Kuramsal Milliyetçiliğin Niteliksel Sabiteleri
Kuramsal Yaklaşımlar Çerçevesinde Milliyetçiliğin Niteliksel Sabitelerine Genel Bir Bakış
Haldun ÇANCI
Yrd. Doç. Dr. Uluslararası İlişkiler Bölümü, İşletme ve Ekonomi Fakültesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi
Özet
Soğuk Savaş döneminin bitişi ile hız kazanan küreselleşme olgusunun en çok etkilediği olgulardan biri de milliyetçilik ideolojisidir. Bu dönemde, milliyetçiliğin aşındığı yönündeki iddialar yoğunluk kazanmıştır. Bu çalışma, milliyetçilikte değişmekte olan boyutların tespitini yapmadan önce, temel nitelikleri bağlamında, milliyetçiliğe dair değişmezlerin altını çizme amacı taşımaktadır.
Son Yirmi Yılın ortaya çıkardığı değişimler bağlamında, Milliyetçi siyasal ideolojinin, etimolojik kökeni, hakkındaki kavramsal yaklaşımlar, içerdiği temel paradokslar, üzerinde yapılmış belli başlı tanımlamalar ve sınıflandırmalar bağlamında, temel değişmezlerinin altını çizmek kadar, bu siyasal ideolojinin, niteliksel sabitelerini ortaya koymak da büyük önem taşımaktadır.
Yirminci Yüzyılın sonu ve Yirmi Birinci Yüzyılın başlangıcı, hemen her kavram ve olgunun anlamını ya yitirdiği ya da yeniden tanımlanmayı gerektirdiği bir sürecin başlamasına neden oldu. Birçok siyasal kavram ve olgu da bu süreçten payını aldı.
Bu süreçte, eski siyasal biçim ve kavramları en çok etkileyen ve aşındıran olgu, küreselleşme olmuştur. Soğuk Savaş döneminin bitişi ile hız kazanan küreselleşme olgusunun en çok etkilediği siyasal kavramlardan biri de, bilindiği gibi milliyetçiliktir.
Modern bir siyasal ideoloji olarak milliyetçilik, yaklaşık iki yüzyıllık tarihinde, belki de ilk defa iniş sürecine girmiş bulunmaktadır. 1789 Fransız İhtilali’nin hemen sonrasında, çok uluslu imparatorlukların yıkıcı, ulus-devletlerin de kurucu ideolojisi olan milliyetçilik belki de son dönemine girmiş bulunmaktadır.
Son dönemde hızlanan küreselleşmenin, milliyetçilik üzerinde yaptığı etkiler, yine son dönem çalışmalarında çokça yer almış ve açıklanmaya çalışılmıştır. Kimi çalışmalara göre, küreselleşme süreci, milliyetçiliği ve onunla bağlantılı, ulus-devlet, ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık gibi kimi kavramları zayıflatıcı, hatta, anlamsızlaştırıcı bir ekti yaparken, diğer bazı yaklaşımlara göre, söz konusu olgular ve kavramlar, küreselleşme çağında, belli bir dönüşümle birlikte varlıklarını ve etkilerini sürdüreceklerdir.
Bu süreci daha iyi anlamak için, küreselleşmenin, milliyetçilikte neleri değiştirdiğini açıklamak kadar, milliyetçilikle ilgili olarak nelerin değişmeden kaldığını görmeye çalışmak da yararlı olacaktır.
Diğer bir ifade ile, milliyetçilik gibi bir ideolojinin, böyle bir iniş sürecine girip girmediğinin tespiti, ancak, milliyetçiliğin, tüm kavramsal ve teorik literatürünün yeniden taranarak, mevcut durumda etkisi ve modası geçmiş olan yönlerinin belirlenmesi ve ortaya konması ile gerçekleştirilebilir. Böylelikle, milliyetçiliğin, hala etkin olan boyutlarının da belirlenmesi mümkün olacak, bu siyasal ideolojinin devrinin kapanıp kapanmadığı konusundaki analizlerle, böyle bir şeyin ilerde meydana gelip gelmeyeceği yönündeki tahminler daha sağlıklı yapılabilecektir. Bu çalışma, bu uzun soluklu çabaya küçük bir katkı yapma amacı taşımaktadır.
Bu çalışma, bu bağlamda, niteliksel sabiteleri çerçevesinde, milliyetçiliğe dair temel değişmezlerin altını çizme amacı taşımaktadır.
Milliyetçiliğin Niteliği
Milliyetçilik literatüründe milliyetçiliğe dair oldukça fazla sayıda sınıflandırma yapılmıştır.1 “Liberal milliyetçilik”, “gelenekselci muhafazakar milliyetçilik”, “entegral milliyetçilik”, “sosyalist milliyetçilik”, “anti-sömürgeci milliyetçilik” ve “romantik milliyetçilik” bunlardan sadece birkaçıdır.
Liberal milliyetçilik liberal öz değerleri ihtiva etmektedir. Kökleri geniş bir biçimde Aydınlanma Çağı’na uzanmaktadır. Liberal milliyetçiliğin bir takım biçimlerine bağlı olan yazarlar onu kozmopolitik ve edilgenlikten ayrı bir biçimde değerlendirmektedirler. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Başkan Wilson tarafından ortaya konan ilkeler sadece sembolik bir biçimde de olsa liberal milliyetçiliğin üst bir noktasını temsil etmektedir. Bu ilkeler, ulus-devletlerin mutlak egemenlikleri prensibine vurgu yapmakla birlikte, her bir ulusal yapı içerisinde siyasal, iktisadi ve dinsel açılardan bireysel özgürlüklerin de altını çizmek suretiyle bu prensibin olumsuz yan etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu ilkeler bağlamında her millet kendi devletine sahip olmalıdır. Fakat bunların her biri anayasal bir hükümeti, demokrasiyi ve bireysel hak ve özgürlükleri içermelidir. Bu genel fikirlerin en iyi bilinen ilk mümessili Guiseppe Mazzini’dir (1805-72). O’nu ilk aşamada sistematik bir teorisyen olarak sınıflandırmakta tereddüt göstermek mümkün ise de, Mazzini, liberal milliyetçilik düşüncesini en çok etkileyen düşünürlerden biridir. Essays on the Duties of Man adlı eserinde Mazzini, milliyetçiliğin, geniş anlamıyla insanlık ile nihai uygunluğu doktrinini ortaya koymuştur. Mazzini, hümaniter bir enternasyonalisttir.
1 Örneğin Hayes, beşli bir tasnif yapmakta ve milliyetçiliği jakoben, liberal, gelenekselci, iktisaden korumacı ve entegral milliyetçilikler şeklinde ayırmaktadır. Öte yandan Kohn, Batı ve Doğu milliyetçiliği olmak üzere ikili; Kellas, etnik, toplumsal ve resmi milliyetçilikler olmak üzere üçlü bir ayrıma gitmektedirler. Diğer taraftan Snyder tarihsel dönemleri baz alarak: 1815-71 arasında kaynaştırıcı milliyetçilik, 1871-1900 arasında bölücü milliyetçilik, 1900-45 arasında saldırgan milliyetçilik ve 1945’den bugüne milliyetçiliğin tüm dünyaya yayılması dönemi olmak üzere dörtlü bir sınıflandırma yapmıştır. Bunlara ilaveten daha başka tasnifler de mevcuttur. Ancak burada hepsini aktarmaya gerek duyulmamıştır.
Mazzini’nin 1850’lerdeki idealleri, en çok on bir milletten oluşan bir Avrupa için öngörülmüş hedeflerden meydana gelmekteydi. O’na göre milliyetçiliğin önündeki en büyük engelleri çok uluslu emperyal devletler oluşturuyordu. Örneğin Hapsburg İmparatorluğu bunlardan biriydi. Liberal milliyetçilik temelde, ayakta kalacak kadar geniş ve büyük her milliyetin bağımsız olması gerektiğini, ancak anayasal-demokratik bir hükümet tarafından yönetilmesi lazım geldiğini vurgulamaktaydı. Buna göre Avrupa’da 1830’larda, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde Yunanlıları ve Çarlık Rusya’sına karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde de Polanyalıları motive eden şey liberal milliyetçilikti. Bu yüzden liberal milliyetçiliğin altın çağları diyebileceğimiz dönem, 1814 yılında yapılan Viyana Kongresi’nden, Versay Antlaşması ve Wilson İlkeleri’ne kadar ki zaman dilimidir demek çok da yanlış olmaz. Milletlerin self-determinasyon hakları, liberal milliyetçilikte ortaya konulan en önemli temayı oluşturuyordu. Bu milliyetçilik biçiminde ortaya çıkan en büyük sorun, bir kez “self-determinasyona sahip milletler” fikrinden bahsettikten sonra, bu sürecin nerede durdurulacağının tespit edilebilmesindeki zorluk konusunda yaşanmaktadır. Başkan Wilson’un da hemen tespit ettiği gibi, her büyüklükteki topluluğun kendisini millet olarak algılamasını ve bir devlet kurmaya kalkışmasını önlemek nasıl mümkün olacaktır. Buna ilaveten ulus devletler arasındaki ihtilafları ve daha kötüsü bu devletler içerisinde ortaya çıkabilecek ayrılıkçı milliyetçilik hareketlerini belli bir çözüme kavuşturmak nasıl mümkün olacaktır.
Liberal milliyetçiliğe yönelik son zamanlarda yeniden bir ilgi artışı gözlemlenmektedir. Örneğin, John Plamenatz, Kohn’un daha önce ortaya koyduğu yaklaşımları da gündeme getirerek kendi tanımladığı iki milliyetçilik biçimi arasında belli bir ayırımın varlığına işaret etmektedir. Bunlardan biri, daha kabul edilebilir olan ılımlı Batı Avrupa milliyetçiliği (daha özelde liberal milliyetçilik), diğeri ise daha kavgacı bir görüntü arz eden Doğu Avrupa kültürel milliyetçiliğidir. Bu ayırım daha güncel bazı teorisyenler tarafından yeniden su yüzüne çıkarılmaya çalışılmıştır. Ancak Mazzini türü bir liberal hassasiyetin taklit edildiği bu yeni çalışmalarda ahlaki söylem kaygısı fazla görünmemektedir. Bunlarla yapılmaya çalışılan şey, makul ve ılımlı milli hassasiyet ile kozmopolitiklik yanlısı liberalizm arasında belli bir uzlaşmayı sağlamaktır. Ilımlı, liberal milliyetçilik düşüncesi, 1945 sonrası dönemde bir diğer argüman ile karşı karşıya gelmektedir. Bu argüman ise liberalizm ile milliyetçiliğin bütün bütün uyuşmadığı iddiasını taşımaktadır. Liberalizm bu anlamda kozmopolitlik ve evrenselcilik ile eşit sayılmaktadır. Bu açıdan da milliyetçilikle alakalı olamayacağı düşünülmektedir. Mamafih, son yıllarda bu konu üzerinde tartışmalar yapılmaktadır. Son döneme ait liberal milliyetçi yaklaşım milliyetçiliği, insan hayatını yaratıcı ve anlamlı kılan durumun kapsamlı bir şekilde anlaşılması için gerekli olan bir alan olarak takdim etmektedir. Aynı zamanda liberaller farklı biçimlerin ve tarzların birbirleriyle uzlaşmaya zorlanmalarına ise karşı çıkmaktadırlar.
Gelenekselci muhafazakar milliyetçilik bir diğer ekolü oluşturmaktadır. Bu ekol romantik kültürel milliyetçilik ekolünün unsurlarına benzer unsurlar taşımaktadır. Romantik milliyetçilik, liberal ve entegral milliyetçilikleri de etkilemiştir. Kohn, Plamenatz ve Friedrich Meinecke’nin belirttiklerine göre gelenekselci milliyetçilik, Doğulu ve kültürel milliyetçilik düşüncesiyle yakın bir benzeşme içerisindedir. Geleneksel milliyetçilik gücünü, Fransız Devrimi’ne duyulan tepkiden almaktadır. Tarihsel süreklilik ve gelenek, akla ve devrime karşı bir set oluşturmaktadır. Millet, kanuni, siyasi ve toplumsal hayatta ifadesini bulmuş geleneksel ve organik bir topluluğun ortak kaderi ve sürekliliği adına var kılınmaktadır. Edmund Burke ve Joseph de Maistre gibi yazarların çalışmalarında millet, eşit vatandaşların oluşturduğu bir bütünden ziyade organik bir topluluğun hiyerarşik düzeni olarak telakki edilmiştir. Diğer bir deyişle bu yazarlarda milliyetçilik, gelenekselci muhafazakarlığın söylemi haline dönüştürülmüştür.
Yukarıda açıklanan bu tezin bazı Alman varyantlarında, özellikle Friedrich Schlegel, Adam Müller ve Friedrich Novalis gibi yazarlarda romantizm ön plana çıkmaktadır. Bu yazarlara ait düşüncelerin birçoğu, Herder ve Fichte’nin özgün bir tarzda yorumlanmalarından ortaya çıkmıştır. Schlegel ve Novalis özellikle milleti, dilin saflığı, halk mitolojileri ve kültür ile özdeşleştirmektedirler. Bu yazarlar, eskiye ait toplumsal gelenekler olarak algıladıkları şeylerin restorasyonundan yanadırlar. Milletler öncelikle, dilde, mitlerde, kanunlarda, adetlerde ve tarihte ifadesini bulmuş ortak bir ruh ile ortaya çıkmış bir genel kültür üzerinde tesis edilirler. Dolayısıyla burada kültürel çeşitliliğin manevi gerekliliğinin açık bir kabulü söz konusudur. Bu bakış açısında dil büyük bir öneme sahiptir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yüzyıl’ın sonuna değin halk sanatlarına, şiirlerine ve müziğine karşı ilgi aynı yaklaşım içerisinde yerini almıştır. Aynı temalar On dokuzuncu yüzyılda bazı devletlerin eğitim müfredat programlarında, ulusal festivallerinde hatta mimari tarzlarında ve anıt niteliğindeki tarihsel yapılarında belirgin bir hal almıştır. Gelenekselci muhafazakar düşünceye ilk ivmesini kazandıran şey, söyleminde var olan Aydınlanma karşıtlığıdır. Aydınlanma düşüncesi fazla mekanik ve materyalist bulunmaktadır. Millet, tarih tarafından şekillendirilmiş, bireylere karşı önceliği olan, biricikliği temin edilmiş, zaman zaman şahıslaştırılmış manevi bir organizma olarak görülmüştür. Dönemin akademisyenlerinin çoğu bu fikirlere katılmış ve kendilerini dili ve folkloru ile birlikte bu manevi organizmanın kadimliğini ortaya çıkarma görevine adamışlardır. Dili konu alan felsefi literatür Herder, Grimm, Fichte, Schlegel ve Humboldt tarafından geliştirilmiştir.
Bu dönemde yukarıda zikredilen teorisyenlerin bir çoğu Alman devletlerindeki siyasal ve kültürel Fransız hegemonyasına da reaksiyon gösteriyorlardı. Bu tepkilerden en ünlüsü Fichte’nin Addresses to the German Nation adlı eserinde ortaya konmuştur. Bu hareketin siyasal biçimi Friedrich Meinecke’nin “Kulturnation” fikrinde somutlaşmıştır. Kültür burada kendilerini diğerlerinden ayıran özellikleri bulunan özgün bir insan topluluğu ile özdeşleştirilmekte ve bu kültürel bütünlük “estetik devlet” kavramı içerisinde ifade edilmektedir. Bu romantiklerin gözünde devlet, kutsal bir rol üstlenmektedir. Bunlar Rousseau ve Hegel’den uyarladıkları ve geliştirdikleri fikirlerle bu noktaya ulaşmışlardır. Kültürel olarak cisimlendirilmiş millet, bir yandan self-determinasyonu öte yandan estetik olarak kendi kendini gerçekleştirmeyi (bildung) hedeflemektedir. Fichte’de ise özellikle milletler arasında üstün olanlar ve aşağı olanlar ayrımına dayalı fikirler ön plana çıkmaktadır. Buna rağmen milletler arasında hiyerarşik bir ayrıma dayalı bu fikirlerin kesinkes romantik bakış açısıyla alakalı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu hiyerarşik anlayış biraz da dil konusuyla ilgilidir. Bununla birlikte ilk Romantiklerde milletlerin nihai uyuma sahip oldukları yönünde bir kanaat mevcuttur. Romantikler aynı zamanda demokrasi ile de özel ve sancılı bir ilişki içindedirler. Her şeye rağmen Fichte’nin argümanlarını demokratik self-determinasyonun değer ve önemini gösteren örnekler olarak okumak mümkündür. Kimilerine göre Fichte, Jakoben halk demokrasisinin aşığı idi. Bu yüzden Romantizm hem gelenekselci-muhafazakar hem de liberal özelliklere sahiptir. Bir yandan modernleştirici demokratik eğilimleri aşırı bir şekilde desteklemekte öte yandan bu tür değişimlerin önündeki geleneksel engeli oluşturmaktadır.
Lord Acton ve son yüzyılda Elie Kedourie gibi yazarlar romantik milliyetçiliği, aslında milliyetçiliğin özü olarak telakki etmişlerdir. Bu yazarlara göre, milliyetçilik genel anlamda Yirminci yüzyılda insanlığın felaketine neden olmuş zararlı bir doktrindi. Kedourie ise milliyetçiliğin gücünü ve orijinal dürtüsünü Alman felsefesinde aramaktadır. Bu bağlamda özellikle Fichte ve özgürlükle ilgili fikirleri açısından Kant üzerinde durmaktadır. Fakat düşünürlerin bir çoğu milliyetçiliği daha geniş bir yapıda değerlendirmektedirler.
Bir diğer ekol olarak “entegral milliyetçiliği” ele almak mümkündür. İntegral milliyetçilik genellikle Faşizm ile birlikte kavranmaya çalışılmaktadır. Alman Nasyonal Sosyalizmi’nde ırk teması önemli bir şekilde ön plana çıkmıştır. Bu milliyetçi tartışmanın içeriğinde aynı zamanda halk (volk) geleneği, Sosyal Darwinizm ve diğer fikri kaynakların belli bir tasnifi yer almaktadır. İtalyan Faşizmi’nde ise daha açık bir biçimde devlete (statism) vurgu yapılmaktadır. Bu düşünce aynı zamanda totaliter bir mizaca sahiptir. Mamafih, hem İtalyan Faşizm’i hem de Alman Nasyonal Sosyalizm’i saldırgan, yabancı düşmanı ve irrasyonalist bir milliyetçilik kavramsallaştırmasına dayanmaktadır. Her ikisi de Enternasyonalizm’e ve liberal milliyetçi düşüncelere düşmanca tavır içerisindedirler. Bazı yorumcular Jakobenizm’i entegral milliyetçiliğin ilk nüvelerini ortaya çıkaran yaklaşım olarak görmektedirler. Tüm bu farklılıklara rağmen entegral milliyetçilik ile diğer milliyetçilik türleri arasında bir takım bağlar mevcuttur.
Liberal, gelenekselci ve entegral milliyetçilikler farklı gerekçelerden hareket etseler de ulus devletlerin self-determinasyon hakları konusuna yoğunlaşmışlardır. Bu tür bağımsız devlet yapılarının ortaya çıkmaması durumunda milliyetçiliğin geleceği de olmayacaktır. Diğer bir deyişle liberal milliyetçiliğin On dokuzuncu yüzyıldaki başarısı hem entegral milliyetçiliğin yükselişine ve self-determinasyon konusundaki fikirlerinin güç ve yankı bulmasına zemin hazırlamış hem de entegral milliyetçiliğe ait bu konudaki düşüncelerinin biçimsel esasını temin etmiştir. Mamafih entegral milliyetçilik, liberal milliyetçilikten farklı olarak bilinçli bir biçimde emperyalist, anti-liberal, irrasyonalist ve militarist bir öze sahiptir. Belli bazı hakların ve milletlerin üstünlüğü anlayışı üzerine kuruludur. Diğer bir deyişle, entegral milliyetçilik milletleri hiyerarşik biçimde tasnif etmiştir.
Diğer ideolojilerin çoğunda müşahede edildiği gibi milliyetçilikte de biçimsel anlamda düzenleyici fikirlerin varolduğu görülmektedir. Çeşitli milliyetçilik ekolleri bu fikirleri farklı şekilde yorumlamışlardır. Biçimsel olarak milliyetçilik dünyanın birbirinden farklı milletlere bölünmüş olduğunu varsaymaktadır. Bu milletlerin her biri özgün tarihsel sürekliliğe, dile ve kadere sahiptir. Milletlerin geçmişte derin köklere sahip oldukları düşünülmüştür. Millet siyasal ve toplumsal gücün kaynağıdır. Bu işlevini ise ancak devlet şeklinde örgütlendiği zaman ifa edebilir. Millet olma olgusu aynı zamanda belli sınırları bulunan bir toprağa sahip olma durumu ile özdeşleştirilmiştir. Her milletin kendi içinde dayanışmasını sağlayacak geleneklere, folklora, adetlere ve sembollere sahip oldukları kanıtlanmaya çalışılmıştır. Din, milliyetçilik içerisinde güçlü bir öğe olabilir. Ancak illa her milliyetçilikte mutlak olarak bulunması gereken bir öğe değildir. Örneğin Polonya, İrlanda, İran ve İsrail’de milliyetçilik din öğesinden bağımsız olarak çalışılamaz. Ancak bu durum her yerde aynı şekilde zuhur etmemiştir. Millet aynı zamanda siyasi ve manevi anlamda egemendir ve bu haliyle meşruiyetin ve sadakatin nihai zeminini oluşturur. Değişik milliyetçilik türlerinde mahiyeti değişse de millete duyulan sadakat başka bağlılık biçimleriyle üst üste getirilmek suretiyle daha da güçlendirilmektedir. İnsanlar kendilerini realize etmek ve daha özgür olmak istiyorlarsa kendi milletleriyle özdeşleşmelidirler. Daha çok liberal milliyetçilikte görülmekle birlikte genel anlamda milliyetçilik düşüncesi, milletlerin eşitliği ve kardeşliği fikrinin yayılmasına katkı yapabilir. Ancak yaşanan tarihsel pratik bunun gerçekleşmesinin oldukça zor olduğunu kanıtlamaktadır. Günümüzün milletlerarası düzeninde barış ve adalet gibi değerler hala birer ütopyadır.
Milliyet Olgusunun Kendi Unsurlarıyla Bağlantısı
Milletin bir inşa süreci sonunda mı (nation building) yoksa tarihsel dinamizm içerisinde doğal ve kaçınılmaz olarak kendiliğinden mi varolduğu tartışmasını şimdilik bir kenara bırakırsak, milleti, onu mümkün kıldığı düşünülen etnisite, kültür, dil, tarih ve din gibi unsurlarla ilişkisi bağlamında ele almak milliyetçiliğin görüntüsünü daha da netleştirmek açısından faydalı olacaktır.
Kandaşlık ya da etnisitenin milleti millet yapan öğelerden birisi olup olmadığı uzunca bir zamandır tartışılmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde antropolojik ve etnolojik açıdan başka ırklarla hiç bir şekilde kan karışmasına maruz kalmamış saf ırklara rastlayabilmek hemen hemen imkansızdır. Diğer ırklarla karışmayıp kendi kapalı alanında yaşamlarını sürdüren ırkların fizyolojik açıdan bazı hastalıklara maruz kaldıkları ve yok olup gittikleri iddiası, antropoloji ve etnolojinin bilimsel literatüründe bile yerini almıştır. Dolayısıyla burada doğal olan gerçeklik, ırkların karışması gerekliliğidir. Diğer taraftan aynı ırktan olan insanların mutlaka bir arada yaşamaları da gerekmemektedir. Dünyamızın mevcut siyasal yapısı bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Dile baktığımız zaman milleti oluşturan öğeler içerisinde hakikaten önemli bir yere sahip olduğunu görürüz. Çünkü milli bir üstünlüğün sağlanabilmesinde, ortak değerlerin oluşturulabilmesinde ve milli bölüntülerin sınırlarının kesin çizgilerle belirlenebilmesinde dil önemli bir yere sahiptir. Ancak dil tek başına milli bir bütünlüğü belirlemede yeterli bir öğe değildir. Bir milli bütünlük içerisinde farklı farklı diller konuşulabildiği gibi farklı ırklardan ve milletlerden oluşmuş topluluklar aynı dili konuşabilmektedir. Öte yandan dil de aynı canlı organizmalar gibi doğup, gelişip bir gün yok olabilmekte ya da sürekli değişerek tamamen farklılaşabilmektedir. Dilin bu değişken ve dinamik yapısı onun bir milli bütünlüğü tek başına belirlemesini engellemektedir. Etnik-linguistik ölçüt çoğu zaman bir milleti tanımlamanın bir standart ölçütü gibi değerlendirilmekte ve dil hemen hemen her yerde etnik kimliğin ifadesi ve simgesi sayılmaktaysa da örneğin Hobsbawm’a göre tarihsel araştırmalar, böyle bir etnik kimliği ve milliyeti ifade etmek için çok gerekli olan standartlaşmış bir yazı dilinin oldukça geç (genellikle 19. yüzyıla veya hatta daha sonrasına ait) bir tarihsel icat olduğunu kanıtlamaktadır. Hatta Sırplar ve Hırvatlar’da olduğu gibi kimi milliyetlerde böyle bir ayrı yazı dilinin hiç mevcut olmadığı görülmektedir (Hobsbawm, 1992, s. 109.). Milliyetçi programa göre her milli devletin içerisinde tek bir dilin hakim olduğu düşünülmektedir. Eğer gerçekten milletler bu şekilde etnik-linguistik bir temelde tanımlanacaksa halen mevcut bulunan 170 küsur kadar milli devletin en fazla bir düzine kadarının bu tanım çerçevesinde bir yere oturabileceğini, diğerlerinin ise bu tür bir etnik-linguistik homojeniteden uzak olduğunu belirtmek gerekir.
Kültür de tanımı ve kapsamı üzerinde henüz ittifak edilmemiş bir kavram olarak, milleti tek başına belirleyen bir unsur değildir. Geniş anlamıyla kültür ırktan ırka ya da milletten millete değil medeniyetten medeniyete, bölgeden bölgeye ya da farklı iktisadi kalkınmışlık düzeylerine göre değişen bir olguyu teşkil etmektedir. Farklı coğrafyalarda farklı farklı medeniyetlerin etkisinde kalmış aynı milliyete mensup toplulukların kültürel değerleri de farklılaşmaktadır. Aslında her biri birer temsili sistem olan milli kültürlerin asıl fonksiyonu, gerçekte ırksal açıdan karmakarışık olan modern milliyeti tek bir etnik grubun başlangıçtan beri birliği olarak göstermek ve onların kopuşlardan ve kesintilerden oluşan tarihlerini kesintisiz bir süreklilik olarak yansıtmak bu bağlamda gelenekler icad etmektir.
Tarih de bir milliyetin çerçevesini belirlemede reel anlamda işleve sahip bir olgu değildir. Elbette ki bir milleti geçmiş oluşturur hatta bir milletin başkalarına karşı haklılık gerekçelerini geçmiş sunar. Ancak örneğin Eric Hobsbawm’a göre bu geçmiş, tarihçiler tarafından üretilir. O’na göre milliyetçilerin tarihçilerden talep ettikleri tarih, onların akademik kriterleri göz önüne alarak tahlil etmeleri gereken tarih olmayıp geriye dönük mitolojilerden ibaret bir tarihtir. Yine Hobsbawm’ın aktardığına göre Ernest Renan 1882 tarihli ünlü “millet nedir?” adlı konferansında meseleyi şöyle izah etmektedir: “Tarihi unutmak ya da tarihi yanlış yazmak bir milletin oluşumunda çok önemli yer tutar; bu nedenle de tarihsel araştırmaların ilerlemeye devam etmesi çoğu zaman söz konusu milliyet açısından tehlike taşır”.
Bir diğer öğe olarak üzerinde durulan din ise yine bir milletin temel unsuru değildir. Hatta din ile milliyet arasında hiç bir alaka yoktur dersek çok da yanlış olmaz. Daha da önemlisi asli yapıları bağlamında din ile milliyetin taraftar oldukları sadakat birimleri birbirinin tam da zıttı olan birimlerdir. Milli bütünleşmeler ya da tersinden okursak milli bölüntüler evrensel dinlerin pek de murat etmedikleri ve zararlı gördükleri oluşumlardır. Aynı şekilde dinlerin dayattığı ümmet yapıları milli bakış açısına uymazlar. Öte yandan milliyetçi ideolojinin seküler boyutu, bir milleti millet yapan unsurlar içerisinde dinin önemini daha da zayıflatmaktadır.
Tüm bu unsurlar milleti belirlemeye yetmediğine göre, millet olgusu hangi öğe üzerinde yükselmektedir? M.A. Kılıçbay’a göre bir millet, ancak belli bir coğrafya üzerinde kurulacağına göre bu öğe belli bir toprak parçası ya da ülkedir. Buna göre belli bir coğrafyada yaşayan insanlara belli bir ad verilmektedir. Bu insanlardan oluşan topluluk farklı etnik yapıların, dillerin, dinlerin ve kültürlerin bir harmanı olabilmektedir. Ancak o ülkede yaşayan halka verilen ad aynı zamanda belli bir milliyetin de ismi olmaktadır.
Kılıçbay’a göre milliliğin tabanını ülke oluşturmakla birlikte, bu oluşumu meydana getiren fermantasyon iktisattır. Yani önce coğrafya sonra iktisat gelmektedir. Bu bağlamda milletleşme sürecinde siyaset iktisadı izlemektedir. Batı Avrupa’ya özgü bu milletleşme biçimi Kılıçbay’a göre ideal olanı yansıtmaktadır. Oysa Batı Avrupa dışında çoğu zaman siyaset belirleyici olmakta bu da milletleşme sürecini tam anlamıyla başarılmasına yetmemekte ya da birtakım sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Buradan hareketle millet ve milliyetçilik algımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekirse ister siyasetin ister iktisadın ön belirleyici olduğu millet yapısı, Benedict Anderson’un da vurguladığı gibi bir hayali cemaattır. Burada millet düşüncesi, toplumsal olarak yaratılmış bir kavramsal örgü üzerine oturmaktadır. Bir çeşit kültürel oluşumdur. Bu bağlamda, tahayyül edilen siyasi bir topluluk olan millet belli bir işbirliği sonucunda yaratılmıştır. Dolayısıyla bağımsız bir değişken değil bağımlı bir değişkendir. Doğal ve kendiliğinden varolan bir olgu değil belli ihtiyaçların giderilmesine yönelik olarak oluşturulmuş bir mekanizmadır. Gellner de benzer bir biçimde millet olma durumunun tarımsal bir toplumdan sanayi toplumuna geçiş sürecinin belli bir aşamasında ortaya çıktığını, bununla koşut olarak milliyetçiliğin ön plana çıktığını çünkü ortak dil ve kültürün değişen bir sanayi toplumu için gerekli olduğunu belirtmektedir. İşte tam da bu süreç içerisinde kişinin kendisiyle özdeş sayabileceği en geniş topluluk olarak millet gitgide “öteki”(ler) tarafından edinilmesi daha da imkansızlaşan özelliklere dayandırılmaya başlar. Bu özellikler doğuştan elde edilen ırksal ve ecdattan miras kalan tarihsel-kültürel değerlerde gizlidir. Biraz önce bir milleti belirlemede kendi başına yeterli olmadığını belirttiğimiz dil bile bu süreç içerisinde anadil yabancı dil ayrımıyla, doğuştan o dili konuşanla sonradan öğrenen arasında belli bir ayrımın yapılmasını sağlamak suretiyle bir millete mensubiyetin sınırlarının net biçimde çizilmesine katkı sağlar. Aslında bu noktada Batı Avrupa ülkeleri ile azgelişmiş ülkeler arasındaki oluşum farkını ortaya koymak gerekmektedir. Millet olgusunun 12. ve 16. yüzyıl arasındaki 400 senede ortaya çıktığı, bundan 200 yıl sonra (18. yüzyılda) da milliyetçiliğin zuhur ettiği Batı Avrupa’nın aksine azgelişmiş ülkelerde önce millet ortaya çıkıp milliyetçilik sonra gelişmemiş, önce milliyetçilik varolmuş ve milleti zorla yaratmaya başlamıştır. Mamafih Batı Avrupa’da da özellikle dil ve tarih konusunda milli oluşum gereği bir takım manipülasyonlar gerçekleştirilmiştir hatta İngiltere ve Fransa dışında hemen hemen tüm Batı Avrupa’da millet olgusu milliyetçilik ideolojisi tarafından olgunlaştırılmıştır. Ancak azgelişmiş ülkelerdeki durum, varolmayan bir milletin resmen baştan sona “inşa” edilmesi olayıdır. B. Oran’a göre bu inşa sürecinin İngilizce’deki adı bu yüzden “nation building” (ulus inşası) olarak belirlenmiştir.
Sonuç
Bu çalışmada gözlemlenen şey, içinde yaşadığımız mikro bölünmeler ve makro bütünleşmeler çağının başat olgusu olan küreselleşmenin, ulus-devletleri ve onun kurucu ideolojisi olan milliyetçilikleri aşındırdığı bir süreçte, milliyetçilik ve onunla ilintili kavramlar bağlamında yukarıda yapılan analizlerin geçerliliklerini sürdürmeleridir.
Yukarıda sunulan analizler, küreselleşme sürecinde aşınan milliyetçiliğin nitelik açısından değişmezlerini oluşturmaktadırlar. Bir başka ifade ile, içerisinde bulunduğumuz süreçte, içeriksel bir takım değişiklikler yaşamakta olan, milliyetçilik, ulus-devlet ve ulusal egemenlik gibi kavramların, değişmeden kalan unsurlarından bazıları bunlardır.
Dünyada, çeşitliliklerin ve en uçtaki farklılıkların bile, küresel anlamda tek tipleştiği ya da her şey gibi çeşitliliğin de, merkez ülkelerde üretilip, sonra da, dünyanın geri kalan kısmı için kesin kalıplara dönüştüğü bir dönemde, milliyetçiliğin, merkez için sürdürdüğü önemin, kenar için de bağlayıcı olacağı açıktır.
Sistemin merkez unsurlarının, kendi ulusal çıkarları adına şekillendirdiği küreselleşmenin, bu sürecin, edilgen-kenar unsurları için ulusal olanın aşınması biçiminde etki yapması, söz konusu sürecin temel çelişkisini ortaya koymaktadır.
Milliyetçiliğin temel niteliklerine dair yukarıda sunulan kavramsal ve teorik yaklaşımların, küresel sistemin merkez-kenar farklılaşmasının ötesinde, tüm düzeyde hala geçerli ve anlamlı olduğu görülmektedir.
Kaynaklar
HAYES, C. J.(1949), The Historical Evolution of Modern Nationalism, New York: MacMillan, s. 135.
MAZZINI, G.(1924), Essays on the Duties of Man, London: J. M. Dent, passim, Zikreden;
VINCENT, A.(1995), Modern Political Ideologies, Cornwall: T.J. Press, 2nd Ed., s. 275.
ALTER, P. (1989), Nationalism, London and New York: Edward Arnold, s. 33.
245 Review of Social, Economic & Business Studies, Vol.9/10, 233-246 246
TAMIR, Yael. Liberal Nationalism, New Jersey: Princeton University Press, 1993, ss. 6 ve 10.
EADE, J. C. (1983), Romantic Nationalism in Europe, Canberra: Australian National University Press, passim.
ACTON, L. ( 1907), “Nationality”, History of Freedom and Other Essays, ed. Lord Acton, London: MacMillan, passim.
KEDOURIE, E. (1974), Nationalism, London: Hutchinson University Press, 2nd Ed., passim.
ALTER, a.g.e., s. 40.
ALTER, a.g.e., ss. 41-42.
MOSSE, G. L. (1976), “Mass Politics and the Political Liturgy of Nationalism”, Nationalism: The Nature and Evolution of an Idea, ed. E. Kamenka, London: Edward Arnold, s. 39.
VINCENT, a.g.e., s. 252.
HALL, S. (Ocak-Şubat 1992), “Melez Şahsiyetlerimiz”, Birikim Dergisi, Çev. Özgür Gökmen, s. 55.
HOBSBAWM, E. (Ocak-Şubat 1992), “Ulusçuluk”, Birikim Dergisi, s. 109.
KILIÇBAY, M. A. (Yaz 1993), “Tarihsel Bir İnşa Olarak Ulus”, Türkiye Günlüğü, Sayı 23, ss. 6-7.
KILIÇBAY, a.g.m., ss. 7-8.
ANDERSON, B. (1983), Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, London: Verso, passim.
ANDERSON, a.g.e., s. 63.
GELLNER, E.(1983), Nations and Nationalism, Oxford: Blackwell, s. 99.
ORAN, B. (Ocak-Şubat 1992), “Milliyetçilik Nedir, Ne Değildir, Nasıl İncelenir?”, Birikim Dergisi, s. 46.
ÖZKIRIMLI, U. (2003), Nationalism and Its Features, New York: Palgrave Macmillan, passim.
BERBEROĞLU, B. (2004), Nationalism and Ethnic Conflict: Class, State, and Nation in the Age of Globalization, Lanham, Md.: Rowman & Littlefield, passim.
NAIRN, T., and JAMES, P.(2005), Global Matrix: Nationalism, Globalism, and State Terrorism, London: Pluto Pres, passim.
Review of Social, Economic & Business Studies, Vol.9/10, 233-246
http://fbe.emu.edu.tr/journal/doc/9-10/12.pdf