Onulmaz Bir Hastalık: Irkçılık_Adil Özyiğit
Onulmaz Bir Hastalık: Irkçılık / Adil Özyiğit
…Düşüncesi “tek tipleştirme” üzerine kurulu, pratiği her ne şekilde olursa olsun “hain” olanın kellesini alma şiarı etrafında şekillenen; sığ bir ideolojik sapmadan başka bir anlam ifade etmeyen ırkçılık doktrini; avamdan en tepedekilere kadar hızlı bir şekilde sirayet etmeye devam etmekte. Düşünsel bir bedel ödemeyi gerektirmeyen, mantıktan uzak ve sadece kaba güçten, duygusal reaksiyonlardan beslenen bu akımın yoğun taraftar toplaması, toplumun hızlı biçimde muhafazakârlaştırılması çabası ile paralel bir süreç izlemekte.
Toplumun çoğunluğunun yaşadığı şu anki muhafazakâr yaşantının merkezinde yatan asıl neden; bireysel olarak elde edilen bazı ekonomik ve sosyal kazanımların kaybedilmemesi algısının; hayatın her alanına kademe kademe uygulanması gerçeğinden ileri gelmektedir. “Koruma güdüsü” her ne kadar fıtri olan bir durum olsa da, bunun paranoid bir hal alması, hayata müdahale edecek tavır alışların önüne en başından set çekmeye yol açmaktadır. Çünkü bu durum, çıkar amaçlı bir savunma dürtüsünden ileri gelmektedir. Bu nedenle, bireysel anlamda elde edilen bazı kazanımların korunmasını temel değer addedenlerin, siyasi duruşları ve tavır alışları da aynı minval üzere şekillenecektir. Kuşatıcı bir devletin varlığının kutsallığı, geleneğin eleştirilemez oluşu, değişimin aslında teslimiyete doğru sürüklenmeyle eşdeğer olduğu fikri, farklı siyasi ve sosyal çözümlemelerde bulunanların ciddi bir ihanet içinde oldukları savı; muhafazakâr siyasi koronun temel söylemleri olmaya devam edecektir.
Muhafazakârlık, özünde bazı dinsel ritüelleri ve savunuları barındırması nedeniyle de toplum tarafından benimsenmeye meyyaldir. Çünkü eleştirel bir bilince kavuşamamış kitle, sistemin şu an sunmuş olduğu kısmi dini yaşantının yeterliliğine inanmakta ve tam da bu nedenle “statükonun sürdürülmesi” demek olan muhafazakâr anlayışa destek çıkmaktır. Zaten muhafazakârlık bir başka boyutuyla; geleneğin yön gösterici olması ve güçlü bir yönetici sistemin varlığını arzulamak üzerine inşa edilmiş politik bir duruş anlamına da gelmektedir. Nitekim kadim geleneklerin ve kültürlerin hepsinde asıl birleştirici unsur çoğunlukla dinsel tercihler olmuştur. Hiçbir din yoktur ki, etkilediği toplumda belli bir kültürel birikim bırakmamış olsun.
Muhafazakârlığın; ırkçılıkla benzeşen, daha doğrusu ırkçı akımların beslenmesine ve gelişmesine uygun bir vasat oluşturan, garip bir doğası da vardır. İki akımın da asli değerlendirme ölçütü; geçmişle övünme ve tarihi eldeleri sahiplenme isteğinin merkezileştirilmesidir. Şekilsel olarak muhafazakâr ideoloji, en azından kurgusal bir bütünlük içinde, mantıklı bir geçmiş-bugün-yarın açılımının siyasetine yaslanmaya çalışmakta, kendisine ait tanımlayıcı kavramları oluşturabilmekte/yenileyebilmektedir. Bu nedenle Siyasal Muhafazakârlığın genel karakteri, gelenek ve tarihle ilintisi pragmatist bir amaçtan öteye geçememekte; geleneği ve geçmişi, salt günün kurulu düzenini yaşatmak için farklı biçimlerde tüketmeyi amaçlamaktadır. Çünkü muhafazakârlık şartlara göre yeniden biçimlenebilmeye ve farklı tanımlara bürünebilmeye müsait bir öze sahiptir. O nedenle bazen liberal, bazen demokrat, çoğu zaman da statükocu (ya da hepsi) olabilmektedir. Bu anlamda muhafazakârlığın asıl yaslandığı temel-merkezi bir değeri mevcut olmamakla birlikte, şartların ürettiği “normu” koruma kaygısı, onun için tek betimleyici unsur olarak göze çarpmaktadır.
Bir sapmanın adı olan ırkçılık ise, tamamen şablona kilitlenmiş ve teorik açıdan kendisini ifade edecek bir nüveden mahrum olan bir duruştur. Felsefi bir duruş olmadığı gibi, çözümleyici ve aydınlatıcı öngörülerde bulunacak sağlam bir zemini de yoktur. Her ne kadar muhafazakâr yapı saldırganlığa belli oranda karşı dursa bile, ırkçılık; muhafazakâr zeminin kayması sonucu ortaya çıkan ve etnik parametrelerin dar açılımlarını daha fazla sahiplenen saldırgan bir virüs gibidir.
Irkçı yaklaşımlar, her türlü sosyal olgu ile kenetlenebilme özelliğine de sahiptirler. Çünkü eleyici ve seçici bir bakış açısına ve ufka sahip değildirler. Dini bir motifin rengini içerebildikleri gibi, inançlarla alay edebilecek bir söyleme sahip olmaya, anti-emperyalist/anti-Amerikancı tavır almaya kadar geniş bir yelpazede dalganabilen çeşitlilik arz edebilirler. Ama hiçbir zaman mezkûr tavır almaları, sahici olarak içselleştirmezler. Görüntünün tamamlanması için, sürece ve bulundukları sosyal şartlara uygun olarak, yeri geldiğinde her tür bölüntülerle, kimlik kaygısı yaşamadan eklemlenebilirler.
Bugünün yakıcı sorunu olan ırkçı-milliyetçi hareketler ise yıllardır bazı İslami kavramları (içini fazlasıyla boşaltarak) kullanmaya devam etmektedirler. Örneğin son eylemiyle fazlasıyla gündeme gelen İsmail Türüt’ün yaptığı gibi; her konuşmaya İslam’a vurgu yaparak başlamaları, etnik kimliklerinin İslam’dan gayrı düşünülemeyeceğini söylemeleri; Bush’a ve Amerikan işgaline karşı olduklarını ifade etmeleri bile, hitap ettiğimiz kitlenin kafasının karışmasına yol açabilmektedir. Netice itibariyle böylesi ırkçı bir söylemin dini kavramları tüketmesi sonucu, çoğu kişi tarafından İslamcılığın da aslında ırkçılıkla iç içe olduğu savı ön plana çıkarılmaktadır. Bu yanlış düşünceyle yıllardır mücadele eden; tevhidi kimliğin hiçbir ulusal ve beşeri yaşantıyla eklemlenemeyeceğini yoğun olarak hatırlatan ve bunun canlı şahitliğini her platformda gösteren muvahhidlerin çabalarına rağmen, köşe sahibi zatların zihinlerindeki o yanlış (bilinçli) tahayyül devam etmektedir.
Irkçılık-Milliyetçilik; şekilciliktir, şabloncu olmak zorundadır. Sistematik bir düşünce metoduna sahip olmayan her hareket, geçmişten kendine yadigâr kalan şekillerin ve imgelerin arkasına sığınarak var olmaya çabalar. Ve her şeyi kendisine benzetmek için saldırgan bir pozisyona sahip olur, çünkü şekilci yaklaşımlar karşısındakine tahammül edecek bir tabiata sahip değildirler. Güçlü bir bilimsel arka planları da yoktur. Bilimselleşmek için yapabilecekleri en makul(!) şey; kafataslarının geometrik ölçümlerinin ötesine geçememektedir.
Şekilcilik, düşünmeyi ve akletmeyi gerektirmediği için kolay bir pratiğe de sahiptir. Sembolleri (bayrak, toprak, atalar, savaşlar, kültür, marş, hatta hayvan-kurt sembolizmine varacak kadar) kültleştirip, bunların adına mücadele etmeleri ve diğer tüm yaklaşımların samimiliklerini bu ölçütlerle değerlendirmeleri onlar adına yeterli bir uğraştır. Yani, özden ziyade taklidi bir kalıpla örülüdür.
Aynı zamanda ırkçılık; taraftarlarını heyecanlandıran militarist karakterli bir yönelimdir, zira bir çeşit “psikolojik fanatizm”in zaman içinde kuşaklara devredilmesini amaçlar. Fanatizm, karşısındaki olguyu anlamaya çalışmaz, çünkü anlamak için yeterli miktarda belirleyici kavram kodlarına sahip değildir. Fanatizm karşıtı ile sürekli bir savaş (açık-örtük) halindedir ve her zaman “yok etmek” amacıyla hareket eder. Aklını kullanamayanların, geriye yapabilecekleri tek şey vardır, o da kaba güçten medet ummak ve bunun propagandasını gütmek. Silah üzerine yemin etmek, kan üzerine siyaset gütmek, herkesimle bilinçli bir kavgayı ‘gürültülü’ biçimde sürdürmek, tehditlerin korkutuculuğuna güvenmek; bu propagandanın bazı örnekleri olarak ortada durmaktadır.
O nedenle tüm dünyada ırkçı-şoven edebiyatın teması, genel anlamda propagandist savaşlardan ve kaostan oluşmaktadır. Milliyetçi edebiyat; savaşları ön plana çıkarıp, geride azametli, hırçın bir edebi miras bırakmıştır-bırakmaktadır. Bu edebiyat biçimi, her kavim için yalanlaştırılmış ve tahrif edilmiş tarihi masallar bütünüdür. Anlaşılmaz bir biçimde, kendi ırkının üstünlüğünü savunan her milliyetçi yönelim, ırkını pir-u pak addeder ve bunu da tüm dünyaya yutturmaya çalışır. Alın size eşsiz bir örnek; zorla best-seller yapılan Şu Çılgın Türkler isimli roman. Kahraman Türk milletinin eşsiz üstünlüğü ve akla gelebilecek tüm müspet sıfatları üstünde taşıyan tertemiz bir ırk. İşte Irkçılığın fanatizmden murad ettiği de tam anlamıyla budur.
Biyolojik ve antropolojik çeşitliliğin, toplumları şekillendirebileceği iddiasına canı gönülden bağlanan ahmakların, saldırganlığı da ‘kahramanlık’ olarak değerlendirmelerine şaşmamak gerek. Çünkü ırkçı yaklaşımlar, yerellikten öteye geçemeyen bir yapıda oldukları için, taraftarlarının da böylesi bir zihinsel zindanda boğulmaları normaldir. Bu tarz bir zindanda yaşayanların, her şeyi kendi varlıkları için bir tehdit olarak algılamaları, ufuklarının darlığının başka bir emaresidir.
Şekilci-fanatik-saldırgan bir ideolojik sapmanın hiçbir dert için derman olmayacağı besbelliyken, insanları karanlıktan aydınlığa çıkarması için gönderilmiş bir dinle kıyaslanması, tabiri caizse feraset körlüğü olsa gerek.
Hakeza, muhafazakâr ideolojiler de toplumların ıslahı ve kurtuluşu için tutunacak sağlam bir ip değildirler ve asla olamayacaklardır. İslam’ı; muhafazakâr bir manzara olarak niteleyenler, aslında baktıkları resmi göremeyen, görmek istemeyenlerdir. Muhafazakâr olan inanış biçimi İslam’ın aslı değildir, yanlış İslami telakkilerdir. Çünkü muhafazakârlığın dinle olan ilişkisi sadece “fayda” temellidir ve bu fayda en iyi yanlış dini telakkilerin sırtından devşirilebilir.
Milliyetçiliğin, İslami temele dayanan hiçbir meşru yönü bulunmamaktadır. Hatta İslam’ın, milliyetçi zihin kalıplarını kırmak için verdiği tarihi mücadeleye bakmak bile bu durumu anlamak için yeterlidir. Allah, temelde üstünlük sıfatının bu dinde neye tekabül ettiğini vahiyle ifade etmiştir. Zenginlik, sosyal statü, etnisite v.b. hiçbir durum takvayla kıyaslanamaz; zira dünyalık olan her şey, ancak dünyalık bedellerle değer bulur. Ama takvaya erenlerin ödülü sadece Allah katındadır. Sorumluluk bilincini kuşanıp, yeryüzünde Tevhid ve Adaletin şahitliğini yapacak muttakiler için, Kur’an’ın gölgesinde mücadele etmek ve sadece vahyi kuşanmak, tüm beşeri ideoloji ve sapmalardan ziyadesiyle farklı ve muhkem olduğumuzun en belirgin ifadesi olacaktır.
http://adilozyigit.blogcu.com/onulmaz-bir-hastalik-irkcilik-adil-ozyigit/2382212