-
21st Ağustos 2008

Dini Literatürde ‘Dünya’ ne demektir? İslam Ansiklopedisi

posted in AHİRET |

DÜNYA

İnsanın ölümden önceki hayatı, bu hayattayken ilişki kurduğu varlıklar, bunlarla ilgili eğilimleri, tutum ve davranışları için kullanılan bir tasavvuf ve ahlâk terimi.

Dünya kelimesi, “yakın olmak” mâna­sına gelen dünüv kökünden türemiş “en yakın” anlamındaki ednâ kelimesinin müennesidir. Kur’an’da âhiret ve âhiret ha­yatının karşılığı olmak üzere çok defa, “yakın hayat” anlamındaki el-hayâtü’d-dünyâ tamlamasında hayat kelimesinin sıfatı olarak, bazan da belirli (mârife) şek­liyle isim olarak kullanılmıştı Hadis­lerde ise belirsiz (nekre) olarak da geçer. Bu yakın hayatın ardından gelecek olan hayata, “sonraki hayat” anlamında âhi­ret adı verilmiştir. Dünya kelimesinin “al­çaklık, kötülük” mânasındaki denâet kö­künden geldiği de ileri sürülmüştür (A III, 669). Kur’an’da yer ve yeryüzü için arz kelimesi kullanılmış, şu anda yaşa­nılan hayata “el-hayâtü’d-dünyâ. âcile ûlâ”; sonraki hayata “ukbâ. dâ-rü’l-karâr” gibi isim ve sıfatlar da veril­miştir. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’de arz coğrafî, dünya ise dinî ve ahlâkî bir te­rim olarak yer almış; dünya kötülenir ve­ya hafife alınırken kozmik varlığı değil burada sürdürülen ve âhiret kaygısını geri planda bırakan hayat tarzı kastedil­miştir. Dünya sahih hadislerde de bu an­lamda kullanılmıştı. Yeryüzü ile burada yaşanan hayat arasında yakın bir ilişki bulunduğundan zamanla dünya kelime­si sıfat olma özelliğini kaybederek yer­kürenin ismi haline gelmiş ve “ay altı varlık alanı, bu âlem. güneş sisteminde­ki gezegenlerden biri, yer küresi” şek­linde tarif edilmiştir. Bu anlam­da dünya denilince daha çok yer küresi (arz) akla gelir.

Dünya hayatı Kur’an’da genellikle âhi­ret hayatı ile birlikte anılmış, bazan ikisi arasında karşılaştırma yapılarak âhi­ret hayatının üstün olduğu belirtilmiş­tir. Kur’an’a göre, âhiret için amelleri engellemeyen ve aksatmayan dünya ha­yatı meşru bir nimet, hatta saadettir. Nitekim müstümanlann. “Rabbimiz! Bi­ze dünyada da âhirette de iyilik ver” di­ye dua etmeleri tavsiye edilmiş; “Allah dün­yadaki şeylerin hepsini sizin için yarat­tı” denilmiştir. Birçok âyette peygamberlere ve müminlere hi­tap edilirken dünya ve âhiret mutlulu­ğu birlikte vurgulanmış, bu durum Al­lah’ın özel bir lutfu olarak kaydedilmiş­tir. Hz. İbrahim ve Hz. îsâ dünya ve âhi­ret mutluluğunu kazanmışlardır. Çünkü dün­ya mutluluğu ile âhiret mutluluğu bir­birine zıt değildir; âhiret mutluluğunu kazanmak için dünyadan vazgeçmek ge­rekmez; dünyada refah içinde yaşana­rak âhiret mutluluğu elde edilebilir. Âhiretlerini kaybedenler dünyada da mutlu olamazlar: “Kâfirler için dünyada ve âhirette şiddetli bir azap vardır”. İki cihan­da yüzü ak olanlara karşılık yüzü kara olacaklar da vardır.

Dünya ve âhiret arasında bir tercih yapma mecburiyeti ortaya çıktığı zaman hiç tereddüt etmeden âhiret hayatının tercih edilmesi istenmiş, aksi davranış­ta bulunanlar şiddetle kınanmıştır. Çünkü âhiret dünyadan daha hayırlıdır. Geçici ve süreksiz olan, kalıcı ve daimî olana tercih edilemez. “Önce dünya” diyenler “dünya karşılığında âhireti satanlar” şeklinde nitelendirilmiş, değerli ve çok olanı verip değersiz ve az olanı satın almanın kârlı bir iş olmadığı ifade edilmiştir. Bu anlayışa sahip olanların yaptıkları işler kendilerine dünyada ve âhirette bir ya­rar sağlamaz. Buna karşılık âhiretlerini ka­zanmak için dünyalarını satanlar övül­müştür. Bunun en güzel örneği şehidlerdir.

İslâm’ın dünya hakkındaki tutumunun doğru tesbit edilebilmesi için Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar’ın dünyaya ve âhirete bakış tarzlarının dikkate alın­ması gerekir. İbn Haldun’un da belirtti­ği gibi Câhiliye döneminin bedevi Arapları doğuştan maddeci ve kısa vadedeki menfaat­lerine düşkündü. İslâm dini, dünyevî imkânlara karşı duydukları bu aşın ilgiyi yumuşatıp onları manevî değerlere yö­neltmek için âhirete inanmayı temel şart olarak ortaya koymuş ve onu benimset­mek için dünyayı kötülemiştir. Kur’an’a göre dünya hayatı aldatıcı bir metadır, sadece bir oyun ve eğlencedir. Dünyadaki menfaatler yaldızlı, fakat önemsiz faydalardır. Kur’an âhiret hayatını dünya hayatı ile karşılaştırırken özellikle şu noktala­ra dikkat çeker: Dünya hayatı geçici ve önemsiz, âhiret hayatı ise kalıcı ve de­ğerlidir. O halde mümin, kalıcı ve değerli olan âhiret hayatını fâni ve yalancı dünya hayatına daima tercih et­mek zorundadır. Dünya hayatı yağmur­la biten ve yeşeren, sonra da bir âfet­le yok olup giden bitkiler gibidir. Zenginliği dille­re destan olan Kârün ve benzerlerine imrenilmemelidir. Kur’an’a göre aldatıcı, oyalayıcı, maksat­tan uzaklaştırıcı, gaflete düşürücü ve gelip geçici bir süs olması dünya haya­tının başlıca özellikleridir. Mal ve evlât dünya hayatının zînetidir. Kadın, evlât, altın, gümüş, cins at­lar, davarlar ve ekinler, insanoğlunun hoşuna giden dünya hayatının süsleridir. Kâfirlerin dünya peşin­de koşmaları bu hayatın kendilerine süs­lü gösterilmesindendir. Gerçi Allah’ın kulları için yarattığı zînetleri kimse yasaklayamaz; ancak onlardan faydalanırken dünya-âhiret dengesini bozmamaya dikkat etmek gerekir. Hz. Peygamber bu dengeyi boz­ma eğilimini gösteren eşlerini uyararak ya dünya hayatının süsünü ya da Allah’ı, Resulünü ve âhiret yurdunu tercih etme­lerini istemiştir. Âhi­rete öncelik veren bu dengenin dünya lehinde bozulması yönündeki davranış­lar tasvip edilmemiştir. Bir cuma günü ashabın, mescidde hutbe okuyan Hz. Peygamber’i bırakıp alışverişe koşmaları, Bahreyn’e gönderilen Ebü Ubeyde b. Cerrâh”ın cizye toplayıp Me­dine’ye döndüğünü haber alan sahabe­nin alışılmadık bir şekilde sabah nama­zında Mescid-i Nebevî’yi doldurmaları, Mekke’nin fethinden sonra girişilen sa­vaşlarda elde edilen ganimetler konu­sunda tartışmalar çıkması bu tür eğilimlerden bazılarıdır. Bu ha­reketler karşısında bazan Hz. Peygam­ber, Allah katında dünyanın cılız bir ölü oğlak kadar bile değeri olmadığını ifade etme ihtiyacını duymuş, dünyaya düşkün ve maddeye tutkun olmamaları için çevresindekileri uyar­mıştır.

Öte yandan Abdullah b. Ömer, Ebü’d-Derdâ ve Osman b. Maz’ûn gibi sürekli ibadetle meşgul olup kendilerini ve aile­lerini dünya nimetlerinden mahrum bı­rakan kimselerin davranışları da Hz. Pey­gamber tarafından hoş karşılanmamış, ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar dün­yayı terketmek ve bir tür ruhbanlık ha­yatına yönelmek de doğru bulunmamış­tır. Kur’an’da kötülenen dünyadan maksat madde ve şahsî çıkardır. Mal, mevki, şeh­vet, lüks ve israf gibi tutku ve eğilim­ler kınanırken manevî değerlere ve uhrevî hayata bağlılık gösterilmesi isten­miştir.

Hz. Peygamber, yaşadığı hayat itiba­riyle dünya karşısında takınılması gere­ken tavrın nasıl olması gerektiğini gös­termiştir. Nitekim, “Uhud dağı kadar al­tınım olsa üç günden fazla saklamazdım” demiş, hayatı boyunca dünyalığa önem vermemiş, vefatından sonra birkaç şah­sî eşyasından ve çok az miktarda mal­dan başka bir şey bırakmamış, ilk iki halifesi de bu yolda onu takip etmiştir. Bununla beraber Hz. Peygamber, “Dünya malı tatlıdır, çekicidir” sözüyle herkesin dünyaya ve maddeye karşı kendisi gibi davranamayacağını da ifade etmiştir. Nitekim müslümanların servet edinme­lerini tasvip etmiş, dinin servetle ilgili olarak getirdiği yükümlülüklerin ifa edil­mesi şartıyla zenginliğin iyi bir şey ol­duğunu söylemiştir. Onun dünya karşı­sındaki tavrı ve sözleri bir tavsiye ve uya­rı niteliğindedir. İnsanda maddeye ve şahsî çıkara karşı doğuştan bir eğilim, hatta hırs bulunduğundan İslâm dini ki­şileri dünya nimetlerine teşvik etme ye­rine onların dünya ile ilgili davranışları­nı düzene koymaya özen göstermelerini istemiştir.

İslâm’ın manevî değerleri ve âhiret hayatını üstün tutan, ancak buna aykırı olmayan dünya nimetlerini ve zenginligini de onaylayan tutumuna rağmen çok geçmeden İslâm toplumunda yoz­laşmalar başladı. Toplumun bir bölümü kendini servet, lüks ve ihtişam hırsına kaptırıp âhireti ihmal ederken bir ke­sim de bütünüyle âhirete yönetip dün­yayı dışladı. İç savaşlar, sefahat ve din­den uzaklaşma hareketlerinin yanı sıra özellikle Hıristiyanlık, İsrâiliyat, Hint din­leri ve diğer dış kültürlerden gelen te­sirlerle dünyadan el etek çekip kendini tamamıyla âhirete veren ve dünyaya kü­senlerin sayısı gittikçe artmaya başladı. Dünya hayatını terkedip bir köşeye çe­kilenler evliya ve örnek insanlar olarak kabul edildi. “Dünyaya karşı soğuk du­ranlar” anlamındaki zühhâd kelimesiyle ifade edilen zümrenin ortaya çıkışı ve bunların herkesten saygı görmesi, son­raları bu zihniyetin daha da güçlenerek tasavvufta devam etmesine ve dünyaya karşı ilgisiz, işsiz güçsüz bir grubun or­taya çıkmasına yol açtı. Tasavvufî ve ah­lâkî eserlerde dünyadan nefret etme­nin fazilet olduğunu işleyen konular ağırlık kazandı. İnandırıcı olmak için de hadisler uyduruldu, İsrâiliyat’a başvu­ruldu, hatta ruhbanlann sözleri delil ola­rak gösterildi. Bazı kaynaklarda Resûlullah’a nisbet edilen rivayetlere göre dün­ya ve onda olan her şey mel’undur; bü­tün günahların başı dünya sevgisidir; dünya mümin için zindan, kâfir için cen­nettir. Bir kısmı sahih kabul edi­len bu tür rivayetlerin meydana getirdi­ği olumsuz havayı etkisiz kılmak iste­yen çevreler de yine hadisleri veya ha­dis olduğu ileri sürülen sözleri kullandı­lar ve böylece bozulduğuna inandıkları dünya-âhiret dengesini yeniden kurma­ya çalıştılar. İlk dönemdeki Sünnî, Mu’tezilî, Şiî ve Haricî âbid ve zâhidlerin büyük çoğunluğu dünyayı çeşitli şekillerde kötülüyor, ancak bun­dan dünyayı tamamıyla terketme anla­mını çıkarmıyordu. Bununla beraber bu dönemde dünyadan yüz çevirip inzivaya çekilen, hatta harabelerde, mezarlıklar­da ve mağaralarda tek başına yaşayan âbid ve zâhidlere de rastlanmış, bunla­rın sayısı gittikçe artmıştır. Zâhid ve sû-fîlerin büyük çoğunluğu, nefret ettikle­ri ve lanetledikleri dünyayı (maddeyi ve maddeciliğil kötülemek için son derece ağır ve tahkir edici sözler kullanmışlar­dır.

Zâhid ve sûfîier önce lanetledikleri dünyayı tasvir etmeye çalışmışlardır. Ebû Tâlib el-Mekkî’ye göre dünya, kişinin aşağı arzulardan aldığı paydan ibaret­tir. Kötü arzulardan uzaklaşmak anla­mında dünyayı terketmek farz, ihtiyaç fazlası olan mubah ve meşru arzulardan yüz çevirmek suretiyle dünyayı terket­mek ise fazilettir. Halk haramları, takva sahipleri helâlliği şüpheli olan şeyleri, zâhidler ihtiyaç fazlası helâlleri terkederler. Çünkü dünyanın haramı azaptır, helâli ise hesap vermeyi gerektirir; he­saba çekilen de ceza görür. Ebû Safvân, dünyada dünya için yapılan her şeyin dünya, âhiret için ya­pılan her şeyin âhiret olduğunu söyler. Dünya nefsin arzusu ve keyfîliktir; ma­hiyeti hevâ ve hevese tâbi olmaktan iba­rettir. Nefsinin arzuları peşinde koşan kimse hiçbir şeye sahip olmasa bile dün­ya ehlinden sayılır. Tasavvufî eserlerde âhiret kaygısı taşıma­dan mal ve servet biriktirenler, bedenî ve şahsî hazlar peşinde koşanlar “dün­yanın uşağı” sayılmış, bunların Allah’ın kulu (abdullah) değil “paranın kulu” (abdü’d-dînâr) oldukları ifade edilmiştir.

Mutedil mutasavvıfların dünya ile il­gili görüşleri, en sistemli ve ayrıntılı şe­kilde Gazzâlî tarafından ortaya konmuş­tur. Gazzâlî, hayra vasıta olan şeylerde nisbî de olsa bir hayır bulunduğu şek­lindeki kategorik hükümden hareketle dünyanın karşısına kayıtsız şartsız düş­man olarak çıkmayı doğru bulmaz; zira böyle bir kötümserlik, insanın hem be­denî hem ruhî hayatı için kötü sonuçlar doğurabilir. Gazzâlî’ye gö­re insanın manevî varlığının (kalp) ölüm­den önceye ve sonraya ait olmak üzere iki hali vardır. Ölümden önceki hale dün­ya, ölümden sonraki hale de âhiret de­nir. Buna göre dünya, kişinin ölümden önceki hayatıyla ilgili eğilimleri, maksat­ları, arzu ve istekleriyle hazlarının bü­tünüdür. Gazzâlî dünyayı, mevcut maddî varlıklarla (a’yân-ı mevcûde) insanın bu varlıklara yönelttiği ilgilerinden, onları kendi hesabına faydalı kılmak için sarfettiği çabalardan ibaret sayar. A’yân-ı mevcûde yerküre ile onda bulunan mad­dî varlıklardır. İnsan bu tür dünyevî var­lık ve imkânlardan yoksun yaşayamaz. Çünkü yeryüzü onun mesken ve ziraat ihtiyacını karşılar; yeryüzündeki diğer varlıklardan bitkiler insanların beslen­me ve tedavi gibi ihtiyaçları, madenler­den bir kısmı muhtelif araç gereçlerin yapımı, bir kısmı da tedavül için gerek­lidir. Ayrıca canlılar beslenmede ve ta­şınma hizmetlerinde kullanılır. İnsanlar hemcinslerinden de faydalanırlar. Ev­lenerek cinsî ihtiyacı ve neslin devamı­nı sağlamak, iş gördürmek bu fayda­lanmanın başlıcalarıdır.

Gazzâliye göre insanın bütün dünyevî varlık ve imkânlarla, biri sevgi şeklinde manevî, diğeri meşguliyet şeklinde mad­dî olmak üzere iki türlü ilişki kurduğu görülür. Kişinin dünyaya belli ölçüde sev­gi göstermesi yadırganmamalıdır. Çün­kü selîm tabiatlı her insan kendine haz (lezzet) vereni sever, elem verenden nef­ret eder. Hz. Peygamber de, “Sizin dün­yanızdan bana her şeyin en güzeli ve en temizi, bir de kadınlar sevdirildi; benim gözümün nuru ise namazdır” demiştir. İnsanda dünya sevgisi fıtrîdir. Nitekim insan, ölümünden sonra kaygı duyacağı hiçbir kötü durumla karşılaş­mayacağını bilse dahi yine de yaşamayı ister. İnsanın dünya ile meşguliyet şeklindeki bedenî ilgisi onun besin, giyim ve mesken olarak belirle­nen üç temel ihtiyacından doğar. Dünya şartları hayvanların yaşaması için ge­nellikle hazır bir şekilde yaratılmış ol­duğu halde insanlar için hayat şartları büyük ölçüde iyileştirme faaliyetinden sonra uygun hale getirilebilir. Bu durum çeşitli faaliyet alanlarının, iş ve meslek­lerin ortaya çıkmasına yol açar. Hiçbir insan, yaşayabilmek için tek başına dün­ya şartlarını iyileştirmeye muktedir ol­madığından, insanlar karşılıklı ihtiyaç­larını gidermede birbirine yardımcı olmak için farklı meşguliyet alanlarına yö­nelmek zorunda kalırlar. Nihayet insan­ların bir arada yaşamaları zarureti siya­sî, hukukî, askerî vb. problemlerin orta­ya çıkmasına yol açtığı için bu problem­leri aşma çabaları da yeni meslekler ve meşguliyet alanları meydana getirmek­tedir.

İnsanlar, bütün bu dünyevî varlık ve imkânlara karşı takındıkları tavra gö­re başlıca üç zümreye ayrılırlar.

1- Âhirete iltifat etmeksizin yalnızca dünyaya bağlananlar. Gazzâlî’ye göre insanların büyük bir kısmı bu gruba girer. Bunlar Kur’an’da Tâgütun kulları ve yaratıkla­rın en kötüleri” olarak gösterilmiştir.

2- İlk zümrenin tam ak­sine bütün çabalarını âhirete yönelten ve dünyaya iltifat etmeyenler.

3- Dünya ve âhiretin hakkını verenler. Peygamber­lerin de dahil olduğu bu zümre insanla­rın en faziletlisidir; çünkü din ve dünya İşlerini gerektiği şekilde yürüten kimse “Allah’ın halifesi”dir. İnsanların tamamı “Allah’ın iyâli” olduğuna göre onlara hizmet etmek de ibadetten, hatta en değerli ibadetlerden sayılır. Esasen âhiret saadetini arzulamak Al­lah sevgisine aykırı olmadığı gibi dünya­nın refah, sağlık ve esenliğini dilemek, bunun için çaba sarfetmek de Allah sev­gisine ters düşmez. “Dünya ve âhiret bir­birini takip eden iki gerçek hal olduğu­na göre insanın yarının hazlarını arzular­ken bugünün hazlarına ilgisiz kalması düşünülemez. Çünkü insan yarının haz­larını, yarın dediğimiz şey bir zaman son­ra bugün olacağı için arzular. Yeter ki bu hazlar kişiyi uhrevî saadetten mah­rum edecek mahiyette olmasın. Bu şar­ta bağlı olmak üzere dünyevî gayelerle uhrevî gayelerin birleştirilmesi imkân­sız değildir”. Böylece insan dinî bir şuurla, dünyaya mahkûm olmak yerine ona hâkim oldu­ğu ve onları yönlendirdiği, dünyevî var­lık ve imkânları Allah’ın rızâsına ve ken­di âhiret saadetine uygun şekilde kul­landığı sürece bu varlık ve imkânlar kötülenen dünyadan değildir. İnsanın mad­deye mahkûm ve bağımlı olması dün­yadır, ancak ona hâkim olması dünya değildir. Maddenin önde ve üstün tu­tulması dünya, mânanın önde ve üstün tutulması âhirettir. Şu halde dünya, ruh­la nesneler arasındaki sağlıksız ve olum­suz ilişkiden ibarettir.

Çeşitli kaynaklarda verilen bilgilere, özellikle yine Gazzâlî’nin İhyâ’ü culûmi’d-dîn adlı eserinin III. cildinde “Kitâbü zemmi’d-dünyâT bölümünde aktar­dığı anekdotlara göre zâhidler ve muta­savvıflar, “maddeye yönelen nefsin ar­zulan (hevâ, şehvet)” şeklinde tarif ettik­leri dünyayı bütün kötülüklerin kaynağı olarak görmüşler, onun insanı alçaltan ve esas maksadı unutturan bir niteliğe sahip olduğuna inanmışlar. Hakk’a gi­den yolda önlerine çıkan en büyük en­gel saydıkları dünyayı bütün ifade güç­lerini kullanarak türlü biçimlerde yer­mişler, onun dine ve âhirete verdiği za­rarları örneklerle anlatmışlardır. İbn Ay­yaş el-Mahzûmî, “Arkadaşlarımız dün­yaya domuz adını vermişler; eğer bun­dan daha kötü bir ad bulmuş olsalardı onu verirlerdi” demiştir. Dünya Allah’ın düşmanıdır. Allah’ın dostu olan bir insan onun düşmanına dost olmaz. Dün­ya yalan, âhiret gerçektir. İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar ve esas ha­yatı o zaman göreceklerdir. Bir hayal, bir düş gibi görüldüğünden dünya hak­kında “yalancı dünya” deyimi kullanıl­mıştır. Dünya insanı önce yükseltir, son­ra düşürür. Dışı çekici ve güzel bir ka­dın, içi çirkin bir kocakarı gibidir. Her gece başka biriyle yatan fahişeye ben­zer. Kendisine gönül verenlerin hiçbiri­ne acımamıştır. Yılana benzer, dokunun­ca pürüzsüzdür, fakat zehiri öldürücü­dür; içtikçe harareti arttıran deniz suyu gibidir.

Birçok zâhid ve mutasavvıf dünya ile âhiretin birlikte yürümeyeceğine inan­mıştır. Söylendiğine göre Hz. Ali dünya ile âhireti iki kumaya benzetmiş, biri memnun edildiği ölçüde öbürünün ra­hatsız olacağını ifade etmiştir. Dünya İle âhiret doğu ile batı gibidir; birinden uzaklaşıldığı nisbette öbürüne yaklaşı­lır; biri harap olduğu nisbette diğeri mâ­mur olur. Ancak dünyanın fazla kötülenmesinden rahatsız olan zâhidlerin bazen onu savundukları da görülür. Buna göre dünya ilâhî kitapların ve peygam­berlerin gönderildiği, meleklerin ibadet ettiği, âhiretin kazanıldığı, Allah’ın ni­met ve lutuflarını bol bol verdiği bir yer olduğundan dünyaya olumlu bir gözle bakılmalıdır.

Daha çok çile ve müridlik döneminde dünyayı kötüleyen mutasavvıflar, mari­fet makamına ulaşıp arif oldukları za­man artık dünyanın lehinde ve aleyhin­de konuşmazlar. Arifler ve âşıklar bu ma­kamda dünya gibi âhireti de Hakk’a er­meye engel sayar, onun da mâsivâ ol­duğunu söylerler. Zâhid dünyaya bakı­şıyla sirke, arif İse misk koklatır. Zâhid dünyayı çirkinleştirir, arif ise onunla hiç ilgilenmez, denilmiştir. Hatta bazan Allah’ın tecellilerini yansıtması bakımından dünyaya ve âle­me yüksek ve estetik bir değer de at­fedilir. Bu sebeple dünyayı bir ölçüde kötüleyen Gazzâlî bile bu âlemin, daha fazlası tasavvur edilemeyecek kadar gü­zel, eksiksiz ve mükemmel olduğunu be­lirtmiştir. İbnü’l-Arabiye göre de dünya ilâhî güzelliği yansıtan bir ayna olması itibariyle fevkalâde gü­zeldir. Bu mertebeye ulaşan arifler artık sadece dünyanın güzelliğinden, faydasından ve nimetlerinden bahsederler. Çünkü bu mertebedeki arifler için dünya Hakk’a ermeyi engellemez, aksine O’nun daha iyi anlaşılmasını sağlar. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Dünya maddesi.)

This entry was posted on Perşembe, Ağustos 21st, 2008 at 14:09 and is filed under AHİRET. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz