Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz, Duyarsız Kimdir?
Münâfık kimdir?
Ritüelleri (KALIP VE ŞEKİLSEL İBADETLERİ-nüsuk) üşense bile yerine getirir. İçten teslim olduğundan değil; dıştan getirisi olacağından. Ama mal mülk söz konusu olunca dinle imanla alakası kalmaz. Saçının telini göstereni veya namazı bir vakit kılmayanı din dışında görebilir ama saray yavrusu evinde yünlü seccadeler üzerinde namaz kılar, tesbih çeker, 24 saat LCD ekran televizyonundan Kabe’den canlı yayın izler. Yağlı ballı sohbet toplantılarında “fahr-i kainât, server-i mevcudât Efendimiz sallallahu aleyhi vesselemin” açlıktan karnına nasıl taş bağladığını anlatan hocaları ağlamaklı ağlamaklı dinler.
Kur’an’da “mü’minler, müslümanlar, mücâhidler, sâdıklar, sâlihler…” vb. tabiri caizse “yağlı ballı” nitelemeleri üzerimizi almaya pek bayılırız da…
“Yahudiler, Hristıyanlar, münâfıklar, akılsızlar, fikirsizler, kafasızlar, sefihler (beyinsizler), sağırlar, körler, dilsizler, kitap yüklü eşekler, dilini sarkıtan köpekler, Hamanlar, Karunlar, Hahamlar, Ruhbanlar” vb. sıfat ve nitelemeleri duyunca arkamıza bakınırız…
Kesin bizden bahsetmiyordur!
Bunları Kurtlar Vadisi’nde “Çakır” rolü üzerine yapışıp kalan dizi oyuncusu gibi (ki kurtulmak için “Adanalı” dizisinde nasıl da çırpınıyor) yapanın üzerine yapışıp kalan “donmuş kimlikler” olarak algılarız.
Halbuki bunlar “yaşayan kimlikler”dir.
Bunu anlamak için Kur’an’da bunlardan nerede bahsediliyorsa “yaptıklarına” bakacağız. Eğer onları biz de yapıyorsak, arkamıza boşuna bakınmayalım o biziz, biz!
Bu kimliklerden en önemlisi de “münafık”…
Peki kimdir münafık?
Neyin nesi kimin fesidir?
Kime münafık diyor Kur’an?
***
Baktığımızda, münafık tabirinin ayrıca bir dini kategori olmadığını, “Müslümanın hali” olduğunu görüyoruz. Bunun için Kur’an’da “Müslüman” adı “münafık”ı da kapsıyor.
Yani münafıklar Müslümanların içinde…
Şöyle ki: Müslüman iki anlamda kullanılıyor: 1- İçten teslim olan 2- Dıştan teslim olan.
İçten (ğayb ile/ğayben) teslimiyet gösterdikleri için Hz. İbrahim’e ve onun izinden gidenlere Müslüman diyor Kur’an.
Fakat içten teslimiyet göstermedikleri, sadece dıştan İslam’a girmiş göründükleri için bedevilere de “Siz iman etmediniz (içten teslim olmadınız) bari dıştan teslim olduk (Müslüman olduk) deyin” diyor. (Hucurât; 14). Türkiye AB’ye girerse Batılıların “Siz Avrupalı olmadınız, bari AB’yi girdik deyin” demesi gibi…
Demek ki Müslüman kavramının içine hem Mü’minlik (içten teslimiyet) hem de münafıklık (dıştan teslimiyet) giriyor.
Yani Müslüman iki yüzü olan bir kavram. Bir yüzüyle Hz. İbrahim’in içtenliğini, diğer yüzüyle münafıkların dıştanlığını ifade ediyor.
Dıştan teslim olanların kim olduğuna baktığımızda, Medine’de İslam’ın yükselmesi ve güçlenmesi karşısında, Sovyet işgalinden sonra bir gecede komünist olan ülkeler gibi, bir gecede İslam’a giren kimi kabileler olduğunu görüyoruz. Zaten bunların hepsi (bir tek Kureyş hariç) peygamberimizin vefatından sonra irtidat etmişti.
Medine’nin dışında oturan ve güç karşısında dıştan teslimiyet gösterenler olduğu gibi Medine’nin içinde de aynı şeyi yapanlar vardı. Onlar da dıştan teslim olmuş, peygamberin halkasına girmiş, yanına kadar sokulmuş ve hatta savaşlara da katılmışlardı. Bunlara da dıştan teslim olanlar (Müslümanlar) deniyordu. Fakat gerçekte içten teslim olanlar (Mü’minler) değildiler. Dıştan teslim olduk (Müslüman olduk) demeleri bunun için daha uygundu.
Peki, bu iç içe geçmiş durumu nasıl tefrik edeceğiz? Yani ayırıcı ölçü nedir?
Öyle ya, bıçak gibi ikisini birbirinden ayırmamızı sağlayacak farkı fark ettiren (el-fâruk/-el furkan)) bir ölçü olmalı, değil mi?
***
Kur’an’a baktığımızda 41 yerde “münafıklar” tabirinin kullanıldığını görüyoruz.
Bunları dikkatle incelediğimizde farkı fark ettiren ölçünün açıkça verildiğini görüyoruz; infak ve cihat…
Ne demek bunlar?
Kur’an’ın mihver kavramı tevhid/samed ile bağını kurarak söylersek (ki her şey bununla irtibatlıdır); sosyal ve ekonomik birlik ve bütünlükten ayrılarak “kenz(BİRİKİM)” yapmamak yani mal ve servet yığmamak, kendine ayrı küçük tepeler oluşturarak bütün içinde çıkıntılar (tekel) oluşturmamak, bunları dağıtmak, bütüne katmak, paylaşmak (infak) ve bütünün mutluluğu, iyiliği, adaleti için çalışmak, ona zarar veren şeylere karşı gerekirse savaşmak, canını ve malını ortaya koymak (cihat)…
Demek ki “infak” ile “nifak” sözcüklerinin aynı kökten geliyor olmalarından da anlaşılacağı gibi, münâfıqûn (münafıklar) ile munfiqûn (infak edenler) arasında çok yakın ve fakat aynı zamanda ters orantı var. Yani bir kişide infak arttıkça nifak azalıyor, nifak artıkça da infak azalıyor demektir. Ateşin odunu yeyip bitirmesi gibi, nifak infakı, infak da nifakı yeyip bitiriyor.
Kelime kökünden de anlaşılacağı gibi münafık, Arap tavşanı (jarboa) gibi “iki yuvası” bulunan “ikiyüzlü” bir adamdır. Birinde tehlike gördüğü an diğerine geçer.
Bunun o günkü Medine ortamındaki anlamı; münafık o kimsedir ki rant görünce ön sıralara (protokole) yanaşır, iş infak ve cihada yani maldan ve candan vermeye gelince ortalıktan kaybolur.
Bu nedenle tavşan gibi ürkek ve korkak olurlar. Tehlikeyi gördüklerinde arslan gibi kükreyerek tehlikenin üzerine yürüyemezler, kuyruklarını kıvırıp tavşan gibi sıvışmaya bakarlar.
Siz hiç belgesellerde tavşanların savaştığını gördünüz mü? Endişe dolu gözler… Korkak ve titrek bakışlar…Küçük bir ses duyunca ani bir hareketle çalıların arasından sıvışıp kaçmalar…
Kur’an’da münafık kelimesinin hepsi de Medine ayetlerinde geçiyor. Nüzul sırasına göre infak ile beraber, onunla ters orantılı olarak nifakın da kullanılmaya başlandığını görüyoruz.
Bunun ne anlama geldiğini az önce açıklamaya çalıştım.
Bunun böyle olduğunu münafık kelimesinin ilk kullanılmaya başlandığı yerden itibaren nüzul sürecini izlediğimizde de apaçık görüyoruz…
***
İlk olarak münafık Ankebut suresinde geçiyor. Bu sure Mekke’nin son, Medine’nin de ilk suresidir. Hatta birazı Mekkî, birazı Medenî diyenler bile vardır. Demek ki Medine’ye gelince (devlete, mala, servete kavuşunca) nifak da başlıyor.
İlginçtir, münafık kelimesinin ilk geçtiği yer olan Ankebut suresi “İnsanlar iman ettik demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar” diye başlıyor. Yedekteki “ikinci yuvalar” da Ankebut (örümcek) yuvasına benzetiliyor. Lütfen düşünerek, üzerinde dura dura (tertil ile) okuyunuz:
“Bazı insanlar ‘Allah’a iman ettik’ der dururlar. Fakat Allah yolunda en küçük bir sıkıntıya gelemez, bir eziyete uğradıklarında insanlardan gelen eziyetleri Allah’ın azabı gibi tutarlar. Böylesi tiplerin Rabbinden yardım gelince hemen “Kesinlikle biz sizinle beraberdik” diyeceklerinden hiç kuşkun olmasın. İyi de, Allah’ın insanların içlerinden ne geçirdiğini en ince ayrıntısına kadar bildiğinden haberleri yok mu bunların? Allah iman edenlerin de münafıkların da kimler olduğunu gösterecek; bundan hiç şüpheniz olmasın…” (Ankebut: 29/10-11).
Evet, Allah münafıkların kimler olduğunu gösteriyor (farkı farkettiriyor, ayırıcı ölçüyü veriyor). Hem de öyle bir gösteriyor ki, birkaç yıl sonraki “Muhammed” suresinde (Bedir savaşı öncesi) deşifre edildiklerini görüyoruz. Ana tema yine aynı cihat ve infak:
“İman iddiasında bulunanlar ‘Savaşa izin veren bir sure neden gelmiyor?’ diyorlar. Ancak muhkem bir ayet indirilip savaştan bahsedilince ‘kalplerinde hastalık olanların’ tıpkı ölüm baygınlığında olan kimsenin bakışı gibi sana bakakaldıklarını görürsün. O da onlara pek yakındır. Oysa itaat etmek ve sözlerinin eri olmaktı yapmaları gereken. Kesin karar gelince Allah’a verdikleri sözün arkasında dursalardı elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Siz Allah’ın emrinden uzaklaşıp tekrar yağma, talan ve birbirinizi boğazlamakla geçen o eski günlere mi dönmek istiyorsunuz?…” (Muhammed: 22/20-22)
Yani: “Savaş için neden ayet gelmiyor” deyip duruyordunuz. Şimdi açık ve kesin olarak savaşa izin veren ayet gelince yerinizde çakılıp kaldınız. “Ama, fakat…” diyerek mazeretler ileri sürüyorsunuz. “Onlar bizim yakınlarımız, kendi ırkımız, aynı Arap akrabalarımız” diye bahaneler uyduruyorsunuz. Ama o eski günleri unutuyorsunuz. O günlerde ne akraba, ne ırk, ne soydaş dinlemiyordunuz. Yağma, talan, birbirinizi boğazlama ile geçiyordu ömrünüz. O zaman hiç de savaştan kaçmak için bahane aramıyordunuz. Şimdi bu bahaneler de neyin nesi oluyor? Kaldı ki Allah size yağmalayın, talan edin, en yakınlarınızı bile kesip doğrayın demiyor. Tam tersi bunların bir daha olmaması için, bütünün iyiliği, mutluluğu, hak ve adaleti için savaşmak gerektiğinde çıkın ve mertçe savaşın diyor. Bununla onu nasıl aynı kefeye koyuyorsunuz? Bütünü paramparça eden o eski berbat günleri nasıl da unutuyorsunuz? (Razî, Kurtubî, İbn Kesir, Zemahşerî, Beydavî)…
“Onlar AIIah’ın indirdiklerinden hoşlanmayanlara ‘Bazı konularda sizinle örtüşüyoruz’ diyorlar. Allah ise onların gizli gizli ne konuştuklarını çok iyi biliyor…” (Muhammed: 22/26)
Yani: Münafıklar, müşriklere el altından şöyle diyorlar: Allah’a, ahirete, kıyamete inanmak gibi konularda sizinle ayrılıyorsak da bu Muhammed’in bütünü bölen, akrabaları birbirine kırdıran, ülkede kargaşa çıkaran, gençlerin aklını çelen ve ihtilâlci fikirleri olan birisi olduğu konusunda sizinle örtüşüyoruz. Çünkü bizi kendi ırkımızla, kendi akrabalarımızla savaşa çağırıyor. Hatta “terörist” eğilimleri olduğu bile söylenebilir. Hiç peygamber böyle yapar mı? Bir peygamber eline kılıç alıp savaşır mı? Allah’a ve ahirete inanmaya, hayırlı işler yapmaya, iyiliğe, güzelliğe çağırıyor; tamam bunları anladık. Ama bu savaşmak, cihat filan da ne oluyor?
Muhammed suresinin sonu da çok ilginç. Medine’de “Haydi savaşa!” sesleri duyulunca “protokolde” ön sıralara geçenlerin, peygamberin yanına kadar sokulanların, etrafında pervane olanların birden bire yan çizdiklerini ve “mırın kırın” etmeye başladıklarını görüyoruz. Bunlar ayette geçtiği gibi kalpleri hastalıklı “Müslüman münafıklardan” başkası değildi. İşte Muhammed suresi bunları anlatıyor… Surenin, baştan sona “cihat” temasını işledikten sonra “infak” çağrıları ile sonra ermesi de çok manidar:
“Sizler Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz, fakat aranızdan kimileri cimrilik yapıyor. Oysa kim cimrilik yaparsa kendine cimrilik yapmış olur. Allah zengindir, yoksul sizsiniz. Eğer yan çizerseniz yerinize sizin gibi olmayan başka bir topluluk getirir…” (Muhammed: 22/38)…
Keza Kur’an’da “münafıklar” (Münâfiqûn) diye ayrıca bir sure bile var. Buradaki ana tema da yine çok ilginç infak…
Surede münafıkların “Allah’ın peygamberinin yanındakilere bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler” dediği söylenir. Oysa göklerin ve yerin hazinelerinin Allah’ın olduğu, şan ve şeref sahibi olduklarını iddia ederek Medine’ye dönünce ayak takımını Medine’den sürüp atacaklarını söyleyerek böbürlenenler olduğu, oysa şan ve şerefin (izzet) Allah’ın, peygamberin ve “mü’minlerin” olduğu ve fakat “münafık” takımının bu bilinçten yoksun olduğu anlatılır (63/7-8). Müminlerin şan ve şeref sahibi olmak istiyorlarsa bu münafıklardan ayrılarak yapmaları gerekenin ne olduğu özetlenerek onbir ayetlik “Münâfikûn” suresi şöyle biter:
“Ey iman iddiasında bulununlar! Ne mallarınız, ne de evlâtlarınız sizleri Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Her kim öyle yaparsa kaybeder. Ecel kapıyı çalınca ‘Rabbim beni kısa bir süre için ertelesen de herkese yardım etsem, iyilik, güzellik, doğruluk için çalışanlardan olsam’ demek istemiyorsanız bugünden tezi yok verdiğimiz rızıklardan karşılıksız harcayın. Ecel kapıyı çalınca Allah hiç kimseyi ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır…” (Münâfikûn; 63/9-11)…
Yine Hicretin 9. yılındaki Tebük seferi boyunca ve sonrasında nazil olan ve müşriklere ültimatom (beraet) verilmesi ile başlayan “Tövbe” suresi, Mescit-Dırar sahibi rahip Ebu Amir’in, Medine’yi işgale çağırdığı dönemin dünya gücü Bizans’a karşı meydan okuma anlamına gelen (50 dereceye varan sıcaklıktaki) otuz bin kişilik “çöl yürüyüşünü” konu edinir.
Türlü mazeretler ileri sürerek bu seferden geri duran “münafıklar” en ağır şekilde burada eleştirilir. 129 ayetlik surenin neredeyse tamamında münafıklığın ve korkaklığın âdeta genetiği çözülür. Sözü namus bilme (sıdk/sadakat) adına cesaret, yiğitlik, bahadırlık, erdem ve dürüstlük temaları işlenir. Özellikle son bölümde münafıkların telkinine kapılarak seferden geri duran bir kaç sahabenin vicdan azabı çekişleri anlatılır.
Sure boyunca cihat ve infak kaçkını münafıklığın ne menem bir şey olduğunu, Müslüman kılıfına nasıl da bürünebileceğini, hatta sahabelerden kimilerini bile nasıl etkileyebileceğini ve nihayet mu’min olmanın ne demeye geldiğini sarsıla sarsıla okursunuz. Müslüman kılığına bürünmüş bir münafık olmakla, gerçek bir mü’min olmak arasında gider gelir, defalarca “Galiba ben mü’min değilim, aman Allahım!” dersiniz…
***
Daha fazla uzatmayayım…
Bu verdiğim örneklerden başka (MÜNAFIKUN, TEVBE, MUHAMMED surelerini ve) Tahrim, Haşr, Fetih, Nisa ve Ahzap surelerinde münafıklar isim verilerek anlatılır. Buraları özellikle nüzül sırasına göre okuyun. Nasıl da deşifre edildiklerini göreceksiniz. Daha isim verilmeyen bir çok yer var ama bunlar Kur’an’ın kime münafık dediğini anlamamız için gayet net bölümlerdir.
Bunların hepsinde de ayrıcı özelliğin “infak ve cihat” olduğunu, Müslüman kılığına bürünmüş münafık ile gerçek mü’minin arasıdaki asıl farkın bu olduğunu görürsünüz.
Tabiri caizse işin “nirengi” noktası ya da “bam teli” bu…
Çünkü münafıklar üşenerek de olsa namaz da kılarlar. Allah’a ve ahiret gününe inandıklarını söylerler. Dini ritülleri (nüsukları) aksatmıyor görünürler. Gayet iyi konuşurlar; inşallahı, maşallahı dillerinden eksik etmezler. Kılıf kıyafet de kallavidir. Her halleriyle Müslümanların arasındadırlar. Hatta Müslümanlar deyince ilkten akla onlar gelir. Din iman nutukları atmada onlara yetişemezsiniz.
Fakat iki şeyde onları göremezsiniz: cihat özellikle de infak…
Ölçü bu!
Yani can ve maldan verme söz konusu olunca onları ortalıkta göremezsiniz. Oysa Kur’an canlarıyla ve mallarıyla cihat edenleri anarken bırakın Müslümanı “sâdıkûn” tabirini kullanır. Yani sadıklar; sözünün eri olanlar, sözün namusu ile yaşayanlar, Allah deyip de can ve mal söz konusu olunca yan çizmeyenler, sadakatlerini canları ve malları pahasına ispat edenler…
Kur’an’da münafığın kim olduğuna dair yüzlerce ayeti okuduğumda zihnimde canlanan, belki biraz ağır gelecek ama söyleyeceğim şu oldu: Münafık zekat veren, mü’min ise infak edendir!
Yani “Müslüman münafıklar” kırkta birle yetinir, “Müslüman mü’minler” ise ihtiyaç fazlasını asla elinde tutmazlar…
Müslüman münafıklar (dıştan teslim olmuşlar) yılda bir kez, ıkına sıkıla, o da kırkta birini verir. Müslüman mü’minler (içten teslim olmuşlar) ise, yılda bir kırkta bir demez, bollukta ve darlıkta, iyi günde kötü günde infak eder, paylaşır, bölüşürler…
Tıpkı Medine’ye gelir gelmez ilk yapılan “kardeşlik devriminde” olduğu gibi:
“Bölüştük ne varsa ekmeği aşı
Harç yaptık şehre sevgiyi barışı
Bağrımızdan çıktı Bilal’in haykırışı
Hayyalesselâh, Hayyalelfelâh dedik
Hançereler bile anladı da
Bir insan anlamadı bizi”
Başta Peygamberimiz olmak üzere Ebubekir, Ömer, Ali ve Ebuzer’e bakın böyle olduğunu görürsünüz. Bir gecede Müslüman olmuş bedevi kabilelerine, tulekaya ve münafıklara bakın yılda bir kırkta bir diyerek kılı kırk yaran pazarlıklar yaptıklarını, Peygamberimiz ölür ölmez de “Bu da yok” diyerek isyan ettiklerini görürsünüz.
Yani münafık sosyal ve ekonomik olarak bir ve bütün oluşa (tevhid) yanaşmaz. Kendini diğer insanlardan ayrı görür. Örneğin sevginin ve barışın şehre harç yapıldığı o büyük “kardeşlik devriminde” aynı inekten süt emen on aileden birisi olmayı asla kabullenemez. Birliğin, bütünlüğün, kaynaşmanın içine girerse kaybolacağını, sıradanlaşacağını düşünür ve bütünlükten sürekli olarak ayrı durmak ister. Bunun için bütünden ayrı yerlerde; saraylarda, köşklerde, burçlarda=burjuvada (aynı kökten!) yaşamak ister. Öyle ki Allah’ın verdiği rızkı/mülkü ‘yanımdaki ile eşit hale gelirim’ diye paylaşmak istemez (Nahl; 71). Bu nedenle infak kaçkınıdır. Bu tipler her yerde, her zaman böyledir. Kur’an da onlara sorar: Allah’ın nimetini inkar mı ediyor bunlar? (Nahl; 71).
***
Hani o meşhur bir hadis var ya, ona bir de bu açıdan bakalım.
“Münafığın alameti üçtür: 1- Sözünde durmaz 2- Vaadini yerine getirmez 3- Emanete ihanet eder.” (Muslim:18).
Yani 1- ‘Allah ne derse yapacağım’ diye söz verdiği halde “İnfak edin, biriktirmeyin, yığmayın (kenz haramdır)” emrine uymaz. Alttan alır, yapsa da yapmasa da olabilecek sıradan bir öğüt sayar. 2- Mülkü/rızkı çok olduğu halde, her gün para saydığı, dönüp dönüp tekrar saydığı halde, ‘bunları mezara mı götüreceğim tabi ki fakirin fukaranın hakkı var’ diye vaatte bulunduğu halde iş vermeye gelince rahatlıkla “yok” çeker. 3- Allah’ın kendisine verdiği rızkın/mülkün emanet olduğunu unutur. Karun gibi ‘üstün deham sayesinde kazandım’ der. Böylece hem emanete ihanet eder hem de yanındakiyle eşit hale geleceği (bütünün parçası olacağı) korkusuyla infaktan kaçarak nimeti inkar eder.
Yine peygamberimiz buyurmuş: “Münafığın alâmeti Ensar’a(MEKKEDEN HİCRET EDENLERE YARDIM EDEN MEDİNELİ MÜSLÜMANLAR) buğzetmesi(ÖFKE DUYMASI), mü’minin alâmeti ise Ensar’ı sevmesidir.” (Muslim; 110)
Yani münafık kendisi infak kaçkını olduğu gibi, infakı/yardım edeni, paylaşanı, bölüşeni, bütünü gözeteni, bunun için seferber olanı (Ensarı) sevmez. Ona kin besler. ‘yardım etmeyin ki dağılıp gitsinler’ der. Bütünlük dağılsın ister. Hep ayrı durayım, özel olayım, bütüne tepeden bakayım ister. Oysa mu’min bütünü gözeten, ona karışan, bundan dolayı da seferber olan, infaka/yardıma koşan ve seferber olup koşanı da (Ensarı) sevendir…
Görülüyor ki münafığın iflah olmaz hastalığı mal mülk hırsıdır. Sevgi ve merhamet yoksunudur. Mal ve mülk hırsı gözünü bürümüştür. Gerçekte Allah’a ve ahiret gününe inanmaz, tûl-u emel (geleceği garantiye almak için hırsla yığma) sahibidir. Yalan konuşması, vaadinde durmaması, emanete ihanet etmesi, yardım edeni sevmemesi bundandır…
Ritüelleri (nüsuk) üşense bile yerine getirir. İçten teslim olduğundan değil; dıştan getirisi olacağından. Ama mal mülk söz konusu olunca dinle imanla alakası kalmaz. Saçının telini göstereni veya namazı bir vakit kılmayanı din dışında görebilir ama saray yavrusu evinde yünlü seccadeler üzerinde namaz kılar, tesbih çeker, 24 saat LCD ekran televizyonundan Kabe’den canlı yayın izler. Yağlı ballı sohbet toplantılarında “fahr-i kainât, server-i mevcudât Efendimiz sallallahu aleyhi vesselemin” açlıktan karnına nasıl taş bağladığını anlatan hocaları ağlamaklı ağlamaklı dinler. Ama o hocalar “kenz (yığma/biriktirme) haramdır!’ (Tövbe; 34-35) diyemezler. Öylelerinden bunları hiç duyamazsınız. Onlara göre Kur’an’da böyle bir ayet yoktur. Hatta varsa bile “nesh” olmuştur (silinmiş/yürürlükten kalkmıştır)…
***
Evet, İslam’a girdiği halde eşyaya, mala ve mülke bakışını değiştirmeyene, cihattan kaçana, infaka yanaşmayana “münafık” dememiz gerekiyor. Bu ayırıcı ölçüyü bize Kur’an veriyor.
Münafığı başka yerde aramayın; o Müslümanların içinde…
Bunlar Mekke’de yoktular. Çünkü Mekke muhalefet, eziyet, işkence, fedakarlık ve bedel yıllarıydı. Ama Medine’ye gelince mantar gibi bittiler. Çünkü Medine iktidar, devlet, servet, beytü’l-mal günleri, ikbal yıllarıydı.
Bugün de aynısı. Medine’de, Kuba’da, Tebük’de aramayın onu. Münafık aramızda, yaşıyor.
Onun kim olduğunun kıstası da, tanımı da, farkı fark ettiren (el-fâruk) ayırıcı ölçüsü de gayet net: Cihat ve infak kaçkını Müslümana münafık denir! (İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/13547
KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…
1) İlahi Kültürde Eleştiri Kültürü
2) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
3) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
4) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
5) Bahaneler ve Mazeretler
6) Eleştirmek ve Eleştirilmek
7) Eleştirinin Önemi
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Kendimizi Kime Beğendirelim?