Kur’an’da Mucizelerle İlgili Anlatıma Rasyonel Bakış-İhsan Eliaçık
Kur’an kıssaları: Mucize mi masal mı?
Malum, Kur’an’da geçmiş çağlardan bahseden “kıssalar” var.
Bunlar Kur’an’ın neredeyse 3/2’sini oluşturuyor. Mesela Enbiya, Kasas, Yusuf vb. sureler tümüyle, diğerleri de kısmen bunlardan oluşuyor.
Peki, bu kıssalarda ne anlatılıyor?
***
Şu ana kadar bu konuda iki yol izlendi.
1- Bunların her biri birer mucizedir. Bir defalığına ve o peygambere mahsus olmak üzere olmuş bitmiştir. Tabiatın işleyişine bir anlık bir ilahî müdahele ve işleyişi tersine çevirmedir.
3- Bunların her biri birer masaldır. Yani Arap halk hikayeleridir. Kur’an bunları mesaj vermek için kullanmış, gerçekte öyle olup olmadıklarıyla ilgilenmemiştir.
Kanaatimce, her iki halde de Kur’an’ın evrensel söylemi, belirli bir zamana ve mekana gömülmüş oluyor. Yani akıp geldiği tarihten, hayattan ve tabiattan koparılmış oluyor. Çünkü artık bugün öyle mucizeler olmamakta ve de başka milletler birbirine o masalları anlatmamaktadır.
Böyle söylediğimizde iki kesim birden tepki gösteriyor ve diyor ki:
1- Mucizeleri aklîleştiriyorsun. Oysa her şey akla uygun olmak zorunda değil. Elimizde inanacak bir şey kalmadı. Halbuki din olağanüstülük, kutsallık, sır ve gizemdir, binaenaleyh din elden gidiyor!
2- Masalları gerçek sanıyorsun. Bunlar yaşanmış olaylar değil; Arap halk hikayeleri… Bunları gerçekten yaşanmış tarihi olaylar sanıp nasıl olduğunu açıklamaya çalışmak beyhude bir uğraştır. Aslolan bu kıssalardan çıkarılacak hisselerdir. Din kıssa değil; hissedir. Binaenaleyh kıssayı bırak hisseye bak!
Bende diyorum ki: Kur’an kıssaları mucize veya masal değildir. Ne mucize ne de masal Kur’an kavramı değil. Kur’an, tarihi bu iki kavram üzerinden ele almıyor. Bunlar adı üzerinde birer “kıssa”dır…
Peki nedir kıssa?
Mucizeden ve masaldan farkı ne?
Kıssa: Geçmişteki bir olayı “dengi” ile anlatmak demek. Çünkü kıssa “denk olan şey” anlamındadır; kısas, takas, makas gibi…
Mucize: Geçmişteki bir olayı olağanüstülük katarak, menkibeleştirerek, kahramanlık destanına dönüştürerek, denkliğini bozarak anlatmak demek. Kayadan deve çıkarma mucizesi, asayı yılana çevirme mucizesi, balığın karnına girme mucizesi, ateşte yanmama mucizesi gibi…
Masal: Geçmişte yaşanmadığı halde, sırf masal, öyle olduğunu farzetme, kurgu, hayal mahsulü olan demek. Alaaddin’in sihirli lambası, uçan halı, yedi başlı ejderha masalları gibi…
***
Şimdi…
“Kur’an mucize veya masal değil; kıssa anlatıyor.” dediğimizde ne demek istediğimizi uygulamalı dört örnek üzerinden anlatalım. Örneğin bunlar İbrahim, Musa, Süleyman ve İsa kıssaları olsun. (Kur’an’da geçen 14’ü peygamber, 10’u da tarihsel kişi ve olay olmak üzere 24 kıssayı burada tek tek ele almam mümkün değil.)
Zira bu yazıda amacım Kur’an kıssalarını baştan aşağı anlatmak değil; mucize, masal ve kıssa arasıdaki farkın ne olduğunu gösterebilmektir. Bu bize diğer tüm kıssaları anlamada temel ölçü ve yöntemin ne olması gerektiğini verecektir.
***
Örnek 1: Hz. İbrahim’in ateşten kurtulması.
Mucize: (der ki) İbrahim ateşe atıldı fakat ateş onu yakmadı. Allah’ın mucizesi tam zamanında yetişerek ateşe “İbrahim’e karşı serin ve selamette ol” dedi ve İbrahim böylece ateşten kurtuldu.
Masal: (der ki) Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde İbrahim’i yakmayan bir ateş varmış. Yedi kat odun yığmışlar, yedi yerden ateşe vermişler ve yedi saat durmadan yakmışlar. Karıncalar İbrahim’e yedi yerden su taşımış; “Söndüremesem bile o yolda ölürüm” demiş. Derken yedi gün yedi gece yağmur yağmış ve ateş gül bahçesine dönmüş. Ya, işte böyle evlat, İbrahim ermiş muradına biz çıkalım kerevetine….
Kıssa: (der ki) İbrahim’i ateşte yakmak istediler. “Yakın şunu” (21/69) demekten başka bir şey yapamadılar. İbrahim ise “Size selam eder, Rabbimin uğrunda sizi bırakır giderim ” (37/100, 19/47-49) diyerek Babil İmparatorluğu’nun beşkenti Ur şehrini terk etti. Böylece, Salih’in, Hud’un ve çok sonları da Muhammed’in (yatağına Ali’yi bırakarak) şehri terketmesi gibi, İbrahim de şehri terk ederek ateşten (yakılarak idam!) kurtuldu. Yaktıkları ateş de orada öylece söndü gitti; “Ateşe serin ol dedik, selam olsun İbrahim’e!” (21/69).
***
Örnek 2: Musa’nın asayı yılana çevirmesi
Mucize: (der ki) Musa Firavun’un karşısına çıktı. Sihirbazlar değneklerini yere attılar ve hepsi birer yılan oldu. Musa ne yapacağını şaşırınca Allah “Sende at, korkma” dedi. Musa asasını atınca birden daha büyük yılan oldu ve sihirbazlarınkini yuttu. Allah’ın mucizesi tam zamanında yetişerek Musa’ya yardım etti. Sihirbazların hepsi imana geldi ve toptan Allah’a secde etti.
Masal: (der ki) Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde asaları yılana çeviren Musa adında bir peygamber varmış. Çok ulu bir zatmış. Günlerden bir gün sihirbazların karşısına çıkmış. Sihirbazlar değneklerini yere atıp yılana çevirince, o da asasını atmış. Tek başına yedi yılanı yedi saniye içinde yutuvermiş. Sihirbazlar yedi defa secdeye kapanmış, Firavun yedi gün yedi gece sarayından çıkamamış. Ya, işte böyle evlat, Musa ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Kıssa: (der ki) Firavunlar, Mısır’da sihirbazlık tekniğini kullanarak sır, gizem ve büyüye dayalı akıl dışı (gayr-ı reşid) bir yönetim kurmuşlardı. Sihirbazlar, dönemin yüksek teknokratları ve kimyagerleri olarak Firavun’a bu yolla hizmet ediyor ve halkı yaptıkları büyülerle korkutuyorlardı. “Firavun’a itaat etmezseniz, sizi de bu şekilde böcek yaparız” diye asayı yılana çevirme gösterileri yapıyorlardı. Kurutulmuş bağırsağın içine civa dolduruyorlar, yılan şeklinde boyuyorlar, sıcak yere atınca birden hareket ediyor ve yılan gibi görünüyordu. Halk da cehaletinden bunların tanrı tarafından onlara verilmiş çok özel bilgeler olduğunu sanıyordu. Bu korkuyla sihirbazları kutsuyor, Firavun’a da tanrı diyerek tapınıyorlardı… Musa işte bu düzeni deşifre etti. Bunun özel tanrı bilgisi olmadığını, sıradan bir sihirbazlık numarası olduğunu, fakat halkın bunu bilmediğini, bunu öğrenmesi için herkesin toplandığı bir yerde bunun böyle olduğunu göstereceğini söyleyerek meydan okudu. Ve gerçekten de öyle olduğunu gösterdi. Çünkü kendisi bunu daha önce “İnsanoğluna eşyaya isim verme” (öğrenme) yeteneği sayesinde öğrenmişti. Allah’ın Musa’ya apaçık ayetlerini vermesi bu demekti… Sihirbazlar kendi yaptıklarını Musa’nın da yaptığını görünce hayretler içinde kaldılar ve bütün karizmaları yerle bir oldu. Halkın gözünden düştüler, sahtekarlıkları ortaya çıktı, umutları boşa gitti. O gün rezil oldular ve Musa’nın o atışı bütün umutlarını, beklentilerini, hayallerini yedi yuttu.
***
Örnek 3: Süleymanın cinleri, kuşları, karıncaları
Mucize: (der ki) Hz. Süleyman Allah’ın izni ile kuşlarla, karıncalarla konuşurdu. Cinlerden askerleri vardı, onları mabet yapımında çalıştırmıştı. Cinlerden bir ifrite Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar (ışınlama!) yoluyla bir kaç saniyede getirtmişti. Allah, Süleyman’a herkesi hayretlerde bırakan daha nice mucizeler vermişti. O muhteşem mülke böyle böyle sahip olmuştu.
Masal: (der ki) Bir varmış bir yokmuş, zamanın behrinde bir Süleyman peygamber varmış. Mülkü öyle büyük öyle büyükmüş ki emrine cinler, periler, kuşlar, karıncalar girmiş. Rüzgarlı gemileri denizde yürütürmüş. Atlarla hasbihal edermiş. Sarayı yedi kat göğe değer hale gelmiş. Altı yüz cariyesi varmış. Günlerden bir gün, bir cin dayandığı bastonuna dokununca düşmüş ve öldüğü öyle anlaşılmış… Ya, işte böyle evlat, neyse, ben kalkayım artık, gerisini sonra anlatırım. Süleyman ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Kıssa: (der ki) Süleyman merkezi Kudüs olan bir devlet kurmuştu. Böylece bölgeyi bir adalet ve barış yurdu (Daru’s-Selam) haline getirmiş ve bunun için Kudüs’e bu anlamda Jerusalem denmişti. Güneyde Sebeliler (karıncalar), kuzeyde Hititler (kuşlar), doğuda Babilliler (cinler/periler) ve batıda Fenikeliler (yelkenli gemi ve rüzgarlar) emrine girmişti. Çünkü bu devletler o dönemde böyle anılır ve bilinirlerdi. Onlarla çeşitli zamanlarda temaslarda bulunmuş ve konuşmalar yapmıştı. Sebe Kraliçesini ülkesine davet etti. Göz açıp kapayıncaya kadar (çok kısa bir sürede) onun tahtının bir benzerini yaptırttı. Tahtın, krallığın, debdebenin değil; asıl daha başka şeylerin insan hayatındaki önemini ona göstermek istedi. Kraliçeyi Allah’ın dinine davet etti ve Müslüman olmasına vesile oldu. Böylece dünyanın başına dünyada gözü olmayan kanaatkar ruhlu insanların geçmesi gerektiğinin dersini verdi.
***
Örnek 4: İsa’nın göğe çekilmesi
Mucize: (der ki) Yahudiler Hz. İsa’yı çarmıha germek istediler. Fakat onu değil onun bir benzerini çarmıha gerdiler. Çünkü Allah onları şaşırtmış, onun yerine başkasını İsa sandırtmış ve asıl İsa’yı göğe çekmişti. Allah’ın mucizesi bu ya, İsa’ya da son anda yetişerek onu ölümden böyle kurtardı. Şu an Allah’ın yanında sağ olarak bekliyor ve kıyamete yakın dünyaya tekrar geri dönecektir.
Masal: (der ki) Bir varmış bir yokmuş… Zamanın birinde ölüleri dirilten, körleri iyileştiren, çamurdan kuş yapan, evinde kimin ne sakladığını bilen bir İsa peygamber varmış. Günlerden bir gün onu çarmıha germek istemişler. Havarileri ile otururken askerler onları yakalamış. Allah orda hemen yeni bir İsa yaratıvermiş. Onun yerine bunu yakalayıp asmışlar. Gerçek İsa’yı da Allah evin bacasından göğe çekmiş. Şu anda Tanrı’nın sağ yanında oturuyormuş. Kıyamete yakın dünyaya bulutların arasından süzülerek gelecek ve Şam’daki beyaz minareli camiye inecekmiş. Haç’ı kıracak, Deccal’i öldürecek ve zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracakmış. Cenab-ı Hak bizleri o güne eriştirsin… Ya, işte böyle evlat, İsa ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Kıssa: (der ki) İsa, Allah’ın evine ticarethaneye, gerçek hayat dinini tapınak dinine çeviren bezirgan din adamlarına ve onların efendisi Bizans tiranlarına başkaldıran yiğit bir peygamberdi. Daima mesel ile konuşurdu. “Ey Tavus kuşu (Kudüs) senin civcivlerini (halkını) toplamak istedim ama beni sevmediler” derdi. Zulüm altında yaşamayı kaderleri bilen halkına “Uyanın! Size yepyeni bir gelecek çizeceğim (çamurdan bir kuş yapacağım) ve Allah’ın vahyine yüreklerinize üfleyeceğim ve onunla yepyeni bir hayata başlayacaksınız. Üzerinize serpilmişi ölü toprağını kaldıracak, Allah’ın ayetlerini körelmiş gözlere gösterecek, sağırlaşmış kulaklara dinleteceğim. Artık hiçbir şey gizli kalmayacak, bütün gerçekleri ortaya dökeceğim (evinizde biriktirdiklerinizi haber vereceğim). Ben şu engerek soyunun (tapınak taciri din adamlarının) sırtınıza yüklediği ağır yükleri kaldırmaya, vurulduğunuz zincirlerden sizleri kurtamaya geldim. Benden öncekilerin yolunu sürdürmeye, benden sonrakilerin müjdesini (bu davanın ilelebet süreceğini, bitmeyeceğini) haber vermeye geldim.” derdi. Fakat “engerek soyu” Bizansla işbirliği yaparak onu yok etmek istedi. Mahkeme kurup yargıladılar ve Babil’in asilere verdiği ceza olan ateşte yakarak idam gibi, İsa’yı da Bizans’ın asilere verdiği ceza olan çarmıha germe ile cezalandırdılar. Acılar içinde ellerine ayaklarına çiviler çakılmış halde çarmıhta son nefesini verdi. Fakat şunu bilmiyorlar ki onu gerçekte öldürmediler, asmadılar, öyle olduğunu sandılar. Allah ona çok yüce, çok yüksek bir paye verdi çünkü şehitler ölmez! Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Gerçekte onlar yaşıyor, fakat siz bunun farkında değilsiniz (2/154). Bütün şehitler Allah’ın katına yükselir ve Allah onları kendi katından rızıklarla yaşatır…
***
Bu dört örnek mucize, masal ve kıssa arasında ne gibi fark olduğunu göstermeye sanırım yeter.
Demek ki mucize olmuş olaya olmamışlık katma (menkibeştirme), masal hiç olmamışlık (esatirleştirme), kıssa da olmuş olayın dengi ile anlatımı demek oluyor.
Bu denkliği, abartıp menkibeleştirerek veya kurgulayıp esatirleştirerek değil; tarihten, hayattan ve tabiattan dengini yani karşılığını, delilini, verisini göstererek yapıyorsunuz.
Çünkü mucize ve masal anlatıları bu kıssaları tarihten, hayattan ve tabiattan koparmış durumda. Bu halleriyle günümüz tarihinin oluşumunda, toplumsal hayatında ve canlı tabiatında bir karşılıkları yoktur. Bu nedenle de yaşayan örnek olmaları mümkün değildir. Sadece mucize veya masal oluyorlar, o kadar.
Fakat birde “kıssa” olarak okuyalım bakalım. Kur’an’ın çağları delip elen evrensel mesajını asıl o zaman anlayacağız.
Yukarıda “Mucize (der ki)” veya “Masal (der ki)” formunda verdiğimiz yerleri bugüne getirin, hiçbir karşılığını bulamazsanız.
Fakat “Kıssa (der ki)” diye anlattığımız yerleri bugüne getirin, olayın zamanı, mekanı ve aktörleri değişmek suretiyle devam ettiğini göreceksiniz.
Öyle ya put heykellerine tapınan, bunları karşı çıkanı ateşlerde yakmak, darağaçlarında sallandırmak isteyen Nemrud düzenleri hala yok mu? Bunlardan kurtulmak için nice muvahhidler ülkelerinden hala hicret etmiyor mu? Firavun saraylarının destekçisi tekrokratlar, kimyagerler, fizikçiler, atom mühendisleri yok mu? Onlar bilimin gücünü kullanarak halkları korkutup ülkelere bomba atmıyor mu? Karşı gelen olursa 15 saniye içinde 250 bin kişiyi, asayı yılana çevirir gibi, savrulmuş böceğe hala çevirmiyor mu? Bugünde Süleymanın yaşadığı bölge (Ortadoğu) adalet ve barış yurduna hala muhtaç değil mi? Aslanlar, kaplanlar, sırtlanlar, kartallar, ayılar bölgeye hala üşüşmüyor mu? Bugün de tacir din adamları Roma’nın torunlarıyla işbirliği yapmıyor mu? Allah’ın evini ticarethaneye, Allah’ın yolunu tapınak dinine çevirmiyorlar mı? Kendilerine karşı geleni hala aforoz etmiyorlar mı? Allah yolunda öldürenler bugünde “Şehitler ölmez!” nidaları arasında hala defnedilmiyor mu? Bütün şehitler hala Allah’a yükselmiyor mu?
İşte bu “Yaşayan Kur’an”dır. Diğerleri ise ölü Kur’an…
Bu noktada yapmaya çalıştığım iş, Kur’an kıssalarını mucize ve masal formundan çıkarıp, akıp gelen tarih, hayat ve tabiat ortamına çekmek ve orada denkleştirmek yani anlaşır hale gelmelerini sağlamaktan ibarettir ki ilk indikleri dönemde de böyleydi. İlk indikleri dönemde de mucize ve masal olarak aşiret evlerinde, yaşlı Arap şeyhleri tarafından anlatılıp duruyordu. Arap muhayyilesi bu kıssaları birer mucize ve masala dönüştürmüştü. Fakat Kur’an onları “kıssa” olarak yeniden anlattı. Onlar kafalarındaki mucizeleşmiş veya masallaşmış şeklin onaylandığını sandılar. Hala da öyle…
Dahası Araplardan Müslümanlığı seçen diğer milletlere de geçti. Onlar da eski dinlerinden bir çok şey kattı. Bir tür Cahiliye-İslam, Mecusi-İslam, Şaman-İslam sentezi oluştu. Kıssalar, bu eski dinlerin mucize ve masal formları arasında tanınmaz hale geldi.
Bugün Müslüman zihin Kur’an’ın kıssa olarak anlattığının değil; eski dinlerin mucize veya masal olarak algıladıklarının etkisi altında. Hala “kıssa” olarak algılanmış değil…
Ama bir gün kıssa, mucize veya masalı yenecek, Kur’an’ın evrensel mesajı gömülüp kaldığı Arap/Fars/Türk toprağından, tüm insanlığa açılacak, onun bir Arap/Fars/Türk dini değil insanlık dini olduğu herkesçe görülecektir.
Bugün Meksika’da, Çin’de, Mançurya’da, Rusya’da, Arjantin’de, Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da karşılığı olmayan bir din, evrensel bir din olamaz, hele insanlık dini hiç olamaz.
Dininizi doğduğu topraklara, doğduğu zamana ve doğduğu mekana gömülüp gitmekten kurtarın. Mucizelerle ve masallarla avunmayı bırakın.
En esaslı gaybî dinamik olan “Allah’a ve ahirete iman” çökünce böyle mucizelere tutunursunuz. Halbuki bu Yahudi imanı değil miydi? En esaslı gelecek haberi olan “inzar” dan (ölüm, afet ve kıyameti haber verme) bihaber olunca böyle kehanetlere (İsa gelecek, mehdi çıkacak, hurûfîlik, cifr, şifre, 19’culuk vs.) sarılırsınız. Halbuki bu Hristıyan imanı değil miydi?
Allah’a sanki görmüşçesine (ihsan), ahirete de sanki gidip gelmişcesine (yakîn) imanı beceremeyince böyle mucizeden, masaldan, sırdan, tılsımdan, cifrden, şifreden, gizemden medet umar hale gelirsiniz…
Hani nerede Müslüman imanı?
Hani nerede gerçek hayat kıssaları?
(İhsan Eliaçık)
http://ihsaneliacik.org/makaleler/kuran-kissalari-mucize-mi-masal-mi.html
—————————————o——————————————
Yol kenarında bir dikilitaş
İstanbul Sultanahmet Meydanı’ndaki “dikilitaşı” hiç gördünüz mü?
“Ee, ne olmuş?” diyeceksiniz.
Bu yazıda ona “bir başka açıdan” bakmayı deneyeceğiz.
Kur’an’ın tarih, hayat ve tabiat ile tefsiri dediğimiz yöntem açısından…
Özellikle verili tarih, bilhassa da eski çağlar tarihi açısından…
Verili tarih derken, eski çağlardan bugüne kalan kanıt ve kalıntıları kastediyoruz.
“Bunun Kur’an tefsiri ile ne alakası var?” diyeceksiniz.
Var, hem de nasıl…
Size, bunu, Kur’an’daki kimi kıssaların Kitab-ı Mukaddes’deki haham düzmecelerine muhtaç olmadan da tefsir edilebileceğinin bir örneği olarak göstermeye çalışacağım.
***
Malumunuz, Kur’an çok eski çağlardan ve o dönemlerde yaşayan peygamberler ve mücadelelerinden bahsediyor.
Hz. Süleyman’ın karıncalarla, kuşlarla konuştuğundan, cinlerin ve rüzgarlı gemilerin onun emrine verildiğinden, Hüdhüd’ten,Yunus’un balık tarafından yutulduğundan vs. bahsediyor.
Şu ana kadar bu tür kıssaların iki tür yöntemle açıklandığını görüyoruz:
1- Bu tür kıssalar birer mucizedir. Onlara iman etmek dışında yapabileceğimiz bir şey yoktur.
2- Bu tür kıssalar birer Arap halk efsanesiydi. Kur’an bunları gerçek olup olmadığına bakmaksızın veri olarak kullandı. Onlar üzerinden mesajlar verdi.
Görüldüğü gibi her iki halde de “tefsir” namına bir şey yapılmış olmuyor.
İlkinde iş mucize olduğu için araştırmaya, ne olduğunu anlamaya gerek kalmıyor.
İkincisinde de iş zaten olmadığı, gerçek olmayan birer halk efsanesi olduğu için araştırma gereği bulunmuyor.
Şahsen ben her iki görüşe de katılmayarak başka bir yol tuttum.
Kur’an’ın tarih, hayat ve tabiat ile tefsiri bağlamında, eski çağların arkeolojik kalıntılarına, o dönemlerden kalma bulgulara, anıtlara vs. ulaşılarak Kur’an tefsirine yeni bir açılım getirilebileceğini düşündüm.
Çünkü Kur’an’ın bizzat kendisi “Yeryüzünü gezin, eski uygarlıkların kalıntıları hala yol kenarlarında duruyor, onlara bakın” demiyor mu? (ör.15/76,16/36, 47/10).
Bu tür ayetler, aynı zamanda eski çağlara ait kıssaların ve olayların ne ile ve nasıl tefsir edilebileceğinin de göstergesi oluyor.
Bana bu tür ayetler yol gösterdi.
Buradan girdiğimiz zaman önümüze muazzam bir tefsir malzemesi çıkıyor.
Önceki müfessirlerin çoğunun bu yola pek başvurmayıp, Tevrat’ta ne buldularsa yazmaları tefsir namına bir değer ifade etmiyor kanaatimce…
***
Şimdi, bunun bir örneği olarak, hepimizin gözünün önünde duran ve gidip ziyaret edebileceğimiz, üzerinde inceleme ve araştırma yapabileceğimiz “yol kenarında” duran bir eski çağ kalıntısına bakalım.
Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş…
Önce kısa bir ansiklopedik bilgi:
“Aslı bir Mısır eseri olan Dikilitaş, Firavun Tutmosis adına Karnak’da dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olarak yapılan Dikilitaş 390 yılında İstanbul’a getirilmiş ve Hipodrom’a dikilmiştir. Mermer bir kaide üzerinde, 4 bronz ayak tarafından taşınan anıtın kaide kısmının 4 yüzü de mermer kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda, I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile Hipodrom sahneleri ve anıtın dikilişini gösteren tasvirler görülür.
Anıtın kaidesinde, biri Latince, biri Grekçe olmak üzere 2 kitabe vardır. Latincede Anıt kendi ağzından konuşur, dikiliş sebebini ve kaç günde dikildiğini anlatır: “Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin buyruğuna itaat ederek, ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam için gerekli her şey Theodosius ve onun kesintisiz devam eden sülalesine boyun eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos’un idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim. “
Bu kitabeden Theodosius’un birtakım Tiranlara karşı başarılı olduğunu anlıyoruz. Kitabede, Proklos’un adının yeri biraz oyuktur, çünkü Proklos, siyasi sebeplerden lanetlenmiş, bunun sonucunda ismi silinmiş, ancak sonra tekrar şerefinin iadesi ile yeniden yazılmıştır..
Grekçe kitabede ifade daha sadedir; burada taş konuşmaz: “Devamlı yerde yatan 4 taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius gösterebilirdi. Yardıma Proklos’u çağırdı ve böylece 32 günde taş dikilebildi.” şeklinde bir ifade görülür. Obelisklerin dikilme gayeleri tamamen psikolojik bir nedene, Roma imparatorlarının bunları, ne kadar zorluk ve fedakarlıklarla getirtip diktirdiklerini göstermek istemelerine dayanmaktadır. Bu şekilde, halk üzerinde imparatorun ihtişam ve kudretinin artması sağlanmıştır…”
***
Dinler tarihçisi uzman bir arkadaşım eşliğinde yaptığım inceleme ve araştırmaya göre
İstanbul’daki en eski tarihî eser; Sultanahmet’teki ‘Dikilitaş’…
Dikilitaş’ın yaşı 3735, yani 2700 yıllık İstanbul’dan bile daha eski bir yapı. MÖ 1736 yılında Mısır firavunlarından Tutmois tarafından yapılan Dikilitaş’ı, Mısır’ı fetheden Roma imparatoru Büyük Teodosyus, gemilere yükleyerek İstanbul’a, bugünkü yerine getirmiş. Bu hesaba göre Mısır Firavunluğu’nun en parlak dönemi olan orta imparatorluk (MÖ.2050-1700) döneminin sonlarında inşa edilmiş…
Anıtın üzerinde bir çok hayvan figürü var: boğa, kartal, kuş, balık, kelebek, karınca, cin ve peri, ok, yay, yelken, asa, gemi direği vs.
Bunların ne olduğunu araştırdığımızda, Mısır hiyeroglif yazısında eski çağ krallıklarının dini-siyasi armaları yani kimi Tanrı-devlet sembolleri olduğunu görüyoruz.
Mısır Firavun’u kendi çağında “süper gücün” kendisi olduğunu, “iki nehir arasındaki Asya topraklarında zaptettiği ülkeleri ve onların tanrılarını” ifade için, hakimiyeti altına aldığı diğer devlet ve imparatorlukların tanrı-devlet sembollerini anıtta zikretmekte ve böylece bütün bunların hakiminin kendisi olduğunu göstermek istemektedir. En üste de kendi tanrısı Amon’u yerleştirerek en büyüğün kendi tanrısı olduğunu göstermek istemektedir. Bunlar anlatılırken hiyeroglif yazı gereği ülke isimleri resim ve figürler ile ifade edilmektedir.
Burada bizi ilgilendiren, bu yazı türünde kullanılan hayvan figürlerinin o günkü çağda kimi ülkelerin sembolleri olmasıdır. O günün dünyasında uluslararası dil bu resim ve figürler üzerinden işlemektedir. Gerçekten de ilgili ülkelerin tarihini incelediğimizde bu resim ve figürleri paralarından krallık mühürlerine kadar her yerde kullandıklarını görüyoruz…
Dikilitaş’ın, daha sonra dünya hakimiyetinin Mısır’dan Roma’ya geçtiğini göstermek için Mısır’dan getirilip İstanbul’un en büyük “siyasi meydanına” dikildiği anlaşılıyor.
Anıtın üzerindeki hayvan figürleri, bugünkü Birleşmiş Milletler (BM) binası önündeki ülke bayraklarını çağrıştırıyor. Çünkü çoğu hayvan figürü zaptedilen ilgili ülkeyi veya tanrı- krallığı ifade etmekteydi.
***
Örneğin, eski çağlarda “Kurt” ile “Pars”ın savaşı demek, “Turan” ile “İran”ın savaşı demekti. Türklere göre Bozkurt, İranlılara göre Pars dini-milli-siyasi semboldü.
Bugün bile hala bu kültür devam ediyor. İran bayrağında şah zamanında eli kılıçlı arslan (pars) vardı. Araplarda “p” olmadığı için Plotan’a Eflatun demeleri gibi Pars’a da Fars demelerinden Farslar/Farisiler olarak kaldı. Nitekim İran’ın uluslararası literatürdeki ismi “Persian” dır. Yani arslanların ülkesi, arslanı sembol olarak kabul edenlerin ülkesi…
Böylesi hayvan figürlerini dikilitaşlarda görebilirsiniz. Zira dünyada bugün böyle onlarca dikilitaş bulunuyor. Fakat en eskileri İstanbul’daki…
Şimdi…
Aynı şekilde, önceki peygamberlerin yaşadığı çağlarda ve özelikle onların mücadele içine girdikleri devletlerin de böylesi hayvan figürlü arma ve sembolleri olduğunu görüyoruz. Anlaşılan o günkü dünya kamuoyunda onlarla anılmaktaydılar.
Babillilerin cin ve peri, Hititlerin kuş/kartal, Mısırlıların boğa, Sebelilerin karınca, Fenikelilerin rüzgarlı gemi, Asurluların balık figürleri ile tanındıklarını ve tüm bayrak, sancak ve flamalarını bunlarla süslediklerini öğreniyoruz. Kralların taçlarında, sarayların arslanlı yollarında bu figürler, resimler ve heykeller bulunmaktaydı. Hepsinin dini siyasi anlamları bulunuyordu ve Tanrı-devlet sembolü olarak görülüyorlardı.
Bu resim ve figürlerin hemen hepsini dikilitaşta görebilirsiniz.
Bu nedenle eski Mısır’da ve Roma’da dikilitaşın neden siyasi bir anlamı olduğu anlaşılabilir…
Şu halde eski çağlarda yaşayan kimi peygamberler ile ilgili Kur’an’da geçen “kuşların, karıncaların, cinlerin ve rüzgarlı gemilerin emrine verilmesinin, balığın yutmasının” vs. ne demek olduğu anlaşılabilir.
Bu okumaya göre örneğin Süleyman kıssasında anlatılan şu olur: Hz. Süleyman merkezi Kudüs olan bir devlet kurmuştu. Doğuda Babil (cin ve peri), kuzeyde Hitit (kuş, kartal), güneyde Sebe Krallığı (karınca) ve Akdeniz’de Fenikeliler (rüzgarlı gemi) onun hakimiyeti altına girmişti. Böylece bütün bölgeyi bir evrensel adalet ve barış yurdu haline getirmişti. Demek ki “Dünyanın başına dünyada gözü olmayan adamlar geçmelidir…”
Süleyman kıssasının ana teması ve mesajı kanaatimce budur.
Keza bu okumaya göre örneğin Hüdhüd, Hitit’den gelip Süleyman’ın ordusuna katılan bir subayın lakabıydı. Çünkü Hititler ordu birliklerine ve kimi askerlerine sembolleri olduğu için kuş lakapları takmaktaydılar: kartal, şahin, atmaca vs…
Hüdhüd de onlardan biriydi.
Hüdhüd (Hititli subay) taht yapımında ustaydı. Göz açıp kapayıncaya kadar (bir çırpıda, hemen, hızlı bir şekilde) Belkis’ın tahtını yapabileceğini (getirebileceğini) söylemiş ve çok kısa bir sürede de yapmıştı.
Hüdhüd adında (lakabında) şaşılacak bir şey yok. Çünkü bugün bile hala canavar, leopar, kaplan, çakal, asena, çekirge vs. lakaplarını duymuyor musunuz?
Bindiğiniz arabalara bakın çoğu hala hayvan ismi: kartal, şahin, serçe…
Tuttuğunuz takımlara bakın çoğu hala kuş ismi: kara kartallar, sarı kanaryalar…
İşte bu kültür oradan geliyor. İnsanlıkta hala yaşıyor. Ama o dönmelerde daha dini-siyasi anlam ve önemleri vardı. Bir devlet, bir ülke hatta bir millet tümden kendini bir hayvan sembolüyle ifade ediyordu…
***
Bundan üç bin yıl önceki böylesi bir durumu bizlerin anlamakta güçlük çekmesi, bundan üç bin yıl sonra farzımuhal Türkçe inen bir vahiyde şöyle denmesi gibidir: “Kara kartalların sarı kanaryaları yendiği gün…”
Böylesi bir durumda bunun ne olduğunu bilmeyen ve din adamı uydurmaları ile dolu kitaplara müracaat etmek dışında “yol kenarlarında” duran kalıntılara bakmak gibi bir “lükse” de tenezzül etmeyen birisi ortada bir mucize olduğunu sanacaktır. Ya da kimileri de aslı astarı olmayan bir Türk halk efsanesi olduğunu zannedecektir. Halbuki ortada ne kara kara kartallar, ne de sarı sarı kanaryalar uçuşuyor değildir. Bunlar bu kuşları kendine sembol olarak kabul etmiş, “futbol kulübü” adı verilen bir takım insanlardan başka bir şey değildir.
İşte özellikle Hz. Süleyman ve Hz. Yunus dönemleri anlatırken kuşlarla konuşması, karıncaların üzerine yürümesi, yelkenli gemileri emrine alması, cinleri mabet yapımında çalıştırması, balık tarafından kapıların ardına kapatılması (yutulması) olaylarının da böyle olduğu anlaşılıyor.
Yani bunların çoğu söz konusu hayvanları kendine sembol alarak kabul eden civardaki devlet ve krallıklardan ve onların askerlerinden/insanlarından başka bir şey değildi…
Örneğin “balık” da, Asurluların sembolüydü. Su tanrısı Enki’nin simgesi olarak görülüyordu. Asur kralının tacında, mühründe, asasında, bastırdığı paralarda hep balık figürleri var. Ülkenin her yanı Mısır’daki boğa (bakara) heykelleri gibi balık figür ve heykelleri ile doluydu. Bugün bile Süryani (Asurî) rahipler boynuna balık resim ve armaları asıyor. Asur’un başkenti Ninova’nın cezaevi kapısında da büyükçe bir balık figürü vardı. Hz. Yunus oraya girmişti. Irmaktaki balığın karnına değil…
***
Demek ki bu bilgiler ışığında Kur’an’da anlatılan kıssaların yeniden tefsir edilmesi gerekmektedir. Bu, Kur’an tefsirinin verili tarihe, yaşayan hayata ve canlı tabiata dayandırılmasından başka bir şey olmayacak, Kur’an kıssalarını cinler ve periler dünyası, uçan halı, Alaeddin’in sihirli lambası türü klasik doğu halk hikayelerden arındıracak, akıp gelen teo-jeopolitik (tanrı-devletler) tarihinde bir yere oturtacaktır. Kur’an’ın asıl ve esas mesajı ruhlar, masallar, rüyalar, büyüler, tılsımlar, periler aleminden gerçek hayatın tarihine, “yeryüzüne” inmiş olacaktır.
İşte o zaman ihlas suresi ölülerin arasından okunup üfürülmekten kurtulacak, bu akıp gelen tarih içinde son derece gerçekçi bir anlama sahip olduğu ve muazzam mesajlar verdiği ortaya çıkacaktır.
Düşünün…
Bu tanrı-devlet krallarının hepsi tanrının oğlu, hatta bedenlenmiş tanrı olduklarını iddia etmekteydiler. Japonya kralı daha 1946 yılında “Tanrı’nın oğlu” iddiasından resmen vazgeçmiştir.
İhlas suresi de ne diyor; “Allah birdir, bölünmez bir bütündür. Doğurmaz ve doğurulmaz…” Yani Allah baba, anne veya oğul değildir. Bütün bu tanrı-devlet iddiaları geçersizdir, uydurma ve hurafedir…
Demek ki Hristıyanların İsa’ya Tanrı’nın oğlu demeleri aslında tavşanın suyunun suyunun suyu kabilindendir. Yani çok sonraki bir iştir. Ondan önceki bütün bir eski çağların Mezopotamya, Hind, Çin, İran, Türk, Mısır ve Roma kralları bu iddiadaydılar. İhlas suresi işte bütün bunların defterini dürüyor ve eski dünya dinleri çağını kesin bir şekilde kapatarak yeni bir çağ başlatıyor.
Bu nedenledir ki Kur’an’ın en siyasi içerikli suresi ihlas/tevhid suresi olmak icabeder…
***
Demek ki kafamızı Tevrat’taki haham hikayelerinden kaldıralım, etrafımıza bakalım, “yol kenarlarında duran” nice kalıntı ve tanığın Kur’an’ı tefsir ettiğini göreceğiz.
Sultanahmet’te yol kenarında duran bir dikilitaş…
İşte size eski çağ uygarlıklarından kalma ve hala yol kenarlarında duran bir kalıntı…
Dinler tarihçisi bir uzman ile gidip ziyaret edin. Konu hakkında daha geniş araştırmalar yapın. Şahsen ben Asur, Babil, Mısır, Roma ve özellikle eski Mezopotamya din ve devletleri hakkında en az 5 cilt kitap okudum…
Özellikle Süleyman, Davut ve Yunus kıssalarını bu bilgiler ışında yeniden okuyun. Her şeyin nasıl da yerli yerine oturduğunu hayretle göreceksiniz… (İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/8564/
—————————————o——————————————
Mucize nedir?
Daha önce defalarca okumuş olmama rağmen, en son meal-tefsir çalışmam sırasında Kuran’ı “tertil” ile yani düşüne düşüne tekrar baştan sona okuma fırsatı buldum.
Bir taraftantan da kendimce tespit ettiğim bazı konuların “özel olarak” izini sürdüm. Bunlardan birisi de “mucize” konusudur.
Önce sürdüğüm izden edindiğim izlenimi birkaç madde (öncül) olarak aktarayım, sonra bunlar ışığında konuyu açmaya çalışacağım.
* Kuran’ın hiçbir yerinde “mucize” kelimesi geçmiyor. Bunun yerine ısrarla “ayet” kelimesi kullanılıyor.
* Kafamızı kaldırınca gördümüz her şeye, evet her şeye “ayet” diyor. “Olmakta olan, oluş halinde olan” (kevn) her şeye de “yaratma, yaratılış” (halq) diyor.
* Bütün peygamberlerin toplumlarına getirdiği şeyin ısrarla “söze, açıklama yapmaya, beyan etmeye dayalı apaçık deliller” (ayâtun beyyinât) olduğunu söylüyor.
* Peygamberlerin toplumlarına yaptığı “uyanış çağrısı/uyarı”yı (inzâr) ısrarla üç şey etrafında topluyor; ölüm (mevt), afet (azap) ve yeniden diriltilip ayağa kalkış (kıyamet)…
***
Şimdi, bu öncüller ışığında konuyu açalım.
Öncelikle mucizenin bir Kuran “kavramı” olmadığını görüyoruz. Bunun yerine ısrarla “ayet” kavramı kullanılıyor. Öyle ki inkarcıların bildiğimiz anlamda mucize talepleri ifade edilirken bile “ayet” kelimesi tercih edilliyor;
“Fakat bu Kur’an, kendilerine bilgi verilenlerin içlerine işleyen, söze dayalı apaçık ayetlerdir. Bizim ayetlerimizi ancak zalimler inkâr eder. Buna rağmen hala “Ona Rabbinden güce dayalı olağanüstü mucizeler (ayât) indirilmeli değil miydi” diyorlar. Söyle onlara: “O güce dayalı olağanüstü mucizeler (ayât) Allah’ın kudretindedir. Ben sadece açıkça uyanışa çağırıyorum. (29/49-50)
Yani: Benim işim size 1- Mevt (ölüm) 2- Afet 3- Kıyamet gerçeğini haber vermekten, bunlardan birisi gelip çatmadan önce aklınızı başınıza toplamaya çağırmaktan ibarettir. Aksi halde tövbe etmeye bile vaktiniz kalmayabilir. Çünkü bunlar geldi mi ansızın gelir. Bunun için size “söze dayalı apaçık deliller” (ayâtun beyyinât) ile uyarılarda bulunuyorum. Benden, boyumu aşan şeyler istemeyin ve beklemeyin…
Kuran’da ayet, insanoğlunun bizzat kendisinde ve kafasını kaldırdığında çevresinde gördüğü “her şey” olarak kullanılmaktadır. Buna “enfusî ve afâki deliller” diyoruz; el, göz, kulak, kalp, doğum, ölüm, yemek, içmek, su, et, süt, ekmek, zeytin, hurma, ağaç, elma, armut, yer, gök, güneş, yıldızlar, bulutlar, şimşek, gökgürültüsü, yağmur, ekin, bitki, sinek, böcek, toprak, dağlar, taşlar vs. vs…
Bunların hepsi birer “ayet”tir; yani olmakta olandır, oluştur (kevn, halq). Allah, tarihin tüm yelpazesinde, tabiatın her yerinde, zamanın her anında, mekanın her zerresindedir. Her şey “O’nun ile” olmaktadır. İşte bütün bu oluşlar birer “mucize”dir. Çünkü hepsi de normalmiş gibi görünmesine rağmen insanı acz içinde bırakmaktadır. İnsanoğluna bu oluş ve akışa katılma ve kısmi çapta etkileme iradesi verilmiştir. Öyle ya, haydi güneşi durduralım, gündüzü kısaltalım, geceyi uzatalım, bir böcek yaratalım bakalım?
Demek ki mucize arada bir görülen “olağandışılık” değil, her daim “olmakta olan” ve olmakta olmasıyla da insanı aciz bırakan şey demek oluyor.
***
Kuran’da adı “Maide” (Sofra) olan bir sure var. Sureye isim olan bu kelime ile aslında bunların mesajı veriliyor. Yani insanların “olağandışılıklar” talebine, “olmakta olanın” yani gözümüzün önünde olup bitenin bizzat kendisinin zaten olağanüstülük demek olduğu ile cevap…
“Havarîler “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbinden bize gökten bir sofra indirmesini isteyebilir misin?” diye sormuşlardı da ” Eğer inanmış iseniz Allah’ın öfkesini çekmekten sakının” diye cevaplamıştı. Onlar “Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz tatmin olsun da senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona tanıklık yapanlardan olalım” demişlerdi. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa “Allahım! Ey bizim yegane Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir. Bizim için, bütün zamanlar boyunca bir ziyafet ve kudretinden bir işaret olsun. Bizleri rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın” demişti. Allah da “BEN ONU SİZE İNDİRİP DURMAKTAYIM. Artık bundan sonra içinizden kim kâfirlik ederse ona dünyada hiç kimseye vermeyeceğim bir azap ile karşılık veririm.” demişti.” (5/112-115).
MAİDE: Sözlükte “Sallanmak, sağa sola doğru eğilmek, başı dönmek” demektir. Sofra, üzerinde yemek yenen masa (mâide), kayma (meyd), meydan, saha, alan (meydân), atış alanı (meydanu’r-rimâye), hodri meydan (meydânu’t-tahaddî), iş alanı, çalışma sahası (meydanu’l-amel) kelimeleri bu köktendir…
Görüldüğü gibi yemeği ortaya çıkardığı, orta yere koyduğu için de sofraya “maide” denmektedir.
Ayette geçen “Gökten gelen sofra” deyimi “olağandışı mucizeler” anlayışına hayli yatkın dini muhayyilemizde gökten özel olarak tepsi içinde inen bir sofra olarak algılanmıştır. Halbuki Allah’tan böyle bir istekte bulunması talebine karşılık cevap ortadadır. Yukarıdaki pasajda böylesi bir talebe Hz. İsa “Eğer inanmışsanız O’nun öfkesini çekecek işler yapmaktan sakının (takvalı olun)” demekte (5/112), bundan ne anlamamız gerektiğinin dersini verircesine de “Bizim için, bütün zamanlar boyunca bir ziyafet ve kudretinden bir işaret” (5/114) istemektedir. Allah da “Ben onu indirip durmaktayım; hiç kuşkusuz” diye cevap vermektedir. (5/115).
Bizim için “bütün zamanlar boyunca” (evvelinâ ve âhirinâ) bir ziyafet ve “kudretinden bir işaret” olan şey nedir acaba?
Ayette geçen münezziluhâ (onu indiriyorum/ indirip durmaktayım) ifadesinin fiili -tef’il babı olduğu için- bir taraftan bir şeyi çokça yapıp durmada diğer yandan da fiilin kök manasını mef’ule isnat etmekte kullanılır. Bu durumda mana: “Siz gökten sofra indirilmesini istiyorsunuz. Oysa Allah zaten sürekli olarak o sofrayı indirip durmakta… Yeryüzünden biten bitkiler, akan sular, ağaçlar, meyveler, tarlalardan çıkardığınız ürünler, değirmenlerde öğüttünüz unlar hepsi ne ile oluyor sanıyorsunuz? Gökten inen su olmasa, ekip biçtiğiniz toprak, ısındığınız ateş, soluduğunuz hava olmasa, bunlarla ürünler yetişmese ne ile doyacaksınız? Bütün bu rızıklar, Allah’ın tabiat sofrasında zaten sizin için üretilip duruluyor. Tabiatı sizin için sofra kılan, sizi onunla besleyip yaşatan zaten Allah değil midir? İşte bu bütün zamanlar boyunca Allah’tan size inen bir ziyafettir, kudretinin nişanesidir. Şimdi bunu görmeyip hangi mantıkla gökten tepsi içinde sofra indirilmesini bekliyorsunuz?” şeklinde olur.
Burada “fiilin kök manasını mefule isnat etmek” denilen şey “gökten sofra indirmek” deyiminin “yerden ürün bitirmek” deyimine döndürülmüş olması durumudur. Zira Kuran’ın “iş ve oluş” (emr, kevn) tasavvuruna göre yerden biten her ürün demek gökten inen her rızık demektir. Örneğin siz tarlada buğday hasat ederseniz Allah “Size buğday verdik” der. Siz çocuk yaparsınız Allah “Size çocuk bağışladık” der…
Şu halde maide demek, ortada, meydanda, açık tabiatta olan nimetlerin insanoğluna ziyafet olarak (rızık) sunulup durulması ve bunun Allah’ın sofrası manasına gelmesi demektir. Öyle görünüyor ki ayette kastedilen sofra budur. “Bütün zamanlar boyunca indirilip durulan kudretinden bir işaret” bundan başkası olabilir mi?
***
İnsanlar söze dayalı apaçak delilleri (ayâtun beyyinat) yetersiz bularak neden ısrarla olağandışı mucizeler istemekte ve olmayınca da peygamberleri reddetmektedirler? Acaba Kuran bu tür taleplere ne cavap vermektedir?
“Kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiğinde insanların imana yanaşmamasının nedeni “Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?” demelerinden başka bir şey değildir. Söyle onlara: “Eğer yeryüzünde yürüyen melekler iskân etmiş olsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik.” (17/94-95).
Dikkat edilirse ayet tüm insanlar hakkında genel bir ilke koyuyor; İnsanların imana yanaşmamalarının nedeni ‘Bizim gibi bir beşerden peygamber mi olurmuş’ demeleridir… Bu ilke geçmişe dönük bütün zamanlar ve mekanlar için geçerlidir. Çünkü genelleme yapılıyor.
Demek ki insanlar kendileri gibi yiyip içen, çarşılarda dolaşan bir insanı/beşeri peygamberliğe layık görmemekte ve ondan “olağandışılıklar” beklemektedirler; “Peygamber dediğin okuyup üfürür, bir el çırpmasıyla dağları oynatır, Uhut dağını altın yapar, yerden hazineler fışkırtır, gökten sofra indirir. Bizim gibi birisi bu, böyle peygamber mi olur?” anlayışı, insanların zihninde eski dünya dinlerinden kalma bir alışkanlıktır.
Çünkü o dinlerin din adamları, kahinleri, mecnunları (cinlerle konuşan medyumları) bunu yapmaktaydılar. Yani bir takım sihir, büyü, tılsım oyunlarıyla gizemli bir havaya bürünmekte ve bunun kendilerine Tanrı tarafından verildiğini iddia etmekteydiler. Karşılarında “ümmi” yani bu din bezirganı sınıfından olmayan, halkın/umumun içinden gelen birinin peygamberlik iddiasını duyunca bunu “meslek dışı!” bularak dışladılar. “Alelade birisi bu, hani nerede mucize, kehanet, sır, tılsım, büyü?” dediler…
Hala da öyledir…
Geçmişte yaşamış insanlar böyle yaptığı gibi, bugünde ve gelecekte de böyle yapmaya devam edeceklerdir. Çünkü mucize, kehanet, sır, tılsım, büyü dini olan “tapınak dinleri” ile, söz, akıl ve vicdan dini olan “gerçek hayat dini” tarih boyunca hep birbirine karıştırılmıştır. Hatta birinciler ikincisini hep bastırmış, istila etmiştir.
Hala da öyledir…
Oysa Kuran bu tür bir din anlayışını reddetmekte ve mücize ve kehanet talebinin geçmişte de, ümmi peygamber zamanında da reddedildiğini, Allah’ın yönteminin bu olmadığını söylemektedir;
“Bizi mucizelerle peygamber göndermekten alıkoyan şey, onu yorumlayanların yalanlamasıdır. Semud kavmine o dişi deveyi verdik. Ama onlar bunu hiç kâle almadılar. Biz ayetleri ancak uyarıp korkutmak için göndeririz.” (17/59).
Yani: Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey, mucize gelse bile onu tevil edenlerin/yorumlayanların (evvelun) yine de onu yalanlayacak, inkar edecek olmalarıdır. Böylesi kişilere mucize bile fayda vermeyecektir. Kaldı ki kalplerinde kendi istekleri ile iman olmadıkça imanmak zorunda kalacakları bir mücize karşısında mecburen inanıyor görünmelerinin de bir faydası yoktur. Bu nedenle onların güce dayalı delil (sultanun mubin) taleplerine karşılık söze dayalı delil (ayâtun beyyinât) ile karşılık veriyoruz. Ki “söze” kim inanıyor kim inanmıyor ortaya çıksın. Kaldı ki onların istediği mucize türünden güce dayalı delilleri izhar edecek gücümüzde var. Fakat kendi özgür iradesi ile “inanan” ile “inanmayan” ortaya çıksın istiyoruz. Bu da ancak “söz” ile olacağından insanlığı eşit şartlarda imtihan ediyoruz. İmtihanın sorularını herkese eşit şekilde soruyoruz. Kimseye kopya vermiyoruz, iltimas geçmiyoruz. İmtihanın gereği neyse onu yapıyoruz. Böylece her ümmete (topluluğa, halka, çağa, uygarlığa) peygamber göndermişizdir (16/36), keza her peygambere de söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) vermişizdir (14/9)…
Kimi müfessirler bu ayetin açıklamasında, Hz. Muhammed’e (s.a.v) mucize olarak sadece Kuran’ın, önceki peygamberlere ise bir takım olağandışı mucizelerin verildiği kanaatindedirler. Bu görüş tutarsız ve çelişkili görünüyor. Çünkü bütün peygamberlere verilen aynıydı. Hiç birisine de (insanları imana getirmek için) söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinat) dışında bir şey verilmemişti. Öncekilere verilmişti ama sonrakine verilmedi diye peygamberler arasında ayrım yapılamaz. (la nuferruqu beyne ahadin min rusulih). Öyle görünüyor ki bu görüş Kuran’ın “genel ilke” olarak ortaya koyduğu naklî delillere ve “insanlığın eşit şekilde imtihan edilmesi, soruların herkese aynı sorulması” şeklindeki aklî delile ters düşmektedir. Sözkonusu genel ilkeyi şu tür ayetlerden çıkarıyoruz:
“Sizden önce kimler geldi kimler geçti haberiniz var mı? Nuh, Ad ve Semud halkları ve onlardan sonrakiler… Bunların durumunu ancak Allah bilir. Onlara peygamberleri söze dayalı apaçık delillerle (beyyinât) gelmişti. Kuşku ve tereddüt içinde “Bunlara inanamayız, yo hayır, olacak şey değil” demişlerdi. Peygamberleri demişti ki: “Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah’tan şüphe edilir mi? O sizi günahlarınızı bağışlamak için çağırıyor ve belirli bir süreye kadar mühlet veriyor.” Ama onlar “Siz de bizim gibi bir insansınız, bizi babalarımızın taptıklarından döndürmek istiyorsunuz. Madem öyle bize apaçık mucize getirin!” demişlerdi. Peygamberleri onlara “Doğru, biz de ancak sizin gibi bir beşeriz, fakat Allah kullarının yönelişine göre karşılığını verir. Allah’ta bir karşılığı olmadıkça size mucize getirmek bizim haddimiz değildir. Müminler Allah’a dayanıp güvenmelidir” demişlerdi. (Ve devamla) “Allah’a niçin güvenip dayanmayalım ki? O bizlere yürüyeceğimiz yolları gösterdi. Yaptığınız eziyetlere göğüs gereceğiz; dayananlar sadece Allah’a güvenip dayanmalıdır…” (14/9-12).
Görüldüğü gibi bu ayetler “bütün” peygamberler için geçerli “genel ilke” koymaktadır. Ayette çoğul kipiyle ve genelleyerek “Nuh, Ad, Semud ve onlardan sonrakilere peygamberleri (rusul) söze dayalı apaçık deliller (beyyinât) ile gelmişlerdi…Onlar da madem öyle bize mucize getirin demişlerdi” denmektedir. Bu bütün peygamberlerin halklarının karşısına aynı Hz. Muhammed (s.a.v) gibi “söz ile açıklama yapmaya dayalı delil” (beyyinat) ile çıktıklarını ve mucize talepleri karşısında aynı Hz. Muhammed (s.a.v) gibi cevap verdiklerini gösterir.
Peygamberlerin ve halkların zaman zaman karşılaştıkları bir takım alışılmadık, insanların olağandışı, doğaüstü dedikleri olaylara gelince şu hadis belki bir fikir verebilir;
“Güneş ve ay Allah’ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar ne bir kimsenin ölümü ne de yaşaması için tutulurlar. Ancak Allah Azze ve Celle bunlar ile kullarını uyarır. Güneş ve ayın tutulduğunu görürseniz, Allah’ın zikrine, dua ve istiğfara koşun. Sonra şöyle buyurdu; Allah’a yemin ederim ki sizin hiç biriniz kölesi ve cariyesinin zina etmesinden Allah’tan daha kıskanç değildir. Ey Ümmeti Muhammed! Vallahi siz, benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” (İbn Kesir).
Hz. Peygamber’in bu sözü çocuğunun ölümünün bir güneş tutulması gününe denk gelmesi üzerine yayılan söylentiler üzerine söylediği unutulmamalıdır.
***
Yine görüyoruz ki Musa’ya verilen “dokuz ayetin” hepsi de söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) olan bir takım “kelime ve sözler”dir. Şu hadis de bunu apaçık tefsir ediyor;
“Bir Yahudi arkadaşına Bizi şu peygambere götür de “apaçık dokuz ayet” hakkında soralım dedi. Bunun üzerine biz hep beraber Hz. Peygamber (s.a.v) ‘in yanına gittik. O ikisi soruyu sordular. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bu dokuz ayet; 1- Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamanız 2- Hırsızlık etmemeniz 3- Zina yapmamanız 4- Adam öldürmemeniz 5- Sihir yapmamanız 6- Faiz yememeniz 7- Evli kadına zina iftirasında bulunmamanız 8- Savaşta kaçmamanız 9-Cumartesi yasağına riayet etmenizdir”. dedi. Bunun üzerine o iki Yahudi ayağa kalktı ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in ellerini ayaklarını öperek şöyle dediler; “Şahadet ederiz ki sen peygambersin. Eğer kavmimiz tarafından öldürülmekten korkmasıydık, hiç şüphesiz sana tabi olurduk.” (Razi, Kurtubi, İbn Kesir).
Öte yandan Musa’nın asayı yılana çevirmesi, elini bembeyaz olmuş halde göğsünden çıkarması, denizin yarılması, kayadan su fışkırması, Hz. Salih’in dişi devesi, Hz. İsa’nının ölüleri diriltmesi, körleri iyi etmesi, Hz. Yunus’un balığın karnına girmesi, Yusuf’un gömleğinin babası Yakup’un kör olan gözlerini iyi etmesi, Ashab-ı Kehf’in üç yüz yıl uyuması, Hz. İbrahim’in ateşten kurtarılması vb. Kuran’da anlatılan olayların hemen tamamı İsrailiyat etkisinde yorumlanmaktadır. Müslüman aklın bu noktada özgün yorumlar üretemediğini, işin kolayına kaçarak zaten haham düzmeceleriyle dolu Tevrat’a bakıp tefsir yaptığını görüyoruz. Kuran tefsirini düzmece Tevrat/Talmud tasallutundan kurtarmak gerekmektedir.
Bu tür kıssalarda anlatılan olaylara haham muhayyilesinde resmedildiği anlamda “mucize” denemez. Kuran’a göre bunların hepsi “ayet”tir. Kimisinde yanlış anlama, kimisinde İsrailiyat etkisi, kimisinde Kuran’ın “varlığın diliyle konuşan” edebi hitabet dilini anlayamama, kimisinde dönemin tanrı, din ve devlet telakkilerinden bihaber olma söz konusudur
Demek ki Kuran kıssalarını bir mücize dini olan Yahudiliğin ve bir kehanet dini olan Hrıstıyanlığın etkisinden kurtararak, bir “söz, akıl ve vicdan” dini olan İslam’ın berrak ve apaçık mesajı doğrultusunda yeniden ele almak gerekmektedir. Bunun için kapsamlı çalışmalar yapılmasına şiddetle ihtiyaç vardır.
Görebildiğim kadarıyla şu ana kadar bu konuda iki tefsir metodu izlendi; klasik müfessirlerin “Bu mucizedir, Allah’ın kudretinden şüphen mi var?” anlayışı ve “Bu bir efsane ve mitolojidir, Kuran bunu mesaj vermek için kullanmıştır” anlayışı…
Ya mucize ya da aslında olmamıştır mantığı…
Kanaatimce her ikisi de yanlıştır.
Benim izlediğim metodun bu ikisi de olmadığını görmek için ne söylediğime iyi bakılmalıdır. Örneğin Hz. Yunus’un balığın karnına girmesi olayı ne mücizedir ne de efsane/mitolojidir.
Bunu anlamak için Kuran tefsirine getirdiğimiz bir yenilik olan ve şu ana kadar hiç yapılmamış bambaşka bir ufuktan haberdar olmak gerekmektedir. Dönemin kendi etkin tarihi, tanrı, devlet, imparatorluk ve din telakkisi, teolojisi, jeopolitiği, simgeleri, armaları, arkeolojik kazıları, kil tapletleri, yazma nüshaları vs. üzerine araştırma yapmadan hemen açıp Tevrat’tan nakiller yapmak tefsir değildir.
O zaman, örneğin Musa’nın asayı yılana çevirmesinin, Ashab-ı Kehf’in üç yüz yıl uyumasının, Yunus’un balığın karnına girmesinin, Süleyman’ın kuşlarla, karıncalarla veya hüdhüdle konuşmasının tam da yerine oturtuğu görülecektir. (Bu tür Kuran kıssalarına dair yorumları “Yaşayan Kur’an: Türkçe Meal-Tefsir” adlı çalışmamızda ayrıntılı bir şekilde bulacaksanız).
***
Şu halde mucize olağandışılık demek değildir. Bilakis mucize “Aciz bırakan” demek olup olağan olduğu halde görkem veya ihtişamı karşısında aciz kalışı ifade eder. Meselâ güneşin doğuşu ve batışı olağandır; her gün aynı yerden son derece dakik bir şekilde doğar ve aynı yerden dakik bir şekilde batar ve fakat bu insanı aciz bırakan bir şeydir. Yani ayet olağan/sıradan şeyler, mucize de olağanüstü/sıra dışı şeyler demek değildir. Tabiatta bir normal olan bir de mucize olan diye bir ayrım yapılamaz. Normal olan tabiatın işi mucize olan Allah’ın işi diye görülemez. Bilakis her ikisi de Allah’ın davranışı ve karakteridir. Allah’ın davranışı ve karakterinde ise çelişki yoktur.
Eğer tabiatta künhüne vakıf olamadığımız, aklımızın almadığı işler oluyorsa bu, aslında normal olan bir şeye güç yetiremediğimiz, bizim aklımızın ermediği, karşısında aciz kaldığımız anlamına gelir. Çünkü Allah ile tabiat, deniz ile balıkların iç içe geçmiş olması gibi her an her yerde birliktedir (bir değil). Balıklar, denizin içinde alışılmadık bir olağanüstülük görünce buna mucize deyip şaşabilirler. Fakat deniz tabiatının gereğini yapıyordur ve onun için olay gayet normaldir.
Şu halde Allah her an bir iş ve oluştadır. Söz konusu bu iş ve oluşlar (şe’n, emr, kevn, halq) noktası konulmuş, bitmiş de değildir. Demek ki mucize diye bilinen “ayet”, noktası çoktan konmuş mekanik bir işleyişin kanunlarına dışarıdan müdahale edip işleyişi tersine çevirmek değil, bilakis noktası konulmamış, sürmekte, olmakta, oluşmakta olan bir yaratma sürecinin yeniden yaratılış pozisyonlarıdır.
Öyle ki bu yaratmalar her defasında birbirinin içinden yarılıp çıkarak (felaq) boyuna inkişaf eder. Tıpkı her defasında güneşin karanlıkları yararak, tohumun toprağı yararak, civcivin yumurtayı yararak, bebeğin rahmi yararak oluşa (kevn) katılması gibi. Allah bunun için “Yarılarak ortaya çıkanın Rabbi” (Rabbu’l-felaq) dır. Böylece yokluk karanlıklarının denizinden her defasında “ol” (kun) emriyle yeni bir iş ve oluş (şe’n, emr, kevn, halq) çıkarak varlığa bürünür.
Aslında bu Allah’tan gelen, Allah ile birlikte süren ve Allah’a giden kozmik bir yolculuktur. İşte “ayet” bu yolculukta gördüklerimiz veya görmediklerimiz, alışık olduklarımız veya olmadıklarımız, karşısında aciz kaldığımız veya normal bulduğumuz, son derece sıradan gelen veya bizi şaşkına çeviren ve fakat hepsi de “tek bir bütün” olan ilâhî davranış ve karakter ile ilişki kurmamızı sağlayan bir tür “dil, işaret, gösterge” olmaktadır…
***
Unutulmamalı ki Hz. Peygamber’in çocuğunun öldüğü gün meydana gelen güneş tutulması bugünkü güneş tutulmasının aynısıdır. O günkü ay bugünkü ayın aynısıdır. O günkü yıldızlar bugünkü yıldızların aynısıdır.
Mucize güneşin tutulması değil, güneşin bizzat kendisidir.
Mucize ayın yarılması değil, ayın bizzat kendisidir.
Mucize yıldızlardan fal bakmak değil, yıldızların bizzat kendisidir.
Neden başımızı kaldırıp her gün doğan güneşe, her gece görünen mehtaba, her mahtablı geceyi süsleyen yıldızlara bakmıyoruz?
Mucize gösterilip duruluyor, görmüyor muyuz?
“Ne var ki bunlarda, hiçbir şey göremiyoruz, her şey gayet normal. Olağandışılık yok mu olağandışılık?” mı diyorsunuz?
Eğer derinden bakabilsek, sadece bakmayıp görebilsek, Hz. Peygamber’in dediği gibi vallahi az güler çok ağlardık.
Mucize, kehanet, sır, gizem, tütsü, tılsım mı arıyorsunuz?
“Karşılarında okunup duran, sevgi ve merhamet kaynağı kitabı sana indirmemiz yetmedi mi?” (29/51)
Sevgi ve merhamet kitabı yetmedi mi?
Söz, akıl ve vicdan dini yetmedi mi?
İman, aşk ve cihad çok mu zor geldi?
(İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/5156