-
26th Mart 2010

Kürt milliyetçiliği diyalektiği-Baskın Oran

posted in AYRIMCILIK |

Kürt milliyetçiliği diyalektiği-Baskın Oran

Kürt milliyetçiliğinin burada ele alacağım yönü yalnızca onun kendi dışıyla etki-tepki ilişkileri. Bu, Osmanlı İmparatorluğundaki bu “geç” milliyetçiliğin kendi iç dinamiğinin ötesinin (dış dinamiğinin) incelenmesi anlamına geliyor. Yani, Kürt milliyetçiliği, a) kendisinden önce ortaya çıkan Ermeni ve özellikle de Türk milliyetçilikleriyle nasıl bir etki-tepki ilişkisi içinde oldu, bir de, b) uluslararası ve bölgesel dinamikten nasıl etkilendi, bunu ele alacağım. (Yalnız, tahlil sırasında genellikle tırnak içine alarak kullanacak olduğum temel kavramları burada açıklamak yer açısından mümkün olmadığından, şu kaynaklarda daha önce yazdıklarımın okunması kolaylık sağlayacaktır: Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Kara Afrika Örneği, 3. Basım, Ankara, Bilgi Y., 1997 (ilk 80 sayfa); Atatürk Milliyetçiliği, Resmî İdeoloji Dışı Bir İnceleme, 5. Basım, Ankara, Bilgi Y., 1999; Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. Basım, Ankara, İmaj Y., s.65-118 ve 139-180; “Kemalizm, İslamcılık, Küreselleşme; Türkiye’de ‘Yüce Sadakat Odağı’ Kavramı Üzerine Düşünceler”, SBF Dergisi, Cilt 54, no.2 (Nisan-Haziran 1999), s.133-162).

* * *

Birbirine Tepkiden Doğan Milliyetçilikler Üzerine Teorik Not

A) Doğduğu ülkeye vs. bağlılık anlamına gelen ve her insanın içinde doğuştan bulunan “yurtseverlik”ten farklı bir kavram olan milliyetçilik 1 değil 3 anlama gelir: a) Kitleler arasında yaygın bir “biz”lik duygusu; b) Egemen sınıf tarafından ortaya atılan bir tutunum ideolojisi; c) Bu ideolojinin bu duyguyu, millet’i (toplumsal birim) ve onun içinde örgütlendiği ulusal devlet’i (siyasal birim) yüce sadakat odağı olarak gösterecek biçimde yönlendirmeye başladığında ortaya çıkan bir toplumsal hareket. Dünyada ilk ortaya çıktığı 18. Yüzyıl sonu K. Amerika ve B. Avrupasında milliyetçilik bu sırayı izlemiştir. Bir süreç olarak simgelemek gerekirse, bu şöyle yazılabilir:

Kral-burjuvazi koalisyonu sonucu doğan merkezî devlet → asayiş → ticaret → ortak ekonomik pazar → ortak duygular → ulusal bilinç → milletmilliyetçi ideolojimilliyetçi hareket. Buna, “A  milliyetçiliği” diyelim.

B) Bu “sıra”, bu iki bölge dışında bozulur ve farklılıklar başlar. En başta, feodal dönem boyunca güçlenen burjuvazi “ulusal” sınırlar inşa ederek kendini başka burjuvazilerin rekabetinden korumak zorunda olduğu için, milliyetçilik ideolojisi kapitalizme tekabül etmektedir. Oysa bu ideoloji kapitalist üretim biçiminin egemen olmadığı yerlerde de görülür. Çünkü Avrupa milliyetçiliği, 19. Yüzyıl ortasından sonra emperyalizmi desteklemeye girişmiş ve bunun üzerine azgelişmiş ülkelerde yaptığı etki ve doğurduğu tepki sonucu (diyalektik, yani “her şey kendi zıddını kendi karnında taşır” icabı)  ortaya ikinci dereceden bir milliyetçilik türü çıkmıştır. Bu, gayrimeşru babasından (Avrupa milliyetçiliğinden) ciddi biçimde farklıdır. Bununla birlikte, burjuvazinin yokluğunda/zayıflığında ideolojiyi formüle edecek olan aydınlar yine millet’e ve onun bağımsız ulusal devlet’ine sadakati öngörür (zaten, adı bunun için “milliyetçilik”tir). Yani, aydınlar bağımsız devleti kurunca, milliyetçilik ideolojisini harekete geçirerek millet’i inşa etmeye başlarlar. Buna da “B milliyetçiliği” diyelim.

Bir tepkiden doğan bu “nation building” süreci, bir süre sonra bizatihi kendisi bir tepki yaratmaya başlar. Ülkede yaşayan farklı etnik/dinsel vs. gruplar, bu ideolojinin kendilerini tek bir kalıba (başat etnik/dinsel grubun kalıbına) dökmeye koyulduğunu görünce yabancılaşmaya ve sonuçta tepkilerini üçüncü dereceden bir milliyetçilik biçiminde ortaya koymaya başlarlar. Diyalektik ikinci defa işlemiş, tepkiye tepki başlamıştır.

C) Bu üçüncü dereceden milliyetçilik de (buna da “C milliyetçiliği” diyelim) aydınlar  tarafından ortaya atılır (önemli not: “aydın”, John Kautsky’nin enfes tanımıyla, “modernleşme kendi ülkelerine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan kişi”dir ve bu yüzden de kaçınılmaz olarak Batı’yı kendi ülkesinde kurmaya koyulur). Bu nedenle, o da millet ve bağımsız ulusal devlet’e sadakat duyar. Ama, kapitalizmin burada daha da zayıf oluşu yüzünden, azgelişmiş ülke milliyetçiliğinin Avrupa milliyetçiliğinden gösterdiği farklılıkları daha da ileriye götürür. Bu farkları şöyle özetlemek mümkün:

1) Bir ortak ekonomik pazar (ve onun içinde gelişerek millet’e yönelecek “biz” duygusu) oluşamadığından, “biz bilinci” millet’e değil, aşiret’e yönelmiştir. İdeolojiyi ortaya atacak aydınların başlıca sorunu budur, yani aşiretler biçiminde parçalanmışlıktır.

2) Bu aydınlar biz bilincini bir biçimde yaratmak zorundadırlar. Burada imdatlarına iki diyalektik süreç yetişebilir: Birincisi, uzun vadede, ülkede çeşitli olumsuzluklar üst üste binerse, kitleleri tutunum bunalımına sokarlar ve bu da biz bilincini bir anlamda ikame edebilecek bir tutunum bunalımı/ihtiyacı yaratabilir ki, milliyetçi seçkinler ideolojiyi ancak böyle bir tutunum bunalımının yarattığı boşluk içinde ileri sürebilirler. İkincisi çok daha kısa vade bir diyalektik etkidir: B’nin uyguladığı milliyetçiliğe duyulacak tepki bir “onlar bilinci” yaratarak biz bilincini önemli ölçüde ikame edebilir. Bu ikame unsurunun etkisi, B milliyetçiliğinin aşırılığı ve irrasyonelliğiyle doğru orantılıdır. Yani, daha önce de A ile B arasında söz konusu olduğu gibi, milliyetçilik milliyetçiliği doğurur.

Bu arada asimilasyon olamaz mı? Mümkündür, fakat düşük olasılıktır. Bir defa, B’nin doğal asimilasyon gücü zayıftır; çünkü hem milliyetçiliği bizatihi tepki milliyetçiliği olduğu için yenidir ve serttir, hem de kapitalizmi (“doğal asimilasyon”u mümkün kılacak) bir ulusal ekonomik pazar oluşturacak gelişmişlikte değildir. Zaten, doğal asimilasyon kronolojik bir önceliğe bağlıdır: B’nin ulusal ekonomik pazarı, C’nin biz bilincinin oluşmasından önce kurulmuş olmalıdır. Bunun tersi olursa (yani C’nin biz bilinci B’nin ulusal ekonomik pazar kurmasından önce oluşursa) doğal asimilasyon için artık fazlasıyla geç kalınmıştır. Bu durumda B olsa olsa “zorla asimilasyon”a gider ki, bu da bizi aynı noktaya getirip bırakıyor: Şiddetli bir “mağduriyet” duygusu sonucu C’nin onlar bilincinin güçlenmesine. Zaten, bu geç kalış sırasında uluslararası ortam uygun hale gelirse, C’ye dışarıdan bilinç şırıngası da (“dış mihrakların tahriki”) yapılabilir.

3) C milliyetçiliği, feodal bir bünyede doğmak zorunda kaldığı için, bu bünyenin tutunum ideolojisi olan din’le iyice karışık halde ifade edilmek zorundadır. Din’in yüce sadakat odağının “millet” değil “Tanrı” kavramı olduğu anımsandığında, ideolojinin işinin daha da zorlaştığı anlaşılabilir.

Diğer yandan, bu ideoloji bir de durmadan mazinin “mağduriyet anıları”na ve efsanelerine vurgu yapmak zorundadır ki, “ne olduğu”yla değil “neye karşı olduğu”yla tanımlanmak zorunda kalan her şey gibi ciddi bir zayıflık öğesi taşır.

4) Burada bir de “devlet” kavramının büyük önemine dikkatleri çekmek gerekiyor: Bu ideolojinin işinin bir zorluğu da, kendi bağımsız devletinin yokluğunda (yani, B devletinin egemenliği altında) ifade edilmek mecburiyetinde oluşundan doğar. Bu “başka” devlet, parçalanma korkusuyla, onu önlemeye çalışacaktır.  Zaten, K. Amerika ve B. Avrupa’da bile millet’in oluşması doğal süreç sonucu oluvermiş değildir; devletin yarattığı maddi ortam içinde olmuştur.

Bu teorik önermeleri bu yazının en sonunda “sonuç” olarak da yazmak mümkündü. Ama sonunda söylenecek şeyler en baştan söylenirse çoğu zaman anlatmak ve anlamak daha kolay oluyor. Şimdi bu önermelerin ışığında Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğine geçelim.

 

I) Kürtlerde Milliyetçi Duygu’yu Hazırlayan Ortam

Başlıkta, Kürt milliyetçilik duygusunu “yaratan” değil, “hazırlayan” ortam dendiği dikkatleri çekmiş olmalıdır. Çünkü bu duygu ancak ideolojinin uğraşa uğraşa inşa etmeye çalışacağı bir duygudur ve bu inşa süreci de, tarih içindeki olumsuzlukların yaratacağı bir ortam sayesinde mümkün olacaktır.

Bu olumsuz öğeler, 1639’da Osmanlıların İran’la Kasr-ı Şirin barışını yapmalarıyla başladı. Bu tarihten sonra, Osmanlı’nın bölgedeki yarı bağımsız Kürt beyleriyle İran’a karşı yaptığı ittifak önemini yitirmişti. Sonuç olarak bunlar Osmanlı tarafından etkisizleştirildiler. Bunun ardından gelen dönemin Kürtler için perişanlığını ve doğan birlik ihtiyacını, sonradan Kürt milliyetçiliğinin “kitab-ı mukaddes”i olacak Mem-u Zin’de (1695) Ahmede Hani iyi anlatır.

Bunun arkasından gelen asıl olumsuz öğe, Osmanlı’nın inişe geçişi sonucu ortaya çıktı. İltizam ve enflasyon başlamıştı, vergiler ağırlaşmıştı, Batı’nın çok daha kaliteli ve ucuz malları Anadolu’yu istila ederek el tezgahlarını kapattırmıştı, II. Mahmut yeniçeriliği kaldırınca (1826) askerlik 15 yıla çıkmış ve üretici güçler yine felce uğramıştı; o bölgede görevli Moltke’nin Türkiye Mektupları bu dönemi iyi anlatır. Üstelik, Balkanlarda da bağımsızlık kalkışmalarının başladığı bir ortamdı bu.

Bu ortamda, milliyetçilikle ilgisi olmayan ama ileride Kürt milliyetçi aydınları tarafından yüceltilerek kullanılacak olan Kürt bey isyanları 1806’da başladı ve içlerinden en güçlüsü olan Bedirhan Bey yenildiğinde 1847’de bastırıldı. Bastırıldıklarında, o zamanki adıyla Kürdistan’da (günümüzün acayip ortamında, mahkemeye verilmeyeyim diye eklemek zorundayım: bu terim İttihat ve Terakki tarafından 1908 sonrasında “Vilayat-ı Şarkiye” terimiyle değiştirilene kadar resmen kullanılmıştır) iktidar boşluğu doğdu, kaos başladı. Üretim güçleri bir darbe daha yediler ve Kürt insanının içine girdiği tutunum bunalımı/ihtiyacı yoğunlaştı.

Burada, bir diyalektik olgusuna daha değinmeden geçmemek gerek: Kürtlerin bu sosyo-ekonomik karmaşada güçleşen yaşamı, Kürt beylerinin Ermenilere uyguladıkları sömürüyü katmerlendirecek, bu da “mağduriyet” duygusu icabı Ermeni milliyetçiliğinin doğmasında önemli rol oynayacaktır. Arkasından, diyalektik süreç devam edecek ve II. Abdülhamit’in Ermeni ayaklanmalarını bastırmak için Sünni ve büyük Kürt aşiretlerinden topladığı Hamidiye Alayları Kürt milliyetçilik duygusuna katkıda bulunacaktır. Ama biz bunu iki paragraf aşağıya bırakıp yine ortama devam edelim.

Doğa boşluk kabul etmeyeceği için, Bedirhan Bey’in bastırılmasından bir süre sonra Kürt beylerinin yerini Kürt şeyhleri aldı. Bu yeni durum Kürtlük duygusunu ciddi biçimde güçlendirdi, çünkü “din” öğesi hiç kuşkusuz “aşiret” öğesini aşıyor ve bir bütünleşme yaratıyordu. Üstelik şeyhler, feodal ortamın tutunum ideolojisinin din olduğu hatırlanırsa, doğal lider idiler (“tespih kadar tüfeği, seccade kadar da atı iyi kullanabiliyorlardı”). Üstelik, Kadirilik’e oranla “halife”lere çok kolay “el verdiği” için baş döndürücü bir hızla yayılan Nakşibendilik’i Anadolu’ya bir Kürt getirmişti (Mevlana Halit, 1808). Rusya’yla yapılan 93 Harbi (1877-78) felaketinin yaşamı altüst ettiği bu ortamda ilk şeyh ayaklanması 1880’de, Bedirhan’ın oğlu Bahri’nin danışmanlık yaptığı Nakşibendi Şeyhi Ubeydullah tarafından çıkartılacak, bunların sonuncusu ise Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdülkadir’in de idamına yol açan 1925 Şeyh Sait isyanı olacaktır. Şeyhlerin kuramsal açıdan önemi ve ilginçliği şuradadır ki, Kürt milliyetçiliği zincirinde bu şeyhler, dünyevi iktidarı temsil eden Kürt beyleri (1847 öncesi) ile yine dünyevi iktidarı temsil eden Kürt milliyetçilik hareketi (1925 ve sonrası) arasındaki uhrevi baklayı oluşturmuşlardır.

1925 öncesi dönemde Kürt milliyetçilik duygusunu ayakta tutmuş “olumlu öğe” yok muydu? Vardı; iki olumlu öğeden söz edilebilir: Birincisi, Kava destanı. Ama buradaki olumsuz öğeyi de not ediniz: Demirci Kava, “beyinlerini yiyip yutan” zalim Dahhak’ı öldürmek suretiyle Kürt kitlelerini kurtaracak ve Nevroz ateşi bunun üzerine yakılacaktır. İkincisi, hemen yukarıda adı geçen Hamidiye Alayları ve yine Abdülhamit’in Kürt aşiret reislerinin oğullarını istediği biçimde eğitmek için kurdurduğu Aşiret Okulları. Her iki müessese de, kuruluş amaçlarıyla hiç ilgisiz hatta zıt bir sonuca neden olacaklar,  farklı aşiretlerden Kürtlerin biraraya gelmelerine ve bir Kürt aydın kuşağı yaratılmasına yol açacaklardır. Özellikle Aşiret Okulları, bu açıdan, İngilizlerin Afrika’da kabile şeflerinin oğullarını eğitmek için kurdukları (ve aynı sonucu, yani Afrikalı milliyetçi aydın yaratma sonucunu veren) misyoner okullarını anımsatıyor!

 

II) Milliyetçi İdeolojinin Doğuşu

Tekrar edelim: Bütün bunlar, milliyetçilik duygusunu yaratan değil, hazırlayan ortamdı. Yaratan, Kürt milliyetçi aydınları oldu. Onlar da Türk milliyetçisi Jön Türkler arasında doğdular, milliyetçiliği onlardan öğrendiler ve onlara tepki (veya, antitez) olarak ortaya çıktılar.

İdeolojinin ilk gelişme ortamı, Bedirhan Bey’in oğullarından Mikdat Mithat Bedirhan tarafından çeşitli kentlerde 1898’den itibaren çıkarılan Kürdistan gazetesi oldu (transkripsiyonunu M.Emin Bozarslan’a borçluyuz). Milliyetçilik yapmıyordu henüz ama, çeşitli açılardan ilk Kürt aydınlarını yaratacaktır. Abdülhamit’in baskısına direniş temasını işleyişi, Mem-u Zin’den parçalar yayınlayışı ve çocukların Aşiret Okullarına gönderilmesini isteyişi temaları arasında sayılabilir.

İkinci ortam, çok daha güçlü olarak, Meşrutiyet oldu. İmparatorluktaki bütün belirgin etnik/dinsel unsurlar gibi Kürtler de bir kültürel ve örgütsel filizlenme yaşamaya başladılar. Fakat buradaki en ilgi çekici durum, İstanbul’a hukuk, baytar vs. mektebi okumak için gelmiş tanınmış Kürt ailelerin oğullarının, İsmail Gasprinski ve Hamdullah Suphi [Tanrıöver] gibilerin Türkçü konferanslarını dinleye dinleye Kürt olduklarının farkına varmaları olgusudur. Kadri Cemilpaşazade’nin Doza Kürdistan’ı ve Kürt milliyetçileri içinde (en hafif deyimiyle) en su katılmamışı olan Nuri Dersimî’nin Dersim ve Kürt Milli Mücadelesine Dair Hatıratım’ı bu olguyu iyi yansıtır. Diyalektik ilişki sonucu Kürt milliyetçi aydınlarının güçlenmesi ise, İttihat ve Terakki’nin tüm kulüp ve yayınları kapatması ve 1913’te başlayan Enver Paşa diktatörlüğünün Türkçü söylemi koyulaştırmasıyla gerçekleşecektir.

Üçüncü ve en güçlü ortam, Mütareke’dir (1918). İmparatorluk dağılmaktadır ve herkesle birlikte Kürtler de gelecek paniğine düşmüştür. 1919’da kurulan ve 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını çıkartacak olan Kürdistan Teali Cemiyetinin organı niteliğindeki Jin dergisi (bunun da transkripsiyonunu M.Emin Bozarslan yapmıştır), Wilson ilkelerinin simgelediği uluslararası ortamın da etkisiyle ilk defa (ve ondan sonra hep kullanılacak) güçlü milliyetçi temalar ortaya koyar ki, burada olumsuz öğelerin yanına olumlu öğeler de eklenmiştir: Kürtlerin İÖ 17. Yüzyıldaki Medyalılara ve hatta Hz. Nuh’a kadar götürülen tarihsel kökeni, Kürt efsaneleri, özellikle de Kava Destanında ifadesini bulan ihtilal hakkı, ortak bir Kürtçe ve bir yazı ihtiyacı, Kürtçe lehçelerinin bir zenginlik sayılması, hegemon güç İngiltere’ye gösterilen güven, örgütlenmenin önemi gibi. Diğer yandan “Biz Jön Kürtler”, “Daimi Lisan Encümeni”, “Fert ölür, millet yaşar”, “Kürdüm, iftihar ediyorum” gibi kavram ve sloganlar, Kemalizm’in kökeni olan İttihat ve Terakki ideolojisinden Kürt milliyetçiliğinin ne denli etkilendiğini anlatır.

 

III) Milliyetçi Hareket’in Doğuşu

Koçgiri ayaklanması sayılmazsa, Kürtler Kurtuluş Savaşına güçlü biçimde katıldılar. Bunda en etkili öğe, Kürtler için çok önemli olan “Halife Sultan’ı kurtarmak” temasını Ankara’nın ustalıkla işlemesi ve 1915 tehcirinde kaçan Ermenilerin geri dönerek yağmalanan mallarını geri almalarını öngören 1920 Sevr Barış Antlaşmasından (md.144) Kürtlerin duyduğu endişe idi. Ayrıca, aynı antlaşmanın tanıdığı (md.88) Ermenistan’ın güney sınırının (yani, Sevr’in 62. ve 64. maddeleriyle kurmayı tasarladığı Kürdistan’ın kuzey sınırının) belirsiz oluşu da işbirliği için diğer bir önemli neden oldu.

Diğer yandan, yine Kurtuluş Savaşı içinde başlayan bir örgütlenme sonucu, Kürtler 1925 ayaklanmasını çıkarttı. Burada da olumlu öğeden çok olumsuz öğenin varlığı dikkatleri çekmeli: Yeni Türk devleti 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırmıştı. Yine aynı yıl çıkartılan ikinci anayasa devletin resmî dilini Türkçe olarak ilan etmiş (md.2), M.Kemal’in Ocak 1923 İzmit Basın Toplantısında Kürt yoğun illerin özerk olacağından bahsederken zikrettiği il temelinde özerklik (md.11) kaldırılmış, “22 yaşını bitiren kadın erkek her Türk mebus seçmek hakkını haizdir” (md.10) ve “Türkçe okumaya yazma bilmeyenler mebus intihap olunamazlar” (md12 gibi  Türklüğe gönderme yapan hükümler kabul edilmişti.

Niteliği (dinsel/feodal/ulusal) çok tartışılmış olan 1925 ayaklanması, dinsel temanın tamamen önde tutulduğu bir isyan olmakla birlikte, ilk Kürt milliyetçi hareketiydi. Çünkü yaratıcısı Şeyh Sait değil, eski Hamidiye Alayları komutanlarının (büyük olasılıkla 1921 sonunda) çok gizli bir oluşum olarak kurduğu Kürt milliyetçisi Azadi örgütüydü. Amaçları bağımsız bir Kürt devleti oluşturmak olan bu muvazzaf Kürt subayları, laik nitelikleri yüzünden, feodal (dolayısıyla da dinsel) ortam içindeki Kürt halkını etkileyebilmekten uzak olduklarını bildikleri için, vitrine, örgüt lideri Cibranlı Halit Bey’in eniştesi Nakşibendi Şeyh Sait’i koymuşlardı. Burada, milliyetçilik yapabilmek için baştan aşağıya dinsel söylemi kullanmak zorunda kalışlarının dışında önemli olan hususlar, Halit Bey’in Mem-u Zin’i köylere dağıttırması ve “milli bir hükümet kurmak”tan bahsederken hep Bedirhan Bey’in adını telaffuz etmesidir.

Bununla birlikte, Orta Doğu’nun çeşitli ülkelerine kaçarak Hoybun (Xwebun) örgütünü kuran Kürt milliyetçileri Ağrı dağında yeni bir ayaklanma çıkardıklarında çok daha modern bir tutum sergileyeceklerdir. Örneğin, Ermenistan’dan topçu ustası getirtecekler, “tayyare” düşürdükleri zaman hemen saldırıp parçalayan 1925’çilerin aksine uçağın mitralyözünü sökerek aşağıdan saldırmakta olan orduya karşı kullanacaklar, Ağrı ayaklanmasının 1930’da başarısızlığa uğraması üzerine faaliyetlerine Ronahi ve Havar dergileri ile çoğu yabancı dilde propaganda broşürleri yayınlayarak devam edecek olan örgüt, Batı dünyasında bu yönlerinin iyice zayıf olduklarını görünce de 1915’in bilediği Ermeni milliyetçilerinden yoğun yardım isteyeceklerdir.

1930’dan sonra Hoybun, Kürt milliyetçileriyle ilgilenmekten fazlasıyla uzak bir uluslararası ortamda, her feodal bünyeye özgü iç çekişmelerin de etkisiyle yurt dışında yavaş yavaş dağılacaktır. Yurt içinde ise Ankara durumu çok ciddi biçimde ele almıştır. Bir yandan “perakende”leri askerî harekatlarla temizlerken, bir yandan da çok radikal ve sistematik asimilasyona girişilir: Açık resmî raporlarda “Kürt” sözcüğü hiç telaffuz edilmezken, bu sözcüğün açıkça kullanıldığı ve enine boyuna tartışıldığı gizli raporlar hazırlanır. Şark Islahat Planı (1925) gibi erken master projeler Kürt kadınlarının Türk aileler yanına verilerek Türkçe öğrenmelerini planlarken, kasabalarda konuşulacak Kürtçe kelime başına para cezası konur. Sonunda, kalan son Kürt direnişi olan Dersim de planlı biçimde fethedilir ve Tunceli yapılır: Önce kara ve demiryolları tamamlanarak fethin altyapısı hazırlanır. Arkasından iskan yasaları (1927, 1934) ve Tunceli Kanunu (1935) hukuksal yapıyı kurar. Son olarak da Sadabad Paktı (1937) fethin uluslararası yönünü tamamlayacaktır.

 

IV) İdeoloji’nin Gelişmesi

Dersim’in fethinden sonra Kürt milliyetçiliği 1959’a kadar derin dondurucuya girer. Bununla birlikte, 1950’de gelen Demokrat Parti’nin doğuda jandarma dayağını durdurup rahatlık getirmesi sonucu Kürtlerin iç dinamiği yavaş yavaş da olsa işlemeye başlar. TBMM’de doğulu milletvekilleri kulislerde Kürtçe konuşabilmeye başlarlar. Kürt gençleri İstanbul gibi büyük kentlerde üniversite okurlar ve bölgelerinin sorunlarını dile getiren yayınlar çıkartırlar: 1948’de Diyarbakırlı gençlerin çıkardığı Dicle Kaynağı bunların en anlamlısıdır ve Doğu’nun zor koşullarını, fakirliğini anlatır.

Derin dondurucudan çıkmak ise bu kadar utangaç bir iç dinamikle değil, ancak bir dış dinamik unsuru sayesinde olabilecektir: K.Irak’a dönmüş olan Mustafa Barzani’nin etkisindeki 50 Kürt 49’lar Tevkifatı adı verilen olayla tutuklanırlar. Bundan hemen sonra 27 Mayıs hareketi yapılır ve iktidara bir süreliğine de olsa askerler gelir. Artık iki zıt süreç işlemeye başlamıştır: Birincisi, askerler yine sertliğe başlamıştır. Devlet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel “Dağlı Türkler rahat durmazlarsa öyle bir kan banyosu…” gibi gözdağı vermenin yanı sıra, Diyarbakır’a gittiğinde dinlemeye gelen Kürtlere bir kara mizah örneği de verir: “Size Kürt diyenin yüzüne tükürünüz!”. 1 Haziran 1960’da 485 Kürt gözaltına alınır ve Sivas’ta bir kampa yollanır. 19 Ekim’de 55 Ağa sürgünü yapılır. Köy isimleri sistematik olarak değiştirilir. Bölge Yatılı Okulları kurulur. Türkçe sözlerle radyoda yayınlanmak üzere  Fikret Otyam’a Kürtçe türküler derletilir.

İkinci ve zıt olan sürece gelince, 1961 Anayasası Türkiye’ye o zamana (ve, bu zamana) kadar görülmedik bir özgürlük ortamı getirmiştir. 1962’de Dersim, Ağrı, Dicle-Fırat, 1963’te Keko, Deng, Roja Newe çıkar. Artık jandarma zorbalığı dile getirilmekte, “Kürt kızı” gibi terimler kullanılmaktadır. Bu ortamda ırkçı sağdan Ötüken dergisinin Kürtlere hakaret olarak algılanan yayını Kürt milliyetçiliğinin büyük bir çıkış yapmasına yol açarak diyalektiği yine işletir ve 1967 ve 69’da Kürtlerin ilk gövde gösterisi olan Doğu Mitinglerine yol açar. Diğer yandan, dış dinamik de harekettedir: Mart 1970’de K.Irak’ta elde edilen Kürt özerkliği Türkiye’dekileri de etkiler.

Kürt milliyetçiliğinin iç dinamiği, sonunda, o zamana kadar Türk solunun şemsiyesi ve etkisindeki Kürt milliyetçi hareketinin ilk legal ve özgün örgütü olarak 1969’da DDKO’ları doğurur. Bununla birlikte, örgütün çıkardığı Haber Bülteninde Vietnam’daki Mai Lai Katliamı ve Bask-Kürt benzeştirmesi gibi dış dinamik ve diyalektik öğeleri çoktur. Fakat DDKO’ların asıl önemi, 12 Mart darbesi sonucu açılan davadaki “siyasal savunma”da sergiledikleri kavramlardır. Bunlar Marksizm ile milliyetçiliğin bağdaştırılmasını simgeler: “İç ve dış sömürgecilik” kavramı daha sonra ortaya çıkacak (ve hemen aşağıda sözü edilecek) iki önemli kavramın öncülüdür. 70’lerde çıkan dergiler hep dış dinamikten kalkarak iç dinamiği oluşturmaya çalışırlar. Burkay’ın Özgürlük Yolu (1975) Irak Kürtlerinden, ulusal kurtuluş savaşlarından, Vietnam ve Kamboçya’dan söz ederek “gelin”e dokundurmak suretiyle demokrasiye, ayrılma hakkına, daha sonra da “Kürt toplumu”, “Kürt halkı” ve nihayet “Türkiye Kürdistanı”na varır. Ertesi yıl çıkan Rızgari ile Kürt milliyetçiliği ideolojisi kemale erecek, sol ideolojiyi kullanarak özgün milliyetçi temalar üretecektir: Lenin’in self-determinasyon ilkesinden, Sadabat Paktının doğrudan Kürtlerle ilgili 7. Maddesinden, Lausanne’ın bir emperyalist paylaşım olduğundan başlayarak, yukarıda sözü edilen iki önemli kavrama varır: “Sömürge Teorisi” ve “Ezilen Ulus Milliyetçiliği”. Birincisi sayesinde Türkiye’nin “kapitalizmin son aşamasında” olduğunu söylemeden Kürdistan’ı sömürdüğü söylenebilmekte, ikincisi sayesinde de Marksist kalınarak milliyetçilik yapma olanağı yaratılmaktadır; çünkü ezen ulus milliyetçiliği kötüdür, ezilen ulus milliyetçiliği iyidir. Yani, kendi sınırları içinde epey sofistike bir entelektüel çaba söz konusudur.

Ayni durumu resmî ideolojide görmek kesinlikle mümkün değil. DDKO İddianamesi, milliyetçi Kürtleri haklı çıkartmak ve diyalektik süreci işletmek için hazırlanmış gibidir: Türk ve Kürt kelimelerinin ikisi de dört harfidir ve bu harfler aynıdır; demek ki Kürtler Türk’tür. Zaten, savcıya göre “Anayasamız soyut bir ırkçı görüş yerine; birleştirici, ülkücü, ilerici bir milli ırkçılığı kabul etmiştir”. Kürtlerin kökleri ve ataları Türk’tür ve bu iş “bir avuç aydının marifeti”dir.

Türk resmî ideolojisi bu dönemde de Kürtleri zapturapt altında tutmak için geceleri çok alçaktan jet uçurmayı uygun ve yeterli bulacaktır.

 

V) Milliyetçi Hareket’in Gelişmesi

Bu gelişmeyi A’dan Z’ye  bir diyalektik unsurlar demeti yaratır.

1) Hepsinden önemlisi, 12 Eylül mezalimidir. Sanki daha milliyetçi olsunlar diye, cezaevindeki Kürtlere İstiklal Marşının tümü ceza olarak ezberletilir ve söyletilir. Toplatılan paralarla alınan boyalar, cezaevinin her yerine “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” türünden sloganlar yazdırmakta kullanılır. Kurt köpeği saldırtma, pislik yedirme, copla sarkıntılık yapma, fare yutturma, görüşmecisi Türkçe bilmiyorsa görüş izni vermeme çok görülen uygulamalardır. O kadar ki, 16 Mart 1982’de Devlet Bakanı İlhan Öztrak cezaevlerinde 15 işkence kurbanı olduğunu açıklayarak dedikoduları durdurmak ister. Şubat 86’da ise Diyarbakır Askerî Savcısı cezaevlerinde 30 ölüm olduğunu belirtecektir: 4 kendini yakarak, 4 kendini öldürerek, 6 açlık grevinden, 16 muhtelif biçimlerde. Askerî mahkeme bir kararında, Ortaçağ engizisyon kararlarını andıran biçimde şöyle yazacaktır: “İşkence, sanıktan doğru cevap almak içindir”.

Onun için, buradan bir biçimde çıkanın soluğu dosdoğru dağda, 1984’te kurulacak ve yöntem olarak 12 Eylül terörüne karşı karşı-terörü seçecek olan PKK saflarında alması, doğrudan doğruya 12 Eylül diyalektiğinin sonucu olur. Diğer yandan, teröristlerin barınmaması için köy yakmalar sonucu Kürtler batıya göç edecek, büyük kentlerde gerçek bir “diaspora” oluşturacak, diaspora da daima daha milliyetçi olduğundan Kürt hareketi yurt sathına alabildiğine yayılacak ve gelişecektir. İç göçün Türkiye ortalaması yüzde 3 iken, Şırnak’ınkinin yüzde 14,5 olması karşısında başka bir sonuç çıkması zaten mümkün değildir.

Buna bir diyalektik olgu daha eklenir: Özellikle Ege’de, yoğun Kürt göçü sonucu yerliler Kürtlere tepki göstermeye, işten çıkarmaya, işe almamaya başlarlar ve bu Kürt bilincini daha da sivriltir. Bu arada doğudan durmadan gelen, üstü Türk bayrağı örtülü şehit cenazeleri de Türk milliyetçiliğini güçlendirir; askere genç gönderme kutlamalarının herbiri ciddi birer Kürt aleyhtarı gösteri halini alır. Bununla birlikte, PKK’nın büyük kentlerde bomba vs. yollarla teröre çok az başvurması, diyalektiğin bu tersine işlemesini korkulduğu ölçüde azdırmayacaktır.

12 Eylül’ün direkt etkilerine, dönemin “Özal ekonomisi” sonucu oluşan işsizleşme ve fukaralaşmayı da eklemek şart. Çünkü bunun sonucu, işveren ile Türk ve işçi ile de Kürt dikotomisi kemikleşecektir.

2) Bir diğer diyalektik unsur, resmî söylemdeki tutarsızlıklardır ve bunlar Kürt milliyetçiliğini daha da biler. Aralık 1991’de Demirel ve E.İnönü’nün Diyarbakır’a giderek “Kürt realitesini tanıyoruz” demelerinden sonra Kürt ve Kürtçe kavramlarının inkârına eskisi gibi devam edilmesi bunu sağlar. Bu tarihten sonradır ki faili meçhul cinayetler serisi başlar ve PKK’nın panzehiri olarak dinci Hizbullah (“Hizbülkontra”) devletin en azından hoşgörüsüne mahzar olur. Nevroz yasaklanır, Kürtçe yasağı devam eder, Kürt Enstitüsü kurdurulmaz ve bütün bunlar PKK’nın Kürt halkına “Ben dememiş miydim!” demesine olanak sağlamaya devam eder.

3) Üçüncüsü, dış dinamiğin artık devleşen önemidir. Uluslararası etki muazzamdır. Bir defa, 1984 sonundan itibaren Bulgaristan’da Türklere uygulanan akıldışı isim değiştirme kampanyası Kürtleri çok etkiler. O zamana kadar çocuğuna Kürt adı vermesi yasaklanan Kürt köylüsü “Devlet bilür” diye tevekkül göstermiştir ama, “devlet” bu Bulgaristan işinde tam bir “çifte standart” uygulayınca, Kürt köylüsü bu kavramı bilmediği halde anlar ve uyanır. Diğer yandan, Kürt milliyetçiliği Filistin İntifadasından çok şey öğrenerek uygular; çocuk ve kadınları öne sürüp taş attırmak bunlardan biridir. Vietnamlı Budist rahiplerden kendini yakmayı öğrenir. AGİK sürecinin getirdiği olanaklardan yararlanır. Irak’ta Kürt özerkliğinin yanı sıra, oradan gelen 1988 ve özellikle de 1991 mülteci dalgaları çok işine yarar.

 

VI) Milliyetçi Hareket’in Başarısızlığa Uğraması

Kitlelere yayıldıkça dinsel temalara ağırlık veren PKK, 1990’ların ikinci yarısında askerî olarak yenilmeye başlar. Bunun nedenleri üzerinde durmak burada konumuzun dışında; önemli olan, bundan sonraki sürecin nereye gidebileceğini tahmine yarayabilecek olaylar dizisini vermek. Şubat 1999’da Öcalan’ın ABD tarafından izlenip ve yakalanıp, Nairobi havalimanında Türk komandolarına teslimi, PKK’nın ve bu son Kürt milliyetçiliği ayaklanmasının/hareketinin sonu olur. Fakat devlet, en azından bu satırların yazıldığı 2002 yaz aylarında, Kürt milliyetçiliğini en zayıf ve en bölünmüş durumda yakalamanın avantajını kullanabileceğe benzememektedir. Çünkü diyalektiğin işleyerek Kürt milliyetçiliğine çok ihtiyacı olan “yaşam öpücüğü”nü vermesi için adeta her şey yapılmaktadır. Ana-babaların çocuklarına Kürtçe ad vermeleri “terör örgütünün propagandasına alet olmak” ve “propaganda koluyla terör örgütüne yardım ve yataklık yapmak” suçuyla DGM’ye verilmeye yol açmaktadır. Suç işlemek için çete kurmanın cezasının azami 2 yıl olduğu bir ülkede okullara seçmeli Kürtçe dersi konması için dilekçe veren öğrencilere 7,5 yıl istenmektedir. Bu dilekçelerin postayla gönderilmek istenmesi durumunda mektuplar postanede açılarak gönderenler saptanmakta ve tutuklanmaktadır. Minibüsünde Kürtçe kaset çalan şoförler “bölücülük” ve “örgüte yardım”dan 4,5 ilâ 7,5 arası hapis istemiyle yargılanmakta ve mahkum edilmektedir. Türk ana-babaların çocuklarını Türkçe okula değil İngilizce okula gönderdikleri bir küreselleşme ortamında, Kürt ana-babaların çocuklarını Kürtçe okula gönderecekleri korkusu, “Sevr Sendromu”nun çok mümtaz bir örneği olarak verilebilir.

 

Sonuç

En azından 1925’ten beri, Türk devleti, Kürt sorunu konusunda fevkalade istikrarlı bir politika izlemeyi sürdürmektedir. O tarihten bu yana baskı ilkesi değişmediği için diyalektik sürecin etkisi de değişmemekte, Kürt milliyetçiliğin esas beslenme kaynağı Türk milliyetçiliğinin akıldışı uygulamalarının yarattığı olumsuz öğe, yani gündelik terimle “mağduriyet duygusu” olmaktadır. Kürtlük bilinci 1925’den sonra ortaya çıkmaya başladığı halde, ortak ekonomik pazarın ancak 1980’den sonra ortaya çıktığını (yani, asimilasyonun artık kesinlikle imkansız olduğunu) Türkiye Cumhuriyeti hiç anlamıyor gözükmektedir.

Bu arada, sabun köpüğü tedbirler dizisi de değişmediği için, devletin bu sorunu çözmek için uyguladığı yöntemler doğudaki çocukların Ankara’da Atakule ve İstanbul’da Tatilya’ya götürerek gezdirilmesinden, Galatasaray maçlarının Diyarbakır’da oynatılmasından, Diyarbakırspor ile Vanspor’a büyük yardımlar yapılmasından, ses-film sanatçılarına doğu ve güneydoğuda konser verdirilmesinden ve bale sanatçılarına başlarında poşuyla gösteri yaptırılmasından daha radikal bir düzeye henüz ulaşmamıştır.

Her ne kadar şu anda Kürt milliyetçiliği had safhada yenilmiş ve sakin gözükmekteyse de, “batı cephesinde yeni bir şey”in olmadığı Türkiye’de, yakın bir gelecekte doğu cephesinde de yeni bir şey olmamasından korkmak paranoya sayılmamalıdır.

* Milliyetçilik (Ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil), Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce dizisi, Cilt 4, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s.871-879)

http://www.durde.org/index.php/2010/02/21/kurt-milliyetciligi-diyalektigi-baskin-oran/#more-1117

This entry was posted on Cuma, Mart 26th, 2010 at 16:01 and is filed under AYRIMCILIK. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz