SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
Peygamberimize Salâvat Getirmek Ne Demektir?
Peygambere “Salât-ü selam” getirmek [Ahzab/56] ayetinden çıkarılmıştır. Ebu Ubeyde Ma’mer (H.210) ve Ferra (H.207) gibi müfessirler bu ayeti tefsir etmeye gerek görmemişlerdir. Bunun sebebi, ilk iki yüzyılda bu ayetin anlaşılmasında bir ihtilaf bulunmadığıdır. Fakat çok ilginçtir, öncekilerin, tefsirine bir kelimeyle dahi ihtiyaç duymadıkları bu ayet, sonrakilerin üzerinde en çok konuştuğu Kur’an ayetlerinden biri haline gelmiştir. Mesela; İbn Kesir tefsirinde hakkında en çok söz nakledilen ayetlerden biri bu ayettir. Bu şunu göstermektedir; Bu konuda birbirinden farklı rivayetler vardır. Pek çok şaibeli haber üretilmiştir. Ayeti öncekilerle sonrakiler farklı anlamışlardır.
Bu durumda ayetteki “salât” ve “selam/teslim”in o günkü dilde karşılığını bulmak için ayetin bağ-lamına bakmak gerekir. Bu ayetin içerisinde yer aldığı yedi ayetten oluşan pasaj, içerik, üslup ve biçim olarak bir birinden ayrılamayacak bir bütün teşkil eder. Pasajın konusu, Hz. Peygamber’i üzüp incitecek tavır ve davranışlardan uzak durmaktır. Bunu özetlersek, “peygamberlik hukukunu korumak” diyebiliriz.
Konusu, çevresindekilerin Hz. Peygamber’le ilişkisi olan böyle bir pasajda “Peygamber’e “salât ve teslim”in anlamı; çok alternatifli olamaz. “Yusallûne” fiilinden dolayı, bizden istenenin yapılabilecek bir eylem, iş ve oluş ifade etmesi gerekir. Yoksa Allah, melekler ve insanların oturup Peygambere salâvat getirmeleri, “Salli alâ Muhammed” demeleri düşünülemez.
Ayette “salât” fiilinin; Allah, melekler ve müminler olmak üzere üç öznesi vardır. Öyleyse “Salât” bu üç öznenin, şer’an ve aklen yapabileceği “ortak bir eylem” olması lazımdır. Yani; “Yusallûne” fiiline öyle bir anlam vermeliyiz ki, Allah’ın, melekler’in ve Müminler’in beraber Pey-gambere yapabileceği ortak bir iş olsun. Bu da ancak “salât” kelimesinin onlarca anlamından biri olan “desteklemek” manasını tercih etmekle olur.
Ayetin ikinci bölümündeki “Sellimû” emri, teslimiyet, itaat kısmı sadece müminleredir. Çünkü Allah ve melekler Peygamberi örnek alıp, ona itaat etmeleri söz konusu olamaz.“Teslim” insanın yapabileceği bir eylemdir.
Ayrıca; “salât etmek” ile “teslim olmak” arasında anlam bakımından zorunlu bir bakışımlılık ve tamamlayıcılık olması gerekir.
Bundan dolayı; “Peygamber’e salât etme”nin en muhtemel karşılığı, ya; “Allah ve melekler onun izzet, onurunu koruyup kolluyorlar; siz de onun izzet, onurunu koruyup, ona esenlik ve dile-yin(dua edin)” olur, ya da; “Allah ve melekleri onu destekliyorlar; siz de onu destekleyip onun (örnekliğine) tam bir bağlılıkla bağlanın/teslim olun” olur. Bu ikinci anlam (destek olma, yardım etme) “salât” sözcüğünün etimolojik anlamlarının ortak noktasıdır ve çok daha isabetlidir.
Burada gözden kaçırılan önemli nokta şudur; “Sallâ” fiilinden türeyen “salât” kelimesi son-radan kavramsallaşmış ve bildiğimiz namazın terim anlamı olmuştur. Artık anlamı değişmiş, anlam; desteklemek değil, dua etmek, namaz kılmak olmuştur. Bizim yanılgımız kelimenin sonradan kazandığı bu terim anlamını, kelimenin yalın, aslî haline yani; vahyin nüzul zamanındaki anlaşılan anlamına da vermektir. Bu yeni kavramsal anlamı, “salâtı/dua etmeyi” yine kavramlaşmış başka bir terim olan “dua” ile açıklamak, anlamı iki defa orjinalinden uzaklaştırmak demektir.
Bugünkü salât-ü selam geleneği, Müslümanların ürettiği bir kültürdür. Harun Reşid zamanı-na kadar resmi yazışmalarda yalnızca besmele yazılıyordu. İlk defa onun besmelenin yanına tasliye/salât-ü selam’ın yazılmasını emrettiğibilinmektedir. Daha sonra H.3. asırdan itibaren edebi-yat ürünlerinde görüldüğü, H.5. asırdan sonra da kitap başlarında besmelenin yanına yazılmaya başlandığı görülmektedir. Eğer erken dönemlerde böyle bir Peygambere salat-u selam getirme geleneği olsaydı elimizdeki en eski belgeler bunu bize gösterecekti.
Tüm bunlar, Salâvat getirme kültürünün hadislerle oluşturulduğu, daha sonrada buna Kur’an’dan delil arandığını göstermektedir. Delil olarak ta [Ahzab/56] ayeti bulunmuştur. Bu ayete farklı anlamlar yüklenerek, ayet zorlanmıştır. Öyle ki; ‘Sallê- yusallî’ fiiline aynı cümlede birbirinden farklı, üç anlam verilmiştir.
*Allah’ın salâtı; peygamberine rahmet etmesi (Allah’ın Peygamber’e salâtı burada bağışla-ma anlamı taşımaz. Peygamber’den kaynaklanan bir kusur ve günahın söz konusu olmadığı bu bağlamda, “bağış ve af” değil, “destek” söz konusudur. [Tevbe/ 103]’te “Salât etmek”; dua ile desteklemek olarak geçer. Yine ‘Onlara Rablerinden salâvat vardır’ [Bakara/157] ayetindeki Allah’ın salâtı; kulunun duasına icabet ederek, onu bağışlaması ve ona yardım etmesidir)
*Meleklerin salâtı; peygambere istiğfarda bulunmaları,
*Mü’minleri salâtı ise; Peygamberi Arş’ın sağ tarafındaki ‘Makam-ı Mahmûd’ denilen yüce makama, Şefaat Makamı’na ulaştırması için ona salâvat okumak / salâvat getirmek olarak çevrilmiştir.
Bereket versin Allah ve melekler ona salâvat getirirler dememişler. Eğer ayetin ikinci kıs-mındaki ‘Sallû’ nün anlamı salâvat getirin/salâvat okuyun ise aynı cümlenin başındaki aynı fiil (yusallûne’deki “sallâ” fiili), aynı anlama gelmek zorundadır. O zaman da anlam hâşâ ‘Allah, kulu Muhammed’e salâvat getirir, ona dua eder, ondan yardım ister’ olur. Sormak lazım; Allah dua mı eder ?! Duaları kabul mü eder?
Hâlbuki ‘Sallû’ fiili az aşağıda “O Allah ki sizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için sizi des-tekler ve melekleri de…” [Ahzab/43] şeklinde geçerek, ayetin tefsirini bizzat Allah yapmıştır.
[Hadid/9] da da Allah’ın kulu Muhammed’i nasıl desteklediği şöyle belirtilir. “O Allah ki; sizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için kulu’na apaçık ayetlerini indiriyor.”
“O ne tasdik etti, ne de çaba sarfetti (destekledi). Fakat o yalanladı ve geri durdu (destek vermedi)” [Kıyame/31-2] ayetindeki “sallâ” da “tevellâ”nın anlam bakımından tam karşıtıdır.
Yukarıda geçen [Ahzab/56] söz konusu ayetin anlamı da; “Allah ve melekler, Nebi’nin da-vasını destekliyorlar, Ey mü’minler sizde onu / davasını / peygamberliğini destekleyin…” dir. Nerede salâvat getirmek /okumak? Bu ayetin bağlamına bakarsak [Ahzab/53-9] içeriğin ‘Peygam-berlik hukukunu korumak’ olduğu ayan-beyan ortadadır.
Zaten ‘yusallûna’ fiil kipi olmasından dolayı yapılması istenen işin bir eylem olması gerekir. Kıraat/dua etmek değil! Salât eylemi; Allah’ın, meleklerin ve mü’minlerin ortak yapacağı bir eylem olmalıdır. Ayetin ikinci kısmı olan “(Ey İman edenler!) tam bir teslimiyetle (onun örnekliğine) teslim olun” [Ahzab/56] Burada ise özne sadece müminlerdir. Yani; Allah, melekler ve müminler peygambere salât etmek /desteklemek konusunda ortaktırlar. Ama peygambere teslim olmak Allah ve melekler için söz konusu olamaz. Çünkü o meleklere örnek olamaz. Selama /teslimiyete yalnızca müminler davet edilmektedir. Emredilen bu teslimiyet onun güzel örnekliğinedir, risaletinedir. Üstelik Allah’ın ve meleklerin sözkonusu desteği fiilin muzari olmasından dolayı süreklidir. Sizde Ey Ümmet-i Muhammed! Bu desteği aralıksız sürdürün. Bu [Ahzab/56] ayeti inince sahabeler ellerinde tesbih ile Peygamberimize salâvat getirmeye mi başladılar? Hayır. Onlar bu desteği cihad meydanlarında fiili olarak gösterdiler. “Ya Rasulallah! Sen atını denize sürsen, biz de tereddüt etmeksizin peşinden geliriz” diyerek, ona kol-kanat gererek gösterdiler. Padişaha destek nasıl “Padişahım sen çok yaşa!” demekle verilmiş olmaz ise, Peygambere destek te ‘Sana salât-ü selam olsun’ demekle verilmiş olmaz.
Sözün özü şudur: Hz. Peygamber’e yapılan dualar/salâvat da ona manevi bir destektir ve bu cümleden sayılır. Fakat bu destek emri sadece dil desteğine indirgenemez; bu ayette de emredildi-ği gibi “fiili” destek olmak durumundadır. Ona yapılacak fiili destek onunla aynı zamanda yaşayan sahabe için zaten bellidir. Bizim gibi onun çağdaşı olmayanlar için ise, onun davasını desteklemek ve örnekliğini yaşatmak anlamına gelir. Onun getirdiği vahye ve o vahyi hayata koyuş tarzına verilecek her destek, ona yapılmış gerçek bir “salât” ve “selam” olacaktır.
Allah bize Peygamberinizi destekleyin diyor, biz ise “Allahümme salli alâ Muhammed/ Allahım Muhammed’i sen destekle” diyoruz. Allah bize, biz ise Sen diyoruz. Bir gariblik yok mu bu işte? Yahudilerin Musa’ya dediği gibi “Hadi sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta otura-cağız.” [Maide/24]
Artık günümüzde, özellikle biz Türklerde salâvat getirmek bir ibadet formuna büründü. Hâl-buki ibadetler yalnızca Allah’a yapılır. Hiçbir peygamber kendisine ibadet edilmesini emretmez. Artık Peygambere salâvat getirmek; ona esenlik dilemek, dua etmek için yapılmaz olmuş, bilakis; gönderilen salât-ü selamlar vesilesiyle, onun ruhaniyetinden istifade etmek, ruhaniyetiyle temasa geçip, aradaki perdeleri kaldırmak ve bir takım nurlar almak, şefaatine nail olmak, hurilere sahip olmak, şefaat makamı olan makam-ı mahmud’un kapsam alanını genişletmek ve tüm ümmetini onun şefaatiyle nar-ı cahîm’den azat etmek, vs. gibi islamda hiç bilinmeyen şeyler için yapılmaya başlanmıştır.
Allah için, elinizi vicdanınıza koyun, hakkı söyleyin. O gelmiş ve gelecek günahları bağışlan-mış olan o en büyük peygamberin duaya ihtiyacı mı var? Biz ona esenlik dilemek için mi ona salât-ü selam’ı gönderiyoruz? Yoksa herkesin de bildiği gibi “Bu salât-ü selamlar hurmetine, Allah’ım duamızı kabul et, şu şu hacetimizi gider” diye yapmıyor muyuz? Daha net söyleyelim. ‘Onun aracılığıyla Sen’den istiyorum’ demiyor muyuz? Onu aracı ve şefaatçimiz yapmıyor muyuz? Durum bütün çıplaklığı ile böyle ise, bu islama muvafık mıdır?
Peygamberimize salâvat getirmeyecek miyiz? Evet getireceğiz. Ömründe bir defa demek vaciptir. Ya da ismi ilk anıldığında, yazarken ismi ilk yazıldığında salâvat getirmek yeterli görülmüştür. Namazlarımızın ka’delerinde zaten Salli ve Barik duaları var. Ayrıca bu ibadet formunda yapılamaz. Zira bütün ibadetler, tüm çeşitleriyle yalnızca Allah’a yapılır. Peygamberimizin öğrettiği onlarca hamd, tesbih, zikir duaları varken yeni ibadetler mi icad ediyoruz?
Salât; o son nebiyi ve onun tevhid dinini desteklemek, ayakta tutmak, onun davasına canı gönülden omuz vermek demektir. Peygamber’imize sözlü destek vermenin/salâvat getirmenin ne mahzuru olabilir denirse; sözlü destek olsa olsa, esas yapılması gereken fiili desteğin çok küçük bir cüz’ü olabilir. Ya da ismi yazıldıkça (s.a.v) yazmak, onu desteklemek midir? Yoksa fiili desteği baştan ‘sav’mak, ya da bir nevi ‘S.A.V’ gitsin demek midir? Esas yapılması gerekenleri yapmayıp böyle acayip yollar icad edip, ona cennette komşu olmayı hayal etmek oldukça zekice, bir o kadar da tuhaf.
Bizdeki bu salâvat kültürünün geçmişinde ‘Delailü’l-Hayrat’ adlı kitabın ve bunun halk ara-sındaki ‘Kara Davud’ ismi ile meşhur şerhi gibi kitabların büyük etkisi olmuştur. Bu kitabın müellifi Süleyman el-Cezûli abdest almak için bir kuyu başına varır. Fakat kuyudan su çıkartmak için bir malzeme bulamaz. Uzaktan bir kız çocuğu onu izlemektedir. Yanına varır, kuyuya tükürür, tükürü-ğünün bereketiyle kuyu suyla dolup taşar ve şeyhimiz de abdestini alır. Şeyhimiz kıza bu yüksek manevi mertebelere nasıl ulaştığını sorar. Bu kızcağız da bu seviyeye, salâvat okumakla ulaştığını söyler. Bunun üzerine şeyhimiz bütün salâvatları toplayıp yazar. Kim bu salâvatları düzenli bir şekilde okursa peygamberin şefaatına nail olacak ve maddi ihtiyaçları karşılanıp, dünyevi işleri düzelecektir vs. şeklinde hergün abdestli olarak, belirli vakitlerde, belli sayıda, hangi salâvatların okunması gerektiği belirtilmiştir. Görüldüğü üzere her şey efsaneler, mitoslar üzerine kurulmuş bir kültür! Öyle ki; kuyuya tükürmek bile keramet olarak takdim edilmiştir.
Hatta öyle salâvatlar icad edilmiş ki okunmaması okunmasından çok daha hayırlıdır. Allah korusun kişiyi şirke dahi götürebilir. Örneğin Kurtûbî’nin icad ettiği; ‘salât-ı tefriciyye’ deki peygambere verilen sıfatlar Allah’ın sıfatlarıdır. “…Düğümler onunla /Muhammed ile çözülür, Sıkıntılar /Belalar onunla giderilir, İhtiyaçlar /hacetler onunla elde edilir, Arzulanan iyiliklere onunla nail olunur..”. Tam 4444 kere okunmalı. Haftalarca papağan gibi tekrarlamalısınız. Ne bir eksik, ne de bir fazla. Allah’ın işi gücü yok, bir eksik, bir fazla mı diye pür dikkat tefriciyenizin adedini sayacak. Tövbe Ya Rabbi! Yoksa sıkıntılarınız, belalarınız sona ermez(!) Namazdan sonra yaptığımız mesnûn olan tesbihatta, 33 defa tesbih, tahmîd, tekbir getirilirken, Allah topu topu 33 kere anılır, yüceltilir, övülürken, bu şirk kokan ‘salât-ı tefriciyye’ 4444 kere! Sanki bir yerde yanlışlık var gibi!
Bir mümin rahmet-i Rahman’a kavuşur, “Esselâtü ve’s-Selamü aleyk, Aleyke Yâ Habîballah” diye selâ verilmeye başlanır. İnsanlar Allah’ın huzuruna durmaya “Allahümme salli alâ muhammed” ile kaldırılır. Namazdan çıkılır, “Alâ rasûlünâ salavât” diye tekrar peygambere salavat getirilir. Salâvat getirin emrini alan imam “Salât-ı tüncînâ”ya başlar. “Allahım! Muhammed’e ve onun ehli beytine salât et. Bu salât ile bizleri bütün korku ve belalardan kurtarırsın. Bizim ihtiyaçlarımızı o salâvat hurmetine yerine getirirsin, bizi bütün günahlardan temizlersin, bizi yanındaki derecelerin en yücesine yükseltirsin, o salâvat hürmetine hayatta ve öldükten sonra tüm hayırların en nihayetine ulaştırırsın…” Tüm hacetlerimizi Allah’tan istesek ne olur? Günaha mı gireriz?.Yoksa az önce Fatiha’da Allah’a söz vermiştik, “Allah’ım yalnızca Sen’den yardım isteriz, isteyeceğiz” diye!
İhtiyaçlarını, sıkıntılarını Allah’a arz etmeyip, bunları başkasının gidereceğine inanana ne dendiğini bilirsiniz? Peygamberi övmek ile başlayan bu çığır sonunda, ona ibadete, onu uluhiyyete ortak etmeye kadar uzandı. Mezarında sağ ise, ümmetinin tüm amelleri sabah akşam ona arz ediliyorsa, selam verenin selamını alıp, aynı ile mukabele ediyorsa o takdirde peygamber ölmemiştir. İsa’nın gökte sağ olması (!) gibi bizim Peygamber de Ravza-ı Mutahhara’sında sağ ve diri demektir.(!) Bizim peygamber’in onlarınkinden aşağı kalması hiç olacak şey midir? Onlarınki de, Baba’nın yanına oturmuş, bizimki de Arş’ta Allah’ın sağ yanına (!) oturtulmuştur. Küçükleri Allah, affedecek! Büyük günahlarımızı ise onun şefaati affettirecek. Ebedî kurtuluşumuz ona bağlı. Gel de şimdi ona binlerce salâvat getirme! Devenin neresini düzelteceksin ki?
“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir ?” [En’am, 6/21]
“Haktan / hakikatten sonra geriye ne kalır ki? Sapıklıktan başka ?” [Yunus, 10/32]
Aslan sahradan çekilince ortalığın topal tilkilere kalması gibi, hak ve hakikat ortalıktan çekilince geriye yalnızca bu tür yanlışlıklar kalmaktadır. (Saadettin Merdin)
posted in *PEYGAMBER | 12 Comments