. Dünya merkezli bir kainat sisteminin kesin olmayacağını, uzayda daha başka sistemlerin de bulunabileceğini ve güneş sisteminin mevcut olduğunu söyledi. Nitekim İbn-i Heysem’den yüzlerce sene sonra önce, İbn-i Şatır ve Batruci sonra Newton ve Kepler, Güneş sistemi nazariyesini kabullenmişler ve yer kürenin bu sistem içinde bulunduğunu söylemişlerdir.
Eserleri: İbn-i Heysem’in yüzü aşkın eserlerinin en meşhur ve geniş muhtevalı olanı Kitab-ül-Menazir’dir. Eser, yedi bölümden meydana gelmiştir.
Birinci bölümde: Görme olayının keyfiyeti, gözün özellikleri, ışık ve özellikleri, ışığın aydınlatmasının nasıl olduğu, göz ile ışık arasına giren nesneler, gözün anatomik yapısı, gözün faydaları; İkinci bölümde: Görülebilen şeyler, görülmeyi sağlayan sebepler, görülmenin nasıl olduğu, gözün bu şeyleri birbirinden nasıl ayırd edebildiği; Üçüncü bölümde: Gözde veya görmede meydana gelen yanılmalar ve bunların sebepleri, gözün yanılmasıyla bilgide meydana gelen yanılmalar, düşünce ve araştırmalarda vaki olacak hatalar; Dördüncü bölümde: Parlak cisimlerden ışığın yansıması yoluyla gözün bunları görmesi, gözde bunların görüntülerinin meydana gelmesi; Beşinci bölümde: Görüntülerin, hayallerin yerleri; Altıncı bölümde: Işıkların eşyadan göze yansıması yoluyla görmede meydana gelebilecek yanlışlık ve hatalar, bunların sebepleri, düzlem aynalarda, küresel tümsek aynalarda, silindirik tümsek aynalarda, konik tümsek aynalarda, küresel çukur aynalarda, silindirik çukur aynalarda ve konik çukur aynalarda ışıkların yansıması ve bütün bunlardan dolayı görmede meydana gelebilecek yanılmaları ve değişik görüntüleri; Yedinci bölümde: Işınların çeşitli şeffaf cisimlerden geçişi, ışık demetlerinin doğrusal yayılışı, şeffaf cisimlerin içindeki katı cisimlere tesadüf eden ışık hüzmelerinin yani demetlerinin kırılıp yansımaları, kırılma olayının incelenmesi ve nasıl meydana geldiği, bundan meydana gelen hatalı görüntüler veya yanlış görme olayları anlatılmaktadır.
İbn-i Heysem’in bu meşhur eseri, ortaçağda beş defa Latinceye çevrilmiş olup, bütün Avrupa üniversite ve ilim merkezlerinde tanınan tek müracaat eseri durumundaydı. Eser, 1572 senesinde Risner tarafından Opticae Thesaurus Alhazeni Arabis Libri ismiyle Latinceye çevrilerek İspanya‘nın Bale şehrinde bastırılmıştır. Kemaleddin Farisi isimli bir Müslüman fen alimi bu eseri açıklayarak genişletmiş ve Tenkih-ül-Menazir adını vermiştir. Kitab-ül-Menazir, 1948 senesinde Kemaleddin Farisi’nin yaptığı şerhle beraber Hindistan’ın Haydarabad şehrinde basılmıştır.
İbn-i Heysem’in yazdığı diğer eserlerden bazıları şunlardır :
Kitab-ül-Cami’ fi Usûl-il-Hisab: Matematiğin esasları ve metodolojisi ile ilgili bu eserinde, matematik, geometri, cebir, geometrik analiz gibi temel konuları izah etmiş, örnek çözümler ortaya koymuştur. El-Muhtasar fi İlm-il-Hendese: Euclid geometrisinin tedkik ve tenkidine dairdir. Kitabun fihi Rüdûd alel-Felasifet-il-Yunaniyye ve Ulema-il-Kelam: Eski Yunan filozoflarına ve onlara uyan bazı kelam alimlerine reddiye olarak yazılmıştır. Kitab-ül-Ezlal: Ay ve güneş tutulmaları hakkındadır. Risaletün fi Keyfiyet-ül-Ezlal: Gölgenin meydana gelmesi incelenmiştir. Eser, 1907 senesinde Almancaya çevrilerek bastırılmıştır. Kitabun fi İlm-il-Hendese vel-Hisab; Matematik-geometri ile ilgilidir. Kitabun fil-Cebri vel-Mukabele. Makaletün fi İstihracı Semt-il-Kıble fi Cami-il-Meskûneti Bicedavilin: Bütün dünyanın o zamanki yerleşim merkezlerinde kıblenin nasıl bulunacağının hesaplanması ve bunların cetvelleri ile ilgilidir. Risaletün fi Şerhi İtticah-il-Kıble: Kıblenin bulunması hakkındadır. Kitabun fi Hayat-il-alem: Kainatın düzeni ve sistemi hakkındadır. Eser, İspanyolca, Latince ve İbraniceye çevrilmiştir. Kitabu Hey’et-il-alem, Risaletün amil-il-Ayni vel-İbsar: Gözün yapısı ve görme olayının incelenmesi hakkındadır. Şerh-ü Mecisti ve Telhisihi, Kitabün fi aletiz-Zıl, Kitab-ut-Tahlili vet-Terkib-il-Hendesiyyin. Bu eserlerinden başka, Mutezile fırkasına, mantıkçılara ve diğer fen ve ilim erbabına cevaben birçok reddiyeler ile kendisine sorulan fen sorularına verdiği cevapları bildiren risaleleri de vardır. İbn-i Heysem’in fizik, astronomi, güneş ve ay sistemleriyle ilgili o kadar çok eseri vardır ki, bunların bir kısmından bastırılarak hazırlanan kitaplar Hıristiyan ve Yahudi aleminde ders kitabı olarak okutulmuştur. Muhtelif ilim dallarında ortaya koyduğu terimler bugün hala kullanılmaktadır. Astronomideki modern başarıların kaynağı, İbn-i Heysem’in parlak görüş ve teorilerinden kaynaklanmaktadır. Apollo ile Ay’a inen ilk astronotlar, orada gördükleri muhteşem kraterlere önemli adlar verirken, bir tanesini de İbn-i Heysem olarak isimlendirdiler.
Işık konusuna ilişkin olan Kitab-ül-menazır ’ı yalnız Doğu’da değil, daha sonra birçok Latince çevirileriyle Batı’da Roger Bacon ve Witello’nun fizik araştırmaları üzerinde etki yapmıştır.
Ahmed El-Biruni (BEYRUNİ)
Birunî (973-1048) yılında Zilhicce ayının üçüncü günü Kas’da doğmuştur. Eserlerinin çoğu batı dillerine çevrilmiş ve defalarca basılmıştır. 1973 yılında doğumunun 1000. yıldönümü olması nedeniyle UNESCO’nun önayak olması ile bütün dünyada anılmıştır.
Arapça yazdığı kitaplarda sık sık Türkçe kelimeler kullanması, ilk astronomi gözlemlerini Türklerin oturduğu bölgelerde yapması onun Türk olduğunu göstermektedir ve bu yüzden Türk bilgini olarak tanınmaktadır. İsmi Muhammed bin Ahmed el Birunî el- Harezmi olup künyesi Ebû Reyhan’dır. Birunî ya da Beyruni ismiyle ün yapmış olup, batı dünyasında Ali Boron adıyla tanınmaktadır. Çok yönlü bir bilgin olan Birunî matematik, astronomi, tıp, trigonometri, fizik, doğabilim, eczacılık, jeoloji, sosyoloji, tarih, coğrafya, felsefe, etnoloji, dinler tarihi, filoloji, botanik, mineraloji gibi alanlarda 100 den fazla eser vermiştir. Birunî Türkçe, Arapça, Farsça, Sanskritçe, Yunanca, İbranice bilmekteydi ve sadece İslâm âleminde değil tüm dünyada tanınmakta ve saygıyla anılmaktadır.
Vasili V. Bartold tarafından “en büyük İslâm bilgini” olarak nitelenen Birunî akılcı ve nesnel yöntemiyle yalnız İslam dünyasının değil, çağının en büyük bilginleri arasında yer alır.
Biruni hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes’ud’un gözünü tedavi etmişti. Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir.
Bîrûnî, Cebir, Geometri ve Coğrafya konularında bile o konuyla ilgili bir âyet zikretmiş, âyette bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fennî ilimlerle ilahî bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş, ilim öğrenmekten kastın hakkı ve hakikatı bulmak olduğunu dile getirmiş ve “Anlattıklarım arasında gerçek dışı olanlar varsa Allah’a tevbe ederim. Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah’tan yardım dilerim. Bâtıl Şeylerden korunmak için de Allah’tan hidayet isterim. İyilik O’nun elindedir!” demiştir.
Hayatı
Yaşadığı çağa damgasını vurup “Biruni Asrı” denmesine sebep olan zekâ harikası bilgin 973 yılında Harizm’in merkezi Kâs’ta doğdu. Esas adı Ebû Reyhan b. Muhammed’dir. Küçük yaşta babasını kaybetti. Annesi onu zor şartlarda, odunsatarak büyüttü. Daha çocuk yaşta araştırmacı bir ruha sahipti. Birçok konuyu öğrenmek için çılgınca hırs gösteriyordu. Tahsil çağına girdiğinde Hârizmşahların himayesine alındı ve saray terbiyesiyle yetişmesine özen gösterildi. Bu aileden bilhassa Mansur, Bîrûnî’nin en iyi bir eğitim alması için her imkânı sağladı.
Bu arada İbni Irak ve Abdüssamed b. Hakîm’den de dersler alan bilginimizin öğrenimi uzun sürmedi, daha çok özel çabalarıyla kendisini yetiştirdi. Araştırmacı ruhu, öğrenme hırsı ve sönmeyen azmiyle birleşince 17 yaşında eser vermeye başladı. Fakat Me’mûnîlerin Kâs’ı alıp Hârizmşahları tarihten silmeleriyle Bîrûnî’nin huzuru kaçtı, sıkıntılar başladı ve Kâs’ı terketmek zorunda kaldı. Ancak iki yıl sonra tekrar döndüğünde ünlü bilgin Ebü’lVefâ ile buluşup rasat çalışmaları yaptı.
Daha sonra hükümdar Ebü’lAbbas, sarayında Bîrûnî’ye bir daire tahsisedip, müşavir ve vezir olarak görevlendirdi. Bu durum, hükümdarların ilme duydukları derin saygının göstergesi, bilginimizin de devlet başkanları yanındaki yüksek itibarının belgesiydi.
Gazneli Mahmud Hindistan’ı alınca hocalarıyla Bîrûnî’yi de oraya götürdü. Zira onun yanında da itibarı çok yüksekti. “Bîrûnî, sarayımızın en değerli hazinesidir’derdi. Bu yüzden tedbirli hünkâr, liyakatını bildiği Bîrûnî’yi Hazine Genel Müdürlüğü’ne tayin etti. O da orada Hint dil ve kültürünü bütünüyle inceledi. Üstün dehasıyla kısa sürede Hintli bilginler üzerinde şaşkınlık ve hayranlık uyandırdı. Kendisine sağlanan siyasî ve ilmî araştırmalarına devam etti. Bir devre adını veren, çağını aşan ilmî hayatının zirvesine erişti. Sultan Mes’ud, kendisine ithaf ettiği Kanunu Mes’ûdî adlı eseri için Bîrûnî’ye bir fil yükü gümüş para vermişse de o, bu hediyeyi almadı.
Son eseri olan Kitabü’sSaydele fi’t Tıb’bı yazdığında 80 yaşını geçmişti. Üstad diye saygıyla yâd edilen yalnız İslâm âleminin değil, tüm dünyada çağının en büyük bilgini olan Bîrûnî, 1051 yılında Gazne’de hayata gözlerini yumdu.
Küçük yaşta iken babasını kaybetmiş çok zor şartlar altında yetişmiştir. Daha çocuk yaşta üstün kabiliyeti ve keskin zekası ile dikkatleri üzerine çekmiş, Harezmşah hanedanından meşhur âlim ve matematikçi Ebu Nasr Mensûr bin Ali Irak onu himayesi altına almıştır. Onun aracılığıyla Harizm sarayına girerek dönemin ünlü bilginlerinden matematik ve astronomi öğrenimi görmüştür. Ebu Abbas memnun bin Muhammed Kas kentini alarak Batı Harizm Sülalesinin egemenliğine son verince (995), bir süre Rey’de kaldıktan sonra Cürcan’a yerleşerek Sultan Kabus Vüşmgir’in sarayına girmiş, orada el-Âsâru’l-bâkiye ani’l kuruni’l-haliye adlı tarih ve kronoloji alanındaki ünlü yapıtını sultana sunmuştur (1001). Yeniden Harizm’e dönerek (1003 ya da 1009) çalışmalarını Sultan Memnun bin el- Memnun’un sarayında sürdürmüş, sarayda başta İbni Sina olmak üzere Ebu-Nasr, İbni Miskeveyh gibi dönemin meşhur âlimleriyle tanışarak yakınlık kurmuştur.
Gazneli Mahmut’un 1017’de Harezm devletine son vermesiyle Gazne’ye gelerek 44 yaşında iken Gaznelilerin himayesine girmiştir. Gazneli Mahmut’tan olduğu gibi oğlu Mesut ve torunu Mevdut’tan da yardım destek ve saygı görmüştür. Gazneli Mahmut’un Hindistan seferinde, Sultan’ın baş danışmanlığını ve hazine genel müdürlüğünü yapmış, Gazneli Mahmut onun için “Sarayımızın en değerli hazinesidir” demiştir. Hindistan’ın fethinin ardından Hindistan’ın Nendene şehri civarında çeşitli ilmi çalışmalar yapan Birunî, orada Sanskritçe’yi öğrenmiş, Hintlilerin örf ve adetlerini incelemiş , sonra tekrar Gazne’ye dönmüş, ömrünün geri kalanını orada geçirmiştir ve bu, bilimsel çalışmalar yönünden en verimli dönemi olmuştur. Uzun yıllar boyunca hazırladığı Tahdidu Nihayeti’l- Emâkın adlı kitabını bu dönemde tamamlamıştır (1025).
Sultan Mesud döneminde Ortaçağ asrtonomisinin en önemli kaynaklarından olan El- Kanunü’l Mesudî adlı kitabı yazmış ve sultana ithaf etmiştir. Öteki çalışmalarının yanında, ünlü filozof ve bilgin Ebubekir Razi’nin kitaplarının, İslâm tarihi açısındam büyük değer taşıyan kataloğunu hazırlamıştır. Gazne’de ölen Birunî’nin ölüm tarihi tam olarak bilinmemektedir. Değişik kaynaklarda 1048-1061 yılları arasında değişen tarihlerde vefat ettiği belirtilmektedir. Bilim Anlayışı Birunî, özgür düşünce ve sağlam bilgiye aykırı düşen boş ve temelsiz inançlara, düşüncelere önem vermemesi bakımından bir Ortaçağ bilgini olmaktan çok bir Yeniçağ bilgini kabul edilebilir. Simya, sihir, büyü gibi batıl inançlara inanmayan Birunî Kitabü’lCevahir fi Marifeti’l-Cevahir adlı kitabında yağmur taşıyla yağmur yağdıralamayacağı veya zümrütün yılan üzerinde etki yaptığı yolundaki inaçları yıkmaya çalışmıştır.
Birunî tükenmek bilmeyen bir gözlem ve araştırma çabasına nesnellik ilkesini ve içten bir dindarlık ruhunu da ekleyerek her yönden yetkin bir kişilik sergilemiştir. Bir hipotezin deneyle doğrulanması düşüncesi yanında ölçmeye verdiği önem kendisini fizik ve matematik çağdaş kavranışına oldukça yaklaştırmıştır. Çünkü o bir felsefeci olmaktan çok bir bilim adamıdır. Bilim adamı olarak yapıcı ve eleştirel bir zihniyette, bilimsel konularda sığ ve yüzeysel kalmaktan sürekli kaçınmış, bu nedenle bütün ömrünü bilgi birikimlerini deney ve gözlemlerle doğrulama uğruna harcamıştır. Birunî deney , gözlem ve nesnellik ilkelerine dayanan bilimsel yönetemini doğa bilimlerinin yanında sosyal bilimlerde de uygulamıştır. Birunî’ye göre ilmin hazzı, yani hakikatı araştırma zevki, en yüksek zevkler arasındadır. Bu hususta kendisi şöyle demektedir: “ İlim adamına yani ilim hizmetçisine lazım ve kaçınılmaz olan şey, ilmin bütün sahalarında yeterli bir seviyede olmasa bile, ilimler arasında bir ayırım yapmamak, herbirinin hakkını vermektir.
Çünkü ilim güzeldir, lezzeti de kalıcıdır. Araştırma boyunca bu lezzet sürer gider. Çalışma bitince lezzet de son bulur. İlim adamı kendinden önce gelen âlimleri hor gözle bakmamalı, tevazû ile eserlerine yaklaşıp, istifade etmelidir. Böylece en doğru ve en sağlam bilgilere ulaşacak, kusurlu, hatalı bilgilerden uzak durmuş olacaktır.
İlmin ilerlemesi ve gelişmesi için şunlar lüzumludur:
1. İlmi düşünceye serbestlik tanınmalı, yani ilimde söz sahibi olanlanlar fikir hürriyetine sahip olmalı.
2. İlmi çalışmalar açık ve sağlam metodlara dayanmalı.
3. İlim; bâtıl düşüncelerden, sihir ve hurafelerden arınmış olmalı.
4. Gerçek ilim adamlarına çalışma zevk , şevk ve gayretleri arttıran teşvik tedbirleri alınmalı.
5. İlmin ilerlemesi için lüzumlu her türlü maddi, sosyal, teknik şartlar ve imkanlar hazırlanmalı.
6. İlme, ilmî eserlere ve ilim adamlarına hürmet edilmeli, itibarları sağlanmalı.
7. İnsanların dikkat ve alâkaları ilmî konulara çekme çalışmaları yapılmalı.
8. Devletin ileri gelen adamları , ilmin gelişmesi için gereken tedbirleri tespit edip , hemen bunları tatbik etmeli. ”
Bazı Önemli Bilimsel Çalışmaları Astronomi ve Matematik İlk astronomi gözlemlerini 990’da yapmıştır. Bu daha 17 yaşındayken astronomide verimli bir düzeye ulaştığını göstermektedir.
Kişiliği
Bîrûnî, “Elinden kalem düşmeyen, gözü kitaptan ayrılmayan, iman dolu kalbi tefekkürden dûr olmayan, benzeri her asırda görülmeyen bilginler bilgini bir dâhiydi. Arapça, Farsça, Ibrânîce, Rumca, Süryânice, Yunanca ve Çinçe gibi daha birçok lisan biliyordu. Matematik, Astronomi, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık, Tarih, Coğrafya, Filoloji, Etnoloji, Jeoloji, Dinler ve Mezhepler Tarihi gibi 30 kadar ilim dalında çalışmalar yaptı, eserler verdi.
Onun tabiat ilimleriyle yakından ilgilenmesi, Allah’ın kevnî âyetlerini anlamak, kâinatın yapı ve düzeninden Allah’a ulaşmak, Onu yüceltmek gâyesine yönelikti. Eserlerinde çok defa Kur ân âyetlerine başvurur, onların çeşitli ilimler açısından yorumlanmasını amaçlardı. Kurân’ın belâğat ve i’cazına olan hayranlığını her vesileyle dile getirdi. İlmî kaynaklara dayanma, deney ve tecrübeyle ispat etme şartını ilk defa o ileri sürdü.
İbni Sinâ’yla yaptığı karşılıklı yazışmalarındaki ilmî metod ve yorumları, günümüzde yazılmış gibi tazeliğini halen korumaktadır. Tahkîk ve Kanûnı Mes’ûdî adlı eserleriyle trigonometri konusunda bugünkü ilmî seviyeye tâ o günden, ulaştıgı açıkça görülür. Bu eser astronomi alanında zengin ve ciddî bir araştırma âbidesi olarak tarihe mal olmuştur. İlmiyle dine hizmetten mutluluk duymaktadır.
Gazne’de kıbleyi tam olarak tespit etmesi ve kıblenin tayini için geliştirdiği matematik yöntemi dolayısıyla kıyamet günü Rabb’inden sevap ummaktadır. Ayın, güneşin ve dünyanın hareketleri, güneş tutulması anında ulaşan hadiseler üzerine verdiği bilgi ve yaptığı rasatlarda, çağdaş tespitlere uygun neticeler elde etti. Bu çalışmalarıyla yer ölçüsü ilminin temellerini sekiz asır önce attı. Israrlı çabaları sonunda yerin çapını ölçmeyi başardı. Dünyanın çapının ölçülmesiyle ilgili görüşü, günümüz matematik ölçülerine tıpatıp uymaktadır. Avrupa’da buna BÎRÛNI KURALI denmektedir.
Newton ve Fransız Piscard yaptıkları hesaplama sonucu ekvatoru 25. 000 mil olarak bulmuşlardır. Halbuki bu ölçüyü Bîrûnî, onlardan tam 700 yıl önce Pakistan’da bulmuştu. O çağda Batılılardan ne kadar da ilerideymişiz.
Biruni, hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes’ud’un gözünü tedavi etmişti. Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir.
Daha o çağda Ümit Burnu’nun varlığından söz etmiş, Kuzey Asya ve Kuzey Avrupa’dan geniş bilgiler vermişti. Christof Coloumb’dan beş asır önce Amerika kıtasından, Japonya’nın varlığından ilk defa sözeden O’dur.
Dünyanın yuvarlak ve dönmekte olduğunu, yerçekimin varlığını Newton’dan asırlarca önce ortaya koydu. Henüz çağımızda sözü edilebilen karaların kuzeye doğru kayma fikrini 9. 5 asır önce dile getirdi.
Botanikle ilgilendi, geometriyi botaniğe uyguladı. Bitki ve hayvanlarda üreme konularına eğildi. Kuşlarla ilgili çok orjinal tespitler yaptı. Tarihle ilgilendi. Gazneli Mahmud, Sebüktekin ve Harzem’in tarihlerini yazdı. Bîrûnî, ayrıca dinler tarihi konusuna eğildi, ona birçok yenilik getirdi. Çağından dokuz asır sonra ancak ayrı bir ilim haline gelebilen Mukayeseli Dinler Tarihi, kurucusu sayılan Bîrûnî’ye çok şey borçludur.
Bîrûnî, felsefeyle de ilgilendi. Ama felsefenin dumanlı havasında boğulup kalmadı. Meseleleri doğrudan Allah’a dayandırdı. Tabiat olaylarından sözederken, onlardaki hikmetin sahibini gösterdi. Eşyaya ve cisimlere takılıp kalmadı.
Bîrûnî, Cebir, Geometri ve Cografya konularında bile o konuyla ilgili bir âyet zikretmiş, âyette bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fennî ilimlerle ilahî bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş, ilim öğrenmekten kastın hakkı ve hakikatı bulmak olduğunu dile getirmiş ve “Anlattıklarım arasında gerçek dışı olanlar varsa Allah’a tövbe ederim. Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah’tan yardım dilerim. Bâtıl şeylerden korunmak için de Allah’tan hidayet isterim. İyilik O’nun elindedir!” demiştir.
Eserleri halen Batı bilim dünyasında kaynak eser olarak kullanılmaktadır. Türk Tarih Kurumu 68. sayısını Bîrûnî’ye Armağan adıyla bilginimize tahsis etti. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Bîrûnî’yi anmak için sempozyumlar, kongreler düzenlendi, pullar bastırıldı. UNESCO’nun 25 dilde çıkardığı Conrier Dergisi 1974 Haziran sayısını Bîrûnî’ye ayırdı. Kapak fotoğrafının altına, “1000 yıl önce Orta Asya’da yaşayan evrensel dehâ Bîrûnî; Astronom, Tarihçi, Botanikçi, Eczacılık uzmanı Jeolog, Şair, Mütefekkir, Matematikçi, Coğrafyacı ve Hümanist” diye yazılarak tanıtıldı.
İslam Dünyası’nın en büyük bilim adamı ve bütün çağlar gözönüne alındığında ise, en büyük bilim adamlarından biri. ” Ünlü bilim tarihçisi George Sarton El-Bîrunî’yi böyle değerlendirir. Harezm’de doğan El-Bîrunî, küçük yaşta, Harezmşahların sarayıyla ilişki kurdu. El-Hakim ve İbn-i Sina gibi dönemin en ünlü İslam bilim ve düşün adamlarından ders alan, prens ve hükümdarlardan itibar gören El-Bîrunî, Gazneli Mahmud’un Hindistan’ı zaptından sonra Hindistan’a giderek Hint Uygarlığı’nı inceledi.
Felsefe, matematik, astronomi, fizik, coğrafya ve tıp gibi birçok alanda bilime katkılarda bulunmuş olan bilim adamı; gerçekliğini, düşünsel cesareti, hoşgörüsü ve eleştirel bakış açısı ile Ortaçağ’daki bilim anlayışını çok geride bırakmıştı. Ona göre “Her şeyi Allah bilir” düşüncesi bilgisizlik için bir özür olamazdı. Arapça, Farsça ve Sanskritçe’yi çok iyi bilen El-Bîrunî’nin anadili saptanamamıştır.
Geometri ve trigonometride büyük başarılar gösteren, çeşitli astronomi aletleri yapan, kendi metodu ve aletleriyle madenlerin özgül ağırlıklarını yaklaşık olarak saptayan El-Bîrunî, bilimsel çapı ve önemi itibarıyla, gerçekleşemeyen Doğu Rönesansı’nın olası temel dayanaklarından biri olabilme niteliğine sahipti.
Matematik alanında sinüs, kosinüs gibi trigonometrik fonksiyonların birer oran, yani sayı olduğunu vurgulayan El-Bîrunî, bu fonksiyonlarda çember yarıçapının birim olarak kabul edilmesini önermiş, bugün Hint-Arap rakamları olarak bilinen rakamları çok açık bir biçimde aktarmış, düzgün polinomların çizimi ve bir açının üç eşit parçaya bölünmesi sorunlarıyla uğraşmıştır.
Çeviri ve siyasetle de uğraşmış olan El-Bîrunî, 1048’de Gazne’de öldüğünde, geride birçok önemli eser bıraktı. Bunlardan bazıları şunlardır: “Hareketsiz Yüzyıllardan Kalan Eserler”, “Hint Tarihi”, “Meskenlerin Arasındaki Mesafeyi Düzeltmek İçin Mekanların Sonunu Sınırlama”, “Cevherlerin Tanımasında Topluluk Kitabı”, “Eczacılık Kitabı”, “Dairedeki Kirişlerin Dairenin Çember Parçasının Kavsi Hesabıyla Çıkarma Kitabı” Yaşadığı çağın ‘Bîrunî Çağı’ olarak anılması kadar bilime ve insanlığa katkıda bulunan El-Bîrunî, Ortaçağ’ın en büyük bilginlerindendir.
Eserleri: Biruni, toplam 180 kadar eser kaleme aldı. En meşhurları şunlardır:
1. El-Asâr’il Bâkiye an’il Kurûni’I Hâliye: (Boş geçen asırlardan kalan eserler. ) 2. El-Kanûn’ül Mes’ûdî; En büyük eseridir. Astronomiden coğrafyaya kadar birçok konuda yenilik, keşif ve buluşları içine alır. 3. Kitab’üt Tahkîk Mâli’I Hind: Hind Tarihi, dini, ilmi ve coğrafyası hakkında geniş bilgi verir. 4. Tahdîd’ü Nihâyeti’l Emâkinli Tashîhi Mesâfet’il Mesâkin: Meskenler arasındaki mesafeyi düzeltmek için mekânların sonunu sınırlama. Bu eseriyle Bîrûnî, yepyeni bir ilim dalı olan Jeodezi’nin temelini atmış, ilk harcını koymuştu. 5. Kitabü’I Cemâhirfî Ma’rifeti Cevâhir: Cevherlerin bilinmesine dair kitap. 6. Kitabü’t Tefhimfî Evâili Sıbaâti’t Tencim: Yıldızlar İlmine Giriş. 7: Kitâbü’s Saydelefî Tıp: Eczacılık Kitabı. İlaçların, şifalı otların adlarını altı dildeki karşılıklarıyla yazmış.
İbn-i Sina
(980-1037) Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ. . .
Büyük Türk bilginidir. Ailesi Belh’ten gelerek Buhara’ya yerleşmişti. İbni Sinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan’dayken orada doğdu. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim’i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan’da öldüğü zaman 150’den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.
İbni Sinâ, daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün, ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu. Kafası öylesine doluydu ki, uyanık iken çözemediği bir takım meseleleri uykusunda çözer ve uyandığı zaman cevaplandırılmış bulurdu. Bir keresinde, Aristo metafiziğini inceliyordu. Defalarca okuduğu halde bir türlü esasını kavrayamamıştı. Buhara çarşısında gezerken sergide bir kitap gördü. Mezat tellâlı, bunu satın almasını, bu sayede birçok meseleyi kolayca halledebileceğini söyledi. Bir mezat tellâlının bildiği kitabı bilememek, İbni Sînâ’ya çok güç geldi. Onun okuma huyunu herkes öğrendiği için, bilhassa kitap satıcıları kendisini tanıyorlardı. İbni Sînâ, kendisine tavsiye edilen Fârabî’nin Aristo’ya ait şerhini satın aldı. Bir defa okumakla, o çözemediği noktaların büyük bir açıklığa kavuştuğunu gördü: “Şükür sana Yârabbi!” diye secdeye kapandı ve Fârabî’nin yolunda fukaralara sadaka dağıttı. Oysa, İbni Sinâ doğduğu zaman Fârabî otuz yaşındaydı ve bu olay geçtiği sırada da hayattaydı.
Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphenisinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ’dan ayrılarak Harzem’e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem’de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan’a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.
İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça’dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça’ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir. Kendisinden sonra yetişen Gazâli, Fârabî’yi’ ondan öğrenmiştir. Düşünce ve anlayış bakımından İbn-i Sina, Farabî ile İmam Gazâlî arasında bir köprü vazifesi görür. Yunan felsefesini İslâm ilmi olan Kelâm ile, yâni Tanrı bilgisiyle bağdaştırmaya uğraşmıştır. Eğer o gelmeseydi, Farabî’nin kurduğu temel Gazâli’nin yorumuyla gelişemeyecek, arada büyük bir boşluk hasıl olacaktı.
Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa’da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır. Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır. Ama şöhreti her ne kadar tip ilmiyle ilgiliyse de asıl kişiliği, Ortaçağda uzun süre tartışma konusu olan Tanrı varlığının mutlak bir zorunluluk olduğu konusundaki Kelâm meselelerine getirdiği kesin çözüm yolundan ileri gelmektedir.
Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İnsan bilgisinin Tanrıyı ve kâinatı mutlak şekilde anlamaya elverişli olmadığını söylerken, aklın varlığını kabul eder. İnsandan bağımsız bir ruhun varoluşu, İbni Sînâ’ya göre Tanrıdan yansıyan bir delildir. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.
Şifa adlı eseri bir felsefe ansiklopedisidir. Diğer eserlerine gelince bunlar arasında en tanınmış olanlarından: el-Kanun fi’t-Tıb isimli kitabı tamamen bir tıp ansiklopedisidir. Necât ve İşârât adlı kitapları ve Aristo’nun felsefesini anlatan yirmi ciltlik Kitâbü’l-İnsâf’ı başta gelen eserlerindendir. İbni Sina kimya alanında da çalıştı ve önemli keşiflerde bulundu. Bu hususta Berthelet, kimya ilminin bugünkü hale gelmesinde İbni Sina’nın büyük yardımı olduğunu söyler. Bu çalışmaları ve etkileriyle İbni Sina Doğu ve Batı kültürünü geliştiren büyük bilginlerden biri oldu. Bütün bunlardan başka İbni Sina çok güzel şiirler yazdı. Hatta Türkçe olarak yazmış olduğu şiirler de vardır.
İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü. İbn-i Sina’nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Şifâ adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır. Onun tıp şaheseri, kısaca Kanûn diye bilinen el-Kanûn Fi’t-Tıb adlı büyük kitabıdır. Eser, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji bahislerine ayrılmıştır. Konular dikkatle incelendiğinde İbn-i Sina’nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıkların ‘mikrop’ mefhumuna benzer yaratıklarca meydana getirildiğini sezebildiğini görürüz.
İbn-i Sina’nın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latince’ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma’nın Galen’i de, Er Razi’de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversiteleri’nin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.
Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki Müslüman doktorun duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.
İbni-Sina ve Felsefe
İslam filozofu. Aristotelesçi felsefe anlayışını İslam düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Buhara yakınlarında Hormisen’de doğdu, 21 Haziran 1037’de Hemedan’da öldü. Gerçek adı Ebu’l-Ali el-Hüseyin b. Abdullah İbn Sina’dır. Babası, Belh’ten göçerek Buhara’ya yerleşmiş, Samanoğulları hükümdarlarından II. Nuh döneminde sarayla ilişki kurmuş, yüksek görevler almış olan Abdullah adlı birisidir. İbn Sina, önce babasından, sonra çağın önde gelen bilginlerinden Natilî ve İsmail Zahid’den mantık, matematik, gökbilim öğrenimi gördü. Bir süre tıpla ilgilendi, özellikle, hastalıkların ortaya çıkış ve yayılış nedenlerini araştırdı, sağıltımla uğraştı. Bu alandaki başarısı nedeniyle, II. Nuh’un özel hekimi olarak görevlendirildi, onu sağlığa kavuşturunca, dönemin önde gelen tıp bilginlerinden biri olarak önem kazandı.
İbn Sina’nın felsefeye karşı ilgisi deney bilimleriyle başlamış, Aristoteles ve Yeni-Platoncu görüşleri incelemekle gelişmiştir. İslam ve Yunan filozoflarının görüşlerini yorumlayan ve eleştiren İbn Sina’nın ele aldığı sorunlar genellikle, Aristoteles ve Farabi’nin düşünceleriyle bağımlıdır. Bunlar da, bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlak, tanrıbilim ve bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Belli bir düşünce dizgesine göre yapılan bu düzenlemede her sorun bağımsız olarak ele alınıp çözümüne çalışılır.
Bilgi sezgi ile kazanılan kesin ilkelere göre sonuçlama yoluyla sağlanır. Bu nedenle, bilginin gerçek kaynağı sezgidir. Bilginin oluşmasında deneyin de etkisi vardır, ancak bu etki usun genel geçerlik taşıyan kurallarına uygundur. Ona göre “bütün bilgi türleri usa uygun biçimlerden oluşur. ” Bilginin kesinliği ve doğruluğu usun genel kurallarıyla olan uygunluğuna bağlıdır. Us kuralları, insanın anlığında doğuştan bulunan, değişmez ve genel geçerlik taşıyan ilkelerdir. Sonradan, duyularla kazanılan bilgi için de bu kurallara uygunluk geçerlidir. Deney verileri us ilkelerine göre, yeni bir işlemden geçirilerek biçimlenir, onların bundan öte bir önem ve anlamı yoktur. Çelişmezlik, özdeşlik ve öteki varlık ilkeleri, usta bulunur, deneyden gelmez.
İbn Sina’ya göre varlık, tasarlamakla bağlantılıdır. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir (makuller). Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir. Atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Devinme, bir nesnenin uzayda eyleme geçişidir.
Mantık insanı gerçeklere ulaştırmaz, yalnız birtakım yanılmalardan korur. Düşünme yetisi gerçeği kavramak için mantıktan geçici bir araç olarak yararlanır. Düşünme eyleminin sağlıklı olması için mantık, ilkeler ve kurallar koyabilir, anlıkta bulunan ve bilinen bilgilerden yola çıkarak, bilinmeyenleri saptama olanağı sağlar. Bu özelliği nedeniyle, mantık, düşünmenin genel kurallarını bulan, düzenleyen, bu kurallar arasındaki gerekli bağlantıyı ve birliği kuran bir bilimdir. Mantık kuralları, genel geçerlik taşıyan ve değişmeyen kesin kurallardır. Mantığın kavramlar ve yargılar olmak üzere iki alanı vardır. Her bilimsel bilgi ya kavram ya da yargılara dayanır. Kavram, ilk bilgidir ve terim ya da terim yerine geçen bir nesneyle kazanılır. Yargı ise, tasımla kazanılır.
Mantığın konusu incelenirken, tanım temel alınmalıdır. Tanımlar birbirlerine bağlandıklarında, kanıt ve çıkarıma varılır. Kavram, önce tekil bir algıdır (sezgi). Yargı ise, iki tekil terim arasındaki ilişkidir. Kavramlar, açık ve kapalı belirleme olarak ikiye ayrılır. Varlığın, töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etki, edilgi gibi on kategorisi vardır.
İbn Sina mantığında en önemli yeri tanım tutar. Bir kavramı tanımlamak için, bu kavramın bireylerinden biri göz önüne alınmalıdır. Tikelin belirlenmesi tümelden kolaydır. Eksiksiz bir tanım yakın cins ile yapılmalıdır. En yetkin tanımsa, kavramın yakın cinsi ile türsel ayrımdan oluşur. Tanım ikiye ayrılır; Gerçek tanım ve sözcük tanımları.
Önermeler, yüklemli ve koşullu olabilirler. Yüklemli önerme, bir düşünce ötekine yüklendiği zaman ya onaylanır ya da yadsınır. Koşullu önermeler, bir ötekinin koşulu ya da sonucu olarak bağlanan terimlerde görülür. Önermeler varsayımlı, nitelik ve nicelikleri bakımından, tekil, belirsiz ve belirli olur. Tasım, bitişik ve ayrık olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik tasımların öncüleri anlam bakımından, sonuç önermesini içerir. Ayrık tasımlarda ise sonuç önermesi öncüllerde bulunabilir.
Tümeller, bütün varlık türlerinin oluşumundan önce, Tanrı düşüncesinde, birer tanrısal kavram olarak vardır. Varlıkların oluş nedeni ve onlara biçim kazandıran tümellerdir. Tümeller Tanrı’da ussal olarak bulunan, nesnelerde ve bireylerde içkin olan, öteki de nesnelerin dışında ve anlıkla birlikte olan mantıksal tümel diye üçe ayrılır. Birinci türe giren tümel, metafiziği ilgilendirir. İbn Sina fiziği, metafiziğe giriş olarak düşünür.
Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise, töze katılır. Doğal nesneler kendi öz ve nitelikleriyle bilinir. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını sürdürür. İbn Sina’ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Buna, gökkatlarının özleri adı da verilir. İbn Sina’nın geliştirdiği bu güç kuramının kaynağı Aristoteles ve Yeni-Platonculuk’tur. Ancak, o bu güçlerin sonsuz olduğu kanısında değildir. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü, devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur.
İbn Sina’nın felsefesinde, Aristotelesi’in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. Ona göre, biri bitkisel, öteki insanla ilgili olmak üzere, iki türlü ruh vardır. İnsan ruhu, gövdeye gereksinme duymadan, doğrudan doğruya kendini bilir, bu nedenle, tinsel bir tözdür. Gövdeyi devindiren, ona dirilik kazandıran bu tözün başka bir özelliği de, yetkin düşünme yeteneği anlık olmasıdır. Düşünme eylemi yaratan ruhtur, o gövdeyi gerektirmez, ancak gövde var olabilmek için tini gereksinir. İnsan ruhu gövde biçiminde değildir, usa uygun biçimleri kavramaya elverişli bir töz olduğundan, gövdesel yapıda yer alamaz. Gövde, bölünebilen öğelerden oluşmuş bir bütündür, oysa tin, bir birliktir, bölünmeye elverişli değildir, sürekli olarak özünü ve birliğini korur. Tin, bütün izlenimleri gövde aracılığıyla alır, anlık yoluyla kavramları, kavramlara dayanarak usa vurmayı oluşturur. Bu yüzden, gövdeyle dolaylı bir bağlantısı vardır. Ancak, bu bağlantı tin için bir oluş koşulu değildir.
Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbn Sina’ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla bileşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmiş bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da , beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir.
Us konusunda İbn Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar.
İnsan, ayrıntıları duyularla algılar, tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar.
Yaratılış konusunda İbn Sina, varlığın sıralı düzeninde, “bir’den bir çıkar” ilkesine dayanır. İlk “bir”, zorunlu varlık, Tanrı’dır. O’nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı’nın özünden gelen gerekimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı’dan ilk us ortaya çıkar. Çokluk bu usla başlar. Bundan da felek ve nefsin usları türer. Her ustan da, o usun özü ve cismi oluşur. Us cismi aracısız olarak devindiremeyeceği için, uslar sırasının sonunda etkin us, akıl bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri ve insan özleri doğar. Etkin us, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk us, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk us kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her tikel feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan tinsel varlıklardır. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemi, etkin usa ulaşır.
Evrenin varlığı, zorunlu olan, Tanrı’yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Devinme, nesnenin özünde saklı güçten doğar. Her nesnenin özünde devindirici bir güç vardır. Nesne kendini kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırır.
İbn Sina metafiziği genelde Aristoteles metafiziği ile Yeni-Platonculuk ve Kelam’ın bireşimidir. Konusu, ilkler ilki, tüm oluşların, yaratışların, varlık bütününün kaynağı olan Tanrı’dır. Tanrı, bütünlüğü nedeniyle nesnelerde, olay ve eylemlerde görünüş alanına çıkar. Varlık vardır, yok olamaz.
Varlık üç bölüme ayrılır:
1- Olanaklı varlık, nesnelerle ilgili değişimin, oluş ve bozulmanın egemen olduğu varlıktır. Bu varlık ortamında görülen ne varsa belli bir süre içinde başlar ve biter.
2- Kendiliğinden olanaklı varlık. Olanaklı olmasına karşın, ilk nedenle ilişkilerinden dolayı zorunluluk kazanır. Tümellerin, yasaların bulunduğu evren. Gökkürelerin usları böyledir.
3- Kendiliğinden zorunlu varlık, ilk neden ya da Tanrı’dır. Değişmez ve çoğalmaz. Çokluklar ondadır. Tanrısal zorunluluk illkesi tüm yaratılanların da temel ilkesidir.
İbn Sina’nın benimsediği tanrıbilim dört ana konuyu içerir; Evren, ötedünya, ahiret, peygamberlik, Tanrı.
Evren yaratılmıştır. Yaratıcı ve varedici Tanrı’dır. O Kelamcılar’ın dediği gibi özgün yapıcı değildir, zorunludur. İlk neden önsüz ve sonsuzdur. Evrenin yaratılması, Tanrı’nın daha önceden varoluşunu gerektirir. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır. Onların tanrısal niteliği yoktur. Bu yaratma olayı da bir fışkırmadır.
Ölüm, tinin gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan tinlerin geldikleri kaynakta toplanmaları insanda ötedünya kavramını oluşturur. Ruh, tinsel bir tözdür, ölümsüzdür. Gövdeye egemendir. Ruh gövdeye girmeden önce etkin usta vardı. İnsana bireyselliğini kazandıran odur. Gövdenin yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme tinseldir.
İnsanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür istençle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İstenç özgürlüğü, usla utku arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal kayra ile gerçekleşir. Özgür istenç tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak, onlarda insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin etkin us ile buluşmalarını, gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar.
Tanrı, özü gereği bilicidir. Kendi özünü bilmesi yaratmayı gerekli kılar. İbn Sina İslam dinine ve Kuran’a dayanarak bilmeyi yaratma olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrı’nın kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir.
Madde ve biçimin ilişkileri üzerinde bilimleri iç bölümde ele alırlar:
1- Maddeden ayrılmamış biçimlerin bilimi: Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler.
2- Maddesinden iyice ayrı biçimlerin bilimi: Metafizik, mantık gibi yüksek bilimler.
3- Maddesinden ancak zihinde ayrılabilen, kimi yerde ayrı kimi yerde bir olan biçimlerin bilimi:
Matematik, geometri, orta bilimler. Zihin bu biçimleri doğru olarak maddesinden soyutlar.
Felsefe ise, kuramsal ve pratik diye ikiye ayrılır. Kuramsal olan, bilmek yeteneğiyle elde edilen bilgileri kapsar. Doğa felsefesi, matematik felsefesi ve metafizik gibi pratik felsefe, bilmek ve eylemde bulunmak üzere elde edilen bilgilere dayanır.
İbn Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina’nın deneyci yanı, Gazali’yi kuşkuculuk’a götürdü. Yapıtları 12. yy’da Latince’ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn Sina’dan yararlandı.
Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin çeşitli alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn-i Sinâ (980-1037), matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları; astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir.
Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuramı’nın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sinâ’ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.
İbn-i Sinâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles’in hareket anlayışını eleştirmiştir. Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya, biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu.
İbn-i Sinâ, bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles’in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır. Oysa bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgâr, ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti, cisimleri taşımaya yeterli değildir.
İbn-i Sinâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Ancak, İbn-i Sinâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan “el-Kânûn fî’t-Tıb” (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir.
Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin birinci kitabı, anatomi ve koruyucu hekimlik, ikinci kitabı basit ilaçlar, üçüncü kitabı patoloji, dördüncü kitabı ilaçlarla ve cerrahi yöntemlerle tedavi ve beşinci kitabı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.
İbn-i Sinâ’nın söz konusu eseri incelendiğinde, konuları sistematik bir biçimde incelediği görülür. Tarihte ilk defa, tıp ve cerrahiyi iki ayrı disiplin olarak değerlendiren İbn-i Sinâ, cerrahi tedavinin sağlıklı olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamıştır. Hayati tehlikenin çok yüksek olmasından ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler önermiştir.
Gözle de ilgilenmiş olan İbn-i Sinâ, döneminin seçkin fizikçilerinden İbn-i Heysem gibi, Göz-Işın Kuramı’nı savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlüğü gibi daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur.
YAPITLAR (başlıca): el-Kanun fi’t-Tıb, (ö. s), 1593, (“Hekimlik Yasası”); Kitabü’l-Necat, (ö. s), 1593, (“Kurtuluş Kitabı”); Risale fi-İlmü’l-Ahlak, (ö. s), 1880, (“Ahlak Konusunda Kitapçık”); İşarat ve’l-Tembihat, (ö. s), 1892, (“Belirtiler ve Uyarılar”); Kitabü’ş-Şifa, (ö. s), 1927, (“Sağlık Kitabı”).
FEREC HUDUR: Ebu Ali el-Hüseyin İbn Abdullah İbni Sina. Aristo felsefesini benimseyen İbni Sina, İslâmi kavramlara batini manalar vermekte, İslâmi değerlere karşı çıkmasına rağmen, Müslüman olduğunu iki yüzlülük yapmak suretiyle iddia etmektedir. İslâmi değerlere karşı yaptığı hücumlarında, örneğin: Dünyanın ezeli olduğunu, yoktan yaratmanın imkansız suretiyle meydana geldiğini iddia etmektedir. Bu manada İbni Sina bir “Vahdet-i Vücut’çudur”. Ayrıca, Allah’ın cüzleri bilmediğini, cehennem azabının devamlı olmadığını, cismani haşrin olmadığını, alemin gayesiz olduğunu, ve Peygamber sözlerinin gerçek değil sembolik olduğunu da iddia etmektedir.
Bu gibi iddialarıyla ilgili olarak kaynaklardan örnekler verecek olursam, şöyle ki: Ibn Sina yazdığı „Risalet-ül Adhaviye“ ismli kitapta cismani dirilişi açıkca reddeder. Ona göre bedenin dirilmesi peygamberin zihninde doğan hayli bir „mit“ten başka birşey değildir. O, peygamberin bu mit`le kitleleri kontrol altında tutmaya çalıştığını iddia eder.
Ona göre akla uyğun yaşamak cennet, hayal alemi ise cehennemdir. Hisler ise kabir alemidir. Dolayısıyla bu yaşanan hayattan başka bir hayatın olmayacağını iddia eder.
“İbni Sina ise Farabi’ye oranla Felsefesinde biraz daha fazla İslâmi kavramlar ve unsur kullanır. Bazıları onun bu özelliğinin, İslâm’ı gerçek anlamıyla bilenlere sevimli görülme arzusundan kaynaklandığını iddia ederlerse de yanlış bir kanaattir. Çünkü araştırıldığında onun Müslümanlara şirin görünmek gibi bir kaygı taşımadığı görülür. O, İslâmi kavramları ve asıl anlamlarının çok dışında anlamlar içerecek şekilde kullanarak, kendine özgü bir felsefe-inanç oluşturma gayreti taşır. Bütün yaptığı da bundan ibarettir. Onun felsefesinde İslâm’ı ilgilendiren önemli noktalar şunlardır: O, Peygamberlikle ilgili olarak, Peygamberin Cebrail gibi bir varlıkla görüşmesinin imkânsız olduğunu, çünkü peygamberliğin bir tür parapsikolojik ve metapsişik olay olduğunu belirtir. Kendi düşünce ve fikirlerinin de “Vahiy olarak nitelenen bilgiden” farksız olduğunu belirtir. O, şeriata karşı lakayt bir tavır takınmayı yaşantısının normal özelliği haline getirmiş, ancak eğer bir felsefi problemi halledemezse camiye gidip dua etmeyi alışkanlık edinmiştir. Fakat, klâsik kaynakların belirttikleri bu dua olayının konusu olan varlık ta, Vahiy İslam’ında anlamını bulan Alemlerin Rabb’i olan Allah değildir. İbn Sina’nın inandığı ve düşündüğü yüce varlığın sıfat ve özellikleri Allah’ınkinden oldukça farklıdır. O en genel anlamıyla Aristo’nun inandığı tanrı kavramına inanır. ”
“Aristo’ya göre tanrı vardır ve varlığı zorunludur. Ancak onun, yoktan var etme gibi, bir sıfatı yoktur. Aristo’nun inancındaki tanrı, malzemesini hazır bulan ve kendi iradesi olmadan bu malzemeye şekil veren bir tanrıdır. Yani bir anlamıyla mimar tanrı’dır. Üstelikte evrene şekli kendi isteğiyle vermemiştir. O, evren dışında ve hareketsizdir. Hareketsizdir çünkü hareket edecek olsa başka hareket ettiriciye muhtaç olur. Onun kainata şekil vermesi, limonu doğrudan hiçbir etkisi olmadığı halde kişinin ağzını sulandırması gibidir. Yani madde, tanrı gibi olmak, ona yakın olmak için biçim kazanır ve tanrıya yaklaştıkça biçimi (formu) artar. Aristo bu düşüncelerini madde – forum kuramıyla açıklayarak, tanrının maddesiz form (şekil) olduğunu, saf maddenin ise formsuz olduğunu belirtir. Böylelikle ona göre tanrı ile formsuz madde (heyûlâ) arasında diğer bütün varlıklar yer alır. ”
“Aristo’yu taklid edilecek en mükemmel insan, insanlığın “birinci öğretmeni” olarak düşünen onun düşüncesini tam anlayabilmek için kitaplarını tekrar tekrar okuyan ve ona muhalif olmaktansa, İslâm’a muhalif olmayı tercih eden Farabi ve İbn Sina, tanrı görüşünde de ufak farklılıklarla üstatlarını takip ederler. Onlara göre tanrıdan ilk akıl, ondan da ikinci, ikinciden de üçüncü. . . Akıllar sûdur etmiştir. Tanrının evreni yaratmasının bu akıllar aracılığıyla gerçekleştiği görüşündedirler. Onlara göre ilk akıldan başlayarak safha safha diğer akıllara bağlı olarak yaratma gerçekleşir. Bu şekliyle Tanrı vardır ve yaratıcıdır. Ancak bu yaratmanın yoktan var etme biçiminde olmaması gerekir. Çünkü onlar yoktan var etmenin imkânsız olduğunu ve bu imkansızlığın tanrıyı da kapsadığını belirtirler. ”
“İbn Sina gerçek sistemini Hikmetu’l – Mesrikıyye’de açıkladığını söylemektedir. Onun sisteminde, yukarıda belirttiğimiz gibi, felsefi bilgilerle İslâmi bilgiler aynı zamanda birleşir, uyuşmaya çalışılır. Dünyanın öncesiz (kadim) olduğu düşüncesini ona veren veya onun bu düşüncedeki hareket noktası. Kur’an olmayıp, Aristo ve Eflatuna ait kozmogoni metafiziğin ortaya koyduğu sonuçlardır. Bu açıdan sistemde egzastansiyel bir determinizm görmek mümkündür. Bu görünümünden dolayıdır ki İbn Sina’nın sistemi, ortaçağ felsefesinin bütün karakterini taşır. ”
“İbn Sina bir yönden âlemin ezeli olduğunu söylerken, diğer yönden onun mümkün olduğunu kabul eder. Onun anlayışına göre, âlem Allah’la birlikte daima vardı. Bir yönden Allah’ın âlemden önce olmayacağı, diğer yönden de O’nun âlemden önce olduğu kanaatındadır. Böylece ilk bakışta İbn Sina’nın düşüncelerinde bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Eğer âlem Allah’la birlikte varsa öncesiz, Allah ona oranla bir önceliğe sahipse mümkün veya yaratılmış (muhdes)tır. Ancak İbn Sina, bu çelişkiyi şöylece ortadan kaldırmak ister: ona göre, Allah âlemde zaman itibariyle değil, fakat tıpkı sebebin sonucundan önce olduğu gibi, öz (zat) ve sıra önceliği itibariyle öncedir. ”
Görüldüğü gibi, peygamberliği hayal ürünü, parapsikolojik bir olay olarak gören İbn Sina’nın İslâm’da ki peygamberlik anlayışıyla bir ilgisi olmadığı gibi, Allah’ın, alemi yoktan var ettiğini de kabul etmemektedir. Ona göre alem, Allah’la birlikte ezeli yani başlangıçsızdır. Alem, Allah’ın içinde, bir çocuğun anne karnında olması; bir eşyanın bir bir sandık içinde olması gibi, Allah’la birlikte hep vardı, meydana gelmesi bir doğum olayı şeklinde açığa çıkmasıdır. Yani İbn Sina’ya göre, Allah alemi yoktan var etmemiş, kelimenin tam anlamıyla “haşa” doğum yapmıştır. Ve bu doğum bir dişinin ister, istemez doğurması gibi, Allah’ın iradesi dışında meydana gelmiştir iddiasındadır. Ve sözlerini bilgiç göstermek için Allah birdir, birden bir çıkar, Allah’ta sadece bir sefer doğum yapmıştır, ilk ve tek olarak doğurduğu bir sonrakini, oda bir sonrakini doğurmak suretiyle bir doğum zinciri meydana getirmiştir. Dokuzuncu doğumdan sonra ki buna 9. Akıl demektedir. 10 cu olarak faal akıl meydana gelmekle ve bu faal akıl ay altı dünyanın şekillerinin içinde bulunduğu, yani içinde yaşadığımız âlemi, göğe ait hareketlerin yardımıyla meydana gelmektedir der.
Bu gibi düşünce ve iddialar, İslam dinine göre küfür ve şirk olan iddialardır, zira İslamda peygamberlik parapsikolojik bir olay değil gerçek manasıyla bir dini vahiy alma olayıdır. Allah’ta alemi yoktan var etmiştir, Allah doğum yapmaktan münezzehtir. Hıristiyanlar İsa Allah’ın oğludur dediler, bu sözleri Kûr’an ayetleriyle ret edilmek suretiyle tekfir edildiler, İbn Sina bütün alem; Allah’ın çocuğudur demektedir. İslam dininde ki tevhit inancıyla bağdaşmayan bu iddiası İslam dini açısından kabul edilemez, Kûr’an ölçüsüne göre İbn Sina bir müşrikten başka bir şey değildir.
Filozofların ve bazı kimselerin, hiçbir şey yoktan var olamaz diye iddia etmelerinin nedeni, Allah’ı kendileriyle kıyas edip, kendileri gibi görmelerindendir. Nasıl ki kendileri var olan hiçbir şeyi yok edemiyorlarsa ve yok olan hiçbir şeyi var edemiyorlarsa ve yok olan hiçbir şeyi var var edemiyorlarsa, Allah için de aynı şartların geçerli olduğunu zannediyorlar. Hal bu ki, Allah kainat şartlarına veya Laboratuar şartlarına tabi olan bir insanın haline tabi ve mahkum olmaktan uzaktır. Kûr’an öğretisine göre, Allah her istediğini yapabilen, ol deyince her istediği olan bir İlah’tır, örneğin değil kainattaki bir şarta mahkum olması, isterse bütün kainatı bir emirle yok edebilen ve onun yerine bir birinin şartları diğerine uymayan sonsuz kainatları var edebilecek bir Allah’tır. Böyle bir olayın meydana gelmesi içinde sadece ol demesi yeterlidir.
Bundan dolayı, Allah’ın gücü kast edilerek, hiçbir şey yoktan var olmaz, yok olanda var olmaz gibi iddialar, İslam dinindeki Allah anlayışına göre uygun olmayan iddialardır. Allah’ı yaratıklar seviyesine indirip, hiçbir temeli ve mantığı olmayan iddialarda bulunmak, Allah’ı hakkıyla takdir edememekten kaynaklanmaktadır, bu konuda Kûran’dan mealen :
Allah’ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O’nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir. 39/67
İbn Sina’nın diğer bir iddiası da, Allah’ı cahillikle vasıflandırmasıdır. İbn Sina’ya göre, Allah kainatı bir bütün olarak bilmekte olup, tek tek varlıklardan ve olaylardan habersizdir ve onları bilmemektedir. Örneğin : “Uzay varlıklarının kitle olarak var olduklarını bilir, fakat Güneş’in, Ay’ın v. s. var olduğunu bilmez; İnsanların kitle olarak var olduğunu bilir, fakat, Muhammedi, Mustafa’yı, Emini tek tek olarak bilmez, ne yaptıklarından habersizdir,” iddiasında bulunmuş olmaktadır. İbn Sina bu iddiasına gerekçe olarak, Allah bilgisinin bir bütün olduğunu şayet tek tek olayları bilirse, bilgisinde bir dalgalanma ve bir ikilik meydana geleceğini, bununda olamayacağın söylemektedir. Allah’ın bilgisinde, artma, eksilme ve herhangi bir değişiklik olamayacağı doğru olmakla birlikte, Allah’ın cüzileri bilemeyeceğini iddia etmesi yanlıştır, böyle bir iddia, Allah’a noksanlık ve acizlik isnat etmektir. Allah ise noksan sıfatlardan, acizlikten ve bilgisizlikten uzaktır. Allah için azla çok uzakla yakın, zorla kolay aynıdır, hiçbir şey Allah’ın gücü karşısında bir dirence sahip olamaz. İbn Sina’nın bu konuda yanlışa sapmasının temelinde, Allah’ın zamana tabi olduğunu zannetmesinden dolayıdır, zaman ise yaratıklar için olayları sıralama, perdeleme veya açığa çıkarma aracıdır, Allah için ise böyle bir mânia söz konusu olamaz.
Durumu daha yakından görmek için zamanın yok olduğunu farz edelim, böyle bir durumda tüm olaylar; geçmiş, gelecek, uzak, yakın, büyük, küçük, her ne varsa boyutsuz bir noktada toplanmış olur, böyle bir durumda dolayısıyla hepsi zamansız olarak hep birlikte kendilerini ifade etme durumunda olurlar, bu ifade konumunda, cüzilerle, küllilerin kendilerini ifade etmeleri arasında fark yoktur, bu açıdan külli neyse cüzide odur, cüzi neyse küllide odur, böyle düşündüğümüzde, ne küllilerin varlığı nede cüzilerin varlığı, Allah’ın bilgisinde artma ve eksilmeye yol açmadığı gibi, hiç birisi, Allah’ın bilgisi dışına çıkamaz, varlıkları itibarıyla da, Allah onlara bütün yünlerden hakimdir.
Varlıklarını bilme hususunda, tüm kainatı bilmeyle, bir toz zerresini bilme veya düşen bir yaprağın çıkardığı sesle, tüm yıldırımların bir anda çıkardığı sesi bilme açısından, Allah için bir fark yoktur. Allah en açık olan şeyi bildiği gibi, en gizli olan şeyi de aynı şekilde görür ve bilir, ne varın varlığı, nede yokun yokluğu ne var olanın yok olması nede var olmayanın varlığı gelmesi, Allah’ın gücünü etkilemez. Nedenini özetlersem: Allah ile Kainat arasındaki ilişki, Yaratıcı ve yaratık ilişkisidir, Allah, kainatın yaratıcısı, kainatta Allah’ın yaratığı olduğundan, yaratığın, Allah’ın zatında bir değişiklik yapması veya herhangi bir etkinlikle zatında değişiklik meydana getirmesi mümkün değildir. Haşa, böyle bir şey olmuş olsaydı, bunun manası, kainatında İlahlaşması demek olurdu, Kuran öğretisine göre İlah ancak ve ancak tek olarak Allah’tır, dolayısıyla, Allah kainat üzerinde değişiklikler meydana getirir, kainat ise Allah’ın zatında değişiklik meydana getiremez.
İbn Sina’nın bu konulardaki düşüncesi şu şekildedir: “İbn Sina, Tanrı alemde külli ve umumi bilgiye sahiptir, ama bilgisi tikel ve cüz’i değildir, der. ”
“İbn Sina’ya göre, eğer Allah sonsuz ve değişmez ise cüz’i şeyleri düşünemez. Allah’ın cûz’i şeyleri düşündüğünü söylemek O’nun tabiatında değişikliği kabul etmektir; dolayısıyla da özünde bir eksiklik kabul edilmiş olur. O’nun olgun olması için, hareketsiz olması lazımdır, hareketsiz olması için de dünyayı bilmemesi gerekir. Ancak bu tür akıl yürüten İbn Sina’nın bu düşüncesinin yanında, Kur’an-ı Kerim Allah’ın her şeyin bilgisine sahip olduğunu bildirmektedir. ”
“İbn Sina düşüncesinde, Allah hem bilgin (âlim) hem de hayat sahibi (Hayy)dir. Böylece onun sistemi Allah-da ilim ve hayatı birleştirmiştir. O, bilen ve yaşayandır. Bu yönden Allah’a nisbet edilebilecek tek bilgi, külli bir bilgidir. O, Allah olarak değişikliği kabul etmez; cüzileri cûz’i ve değişen olarak bilmez, fakat onları külli olarak bilir. Allah’ın özünde, bilgisi ile bilgisinin nesnesi arasında arasında ayrılık söz konusu değildir. ”
Görüldüğü gibi, İbn Sina, safsata türünden laf kalabalığıyla, sözleri evirip çevirerek, Allah için bilgisizlik ve acizlik ortaya koymaya çalışıyor, bu tür iddialar ise Kuran’a aykırı olduğu gibi, Kuran öğretisine karşı açıktan açığa saldırıdır. Şöyle ki,
Allah’ın her şeyi bildiğine dair, Kuran’dan mealen: De ki: Göğüslerinizde olan şeyi gizleseniz de, açıklasanız da onu Allah bilir. Ve göklerdekini de, yerlerdekini de bilir. Ve Allah her şeye hakkıyla kadirdir. 3/29
İslimi inanışa göre, aynen dünyada olduğumuz gibi, beden ve ruh ile dirileceğiz, İbn Sina ise bedeni dirilmeyi inkar etmektedir. İbn Sina bu inkarını getirirken iki yüzlü davranmaktan çekinmez, öyle ki halk için yazdığı kitaplarda cismani yani bedensel dirilişi kabul eder görünürken, felsefi iddialarında ise inkar etmektedir. Şöyle ki :
“İbn Sina ölüm sonrası cismani dirilişi Peygamberin mit’i olarak nitelemesine karşılık halk için yazdığı bazı kitaplarında Kuran ayetlerini kullanarak, cismani diriliş ve hesap gününün gerçek olduğundan bahseder. İnsanların yaşantılarına çekidüzen vermeleri gerektiğini belirtir. Farabi ise hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ve İbni Sina gibi iki yüzlü olmadan cismani dirilişin Kuran’da geçen bir teşbih olduğunu, bunun imânsızlığını savunur. Zaten o, filozoflar içerisinde davasına en bağlı ve İslam’a en uzak olanıdır. ”
Daha öncede belirttiğim gibi, filozoflar ve onların dışında ki bir çok kimse, Allah’ın gücünü kendi güçleri gibi zan ederek akıllarına esen bir çok şeye imkansız demektedirler. Bundan dolayı, Farabi ve İbn Sina bedenlerin dirilmesini inkar etmektedirler. Hal bu ki, çevrelerini kuşatan müthiş kainat olayına veya bizzat kendi yapılarına dönüp baksalardı ve düşünselerdi, bunun Allah için kolay olduğunu görüp anlayacaklardı. Direkt veya dolaylı olarak, Allah için imkansız olan herhangi bir şey iddia etmek, bizim Kuran öğretisinden öğrendiğimiz Allah tanımından çok uzak bir iddiadır, Allah her şeye kadirdir, bazı şeyleri yapmadığında bu onları yapmaya gücü yetmediğinden değildir, sadece yapmak istemediğinden ve onun zatına yakışmadığından dolayıdır. Yapmamak ve Yapmaya güç yetirmemek ayrı hususlardır. Deki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecektir. Ve O, her yaratmayı bilir. ” 36/79
İbni Sina, Ahiret konusunda tereddüt içerisinde olduğu gibi, Cehennem azabının ebediliğini de inkar etmektedir. Ona göre, Ahiret olsa dahi, bir ceza ve mükafat yeri değil, nefislerin bedenden ayrıldıktan sonra dünyada yapamadıkları temizliği yapma yeridir. Hal bu ki, İslam’a göre dünya hayatı bir imtihan yeridir. Ahiret ise bir netice alma yeri olup, nefislerin kendilerini temizlediği bir yer değildir. Bu konuda İbn Sina şöyle demektedir:
“Nefislerin bedenden ayrıldıktan sonra dünyada yapamadıkları temizliği akıl âleminde yapıp yapamayacakları konusunda, İbn Sina tereddüt eder. Necat’ta, fazla açıklama vermeksizin, bunun olabileceğini söylerken, İşarât’ta şüphe içindedir, belki de bu olabilir der. Eğer nefisler dünyada iken semavi haller ve nefislerle ilişki içinde bulunabilmişler ve çeşitli vasıtalarla bir şeyler alabilmişlerse bu temizlik gerçekleşe bilir. ”
“İbn Sinacı Augustinciliğin en başta gelenlerinden Roger Bacon, İbn Sina’yı en iyi tanıyanlardan biridir. Bacon dünyanın yaratılışı konusunda, yaratılışın bir aracı ile oluşu ve cehennem azabının devamlılığını inkâr etmiş olması konularında İbn Sina’yı tenkid eder. ”
Bu konuda Kuran’dan mealen:– İnkar edenler: “O Sa’at bize gelmez,” dediler. De ki: “Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey, O’ndan gizli kalmaz. Ne bundan küçük, ne de bundan büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitapta bulunmasın. 34/3
Görüldüğü gibi, İslâm dinine göre, kıyamet gününden; ahiretten şüphe etmek Kuran ayetlerini inkar etmek olduğu gibi, Kuran’ın İslam dini öğretisine göre cehennem azabı gerçek ve ebedidir.
Aslında İbn Sina İslâmi hiçbir hususa inanmamaktadır. İslâmi hususlardan şüpheci bir tavırla bahsetmesi ortalığı karıştırıp insanları şüphe içerisinde bırakmak içindir. Zira İbn Sina, Kainatın, Allah’ın müdahalesi ve gayesi olmaksızın geldiğini iddia etmektedir. Eğer ki, Alemin meydana gelmesinde, Allah’ın hiçbir müdahalesi, gayesi ve amacı olmamış olsa, Alem boş ve manasız bir hale gelir, boş manasız bir Alemle ilgili olarak Allah’ın kanunlar koyması düşünülemez, zira manası olmayanın kanunu da olmaz. Hal bu ki, İslâmi inanışa göre, hiçbir şey Allah’ın gücü dışına çıkamaz, Allah boş iş yapmaz ve yarattığı alemi gayesiz ve başıboş bırakmaz. Bu konuda İbn Sina şöyle demektedir :
“İbn Sina sisteminde, âlem, ilk sebep ve sebeplerin sebebi olan Allah’tan yayılır. Ancak bu oluşta Allah için bir gaye söz konusu değildir. ”
İbn Sina’nın felsefi fikirleri incelendiğinde, Kuran’la bağdaşmayan daha birçok husus bulmak mümkündür. ayrıca iddialarına bugünkü Astronomik tespitler çerçevesinde bakıldığında saçma oldukları açıkça görülür. Bugün bir ilk okul öğrencisine bile, güneş, ay, yıldızlar dünyayı yönetiyor dense ciddiye almaz; güler geçer, bu tür şeyleri ciddiye alanlar, gerçekleri dışlayıp aklını kullanmayan meczup kimselerdirler. Aristo, Eflatun, Farabi gibi kimselerin de durumu bundan farklı değildir. Daha önce yüksek felsefi görüşler olarak ileri sürdükleri fikirler, bugün için alay konusu olacak seviyededir. Hayatın manası, insanın nereden gelip nereye gittiğinin cevaplandırılması bu gibi kimselerden çok uzak bir olaydır.
Ömer Hayyam
(1048-1131) Asıl adı Giyaseddin Ebu’l Feth Bin İbrahim El Hayyam’ dır. Binom teoerimini ve bu açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir.
18 Mayıs 1048’de İran’ın Nişapur kentinde doğan Ömer Hayyam bir çadırcının oğluydu. Çadırcı anlamına gelen soyadını babasının mesleğinden almıstır. Fakat o soyisminin çok ötesinde işlere imza atmıştır. İlgilendiği ilimler: matematik, fizik, astronomi, şiir, tıp, müzik. Horasan’ın yıldızı; İran’ın; Irak’ı Acemi ve Irak’ı Arabi olmak üzere her iki Irak’ın dahisi, feylesofların prensi Ömer!
Daha yaşadığı dönemde İbn-i Sina’dan sonra Doğu’nun yetiştirdiği en büyük bilgin olarak kabul ediliyordu. Tıp, fizik, astronomi, cebir, geometri ve yüksek matematik alanlarında önemli çalışmaları olan Ömer Hayyam için “zamanın bütün bilgilerini bildiği” söylenirdi. O herkesten farklı olarak yaptığı çalışmaların cogunu kaleme almadı, oysa O ismini çokça duyduğumuz teoremlerin isimsiz kahramanıdır. Elde bulunan ender kayıtlara dayanılarak Ömer Hayyam’ın çalışmaları şöyle sıralanabilir:
Yazdığı bilimsel içerikli kitaplar arasında Cebir ve Geometri Üzerine, Fiziksel Bilimler Alanında Bir Özet, Varlıkla İlgili Bilgi Özeti, Oluş ve Görüşler, Bilgelikler Ölçüsü, Akıllar Bahçesi yer alır. En büyük eseri Cebir Risalesi’dir. On bölümden oluşan bu kitabın dört bölümünde kübik denklemleri incelemiş ve bu denklemleri sınıflandırmıştır. Matematik tarihinde ilk kez bu sınıflandırmayı yapan kişidir. Cebiri, “ sayısal ve geometrik bilinmeyenlerin belirlenmesini amaçlayan bilim” olarak tanımlardı. Matematik bilgisi ve yeteneği zamanın çok ötesinde olan Ömer Hayyam denklemlerle ilgili başarılı çalışmalar yapmıştır. Nitekim, Hayyam 13 farklı 3. dereceden denklem tanımlamıştır. Denklemleri çoğunlukla geometrik metod kullanarak çözmüştür ve bu çözümler zekice seçilmiş konikler üzerine dayandırılmıştır. Bu kitabında iki koniğin arakesitini kullanarak 3. dereceden her denklem tipi için köklerin bir geometrik çizimi bulunduğunu belirtir ve bu köklerin varlık koşullarını tartışır. Bunun yanısıra Hayyam, binom açılımını da bulmuştur. Binom teoerimini ve bu açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir. (Pascal üçgeni diye bildiğimiz şey aslında bir Hayyam üçgenidir. )
Bir kitabında da Öklit’in aksiyomlarıyla ilgili çalışmaları toplayan Hayyam, Öklit’in paralellik aksiyomunu başka bir önerme kümesiyle değiştirdi. Bunun sonucunda bugün öklit-dışı geometride kullanılan “geniş, dar ve dik açı hipotezleri” ile ilgili biçimlere ulaştı. Yani öklitdışı geometrinin temellerini atan Hayyam olmuştur. Öklit’in yapıtı üzerine yorumlarında, irrasyonel sayıların da tıpkı rasyonel sayılar gibi kullanılabileceğini kanıtlaması matematik tarihinde bir dönüm noktası oluşturdu. İsfahan’da üç yıl çalışarak kurduğu rasathanede gökyüzünü inceler, bilimsel çalışmalar yapar, hükümdarın özel müneccimi olur, yıldız falına bakardı. Ömer Hayyam kendi doğum tarihini bu kadar net şekilde bir gökbilimci hassasiyetiyle kendisi bulmuştur. 21 Mart 1079 yılında tamamladığı, halk arasında “Ömer Hayyam Takvimi” bugün ise “Celali Takvimi” olarak bilinen takvim için büyük çaba sarf etmiştir. Güneş yılına göre düzenlenen bu takvim 5000 yılda bir gün hata verirken, bugün kullandığımız Gregoryen Takvimi 3330 yılda bir gün hata vermektedir. Eserleri arasında İbn-i Sina’nın Temcid (Yücelme) adlı eserinin yorum ve tercümesi de yer alır.
Öğrenimi tamamlayan Ömer Hayyam kendisine bugünlere kadar uzanacak bir ün kazandıran Cebir Risaliyesi’ni ve Rubaiyat’ı Semerkant’ta kaleme almıştır. Dönemin üç ünlü ismi Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu şehirde bir araya gelmiştir. Dönemin hakanı Melikşah, adı devlet düzeni anlamına gelen ve bu ada yakışır yaşayan veziri Nizamülmülk’e çok güvenirdi. Ömer Hayyam ile ilk kez Semerkant’ta tanışan Nizam onu İsfahan’a davet eder. Orada buluştuklarında O’na devlet hülyasından bahseder ve bu büyük hayalinin gerçekleşmesi için Hayyam’dan yardım ister. Fakat Hayyam devlet işlerine karışmak istemez ve teklifini geri çevirir. Saray entrikalarından hayatının sonuna kadar uzak kalmayı yeğler.
İlmini genişletmek için zamanın ilim merkezleri olan Semerkand, Buhara, İsfahan’a yolculuklar yapmıştır. 4 Aralık 1131’de doğduğu yer olan Nişabur’da dünyaya veda eder.
ABDURRAHMAN EL-HAZİNİ
(1100-1160) Kaynaklarda zaman zaman İbn Heysem, Ebu Ca’fer el-Hazin ve Ebü’l-
Fazl el-Hazimi ile karıştınlan Abdurrahazin el-Metvezi’nin Bizans asıllı kölesidir. Sahibinin Merv sarayında hazin (hazinedar) olmasından dolayı el-Hazini nisbesiyle tanınmıştır.
Efendisinin sağladığı imkanlarla, devrinde mümkün olabilen en iyi eğitimi gördü, özellikle felsefe ve matematik tahsil ederek, bu konuda kendisini mükemmel bir şekilde yetiştirdi.
Daha sonra Melikşah’ın oğlu Sultan Sencer devrinde (1118-1157) bir ilim ve edebiyat merkezi haline gelen Merv’de, sarayın desteğiyle çalışma ve araştırmalarını yürüttü.
Hazini’yi ilim dünyasına tanıtan ve astronomi ile ilgili en önemli ve en güvenilir bir eser olarak kabul edilen Zic’ini Sultan Sencer için hazırladı ve Mizan’ül Hikme’den alınan bir kantarın örneği. Kantarın kolu üzerinde bir hesap cetveli bulunmaktadır. Bunun sağında çatal ve iki merkez vardır. Bunlardan biri altın, diğeri ise gümüş içindir. Bunun altında bir çengel bulunmaktadır. Tartıların altında yüzler, onlar, birler ve kesirlere ait olmak üzere büyük, orta ve küçük topIar vardır. Bunların altında, bazan topların hangi tartıya ait olduğuna dair yazılar bulunur. Kefenin sol yukarısında topların yerleştirilmesi için talimat vardır. Resimde kantarın parçaları görülmektedir.
Yine onun hazinesinde kullanılmak üzere, kendisine her çağın ilmi alet yapıcıları arasında mümtaz bir mevki kazandırmış olan ”mizanü’l-hikme” adını verdiği bir hidrostatik terazi yaptı. Bu terazi sayesinde metallerin ve taşların saf olup olmadıkları, iki elementten meydana gelen alaşımlarda metallerin karışma oranları bulunabiliyordu. Bu terazi hassasiyet yönünden daha önce yapılanlardan çok üstündü. Abdurrahman el-Hazini, aynı zamanda riyazet yolunu takip eden dindar bir kimseydi; bir derviş gibi giyinir, çok az yer ve evinde tek başına yaşardı. Bir defasında Sultan Sencer, 1000 dinar ihsanda bulunur. Fakat o cebinde 10 dinar olduğunu ve bunun da kendisine uzun süre yeteceğini söyleyerek bunu kabul etmez. Öğrencilerinden yalnız,Hasan es Semerkandi’nin adı bilinmektedir. Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip olamadığımız Abdurrahman el-Hazini’nin, yapmış olduğu çok önemli ve değerli çalışmalar yeterince incelenip araştırılmış değildir. Kendinden önceki araştırmacılara çok bağımlıdır
ve özellikle Biruni ve Asfizari’den alıntılar yapmıştır; ancak bu konularda olan derin bilgisi de inkar edilemez.
İLMi HİZMETLERİ: Ona göre ağırlık, cismin bünyesinde bulunan, bir kuvvet olup onun arzın merkezine doğru hareketine sebep olur ve özgül ağırlığına bağlıdır. İslam dünyasında orjinal gözlemler yapmış, yirmi astronomdan biri olan Hazini’nin Zic’i, Biruni ve Hayyam’inkilerden sonra kullanılmaya başlanmış, ondan sonra da Nasurittin et-Tusi, Kutbüttin eş-Şirazi, Kaşi ve Uluğ Bey’in zic’leri kullanılmıştır. Cisimlerin düşmesindeki hızla, zaman ve mesafe arasındaki münasebetleri detaylı bir şekilde inceledi. Biruni gibi, o da birçok sıvı ve madenlerin özgür ağırlıklarını tesbit etti. Bunları gösteren cetveller düzenledi. Bunun için özel bir alet yaptı. Mizan (terazi), kantar, ölçü aletleri ve kaldıraçlar hakkında ilmi açıklamalarda bulundu. Yazdığı kitabında bunlar, hakkında geniş bilgiler verdi.
Miza’üI-Hikme adlı eserinde fiziğin tarihini yazdı. Dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça suyun daha fazla yoğunluğa sahip olduğunu ileri sürdü. Bu konuda deneyler yaptı. Aynı, hipotezi Batılı bilgin Roger Bacon (1214-1294) 100 sene sonra kadar genişletti. Selçuk ülkesinin enlem ve boylamlarını hesapladı. Birçok yerlerin kıb-lesini tesbit etti.
Dirayetli bir tabiat bilgini ve fizikçi olan Hazini, mizan, kapan, mantar, karastum denilen teraziler üzerinde uzun boylu çalışmalar yaptı. Teraziyi dahiyane bir ölçü haline getirdi ve ona el- Mizan’ül Cami adını verdi. Bu hususları içine alan kitabına da ”Kitabü Mizan’il Hikme” ismini koydu.
ESERLERİ: 1. Kitabü Mizan-l-Hikme, en önemli eseri olup, 1121’de hidrostatik terazisi münasebetiyle kaleme alınmiştır. Terazinin yapımı, kullanımı, teorik esası ve onunla ilgili diğer konuları ihtiva eder. Eser, sekiz kitaptan meydana gelmektedir. Birinci kitap, hidrostatik terazinin geometri ve fizikle ilgili ilkelerini, ikinci kitap, ağırlıkların dengesi ve teraziler hakkındaki genel bilgileri, üçüncü kitap, metallerle değerli taşların ve diğer cisimlerin özgül ağırlıklarının nasıl bulunacağını, dördüncü kitap, yukarıdaki konularda Arkhimides, Menelaus, Ebu Bekir er-Razi ve Hayyam tarafından ortaya konulan gelişmeleri, beşinci ve altıncı kitaplar, terazinin parçalarını, yedinci ve sekizinci kitaplar ise, hidrostatik teraziler üzerinde yapılan değişiklikleri, diğer özel teraziler ile ilgili bilgileri ve birçok tablo ve diyagramı ihtiva etmektedir.
Bu eser, ortaçağda yazılan en ünlü mekanik kitaplarından biridir; ancak terazi ve baskül yapımcılan, terazi kullanan tüccarlar ve kontrol memurları için bir el kitabı olmaktan öte gidememiştir. çünkü onu takip eden başka çalışmalar yapılmamış ve bu bilim dalı geleneksel ilimler arasında gelişemeyip kaybolmuştur. 2- Ez-zicü’l-mu’teberu’s-Senceri es-Sultani. Eserin bir nüshası Vatikan Sarayı’nda, diğer bir nüshası British Museum’da, bir ”seçmeler” nüshası, da Tahran Sipehsalar medresesi kütüphanesinde bulunmaktadır. ayrıca Süleymaniye Kütüphanesi’nde bizzat Hazini’nin Vecizü’z-zic adıyla yaptığı özetin bir nüshası vardır. Hazini, bu eserinde, gezegenlerin gözlenebilen ve hesaplanan durumlarını karşılaştırmış, aralarındaki ‘birbirine uymayan noktaları tesbit etmiştir: Eserdeki tablolarda, 1130 yılı dolaylarında. Yıldızların gökyüzündeki konuları ile Merv şehrinin enlemi bulunmakta, ayrıca takvim bilgileri, mübarek günler, hükümdar ve peygamberlerle ilgili tarihler de yeralmaktadır. 3. Risale fi’l-Alat. Astronomi aletlerine dair bir risaledir.
İdrisî
Sebte’de doğan İdrisî (1100-1166), coğrafya alanında önemli yapıtlar vermiş ve Müslüman bilginlerin ulaşabildikleri coğrafî bulguların, Sicilya’da yerleşmiş bulunan Normanlar aracılığıyla Batı’ya aktarılmasında etkin bir rol oynamıştır. Gençliğinde İspanya’yı, Portekiz’i, Fransa’nın Atlas Okyanusu kıyılarını, Güney İngiltere’yi, Kuzey Afrika’yı gezen ve henüz 16 yaşındayken Anadolu’ya da gelen İdrisî, bu araştırma gezileri esnasında değerli bilgiler toplamıştır. Yaklaşık 1145’te Sicilya’daki Norman kralı II. Roger’in (1101-1154) hizmetine girmiş ve yaşamının geri kalan kısmını onun Palermo’daki sarayında geçirmiştir. Kralın ölüm tarihi olan 1154’ten biraz önce, gümüşten bir Yer küresi ile Roger’in Kitabı adlı meşhur eserini tamamlayarak Krala takdim etmiştir. Bu kitap için hazırlanmış olan 70 paftalık Dünya haritası, o döneme değin bilinen Dünya’nın mükemmel bir tasvirini vermeyi amaçlayan kapsamlı bir çalışmadır ve bu nedenle haritacılık tarihinde önemli bir yer işgal eder. Bu haritalar incelendiğinde, Dünya’nın ekvatordan kuzeye doğru yedi iklim kuşağı ve bunları dik olarak kesen on boylam çizgisiyle 70 parçaya bölündüğü görülür. Her parçanın kapsadığı ülkelerin coğrafî özellikleri, madenleri, bitkileri, hayvanları, yolları vs. ayrıntılı bir şekilde anlatılmış olup, özellikle Akdeniz yöresi ve Balkanlar hakkında verilen bilgiler çok değerlidir. İdrisî bu kitabını hazırlarken, kendi gözlemleri yanında İbn Havkal’dan ve Kral II. Roger için seyyahlar ve tâcirler tarafından düzenlenmiş olan raporlardan yararlanmıştır.
İbn Tufeyl
(1106-1186) Endülüslü hekim, hukukçu ve filozof. Tam adı Ebu Bekir Muhammad ibn Abdul Malik İbn Muhammed İbn Tufeyl el-Kaisi el-Endulusi’dir. Latin dünyasında Abubacer olarak da bilinir. Tanınmış İslam filozoflarındandır. Granada yakınlarındaki Guadiks‘de doğdu ve İbn-i Bacce tarafından eğitildi. Fas‘da vefat etti.
Tufeyl Hayy bin Yakzan adlı felsefi romanın yazarıdır. Eserde bir adada tek başına kalan bir adamın hakikati keşfi anlatılır. Bu eseri önemli kılan noktalardan biri İslam felsefesinde ve dönemin doğabilimcilerinde sıklıkla karşılaşılan evrim fikrini içermesidir. Tufeyl eserde kendi evrim kuramını da şekillendirmiştir.
İbn Tufeyl, 1106’da Gırnata yakınlarında Vadiü’l-Aş’ta doğdu, 1186’da Merakeş’te öldü. İşraki felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerinden biridir. Uğraştığı ve önemli eserler verdiği başlıca konular, tıp felsefe ve gökbilimdi. Günümüze ulaşan ve bütün dünyada tanınmasını sağlayan eseri ise Hayy bin Yakzan yada diğer adıyla Esrarü’l-Hikmeti’l-Meşrikiye’dir. Dünya da felsefi romanın ilk örneği ve ilk “robinsonad” olan Hayy bin Yakzan, 14. yüzyıldan başlayarak dünyanın bütün belli başlı dillerine çevrilmiş, başta Robinson Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe olmak üzere birçok Batılı sanatçı ve düşünürü etkilemiştir. İbn Tufeyl’in yaşadığı dönemde (12. y. y. ) özellikle Endülüs’te pozitif bilimlerin yanında beşeri bilimler oldukça ilerlemişti. Ortaçağ Hıristiyan batı dünyasının aksine İslam-Endülüs toplumunda bilimsel bilgilerin Kur’an la uyuşacağına dair bir inanç vardı. Bu nedenle Endülüs’te gayri müslimlerin bilime olan katkılarına sırt çevrilmemekle birlikte Kur’an da ki hakikatler çerçevesinde bilime katkılar yapılıyordu. Özellikle tasavvuf alanında oldukça ilerlemiş olan Endülüs toplumu İbn Harabi, İbn Rüşt, İbn Tufeyl gibi mutasavvıflar yetiştirmiş ve bunların görüşlerinin etkisinde kalmıştır. Filozofların temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim e göre Allah’ın ilk yaratığı, yaratığın tohumu olan “akıl”; son yaratığı ise bu tohumun sahibi olan “insan” dır. Yaratığın amacı insandır ve insanda ruhun erdemi nedeniyle insandır. İnsan vücuduyla maddi dünyaya ruhi ile de manevi dünyaya bağlıdır. İnsan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir ve yaratılmış her şey insanın kullanımına tabii kılınmıştır. Bu temsilciliğin sorumluluğu da bütün insanlığa aittir. Bütün insanlık; her insanın kendisinde mevcut potansiyele ve olanakları harekete geçirmek ve onarlı gerçekleştirmek fırsatına sahip olduğunu göstermek gibi bir kolektif sorumluluk altındadır.
Endülüs’te yapmış olduğu girişimlerle Aristotelesçiliğin yeniden canlandırılmasında önemli bir rol oynamış olan İbn Tufeyl, 12. yüzyılın önde gelen düşünürlerinden ve devlet adamlarından biridir. Hayy ibn Yakzân adlı felsefî romanında, ıssız bir adada büyümüş olan Hayy ibn Yakzân adındaki bir çocuğun büyüyüp düşünmeye alıştıktan sonra, akıl ve sezgi yoluyla Tanrı’ya ulaşabileceğini göstermek istemiştir.
Romanın bir yerinde, Hayy ibn Yakzân komşu adaların birinden gelen, yani medeniyetten gelen Asâl adındaki birine buluşlarını anlatır ve akıl ve sezgi yoluyla Tanrı’ya nasıl ulaştığını gösterir. Sonra birlikte Asâl’ın geldiği adaya giderler ve Salâmân’la görüşürler; bu görüşmenin sonucunda yerleşik olan töresel dinin halk için daha faydalı olduğuna ve buluşlarını kendilerine saklamanın daha doğru olacağına karar vererek ıssız adaya geri dönerler; çünkü filozofların bilgi konusunda halk ile uyuşmalarının olanaksız olduğunu görmüşlerdir.
Batı’da 16. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve Aydınlanma Çağ’ında güçlenen deist (yaradancı) yaklaşımın, yani vahyin bildirdiği tanrı ve din anlayışını bir yana bırakarak aklın ve sezginin bildirdiği Tanrı ve din anlayışını benimseyen yaklaşımın hakim olduğu bu hikaye aslında yeni değildir; daha önce İbn Sînâ tarafından da işlenmiştir, ama kökleri Yeni Platoncu felsefenin biçimlendirildiği dönemlere kadar uzanmaktadır.
Pocock’un Philosophus Autodidactus (Oxford 1671 ve 1700) adıyla Latince’ye çevirmiş olduğu bu yapıt, daha sonra bütün Batı dillerine aktarılacak ve ilgiyle okunacaktır. Jean -Jacques Rousseau’nun (1712-1778) Emile’inde (1762) ve İngiliz romancı Daniel Defoe’nun (1660-1731) Robinson Crusoe’sinde (1719) Hayy ibn Yakzân’ın izlerini görmek olanaklıdır.
İbn Tufeyl’in Hayy ibn Yakzân’da, Aristoteles kozmolojisine geri döndüğü görülmektedir; bu dönüş, 12. yüzyıl Endülüs düşüncesinde Aristotelesçiliğin yeniden güçlenmesi ile açıklanabilir.
İbn Rüşd
(1126-1198) Endülüslü–Arap felsefeci ve hekim, bir felsefe, fıkıh, matematik ve tıp alimi. Kurtuba‘da doğdu ve Marakeş, Fas‘ta öldü. Endülüs’ün yetiştirmiş olduğu en büyük filozoflardan ve hekimlerden birisi olan İbn Rüşd, Aristoteles’in yapıtlarına yapmış olduğu yorumlarla Aristotelesçiliğin dirilmesini ve güçlenmesini sağlamıştır.
İbn Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir; dedesi Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar hanedanının Kurtuba’daki en yüksek dereceli hakimiydi. Babası Ebu El-Kasım Ahmed, aynı makamı Muvahhidler‘in 1146‘daki hakimiyetine kadar işgal etti.
Yusuf el-Mansur’un veziri İbn Tufeyl (Batı’da bilinen adıyla Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı. 1160‘ta Sevilla kadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas’ta birçok davaya baktı.
Aristo‘nun eserlerine şerhler ve bir tıp ansiklopedisi yazdı. Eserlerini 1200lerde, Yakob Anatoli Arapça’dan İbranice‘ye tercüme etti. En önemli orijinal felsefî eseri Tehâfüt-ül Tehâfüt (Çelişkilerin Çelişkileri / İnsicamsızlığın İnsicamsızlığı) ismini taşır ve Gazali‘nin Tehâfüt-ül Felâsife (Felsefelerin Çelişkileri / Felsefelerin İnsicamsızlığı) isimli kitabındaki kendiyle çelişme ve İslama mugayir olma iddialarına karşı Aristo felsefesini savunur. Faslu’l-makâl ve el-Keşf an minhâci’l-edille isimli iki risalesi de felsefe-din ilişkilerini konu alır.
Endülüs’ü 12. yüzyılın sonralarında yayilan fanatiklik dalgasıyla, sahip olduğu bağlantılar kendisini siyasî problemlerden uzak tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiş ve ölümünden kısa süre önce Fas’a gidinceye dek gözetim altında tutulmuştur. Mantık ve Metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu müteakip sansür döneminde kaybolmuştur.
Felsefesi: İbn Rüşt, Aristo’nun düşünce sistemini İslam ile kaynaştırmaya çalışmıştır. Ona göre İslam’la felsefe arasında bir çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla hakikate erişebileceğini düşünmüştür. Kainatın ebediyetine ve formların ezeliyetine (pre-extant) inanırdı.
Felsefenin temel konusunun varlık olduğunu, felsefenin varolanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemeye, açıklamaya çalıştığını savunan İbn Rüşt, bütün varlık türlerinin en tepesinde bulunan yüce bir varlık olarak Tanrı’ya yalnızca var olandan, beş duyu ile algılanıp akıl ilkeleri ile açıklanan varlıklardan yola çıkarak gidebileceğimizi belirtmiştir. Felsefenin, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri konu edinen disiplin olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle düşünce sisteminde felsefe, teolojiden önce gelir. Bununlu birlikte, felsefe ve teolojiden her birinin kendisine özgü bir fonksiyonu olduğunu söylemiştir.
İbn Rüşt en çok Aristo‘nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı’da pek çoğu unutulmuş, tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. 1150‘den önce Avrupa’da Aristo’nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı’da Aristo’nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn Rüşt’ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latince’ye tercümesiyle başlamıştır.
İbn Rüşt’ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği “Politika” dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de, İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşt’ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten, Aristo’nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant’lı Siger], [Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi‘ndeki) diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine “Şârih” (Yorumcu) ve Aristo’ya da “Filozof” diyecek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslam dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs‘teki serbest düşünce hayatının gurubunu işaret etmiştir.
Orta Çağ’ın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü, Dante İbn Rüşt’ü İlahi Komedya‘da diğer büyük pagan filozoflarla beraber, “iltifatın üne borçlu olunduğu” Limbo‘da tasvir etmiştir.
İbn Rüşt, Jorge Luis Borges‘in “İbn Rüşt’ün Arayışı” isimli hikayesinde trajedi ve komedi kelimelerinin anlamlarını ararken resmedilir.
Felsefecilerle kelamcılar arasında cereyan eden tartışmalarda, İbn Rüşd, felsefecilerin tarafını tutmuş ve Gazâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlıkları) adlı yapıtındaki görüşleri eleştirerek akıl yoluyla ulaşılan bilgilere güvenilebileceğini savunmuştur. İbn Rüşd’e göre, akıl ile vahiy çatışmaz ve bu nedenle, İlahî Hakikat’ın bilgisine götüren yollardan birisi de akıldır. İbn Rüşd’ün bu yaklaşımı, felsefecilerle kelamcılar arasındaki çatışmayı giderecek nitelikte olmasına rağmen, İslâm Dünyası’ndan çok Hıristiyan Dünyasında etkili olmuştur.
FEREC HUDUR: 1126 da Kurtuba’da doğan İbn-i Rüşd de bir Aristo bağlısı olup, ona göre biricik filozof Aristo’dur. Her türlü dini tesir ve kayıtlardan uzak olmasına rağmen Kuran ayetlerine Kuran’la ilgisi olmayan batıni yorum ve teviller getirmek suretiyle, Aristo felsefesine bağlı felsefi görüşlerini, İslam aleminde çeşitli sahalarda eğitim görmüş kimselere kabul ettirmeye çalışmıştır.
İbn-i Rüşd’e göre Felsefe ileri derecede eğitim görmemiş halk kitlelerinin anlayacağı bir konu değildir. İbn-i Rüşd’ün, temelde yaptığı şey, İslam’a bağlı olduğunu söyleyip, İslam’a saldıran diğer filozoflardan farklı değildir. Bu tür bir davranış içinde olan filozoflar, Kuran’ın yerine, filozofların felsefi sözlerini, Vahyin yerine, filozofların felsefi düşüncelerini, Peygamberin yerine, filozofun kendisini, Allah’ın Tevhidi yerine, Vahdet-i Vücut’çuluk v. s gibi iddialarla yaratıkların ilâhlaştırılması ile müşrikliği, Kuran’ın açık manası yerine, batıni mana iddialarını, kısacası Kuran öğretisine saldırmayı hayatlarının amacı olarak saymışlardır.
İddialarını kabul ettirmek amacıyla, felsefenin İslam dini dışında değil, İslam’ın içinde olduğunu, kendilerinin de birer Müslüman olduklarını söylemeyi kendilerince gerektiğinde ifade ederler.
İbn-i Rüşd’ün bu gibi iddialarıyla ilgili olarak kaynaklardan örnekler verecek olursam, şöyle ki: “İbn Rüşd’ün amacı, felsefi düşünme biçimi ile vahyi uzlaştırıp her ikisi arasında düşmanlık ve çelişki olmadığını kanıtlamaktı. Ona göre, aklın etkin rol almadığı bir din düşüncesi kabul edilebilir değildir. Kendisinin orta yolu temsil ettiğine inanıyordu. Hikmet (felsefeyi kast ediyor) ve Şeriat, biri diğerine muhtaç iki düşünme ve bilgilenme yöntemidir; her iki tarza muhtaç insanlar var. Din ve felsefe, aynı memeden süt emen iki kardeştir. . . ” “. . . İbn Rüşd kendisine Muallim el-Evvel adını verdiği Aristo’nun hakikate vahiy olmaksızın ulaştığına inanıyordu. Onun gözünde Aristo, hikmeti kavramada adeta erişilmez doruk noktasını temsil ediyordu. ”
İbni Rüşd, Farabi ve Ibni Sinaya oranla Aristo`ya daha sadakatla bağlanmıştır. Aristo`nun düşündüğü tanrı inancını Vahiy islamının bildirdiği bir ve gerçek Allah inancıyla aynılaştırmaya çalışır. Bunu yaparken de Allah inancını tevil edip, Aristonun düşündüğü Tanrı inancına yaklaştırma gayretinde bulunur.
İbn Rüşde göre Farabi ve Ibn Sina Tanrının şekil verici özelliğe sahip olduğunu söyledikleri için yanılmışlardır. Çünkü şekil vermekte yoktan bir şey yaratmaktır. Ibn Rüşd bunu akla aykırı bulur. Bundan hareketle üç ezeli varlığın olduğunu iddia eder. Bunlar; Tanrı, Madde ve Şekil`dir.
Ibn Rüşd Aristo`nun Madde-Form kuramını benimser ve Tanrının varlık üzerindeki tek etkisinin ilk hareketi vermekle sınırlı olduğunu belirtir. Ona göre Tanrı (muharriki evvel) kainata ilk hareketi verendir. Ondan sonra kainat kendi kendini idare edip yönetmiştir.
Daha önce belirttiğim gibi, din ve felsefe bir birlerinden kesin olarak ayrı olup, bir birleriyle bağdaşması mümkün olmayan hususlar ihtiva etmektedirler. Ayrıca, felsefi düşünceyle tefekkürde bir birlerinden ayrı hususlardır, İslam açısından tefekkür, Vahye bağlı kalınarak yaratılış ve yaratıcı konusunda düşünmektir, felsefi düşünce ise vahiy dışında kalınarak şahsi düşünceyle gaybı bilme iddiasıdır. Bu ise İslam’a göre imkansızdır. İbn-i Rüşd’ün, Aristo için vahiy olmaksızın hakikate ulaşmıştır demesi, İslam inancına göre, kabul edilmesi mümkün olmayan boş bir iddiadır, İslam inancına göre gaybi hakikatler ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilir. İnsan, gayb konusunda arayış içine girebilir fakat bu gaybi hakikatlere oluşması için yeterli olamaz, gaybi hakikatlere ulaşması ancak Allah’ın bildirmesine yani vahiy bilgisiyle bilgi sahibi olmasıyla mümkündür. Kuran’dan mealen : – De ki: “Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler. 27/65
Görüldüğü gibi İbn-i Rüşd’ün, Aristo için, vahiy bilgisi olmaksızın hakikate ulaşmıştır demesi, Kuran öğretisine göre kabulü mümkün olmayan bir iddiadır. İbn-i Rüşd’ün böyle bir iddiadan asıl amacı, anlaşılan odur ki, İnsanlara vahiy bilgisine ihtiyaç yoktur demek istemesinden kaynaklanmaktadır, İslam inancına göre, vahyi inkar, vahiy lüzumsuzdur demek küfürdür.
“Kitapları İbrani ve Latin dillerine çevrildikten sonra Batı’da yaygın olarak bir “İbn Rüşd Felsefeciliği (Averroisme) ortaya çıktı. Aristo’nun eserleri daima İbn Rüşd’ün şerhleri ile birlikte anılırdı. Ernest Renan ona “Şarih-i Azam : En büyük Şarih” unvanını verir. İtalya’da Pado İlahiyatında ise İbn Rüşd’e “Filozofların Emiri” denilirdi. Aristo felsefesine derin vukufiyeti ona “Aristo’nun Ruhu ve Aklı” denmesini hakkedecek kadar felsefe çevrelerinde teslim edilen bir gerçekti. Batı’da Ortaçağın en büyük filozofu kabul edilen İbn Rüşd’ün yüzyıllarca özgür düşüncenin sözcüsü ve dini inançlara karşı bir filozof şeklinde telakki edilmesi gayet anlamlıdır:”
“Acaba bir latin İbn Sina Sinacılığı var mıdır? Gilson bunun olamayacağını, çünkü bir Hıristiyan için, İbn Rüşd’cü olmanın İbn Sinacı olmadan daha kolay olduğunu ileri sürer. Ona göre İbn Rüşd her türlü dini tesirden uzaktır:”
Dinleri kabul etmeyen İbn-i Rüşd, işine geldiğinde dindar gözükmeyi ihmal etmez, Şöyle ki:“İbn Rüşd, hikmetin doğru ve kesin bilgi türünü temsil etmekle birlikte, dinin tamamıyla yerini tutamayacağını, hikmet ve felsefenin öğretemediği bilgileri ancak dinin öğretebileceğini söyler. ”
İbn-i Rüşd’ün bu şekilde söylemesi ancak insanları aldatmak amacıyladır. Zira Din ve Kuran konusunda söyledikleri başka türlü izah edilemez, şöyle ki :“Tanrı’yla birlikte Madde ve Suret’in ezeli olduğunu ve bu ezeliliğin “oluş” biçiminde açığa çıktığını söyleyen İbn Rüşd iddialarını ispatlamak için tevil edip anlamlarını değiştirdiği bazı ayetleri kullanır. İbrahim – 48 ve Fussilet – 11 ayetlerinin Allah’la birlikte başka ezeli varlıkların bulunduğuna delil olduğunu iddia eder. İslâm dışı ve muhalif iddialarını ispatlamak için çarpıtıp anlamını değiştirdiği ayetleri ileri süren İbn-i Rüşd, yeri geldiğinde kendi düşüncelerinin yanlışlığını gösteren ayetler karşısında, Kuran’ın sembolik olduğunu, bildirdiklerinin gerçek olmadığını ileri sürer. Örneğin, Ad diye bir kavmin olmadığını belirtir. Bu düşünceleri de kendi zamanından itibaren büyük tepkiler çekmiş, hatta bu nedenle bir çok defa zor durumda kalmıştır. ” “İbn Rüşd, cismani diriliş konusunda önceki filozoflardan biraz farklı özelliğe sahiptir. O, bazen bunu kabul ederken bazen de reddeder. O, cismani dirilişin dini açıdan mümkün olacağını ancak akıl ve felsefi açıdan imkânsız olduğunu belirtir. Bu nedenle halka karşı konuşmalarında dinin esasını kabul eder gibi görünür ve buna göre tavır takınırken, felsefi kitaplarında dinin birçok esasını reddeder. Cismani diriliş de bunlar arasındadır. ” Allah’la birlikte Madde ve Suretin ezeli olduğuna delil göstermeye çalıştığı, İbrahim – 48 ve Fussilet – 11 de şöyle denmiştir, mealen : – Sonra duman (gaz) halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: “İsteyerek veya istemeyerek (buyruğuma) gelin” dedi. “İsteyerek (buyruğuna) geldik. ” dediler. 41 Fussilet 11
Bahsi geçen ve meallerini yukarıda yazdığım ayetlerde, Allah’la beraber ezeli varlıklara delil teşkil edecek hiçbir husus yoktur. Göklerin ve yerin Allah tarafından, yoktan var edildiğini Kuran’ın başka ayetlerinde de görmek mümkündür. Kuran’dan mealen: – Allah, çocuk edindi, dediler. Haşa, O, yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir. 2/116
Görüldüğü gibi, Kuran öğretisine göre gökler ve yer, Allah tarafından yoktan var edilmiştir, yoktan var edilen hiçbir şeyin ezeli olamayacağı açıktır. Bir kimsenin aksini iddia etmesi halinde, iddia eden kimsenin iddiasını İslam dinine mal etmesi mümkün değildir.
Daha önce de belirttiğim gibi, İbn-i Rüşd, din ve felsefenin aynı memeden süt emen iki kardeş olduğu iddiasında bulunmuştur, fakat iddia ettiği iki kardeş arasında, İbn-i Rüşd açısından çok önemli bir fark vardır, öyle ki; ona göre Din mecazlardan yani benzetmelerden müteşekkil, kelimeleri açık ve anlaşılır mana ihtiva etmeyen bir öğretidir, bu benzetmeler aynı öğretideki asıllara dayanılarak anlaşılabilir, Ona göre ise din söz konusu olunca bu mümkün değildir zira iddiasına göre din hiçbir asıl ihtiva etmeyen bir mecazlar topluluğudur. Felsefe ise mecazlar ihtiva etmeyen ve dinin kendisiyle anlaşıldığı bir öğretidir, böylece asıl olanın felsefe olduğunu iddia eder. Şöyle ki:
“Aristoteles felsefesini İslâm dünyasına tanıtanların başında İbni Sina (980-1037) yer alır. Ancak, İslâm felsefesinin, özellikle Batı dünyası için en önemli düşünürü İbni Rüşt’tür (1126-1198). Onun felsefedeki çalışmaları, gerçekte, Aristoteles’in yaptıklarının yorum ve açıklamaları niteliğindedir. Kendisi Aristoteles’i hep “filozof” diye anar, öylesine bağlı ona. Onu bütün felsefenin doruğu özü sayar. Din – felsefe ilişkisi konusunda: Din, felsefenin mecazlarla anlatılmış genel olarak anlaşılır biçimidir diye düşünür. ”
Dinin bir mecazlar topluluğu olduğunu iddia eden İbn-i Rüşd, başka ifadelerinde ise bu sözleriyle çelişkili olarak dini Zahir – Batın diye ikiye ayırmaktadır ve bu ayırımı da kasıtlı yapmaktadır, zira ona göre dinin mecazları halktan cahil kimselere zahir mana ile yutturulmalı, seçkinler ise asıl olanın batın yani mecaz olduğunu bilmelidir. Bu ifadeler ise dini ciddiye almamanın; ret etmenin etmenin tipik ifadeleridir. Bu konudaki sözleri şöyledir: “Onun asıl doktrini, Kuran’da ve Hadis’te avamın (halkın çoğunluğu) anlamaya güç yetiremediği bir takım içeriklerin olduğunu ve bunları tevil ile ancak filozofların anlayabilecekleri düşüncesine dayanıyordu. O, avama bu anlamların zahir (dış) ifadelerini aşmamalarını şart koştu, bâtın (iç) anlamları kavrama işini seçkinlerin (havass) görevi saydı. ”
İbn-i Rüşd, Allah konusunda da Aynı görüştedir. Ona göre, Allah’ın varlık üzerindeki tek etkisi ilk hareketi vermekle sınırlı olup, kainatı asıl yöneten, Allah’tan sudur eden akıllardır. İbn-i Rüşd’ün din karşıtlığı ile İslam dinine olan saldırılarını belirtecek başka örnekler vermek mümkündür, fakat daha öncede belirttiğim gibi amacım detaylı bir felsefi eser meydana getirmek olmayıp, felsefe yoluyla İslam’a yapılan saldırıları örneklendirmek olduğu için vermiş olduğum örneklerin yeterli olduğu kanaatindeyim zira örnekleri çoğalttığımda temelde aynı iddiaların tekrarını vermiş olmaktan öteye gitmez.
İslam’a yapılan felsefi saldırılar yalnızca Farabi İbn-i Sina, Kindi veya İbn-i Rüşd tarafından meydana getirilmiş değildir. Bunların yanında, örneğin Ebu’l Alâ-Ma’ari, İbnu’l Mukaffa, Miskeveyk, İbn’ul Rovendi gibi diğer bazı kimselerde vardır, Şöyle ki:
“Kültür İslâm’ının entelektüel oldukça önemli etkilere sahip olan felsefe, sadece bahsettiğimiz bu filozofların ilgi ve düşüncelerinden ibaret değildir. En önemlilerinden örnek olarak bahsettiklerimizin yanı sıra, Hayyam gibi, İslâm hukukuna karşılık Roma hukukunu savunanlar olduğu gibi İslâm’a olan karşıtlığını yaşantısında göstermekle yetinmeyip, kendilerine bağlanan insanlar için bir din oluşturmaya teşebbüs eden Ebu’l Alâ el-Ma’ari gibileri de vardır. Resûlullah (sav)’ı ve Kur’an’ı Maniheist açıdan eleştirip, Kur’an’a nazire yazmaya çalışan İbnu’l Mukaffa, İslâm ahlakına karşılık felsefi bir ahlâk oluşturmaya çalışan Miskeveyh, alemin ezeliliğini iddia edip, Resûlullah (sav)’a küfretmeyi alışkanlık haline getiren İbn’ul Ravendi veya Allah’a inanmadığını açıkça ilan eden İbn Bacce gibileri de vardır.
Yazdığı Hayy bin Yekzan isimli kitabıyla meşhur olup, kitabında vahyin insanlar için gerekli olmadığını, insanların kendi akıllarıyla doğruyu elde edebileceğini savunan İbn Tufeyl veya peygamber, şeriat, ibadet konusunda alaycı ve ink3arcı Nasuriddin Tûsi, ve yahut Allah’ın sadece zihinde tasarlanan varlık olduğu, gerçeği olmadığını iddia eden Sadrettin Konevi’de İslâm Felsefesi’nin bünyesinde yerlerini alırlar.
CEZERİ
(1150 – 1220) Tam adı Bediüzzaman Ebu’l-İzz İsmail b. er-Rezzaz el-Cezeri’dir. Hayatı hakkında, kitabının girişindeki kısa açıklamanın dışında bilgi yoktur. 1181-1206 yılları arasında Amid’de (Diyarbakır) Artuklu hanedanının himayesinde bulunduğu söylenen Cezeri, 1205’te tamamladığı Kitab fi ma’rifeti’l-hiyeli’l-hendesiye adlı ünlü eseri Emir Nasirüddİn Mahmud’un isteği üzerine kaleme almıştır.
Cezeri lakabıyla şöhret bulmasının sebebi, Cezire (ada) denilen Dicle ile Fırat arasındaki bölgede doğmuş olmasıdır. Artuklu Türklerindendir. Diyarbakır’da dünyaya geldi.
Cezeri, İslam medeniyetinin oldukça ilerlediği, Doğu Anadolu’da kültür faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir devrede ilim ve imar işlerinde bir hayli ilerIeyen Artukoğulları sarayına girdi. Orada 32 yıl Reis-ül amal (başmühendis) olarak görev yaptı. Nureddin Muhammed (1167) ve onun oğulları Kutbeddin Sökmen (1185) ile Nasüriddin Mahmud’un (1201) hükümdar oldukları dönemlerde büyük hizmetlerde bulundu. Karaaslan tarafından Hısn Keyfa’da inşa ettirilen muhteşem köprü ile onun altındaki çarşı, han, hamam ve mahallelerin imarında emeği geçti.
Cezeri, sadece otomatik sistem kurmakla yetinmeyip, otomatik olarak çalışan sistemler araşında denge kurmayı da başarmıştır o Aradan 800 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra sibernetiğin babalarından sayılan İngiliz Nöroloji Profesörü Dr. Ross Ashby, ancak 1951’de ” Üstün Denge Durumu”nu ortaya atabilmiştİr. Ve ancak ilk defa o zaman otomatik olarak işleyen sistemlerin üstünde bunları kontrol eden sistemlerden söz edebilmiştir. Her ne kadar Fransızlar, sibernetik ve elektronik sistemin Descartes (1596-1650) ve Pascal’la (16231662), Almanlar Leibniz’le (1646-1716), İngilizler de Roger Bacon’la (1214-1294) başladığını söylerlerse de, gerçekte Cezeri, bu fikri, ilim dünyasına takdim eden ilk bilgin olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugün fizikçi ve mekanikçiler, ”Isı Etkisiyle Haberleşerek Denge Kurma” sistemini ilk defa olarak James Watt’ın (1760-1819) 1780’de regülatörü icad etmesiyle gerçekleştirdiğini söylerler. Bu doğru olmakla birlikte, bunun Cezeri’ye kadar dayandığı kitabından rahatlıkla anlaşılacaktır. Günümüzden 800 yıl önce, bugünkü Diyarbakır yöresinde yaşayan Artuklu Türklerinin hükümdarı Mahmud, ”Ben abdest alırken ayaklarıma su döken hizmetçilerimin bana hakları geçiyor” diye düşünerek rahatsız olur. Ve sarayın başmühendisinden bu işe bir çare bulmasını ister. Bir Süre sonra mühendis, abdest suyu döken bir robot yapmayı başararak, bunu hükümdara sunar. Robot, elinde tuttuğu testiden hükümdarın abdest alabileceği şekilde elini, kolunu oynatarak su dökebilmektedir. O güne kadar görülmemiş bu mühendislik harikası karşısında hükümdar, hayretler içinde kalır. Bu eserin mucidi Cezeri’den başkası değildir. Hükümdar, onun çalışmalarına büyük destek olur. Cezeri de kendi kendine öten tavus kuşları, robot filler, uzatılan bardaklara şerbet döken, bardak dolduğu zaman da kendi kendine duran kadın robotlar gibi 50 değişik buluşla hükümdarın bu desteğinin karşılığını fazlasıyla verir.
CEZERİ’Yİ İLİM DÜNYASINA TANITAN ESERİ: Cezeri’yi üne kavuşturan husus, sibernetik ve elektronik sistemle ilgili robotlar , makineler yapması ve bunlan eserinde tarif etmesidir. Cezeri’nin meşhur eserinin adı ”Kitabü’l-Cami Beyn’el-İlmi ve’l-Ameli en Nafi fi Sınaati’l-Hiyel=”Mekanik Hareketlerden mühendislikte Faydalanmayı İçine Alan Kitap”tır. Eserin daha başka değişik isimleri de vardır. Kitabın orijinali, günümüzde mevcut değildir. Fakat 5 tanesi Türkiye’de bulunmak üzere bütün dünyada bilinen 15 kopyası vardır. Türkiye’dekilerin 4’ü Topkapı, biri de Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir. Eser, zamanın ilim dili olan Arapça ile kaleme alınmıştır. Eserin nüshalarından birisi Topkapı Müzesi 3. Ahmed Kütüphanesi’nde 3472 numarada kayıtlıdır.
Prof. Dr. Kazım Çeçen, Köprü Dergisi’nin Eylül-1982 sayısında yazdığı makalede, eserin mühendislik açısından çok büyük değer taşıdığını ifade etmektedir. Kitap, altı kısma ayrılmış olup, ilk dört kısmı onar, son iki kısım da beşer bölümden meydana gelmektedir. Bu kısımlar; su saatleri ve kandil saatleri, ziyafetlerde kullanılan kaplar ve sürahiler, el yıkama ve kan alma için kullanılan kaplar, çeşmeler ve mekanik yollarla hareket eden (otomatik) müzik aletleri, su pompalayan makineler, muhtelif aletler üzerinedir. Kitapta her aletin şekli renkli mürekkeplerle çizilmiş ve çalışması ayrıntılı olarak izah edilmiştir. Bu ayrıntılar da çeşitli renklerle gösterilmiştir. Ayrıca, şekillerde Arap harfleri kullanılarak bazı parçalar işaretlenmiş ve metinde bunlara göndermeler yapılarak, açıklamaların anlaşılması kolaylaştırılmıştır. bazı nüshalarda ise bu harflerin ebced değerleri göz önüne alınmış, bazılarında da henüz açıklanamayan gizli bir harf sistemi kullanılmıştır. Metinde, aletlerin sonra, imal sırasına göre parçaların teker teker anlatılarak bunların montaj usulü açıklanmış ve en sonra o aletin çalışması hakkında bilgi verilmiştir.
Su ve kandil saatleri, Cezeri’nin gücünü ifade eden karmaşık aletlerdir. Su terfi makineleri ekonomik yönden daha önemli olmakla beraber, kitapta bunlara saatler kadar önem verilmemiştir. Metal döküm tekniğine ait bilgiler, ileri bir mühendislik seviyesini ifade etmektedir. Cezeri’nin aletleri yer çekimi kuvvetiyle çalışır ve bu kuvvet, düşürülen bir ağırlık, boşalan bir kaptaki şamandıra veya batan bir cisimle elde edilir. Cezeri, kullandığı makine parçalarını ve imal usullerini de en ince ayrıntılarına kadar tanımlamıştır. Büyük bir kısmı bugünkü Avrupa mühendislik terminolojisine giren makine parçaları üzerine yaptığı çalışmaların en önemlileri şunlardır: Konik vanalar, kapalı kum kutularında pirinç ve bakır döküm, tekerleklerin balansı. Cezeri’nin mühendislik harikaları kağıttan maketlerinin yapılması, su akıtan savakların ayar edilmesi, çarpılmayı en az indirmek için ahşabın tabakalar halinde kullanılması, gerçek anlamda emme borusunun kullanılması, suyunu belli bir zaman aralığı ile boşaltan kaplar ve daire sektörü dişliler. Bunlardan bir kısmının yüzyıllar sonra Avrupa’da adeta yeniden keşfedildiği, bilinen tarihi bir gerçektir. Mesela, kapalı kum kutuları ile döküm, Avrupa’da 1500 yıllannda başlamıştır. Konik vanalardan ilk söz eden Leonardo da Vinci’dir. Su saatinde seviye kontrol cihazına benzer ve buhar kazanlarında kullanılacak bir aletin patenti, İngiltere’de 1784 yılında alınmıştır. Cezeri’nin makinelerinden sadece biri, su çarkı ile işleyen tulumba, modern mühendisliğin gelişmesine doğrudan doğruya katkıda bulunmuştur. Bu makine, a) Çift etki ilkesinin uygulanması, b) Dönme hareketinin ileri-geri hareketle çevrilmesi, c) Emme borusunun bilinen ilk kullanılışı olmasından dolayı çok önemlidir. Dolayısıyla, buhar makinesinin ve emme basma tulumbanın ilk ömeği sayılabilir. Söz konusu makinede, akan suyun çevirdiği çark, düşey düzlemde bir dişliyi, bu dişli de yatay düzlemdeki diğer bir dişliyi döndürmektedir. Yatay dişlinin çevresine yakın bir yerde düşey bir pim bulunmaktadır. Bu pime ortası yarık ve diğer ucu yine bir pimle sabitleştirilmiş bir çubuk geçirilmiş ve bu çubuğa da tulumbalanın piston kolları bağlanmıştır. Yatay diş dönünce yarık çubuk açısal bir hareket yapmakta, piston kolları da ileri-geri gidip gelerek tulumbaları çalıştırmaktadır.
Cezeri, kendisinin, Helenistik çağdan XIII. yüzyıla kadar uzanan bir mühendislik geleneğinin İslam dünyasındaki bir devamı olduğunun bilincindedir. İslam dünyasında Musaoğuları (bk. BENİ MUSA) ile başlayan bu gelenek, Cezeri’de zirveye ulaşmıştır. Cezeri, kendi yaptığı abidevi su saatinin Pseudo-archimedes’in yaptığı su saatine dayandığını söyler. Kitabının dördüncü kısmında, çeşmeler üzerindeki çalışmaları sırasında, Musaoğulları’ndan ve ayrıca Bizanslı Apollonios’un otomatik müzik aletleri üzerine yazdığı eserden de bahseder. Bu arada, kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen aletleri de zikretmiştir. Cezeri, esas itibariyle bir mucit değil, bir mühendistir ve görevinin kendinden öncekilerin yapmış oldukları aletleri mükemmelleştirmek olduğu kanaatindedir. Bu noktadan bakıldığında, eserinde, teori ile pratiğin eşit ağırlıkta olduğu, hatta bazı yazarlara göre aletleri yapmak için gerekli pratik bilgi ve kuralların ağır bastığı hissedilir. Gerçekten de O, çalışmasının pratik hayatta işe yarar bilgiler türünden olduğunu özellikle belirtir.
Cezeri’nin yaşadığı çağda elektrik gücü, magnetik güç, foton etkisi veya elektromagnetik güçler bulunmadığı için, o elindeki imkanları değerlendirmesini bilmiş, su gücü ve basınç tesirinden faydalanma yoluna gitmiştir. Gerçekten başka imkanlar bulunmadığı, su da kıt olduğu halde, bu derece muhteşem hidromekanik sistemle çalışan makineler yapabilmiş olması, onun sibemetik ilmi alanındaki yerini ve değerini göstermeye yetmektedir. Cezeri’nin tarif ettiği bazı makinelerin pratik faydaları oldukça büyüktür. Bunlardan bir kısmı, bir mil (eksen) boyunca yer alan dişlilerle çalışan bir nevi tulumbadır. Tulumba, bir sürü kepçeyi sırayla hareket ettirerek suyu çıkarmaktadır.
Bazı makinelerin ise yalnızca eğlendirici tarafı vardır. Mesela, içinde su varmış gibi görünmesine rağmen suyu boşaltılamayan su kapları ve içi boş gibi görünüp, su akıtan kaplar gibi. Günümüzde bu kaplarda kullanılan prensiplerden faydalanılarak bir kısım oyuncaklar yapılmaktadır. Hem eğlendirci, hem de faydalı olan bu cihazlara, çeşme ve su saati örnek gösterilebilir. Cezeri’nin saatlerinin çalışma sistemi ise, çoğunlukla aynı mil üstündeki bir gösterge ile üstünden, ucuna ağırlık asılı bir kayış geçen, kasnak biçimindedir. Ağırlığın düşüş hızı, yüzen bir cisimle kontrol edilmektedir. Yüzen cisim, kayışın öteki ucuna tutturulmaktadır. bazı durumlarda da devrilebilen bir kova, otomatik olarak dolmakta ve devrilince bir mandalı iterek, dişlinin bir diş ilerlemesini sağlamaktır.
DEĞERİ YENİ ANLAŞILAN BİLGİN: Kitabü’l Hiyel, 1974 yılında Dortrecht ve Boston’da “AI-Jazari’s Book of Knowledge of İngenious Mechanigal Devices” adıyla Donald R. Hill tarafından İngilizce’ye tercüme edildi. Eserin bazı parçaları da Almanca’ya çevrildi. Maalesef kendi ilim adamımızın bu kıymetli eserini henüz Türkçe’ye tercüme edebilmiş değiliz. Bundan dolayı da otomatik makinelerin çalışması hakkında detaylı bilgiye sahip bulunmuyoruz. Cezeri’nin, kitapta tarif ettiği makinelerden birkaç tanesi, Wiedemann tarafından yapıldı ve başarıyla işletildi. Makineler, halen Almanya’nın Erlangen Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Aynı zamanda bugün, İngiliz ve Amerikalılar da bu makinelerden faydalanarak yeni eserler ortaya koyma çabasındadırlar.
Ayrıca, ülkemizde İTÜ Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü, Cezeri’nin kitabındaki şekillerin aslına sadık kalarak, tavuskuşlu su saatini yapmayı gerçekleştirmiştir.
Cezeri’nin yaptığı makine parçalarının bir kısmına kendisinden 200-350 yıl sonra yaşayan Giovanni de Donti ve Leonardo da Vinci’de rastlanmaktadır.
Son söz olarak diyebiliriz ki, Cezeri, ilim tarihine sibernetiğin kurucusu olarak kaydolmuştur. “
EL HARİZMİ
ÇAĞMİNİ, MAHMUD BİN MUHAMMED BİN ÖMER EL HARİZMİ (? – 1221) Türk gökbilimcisi. İran ve Irak’taki gözlemevlerinde çalışmış olan El Harezmi döneminin en önemli gökbilimcilerinden birisidir. Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulan “Gökbilime İlişkin Özet Kitabı” adlı kitabının yanı sıra “Yıldızların Güçleri ve Zayıflıları” adlı bir kitabı daha vardır.
El-Kazvini
Zekeriya bin Muhammed El-Kazvini (1203-1283) Küçük Zekeriya, günbatımıyla birlikte, dağın eteklerinden eve dönüyordu. Yanından hiç ayırmadığı Kur’ân, boynuna asılı
torbasındaydı. Diğer çobanlar gibi, onun da, dayandığı bir değneği vardı. Yirmiye yakın küçükbaş hayvandan oluşan sürüsü, sağa sola sapmadan onu izliyordu.
Eve vardığında, avlu kapısını açan Zekeriya, hayvanların birer birer ağıla girmelerini bekledi. Hayvancıkların avluya girerken gösterdikleri telaş, belki de ağılda kendilerini bekleyen su teknesine bir an önce kavuşmak içindi. Sabahtan beri otlayan hayvanlar,
ağıla döndüklerinde, iyice susamış oluyorlardı.
Zekeriya, babası ve annesiyle orta halli bir evde yaşıyordu. Avlu duvarları, dağdan getirildiği belli olan taşlardan örülmüştü. Anne baba, akşamları, küçük oğullarının dönüşünü sabırsızlıkla beklerlerdi. Zekeriya, sürüyü ağıla sokar sokmaz, yanlarına giderek selâm verdi. Pabuçlarını çıkartıp yanlarına oturdu. Hemen her gün, sabahtan akşama dek dışanda kalmak, Zekeriyâ nın tenini iyice esmerleştirmişti. Ama yanaklarında, çocuklara özgü tatlı bir kırmızılık vardı. Boynundaki torbayı çıkartıp içindeki Kurân’ı öptü ve odadaki tahta sandığın üzerine koydu. O sırada annesi, tüm sevecenliğiyle seslendi: -Sana sıcak bir çorba ve yiyecek bir şeyler hazırlayayım yavrum. Camiye daha sonra gidersiniz. Zekeriya, nazik bir tonda karşılık verdi: -Henüz acıkmadım anneciğim, önce bugün ezberlediğim âyetleri babama okumak istiyorum. Bu yanıt, babasının hoşuna gitmiş olmalıydı ki, gülümseyerek şöyle dedi: -Allah izin verirse, ileride büyük bir hukuk bilgini olacaksın oğlum. Tıpkı burada, Kûfe, Basra, Bağdat ve Medîne’de yaşamış hukukçu dayıların ve amcaların gibi olacaksın. Şimdi, bugün ezberlediklerini oku bakalım. Ama kurallara dikkat et! Henüz on yaşında olan Zekeriya, Enâm Sûresini okumaya başladı. Bu sûreyi, gündüz hayvan otlatırken ezberlemişti. lyi bir Kurân hâfızı olan baba, küçük oğlunun okuduklarını ezberinden kontrol ediyor, Kur’ân’a bakma gereği duymuyordu. Küçük Zekeriya, o gün ezberlediklerini, tek bir hata bile yapmadan okumayı başarmıştı. Baba, oğlunun başını okşayarak şöyle dedi: -Aferin yavrum! Ne güzel ezberlemişsin! Haydi şimdi camiye gidelim.
AKŞAM DERSİ: Küçük Zekeriyânın babası Muhammed, Kazvin şehrinin büyük camilerinden birinde, vâiz olarak görev yapıyordu. Bu cami, bir zamanların büyük hükümdarı Harûn er-Reşîd tarafından yaptırılmıştı. Muhammed, şehrin tanınmış bilginlerinden biriydi. Küçük Zekeriya, akşam namazını babasının arkasında kıldı. Cami cemaati çiftçiler, çobanlar, kumaş tüccarları, halı tacirleri ve kabzımallardan oluşuyordu. Namazın ardından cemaat, vâizin çevresinde bir halka oluşturarak oturdu.
Baba Muhammed, o akşam için hazırladığı derse başladı. Dersin konusu, göklerin ve yerin yaratılışı ve canlıların özellikleriydi. Küçük Zekeriya, babasının anlattıklarını dikkatle dinliyor, ara sıra da cemaate bakıyordu. Cemaatte bulunanların hemen hepsini tanıyor, mesleklerini biliyordu. O gece, babasının anlattıkları, Zekeriyi’yı çok etkilemişti. Içinde yeryüzünü, gökyüzünü ve bu ikisinde yaşayan canlıları öğrenmeye dönük büyük bir merak uyanmıştı. Akşam dersi sona erince, müezzin, yatsı ezanını okumaya başladı. Ezanın ardından, hep birlikte kalkarak yatsı namazına durdular. Namaz bittikten sonra, baba oğul, camiden ayrılarak evlerinin yolunu tuttular.
VERİMLİ OTLAKLAR: Zekeriya, ertesi sabah erkenden, küçük sürüsünü yeşil otların bulunduğu otlağa götürmek üzere, yola çıktı. Annesinin hazırladığı azığı çıkınına doldurmuştu. Ekmek, zeytin, peynir, kavurma ve birkaç meyveden oluşan azık, onun öğle yemeği olacaktı. İçinde Kur’an bulunan torbası da boynundaydı.
Zekeriya, o gün de sürüsünü, bol ot bulunan otlağa götürecekti. Otlağın bir yanında serin gölgeli büyük bir dut ağacı, yakında da suyu soğuk ve tatlı bir pınar vardı. Yakındaki dağların hemen hepsinde, buna benzer tatlı su kaynakları vardı. Kurşun rengine çalan ufukta asılı gibi duran yırtıcı kuşlar uçardı. Şahinler, kartallar ve diğerleri. . . Daha aşağılarda ise güvercinler ve serçeler uçuşurdu. Otlağın bulunduğu dağ, Kazvin ile Hazar Denizi arasında uzanan sıradağların bir parçasıydı. Küçük Zekeriya, bu dağın doruğuna tırmanıp öbür tarafına bakmayı çok isterdi. Geceleri ise hayâllerini, yıldızlarla gezegenler arasında uçabilmek süslerdi. Yüreği, evrenin gizlerini öğrenme arzusuyla, yanıp tutuşuyordu.
KAZVİN KENTİ: Kazvin kenti, deniz seviyesinden 500 metre yüksekte geniş bir ova üzerine kurulmuştu. Elburz Dağları’ndan çıkan irili ufaklı birçok akarsu, kentten geçerdi. İlkbahar, sonbahar ve kış mevsimlerinde inen yağmur suları, şehir çevresinde birikerek pirinç ekimine olanak verirdi. Kazvin’in çevresi ormanlarla kaplıydı. Dağların eteklerinde bulunan verimli otlaklar, her türlü hayvan yetiştirmeye uygundu. Küçükbaş hayvanlardan elde edilen yünler, kentte dokumacılık sanatının gelişmesini sağlamıştı. Bunun dışında hayvansal ürünler de kentin ticaret hayatında önemli bir yer tutardı. Kenti çevreleyen
bağlarda bol miktarda bulunan dut ağaçları, ipek kozacılığının gelişmesini sağlamış ve kentte ipekçiliğin büyümesine neden olmuştu.
Kazvin kentinin yünlü ve ipekli dokumaları, o dönemde her yerde tutulur; Anadoludan gelen birçok tüccar, bu dokumaların ticaretiyle uğraşırdı. Kent, bugün olduğu gibi, o dönemde de İran toprakları içinde bulunuyordu. Kazvin, coğrafî olarak Rey şehrinin kuzeybatısına düşer. Modern Tahran’ın güneybatısında bulunan kent, bugün hayâlet şehir görünümündedir.
Kazvin halkı, hicrî birinci yüzyılda yapılan fetih hareketleri sırasında İslâm dinine girmiş ve şehre yerleşen Arap ailelerinin katkısıyla İslâm kültürü zenginleşmişti. Göçle gelen ailelerin çocukları, şehrin yerlilerinden sanat öğrenirken, onlar da bu yeni insanlardan İslâm dininin inceliklerini öğrenmişlerdi. Babasının söz ettiği üç yıl çabucak geçmiş ve on altı yaşına basan genç Zekeriya, din ve dil bilimlerinde önemli mesafeler almıştı. Baba, genç oğluna verdiği sözün bilinciyle, bir gün onu karşısına alarak konuşmaya başladı: -Oğlum, sana verdiğim sözü yerine getirmenin zamanı geldi. Bu ilkbaharın başında, birlikte yola çıkacağız. Dağı aşıp Hazar kıyısına ineceğiz. Bunu duyan genç adam, sabırsızlıkla ilkbaharın gelip karların erimesini beklemeye koyuldu.
HAZAR DENİZİ: Karlar erimiş ve ilkbahar gelmişti. Genç Zekeriya, bir sabah babası Muhammed’le birlikte, bazı yerlerde 5. 600 metre yüksekliğe ulaşan Elburz Dağlari nı aşmak üzere yola çıktı. Uzun bir yolculuğun ardından dağı aşmış, Hazar sahillerine inmeye başlamışlardı. Denizi ilk gördüklerinde Muhammed, genç oğluna dönerek
şöyle dedi:-İşte oğlum, yıllardır özlemiyle yanıp tutuştuğun o büyük deniz! Daha doğrusu, dünyanın en büyük gölü! Hazar, dört yanı karayla çevrili en büyük su parçasıdır. Derinliği bazı yerlerde yirmi sekiz metreye ulaşır. Çevresinde dilleri ve dinleri farklı birçok topluluk
yaşar.
Hazar’ın tuzluluk oranı en yüksek olan deniz ve alanının da 424. 242 kilometre kare olduğunu, doğal olarak söylememişti. Genç Zekeriya, babasıyla birlikte yük ve yolcu taşıyan bir gemiye bindi. Gemi, Hazar Denizi’nin Bakû, Astrakhan gibi limanları arasında sefer yapıyordu. Meraklı genç, bu yolculuk sırasında, balıkçıların kurdukları ağları ve havyar üretiminde en çok yeğlenen balık türlerini gördü. ayrıca birçok küçük adayla birlikte, bu büyük denize dökülen dört büyük nehri, yani Volga, Ural, Kora ve Türk nehirlerini de gördü. Yolculuk sırasında en fazla yakındığı konu, yüksek ısı ve nem oranıydı. Geceleri hayli zevkli geçen yolculuk, gündüzleri çekilmez oluyordu. Genç Zekeriya’nın bu ilk yolculuğu, sonbaharda, Reşt şehri üzerinden Kazvine dönnıesiyle son buldu. Dönüş yolunda da dorukları karla kaplı Kafkas Dağları’nı görme olanağı bulmuştu.
KARAR: Muhammed, oğluyla birlikte yaptığı bu yolculuğun ardından, geri dönüşü olmayacak bir karara vardı: Ailesiyle birlikte Kazvin’den ayrılarak Bağdat’a yerleşmek. Çünkü Moğollar Afganistan, Horasan, Türkistan, Harzem ve Güney İran’ı işgal etmişlerdi. Çok yakında Hazar Denizini kuşatmaları kaçınılmazdı. Böylelikle Hazar, bir Moğol denizine dönüşecekti. İşgalci Moğolların başkentleri, Orta Asya’da bulunan Karakum şehriydi. Baba, bu kararını açıkladığı zaman, ilk olarak oğlu Zekeriya karşı çıktı. Doğup büyüdüğü bu güzel şehirden ayrılmak, genç adamın hoşuna gitmemişti: -Yola çıktığımızda Moğolların büyük lideri Cengiz Han ölmüştü. Moğol tehlikesi kalmadı ki! Bilgili ve deneyimli baba, genç oğluna karşılık verdi: -Oğlum, boş umutlara kapılarak kendini kandırma. Birçok kimse de senin gibi düşünüyor. Ama şunu bil ki, Moğollar göçebe bir topluluktur ve hâlâ çok güçlüler. Çekirge sürüsü gibi, her yeri kuşatacak ve her şeyi tüketecekler. Dağınık ve bölünmüş halde yaşayan Müslüman devletler, onların ayakları altında ezilecektir. Azerbaycan, Cürcan, Anadolu, hattâ Balkanlar bile bu saldırılardan
paylarına düşeni alacaklardır!
TANRI’NIN EVRENİ: Genç Zekeriya, Bağdat’ta “Kazvini” lakabıyla tanındı. Dört İslâm mezhebinin kaynaklarını, temel din bilimlerini inceledikten sonra, yirmi yaşında yargıç olmaya hak kazandı. Ama Zekeriya, başka bilimlerin büyüsüne kapılmıştı. Yıldızbilim, bitkibilim, yerbilim, metalbilim ve yaşambilim, bu bilimlerin başını çekiyordu. Genç adam, gece gündüz evren üzerinde düşünüyor, yeryüzünün gizlerini ve derinliklerini merak ediyordu. Bütün dağları, ırmakları, vâdileri ve denizleri, nehirlerin nerelerden doğup nerelerde denize karıştıklarını görmek istiyordu. Yeryüzünde yaşayan toplumları, görmediği canlıları, kuşları, balıkları ve böcekleri incelemek istiyordu. Daha da ötesinde uzayın derinliklerini, yıldızları, gezegenleri ve bulabileceği uzay taşlarını incelemek istiyordu. Babasıyla baş başa kaldığı bir gün, içini kemiren bu özlemi dile getirdi. Anlayışlı babası gülümseyerek şöyle dedi: -Oğlum, sözünü ettiğin bilimler, bugüne dek birçok bilginin ulaşmaya çalışıp tam olarak çözemedikleri bilgiler olarak görünüyor. Evrende bulunan canlı cansız bütün varlıkların özelliklerini ortaya koymak, bugüne dek birçok bilginin amacı olmuş; ama hiçbiri bu amacına tam olarak ulaşamamıştır. Sen bütün bunları öğrenmek istiyorsun. Yanılmıyorum değil mi? -Evet baba, tam olarak bunu istiyorum! -Öyleyse yapman gereken iki şey var: İlki, bütün bölgeleri kapsayan yolculuklara çıkman; ikincisi de, bu bilimlerle ilgili daha önce yapılmış araştırmaları bir bir gözden geçirmen. Doğal olarak bunun da bir şartı var: Evlenip yuva kurma konusunda sabırlı olmak. Çünkü evlilik, belli bir yere bağlanmayı ve birtakım sorumluluklar üstlenmeyi gerektirir. Genç adam, yeryüzünü ve onun gizlerini öğrenmekte kararlıydı. Bu nedenle, evlilik konusunda sabırlı olmaya çoktan hazırdı.
SİYASETTEN UZAK DUR!: Zekeriya, “Bilgi Evi”ndeki araştırmalarına ağırlık verdi. Kütüphanede bulunan yerbilim, coğrafya ve yıldızbilimle ilgili kaynakları taradı. Bu bilimlerin topluca yer aldıkları hiçbir kaynak kitap yoktu. İncelediği kitaplar arasında Aristo, Batlamyus ve Aristarkos gibi Grek (yunan) bilginleriyle Birüni, İbn Heysem ve İbn Sînâ gibi Müslüman bilginlerin kitapları da vardı. İncelediği kitaplarda yer alan
bilgileri, belli başlıklar altında düzenliyor; çelişki ve tutarsızlıklan olabildiğince gidermeye çalışıyordu. Bu çalışmaları sayesinde, farklı toplumların miras bıraktıkları bilgileri, kendi süzgecinden geçirerek derlemiş oldu. Genç bilgin, bu titiz tarama ve inceleme sürecinin ardından yola çıkmaya karar verdi. Okuduklarını bizzat görmek ve kitaplarda
görmediği yerleri görerek öğrenmek amacıyla, uzun bir geziye çıkmak istiyordu. Çok geçmeden bu kararını babasına ve kardeşlerine de açıkladı. Onu her zaman özendiren babası şöyle dedi:-Oğlum, gittiğin yerlerde siyasetten uzak dur. Siyaset, bilgine
yakışmaz. ayrıca kötü bir zamanda yaşıyoruz. Kimsenin can güvenliği yok. Bir jurnalcinin iftirasıyla Moğol yöneticilerinden birinin eline düşebilirsin. Bağdat’a sağ salim dönmek için, bu öğüdümü kesinlikle unutma! Genç Zekeriya, yolculuk için gerekli hazırlıkları, ailesinin de katkılarıyla tamamladı. Yanına aldığı kitaplar arasında, gideceği bölgeleri anlatan kaynaklar da vardı. Bir sabah ailesi ve dostlarıyla vedalaşan Zekeriya, uzun zamandır hazırlandığı yolculuğa çıktı.
BAĞDAT’A DÖNÜŞ: Zekeriyâ’nın bilim aşkıyla çıktığı ilk yolculuk, yaklaşık on yıl sürmüştü. Bu uzun yolculuğu sırasında İran, Horasan, Afganistan, Orta Asya, Harizm, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan bölgelerini gezmişti. Buraların çoğu, Moğol yönetiminde bulunan topraklardı. Dönüşte de anavatanı Kazvine uğrayarak çocukluğunda
namaz kıldığı Hârûn er-Reşîd Camisinde namaz kılmış, bir zamanlar hayvan otlattığı otlakları dolaşmıştı.
Bağdat’a döndüğünde otuz yaşlarını aşmış olan Zekeriya, bu gezisinde, daha önce hiç görmediği dağlar, ovalar, nehirler, türlü türlü insan toplulukları, bitkiler, hayvanlar ve böcekler görmüştü. Geçmişte hiç bir bilgin, bu kadar değişik türde canlıyı bir arada görmüş değildi. Genç Zekeriya, gördüklerinin hemen hepsini not defterlerine kaydetmiş ve insanlığın bilgi hazinesine katkıda bulunacak yeni bilgilerle dönmüştü. Bu arada, çok sevdiği babası, dünyaya gözlerini yummuş ve dostlarına, genç oğlunun bir devlet görevine getirilmesi konusunda yardımcı olmalarını vasiyet etmişti. Dönüşünden birkaç gün sonra ziyaretine gelen bir baba dostu, babasının yazmış olduğu mektubu ona teslim etti. Yaşlı adam oğluna şöyle diyordu: -Zekeriya, yargı makamında görev almaya bak. Öğrendiğin bilgileri de kitap hâline getirerek insanlarla paylaş. Bu bilgiler, yalnız seçkinlerde kalmasın. Yazdığın her şeyde, Tanrı’yı ve gerçeği gözet oğlum. Yazdıklarının, iyi ya da kötü olarak, senden sonra da yaşayacağını sakın unutma. Doğruluğundan emin olmadığın hiçbir şeyi yazma. Zekeriya, babasının öğütlerini asla göz ardı etmedi ve
söylediklerini birer birer yerine getirdi. Bir baba dostunun aracılığıyla Kerbelâ yakınlarındaki Vasıt ve Hılle şehirlerinin yargıcı oldu. Yargıçlık görevine başladıktan sonra evlendi. Yargıç olarak iyi bir gelire ve güzel bir eve sahip olmuştu. Görevden artan zamanlarını bahçesinin bakımıyla geçiriyordu. İlgi ve özeni sayesinde eşsiz bir bahçesi olmuştu.
BİLGİLER. BİLGİLER: Genç eşi, kocasının gece gündüz yazdıklarını merak ediyordu. Bir gün kendini tutamayarak ne yazdığını sordu. Zekeriya bu soruyu anlayışla karşılayarak şöyle dedi: -Benden önce hiç kimsenin yazmadığı bilgilerin bulunacağı bir
kitap yazıyorum karıcığım. Adı da “Tuhaf Yaratıklar, Acayip Varlıklar” olacak. Ne zaman biteceğini tam olarak bilmiyorum; ama bittikten sonra ne kadar yararlı olacağını iyi biliyorum. Eşi, okuma yazma bilen aydın bir hanımdı. Zekeriya, eşinin merakını da gidermek için, gündüz yazdıklarını geceleyin ona okumaya başladı. Bazen de o okuyor, hanımı yazıyordu. Bu çalışmaları kimi zaman gece yarılarına kadar sürüyordu. Zekeriyâ’nın bu dev eseriyle ilgili çalışmaları, on beş yıl sürmüş, bu arada Moğollar Gürcistan’ı da işgal etmişlerdi. Anadolu, Selçuklular tarafından fethedilmişti. Aynı dönemde Fransa Kralı IX. Louis’in Mısır seferi başarısızlıkla sonuçlanmış ve Kral esir düşmüştü. Mısır’daki Eyyûbî Devleti çökerek Memluklar Devleti kurulmuştu. Bu arada İlhanlı Devletanin başına Cengiz Han’ın torunu Hülagu geçmişti. Aynı yıllarda Işbiliye kenti, Frenklerin eline düşmüş; Avrupa kıtasında, Gırnata dışında İslâm toprağı kalmamıştı.
KİTABIN YANKILARI: Kitabın yazımı sona erdiğinde, Zekeriya, elli yaşına basmıştı. Kitabın asıl metni hattatlara teslim edilince, onlarca hattât birden, kitabı yazmaya başladı. Kitabı eline alanlar, şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Kitaba gösterilen ilgi, okuryazar kesimiyle sınırlı kalmamış, halk da kitabın okunduğu meclislere zevkle katılmaya
başlamıştı. Kısaca söylemek gerekirse. Bağdat’ta herkes, şu ya da bu biçimde, kitapla ilgilenme gereği duymuştu. Kazvininin dev eseri, yalnız Bağdat sınırları içinde kalmamış;
kopyaları, dönemin bütün önemli merkezlerine de ulaşmıştı. O yıllarda, Bağdat dışında, birçok kültür merkezi daha gelişmişti. Kazvinin kitabı, bu yeni merkezlerde de, en az Bağdat’taki kadar ilgi görmüştü.
HER ŞEY DÖNER: O yıllarda Rey şehrinde oturan büyük gökbilimci ve matematikçi Tusî, Kazvini nin kitabını dikkatle inceliyor ve kitaptaki konular için özel bir indeks hazırlıyordu. Kazvini nin kitabı iki ana bölüme ayrılmıştı. Birinci bölümde, gökyüzü ve uzayla ilgili bilgiler veriliyor, gök cisimlerinin yer ve zamana göre konumları ele alınıyordu. İkinci bölümde ise, yerküreyle ilgili temel bilgiler, yeryüzünün jeolojik yapısı, mineraller, bitki ve hayvanlar işleniyordu.
Tusi, kitabı incelemeye başladığı ilk andan itibaren, daha önce belli bir kesimin tekelinde olan bilimlerin, artık bütün insanlar için de ulaşılabilir kılındığını anlamıştı. Evrenin oluşumu, gök cisimlerinin hareketleri, yıldızlar ve gezegenlerin oluşumları, yer katmanları, yer üzerinde var olan canlı cansız bütün varlıklar gibi bilimsel gerçekler, sıradan insanların bilgisine sunuluyordu. Kitabın yazımında izlenen anlatım biçimi, bunu fazlasıyla sağlıyordu. Tûsî, Kazvini’nin bu ilginç kitabını bir günde bitirmiş ve kitabı
kapattığında şu kanıya varmıştı: Artık bütün insanlar Astrakos, Bîrûnî, İbn Heysem ve İbn Sîna nın bildikleri, dünyanın düz değil küresel olduğu gerçeğini öğreneceklerdi.
Yerkürenin kendi ekseni üzerinde batıdan doğuya doğru döndüğünü de öğreneceklerdi. Dünya üzerinde yaşayan varlıkların, yerçekimi denen bir güç sayesinde yere bağlandıklarını da öğreneceklerdi. Batlamyus’un dediği gibi, evrenin durağan değil, hareketli bir merkezi olduğunu da öğreneceklerdi. Gök cisimlerinin konumlarındaki değişimlerin, yerkürenin hareketinden kaynaklanmadığını da öğreneceklerdi. Kara kesiminin daha çok kuzey yarımkürede yoğunlaşıp güney yarımkürenin ağırlıkla suyla kaplı olduğunu da öğreneceklerdi. Gök cisimlerinin kuzey yarımküredeki görünümünün güney yarımküredeki görünümünden farklı olduğunu da öğreneceklerdi. Ay’ın Dünya çevresinde döndüğü gibi, diğer gezegenlerle birlikte Dünyä nın da Güneş’in çevresinde döndüğünü öğreneceklerdi.
Mevsimlerin bu hareket sayesinde oluştuğunu da öğreneceklerdi Dünya gibi, Güneş’in de kendi ekseni üzerinde döndüğünü öğreneceklerdi. Bütün bu gerçekleri, Kazvîni nin sunduğu kanıtlara ve matematiksel mantığa dayanarak öğreneceklerdi. Tusi’nin de belirttiği gibi Kazvînî, insanları uzay âleminden alıp yer âlemine indirmeyi başarmış; bunu da halk hikâyeleri ve Kur’ân âyetleriyle süsleyerek anlatmıştı. İnsanlara yerküreyi oluşturan katmanları, sıcaklık derecelerini, buharlaşmayı ve gazları, mineralleri ve mineral cevherlerini, yerküreyi oluşturan coğrafî sistemleri, dağları, ovaları, çölleri, denizleri ve gölleri yalın bir dille açıklamıştı. Bunlar dışında volkanlar, depremler, seller ve fırtınalar gibi doğal afetleri de bilimsel gerçeklere dayanarak anlatmıştı. Geçen binlerce yıllık süreçte, dünya üzerinde yaşanan değişimleri, bitki ve hayvan dokularında gerçekleşen dönüşümleri, yerküreyi kuşatan hava katmanlarını, insan topluluklarını, hayvan ve böcek türlerini halk diliyle anlatmıştı.
Tûsî, Kazvînî’nin yerküreyi oluşturan katmanlar ve bu katmanlarda yer alan mineraller, gazlar ve yeraltı suları hakkında anlattıklarını dehşete kapılarak okumuştu. Kazvînî altın, gümüş, demir, kömür, elmas, bakır, cıva, petrol ve gaz gibi yeraltı zenginliklerinin oluşum süreçlerini de bilimsel, ama sade bir dille anlatıyordu. Bunun dışında, yer katmanlarında bulunan taş, kireç ve kum tabakalarıyla bunların oluşum biçimlerini de bir bir açıklamıştı. Kitabı hayranlık duyarak okuyan Tûsî, hiç vakit geçirmeden Kazvîni yi kutlayan bir mektup yazmaya koyuldu. Ama Rey’de yazılan bu mektup Bağdat’a hiç bir zaman ulaşmadı. Kim bilir belki Tûsî, mektubu bitirmeye zaman bulamamış, belki de Moğollara sunduğu hizmetleri ona engel olmuştu. . .
YARIM KALAN SEVİNÇ: Kazvîni’nin kitabı, yaşadığı dönem için çok yeni olduğu gibi, bilimsel mirası açısından da geçmişlerin bilgilerini aşan bir çalışmaydı. Doğuda ve Batıda, geçmiş bilginlerin ulaşamadıkları birçok gerçeğe ulaşmayı başarmıştı. Nitekim uzay ve coğrafya dallarıyla uğraşan birçok bilgin, 16. ve 17. yüzyıllara kadar bu kitabı ellerinden
düşürmemişlerdir.
Ancak ne Kazvînî’nin, ne de Irak halkının kitaptan duydukları sevinç tam olarak yaşanabilmişti. Kitabın çoğaltılmasının üzerinden sadece sekiz yıl geçmişti ki, İlhanlı Devletine bağlı Moğol orduları, Hülâgu’nun komutasında Bağdat’a doğru ilerlemeye başladılar. Şehri çekirge sürüsü gibi doğudan ve batıdan kuşatan Moğollar, çok geçmeden şehri ele geçirmiş ve aldattıkları Halife Mu`tasım’ı öldürdükleri gibi, ileri gelenlerden bir çoğunu da ortadan kaldırmışlardı.
Bağdat’ın düştüğü haberi Vasıt’ta bulunan Kazvîni’ye çabuk ulaşmıştı. Gelen bilgilere öre, Bağdat’ta öldürülenlerin sayısı yüz bini aşmaktaydı. Bilim adamları için değer biçilemeyecek bir hazine olan Bağdat kütüphaneleri yakılmış; kitaplar, Moğol ordusu tarafından Dicle üzerinde köprü yapmak için kullanılmıştı. Kazvini’yi en az bunlar kadar üzen bir diğer olay da, Tûsî gibi büyük bilginlerin Hülâgu’ya destek olmalarıydı. Kazvînî için, ailesiyle birlikte Şam’a kaçmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. Şehirde kalması durumunda, devlet memuru olması nedeniyle, tutuklanıp öldürülmesi işten değildi.
MOĞOLLAR’IN YENİLGİSİ: Kazvînî, 1258 yılında geniş ailesiyle birlikte Şam’a yerleşti. Ama Şam’da kimliğini gizlemeyi uygun gördü. Çünkü Moğollar’ın Bağdat’ta durmayıp Şam’a, oradan da Mısır’a yöneleceklerini iyi biliyordu. Şam’da yaşadığı dönemde bütün umudunu Mısır’ı yöneten Memluklara bağlayan Kazvînî, boş zamanlarını Şam Nehri kıyılarında dolaşarak ve bahçesinin bakımıyla uğraşarak geçiriyordu. Mısır’ı yöneten Kutuz ve Baybars, Moğollar’la yapacakları kaçınılmaz savaş için hazırlık yapıyorlardı. Çok geçmeden Kazvînî nin söylediği çıktı ve Moğol ordusu Şam’ı işgal ederek Mısır’ı tehdit etmeye başladı. Mısır yönetimine yaptıkları teklif, ülkeyi savaşmadan teslim etmeleriydi. Aksi takdirde işgal edeceklerini söylüyorlardı. Sultan Kutuz, Moğollar’ın tehditlerine boyun eğmiyor; halkı büyük bir savaş için hazırlanmaya çağırıyordu. Sonunda dev bir orduyla, Sînâ üzerinden Şam’a doğru harekete geçti. İki ordu, Ayn Calut denilen yerde karşılaştılar. Moğol ordusu burada eşine az rastlanır türden bir yenilgi tattıktan sonra, Şam’dan Bağdat’a doğru çekilmeye başladı. Bütün İslâm dünyası bu zaferle
sarsılıyordu. Birçok İslâm toprağı Moğol tehdidinden kurtulmuştu. Kazvinî de rahat bir nefes almıştı. Şam’daki yaşam, onun kadar ailesinin de hoşuna gitmişti. Memluklar, Moğollar gibi, Haçlıları ve eşkıyaları da tamamen yok etmişlerdi. Bu dönemde yeni kitaplar yazmaya başlayan Kazvîni, “Ülkelerin İlginç Yönleri’, “Yerkürenin Yapısı” gibi kitapları yazdıktan sonra, son olarak “Ülkelerin İzleri ve İnsanların Haberleri” adlı kitabını kaleme almıştı. Son kitabı, bir tür insanlık tarihiydi. Bu kitap bittiğinde, Kazvînî de yetmişbeş yaşına ayak basmıştı. 1203 yılında Kazvin kentinde dünyaya gelen Zekeriya bin Muhammed Kazvinî, 1283 yılında hayata gözlerini yumdu. Bu ölüm,
yerküreyi ve uzayı çok iyi tanıyan büyük bir bilginin yitirilmesi demekti.
Ortaçağ’da Batunî adında bir bilgin, Kazvîni’nin büyük eserini özetlemiştir. Modern çağda da Kazvinî ve yapıtları hakkında birçok çalışma yapılmıştır. Örneğin 1976 yılında Londra’da düzenlenen bir konferansta, “Yerbilimin Gelişiminde İslâm Düşüncesinin Katkıları” adlı bölümde, birçok Müslüman ve Batılı düşünür, onu ve kitaplarını konu alan konuşmalar yapmışlardır. Kazvîninin coğrafya ve yerbilime yaptığı katkılardan söz eden
Batılı bilim adamlarına örnek olarak da George Sarton, Crachkovsky, Eatonhausen, Carlyle ve Schaht gibi isimleri anabiliriz. Kazvîninin başyapıtı olan “Tuhaf Yaratıklar, Acayip Varlıklar” Farsça, Türkçe ve Fransızcâya çevrilmiştir.
NASİRÜDDİN TUSİ
(1201 – 1274) Türk-İslam ilim dünyasının, özellikle gökbilimi ve bugünkü modern geometrinin gerçek önderidir. Doğu ve Batı ilim dünyasında “Maraga Rasathanesi” diye bilinen rasathaneyi kurmuştur. “Ziyc’i İlhani” (İlhani Yıldız Katoloğu) onun başkanlığında hazırlanmıştır.
Özellikle Avrupa’da son yüzyıl içinde hakkında en çok makale yazılan bilginimizdir. Buna sebep, Hülagu Han zamanında 1529 yılında Merage şehrinde kurduğu ve bilim tarihinde Merage Rasathanesi olarak bilinen rasathanesindeki çalışmaları ve ortaya koyduğu eserleri Yunan Matematikçisi Öklid’in eserlerine yazdığı şerhlerdir.
Nasiruddin Tusi’nin Merage Rasathanesi’nin çalışmaları üzerinde durmuyoruz. Matematik’le ilgili çalışmaları aşağıdaki gibi özetlenebilir.
Öklid’in Matematik’le ilgili eserleri, Nasiruddin Tusi’den önceki Avrupalı Matematikçiler tarafından uzun yıllar tam anlaşılamadı. Ancak Nasiruddin Tusi’nin, Öklid’in matematik üstüne yazdığı şerhler sonucu Öklid Geometrisi’nin gelişmesini sağlamıştır.
Bugün Öklid Geometrisi olarak bilinen bilgiler, ancak XVI. yy. ‘dan sonra Avrupa’da görülmeye başlamıştır. Rus Matematikçisi Lobachewsky ve Alman Matematikçisi Riemann tarafından yazılan eserlerde Nasiruddin Tusi’ye air eserler görülmektedir. Amerikan tarihçisi Will Durand tarafından hazırlanan 10 ciltlik Medeniyet Tarihi adlı eserinin “İman Çağı” adını taşıyan 4 ciltlik “İslam Medeniyeti” adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Will Durand, bu tercümeyi aynen şöyle açıklar:
“Trigonometriyi ilk defa müstakil bir bilim olarak ele alan Nasiruddin Tusi’dir. Bu bilgin, trigonometriyi astronomiye bağlı olarak inceliyordu. Eseri 200 yıl boyunca rakipsiz kaldı. XIII. yy. ‘ın aralarında başlayan Çin Trigonometri’sinde İslam menseli olması muhtemeldir.
İbn Nefis
(1210 – 1288) 13. yüzyılın ünlü hekimlerinden İbn Nefis, önce Şam’da Nureddin Zengî Hastahanesi’nde ve daha sonra Kahire’de Kalavun Hastahanesi’nde doktor olarak çalışmıştır. İbn Sinâ’nın Kanun’unun Anatomi Kısmı İçin Açıklama başlıklı bir eser kaleme almış ve burada Galenos’un kan dolaşımına ilişkin görüşlerine itiraz etmiştir. Galenos, kalbin sağ ve sol karıncığı arasındaki duvarda deliklerin bulunduğunu ve kanın bu deliklerden kalbin sağ tarafından sol tarafına geçtiğini düşünüyordu. İbn Nefis yapmış olduğu incelemeler sonucunda, kalbin sağ ve sol karıncığı arasındaki duvarda gözle görülen veya görülmeyen her hangi bir deliğin bulunmadığını belirlemiştir; öyleyse kalbin sağ tarafına gelen kanın akciğerlere gidip temizlendikten sonra, kalbin sol karıncığına gelmesi gerekiyordu ki bugün buna küçük kan dolaşımı adını veriyoruz.
İbn Nefis, 1242’de, insan vücudundaki kan dolaşımını doğru biçimde tanımlayan ilk kişidir. Anatomik bilgisi doğrultusunda el-Nefis pulmoner dolaşım konusunda şöyle bir çıkarım da bulunmuştur:
“. . . kanın kalbin sağ odasından sol odasına varması gerekmektedir, fakat bu ikisi arasında doğrudan bir geçiş (yolu) bulunmamaktadır. Kalbin kalın septumu delikli olmadığı gibi, bazılarının düşündüğü gibi görünür gözenekler veya Galen’in düşündüğü gibi görünmeyen gözenekler içermez. Kan kalbin sağ odasından vena arteriosa (pulmoner arter) aracılığıyla akciğerlere akar, maddelerine dağılır, hava ile karışır ve arteria venosadan (pulmoner ven) geçerek, kalbin sol odasına ulaşır. . . ”
Bunun dışında kalbin ihtiyaç duyduğu oksijen ve besinleri koroner arterler yoluyla aldığı yönünde bir önerme de ortaya atmıştır. İbn Nefis’in söz konusu eseri İslâm Dünyası’nda ve Osmanlılarda biliniyordu, ama önemli bir buluş yaptığı farkedilmemişti. Sonraları, 16. yüzyılda küçük kan dolaşımı Micheal Servetus (1511-1553) ve Realdo Colombus (1516-1559) tarafından yeniden keşfedilmişti.
Arapça ve Latince bilen Servetus, Hıristiyanlığın Yeniden Düzenlenmesi adlı dinî eserinde yayımlamış olduğu küçük kan dolaşımına ilişkin bilgisini, muhtemelen İbn Nefis’in Avrupa’da Arapça ve Latince olarak basılmış olan eserinden öğrenmişti.
Colombus ise Padua’da tıp dersleri veriyordu; İbn Nefis’in eserinin Latince nüshası İtalya’da Latince olarak basıldığına (1547) göre, küçük kan dolaşımını bu eserden öğrenmiş olmalıydı.
İbn Nefis, yukarıdaki buluşundan da anlaşılacağı gibi, iyi bir gözlemciydi; özellikle bulaşıcı hastalıklarla ilgilenmiş ve o güne kadar belirlenememiş bazı hastalıkların teşhis ve tedavileriyle ilgili tatminkâr açıklamalar vermişti. Bunlar arasında vitiligo (deride pigment kaybı dolayısıyla görülen beyaz lekeler) ve bazı deri hastalıkları da bulunuyordu.
İbnü’l-Münzir
(? – 1340) Memlûk Sultanı el-Nâsir ibn Kalâûn’un imrahor ve başbaytarı olan ve bütün Ortaçağ Dünyası’nın en büyük veteriner hekimi olarak görülen Bedrüddin İbnü’l-Münzir el-Baytar, Sultan’ın bilime ve bilginlere duyduğu dostluktan ve hayvanlara duyduğu sevgiden cesâret alarak Kâmilü’s-Sınâateyn el-Baytara ve’z-Zartaka (Baytarlık ve Hayvan Yetiştiriciliği Sanatları) adlı bir eser yazmış ve bu eserinde özellikle atları incelemiştir.
Sultan el-Nâsir’e ithaf edildiği için el-Nâsirî adıyla da tanınmış olan bu eser, on bölümden oluşmuştur ve ilk dört bölümünde atbilimi, sonraki dört bölümünde atların hastalıkları ve tedavileri, Dokuzuncu Bölüm’de farmakoloji ve Onuncu Bölüm’de ise nal tekniği ve nallarla ayak ve bacak kusurlarının düzeltilmesi konularına yer verilmiştir. Yazar, kendinden önceki Yunan ve Müslüman yazarlardan yararlandığını açıkça bildirmekte ve Hermes, Hippokrates, Aristoteles, Galenos ve İbn Ahî Hizâm gibi geçmişteki hekimlerin ve baytarların hayvan yetiştiriciliği ve ilaçlar hakkında birçok eserler verdiklerini ama kendisinin bu birikimi babasının tecrübelerinden de yararlanarak geliştirdiğini belirtmektedir.
Eser’de, savaşlarda atın yararları, insan ve at arasındaki benzerlikler ve benzemezlikler, atların, katırların ve eşeklerin donları, atların seçilmesi, uğurlu nişâneleri, kısrakla aygırın farkları, at satın alınırken dikkat edilmesi gereken hususlar, baştan ayağa doğru at hastalıkları ve tedavileri ile ilgili ayrıntılı bilgiler verilmiştir.
süreleri, hastalıkları ve tedavileri, Otuzikinci Bölüm’ünde at, katır, eşek ve develerde damızlık seçimi, çiftleşme zamanları, gebelik süreleri, yaşama müddetleri, beslenmeleri ve eğitilmeleri, Otuzüçüncü Bölüm’ünde baştan ayağa doğru at hastalıkları ve tedavileri ve nihâyet Otuzdördüncü Bölüm’ünde ise güvercin, ördek, tavus kuşu ve tavukların yetiştirilmesi, hastalıkları ve tedavileri konularında ayrıntılı bilgiler verilmiştir.
İbn Haldûn
İbn-i Haldun, (1332–1406) (Hicrî 732 / 808) yılları arasında yaşamış bir İslam bilginidir. Tam adı Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dır.
İbn-i Haldun, 1332 yılında Tunus’ta, nesli sahabilerden Vâil b. Hacer’e uzanan, Arap bir ailede doğdu. Aslı Yemen kabilelerinden Hadramut’a kadar uzanır. Dedelerinden, ilk olarak Halid b. Osman, Endülüs’teki Karmuna’ya hicret etti. Endülüs halkının âdeti olarak Halid olan ismine u ve n harfleri eklenerek ismi Haldun’a dönüştü.
İbn Haldûn Hadramut’tan Endülüs’e göç edip daha sonra Tunus’a yerleşen asil bir aileye mensuptur. Maceralı bir hayat sürmüş, hem memleketinde hem de Endülüs’te bulunan küçük sultanlıklarda vezirlik de dahil olmak üzere çok önemli idarî görevlerde bulunmuştur. Bu sırada muhtelif toplulukları yakından gözleme olanağını elde etmiş ve Berberî tarihini konu edinen yedi ciltlik meşhur yapıtı Kitâbu’l-‘İber’i 1380 tarihinde tamamlayarak ilk nüshasını Tunus sultanına sunmuştur.
Babası fakih idi ve kendini fıkıh ile edebiyata adamıştı. İbn’i Haldun, Tunus’ta Kur’an-ı Kerim ezberleyerek ve tecvit öğrenerek yetişti. Aynı zamanda babasından Arapça ilimleri, İslam hukuku ve Arapça dersleri aldı. Babası, İbn Haldun’un dönemindeki en iyi âlimlerden ders almasına özen gösterdi.
İbn-i Haldun hayatının ilk dönemlerinde uzun bir süre hükümette memur olarak çalıştı. İbn Haldun, az sayıda eser bırakmıştır. El-İbar, Divan-i Mübteda, el-Haber fi Eyyamu’l-Arab, el-Acem ve el-Berber eserlerinin en meşhurlarıdır. Türkçe’de bilinen en ünlü eseri Mukaddime‘dir. Hicri takvime göre, 808 yılının ramazan ayında Mısır’da vefat etti ve burada defnedildi.
Seyahatleri: İbn’i Haldun Tunus’u bırakıp Cezayir’deki Biskra’ya giderek yerleşti. Biskra’dan da yine Cezayir’deki Konstantin’e geçti. Daha sonra ailesini Konstantin’de bırakarak Fas’a geçti.
İbn-i Haldun, o dönemde Batı İslam dünyasının başkenti olan Fas’a yerleşip orada kaldı. İbn Haldun, Fas’ta kaldığı müddetçe kendini tefsir ve kıraate vererek Magrib ve Endülüs halkından ilim adamları ile karşılaştı. Okumak ve ilmi isteklerini gerçekleştirmek için Fas’taki kütüphanelere gidiyordu. Bu dönemde el-İbar isimli kitabının giriş bölümünü yazdı.
Endülüs’e gitti ve daha sonra Cezayir’e döndü. Kasabe camiinde hatip olduğu bir dönemde saray nazırlığı görevine getirildi. Siyasi görevinin yanı sıra camiide ders vermeye devam etti.
Yedi yıl sonra ailesi ile birlikte Tilmisan’a sonra da Fas’a gitti. Fas’ta ilim öğrenmeye ve öğretmeye devam etti. Sonra ailesini Fas’ta bırakıp tekrar Endülüs’e döndü. Granada’da bir müddet kaldıktan sonra Magrib’e geldi.
Tilmisan’da bir kez daha ailesi ile bir araya geldi. Bir müddet kitap telifi ve okumak için burada kaldıktan sonra Cezayir’deki Seleme Oğulları kalesine gitti ve burada dört yıl kaldı. Bu dönemde el-İbar isimli kitabını düzenledi ve daha sonra kontrolden geçirip milletler tarihini ilave etti. Ve sonra tekrar Tunus’a döndü.
Kahire’ye yerleşmesi: Hicri takvime göre 784 yılında hac ibadetini yerine getirmek istedi ve kırk gün deniz yolculuğu yaptıktan sonra İskenderiye’ye ulaştı. Bu dönemde Sultan Berkuk yönetimi üstleneli henüz on gün olmuştu. Bu sene hacca gitme imkanı olmadı ve Kahire’ye geldi.
Kahire’de, ilim talebeleri kendisinden ders almak istediler. Ezher Camiinde ders vermeye başlayan İbn Haldun’un mertebesi yükseldi ve Sultan Berkuk tarafından ödüllendirildi. Kahire’de kalmaya karar verdikten sonra ailesini de getirmek istedi. Fakat geri dönmesini sağlamak için Tunus Sultanı bunu kabul etmedi. Sultan Berkuk devreye girerek Tunus Sultanına mektup yazdı.
İbn-i Haldun, Amr b. As Camii yakınındaki Kamhiye medresesinde öğretmenlik, sonra da Mısır Kraliyet kadılığı görevine getirildi. Bu dönemde ailesi Tunus’tan gemi ile Kahire’ye gelirken gemi kasırgaya tutulup battı ve ailesinin hepsi boğularak öldü. Büyük bir üzüntüye uğrayan İbn Haldun’un gittikçe üzüntüsü arttı ve görevden ayrılmaya karar verdi. İlim, ders verme, okuma ve kitap telif etmeden başka kendini teselli edecek bir şey bulamadı.
Bir süre sonra, hacca gitmek niyetiyle Tunus’tan ayrılan İbn Haldûn, Kâhire’ye ulaştığında Memlûk sultanı el-Melikü’z-Zâhir Berkûk tarafından Ezher Medresesi’nde görevlendirilmiş ve 1384 yazında Mâlikî Başkadılığı’na atanmıştır. Akdeniz yoluyla Mısır’a gelmekte olan ailesini bir deniz kazasında kaybetmesi üzerine, görevinden ayrılarak bir çiftliğe çekilmiş ve Kitâbü’l-‘İber’i yeniden gözden geçirip eksiklerini gidermiştir (1394)
Timur’un Şâm’ı kuşatması sırasında, Memlûkların sefâret heyetine başkanlık ederek Timur’la görüşmüş ve Şâmlıların teslim olmak için ileri sürdükleri koşulları Timur’a benimsetmeye çalışmıştır.
İbn-i Haldun, Mısır’da 24 sene kaldı. Bu dönemde hacca, Beyt-i Makdis’i ziyarete ve Timurlenk ile görüşmek için Şam’a gitmesinden başka Mısır’dan hiç ayrılmadı.
Yaklaşımları: İbn-Rüşt’ün öğrencisi olan İbni Haldun, yaşadığı sürece İspanya’daki son müslüman devletlerin ortadan kalkışını belirleyen olaylara, Kuzey Afrika’daki toplumsal karışıklıklara tanık olmuş, Timur istilası sırasında doğuda bulunmuştur. İbn- Haldun’un en önemli eseri olan “Mukaddime” onu çağdaş toplumbilimlerin öncülerinden biri olmasını sağlamıştır.
İbn- Haldun’un toplumbilimsel tarih tanımı önemlidir; tarihin gerçek konusu bize insanın toplumsal durumunu, yani uygarlığını anlatmak ve buradan ona bağlanan olguları; gelenekleri, aile ve kabile hayatını, hükümdar ailelerinin doğuşuna neden olan üstünlüklerini, toplumsal tabakalar arası ayrımları, insanların geçimlerini sürdürmek için yaptıkları uğraşları kısacası nesnelerin doğası gereği toplumun yapısında meydana gelen değişmeleri öğretmektir. Görüldüğü gibi İbn-i Haldun tarih incelemesi ile aslında bugün bizim toplumbilimsel konularımızın bir kısmını irdelemektedir.
Nesnel bir tavırla siyasal egemenliklerin kaynaklarını ve işleyiş süreçlerini incelemiştir. Onun için asıl sorun insan iradesinden bağımsız olarak meydana gelen çevrimsel (cyclique) bir olguyu açıklamak ve bu düzenli akışın nedenlerini belirlemektir. Ortaya çıkardığı kuram, Platon’un açıkladığı çevrimler kuramını hatırlatmaktadır. İbn-i Haldun için de kral ailelerinin ve yönetici aristokrasilerin evrimini kuşaklar arasındaki psikolojik açıdan görülen farklılıklar açıklamaktadır. Toplumsal hayat doğal bir olgudur. Yaşam koşulları, özellikle coğrafi ortamın ve iklimin şartlarına bağlı olarak şekillenmektedir. Bu koşullar ise siyasal olgulardan daha kararlı ve süreklidir.
İbn- Haldun’a göre insan, otoriteye gereksinim duyan tek canlıdır; otorite olmazsa anarşi ve düzensizlik hüküm sürer, insandaki kötü güdüler öne geçer. Otorite ise güçle kurulur ve cesaretleri, kendi aralarındaki birlikleri sayesinde onu elde etmeyi başaran topluluklara aittir. İktidarı ele geçirme davranışını yaratan nitelikler göçebe hayatı ile kazanılmıştır. Buna örnek olarak İbn- Haldun, en büyük fetihleri yapanlara göçebe ya da yarı göçebe toplumlar olan Germen, Hun, Arap ve Moğolları gösterir.
İbn- Haldun otoritenin ele geçirilme nedenini belirledikten sonra, bir kral ailesinin, bir partinin, bir grubun egemenliğinin ortalama yaşama süresini inceler ve bunun genellikle üç kuşak yani yaklaşık bir yüzyıl sürdüğünü iddia etmiştir. Buna neden olarak da iktidarın yürütülmesinin umutsuz ve düzensiz kuşaklardan alınıp güçlü gruplara devredilmesini göstermiştir. İktidarı ellerinde tutanlar sonunda sahip oldukları iktidarı/otoriteyi fetihlerle, ispat ettikleri cesaret ve yeteneklerinin bir ödülü olarak değil de, doğumlarıyla ya da aile bağlarının bir devamı olarak sahip olduklarını düşünmeye başlarlar. İbn- Haldun’a göre böylece de kendilerini yıkılmaya elverişli bir duruma getirirler.
İbn- Haldun otoritenin değişme sürecini incelerken, özellikle maliye ve para sistemlerinden gelen ekonomik kaygılar ile bu çözülme sürecinin daha da ağırlaştığını görmüştür. Her siyasal yıkılışın kamu borçları ile özel borçlar için bir çözüm getirdiğini, yani her yıkılışın aslında mali yönden tam bir hesap tasfiyesi anlamını taşıdığını ileri sürmüştür. Ona göre toplumlardaki pek çok ayaklanma ve zorbalık olayının temelinde borçlanmanın getirdiği sıkıntılar yatmaktadır. İbn- Haldun ayrıca imparatorlukların son günlerinde nüfusun iyice artmış olmasının ve bunun gitgide ekonomik güçlükleri de arttırmasının da çözülme sürecinde etkili olduğunu söylemiştir.
Özellikle köy-kent farklılaşması hakkında toplumsal çözümlemeler getirmiştir. Ünlü eseri Mukaddime‘nin 2. bölümünde, göçebe-köy toplumsal yaşamı ile yerleşik-kent toplumsal yaşamı arasında önemli saptamalar yapmıştır. Ona göre, göçebe-köy toplumsal yaşamı, yerleşik-kent toplumsal yaşamından önce başlamıştır. Köy halkı, kent halkından daha sağlam, mert, özgüveni daha fazla, özgür, köklü ve az bozulmuştur. Köy aile yaşamı, kent aile yaşamından daha dengeli, daha sağlam ve daha huzurludur. Toplumsal bilinç ve duyarlılık, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma köy toplumsal yaşamında daha fazladır. ayrıca yaşlılara ve kadınlara verilen saygı ve değer de çok daha fazladır.
İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber’in meşhur Mukaddime’sinde, yani girişinde, tarih disiplinini bilimleştirmeye çalışır. Bilindiği gibi, Aristoteles tarihî araştırmayı bilimin dışında bırakmış ve bilimlerin, insanların neden oldukları değişken olaylarla değil, değişken olmayan olaylarla ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. İbn Haldûn öncelikle bu görüşe karşı çıkarak tarihin bilimleştirilebileceğini savunmuştur.
İbn Haldûn’a göre, tarih Yunan tarihçileri ile bunlardan sonra gelen Müslüman tarihçilerinin düşündükleri gibi, bir takım dinî, siyasî ve askerî olayları, oluş anlarına göre arka arkaya sıralamaktan veya peygamberlerin ve hükümdarların hayatlarını anlatmaktan ibaret değildir. Bir tarihçinin, öncelikle tarihî olaylardaki benzerlikleri ve farklılıkları saptayarak, bunlar arasındaki zaman ve mekan dışı nedensel ilişkileri belirlemesi gerekir; tarih, ancak bu düzeye ulaştırıldığında bilimleşebilir.
İbn Haldûn’un, Kitâbü’l-‘İber’i uzun bir süre tarihçilerin ilgisini çekmemiştir; değeri ilk defa Türk tarihçileri tarafından anlaşılmış ve 16. yüzyıl Osmanlı bilginlerinden Muhammed ibn Ahmed Hâfızüddin ‘Acemî (öl. 1550) Medînetü’l-‘İlm (Bilim Kenti) adlı yapıtında İbn Haldûn ile yapıtlarından söz etmiştir. Daha sonra, Mukaddime’nin bir kısmı, Şeyhülislâm Pirîzâde Mehmed Sâhib Efendi tarafından 1749’da Türkçe’ye çevrilmiş ve 1858’de iki cilt halinde İstanbul’da basılmıştır. Geriye kalan kısmı ise Ahmed Cevdet Paşa çevirerek 1860 yılında İstanbul’da yayınlamıştır. Ancak bu tercümeler oldukça serbest bir anlayışla yapıldığı ve mütercimlerin görüşlerini de kapsadığı için, bir telif olarak da kabul edilebilir.
Felsefesi: (1333 -1406) İslâm–Yahudi felsefesinin yine Batı bölümünden olan bir başka düşünür İbni Haldun’dur. İbni Haldun’un kişiliğinde, ilk kez gerçek bir “tarih filozofu” ile karşılaşıyoruz. İlkçağda tarih felsefesi, hemen hemen, yok gibidir.
Antik dönemin filozofları daha çok doğa ile ilgilenmişler, tarihe fazlaca ilgi duymamışlardır. Ortaçağın başlarında bu durum tümüyle değişti. Tarih felsefesinin Augustinus‘un sisteminde ne kadar geniş yer aldığını hatırlayacağız.
Ancak Augustinus‘un tarih felsefesi, tümüyle dini temellerden çıkarılmış olan bir tarih yapısalcılığıdır. Oysa İbni Haldun’un, tarih felsefesi karşısındaki tutumu tamamen farklıdır. O, tarih felsefesini “empirik” bir temel üzerine kurmaya çalışmıştır.
Birçok tarihi incelemeler yapmış olan ve özellikle İslâm devletlerinin tarihini çok iyi bilen İbni Haldun’un araştırmalarında şu durum dikkatini çekmiştir: İslâm devletleri kuruluyor, belli bir gelişme dönemi yaşıyor, sonra da yıkılıyor. İbni Haldun’a göre tüm devlet kuruluşlarının kaçınılmaz sonu budur. Acaba bunun nedeni ne olabilir?
Devletlerin önce yavaş yavaş yükselip , sonra da gerilemesi neden kaynaklanıyor? İbni Haldun bu sorundan önce bir başka konuyu ele alıyor: İnsanları bir devlet halinde birleştiren sebep nedir? Bu soruya verdiği yanıtta İbni Haldun, “dayanışma” kelimesiyle karşılayabileceğimiz bir kavramı, açıklamaları içine alıyor.
Tarih felsefesini, ilk olarak, tarihi olaylara dayandıran İbni Haldun, İslâm felsefesinin en dikkat çekici isimlerinden biridir. İbni Haldun öncelikle şu soruyu soruyor: Bir devlet olarak yanyana yaşayan insanların bu birliktelikleri neye dayanır? Bu soruyu İbni Haldun, “dayanışma” kavramı ile yanıtlıyor.
Ona göre toplum yaşamında ancak “dayanışma bilinci”nin bulunduğu yerde, yani bireylerin birbirini karşılıklı olarak destekledikleri yerde dayanışma olanağı vardır. Acaba dayanışma duygusu neye dayanır? Bu duygu çeşitli etkilere, söz gelişi ortaklaşa ırk birliğine, din birliğine, tarihi kader birliğine dayanabilir.
İbni Haldun için önemli olan nokta, tüm bu temellerden “önce” insanda bir topluluk bilincinin var olması gerekir. Yani insan öteki insanlarla akraba olduğu için değil, akrabalık “bilincini” duyduğu için dayanışma duygusu taşır. Ya da insan aynı dine bağlı olduğu için değil de, böyle bir bağın bilincine sahip olduğu için kendisini ötekiler ile dayanışma içinde duyar.
O halde bir bağın var olduğuna ait olan bilinç, bağlılığın kendisinden daha önemlidir. Çünkü söz gelişi aynı kandan gelindiğine dayanan bir dayanışma bilinci, bu ortak biyolojik birlik, yalnızca bir yanılgı olsa bile, yine de, gelişme olanağı bulur. Bir başka deyişle diyebiliriz ki: Devlet biyolojik bir birlik olmayıp “ruhsal” bir birliktir. Devleti ayakta tutan “bilinç”tir. Bu bilincin dışında kalan bağların gerçekten var olup olmadığı konusu, ikinci derecede önem taşır.
İbni Haldun’a göre her devlet, belli bir şablona göre “gelişir”. Her devlet başlangıçta, köylü sınıfına dayanan “tarım” devletidir. Nüfusun artması ile devlet şekli değişme gösterir. Devlet köyden “kent”e bir gelişme içindedir.
Başlangıçta devleti sırtlayan sınıf köylülerdi. Yavaş yavaş devleti ,kent halkı taşıyacak duruma geldi. Ancak devletin köyden kente geçişi, köylülerden kentlilerin eline geçişi, kaderci (fatal) bir yapıya sahiptir. Çünkü bu gelişme, zorunlulukla, bireyciliğe yol açar.
Bir başka deyişle: Devletin köyden kente geçmesi, devletin asıl temeli olan dayanışma duygusunun “gevşemesine”, zayıflamasına neden olur. Kent yaşamı bireyleri birbiriyle yarışmaya ve mücadeleye sürükler, bireyler zengin olmaya eğilimlidirler. Böylece bu gelişim devletin şeklini zorunlu olarak değiştirir.
Her devlette, devletin bir “yönetici” sınıfı vardır. Köy devletinde yönetici sınıf köylünün “güvenine” sahiptir. Yönetici sınıf ile devleti sırtlayan sınıf arasında bir güvenin bulunması, köy devletlerinin karakteristik özelliğini oluşturur. Fakat devlet köyden kente geçtikçe, halkın devlete ve onun yöneticilerine olan güveni kaybolmaya başlar ve bu gibi devletler daha çok “dikta“ya yönelir. Ancak; bu durum ile devletin göçmesine doğru bir adım atılmış olur.
Tarihî araştırmalardan İbni Haldun, bir devletin ancak “dört kuşak” yaşayabildiği sonucunu çıkarır. Devletlerin kurulmaları, bir yükselme dönemi yaşamaları ve sonunda batmaları, “genel bir yasa “dır. Bu yasa, devletin bir organizma olduğu anlamına gelmez. Aksine devletlerin gelişimi “psikolojik” bir temele dayanır. Böylece İbni Haldun, tarih felsefesini temelinde psikoloji bulunan ve gözlemlerinin ürünü olan bir sosyolojiye dayandırmış oluyor.
İbni Haldun’un yaşadığı dönem (1300 – 1400), aynı zamanda Batıda da tarih felsefesinin konu edilmeye başlandığı bir zamana rastlar. Nitekim İbni Haldun’dan biraz sonra, Batıda “Makyavelli” yetişmiştir.
Bundan önce de değindiğimiz gibi, özünde doğayla ilgilenen antik dönem, tarih felsefesiyle ilgili konulara oldukça yabancıdır. Ortaçağ ile bu konu değişmiştir. Söz gelişi Augustinus‘un felsefesinde doğa konularından çok tarih konuları ön plândadır.
Ancak Augustinus‘un tarih felsefesi din kitaplarından yararlanmış tarih bağlantılarıdır. Augustinus tarih felsefesini, daha çok, pek yakın olduğuna inandığı kıyameti anlatmak için yazmıştır. Gerçekten deneye dayanan bir tarih felsefesini ise, ancak Ortaçağın sonlarında buluruz.
İbn-i Haldûn, ilimde şöhret ve fazîlet sâhibi olması sebebiyle, zamânın hükümdârlarınca takdir edilip sevildi ve önemli vazifelere tâyin edildi. Yirmi yaşlarında Tunus Hükümdârı Ebû İshak’a kâtib oldu. Sohbetlerine hayrân kalan, Fas hükümdârı Ebû İnân, 1349 senesinde Fas’a dâvet ederek, nişancılığa, her türlü yazışma, kânun ve nizâmların tanzim ve tasdikine memur etti. Böylece onun yakın adamlarından oldu. Fakat, onun bu derece yükselmesini çekemeyenler, sultana çeşitli şikâyetlerde bulunarak, suçsuz olduğu hâlde, 1360 senesinde hapse atılmasına sebeb oldular. Fas sultânının vefâtına kadar hapiste kaldı. Sonra sultânın veziri hapisten çıkarıp eski görevine tâyin etti. Fas’ın idâresi Sultan Ebû Sâlim’in eline geçince ona önce nişancılık, sonra da zabtiye ve dâvâlara bakma vazifesini verdi. Sultânın ölümünden sonra, vezir Ömer bin Abdullah hükümdâr oldu. Bu vezirle aralarında soğukluk hâsıl olunca, İbn-i Haldûn Fas’tan ayrılarak Endülüs’e gitti. Endülüs Sultânı Ebû Abdullah bin Ahmed, onu büyük bir alâkayla karşıladı ve bir müddet ilminden istifâde etti. Daha sonra Bicâye Sultânı Ebû Abdullah dâvet ederek, merâsimle karşıladı ve memleketinin idâresini ona teslim etti.
Bu sırada dağlarda yaşayan Berberî eşkıyâları isyân hâlindeydi. İbn-i Haldûn bizzat eşkıyâların üzerine yürüdü. Bâzan yumuşaklık ve şefkatle bâzan da şiddetle muâmelede bulunarak, âsîlerin hakkından geldi. Bicâye hükûmetinin durumunu düzeltmek üzereyken Sultân Ebû Abdullah öldürüldü. Tlemsan Hükümdârı Ebû Hamun’un dâveti ile 1371 senesinde Bicâye’de Biskrâ şehrine vardı. Burada da bâzı görevlerde bulunduktan sonra, Benî Tucin ilinde, “Selâmeoğulları Kalesi” adıyla tanınan şehre gitti.
Devlet memûriyetlerini bırakarak bir köşeye çekilip, ilim ve ibâdetle meşgul oldu. Bu kalede dört sene kaldı. Bu müddet içinde ilim âlemince takdir edilen mühim eseri Mukaddime’yi yazdı ve eserini 1378 senesinde Tunus Sultânı Ebû Abbâs’a takdim etti. Tunus Sultânı, Mukaddime’de ortaya koyduğu usûller çerçevesinde, bir de târih kitabı yazmasını ricâ etti. Bundan sonra da umûmî târihi yazdı.
Hacca gitmek maksadıyla Tunus’tan çıkıp Mısır’a gitti. Kâhire’de talebelerin ricâsıyla Câmi-ul-Ezher’de ders okutmaya başladı. Kısa zamanda şöhreti yayıldı ve Ezher Medresesine müderris (profesör) oldu. 1384 senesinde de kâdılığa tâyin edildi. İki sene kadar bu vazifede kaldı. Âdil kararları ile herkesin sevgisini kazandı. Büyük bir İslâm hukukçusu olarak tanındı. Kendisini çekemeyenlerin şikâyeti üzerine, sultânın huzûrunda onlarla muhâkemeye çıktı. Hasımlarının iddiâlarını kesin delillerle çürüttü. Bu hâdiseden sonra kâdılığı bıraktı. Bir müddet daha ders okuttu. Tîmûr Han Şam’ı alınca, onunla görüşüp hürmet ve ikrâmına kavuştu.
Ömrünün son senelerini Mısır’da geçiren İbn-i Haldûn’a, Sultan Nâsıreddîn Ferec devrinde de hürmet ve saygı gösterildi. Sultan Sâlih’in türbesinin yanındaki medresede fıkıh ve hadis dersleri okuttu ve defâlarca Mâlikî kâdılığında bulundu. Kâdılığı esnâsında, 1406 senesinde Kâhire’de vefât etti. Nasr kapısı dışında Sofiyye Kabristanına defnedildi.
İbn-i Haldûn, sosyoloji ilminin kurucusu olarak tanınmıştır. O, sosyoloji ilmine İlmu Tabiat-il-Umrân adını vermiştir. İnsanların cemiyetler hâlinde birbiriyle yardımlaşarak memleketlerini îmâr etmelerini ve yaşayışları için gereken geçinme vâsıtalarını, sebepleri ve âletleri hazırlamalarını “umrân” kelimesiyle ifâde etmiştir. Kendinden önce sosyoloji ilmine temas edenlerden farklı olarak, bu ilmin, siyâset, ahlâk, hitâbet ve başka ilim ve fen cümlesinden olmayıp kendi başına bir ilim olduğunu ortaya koymuştur.
İbn-i Haldûn’un sosyoloji ilmi ile ilgili görüş ve düşünceleri meşhur Mukaddime kitabındadır. Bu kitap, yazdığı târih kitabının önsözü mâhiyetinde olup, iki cilt hâlindedir. İbn-i Haldûn, târih ilminde belli metodlar bulunmasını ve târih yazarlarının bu metodlara uymasını açıklamalı bir şekilde misallerle yazmıştır. Gördüğü ve yaşadığı siyâsî hâdiseler, sultânlar ve idârecilerle irtibât hâlinde bulunması eserin yayılmasında büyük rol oynamıştır. İbn-i Haldûn yine, psikolojiyi târihe uygulayan ilk ilim adamıdır.
İbn-i Haldûn’un manzûme, risâle, İbn-i Rüşd ve Fahreddîn Râzî’nin eserlerine yazdığı özetlerin yanında, matematik ve mantığa dâir eserleri de vardır. Fakat bunlar günümüze kadar gelememiştir. Günümüze ulaşan tek eseri yedi ciltlik Kitâb-ul-İber’dir. Bir târih kitabı olan bu eser, üç bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölüm, Mukaddime’dir. İkinci bölümde Arapların târihi yanında, Sûriye, Pers, Yahûdî, Kıpt, Yemen, Roma, Türk ve Franklılar târihi; üçüncü bölümde ise Berberîlerin ve güney Afrika’daki Müslüman hânedânların târihi anlatılmaktadır. Eser, inceleme ve araştırma yönünden emsâlsizdir. Bütün Avrupa târihçilerinin birçok konularda mürâcaat ettikleri ana kaynaktır. Yedi cilt hâlinde Mısır’da basılmıştır.
Bu târih kitabının girişi olan Mukaddime başlı başına meşhur bir eserdir. Çeşitli yönleriyle insan cemiyetlerinin târif ve açıklaması ile başlayan Mukaddime, altı bölümden ibârettir. Birinci bölümde medeniyet; ikinci bölümde göçebe ile şehirli kültürlerinin karşılaştırılmaları, zıtlıklardan ortaya çıkan çatışmaların sosyolojik târihî sebepleri ve sonuçları; üçüncü bölümde hânedânlar, krallıklar, halîfeler, sultanların asâlet sıralaması, idârenin temelleri, bâzı Hıristiyan ve Yahûdî olanlar da dâhil olmak üzere çeşitli mevzûların açıklanması; dördüncü bölümde köy ve kasabalardaki hayâta dâir müşâhadeleri; beşinci bölümde geçim araçları, meseleler, sanat ve ticâret, iş hayâtı, zirâat, dış ticâret, inşâat; altıncı ve son bölümde ise çeşitli bilimler, öğrenme ve öğretme, psikoloji ve bilimlerin sınıflandırılması anlatılmaktadır.
Mukaddime, değişik konular ve bilgiler hakkında bir hazînedir. Özellikle İbn-i Haldûn’un kullandığı araçların antik ve ortaçağ batı târihçi ve sosyologlarına çok farklı gelmesi, bu eseri onlara çok değerli kılmıştır. Bâzı batılı târihçiler tarafından ortaçağın en önemli eseri olarak görülen bu kitap, târihî metodları açıklayan modern bir el kitabına benzemektedir.
Mukaddime’nin ilk iki kısmı Şeyhülislâm Pîrîzâde; üçüncü kısmı da Cevdet Paşa tarafından; daha sonraki yıllarda ise, başka mütercimlerce tercüme edilerek yayınlanmıştır. Târihinin bir kısmını da Sabîhî Paşa tercüme etmiştir. Bu eserler, ayrıca Avrupa dillerine de çevrilmiştir. Bu kitaplarından başka eserleri de olduğu rivâyet edilen İbn-i Haldun’un mûteber olmayan görüş ve fikirleri de vardır.
İbn-i Haldûn, Anadolu’da Kâtib Çelebi tarafından tanıtıldı. Nâimâ, Pîrîzâde Mehmed ve Ahmed Cevdet Paşa gibi Osmanlı târihçilerinde İbn-i Haldûn’un tesirleri görüldü. Batı dünyâsı ise İbn-i Haldûn’la 19. asırda tanışabildi. İlk defa Hammer 1812 senesinde onun önemini anlamış ve onu“Arap Montesquiesü” olarak isimlendirmiştir. Batı tarafından tanınması, İslâm dünyâsında ününü bir kat daha arttırmıştır.
Akşemseddin
(1390-1460) “Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur. ” diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.
Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihi. İsmi, Muhammed bin Hamza’dır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur. Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdi’nin neslinden olup, soyu hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik’a kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şam’da doğdu. 1460 (H. 864)da Bolu’nun Göynük ilçesinde vefat etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin Kur’an-ı kerimi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, o tarihte Amasya’ya bağlı olan Kavak nahiyesine yerleşti. Alim ve veli bir zat olan babası vefat edince, tahsiline devam etti. Genç yaşta akli ve nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’a müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halep’te bulunan Şeyh Zeynüddin’e talebe olmak için Halep’e giderken, gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere Ankara’ya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veli’den icazet (diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:
“Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur. ” diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.
Pasteur’un teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak Pasteur’a mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu.
Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen birçok alim yetiştirdi. Oğulları Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nurullah, Muhammed Emrullah, Muhmmed Nasrullah, Muhammed Mir-ul-Huda ve Muhammed Hamdullah ile Harizat-üş-Şami Mısırlıoğlu, Abdurrahim Karahisari, Muslihuddin İskilibi ve İbrahim Tennuri bunlardan bazılarıdır.
Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultan’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması ve Sultan’ın ısrarı üzerine ve Allahü tealanın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra İslamiyetin harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişah’a hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultan’ın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:
“Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır. ” cevabını verdi.
Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultan’ın (radıyallahü anh) kabri ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabr-i şerifinin üzerine bir türbe, yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddin’den İstanbul’da kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişah’ın bu teklifini kabul etmedi.
Akşemseddin, İstanbul’un fethinden sonra, Göynük’e yerleşti ve vefatına kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır, yoksa, bu zahmeti çok dünyadan göçerdim. ” derdi. Bir gün hanımının; “Göçerdim dersin yine göçmezsin!” demesi üzerine; “Göçeyim!” deyip mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp, vasiyetini yaptı. Helalleşip veda etti. Yasin-i şerifi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki tarihi Süleyman Paşa Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı.
Buyururdu ki: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin, tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükür, belaya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Ömrüm uzun olsun dersen, kimseye kızma, eziyet etme. Kimsenin nimetine haset etme. Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Tırnağını asla dişinle kesme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı kerim oku. Zikrin daima hamd-i Hüda (Allahü tealaya hamd etmek) olsun. Hem Cehennem azabından endişeli ol. Hasedi terk et, kendini başkalarına medh etme. Namahreme (harama) bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırma. Düşen şeyi alıp (temizleyerek) yersen fakirlikten kurtulursun. Edepli, mütevazı ve cömert ol. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur. ”
Eserleri: 1) Risalet-ün-Nuriyye: Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevab mahiyetindedir. Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. 2) Def’ü Metain, 3) Risale-i Zikrullah, 4) Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, 5) Malumat-ı Evliya, 6) Maddet-ül-Hayat, 7)Nasihatname-i Akşemseddin.
Cemşid
(-1429) On dördüncü ve 15. yy’da yaşamış, ondalık kesirleri ilk defa kullanan
büyük Müslüman Türk matematik ve astronomi alimi.
İsmi, Cemşid bin Mes’ud bin Mahmud et-Tabib el Kaşi olup, lâkabı Gı-
yaseddin’dir. On dördüncü asrın sonlarına doğru Maveraünnehir bölgesinde
bulunan Kaş şehrinde doğdu. Uluğ Bey Ziyci adlı eserin önsözünde, 1429 senesinin sonbaharında Semerkand’da öldüğü bildirilmektedir. Gıyaseddin Cemşid, ilk tahsiline Kaş’ta başladı. Babası, zamanın önde gelen din ve fen alimlerindendi. Önce sarf, nahiv ve fıkıh ilmini öğrendi. Fıkıh ilminde söz sahibi oldu. Mantık, belagat, matematik ve astronomi ilimlerini tam manasıyla tahsil etti. İlim aşkına uzun süren seyahatlere çıkar ve azimli çalışırdı. 1416 senesinde Karakoyunlu Sultanı İskender’in hizmetinde bulundu. Uluğ Bey tarafından Semerkand’a davet edildi.
Cemşid, önce Nasirüddin Tusi’nin eserlerini inceledi. Kutbüddin Şirazi’nin eserlerini tetkik ederek, ziyadesiyle istifade etti. Meragâ da yapılan rasathanede çalışarak, astronomi cetvellerini (ziycleri) yeniden düzenleyip ortaya koydu. Böylece astronomide yeni ufukların açılmasını sağladı.
Yıldız cetvellerini, yeryüzünden uzaklarını, güneş ve ay tutulmasının hesaplarını, bunlann hesaplanmasında kullanılacak olan Tabak-ül-Menatık adlı aletin yapılış ve kullanışını izah etti. Avrupalı ilim tarihçileri, yıldızların ve gezegenlerin yörüngelerinin da-
ire şeklinde olmayip, Elips şeklinde olduğunun keşfini Kepler’in başarıla-
rından sayarlar. Halbuki, ondan yüz sene önce Gıyaseddin Cemşid, bu ilmi
hakikatı Nüzhet-ül Hedaik adlı eserinde izah etmiş ve ortaya koymuştur. İlmi çalışmalan ve dirayetiyle, fen ilimlerinde araştırına, gözlem ve deney usulünün gelişmesini sağladı. 1406, 1407 ve 1408 seneleri için ay tutulmasınm hesaplamalarını gayet hassas olarak yaptı. Ayın ve Utarid’in yörüngelerinin eliptik düzlemde olduğunu açıkça ispat etti. Böylece, Keplerin bunu kendine mal etme iddiası geçersiz ve asılsız kaldı
CEMŞİD VE MATEMATİK:Günlük hayatımızda önemsiz gibi görünen bazı küçük şeyler olmasa, çağdaş teknoloji bugün bulunduğu noktadan yüzyıllarca gerilerde, belki de “solda sıfır” olurdu. Dilimizde “değersizliğin ifadesi” olan “solda sıfır deyimi”, ondalık kesirlerde virgülün solunda kalan sıfır için kullanılır. Ondalık kesirin icat edilmediği bu dünyada; en küçük kesirli alış verişlerden uzay teknolojisine kadar hemen hemen her alanda korkunç çetrefilli durumlar yaşanırdı.
Hele bu işlemlerin Roma rakamları veya bayağı kesirlerle yapıldığını dü-
şünmek bile istemiyoruz. “Virgül”, yazıda da önemlidir ama, bazen olmasa da olur. Gelgelelim matematikte virgülü kaldırmak, neredeyse matematiği ortadan kaldırmak demektir. Gıyaseddin Kâşi, astronominin yanında, ilmi çalışmalannı daha çok matematik alanında yoğunlaştırdı. Virgülü, aritmetik işlemlerde ilk defa o kullandı. İlim tarihinde, aritmetikte ondalık kesir sisteminde virgülü ilk defa kullanma şerefi, Gıyasüddin Cemşid’e aittir. Risalet’ül Muhitiyye adlı eserine bakıldığı zaman, bu gerçek apaçık görülecektir.
ONDALIK KESİR SİSTEMİNİ BULAN BİLGİN: Aritmetikte ilk defa ondalık kesir sistemini keşfeden ve bu konuda eser veren odur. Ondalık kesir kuralını ilk defa o kullanmış, bunlar üzerinde toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeler yapmıştır. Halbuki, ondalık kesirlerin keşfi, Simon Stefan’a atfediliyordu. 1948 senesinde Alman bilim tarihçisi Pouluckey, yaptığı araştırmalar sonucu, ondalık kesirlerin asıl Cemşid’in buldu-
ğunu ispatladı ve ilim alemine kabul ettirdi. Cemşid, Simon Stefan’dan yüz altmış sene önce yaşamıştır. O, ondalık sayılar üzerinde dört işlemi uyguladı. Avrupâ da ise, bu sistem ancak 16. asırdan sonra kullanılabildi. Bu konudan bahseden Risalet-ül-Muhitiyye adlı eserinde, daire çevresi ile yançap arasındaki oranı çok açık bir şekilde göstermiştir. Ondalık sayılarda virgül işareti kullanmadan, sayının tam kısmı üzerine sihah (tam sayı) kelimesini koymak suretiyle sayının tam kısmının, ondalık kısmından ayrıldığı ilk defa bu eserde görülür. Onun bulduğu bu değer, kendinden önceki matematikçilerin bulduğu değerden daha doğrudur. Ticari hesaba dair eserinde ise ondalık kesirlerde o, sihah tabirleri yerine virgül kullanmıştır.
CEMŞİD VE CEBİR: Gıyüsaddin Cemşid, ayrıca, yüksek dereceden nümerik denklemlerin yaklaşık çözümleri konusunda orijinal buluşlarıyla da şöhret bulmuştur. Cebirde de yeni buluşlan vardır. Bilhassa Uluğ Bey’e sunduğu “Miftah-ül Hisap” adlı eserinde, herhangi bir dereceden kök almalarını açıklamıştır ki, bu, Batı ilim dünyasında ancak 300 yıl soma İsaac Newton tarafından ulaşılabilen neticedir.
Miftah-ül Hesab adlı eserinde herhangi bir dereceden kök alma yolları-
nı hesapladı. Broom açılım olarak matematikte bilinen formülden istifade edilerek gerçekleştirilen bu kök alma işlemlerinin keşfi, Batı aleminde Newton a atfediliyorsa da bunu Newton’dan üç asır önce Cemşid’in bulduğunu ve ilk defa binomial denklemleri çözdüğünü Derek Stewart, Sources of Mathematics adlı eserinde ilim dünyasına açıklamıştır.
CEMŞİD VE TRİGONOMETRİ: Cemşid (pi) sayısının 9. rakama kadar olduğu değerini =3,1415926535898732) 1 derecelik yayın sinus değerini bugünkü değerlere göre 18 ondalık sayıya kadar doğru olarak hesaplamıştır. Trigonometride “El Kâşi Eşitliği” adıyla şöhret bulan temel formül de onun buluşudur. Trigonometrinin temel formüllerinden olan sin “Aş3 Sin A+4 Sin 3A şeklindeki bu formül onun adıyla anılmaktadır. Aritmetik ve trigonometride yeni keşiflerinden bahseden eserleri “Risalet-ül Muhitiyye”
ile “Risalet-ül Veter ve’l Ceyb”dir. Cemşid, yalnızca ondalık kesri, kesin sonucu olmayan problemlerin yaklaşık çözümünü ve mükerrer logaritmayı literati ve algorism) icad edip, Pi sayısının gerçekten doğru bir hesaplamasını yapmakla kalmamış, bir hesap makinası icad eden ilk kişi olma mazhariyetine de ermiştir.
O aynı zamanda Newton’un adıyla anılan iki terimli denklemi de çözen ilk kişiydi. Bu denklemin (a+b) n+an+cnlan-lb+cn2 an-2 b2. . . +cnnbn şeklinde çözümü, onun sayılar ilmi konusunda belki en önemli Müslüman metni olan Miftah el-hisab (aritmetiğe Anahtar) adlı kitabında yer almaktadır.
Cemşid altmışlık sayı sistemine dayanan aritmetiğe bir şahaseri olan Risalet el-muhitiyye (çember Hakkında Kuşatıcı Risale)’nin de yazarıdır.
CEMŞİD VE ASTRONOMİ: Gıyaseddin Cemşid’in Semerkant rasathanesinin kurulmasında büyük hizmetleri olmuştur. (1421) Rasathanenin ilk müdürü de odur. Uluğ Bey (1394-1449)’in Ziyc’inin hazırlanmasında büyük emeği geçmiştir.
İLMİ KİŞİLİĞİ: Uluğ Bey, ondan bahsederken, “Önceki ilimlerin mükemmelleştiricisi”, “Meselelerin çetrefil noktalarının çözücüsü” der ve Semerkant çevresinde “Allâme Cemşid” unvanıyla anıldığını anlatır. Batı bilim dünyasında 17. yüzyıl sonlarına kadar tesirini sürdüren ve yirminci yüzyıla kadar dikkatleri üzerine toplayan bilgini meşhur eden eserleri olmuştur. Bilhassa matematik sahasında Batı ilim dünyasının adından söz ettiği Gıyaseddin Cemşid, 8 ile 16. yüzyıl bilim tarihini incelediğimizde matematik ve astronomi alanında en önde gelen bilgin olarak karşımıza çıkar. Zamanında astronomi ve matematik öylesine ileri gitmişti ki, Avrupa bu seviyeye ancak 17. yüzyıl sonlarına doğru ulaşabilmiştir.
ESERLERİ: Gıyaseddin Cemşid, matematik ve astronomi alanında birçok eser yazdı. Yazdığı kitaplar, bilhassa 16 ve 17. asırda devrin ünlü ilim adamları tarafından uzun seneler temel müracaat kitabı olarak kullanıldı. Eserlerinden bilinenleri şunlardır: Risalet-ül Muhitiyye: Ondalık sayılarla ilgili kurallara ve Pi sayısının değerine bu eserde yer verdi.
Arapça yazılan eser, İstanbul ve dünyanın birçok kütüphanesinde mevcuttur. Çeşitli yabancı dillere tercüme edilmiştir.
Kitabu Miftah-il-Hisab (Hesap Anahtarı): Bir mukaddime ile beş bölümden meydana gelen eserin, birinci bölümünde tam sayılarla hesaplama, ikinci bölümünde kesirli sayılarla hesaplar, üçüncü bölümünde astronomide kullanılan hesaplar, dördüncü bölümünde topografik alan hesapları, beşinci bölümünde ise bilinmeyenli hesaplar anlatılmaktadır.
Risalet-ül-Kemaliye veya Süllen-üs-Sem’a (göğün dereceleri): Gök cisimlerinin dünyadan uzaklığı, büyüklükleri ve boyutlarından bahseden bu eser, Mustafa Zeki tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Yazma nüshaları İstanbul ve Avrupa kütüphanelerinde bulunmaktadır.
Kitabu-Ziye-il-Hakani fi Tekmili ziye-il-İlhani: Nasirüddin Tusi’nin yazdığı Ziye-il-İlhani adlı eserde incelenen yıldızların koordinatlarını kendi rasadlarına göre düzenlemiş ve tamamlamıştır.
Nüzhet-ül-Hadaik: Kendi bulduğu Takabül-Menatık adlı bir rasat aletinden bahseder.
ALİ KUŞCU
(1410 – 1474) Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. . .
Osmanlı gökbilmicisi olan Ali Kuşcu Uluğ Bey’den ve Kadızade Rumi’den dersler almıştır. Öğrenimini Kirman’da tamamlayarak Uluğ Bey’in gözlemevinin yöneticiliğine getirilmiştir ve yıldızların hareketlerini, yerlerini gösteren cetvelin hazırlanmasına yardımcı olmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbulu almasından sonra Ayasofya medresesinde ders vermiştir. “Gökbilim Risalesi” adlı bir kitabı ve “Sorunların Keşfinde Tılsımların En Değerlisi” isimli bir ansiklopedi yazmıştır.
Ali Kuşçu, Semerkant Rasathanesi’nin Müdürlüğü’nü yaptığı sırada, Akkoyunlular adına Osmanlılarla barış görüşmelerinde bulunmak için İstanbul’a geldi. Fatih Sultan Mehmet’in büyük desteğini gördü ve Ayasofya Medresesi’nde görevlendirildi. Burada, Mirim Çelebi, Sarı Lütfü, Sinan Paşa gibi değerli bilim adamlarını yetiştirdi. Bilhassa, astronomi ve matematik konularında çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim çalışmalarında bulunan Ali Kuşçu; Ayasofya Medresesi’nin çalışma programlarını da yeniden düzenlemiştir. Semerkant Rasathanesi’nde iken bir Türk hükümdar ve bilim adamı olan Uluğ Bey’in ‘Zic-i Uluğ Bey’ (Uluğ Bey’in Yıldız Kataloğu) adlı eserin hazırlanması için gerekli gözlem ve hesaplamaları yaptı. Söz konusu eser, çağının en ileri kurumsal matematik bilgilerini içerir. ‘Risaletü’l-Fethiye’ adlı eseri ise 19. yüzyılda, İstanbul Mühendishanesi’nde (İstanbul Teknik Üniversitesi) ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eserde, gök cisimlerinin yere olan uzaklığına yer vermiş; ayrıca dünya haritasını da kitabının sonuna eklemiştir. Burada yer kürenin eksenindeki eğikliği 23°30’17” olarak tespit etmiştir. Bu, günümüz modern astronomi verilerine oldukça yakın bir tespittir. 15. yüzyılda yaşayan Ali Kuşçu Ay’ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün NASA tarafından Ay’da bir bölgeye onun ismi verilmiştir.
Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam âlimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşî’den matematik ve astronomi dersi aldı.
Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdı. Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman’da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey’e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449’da hacca gitmek istedi. Tebriz’de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih’le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan’ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih’in davetiyle İstanbul’a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi.
Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu. Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu.
Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey’in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif’in ihanetine uğramıştı.
Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mana taşıyordu. Her şeyden önce hocasıydı. Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hatta Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki “Kuşçu” lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştı. Uluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu’yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu. İşte Uluğ Bey’in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu’yu can evinden vuran bir olaydı.
Ali Kuşçu bu olayla çok kırıldı. Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz’e geldi. Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fatih’i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi. Genç Fatih’in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu. İstanbul’da olup bitenler, kuşkanadıyla Tebriz’e ulaşıyordu. Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı.
Bunun üzerine Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan’ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı. Semerkant’ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizantium’a ulaştı. Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya uçurmuşlardı. Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü. Çünkü kendisinden önce, eserleri İstanbul’ca biliniyordu. Uluğ Bey Rasathanesi’ndeki çalışmalarından, Semerkant’a aylarca uzak bulunan İstanbul’daki hükümdarın haberi vardı.
Osmanlı tahtında oturan II. Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, uyanık bir padişahtı. Âdet olan merasimle Uzun Hasan’ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti. Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti.
Bu teklif, Ali Kuşçu için beklenmedik bir iltifattı. Cefalı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih’in isteği, onun için emir demekti. Ama ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: “Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz’e döneyim. Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı’nın elçisi olmaktır. Elçiye zeval yoktur. Gerektir ki, hünkârımın lütufkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim. . . ”
Ali Kuşçu’nun bu mazereti, Fatih’e son derece akla yakın göründü. Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti. İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı. Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı. Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi.
Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu, sözünü tuttu. İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz’den hareket etti. Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul’a getirildi. Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu.
Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbul’da astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu. Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı. Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.
PİRİ REİS
Piri Reis (1465–1554), Osmanlı denizcisi. Amerika’yı gösteren Dünya haritaları ve Kitab-ı Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanınmıştır.
Piri Reis eşsiz bir kartograf ve deniz bilimleri üstadı olmasının yanı sıra, Osmanlı deniz tarihinde izler bırakmış bir kaptandır. Türk denizciliği ekolünün piri sayılan Karamanlı Kemal Reis’in yeğenidir. Asıl adı Muhiddin olan Piri Reis, 1465 yılında Karaman‘da doğmuştur. O dönemde Karamanoğulları Osmanlı devletine katılmış, Fatih Sultan Mehmet‘in emriyle, Beyliğin ileri gelenleri İstanbul‘a göç ettirilmiştir. Kemal Reis ve ailesi önce İstanbul’a, bir süre sonra Gelibolu‘ya giderek orada yerleşmiştir.
Piri ve amcası Kemal Reis, uzun yıllar Akdeniz’de korsanlık yaptılar. 1486‘da Granada’nın (Gırnata) Osmanlı Devleti’nden yardım istemesi üzerine 1487–1493 yılları arasında Piri ve amcası, gemilerle Granadalı (Gırnatalı) müslümanları İspanya’dan Kuzey Afrika’ya taşıdılar. 1499–1502 yıllarında Osmanlı Donanması’nın Venedik Donanması’na karşı sağlamaya çalıştığı deniz kontrolü mücadelesinde Osmanlı gemi komutanı idi. Piri Reis Akdeniz’de yaptığı seyirler sırasında gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı Bahriye adıyla dünya denizciliğinin de ilk kılavuz kitabı olma özelliğini taşıyacak olan kitabının taslağı olarak kaydetti.
Piri Reis, 1511‘de amcasının ölümünden sonra, bir süre için açık denizlere açılmadı ve Gelibolu’ya yerleşti. Burada, önce 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizdi. Atlas Okyanusu, İber Yarımadası, Afrika‘nın batısı ile yeni dünya Amerika‘nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik parça, işte bu haritanın elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, Kristof Kolomb‘un hala bulunamamış olan Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olmasıdır.
Piri Reis haritasını, Yavuz Sultan Selim‘in Mısır seferi sırasında, 1517‘de padişaha sundu.
Bazı tarihçilere göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve ‘Dünya ne kadar küçük. . . ‘ demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve ‘biz doğu tarafını elimizde tutacağız. . ‘ demiştir. . Padişah, daha sonra 1929‘da bulunacak olan diğer yarıyı atmıştır. Bazı kaynaklarca, günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını, Hint Okyanusu‘nun ve onun Baharat yolunun kontrolünü ele geçirmek için Padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia edilmektedir. . .
Piri Reis seferden sonra, tuttuğu notlardan Bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu’ya döndü. Derlediği denizcilik notlarını bir Denizcilik Kitabı (Seyir Kılavuzu) olan Kitab-ı Bahriye’de bir araya getirdi. .
Kanuni Sultan Süleyman’ın dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Piri, 1523‘deki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması’na katıldı. 1524‘de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pergeli İbrahim Paşa’nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1526‘da gözden geçirdiği Kitab-ı Bahriye’sini Kanuni’ye sundu.
Piri Reis’in 1526‘ya kadar olan yaşamı Kitab-ı Bahriye’den izlenebilir. Piri Reis, 1528‘de de ikinci dünya haritasını çizdi. Bugün elimizde olan Kuzey Amerika haritası bu haritanın bir parçasıdır.
Sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalışan Piri Reis, bu dönemde, Hint Kaptanlığı yapmış, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi‘ndeki deniz görevlerinde yaşlandı.
Piri Reis’in Osmanlı donanmasında yaptığı son görev, acı olaylarla biten Mısır Kaptanlığı’dır. 1552‘de çıktığı ikinci seferin son durağı Basra’da, tamire ve dinlenmeye muhtaç donanmayı bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır’a döndüğü için, burada hapsedildi. Donanmayı Basra’da bırakması, Basra valisi Kubat Paşa’ya ganimetten istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa’nın politik hırsı yüzünden 1554‘te hizmette kusurla suçlandı ve idam edildi. Ne var ki O, yarattığı evrensel boyuttaki eserleri olan, iki dünya haritası ve çağdaş denizciliğin ilk önemli yapıtlarından birisi sayılan Kitab-ı Bahriye ile günümüzde de halen yaşamaktadır. . .
Öldüğünde 80 yaşının üzerinde olan Piri Reis’in terekesine devletçe el konuldu.
Osmanlı Türklerinde gerçek anlamda haritacılık Piri Reis’le başlar. Bu acemice, emekleyen bir görüntünün aksine, mükemmel bir çıkıştır. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı kitabı bir Türk’ün meydana getirdiği en önemli denizcilik eseri olarak dünyaca selamlanmıştır. Dünya haritası ve Kuzey Amerika haritasının çizimlerindeki isabet ve projeksiyon sistemindeki mükemmellik, tüm dünyada büyük hayranlık ve hayret uyandırmaktadır.
MİRİM ÇELEBİ
MİRİM ÇELEBİ, MAHMUD BİN MUHAMMED (? – 1525) Osmanlı gökbilimcisi ve matematikcisi. Beyazid II’nin eğitmenliğini yapmış ve Uluğ Bey’in Zic’ine bir açıklama olan “Çetvelin Düzeltilmesi ve Çalışma Klavuzu” adlı kitabı yazmıştır. Mirim Çelebi, Batlamyos’un 1400 sene hiç itirazsız kabul edilen Dünya merkezli kainat sistemi görüşünü Kopernikten 20 yıl önce yıkma çalışmalarına başlamış fakat teorisini açıklamaya ömrü yetmemiştir.
MİMAR SİNAN
(1490-1588) Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik olduğu için seçilenler arasındaydı. Sinan, At Meydanı’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarlığa özendi, vatanın bağlarında ve bahçelerinde suyolları yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustaları mahiyetinde han, çeşme ve türbe inşaatında çalıştı. 1514’te Çaldıran, 1517’de Mısır seferlerine katıldı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atlı sekban oldu. 1526’da katıldığı Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sırası ile acemi oğlanlar yayabaşılığı, kapı yayabaşılığı ve zenberekçibaşılığa yükseldi.
1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bağdat seferlerinden dönüşte “Haseki” rütbesi aldı. Bağdat seferinde Van Kalesi Muhasarasında, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerleştirdi.
Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katılan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Buğdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurduğu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’ın takdirini kazandı. Aynı sene başmimarlığa yükseldi.
Mimar Sinan, katıldığı seferlerde Suriye, Mısır, Irak, İran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yı görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. İstanbul’da devrin en meşhur mimarları ile Bayezid Camii’nin ustası Mimar Hayreddin ile tanıştı.
bazı Eserleri: Sinan’ın mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesi’dir.
Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, O’nun sanatının gelişmesini gösteren basamaklar gibidir. Bunların ilki, Şehzadebaşı Camii ve Külliyesidir. Külliyede ayrıca imaret, tabhane (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrılmış medrese bulunmaktadır.
Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Yirmiyedi metre çapındaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. Sükûnet ve asaleti ifade eden bu sade ve ahenkli görünüşü ile Süleymaniye Camii, olgunlaşmış bir mimariyi temsil etmektedir. Sekiz ayrı binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur.
Mimar Sinan’ın en güzel eseri, seksen yaşında yaptığı Edirne Selimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapındaki kubbe, sekizgen şeklindeki gövde üzerine oturmuştur. Üç şerefeli ince minarelerine üç kişi aynı anda birbirini görmeden çıkabilmektedir. Sinan bu camiin ustalık eseri olduğunu ve bütün sanatını Selimiye’de gösterdiğini belirtmektedir.
Mimar Sinan, gördüğü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemiş, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatını devamlı geliştirmiş ve yenilemiştir. Eserlerindeki sütunlar, duvarlar ve diğer kısımlar taşıdıkları yüke mukavemet edebilecek miktardan daha kalın değildir. Kullandığı bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.
Mimar Sinan aynı zamanda bir şehircilik uzmanıdır. Yapacağı eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük başarı göstermiş ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerleştirmiştir.
Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.
Depreme Dayanıklı: Mimarın çok sayıdaki eserini inceleyenler, Sinan’ın depreme karşı bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldığını söylemekteler. Bu tedbirlerden biri, temelde kullanılan taban harcıdır. Sadece Sinan’ın eserlerinde gördüğümüz bu harç sayesinde, deprem dalgaları emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapıların yer seçimi de ilginç. Zeminin sağlamlaşması için kazıklarla toprağı sıkıştırmış dayanak duvarları inşa ettirmiş. Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yıl bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasını sağlamak içindir.
Mimar Sinan, yapılarında ayrıca drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmuştur. Drenaj sistemiyle yapının temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanıklı kalması öngörülmüştür. ayrıca yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmış. Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları kullanmıştır. Buhar tahliye ve rutubet kanalları drenaj kanallarına bağlı olarak uygulamaya konulmuştur.
İşte Sinan’ın eserlerini inceleyen ve birçoğunu da restore eden Mimar Abdülkadir Akpınar’ın söyledikleri:
“Karşılaştığım bir özellikten dolayı gözlerime inanamadım. Sinan’ın eserlerinde en ufak bir çıktı ve desen dahi tesadüf değil. Renklere bile bir fonksiyon yüklenmiş. Çünkü yapıyı herşeyi ile bir bütün olarak ele almış. Bütün ölçülerini ebced hesabına göre yapmış ve bir ana temayı temel almış. Ölçülerini asal sayıya göre yapmış ve onun katlarını baz almış. İlmini din ile bütünleştirip mükemmel eserler ortaya koymuş. Örneğin SinanKur’an-ı Kerim’de geçen “Biz dağları yeryüzüne çivi gibi gömdük. . . ” ayetinden etkilenerek yapılarının yer altındaki kısmını ona göre inşa etmiş. Yapıları hislerine göre değil, matematiksel olarak oluşturmuş. Bugünün teknolojisi bile Sinan’ın yapmış olduğu bazı uygulamaları çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarının bir başka benzeri daha yok. Ama bunların hepsi estetik sağladığı gibi yapının sağlamlığını da pekiştirmiştir.
MİMAR SİNAN TÜRBESİ: Süleymaniye Camii ‘nin eski ağalar kapısının karşı köşesinde, yol ayrımında üçgen bir alandadır. Önde som mermerden yapılmış bir sebil görülmektedir. Sebilin arkasındaki ufak mezerlıkta 6 sütunlu, üstü örtülü ve etrafı açık türbede Mimar Sinan’ın mezarı bulunmaktadır. Türbesini ölümünden az önce kendisi yapmıştır. 1933 yılında Mimar Vasfi Egeli tarafından restore edilmiştir. Sandukanın uçları ile üzerindeki burma kavuk, mermerdendir. Sokağa bakan demir parmaklıklı bir pencereden türbe görünür.
Takiyüddin
16. yüzyılda gökbilim çalışmaları sürdürülürken, Avrupa ve Osmanlı’da rasathane kuran iki çağdaş gökbilimci ortaya çıkar.
(1521 -1584?)Osmanlı gökbilmicisi ve matematikcisi. Uluğ Bey’in Zic’inin düzeltilmesiyle görevlendirilmiştir. Yeni bir Zic hazırlayabilmek için Tophane sırtlarında bir gözlemevi yaptırdıysa da bu gözlemevi yıktırılmıştır. Gözlemlerde kullanılmak için birçok alet yapan (yıldızların yüksekliğini ve açıklığını ölçen bir alet, yıldız tutulumunu ölçen bir alet vb. ) Takiyüddin “Hükümdarların Zayiçesi İçin Gözlem Aygıtları” adlı bir kitap yazmıştır.
1546- 1601 yılları arasında yaşayan Danimarkalı Tyco Brahe, kral II. Frederick’i ikna ederek Hveen adasında 1576 yılında ortaçağ sonrasının ilk rasathanesini kurdu.
Tyco Brahe, Copernicus’un Güneş merkezli gezegenler görüşünü destekleyenlerden bir noktada ayrılıyordu. Brahe’ye göre, Dünya hareketsizdi ve Güneş’le Ay Dünya’nın etrafında, gezegenler de Güneş’in etrafında dönüyorlardı. Brahe kendi gözlemevinde kullandığı, döneminin en gelişmiş aletleriyle duyarlı gözlemler yaparak gökcisimlerinin koordinatlarını saptamakla kalmadı, nova ve kuyruklu yıldızları da gözledi. O’nun yaptığı gözlemler ve elde ettiği bulgular, Kepler’in ünlü kanunlarını geliştirmesine ve günümüzün Güneş Sistemi modelini kurgulamasına neden oldu. Brahe, 1563 yılında Jüpiter ve Satürn kavuşum gözlemelerini içeren Tabulae Prutenicae adlı kataloğunu yayınladı. 1577 yılında görülen kuyrukluyıldızı da inceledi ve Liber de Cometa adlı yapıtını yazdı.
Tyco Brahe, Copernicus sistemini reddetmesine ve astrolojiye inanmasına karşın 16. yüzyılın en önemli gökbilimcilerinden biri olarak kabul edilir. Brahe’nin kurduğu rasathane, rasathanesinde kullandığı ölçüm araçları ve yaptığı ölçümler bilim tarihi açısından son derece önemlidir. Çünkü, Tyco Brahe Hveen adasındaki çalışmalarını sürdürürken, çağdaşı bir gökbilimci de İstanbul’da çalışmalarını sürdürmekteydi.
1521 yılında Şam’da doğan Takiyyüddin, Mısır ve Şam’da döneminin tanınmış hocalarından fıkıh, hadis ve tefsir dersleri aldıktan sonra ders vermek üzere yine Mısır’a atandı. Bundan sonra Takiyüddin iki kez İstanbul’a gitti ve yine Mısır’a döndü. İstanbul’a ilk gidişinde Ali Kuşçu’nun torunu Kutbeddinzade Muhammed Efendi gibi bilge kişilerle dostluk kurdu ve bilgisini artırdı. Müderris olarak geri döndüğü Mısır’dan ikinci kes İstanbul’a geldi. Edirnekapı’daki Medreseye atanmasına karşın kabul etmeyerek tekrar Mısır’a döndü. Mısır’da kadılık yapmakta olan Abdülkerim Efendi, eski gökbilimcilerden kalma risaleleri verdiği Takiyüddin’e gerekli gözlem aletlerini ve aletlerin yapımlarına ilişkin bilgileri de vererek matematik ve gökbilimle ilgilenmesini sağladı. Gökbilim konusundaki deneyimini ve yetkinliğini artıran Takiyüddin 1570 yılında üçüncü kez İstanbul’a geldi.
Takiyüddin’in İstanbul’a yerleştiği 1570 yılına kadar, gökbilimle ilgilenmek amacıyla rasathane kurulmamış olduğundan, gökbilimle ilgili bilgiler eskiden kalma Arapça ve Farsça kitaplardan öğrenilmekteydi. Gözlemle ilgili hesaplar da eskiden hazırlanmış olan gözlem kataloglarından yararlanılarak yapılıyordu. Bu gözlem kataloglarına dayanılarak yapılan hesaplar doğru sonuçlar vermekten uzaktı. Yeni bir gözlem kataloğu düzenlenmesi için bir rasathane kurulması gerekiyordu. Takiyüddin, matematik ve gökbilim konusundaki yeteneğine büyük önem veren Hoca Sadettin Efendi’nin yardımlarıyla Padişah III. Murat’tan rasathanenin kurtulması için izin, yer ve ödenek aldı. Kendiside rasathanenin müdürlüğüne atanarak inşasına da nezaret etmekle görevlendirildi. Bugün, Cihangir Tophane sırtlarında kurulmuş olan İstanbul Rasathanesi’nin yapımına kesin olarak ne zaman başlandığına dair kanıt niteliğinde her hangi bir belge bulunmamasına karşın, rasathanenin aletleri ve yapımı tamamlanmamış da olsa 1575-1580 yılları arasında gözleme açık olduğu kesindir.
Takiyüddin’in Ondalık Kesirleri Trigonometri ve Astronomiye Uygulaması
Bilindiği gibi, Türk bilim tarihine ilişkin araştırmaların yetersiz olması, Türklerin tarihlerinin hiçbir döneminde bilgin yetiştirmedikleri gibi yanlış bir anlayışın doğmasına ve yayılmasına neden olmuştur; “Türklerin kalem ehli değil ama kılıç ehli oldukları” biçiminde özetlenen bu anlayış, son yıllarda özellikle EI-Hârezmî, Abdülhamid ibn Türk, Fârâbî, İbn Sinâ, Uluğ Bey ve Ali Kuşçu gibi bilginlerin yapıtları üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda sarsılmışsa da yıkılmamıştır. Bu yazının konusu olan ve XVI. yüzyılda İstanbul Gözlemevi’ni kurarak gözlemler yapan Taküyiddin ibn Manıf (1521-1585) yukarıdaki bilginler kadar da tanınmamaktadır; ancak matematik, astronomi ve optik konularında yazmış olduğu yapıtlar incelendiğinde onlardan hiç de aşağı kalmadığı görülmektedir.
Ondalık kesirleri, Uluğ Bey’in Semerkant Gözlemevi’nde müdürlük yapan Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşî’nin Aritmetiğin Anahtarı (1427) adlı yapıtından öğrenmiş olan Takiyüddin’e göre, el- Kâşî’nin bu konudaki bilgisi, kesirli sayıların işlemleriyle sınırlı kalmıştır; oysa ondalık kesirlerin, trigonometri ve astronomi gibi bilimin diğer dallarına da uygulanarak genelleştirilmesi gerekir.
Acaba Takiyüddin’in ondalık kesirleri trigonometri ve astronomiye uygulamak istemesinin gerekçesi nedir? Osmanlıların kullanmış oldukları hesaplama yöntemlerini, yani Hint Hesabı denilen onluk yöntemle Müneccim Hesabı denilen altmışlık yöntemi tanıtmak maksadıyla yazmış olduğu Aritmetikten Beklediklerimiz adlı çok değerli yapıtında Takiyüddin, ondalık kesirleri altmışlık kesirlerin bir alternatifi olarak gösterdikten sonra, dokuz başlık altında, ondalık kesirli sayıların iki katının ve yarısının alınması, toplanması, çıkarılması, çarpılması, bölünmesi, karekökünün alınması, altmışlık kesirlerin ondalık kesirlere ve ondalık kesirlerin altmışlık kesirlere dönüştürülmesi işlemlerinin nasıl yapılacağını birer örnekle açıklamıştır. Ancak Takiyüddin’in tam sayı ile kesrini birbirinden ayırmak için bir simge kullanmadığı veya geliştirmediği görülmektedir; örneğin, 532. 876 sayısını, “5 Yüzler 3 Onlar 2 Birler 8 Ondabirler 7 Yüzdebirler 6 Bindebirler” biçiminde veya “532876 Bindebirler” biçiminde sözel olarak ifade etmekle yetinmiştir.
Takiyüddin, bu yapıtında göksel konumların belirlenmesinde kullanılan altmışlık yöntemin hesaplama açısından elverişli olmadığını bildirir; çünkü altmışlık yöntemde, kesir basamakları çok olan sayılarla çarpma ve bölme işlemlerini yapmak çok vakit alan sıkıcı ve güç bir iştir; bugün kullandığımız onluk çarpım tablosuna benzeyen altmışlık kerrat cetveli bile bu güçlüğün giderilmesi için yeterli değildir. Oysa onluk yöntemde, kesir basamakları ne kadar çok olursa olsun, çarpma ve bölme işlemleri kolaylıkla yapılabileceği için, Ay ve Güneş’in yanında gözle görülebilen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün gökyüzündeki devinimlerini gösterir tabloları düzenlemek ve kullanmak eskisi kadar güç olmayacaktır.
Bu önerisiyle gökbilimcilerinin en önemli güçlüklerinden birini gidermeyi amaçlayan Takiyüddin, açıları veya yayları ondalık kesirlerle gösterirken, bunların trigonometrik fonksiyonlarını altmışlık kesirlerle gösteremeyeceğini anlamış ve ondalık kesirleri trigonometriye uygulamak için Gökler Bilgisinin Sınırı adlı yapıtında birim dairenin yarıçapını 60 veya 1 olarak değil de, 10 olarak aldıktan sonra kesirleri de ondalık kesirlerle göstermiştir. Zâtü’l- Ceyb olarak bilinen bir gözlem aletini tanıtırken, “Bir cetvelin yüzeyini altmışlı sinüse göre, diğerini ise bilginlere ve gözlem sonuçlarının hesaplanmasına uygun düşecek şekilde kolaylaştırıp, yararlılığını ve olgunluğunu arttırdığım onlu sinüse göre taksim ettim. ” demesi bu anlama gelir.
Takiyüddin, ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye nasıl uygulanabileceğini kuramsal olarak gösterdikten sonra, 1580 yılında bitirmiş olduğu Sultanın Onluk Yönteme Göre Düzenlenen Tablolarının Yorumu adlı kataloğunda uygulamaya geçmiştir. İstanbul Gözlemevi’nde yaklaşık beş sene boyunca yapılmış gözlemlere göre düzenlenen bu katalog, diğer kataloglarda olduğu gibi kuramsal bilgiler içermez; yalnızca ortaçağ İslam Dünyası’nda Batlamyus adıyla tanınan Ptolemaios’un kurmuş olduğu Yermerkezli sistemin ilkelerine uygun olarak belirlenmiş gezegen konumlarını gösterir tablolara yer verir.
Takiyüddin, 1584 yılında İstanbul’da tamamlamış olduğu İnciler Topluluğu adlı başka bir yapıtında, son adımı atmış ve birim dairenin yarıçapını 10 birim almak ve kesirleri, ondalık kesirlerle göstermek koşuluyla bir Sinüs -Kosinüs Tablosu ile bir Tanjant – Kotanjant Tablosu hesaplayarak matematikçilerin ve gökbilimcilerin kullanımına sunmuştur. Eğer Takiyüddin bu tabloları hazırlarken birim uzunluğu 10 birim olarak değil de, 1 birim olarak benimsenmiş olsaydı, bugün kullanmakta olduğumuz sisteme ulaşmış olacaktı.
Batı’da ondalık kesirleri kuramsal olarak tandan ilk müstakil yapıt, Hollandalı matematikçi Simon Stevin (1548-1620) tarafından Felemenkçe olarak yazılan ve 1585’de Leiden’de yayımlanan De Thiende’dir (Ondalık). 32 sayfalık bu kitapçıkta, Stevin, sayıların ondalık kesirlerini gösterirken hantal da olsa simgelerden yararlanma yoluna gitmiş ve ondalık kesirleri, uzunluk, ağırlık ve hacim gibi büyüklüklerin ölçülmesi işlemlerine uygulamıştır. Ancak, De Thiende’de ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye uygulandığına dair herhangi bir bulgu yoktur. Bu durum, Takiyüddin’in yapmış olduğu araştırmaların matematik ve astronomi tarihi açısından çok önemli olduğunu göstermektedir.
Rasathanede Kullanılan Ölçüm Araçları
Takiyüddin’in İstanbul Rasathanesi’nde ölçüm yapmak için kullandığı belli başlı dokuz alet inşa ettiği saptanmıştır. Bunlardan Zâ-tül-Halâk gökcisimlerinin ekliptiğe göre enlem ve boylamlarının bulunmasında kullanılmaktaydı. Bu aletin ilk tanımı usturlap adıyla Batlamyus’un Almagest’inde verilmiştir. Takiyüddin’de bu aleti özgün halindeki gibi altı halkalı olarak düzenlemiştir. Bunlardan ikisi eşit çaptadır ve birbirlerine dik olarak sabitlenmişlerdir. Birbirine dik olan bu halkalardan biri ekliptiği diğeri kutuplar halkasını belirtir. Aletin üzerine küçük boylam halkası, büyük boylam halkası, meridyen halkası ve enlem halkası olarak adlandırılan dört halka daha takılır ve enlem halkasının yüzeyine iki doğrulayıcı yerleştirilir. Zât-ül-Halâk’la Güneş ve Ay ufuk çizgisi üzerinde bulunduğu zaman gözlem yapılarak Ay’ın ekliptikteki enlem ve boylamı, saptanabilir. Zât-ül-Halâk kullanımında asıl güçlük, gözlem anında aleti gökyüzündeki konumuna oturtmaktır. Yıldızların ekliptik enlem ve boylamlarını saptamak için zodyak üzerindeki takımyıldızlara ait bazı yıldızların ekliptikal boylamlarının bilinmesi gerekir.
Takiyüddin’in rasathanede kullandığı önemli araçlardan biri de L****’dir. L**** basit olarak çeyrek daire şeklindedir ve gökcisimlerinin meridyen, doğrultusunda yüksekliklerini ölçmekte kullanılır. Bu aletle gökcisimlerinin ekvatoral koordinatları saptanabilir. Takiyüddin ortaçağ boyunca kullanılan L****’nin bir varyasyonunu kendisi için inşa etmiştir. Takiyüddin L**** yardımıyla gökcisimlerinin yüksekliğini gözleyerek, gözlem yerinin enlemi bilindiğinden gökcisminin deklinasyonunu ve Güneş’in meridyen düzleminde en büyük ve en küçük yüksekliğini gözleyerek de ekliptiğin eğimini hesaplamıştır.
Takiyüddinin kullandığı üçüncü aletin adı Zâtü’s-Semt ve’l-İrtifâ’dır. Bu alet eski İslam gökbilimcileri tarafından Şam’da da kullanılmıştır. Zâtü’s-Semt ve’l-İrtifâ, silindirik bir kule üzerine yatay bakır bir halka ve bu halkanın üzerine aynı çaplı bakırdan dikey bir yarım halka konulmasıyla elde edilir. Bu bakır yarı halkanın üzerinde derece ve dakika bölümleri işaretlenmiştir. Yatay halka da başlangıcı meridyende olmak üzere 360 dereceye bölünmüştür. Yarım halkanın merkezindeki bir eksen etrafında dönebilen ve yatay halka üzerinde kayabilen ikişer delikli iki küçük doğrulayıcı bulunur. Zâtü’s- Semt ve’l-İrtifâ’yla güneş gözleniyorsa, cetvel yarı halka, yarı halka da yatay halka üzerinde kaydırılarak alet, Güneş ışınları yarı halkanın merkezine düşecek biçimde ayarlanır. Bu yöntemle gözlem zamanı için Güneş’in yüksekliği yarı halka üzerinden ve azimutu da yatay halka üzerinden okunur.
Zâtü’s- Semt ve’l- İrtifâ ortaçağ gökbilimcilerinin geliştirdiği bir araçtır. Bu alet günümüzde kullanılmakta olan teodolitin ilkel ve büyük boyutlu halidir. Alet gökcisimlerinin her konumunda kullanılabilmektedir. Takiyyüddin Zâtü’s- Semt ve’l- İrtifâ’yı Merkür ve Venüs gezegenlerinin Güneş’ten en uzakta bulunduğu zamanki konumu ile diğer gökcisimlerinin yükseklik ve azimutlarını bulmakta kullanmıştır.
Zat-ü’s- şu’beteyn Takiyüddin’in kullandığı dördüncü alettir. Alet oluşmaktadır. İlk cetvel, bulunan eksenler etrafında dönebilecek şekilde düşeyleştirilir. Cetvelin üst ucunda bir çiviye asılan çekül yardımıyla düşeyliği kontrol edilir. İkinci cetvel birincinin üst ucuna takılmıştır. Böylece hem düşey düzlem içinde rahatça hareket edebilir hem de birinci cetvel boyunca açılmış oyuğa girebilir. Bu cetvel üzerinde gözlemi kolaylaştırıcı iki doğrulayıcı bulunur. Üçüncü cetvel ikincinin aksine birinci cetvelin alt ucuna bağlanmıştır. İkinci cetvel ölçüm için hareket ettirildiğinde, üçüncü cetvel de onunla birlikte ve aynı düzlemde hareket eder. İkinci cetvelin hareketi sırasında alt uç, üçüncü cetvel üzerindeki bölümlü yüzeyde hareket eder ve üç cetvel bir üçgen oluşturur. Üçüncü cetvel diğer iki cetvelden daha uzundur. Birinci ve ikinci cetveller birbirlerine dik hale geldiklerinde, üçüncü cetvel hipotenüs konumundadır. Takiyüddin Zât-ü’s- şu’beteyn’i betimlerken bazı bilim adamlarının üçüncü cetvel yerine bir daire yayı kullandıklarını ancak, cetvelin daha kullanışlı olduğunu belirtiyor.
Rasathane’de kullanılan aletlerden beşincisi Rub-ı mıstar’dır. Aletin şekli dörtte bir dairedir. Aletin tahta olduğunu anlatabilmek için Rub-u Deffe (tahta kuadrant) adı verilmiştir. rub- ı mıstar’ı yapmak için 4, 5 m uzunluğunda üç tahta cetvel alınır. Bunlardan ikisi aralarındaki açı 90° olacak şekilde uç kısımlarından birbirine eklenir. Yarıçapı 4, 5 m olan dörtte bir çember yayıyla boşta kalan iki uç birleştirilir ve üçüncü cetvel bir ucu daire yayının orta noktasında, bir ucu kuadrantın tepe noktasında olmak üzere sisteme eklenir. Bu üçüncü cetvelin tam ortasından geçirilen bir eksenle sistem yer düzlemine dik bir sütuna sabitlenir. Sistemin düşeyliğini sağlamak ve yükseklik açısını ölçmek için kuadrantın tam merkezine bir çekül asılır. Böylece gökcisimlerinin yükseklik açıları dereceli yay üzerinde okunabilir.
Rasathanede kullanılan altıncı alet Zatü’1-ceyb’dir. Zat-ü’s-şu’beteyn gibi iki cetvelden yapılmıştır. Aynı uzunlukta iki cetvel bir eksen etrafında hareket edebilecek şekilde uçlarından birbirine tutturulmuş ve merkezden başlayarak 60’a kadar bölümlenmişlerdir. Cetvellerden birinin üzerinde, kolay gözlem yapabilmek için, iki doğrulayıcı ve bölümlemenin son çizgisine de bir çekül yerleştirilmiştir. Bazen çekül yerine üçüncü bir bölümlü cetvel konur. Bu durumda yıldızın yüksekliğinin sinüsü bu cetvel üzerinden okunabilir.
Zatü’1-evtar Takiyüddin’in kullandığı aletlerden yedincisidir. Takiyüddin kendi buluşu olduğunu söylediği bu aleti Güneş’in ekinoks noktasına geldiği anı saptamak için kullanmıştır.
Takiyüddin’in buluşlarından biri de Müşebbehetü bi’1-monatık’dır. Bu alet yardımıyla iki yıldız arasındaki açısal uzaklıklar ölçülebiliyordu. Müşebbehetü bi’1-monatık yardımıyla Koç takımyıldızı içinde bulunan iki yıldızın açısal uzaklığı da ölçülmüştür.
Rasathane’de kullanılan son alet Bengam’dır. Bengam gökbilim gözlemlerinde Takiyüddin’in kullandığı astronomik bir saattir. Astronomik bir saatin bulunuşu ve gözlemlerde kullanılması ölçümlerin duyarlılığını artırması açısından son derece önemli bir gelişme olmuştur.
Takiyüddin’in Optiğe Katkıları
Takiyüddin başarılı çalışmalar sergilediği optik alanında, Gözbebeğinin ve Aklın Işığı adlı bir yapıt kaleme almıştır. Bu kitabın dikkat çekici yönü, temel dokusunun İslam Dünyası’nda yaklaşık sekiz yüzyıl önce başlatılmış olan köklü ve başarılı optik çalışmaları sonucunda elde edilmiş temel argümanlardan ve problemlerden oluşturulmuş olmasıdır: Öyle ki, elde edilen yüksek düzey, l7. yüzyıla kadar Batı’da güncelliğini koruyan temel tartışmaların çerçevesini oluştururken, aynı şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nda da bütün canlılığıyla etkinliğini sürdürmüştür. Bu durumu anlamak ve anlamlandırmak zor değildir. Çünkü l7. yüzyıla kadar Batı’da optik konusunda egemen olan görüş, İbnü’l-Heysem’in bir tür gelenek haline dönüşmüş olan görüşleridir. Bu görüşe temel olan düşüncesinin iki boyutu vardır:
1) Optiğe ilişkin sorunların, geometrik sorunlara dönüştürülerek geometrik yoldan incelenmesi,
2) Sorunların nedensel olarak açıklanması.
Ayrıca, bu iki temel düşünce ayrıntılı ve ustalıklı olarak düzenlenmiş deneylerle de desteklenmiştir. Bu tarz bir araştırma modeli, çeviriler yoluyla Batı’ya aktarılırken, Doğu’da 14. yüzyılda Kemâlüddîn el-Fârîsî’nin araştırmalarıyla çok daha yüksek düzeyli tartışmalara olanak ve zemin hazırlamıştır. Daha sonra 1579 yılında, bu kez Takiyüddin, hem İbnü’l-Heysem’in Optik ve hem de Kemâlüddin el- Fârîsî’nin Optiğin Düzeltilmesi adlı çalışmalarına dayanarak Gözbebeğinin ve Aklın Işığı adlı yapıtını yazmıştır; Takiyüddin’in amacı, bu iki kitabı yorumlamak ve gereksiz ayrıntılardan arındırarak asıl amaca yönelik bir olgunluk düzeyine ulaştırmaktır.
Kitap bir giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş’te optiğe ilişkin bazı temel kavramlar tanımlanmış ve optik konusunda etkin olan kuramlardan kısaca söz edilmiştir.
Birinci bölüm aracısız görme konusuna ayrılmıştır. Burada ışık, görme, ışığın göze ve görmeye olan etkisi ve ışıkla renk arasındaki ilişki ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Bunun yanında tartışmaya esas olan bazı temel ilkeler benimsenmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Işığın kaynağı nesne, hedefi ise gözdür.
2. Işıkla birlikte göze gelen biçimler, aynı zamanda o nesnenin rengini de taşırlar.
3. Göz yalnızca ışıklı ya da ışıklandırılmış nesneleri algılar
4. Görme geometrik bir olgudur. Çünkü yayılan ışık, tepesi kaynakta ve tabanı da gözde bulunan bir koni oluşturmaktadır.
5. Işık maddesel bir şeydir; ancak optik incelemeler sırasında geometrik bir nesne olarak kabul edilebilir.
6. Işık ışınları küresel olarak yayılırlar ve bu yayılım da doğrusal çizgiler boyunca olur.
7. Renk ışığa bağlıdır ve ışığın kırılması ve yansıması sonucunda oluşur.
Burada öncelikle ışığın doğrusal çizgiler boyunca, ancak küresel olarak yayıldığı savının öne çıktığını hemen belirtelim. Takiyüddin’in bu savı, daha sonra Hollandalı fizikçi Huygens (1629-1695) tarafından ortaya konulacak küresel yayılım kuramının ilk anlatımı olarak görülebilir.
Takiyüddin’e göre ışık, ışıklı bir nesneden ve o nesnedeki her bir noktadan küresel olarak yayılır ve yayılım sırasında, ister istemez bazı ışın çizgileri paralel, bazıları birbirine yakınlaşan ve bazıları ise birbirlerinden uzaklaşan doğrular boyunca yol alır. Buna bir de bu doğrusal çizgilerde yol alan ışınların küresel olarak yayıldığı düşüncesi eklendiğinde, o zaman, ışığın dalga niteliği taşıdığı ve tıpkı durgun bir suya taş atıldığında, suda oluşan dalganın etrafa doğru büyüyen daireler şeklinde yayılması gibi yayılıyor olduğunun kabul edildiği anlaşılmaktadır ki, bu da küresel yayılımın yalın bir anlatımından başka bir şey değildir.
Bunun dışında aracısız görme konusunda Takiyüddin’in üzerinde durmamızı gerektiren bir açıklaması daha bulunmaktadır. 0 da ışık ve renk arasındaki nedensel ilişkiyi irdelerken, rengin ışığa bağlı olduğunu ve ışığın kırılması ve yansıması sonucu oluştuğunu belirtmiş olmasıdır. Bu belirlemenin önemi de yine optik tarihinde gizlidir. Çünkü rengin gerçek doğasının anlaşılması ilk kez Newton’un ayrıntılı renk incelemeleri sonucu gerçekleşmiştir.
Newton öncesi dönemde ise renk konusunda egemen olan kuram, değişim kuramı adı verilen ve rengin ışığın zayıflamasıyla ya da aydınlık ve karanlığın karışımıyla oluştuğunu belirten Aristotelesçi kuramdır. Nitekim ünlü astronom Kepler optik üzerine kalem almış olduğu Ad Vitellionem Paralipomena (Vitelo’nun Paralipomena’sına Ek) ve Dioptric (Kırılma Üzerine) adlı kitaplarında rengin oluşumunu Aristotelesçi bir yaklaşımla açıklamıştır. Oysa Takiyüddin, bu iki bilim adamından önce rengin oluşumunda kırılmayı söz konusu etmiş, Newton’un prizması yerine cam bir küre kullanmıştır.
Kitabın ikinci bölümü yansıma aracılığıyla oluşan görme konusuna ayrılmıştır. Burada ışığın aynalarda uğradığı değişimler ve çeşitli aynalarda görüntünün nasıl oluştuğu deneysel olarak tartışılmıştır. Yansıma optiği, optik biliminin gelişimini en erken tamamlayan ve bu anlamda nisbeten daha kolay olan bir dalıdır. Bu nedenle yansıma kanunu da dahil olmak üzere bütün ilkeleri Antikçağ’da tespit edilmiştir. Bu anlamda Takiyüddin’in konuya katkısı, yansıma kanununu her tür aynada kanıtlamaya çalışmasıdır.
Üçüncü bölüm de kırılma konusu ele alınmış ve yoğunluğu farklı olan ortamlarda ışığın yol alırken uğradığı değişimler incelenmiştir. Ancak yaptığı bütün deneysel ve matematiksel irdelemeler sonucunda Takiyüddin, kırılma kanununu bulamamıştır. Fakat konuya değişik bir yaklaşımda bulunmuştur. Anlaşılan odur ki, Takiyüddin sinüs kanunuyla uğraşmamıştır. Çünkü çalışmalarını tamamen geometrik olarak ele almış ve trigonometriyi işin içine sokmayarak açılar arasında oranlar ya da eşitsizlikler kurmak yoluna gitmiştir. Oysa sinüs kanununa giden yol kirişler veya sinüslerden geçmektedir. Böyle bir girişimde bulunmadığı için, onun kırılma kanunu dediği şeyi, bir aritmetiksel eşitsizlik olarak nitelendirebiliriz.
Takiyüddin’in Elyazmaları
Takiyüddin’in günümüze ulaşan elyazmaları incelendiğinde, içerdikleri bilgilerin o dönem gökbilimi hakkında sağladığı veriler yanında farklı bir önemi olduğu da görülür.
Takiyüddin el yazmalarında belirli bir biçim kullanmamıştır. Eserlerin hemen hepsi birbirlerinden farklı boyutlardadır. Kitaplarda kullanılan süsler de birbirlerinden farklıdırlar. Ancak yazmalara önemli yerleri, başlıkları, tablo ve şekilleri belirginleştirmek için farklı renklerden yararlanıldığı gözlenir. Başlangıç sayfalarında yazmaların Takiyüddin’e ait olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlayan açıklamalar, kayıtlar ve imza yer alır. Günümüz araştırmacılarını en çok sevindiren de Takiyüddin’in eserlerinin orijinallerinin bir kısmının bugüne ulaşmış olmasıdır.
O dönemlerde bilim adamlarının yazdıkları eserlerin kopyaları elle çıkarılmaktaydı. Birçok elyazmasının ancak kopyaları günümüze ulaşabilmiştir. Orijinal örneklerin kopyalama sırasında meydana gelebilecek hataları içermediği düşünülürse araştırmacılar için ne denli önemli oldukları anlaşılabilir.
Takiyüddin’e ait el yazmalarının bir bölümü Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nde bulunmaktadır. Enstitü’nün UNESCO’yla (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Organizasyonu) birlikte yürüttüğü “Memory of the World” projesi çerçevesinde, Takiyüddin’e ait el yazmalarının da içinde bulunduğu 821 Türkçe, 414 Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eser mikrofilmleri çekilerek CD- Rom üzerinde kataloglanmaktadır. Takiyüddin’in diğer eserleri başka kütüphanelerin raflarındadır.
Rasathanenin Hazin Sonu
İstanbul Rasathanesi ilginç bir yıkım yaşamasına rağmen, yıkımın nedenine ilişkin fazlaca veri elde edilememiş. Ancak, rasathanenin yıkılışında 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın ve 1578’de baş gösteren veba salgınının nedeni olarak gösterilmesinin, daha da ileri giden çevrelerce Takiyüddin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği yolundaki söylentilerin, şüpheleri artırdığı söyleniyor. Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi’nin de bu görüşleri desteklemesi üzerine, padişahın verdiği emirle, Rasathane 1580 yılında Kılıç Ali Paşa’ya yıktırılıyor.
Rasathanenin padişah emriyle yıktırıldığı kesin olmakla birlikte, konuyla ilgili aydınlanmamış birçok nokta vardır. Yaygın bir görüş Rasathane’nin, verilen hatt-ı hümayuna dayanarak Kılıç Ali Paşa emrindeki donanma tarafından denizden topa tutularak yıkıldığı biçimindedir. Ancak, topa tutma konusunda kişisel anı yazıları dışında günümüze ulaşabilmiş hiçbir yazılı resmi belge yoktur. Rasathanenin betimlenen yerinin çok yakınlarında yerleşim bölgeleri olduğu da gözönünde tutulursa bu olasılığın tartışmaya açık olduğu söylenebilir.
Bunca söylentiye karşın, kesin olarak bilinen İstanbul Rasathanesi’nde nitelikli gözlemler yapıldığı ve bu gözlemlere dayanılarak son derece hassas gözlem katalogları hazırlandığıdır. Asıl şanssızlık, Takiyüddin’in arkasından Kepler gibi bir bilim adamının gelmemesi ve yapılmış çalışmaları değerlendirecek bir bilim geleneğinin yerleşmemiş olmasıdır. Bunca söylentinin arkasında, rasathanenin yıkılmasının gerçek nedeninin, rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi ile Şeyhülislam’ın yer aldıkları farklı grupların siyasi çekişmesi olduğu sanılıyor.
Takiyüddin, ayrıca göllerden, ırmaklardan ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için çeşitli araçlar tasarlamış ve bunları bir eserinde ayrıntılarıyla tasvir etmiştir. Araştırmalar, Takiyüddin’in ağabeyi olan Necmeddin ibn Marûf’un da iyi bir bilim adamı olduğunu ve özellikle astronomi ile ilgilendiğini ortaya koymuştur.
Kâtip Çelebi
Türk bilim ve fikir adamı (1609-1657). XVII. yy. da yaşamış ünlü Türk bilim ve fikir adamlarından biri olan Kâtip Çelebi, Avrupalılarca Hacı Halife (Hacı Kalfa) adıyla bilinir. Asıl adı Mustafa’dır, İstanbul’da dünyaya gelen Kâtip Çelebi, bir süre medresede okuduktan sonra devlet hizmetine girdi, muhasebe servislerinde çalıştı, ordu ile birlikte birçok sefere katıldı. On yıl bu şekilde çalıştıktan sonra devlet hizmetinden ayrıldı; bir yandan bilimle uğraşırken, bir yandan da devlet büyüklerinin çocuklarına özel ders vererek geçimini sağlamağa çalıştı.
Eserleri: Kâtip Çelebi Arapça, Farsça, Latince biliyordu. ayrıca Fransızca bilen bir dostunun aracılığıyla Fransızca eserlerden de yararlandı. Eserleri kendi devrinden başlayarak birçok yabancı dile çevrildi. En önemli eseri olan Keşfüz-Zünun’u 20 yılda yazdı. 10,000 İslâm yazarının 14,500 eserini birer birer sayan ve içindekileri açıklayan bu bibliyografya sözlüğü, Alman bilgini Flügel tarafından Latince’ye çevrilerek 7 cilt halinde yayımlandı (1835-1858). Eserin bugünkü dille yeni bir çevirisi Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanmıştır (1941-1943). Kâtip Çelebi’nin eserlerinin çoğu Keşfüz-Zünun gibi Arapça yazılmıştır. Diğer başlıca eserlerinin adlan ve konulan şöyledir: Cihannüma, Türkçe yazılmış coğrafya kitaplarının en önemlisidir. Batı dillerine de çevrilmiştir. Fezleke, 1592-1654 yıllarını kapsayan çok değerli bir Osmanlı tarihidir; – Tuhfetül-Kibar, Türk-Osmanlı denizcilik tarihini anlatan değerli bir eserdir; – Takvimüt-Tevarih, başlangıcından 1648 yılına kadar dünya tarihidir; – Mizanül-Hak, Kâtip Çelebi’nin son eseridir. Taşıdığı pozitif düşünceler nedeniyle yazıldığı 1656 yılında şiddetli tartışmalara yol açtı. (İngilizce’ye çevrilmiştir. )
Hezarfen Ahmed Çelebi
(1652-1683) Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insandir, 17. yüzyılda Osmanlı‘da yaşamış Türk bilginidir. 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murat zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında, “Bin Fenli” anlamına gelen Hezarfen olarak anıldığı bilinmektedir. (Hezar, Farsça 1000 sayısını nitelemektedir. )
İlk uçma denemelerinde, 10. yüzyıl Türk alimlerinden İsmail Cevheri’den ilham almıştır. Cevheri’nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı’nda deneyler yapmıştır. Ayrıca, Leonardo Da Vinci’nin uçma konusundaki çalışmalarında kendinden çok önce bu konuda deneyler yapan İsmail Cevheri’den ilham aldığı sanılmaktadır.
1632 yılında lodos bir havada Galata Kulesi‘nden kuşkanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazı‘nı geçip 6000 m. ötede Üsküdar‘da Doğancılar’a inen Hezarfen Ahmet Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda değer simalarından birisidir. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi‘nin Seyahatname‘sindeki ifadesinden ibarettir.
Bu olay Osmanlı Devleti‘nde ve Avrupa‘da büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenildi. Sarayburnu‘ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi’ye göre “bir kese de altınla” sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, “Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil” diyerek onu Cezayir‘e sürgün etmiştir. Ahmet Çelebi orada 31 yaşında vefat etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti P. T. T. İdaresinin 17 Ekim 1950 Tarihinde İstanbul’da toplanan Milletlerarası Sivil Havacılık Kongresi için çıkardığı üç hatıra pulundan Zeytuni yeşil-mavi renkli 20 kuruşluk olanın taşıdığı temsili resim, Hazerfen’in Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçuşunu tasvir etmektedir.
Uçurtma, M. Ö. 1760 yılında Çinliler tarafından icat edildi. Greklerde Arkitas, M. Ö. 4. yy. ’da uçma ile ilgili araştırmalar yaptı. Roma Döneminde Simon adlı büyücü uçma girişimi sonucu hayatını kaybetti. Basit uçma ile ilgili girişimler Endülüste İbn Firnas(880) kısa mesafeli uçuşlarda başarılı olmuştur. İlahiyatçı ve fenci İsmail Cevheri(950-1010) ilk defa uçma girişiminde bulunan mekanisttir. Sultan 4. Murad zamanında yetişen Hezarfen Ahmed Çelebi adeta bugünkü füzelerin ilk örneklerini teşkil edebilecek barut reaktörlü bir roket icat etmiş ve Galata Kulesi’nden Doğancılar’a(Üsküdar) uçmayı 1636 yılında başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Aynı yıllarda “Roket Mühendisi” Lağari Hasan Çelebi(17. yy. ) de kendi icat ettiği füzeye benzeyen yedi kollu fişenkle havaya uçup, sonra kartal kanatlarına benzeyen kanatlarla salimen denize inmesi, bugün Amerikalıların uzay denemelerindeki paraşütle denize inmeleri metoduna benzemektedir. Bu denemeyle roket tekniğinin öncülüğünü yapmıştır. Daha sonra Kırım’a gider, Rus roket teknolojisini etkilemiş olacağı düşünülmektedir
Ahmed Cevdet Paşa
(1823-1895), 19. yüzyıl Türkiye’sinin önde gelen bilim ve devlet adamlarındandır. Asıl adı Ahmed’dir ve Cevdet mahlâsını, İstanbul’da öğrenim gördüğü sırada şâir Süleyman Fehim Efendi’den almıştır.
1839 yılı başlarında, büyükbabası tarafından tahsil görmesi için İstanbul’a gönderilmiş olan Ahmed Cevdet Paşa, burada kısa sürede kendini göstermiş ve devrin önemli bilim adamları olan Hâfız Seyyid Efendi, Doyranlı Mehmed Efendi, Vidinli Mustafa Efendi, Kara Halil Efendi ve Birgivi Hoca Şakir Efendi’den nakli ilimleri, Miralay Nûri Bey ve Müneccimbaşı Osman Sâbit Efendi’den de hesap, cebir ve hendese gibi akli ilimleri tahsil etmiştir.
Ahmed Cevdet Paşa’nın bilim tarihi açısından önemli olan yapıtı “Takvimü’l-Edvâr” (Dönemlerin Takvimi, 1870) adını taşır. Bu yapıtında Ahmed Cevdet Paşa, Şemsi ve Hicri takvim ilkelerini temele alan yeni bir takvim önerisinde bulunmuştur. Eser iki amaçla kaleme alınmıştır: Birincisi, yazarın kendi deyimi ile “Lisân-ı türki ilim lisânı olamaz diyenlere lisânımızın her şeye kâbil olduğunu ve bu lisân ile her fenden güzel eserler yazılabileceğini” göstermek, ikincisi ise yeni bir takvim önermektir.
Bu yapıttan anladığımız kadarıyla, Osmanlı Devleti’nin başlangıç dönemlerinde seneleri kameri, ayları şemsi olan bir takvim kullanılmış ve maaşlı askerlerin maaşlarına karşılık gelen gelirler ise kameri aylar itibariyle toplanmıştır. Ancak bu durum hazinede bir takım zorluklar ortaya çıkartmış ve hazine açık vermeye başlamıştır.
Bu ve buna benzer nedenlerle, Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında, Müneccimbaşı Tâhir Efendi, Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye âzâsından Vartan Bey, Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne hocalarından Miralay Vidinli Tevfik Bey, Rassâd Kombari ve Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye memurlarında Şehbazyan Efendi’den oluşan bir komisyon kurulmuş ve bu komisyonun ulaştığı sonuçlar bir mazbata ile sadrazama sunulmuştur. Ancak bu öneri her nedense uygulamaya konulmamıştır. İşte, bu komisyon tarafından önerilen takvimin esaslarını, Ahmed Cevdet Paşa tarafından Takvimü’l-Edvâr’da anlatılmıştır.
Ahmed Cevdet Paşa’nın önerdiği takvim aslında, şimdiye kadar yapılan takvimler içerisinde en duyarlısı olan Ömer Hayyam’ın İsfahan Gözlemevi’nde tertip ettiği Celâli Takvimi’nden başka bir şey değildir. Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, bu yapıtın en önemli yönlerinden birisi, Türkçe yazılmış olmasıdır.
Ahmed Cevdet Paşa’nın Türkçe’nin bilim dili haline gelmesine büyük önem verdiği ve bunu gerçekleştirmeye çalıştığı görülmektedir. Ona göre, Osmanlı lisanının aslı Türkçedir; fakat Farsça ve Arapçadan pek çok kelime alındığı için, üç dilden oluşan bir dil haline gelmiştir. Osmanlıca yalınlaştırılmalı, eserler açık bir dille yazılmalı, yeni terimler bulunmalıdır.
Abdüsselâm
(1921-) Nobel armağanı alan ilk Müslüman ilim adamı olan Abdüsselâm, 1926 yılında Pakistan sınırları dışında kalan Jhanga’da doğdu. Pakistanlı fizik bilgini Abdüsselâm, Pencap ve Cambridge üniversiteleriııden matematik ve fizik dallarında birinci olarak mezun oldu. 1951 yılında hazırladığı doktora teziyle kuvantum elektrodinamiğinde temel olacak bir çığır açtı. Aynı yıl Pencap Universitesi’ne profesör oldu. 1954 yılında Cambridge Üniversitesi’ne okutman tayin edilince, Pencap Universitesi’nden ayrıldı.
1957 yılında Londra Universitesi’ndeki İmperal College’e teorik fizik profesörü olarak tayin edildi. Bundan sonra, Abdüsselâm, dünya çapında pek çok akademi, çeşitli komisyon, ilmî dernek ve ilmî heyet üyeliklerinde bulundu.
Aynı zamanda pek çok ilmî kuruluşun başkanlığına getirildi. 1970-73 arasında Birleşmiş Milletler Universitesi’nin Birleşmiş Milletler Kurucu Kurulu ve Vakıf üyesi oldu. 1971-72’de Birleşmiş Milletler İlim ve Teknolojisi İstişari Komitesi’ne başkanlık etti. 1972-78 arasında Milletlerarası Sırfi ve Tatbiki Fizik Birliği nin ikinci başkanlığını yaptı. 1976’da Guthire Madalyası Armağanı, 1978’de Accedamia Nazionale di XL’nin Malteuecci Madalyası. 1978’de Amerikan Fizik Enstitüsü’nün John Terrance Tate Madalyası. Gene 1978’de İngiliz Kraliyet Akademisi’nin Kraliyet nişanını aldı. 1979’da, ABD Milli Eğitim Akademisi ve İtalyan Milli Lincei Akademisene yabancı üye seçildi. Aynı yıl kendisine Nobel Fizik Armağanı verildi. Ayrıca, biri 9 Eylül 1981’de İstanbul Universitesi tarafından olmak üzere, dünyanın çeşitli üniversitelerinden 15’i aşkın fahri fen doktorluğu payesi vardır.
Bugün bir tarAftan Londra Ünivetsitesi İmperial College’de teorik fizik profesörlüğünü (1957’den beri) sürdürürken, diğer taraftan da Trieste’deki “Milletlerarası Fizik erkezi”nin direktörlüğünü ifa etmektedir. Gürüldüğü gibi, hayatının bütün devreleri milletlerarası başarılarla dolu olan Pakistanlı fizik ilim adamı Prof. Abdüsselâm, ender yetişen İslâm alimlerinden birisidir.
Prof. Abdüsselâm, 230’dan fazla orijinal çalışma yaptı. Bunlardan bir kısmını, aralarında birçok Türk fizikçilerinin de bulunduğu mesai arkadaşları ve öğrencileri ile hazırladı. Prof. Abdüsselâm, bu çalışmalarında, İslâmiyetin ilme verdiği önemi bilen ve bütün ilimlerin kaynağı olduğuna inanan, keşiflerini ona dayandıran bir Müslümandır.
Prof. Abdüsselâm, tam bir ilim adamına yakışır vakar içerisinde kendisini “İslâmın naçiz bir hizmetkârı” olarak görür.
ABDÜSSELÂM VE NOBEL ÖDÜLÜ: Prof. Abdüsselâm, ilimde ömek ve takdir edilecek bir çalışma gösterir. Müslümanların her şeyde olduğu gibi ilimde de öncü olmaları gerektiğini savunur. İlmi, Allah’ın sanatını anlama gayreti olarak tarif eder. Hatta ona Nobel armağanı kazandıran teorisini bile, ilâhî sanatın bir kısmını anlayabilme lütfuna bağlar.
PROFESÖR ABDÜSSELÂM’A NOBEL ARMAĞANINI KAZANDIRAN BULUŞ: Profesör Abdüsselâın’a Nobel armağanını kazandıran, zayıf ve elektromagnatik kuvvetlerin birleşik alan teorisidir. Bu teori, bir yandan öyar simetrisi prensibine, diğer yandan da simetrilerin kendiliklerinden bozulması prensibine dayanmaktaydı. Aynı teoriyi Steven Weinberg de o sıralarda ileri sürdü. Bundan dolayı teori, Selâm-Weinberg teorisi adıyla tanındı. Tabiatta ilk bakışta mahiyetleri itibariyle birbirinden farklı görünen dört çeşit etkileşme görülmektedir. Bunlar: 1. Gravitasyon etkileşmeleri, 2. Elektromagnetik etkileşmeler (nötronların beta bozunumlarında olduğu gibi) 3. Zayıf etkileşmeler, 4. Kuvvetli etkileşmeler. (Bunlar atom çekirdeklerinin yapı taşlarını birarada tutmaktadırlar. ) Teorik fizikçiler, 1918’den beri, bu etkileşmelerden en az ikisinin veya hepsinin menşeinin aynı olduğunu isbat etmeye çalıştılar. Bu konuda çalışmalar yapan Einstein, bu işe 35 yılını verdiği halde tatminkâr ve gözlemlere uygun düşen bir netice elde edememişti.
Einstein’in gerçekleştiremediği bu teoriyi Profesör Abdüsselâm gerçekleştirdi: İki ayrı tipten etkileşme aynı bir teorik model içerisinde deneylere uygun ve tatminkâr bir şekilde izah ve tasvir edilebiliyordu, zayıf etkileşmeler ile elektromagnetik etkileşmeler aynı bir teorik çatı altında birleştirilebiliyordu. İşte Selâm-Weinberg Teorisi’nin özü buydu. Abdüsselâm, sadece fizikteki çalışmaları ile değil, idarecilik ve yöneticiliği ile de örnek gösterilecek bir şahsiyettir.
Abdüsselâm, yapmış olduğu bu çalışmalanndaki başarısını İslâma bağlar. Şu ayetin anlamında insanları araştırmaya sevk ve kâinattaki her şeyin kusursuz olduğunu ve bunun neticesinde Allah’ın varlığını inkârın mümkün olmadığını söyler. “Rahman’ın yarattığında kusur göremezsin. Haydi çevir gözünü: Kusur görecek misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir. Gözün sana yorgun ve hakir geri dönecektir. ” (Mülk-3) Abdüsselâm’a göre, Müslümanlar ne zaman bu ayetlerin ışığında çalışmalar yaptılarsa büyük başarılar kazandılar ve sahalarında çığırlar açtılar. Ancak ne zaman bu rûhtan uzaklaştılar, o zaman ilimde gerilediler. Kur’an’ın yaklaşık 1/8’inin kâinatı incelemeye davet eden ayet-i kerime bulunduğunu belirtir ve bu ayetlerin Müslümanları araştırmaya, tefekküre, akıllarının iyi bir şekilde kullanmaya çağırdığını söyler. Bunun için bütün Müslümanları, bu gerçekler ışığında ilme gereken önemi vermelerini ve bugünkü geri kalmış durumlarından kurtulmaları gerektiğini söyler.
Prof. Abdüsselâm, çalışkan olduğu kadar da dindardır. Başarılarında ve dindar olmasında babasının büyük rolü olduğunu söyler. Ona bu çalışma şevkini ve aşkını onun aşıladığını söyler. Babasının, dinine çok bağlı olduğunu, ilme ve ilim adamlarına büyük önem verdiğini ve bu tutumunun kendisi için örnek teşkil ettiğini söyler.
İlmi sahada Müslümanların öncü olmaları gerektiğini savunur. Çünkü Batılıların Müslümanları aşağıladıklarını söyler. Bunun için Müslüman ülkelerin gelirlerinin bir kısmını ilmi çalışmalara ayırmakla, ilmi çalışmaları desteklemekle önemli ilerlemeler katedileceğini söyler. Abdüsselâm, Müslüman ilim adamlarının ferdi çalışmaları bırakıp bir birlik oluşturmalarını, bu sayede milletlerarası camiada bir güç oluşturacaklarını ve bu sayede daha güzel çalışmalar yapacaklarını belirtir. Tabii ki, bu başarılarının olabilmesi için de idarecilere büyük görev düştüğünü söyler. Geçmişte büyük başarılar gösteren ilim adamlarının yanında, onları destekleyen, himaye eden idareciler olduğunu söyler. İlmin, insanı imana götürdüğünü, yarımyamalak değil, tam ve gerçek olarak ilim yapan kimsenin inanmadan yapamayacağını belirtir.
Prof. Abdüsselâm, nıilletlerarası ilmi kuruluşlarda iyi bir yönetici ve etkili bir organizatör olarak da görev yaptı. Bu konudaki en büyük eseri ve 19 yıl kesintisiz olarak direktörlüğünü yürüttüğü Teorik Fizik Merkezi’nin kurulmasıdır. Yine 1964 yılında Milletlerarası Atom Enerjisi Ajansı’nın kurulmasını sağladı. Bu merkezin direktörlüğüne de Prof. Abdüsselâm getirildi. Direktörlüğünü yürüttüğü Teorik Fizik Merkezi kanalıyla çeşitli ülkelerin, özellikle gelişmekte olan ülkelerin fizikçilerine büyük imkânlar
sağlamaktadır. Bilhassa Türk fizikçilerine gösterdiği özel ilgi ve imkânlar oldukça geniştir. Türk fizikçiler, yaptıkları 80, civarında orijinal çalışmayla bu desteğe layık olduklarını göstermişlerdir. Prof. Abdüsselâm, çağımız Müslüman ilim adamlarına güzel bir örnek teşkil etmektedir. Aynı zamanda günümüz Müslümanlarının yüz akıdır. Onun bu örnek çalışmaları Müslüman ilim adamlarına şevk vermeli, onun açmış olduğu bu çığırdan dünya çapında buluşlar yapacak başka ilim adamları inşallah çıkacaktır.
TEORİK FİZİK MERKEZİ’NİN KURUCUSU: Profesör Abdüsselâm milletlerarası ilmi kuruluşlarda tesirli bir organizatör ve idareci olarak da görev yaptı. Bu konuda en büyük eseri hiç şüphesiz Trieste’deki Teorik Fizik Merkezi’nin kurulması hususunda oldu. 1960’ta Milletlerarası Atom Enerjisi Ajansı’nın Genel Konferansına Pakistan guvernörü olarak
katıldı, Bu merkezin kurulması gerektiği fikrini ilk defa ortaya attı. İlgilileri, dört sene boyunca ikna etmeye çalıştı. 1964’te de merkezin kurulmasını sağladı. Bu merkez İtalyan hükümetiyle Milletler arası Atom Enerjisi Ajansı’nın patronajı altında kuruldu ve direktörlüğüne Prof. Abdüsselâm getirildi.
FAHRİ FEN DOKTORU: Profesör Abdüsselâm, fizik alanında büyük hizmetler yaptı. Bunlar tek kelimeyle üstün ve armağana layık hizmetlerdi. O fiziği, milletleri yaklaştırıp kaynaştırmada güçlü bir faktör olarak kullanmasını bildi. Türk fizikçilerine de fazlasıyla ilgi gösterdi. Maddi ve manevi yardımlarda bulundu. Türk fiziğinin gelişmesine çalıştı. İstanbul Üniversitesi, bu hizmetlerinden dolayı Prof. Abdüsselâm’a 9 Eylül 1981’de, Fahri Fen Doktoru payesi verdi.
KESİNTİSİZ 19 YIL: Prof. Abdüsselâm, kesintisiz 19 yıldız Trieste Milletlerarası Teorik Fizik Merkezi direktörlüğünü yürütüyor. Merkez kanalıyla çeşitli ülkelerin, bilhassa gelişmekte olan ülkelerin fizikçilerine büyük imkânlar sağlıyor. Bilhassa Türk fizikçilerine gösterdiği özel ilgi ve imkânlar oldukça geniştir. Türk fizikçileri, 80 civarında yaptıkları orjinal çalışmayla bu desteğe layık olduklarını göstermişlerdir.
TÜRK BİLİM Adamları
Dış Ülkelerde Yaşayan Bilim Adamlarımız
Prof. Dr. Muzaffer Şerif: Sosyal Psikoloji alanında dünyada otorite Psikoloji kürsüsü Öğretim Üyesi Dr. Muzaffer Şerif Güneydoğu Anadolu’da köylüler arasında yaptığı bilimsel araştırmaları esnasında zamanın yönetimi tarafından gözaltına alınır. Emniyette sorgu-sual, mahkeme derken derdini kimseye anlatamaz. Bu yetenekli beyini ABD görür ve derhal sahip çıkar. Adına Enstitü kurar. Ölümü üzerinden yıllar geçmesine rağmen Muzaffer Şerif Sosyal Psikoloji bilim dalının dünyadaki en etkili tek ismi olarak kalır. Günümüzde kullanılan psikoloji kavramlarının isim babası olur. Fakat bu büyük beyin artık bizim değildir. Çünkü bu gerçek bilim adamımız ABD vatandaşıdır ve soyadı da SHERIFF olarak değiştirilmiştir.
Prof. Dr. Gazi Yaşargil: Beyin Cerrahı. Alanı nöroşirürjide rakipsiz kabul edilen Yaşargil, halen Amerika’da yaşıyor.
Prof. Dr. Mehmet Öz: Kalp hastalıkları uzmanı. New York Colombia Üniversitesi’nde görev yapan kalp cerrahı Öz, Batı tıbbı ile alternatif tıbbı birleştiren çalışmalarıyla tanınıyor.
Murat Günel: Çapa Tıp Fakültesi’nden mezun olan Ankaralı Murat Günel de beyin gurbetçilerinden. “Yeni Gazi Yaşargil” denen Günel, Yale-Çapa arasında kurulan beyin göçü köprüsünden geçenlerden sadece biri. Murat Günel, beyin cerrahı Gazi Yaşargil’den sonra beyin ve damar cerrahisinde dünyada isim yapan ikinci Türk doktoru olarak biliniyor. Günel, başında olduğu laboratuvarında beyin ve damar hastalıkları, moleküler biyoloji ve genetiği üzerine araştırmalar yapıyor, Yale Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı yapıyor. Yılda yaklaşık 300 ameliyat yapan Murat Günel, ABD’de mesleğindeki sayısız ödülün sahibi ve pek çok organizasyonun da yönetim kurulunda bulunuyor. “Dahi Türk” olarak adlandırılan bilim adamı, beyin kanamalarının önemli nedenlerinden biri olan damar balonlaşması, tıp dilindeki adıyla “anevrizmalar” konusunda çalışmalarıyla tanınıyor.
Dr. Gökhan Hotamışlıgil: Harvard Üniversitesi’nde Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölüm Başkanı. Obezite, şeker hastalığı ve kalp hastalıklarıyla ilgili kendisine patent kazandırmış çalışmaları var.
Emrah Yücel: Oscarlı afişlerin sahibi. Özellikle ödül aldığı “Frida” afişi ve “Rüyamdaki Amerika”, “28 Gün”, “Panama Terzisi”, “Kadınlar Ne İster” ve daha birçok Hollywood filminin afişleriyle tanıdığımız Yücel şu anda Amerika’da yaşıyor.
Feryal Özel: NASA’nın en başarılı astrofizikçilerinden. Bilimadamı Einstein’ın aralarında bulunduğu 20 dehadan oluşan Büyük Fikirler Listesi’nde yer alıyor.
Prof. Dr. Atilla Ertan: A. Ü. Tıp Fakültesi mezunu Gastroenterolog, ABD’nin en seçkin 10 klinik hekimi arasına girdi. Ertan, dünyaca ünlü ünlü Methodist Hastanesi’nde sindirim hastalıkları konusunda tıbbi direktörlük görevinde bulunuyor.
Prof. Dr. Deniz Keçecioğlu: Almanya Freiburg Tıp Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali Erdemir: Nano teknoloji kullanarak geliştirdiği yapay elmas özelliği taşıyan buluşuyla, uygulamalı bilimin Nobeli R&D ödülünü 3 kez kazandı. 1987 yılından beri ABD’nin Chicago kenti yakınlarında bulunan Argon laboratuvarlarında araştırmalarını sürdürüyor.
Prof. Dr. Aslıhan Yener: Chicago Üniversitesi’nde görevli Arkeolog.
Esen Ercan Alp: ABD Enerji Bakanlığı Laboratuarları’nda araştırmalar yapan fizikçi 5 bin yıllık metal heykeli, röntgen cihazında analiz ederek, 1949 yılında icad edilmiş olan radyokarbon tekniğine son vererek arkeolojik araştırmalarda yeni bir dönemin başlamasına ışık tuttu.
Ayşem Sunal: Belçika Kraliyet Başdansçısı. Ankara Devlet Balesiyle gittiği Japonya’daki bir yarışmada Anvers Kraliyet Balesi Müdürü Robert Denvers’ın Belçika’ya davet etmesi üzerine Belçika’ya yerleşti ve kariyerine hala burada devam ediyor.
Haldun Direskeneli: Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi NASA’da görev yapan ancak bir süre önce yaşamını yitiren Direskeneli, ODTÜ’yü bitirdikten sonra yaşanan beyin göçü ile ABD’ye gitmişti.
Neva Çiftçioğlu: Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi NASA’da çalışan Türk kadın araştırmacı. Teksas’taki Johnson uzay merkezinde görev yapan Çiftçioğlu, kireçlenmenin neden olduğu kalp ve böbrek hastalıklarının tedavisinde kullanılabilecek yeni bir antibiyotik üzerinde çalışıyor.
Vamık Volkan: ABD’de yaşayan ünlü Psikoanalist. Yaptığı çalışmalarla psikiyatri alanında dünyanın en prestijli ödülü sayılan “Sigmund Freud” ve “En iyi eğitmen ödülü”nü aldı.
Prof. Dr. Hasan Garan: New York Presbytarian Hastanesi Elektrofizyoloji Bölümü Başkanı olan Garan ABD’de en çok tercih edilen doktorlar listesinde yer alıyor. Garan kalp ritmi bozukluğunu kateter yöntemi ile yakarak tedavi ediyor.
Prof. Dr. Ahmet Çakmak: Ulusal Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Mareşal Fevzi Çakmak’ın torunu. Princeton Üniversitesi İnş. Müh. Bölümünde deprem konusunda çalışmalar yapıyor.
Prof. Dr. Reşat Kasaba: Washington Üniversitesi Jackson Uluslararası ilişkiler Yüksek Okulu’nun Başkanlığını yaptı.
Prof. Dr. Olcay Çığtay: 30 yıl Georgetown Üniversitesi Hastanesi Lombardi Kanser Merkezi Mamografi Bölümünü yönetti.
Fatih Çulha: Bilgisayar Mühendisi. Maryland Eyaleti’ndeki Amerikan Deniz Kuvvetleri Hastanesinde geliştirdiği veri tabanı projesiyle çalıştığı şirketin binlerce elemanı arasından birinci seçildi.
Prof. Dr. Aydın Arıcı: Yale Üniversitesi’nde hormon hastalıkları ve kısırlık konusunda başarılı çalışmalar yürüten araştırma merkezini yönetiyor.
Süleyman Gökoğlu: NASA’nın Glenn Uzay Merkezinde çalışıyor.
Prof. Dr. Ali Erdemir: Triboloji’nin Türk dehası. Nono teknoloji kullanarak geliştirdiği yapay elmas özelliği taşıyan buluşuyla uygulamalı bilimin Nobel’I R&D ödülünü üçüncü kez kazandı.
Dr. Rahmi Öklü: ABD’nin en iyi hastanelerinden Cornell’de çalışan Öklü beyindeki tıkanan damarların tedavisinde mucizeler yaratıyor.
Prof. Dr. Münci Kalayoğlu: Binin üzerinde karaciğer nakli yaptı. Karaciğer nakline getirdiği yenilikler ile alanında dünyanın en önde gelen bilim adamaları arasında yer alıyor.