40 (72). CİNN SÛRESİ
MEKK’İ, 28 Âyet
GİRİŞ
Gul Ûhıye Sûresi de denilen Cinn Sûresi, Mekke’de 40. sıra”da inmiştir. Adını 1. Âyette geçen الجنّ el-cinn sözcüğünden almıştır.
Sûrenin ilk bölümünde, Mekke’ye dışarıdan gelen bir grup yabancının Kur’ân dinledikleri, dinledikleri Kur’ân’dan etkilendikleri, inanmış olarak yurtlarına döndükleri, döndükten sonra da Kur’ân’dan öğrendikleri gerçekleri ve eski inançlarının çürüklüğünü kendi halklarına anlattıkları anlatılmaktadır. Sûrede ayrıca gaybın bilgisinin sadece Allah’a ait olduğu, tevhit ilkesi ve Kur’ân’ın nitelikleri de yer almaktadır.
Cinn Sûresi’nin inmesi ile Mekke dışında da inanmış kişilerin var olduğu anlaşılmış ve bu kişilerin inananları destekleme kararı aldıkları öğrenilmiştir. Bu bilgi, başta peygamberimiz olmak üzere tüm inananlara manevî bir güç kaynağı olmuştur. Cinn Sûresi, kılavuzu sadece Kur’ân olan o günkü inananlara yaptığı bu yararlı etkiye karşılık, cinn sözcüğünün Kur’ân’da kullanılan anlamı dışında değerlendirilmesinden dolayı genellikle yanlış anlaşılmıştır. Bu yanlış anlamanın nedenleri arasında, cinn sözcüğünün Kur’ân öncesi zamanlara dayanan halk arasındaki meşhurlaşmış anlamının öne geçirilmiş olması yatmaktadır. Sûrenin doğru anlaşılmasına katkı sağlayacağı düşüncesiyle, ayetlerin tahliline geçmeden önce “Cinn” Kavramı ve Kur’ân’da “Cinn” adlı incelememiz ile İslâm Ansiklopedisi’nden alıntıladığımız “Akabe Beyatleri” maddesinin okuyucunun dikkatine sunulması yararlı görülmüştür.
CİNN KAVRAMI ve KUR’ÂN’DA CİNN:
Cinn kavramı -“Şeytân, İblis, melek” kavramları gibi- muhtemelen tarih öncesinden itibaren insanların yaşamlarına girmiş kavramlardan biri olup bu kavramlar gibi tüm dinlerde önemli bir yere sahip olmuştur. Ne var ki, bu kavramların halk kültüründe edindiği yer, ilkel toplumların yaşadıkları ilkel koşullar içinde zihinlerinde oluşturdukları vehim ve kuruntulara dayalı inançların etkisinden kurtulamamıştır. Bugün de hâlâ ilkel toplumlardan gelme yanlış anlayış ve inanışlar devam etmekte ve bu tür inanç ve anlayışlar maalesef dinle ilişkilendirilmeye devam edilmektedir. Bizi ilgilendiren husus da budur. Biz, dinimizin saf, halis, Allah’a ait bir din olarak yaşanmasından yana olduğumuz için, bu kavramları içlerine yuvalanmış batıl inanç ve hurafelerden temizlemeyi önemli bir görev sayıyoruz.
Halk kültürüne göre cinn, “insan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil insanlarca işçi gibi çalıştırılan, olağan üstü güç ve bilgilere sahip, insanları çarpabilen, istediklerine zarar veren, erdirici yüksek değerler ilham eden gizli destekçi güç, görünmeyen yaratık”tır.
Bu anlayışın bir sonucu olarak, psikolojik rahatsızlıklara uğrayanlara, yüz felci geçirenlere halk arasında cin çarpması teşhisi konulmakta, bu tür rahatsızlıkların ancak mahir kimselerce tedavi edilebileceğine inanılmaktadır. Eski dönemlerde başarılı ve çalışkan zanaatkârlara, şair ve kâhinlere, hatta peygamberlere bile “mecnun“ [cinlenmiş] denirdi. Bundan maksat, onların delirmiş olduklarını anlatmak değil, bu kimselerin cinler [görünmez varlıklar] tarafından desteklendiklerini, onlardan yardım gördüklerini ifade etmekti.
Günümüzde cinn kavramını doğru olarak öğrenebilmek için öncelikle halk arasındaki bu yaygın ve kulaktan dolma anlayışın bir tarafa bırakılması zorunludur.
الجنّ– Cinn sözcüğü جَنّ– cenn kökünden türemiş bir sözcük olup asıl anlamı “bir şeyi duyulardan saklamak“tır. Kişiye örtülü olan her şey cinn’dir. [40-1] (Lîsânü’l-Arab. c. 2, s. 230. cnn mad.) Bu fiil Arapçada جنّه الليل– cennehü’l-leylü = gece onu örttü, اجنّه – ecennehü = onu örttürdü, جنّ عليه– cenne’aleyhi = üzerine örttü şekillerinde kullanılır. Nitekim Kur’ân’da İbrâhîm peygamberi konu alan bir pasajda فلمّا جنّ عليه الليل – felemmâ cenne ‘aleyhi’l-leylü = ne zaman ki gece kendisini sakladı, iyice karanlık çöktü diye yer almıştır (En’âm Sûresi’nin 76. Âyetine bkz. )
Aşağıdaki sözcükler de cnn kökünden türemiştir:
- · الجنّة Cennet: Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer demektir.
- · الجِنّة Cinnet: Aklın, fikrin saklanması, delirmek demektir.
- · الجنين Cenin: Ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
- · الجُنّة Cünnet:= Kalkan demektir. Kişiyi oktan, mızraktan sakladığı için bu Âd verilmiştir.
Cinn sözcüğü bütün eski ve yeni sözlüklerde “İnsanın beş duyusuyla kavrayamadığı, algılanamayan; ancak somut veya soyut, varlığı kesin olan güçler” olarak yer alır.
Sözlüklerdeki bu tarife göre melek ve Şeytân terimleri de cinn kavramı kapsamına girmektedir. Yani her melek ve Şeytân (algılanamadığı için) cinn’dir. Ama her cinn’in Şeytân veya melek olduğu söylenemez.
Kur’ân’dan ve eski kaynaklardan yaptığımız tespitlere göre cinn sözcüğü çok kapsamlı olarak kullanılmaktadır. Nitekim Araplar yavaş hareket ettiği için hareketi gözle izlenemeyen küçük bir yılan türüne cann derler. [40-2] (Lîsânü’l-Arab; c.2, s.234. cann mad.) Cann sözcüğü bu anlamıyla Kur’ân’da iki yerde; Kasas Sûresi’nin 31. ve Neml Sûresi’nin 10. Âyetlerinde Mûsâ peygamberin asası ile ilgili olarak kullanılmıştır. Ayrıca cinn sözcüğü Kur’ân’da cinnet kalıbıyla da yer almıştır.
Cinn sözcüğü, anlam olarak insan sözcüğünün karşıtıdır. Bu sebeple cinn sözcüğünü daha iyi anlamak için karşıtı olan ins, insan sözcüklerinin de bilinmesinde yarar vardır.
İNS/İNSAN: Sözcük anlamı lügatte “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demek olan insan sözcüğü, فعليان – fi’liyan kalıbında olup – انسens sözcüğünden türemiştir. İnsan sözcüğünün aslı إنسيان – insiyân sözcüğüdür. [40-3] (Lîsânü’l-Arab; c.1, s.241. ens mad. Sözcük, anlam olarak evrendeki tüm görünen [cisimli] varlıkları kapsamasına rağmen sadece insanlara isim olarak verilmiştir. Bunun nedeni, insanın yaratılış itibariyle ünsiyete muhtaç, yani sosyal bir varlık olmasıdır.
Bazı müfessirler İbn-i Abbas’ın görüşüne dayanarak insan sözcüğünün nisyan sözcüğünden türemiş olduğunu ve insanın verdiği sözleri unuttuğu için bu isimle isimlenmiş olduğunu söylemiş olsalar da, bu görüş hem dilbilimciler tarafından itibar görmemiştir, hem de Kur’ân’daki kullanıma ters düşmektedir.
Sözcük anlamı itibariyle birbirinin karşıtı olan cinn ve insan, varlık olarak da yaradılıştan gelen bir karşıtlık içindedirler. Böyle olduklarını da bize Kur’ân göstermektedir:
İNSAN VE CİNN’İN YARATILIŞI:
(Rahmân: 14–15) O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan [değişken maddeden] yarattı. Ve cânnı ateşin dumansızından [enerjiden] yarattı.
(Hicr: 26–27) Ve hiç kuşkusuz biz, insanı [görünen, bilinen varlıkları] çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan [hâlden hâle giren maddeden] yarattık. Ve cânnı daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden [engel tanımayan enerjiden] yaratmıştık.
Âyetler, insanın “pişmiş çamurdan, kuru balçıktan, çınlayan kilden, işlenebilir çamurdan“ yaratıldığını söylemektedir. Bu ifadeler “madde“nin hâlden hâle girmesini çağrıştırmakta ve insanın genel anlamda maddeden yaratıldığına işaret etmektedir. Cânn’ın “ateşin dumansızından, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden” yaratıldığını söyleyen ifadeler ise, daha ilk bakışta akla “enerji“yi getirmektedir.
Öyleyse “cânn ateşten yaratılmıştır” demek, “elektrik, manyetik dalgalar, ışın gibi gözükmez güçler, yani enerjiden yaratılmıştır” demektir. “İnsan topraktan yaratılmıştır” demek de “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran bu cisimli varlıklar maddeden yaratılmıştır” demektir.
KUR’ÂN’DA “CİNN”:
Cinn sözcüğü “Kur’ân’da melekler, İblis ve kendileri görülse de kimlikleri açıkça belli olmayan kişiler” için kullanılmıştır:
1 – Cinn sözcüğünün Kur’ân’da melekler için kullanılışı:
(Sâffât: 158) Onlar, Allah ile cinnler arasında bir soy bağı [nesep] kurdular. Oysa Andolsun, cinnler de onların gerçekten hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir.
(En’âm: 100) Ve cinnleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O ise nitelendirdikleri şeylerden yücedir/uzaktır.
(Sebe: 41) Melekler derler ki: “Sen yücesin, bizim velîmiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinnlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi.
Bu üç ayette cinler sözcüğü ile kastedilen “melekler“dir. Çünkü Nahl Sûresi’nin 57 ; Necm Sûresi’nin 21 ; Sâffât Sûresi’nin 149 , 153 ; Zühruf Sûresi’nin 16. ve Tûr Sûresi’nin 39. ayetlerinden de anlaşılmaktadır ki, müşrikler Allah ile melekler arasında soy bağı kurmuşlar, Allah’ın kızları olarak melekleri görmüşler ve Allah yerine meleklere tapmışlardır. Yani Kur’ân, Allah’a ortak koşulan melekleri Sâffât Sûresi’nin 158 ; En’âm Sûresi’nin 100 ve Sebe Sûresi’nin 41. Âyetlerinde cinn olarak ifade etmiştir.
2 – CİNN SÖZCÜĞÜNÜN KUR’ÂN’DA İBLİS İÇİN KULLANILIŞI:
(Kehf: 50) Hani biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinnlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, benim astımdan onu ve onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken… Zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!
“İblis” konusunda ayrı bir çalışmamız olduğu için burada detaya girilmemiştir.
3 – CİNN SÖZCÜĞÜNÜN KUR’ÂN’DA -KENDİLERİ GÖRÜLSE DE- KİMLİKLERİ AÇIKÇA BELLİ OLMAYAN KİŞİLER İÇİN KULLANILIŞI:
Bu başlık altında topladığımız cinnler ya da kişiler için Kur’ân’da üç örnek mevcuttur:
a- SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN CİNLERİ:
(Sebe: 12–14) Süleymân için de sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinnler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler/mihraplar, heykeller/manzara resimleri/ güzel motifler, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır. Böylece onun ölümünü gerçekleştirdiğimiz zaman, ölümünü onlara asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şâyet cinnler gaybi [Süleymân’ın öldüğünü] bilmiş olsalardı böylesine aşağılayıcı bir azap içinde kalıp yaşamazlardı.
(Neml: 39) Cinnlerden İfrit: “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim” dedi.
Görüldüğü gibi bu ayetlerde Süleymân peygamberin emrinde çalışan, ona zoraki hizmet eden cinn’lerden bahsedilmekte ve bunların hünerli zanaatkâr kimseler olduğu açıklanmaktadır.
Süleymân peygamberin emrine verilen bu “cinn“lerin kim olduklarını anlamak için, eldeki tarihî bilgilerin değerlendirilmesi gerekir. Süleymân peygamber, Ya’kûp peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâil peygamberi olup Dâvûd peygamberin oğlu ve ülkesi İsrâil’in hükümdarı idi (M.Ö. 10. asır ortaları). Süleymân peygamber hakkındaki bilgilerin hemen hemen tamamı, [40-4] (Ana Britannica ansiklopedisi Cilt: 28, s: 434) de belirttiği gibi Eski Ahit’ten kaynaklandığı için, bu bilgileri Tevrât’ın bölümlerinden almayı daha uygun buluyor ve 11. Tarihler bölümünün 11. Babını aynen aktarıyoruz:
Ve Süleymân RABB’in ismine bir ev ve kendi krallığı için bir ev yapmaya niyet etti. Ve Süleymân yük taşıyan yetmiş bin adam ve dağlarda taş kesen seksen bin adam ve onların üzerinde iş başı olan üç bin altı yüz adam saydı. Ve Süleymân Sûr kralı Huram’a gönderip dedi: “Babam Davud’a yaptığın gibi ve içinde oturmak için kendisine ev yapsın diye ona erz ağaçları gönderdiğin gibi, bana da öyle yap. İste, ben Allah’a tahsis edeyim ve onun önünde hoş kokulu buhur yakayım diye, Allah’ım RABB’in ismine bir ev yapacağım ve o daimi huzur ekmeği için ve sabah akşam, Sebtlerde ve aybaşlarında ve Allah’ımız RABB’in belli bayramlarında yakılan takdimeler için olacaktır. Bunlar İsrâil üzerine ebedi kanundur. Ve yapmak üzere olduğum ev büyüktür, çünkü Allah’ımız bütün ilahlardan büyüktür. Ve kimin kudreti var ki, ona bir ev yapsın? Çünkü gök ve göklerin göğü onu alamaz. Ve ben kimim ki, ona bir ev yapayım? Ancak onun önünde buhur yakmak için yapıyorum. Ve şimdi, babam Davud’un hazırlamış olduğu Yahuda’da ve Yeruşalim’de yanımda bulunan hünerli adamlarla beraber olmak üzere bana bir adam gönder, altın ve gümüş ve tunç ve demir ve erguvani ve kırmızı ve lacivert işlerinde hünerli olsun ve her türlü oyma işlerini oyabilsin. Ve bana Libnan’dan erz ağacı ve servi ve sandal ağacı gönder: Çünkü bilirim ki, senin kulların Libnan’dan kereste kesmeği bilirler. Ve iste. Bana bol kereste hazırlasınlar diye kullarım senin kullarınla beraber olacaklar: Çünkü yapacağım ev büyük ve şaşılacak bir şey olacaktır. Ve iste, senin kullarına, kereste kesenlere, yirmi bin ölçek dövülmüş buğday ve yirmi bin ölçek arpa ve yirmi bin bata şarap ve yirmi bin bat zeytinyağı veririm. Ve Sûr kralı Huram, Süleymân’a gönderdiği yazı ile cevap verdi: “RABB, kavmini sevdiği için seni onların üzerine kral etti.” Ve Huram dedi: “RABB için bir ev ve kendi krallığı için bir ev yapacak olan basiret ve anlayış sahibi akıllı bir oğlu kral Davud’a veren, Göğü ve yeri yaratan RABB, İsrâil’in Allah’ı mübarek olsun. Ve iste, senin hünerli adamlarınla ve baban efendim Davud’un hünerli adamları ile beraber kendisine bir yer verilsin diye, hüner ve anlayış sahibi bir adamı, benim Huram Babayı gönderdim. Dan kızlarından bir kadının oğludur, ve babası Sûrlu bir adamdı; altın ve gümüş, tunç, demir, taç ve kereste, erguvani, lacivert ve ince keten ve kırmızı işlemede ve her çeşit oyma işinde ve her çeşit icatta hünerlidir. Ve efendimin söylemiş olduğu buğdayı ve arpayı, zeytinyağını ve şarabı kullarına göndersin; ve sana lazım olduğu kadar Lübnan’dan kereste keseriz ve onu sallarla denizden Yafa’ya kadar sana getiririz ve sen onu Yerüşalime çıkarırsın. “Ve Süleymân, babası Davud’un İsrâil diyarında olan bütün garipleri saydığı sayıdan sonra onları saydı ve 153.600 kişi bulundular. Ve onlardan yük taşıyan 70.000 ve dağlarda taş kesen 80.000 ve kavmi işletmek için iş başı olarak 3.600 kişi koydu.” [40-5] Tarihler, 11:1-18
Yukarıdaki bilgilere göre, Süleymân peygamberin hizmetinde bulunanlar, halk kültüründeki cinler değil, Süleymân peygamberin babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ile emrindeki hünerli kişilerdir.
Yani, burada da görmekteyiz ki, cinn sözcüğü başka ülkelerden getirilmiş hünerli, zanaatkâr yabancı işçiler için kullanılmıştır.
b- PEYGAMBERİMİZİ DİNLEYEN CİNN’LER:
(Ahkâf: 29–32) Hani cinnlerden birkaçını, Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: “Kulak verin”, sonra bitirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iletmektedir. Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun. “Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka velîleri de yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
Buradaki anlatım aşağıda göreceğiniz gibi Cinn Sûresinde de yer almıştır.
(Cinn: 1–14) De ki, “Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinnlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: “Doğrusu biz hayranlık veren bir Kur’ân dinledik. O, gerçeğe ve doğruya yöneltip iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız. Elbette bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk. Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz, Allah’a karşı bir sürü saçma şeyler söylemişler. Hâlbuki biz, ins ve cinnin [hiçbir kimsenin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini zannediyorduk. Bir de şu gerçek var: İnsten bazı kimseler cinnden bazı kimselere sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını artırırlardı. Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah’ın hiç kimseyi kesin olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı. Doğrusu biz göğü yokladık; [falcılığı denedik] fakat onu güçlü koruyucular ve şihap/ateş alevleri, göz kamaştıran parıltılar, yakıcı ışınlarla kaplı bulduk. Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa hemen kendisini izleyen bir şihap bulur. Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa Rabbleri kendileri için bir hayır mı diledi. Gerçek şu ki, bizden Sâlih olanlar da vardır ve bunun dışında olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz. Biz şüphesiz, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmak suretiyle de onu hiçbir şekilde âciz bırakamayacağımızı anladık. Elbette biz, o yol gösterici Kur’ân’ı işitince, ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından. Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte Allah’a teslim olanlar, artık onlar gerçeği ve doğruyu bulmuş olanlardır.”
Bu iki Âyet grubunda nefer bir sayıda (üç ile on arası) oldukları bildirilen “cinn”ler, tüm tefsirlerde ve tarih kitaplarında ittifakla belirtildiği gibi, Nusaybin’den veya Yesrib’ten (Medine’den), kimliklerini açığa vurmadan peygamberimizin yanına gizlice gelip Kur’ân dinleyen ve imana gelen, sonra da kavimlerini uyarmak için geri dönen Nusaybin’li veya Yesrib’li (Medine’li) Yahudilerdir. Hatta “Cinn Gecesi Hadisi” olarak şöhret bulmuş olan bir rivayete göre bu “cinn“ler peygamberimizle birlikte ateş yakmışlar, yemek yemişlerdir ve peygamberimiz de bu “cinn“lerin izlerini başkalarına göstermiştir.
c- “CİNN”LERİN BAHSETTİĞİ “CİNN”LER:
Yukarıda mealini verdiğimiz Cinn Sûresine ait ayetlerde, peygamberimizi dinleyen “cinn“lerin memleketlerine dönüp kavimlerine anlattıkları şeyler peygamberimize Rabbimiz tarafından gayb haberi olarak bildirilmektedir. Dolayısıyla ayetlerdeki konuşmalar “cinn“lerin konuşmalarıdır. Dikkat edilirse bu konuşmalar esnasında 6. ayette, konuşan “cinn“, kendilerini “ins” olarak niteleyip başkalarına “cinn” demektedir.
İns sözcüğünün; “tanınıp, bilinen“, cinn sözcüğünün de; “tanınmayan, yabancı” olan anlamlarını yerine koyduğumuzda, ayet, gayet mantıklı, anlaşılır şekilde şöyle çevrilebilir:
(Cinn: 6) … İnsten (bizim tanıyıp bildiklerimizden) bazı kimseler, cinnden (tanımadığımız yabancılardan) bazı kimselere sığınırlardı. …
Bu ayette Yesriblilerin [Medinelilerin] sözünü ettiği “cinn“ler, bize göre, peygamberimiz aleyhinde propaganda yapmak için Yesrib’e gelmiş Mekkeli ajanlardır.
“İNS VE CİNN” KALIBI:
Cinn konusu kapsamı içerisinde, Kur’ân’ı doğru anlamak için çok önemli bulduğumuz bir nokta da “ins” ve “cinn” sözcüklerinin bir arada “ins ve cinn” şeklinde kullanılışıdır. Bu ifade kalıbı genellikle “İnsanlar ve Cinler” olarak çevrilmektedir. Hâlbuki bu tür ifade kalıplarında sözcüklerin anlamı farklılaşmakta, başkalaşmakta ve zenginleşmektedir.
Bu durum Kur’ân’dan şu örneklerle açıklanabilir:
Meşrık = Doğu ve Mağrib = Batı sözcükleri, “Doğu, Batı” şeklinde söylendiğinde anlam sadece iki yönü ifade etmeyip tüm yönleri içine alır.
Örnek: Müzzemmil Sûresi’nin 9. Âyetindeki Rabbul’meşrikı vel’mağribi = Doğunun, Batının Rabbi ifadesi sadece doğu ile batıyı değil, tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Yani “Allah her yerin Rabbidir” demektir. Bu sözcükler ile ilgili diğer örnekler şu ayetlerde görülebilir: Nûr Sûresi’nin 35 ; Bakara Sûresi’nin 115 , 142 , 177 ; Şu’arâ Sûresi’nin 28 ; Rahmân Sûresi’nin 17. Âyetlerine bkz.
Dünya ve âhiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman “her yerde ve her zaman” anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur’ân ayetleri şunlardır: Bakara Sûresi’nin 217 , 220 ; Âl-i İmrân Sûresi’nin 22 , 45 , 56 ; Nîsâ Sûresi’nin 134 ; Tövbe Sûresi’nin 69 , 74 ; Yûnus Sûresi’nin 64 ; Yûsuf Sûresi’nin 101 ; Hacc Sûresi’nin 15 ; Nûr Sûresi’nin 14 , 19 , 23 ve Ahzab Sûresi’nin 57. Âyetlerine bkz.
Yaş ve kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman “her ne varsa, her şey” anlamını içerir. Örneğin En’âm Sûresi’nin 59. Âyetindeki Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın ifadesi sadece yaşı ve kuruyu ifade etmeyip “her ne varsa, canlı-cansız hepsini” ifade etmektedir.
Sabah ve akşam sözcüklerinden oluşan sabah akşam kalıbı da Kur’ân’da sıkça yer almakta ve “daima, her zaman” anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile ilgili Kur’ân ayetleri şunlardır: A’râf Sûresi’nin 205 ; Ra’d Sûresi’nin 15 ; Nûr Sûresi’nin 36 ; Mümin Sûresi’nin 46 , 55 ; En’âm Sûresi’nin 52 ; Kehf Sûresi’nin 28 ; Meryem Sûresi’nin 11 , 62 ; Fetih Sûresi’nin 9 ; Furgân Sûresi’nin 5 ; Ahzab Sûresi’nin 42 ; İnsan Sûresi’nin 25 ; Âl-i İmrân Sûresi’nin 41. Âyetlerine bkz.
İki zıt anlamlı sözcüğün bir arada takım halinde söylenmesiyle takımın yeni bir anlam kazanması sadece Arapça için değil, diğer diller için de söz konusu olan bir durumdur.
Türkçede buna birçok örnek verilebilir. Mesela:
Sağ ve sol sözcükleriyle oluşturulan “sağda-solda” kalıbı “her yerde” anlamına gelir.
İleri ve geri sözcükleriyle oluşturulan “ileri-geri konuşma, söz söyleme” kalıbı “yersiz, yakışıksız konuşma, söz söyleme” anlamına gelir.
Sabah ve akşam sözcükleriyle elde edilen “sabah-akşam” kalıbı, Arapçada olduğu gibi “daima, her zaman” anlamına gelir.
Bunun Japoncada da örnekleri vardır:
Doğu ve batı sözcüklerinden oluşturulan “doğu-batı” kalıbı ile kuzey ve güney sözcüklerinden oluşan “kuzey-güney” kalıbı “bütün ülke, Japonya” anlamına gelir.
İyi, kötü sözcüklerinden oluşturulan “iyi-kötü” kalıbı “doğadaki denge” anlamına gelir.
Gelmek, gitmek sözcüklerinden oluşturulan “geliş-gidiş” kalıbı “dolaşmak” anlamına gelir.
Konumuz olan “ins ve cinn” kalıbında da durum aynıdır. “Cinn” ve “ins” sözcüklerinin her birinin anlamını yukarıda açıklamıştık. Bu sözcüklerin birlikte oluşturdukları kalıp ise “gördüğünüz, görmediğiniz; bildiğiniz, bilmediğiniz; tanıdığınız, tanımadığınız herkes“ anlamına gelir. Nitekim bu kalıp Kur’ân’da da aynı anlama gelmektedir:
(Zariyat: 56) Ben, cinn ve insi [herkesi] yalnızca, bana ibadet/ kulluk etsinler diye yarattım.
(İsrâ: 88) De ki: “İns ve cinn [herkes] bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler ve birbirlerine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini ortaya koyamazlar.”
(Cinn: 5) “Oysa biz, insanların ve cinnlerin [herkesin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.”
(Rahmân: 33) Ey cinn ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak sultân/üstün bir güç olmadan aşamazsınız.
(Rahmân: 56) Orada daha önce ins ve cinn [hiç kimse] dokunmamış, [elle ve gözle değilmemiş] bakışlarını eşine dikmiş eşler vardır.
Bu konuyla ilgili Kur’ân’daki diğer örnekler şunlardır: En’âm Sûresi’nin 112 , 130 ; A’râf Sûresi’nin 38 , 179 ; Fussilet Sûresi’nin 25 , 29 ; Ahkâf Sûresi’nin 18 ; Neml Sûresi’nin 17 ; Rahmân Sûresi’nin 39 , 74 ; Nas Sûresi’nin 6 ; Hûd Sûresi’nin 119 ve Secde Sûresi’nin 13. ayetleri.
AKABE BEYATLARI
Hz. Peygamber (s.a)’in Medine’den gelip ilk Müslüman olanlarla 621- 622 yıllarında Mekke’nin Akabe adı verilen mevkiinde yaptığı iki anlaşma ve ahitleşme. Mekke’ye 3 km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkie verilen Akabe adına bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahitleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevki hatıra gelmektedir.
İslâm’ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmağa çalışan Resulullah (s.a) özellikle Hacc mevsiminde Mekke’ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib [Medine]‘den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabilesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm’a davet etti. Peygamberliğinin 11. yılında onun bu çağrısına adı geçen kabileden altı kişi icabet edip büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır Yesrib’teki diğer Arap kabilesiyle aralarında sürüp gitmekte olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından, bu yeni dinin aralarında bir barış ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib’e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni dinlerinden kardeş kabîle Evs’e bahsedip onları da İslâm’a davet edeceklerine ve gelecek yıl yine Hacc mevsiminde aynı yerde Resulullah’la buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar.
Medine’de yaşayan bu iki kabilenin dışında ayrıca üç Yahudi kabilesi daha bulunuyordu. Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor görüyorlardı. Yahudiler ellerindeki Tevrât’a, ayrıca âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahudilerin bu sözleri Yesribli Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz. Peygamber (s.a) ile Akabe’de görüşünce, Yahudilerden önce davranıp bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk Müslüman Yesribliler Resulullah’a iman ederek şöyle dediler: “Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri bir araya getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz.” Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygambere iman eden Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es’âd b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi’ b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi. [40-6] (İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.; İbn Sa’d, Tabakât, I, 217 vd.).
İslâm’a gönül veren bu ilk Medineli Müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec’ten birçok kimse bunların aracılığıyla İslâm’a girdi. Özellikle Resulullah’ın dayılarından olan Neccaroğullarına mensup Es’âd b. Zurâre ile Avf b. Hâris Müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm’a davet ettiler. Gerçekten İslâm akidesi Yesrib’de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah’ın rahmeti sayesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl yani peygamberliğin 12. yılında yine Hacc mevsiminde Mekke’ye gelen Yesrib’li on iki kişi Akabe mevkiinde Resulullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl Müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey’atı adı verilen bu bey’atta bulunan sahabelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi söyle anlatır:
“Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize, Resulullah’ı kendi nefislerimizden Azîz tutup durum ne olursa olsun ona muhalefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah’a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiç bir hayırlı işte Resulullah’a muhalefet etmeyeceğimize dair bey’at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfatının Allah’a ait olduğuna ve ona Cennet nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah’a kalacağına; Allah’ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına dair Resulullah’ın bize bildirdiği hususlara sadık kalacağımıza da söz verdik.”
Bu birinci Akabe Bey’atına katılan 12 kişiden 6, sı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa’lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebu’l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Resulullah ile tanışan altı kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide’nin birinci Akabe Bey’atında bulunduğu ifade edilir.
Medineliler, hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm’ı öğretmek üzere Resulullah tarafından tayin edilen Mus’ab b. Umeyr’i götürdüler. Kısa sûrede Medine-i Münevvere’de İslâmiyet hızla yayıldı. Mus’ab b. Umeyr, Rasûlullah’ı Medine’deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri İslâm’ın nûruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus’ab b. Umeyr’in gayret ve etkisiyle Yesrib’in ileri gelenlerinden Sa’d b. Muaz ve Useyd b. Hûdayr müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm’a girmesiyle İslâm, Medine’de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamberi şehirlerine davet etmeye karar verdiler.
Birinci Akabe Bey’atından bir yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke’ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın yetmiş beş Müslüman vardı. Allah Resulü’nün bu defa onlarla ilgi kurması İslâm’ın tebliğinden ibaret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.
Rasûl-i Ekrem Akabe’ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya Müslüman olmamış yahut Müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himaye ediyordu. Böylesi bir toplantıda bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:
– Ey Hazrecliler, Muhammed (s.a)’in aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdim izde izzet ve ikram içindedir. Fakat sizinle bir antlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhalefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız.
Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu:
– Dediklerinizi dinledik. Ey Allah’ın resulü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız.
Resulullah Hz. Muhammed (s.a) Kur’ân-ı Kerim’den bazı Âyetler okuduktan sonra şöyle buyurdular:
– Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum.
Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma’rur oldu. O, şöyle dedi:
– Bey’at ettik ya Resulullah, seni Hak dinle gönderen Allah’a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar mirasıdır.
Bera’dan sonra söz alan Ebu’l Heysem de şöyle dedi:
– Ya Resulallah, dedi. Bizim Yahudilerle bir takım bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah’ın inayetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?
Resulullah (s.a) gülümsediler ve dediler ki:
– Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz ben sizin yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım.
Resulullah (s.a)’in bu sözlerini duyan herkes, bey’at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi:
– Hazrecliler! Bu zata niçin bey’at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey’atla insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve âhirette rüsva olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü dünya ve âhiret hayrı bundadır.
Hepsi kabul ettiler ve sordular:
– Ey Allah’ın Resulü, buna karşılık bize ne va’d ediyorsunuz?”
Resulullah cevap verdi:
-Cennet!.
Bey’at kısa zamanda tamamlandı. Hepsi de darlıkta ve genişlikte her halükarda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmamaya söz verdiler.
Bey’attan sonra Resulullah, (s.a) Hazrec’den 9, Evs’den 3 kişi olmak üzere 12 nakip seçtiler. Es’âd b. Zurâre de hepsinin başı ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir kabilenin reisi idiler. Bunun anlamı, 12 kabilenin İslâmiyeti kabul etmesiydi.
Bey’at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey’atın bitiminde bir çığlık karanlığın perdesini yırttı:
-Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle dövüşmek için antlaşma yaptılar! Fakat Müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde şöyle dedi:
-Ya Resulullah, seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız.
Resulullah (s.a) ise şöyle buyurdular:
-Hayır… Bize savaş izni daha verilmiş değildir. Şimdilik hepiniz yerlerinize dönünüz.
İslâm’a teslim olup Resulullah’a tam anlamıyla bey’at eden bu ilk Müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe’deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey’attan haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mahiyetini araştırmağa başladılar. Fakat henüz Müslüman olmamış olan Yesribliler’in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesribli Müslümanlar şehri terk etmişlerdi.
İslâm Devleti’nin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey’atına, Resulullah’ın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tespit edildiği ve kararların alındığı bir bey’at olmasından dolayı, “Bey’atü’l-Harb” adı verilir. İkinci Akabe Bey’atının gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün İslâm Devleti’nin temeli atılmış oluyordu. [40-7] (İslam Ansiklopedisi, Akabe Bey’atleri Mad.)
CİN SÛRESİ RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
AYETLERİN MEALİ:
1–2. De ki: Bana vahyedildi ki şüphesiz cinnden bir grup Kur’ân dinleyip de demişlerdir ki: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız.
3. Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yüksektir. O, bir dişi arkadaş [zevce] ve de bir çocuk edinmemiştir.
4–5. Ve hiç şüphesiz bizim sefih, [aklı ermez] Allah üzerine saçma sapan şeyler söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve cinnin [bildik, bilmedik her kişinin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk.
6. Gerçekten de insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler, cinnden [tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de onların azgınlıklarını artırırlardı.
7. Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine/diriltmeyeceğine inanmışlardı.
8–10. Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. Biz de, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.
11. Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı Sâlihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz çeşit çeşit yollarda idik.
12–13. Ve kesinlikle, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmakla da O’nu asla âciz bırakamayacağımızı iyice anladık. Ve biz o kılavuzu [Kur’ân’ı] dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan korkmaz.
14–15. Ve gerçekten biz [bize gelince, bizim durumumuz ise]; Müslümanlar bizdendir, zâlimler de bizdendir. Ama kimler teslim olduysa [Müslüman olduysa], işte onlar reşâdı [doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi] arayanlardır. Ama zâlimlere gelince, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.”
16–17. Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından/Rabbinin zikrinden [Kur’ân’dan] yüz çevirirse, O da onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.
18. Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.
19. Ve şu bir gerçek ki Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [“cinn” den bir grup] onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar. [kenetlenecekler]
20. De ki: “Ben kesinlikle Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi de O’na ortak koşmam.”
21. De ki: “Şüphesiz ben, size bir zarara ve reşâda [iyiliğe, kötülüğe, güzele doğruya götürmeye] güç yetiremem.”
22–23. De ki: “Gerçek şu ki Allah’tan beni, Allah’tan tebliğler ve onun Elçiliği görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O’nun astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah’a ve onun Elçisine karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyen kalıcıdırlar.
24. Nihayet tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı yönünden en zayıf ve sayıca da daha az olduğunu hemen bileceklerdir.
25–28. De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi kılacak ben bilmiyorum. (Rabbim) Bütün gaybı bilendir. Ve de Elçilerden seçip memnun olduğu kişi müstesna gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır.”
AYETLERİN TAHLİLİ:
Sûrenin 1–15. Âyetleri tek bir cümle olduğundan, ayetlerin tek tek tahliline başlamadan önce bu ayetlerden oluşan orijinal metni tek bir cümle halinde sunuyoruz:
1–15. De ki: Şüphesiz cinnden bir grubun Kur’ân dinleyip de “Şüphesiz biz, hayret verici bir Kur’ân dinledik. O rüşde kılavuzluk ediyor. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız. Doğrusu, Rabbimizin şanı çok yüksektir. Ne bir dişi arkadaş [zevce] edinmiştir, ne de bir çocuk. Meğer bizim sefih [aklı ermez], Allah üzerine saçma şeyler söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve cinni [bildik bilmedik her kişiyi] Allah’a karşı asla yalan söylemez sanıyorduk. Doğrusu insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler, cinnden [tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını artırırlardı. Ve gerçekten onlar sizin zannettiğiniz gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğini / diriltmeyeceğini sanmışlar. Gerçekten biz göğe yapıştık, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Hâlbuki gerçekten biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Hâlbuki her kim duyum almak için uğraşsa, kendine gözetleyen parlak bir alev buluyor. Doğrusu biz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı diledi bilmiyoruz. Doğrusu bizler; kimimiz iyi olanlardır, kimimiz de bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız. Doğrusu biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayız. Kaçmakla da O’nu asla âciz bırakamayacağız. Ve biz o hidâyet rehberini dinlediğimizde ona gerçekten iman ettik. Kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve kendisine kötülük edilmesinden korkmaz. Ve gerçekten biz, kimimiz Müslümanlardan kimimiz de zâlimlerden. Müslüman olanlar ise, işte onlar doğru yolu aramış olanlardır. Ama zâlimlere gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır” dedikleri bana vahyedildi.
1–2. De ki: “Bana vahyedildi ki şüphesiz cinnden bir grup Kur’ân dinleyip de, demişlerdir ki:” “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız.”
CİNN’LERDEN BİR GRUP:
Cinnlerden [yabancılardan] bir grup, ayette – نفرnefer sözcüğü ile ifade edilmiştir. Türkçeye yanlış olarak “bir kişi” anlamında geçmiş olan nefer sözcüğü; “sayıları 3 ilâ 10 kişi arasında erkeklerden oluşan bir grup” demektir. [40–8] (Lîsânü’l Arab; c.8, s.645. “nfr” Mad.)
Buna göre Kur’ân dinleyen bu cinnlerin [yabancıların] sayısı 3 ilâ 10 kişiden ibarettir.
Mekkeli olmayıp Mekke’ye dışarıdan gelmiş ve dolayısıyla da Mekkelilerin tanımadıkları yabancılar oldukları için cinn denilen bu kişilerden Ahkâf Sûresi’nde de söz edilmiştir:
(Ahkâf: 29–32) Hani cinnlerden birkaçını Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman dediler ki: “Kulak verin” sonra bitirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iletmektedir. Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun. Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka velîyyleri de yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”
Bu sûredeki “cinn“lerle Ahkâf Sûresindeki “cinn“lerin aynı “cinn“ler olduğu hususu, klâsik eserlerin ve bu konudaki rivayetlerin tümünde de vardır. Ne var ki, konuyla ilgili olarak rivayet tefsirlerinde anlatılan ayrıntılar, uydurmacılığın ne boyutlara ulaştığını göstermektedir. Bunlardan birkaçını ibret-i âlem için kısaltarak sunuyoruz:
Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır:
Birincisi, Said b. Cübeyr demiştir ki; cinler gök kapılarını dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp kovuldular ‘gökte olan bu olay her halde yerde bir şeyden dolayı olsa gerektir’ diye sebebini aramaya gittiler. O sırada Hz. Peygamber (s.a) Mekke halkının kendisine uymalarından ümitsiz olarak İslâm’a davet için Taif’e çıkmıştı. Mekke’ye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil denilen vadide kalkmış sabah namazında Kur’ân okuyordu. İşte oraya Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü İblis onları göğün taşlamalarla korunmasını icap ettiren sebebi öğrenmek üzere göndermişti. Kur’ân’ı işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar.
İkinci görüş: Allah Teâlâ peygambere cinleri de uyarıp davet etme ve kendilerine Kur’ân okuma görevini de vermişti. Onun için Allah Teâlâ ona Kur’ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak üzere bir takım cin göndermişti.
Ebu Hayyan da Bahir‘de der ki: “Cin kıssası iki defa olmuştu, birincisi Taif’ten dönüşündeki. Siyercilerin anlattıkları kıssaya göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz kılarken dinlediler, o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların dinlediklerini haber verdi. Diğer bir defasında da Allah Teâlâ, Peygamber’e cinleri uyarıp onlara Kur’ân okumasını emir buyurmuştu. Bunun ‘üzerine bana cinlere Kur’ân okumam emredildi, arkamdan kim gelecek’ dedi, bunu üç kere söyledi, Abdullah b. Mesud’dan başkası ses çıkarmamış önlerine bakmışlardı.”
Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: “Cin gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik. Hacun’daki dağ yoluna vardığımızda bana bir hat çizdi, ‘ben gelinceye kadar bundan çıkma’ dedi, sonra Kur’ân okumaya başladı. Ben şiddetli bir gürültü işittim hatta Resulullah’a bir şey olmasından korktum, onu birçok karartılar kapladı, onunla benim arama engel oldu hatta sesini işitmez oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar, ‘sonra bana bir şey gördün mü’ dedi. ‘Evet, beyaz elbiselere bürünmüş siyah adamlar gördüm, dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu.”
Taberi tefsirinde der ki: Allah Teâlâ “Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik” buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi, dedi. Bu cümleden olarak İbnü Abbas’tan İkrime rivayet ederek demiştir ki: ‘Nusaybin halkından yedi kişi idiler. Resulullah onları kavimlerine Elçi yaptı, ’ diğer bazıları da 9 kişi olduklarını söylemiştir. Bunlardan Zirr b. Hubeyş demiştir ki: ‘Hz. Peygamber (s.a) Nahle vadisinde iken “onun huzuruna vardıkları zaman” Âyeti indirildi. 9 kişi idiler, birisi Zevbaa idi.’ sarafnâ sözü yani ‘Allah’ın Resulüne yönelttiği cin grupları peygamberin huzuruna vardıklarında’ demektir.”
Alûsî de şunları kaydetmiştir: “İbnü Ebi Hatim’in Mücahid’den rivayetine göre yedi kişi idiler. Üçü Harran’dan, dördü Nüsaybin’den, isimleri de Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, el-Ahkam yahut el-Ahkab idi.”
Taberânî Evsat‘ta ve İbnü Merduyye cinnin Resulullah’a iki kere gönderildiğini nakletmişlerdir. Hafaci’nin Şihab’ında Kâdi haşiyesin’de Cinn Sûresi’nin tefsirinde denilmiştir ki: hadisler cinnin gönderilmesi 6 kere olduğuna delalet etmektedir. Rivayetlerde gerek adet ve gerek diğer hususta görülen ihtilaf da bununla bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki: Nüsaybin halkından 9 kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve fulan ve fulan ve’l-Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak vardılar, sonra da çıktılar. Resulullah’a heyet halinde yetkili delege olarak geldiler 300 kişi idiler. Hacun’a kadar geldiler el-Ahkab geldi Resulullah (s.a)’a selam verdi ve kavmimiz seninle görüşmek üzere Hacun’da hazır bulunuyorlar dedi. Resulullah da Hacun’da geceden bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime’den bu Âyette onların Musul ceziresinden 12.000 olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi Keşşaf‘ta da hikâye eder. Resulullah’ın onlara okuduğu Sûre yani Alak Sûresi idi. Bununla beraber Bahir’de İbnü Ömer ve Cabir b. Abdullah’dan nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a) onlara (Rahmân) Sûresini okudu. “Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz.” dedikçe, “hayır Rabbimizin Âyetlerinden hiçbir şey yalanlamayız Ey Rabbimiz sana hamd olsun” derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil’de Resulullah’a cinlerin gelişinin, peygamberliğin 11. senesinde olduğunu rivayet etmiştir. Bu kıssanın hicretten üç sene önce olduğunun söylenmesi de bu manadadır.” [40-9] (Razi ve diğerleri.)
Bu konudaki asılsız, dayanaksız rivayetlere ne yazık ki peygamberimizin eşi Ayşe’den başlayıp saf din için Abdullah b. Mübarek ile birlikte mücadele vermiş olan saygın kişilerden Ömer b. Abdülazîz’e kadar pek çok kişi malzeme yapılmıştır. Meselâ bu kişilere dayandırılan ve bazı saf insanların yılanların “cinn” olduğuna inanmalarına sebep olan bir rivayette, pek çok yılanın bu “cinn“lerden biri oldukları gerekçesiyle kefenlenip namazı kılınmak suretiyle defnedildiğinden söz edilmektedir. Maalesef bu rivayet binlerce “yılan–cinn” öyküsünün uydurulmasına da kaynak teşkil etmiştir.
Rivayetlerde ayrıca bu “cinn“lerin ancak 12 yaşındaki bir çocuk kadar akıllı oldukları, insan atıklarıyla beslendikleri, içlerinde Habil’in Kabil’i öldürdüğünü görenlerin bulunduğu gibi ilginç ayrıntılar da yer almaktadır. Bazı rivayetlerde ise bunların nereli ve kim oldukları hakkında malûmat verilmektedir. Meselâ Katade’nin “Bu cinnler Ninova halkından idiler” demesine karşılık, bunların aslında Diyarbekir tarafından Nusaybin cinnleri olduğunu ama onlara Ninovalı da denildiğini ileri süren rivayetler de vardır. İkrime’ye göre Musul yarımadasından olan bu cinnler, İbn-i Abbas’a göre Nasibin cinnlerinden olup 7 kişidirler ve peygamberimiz tarafından kendi kavimlerine Elçi tayin edilmişlerdir. İbn-i Düreyd’in bunların isimlerini Şasir, Masir, Menşi, Maşi ve Ahkab olarak vermesine karşılık Mücahid’e göre bunlar Harran halkından idiler ve isimleri de Hişi, Misi, Minşi, Masır, Erd, Enyan ve Ahkam’dır. [40–10] (Kurt’ubî, Ahkâf; 29. Âyet açıklamaları)
Birbiriyle çelişki içinde olan ve bir sürü saçma senaryo içeren bu hikâyelerin bir kısmı başka nakiller tarafından da çürütülmüştür. Meselâ Darukutni’nin tespitlerine göre İbn-i Mes’ud cinn gecesinde bulunmamıştır. Çünkü Alkame b. Kays ve Ebu Ubeyde b. Abdillah’ın naklettiklerine göre İbn-i Mes’ud “Ben cinn gecesinde bulunmadım” demiştir. Ayrıca nakledildiğine göre Amr b. Murre de Abdullah b. Mes’ud’un cinn gecesinde hazır bulunup bulunmadığını Ebu Ubeyde’ye sormuş ve “hayır” cevabı almıştır. [40-11] (Müslim, Tirmizî ve Ebu Dâvûd; Cinn gecesi hadisleri)
Bu uydurma rivayetlerin bir kısmı tarihî gerçeklerle de çelişmektedir. Meselâ söz konusu olay İbn-i Abbas’ın doğduğu yılda gerçekleşmiş olmasına rağmen, olayı İbn-i Abbas’ın görgü şahitliğiyle anlatan birçok rivayet vardır. Ayrıca, peygamberimizin o tarihte henüz inmemiş olan Rahmân, Nebe’ ve En’âm Sûrelerini okuduğunun rivayet edilmesi de çok ilginçtir. Hatta İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki abdest alma sahnesi, abdest ayetinin Medine’de son dönemde indiği dikkate alındığında, tam bir garabeti yansıtmaktadır.
Aslında ayrıntılar bir tarafa bırakılıp da bu konudaki rivayetler “Giriş” bölümünde verdiğimiz “Akabe Beyatleri” alıntısı ile karşılaştırıldığında, rivayetlerin bu alıntıda anlatılanlara tamamen ters olduğu görülmektedir. Çünkü rivayetlerin aksine “Akabe Beyatleri” alıntısı, bu cinnlerin Yesrib’li insanlar olduklarını bildirmektedir. Yesribli heyettekilerin “cinn” olarak nitelenmeleri, yukarıda da belirtildiği gibi, hem Mekke’nin ve peygamberimizin yabancısı olmaları, hem de Mekkeli müşriklerin muhtemel saldırılarına maruz kalmamaları için güvenlikleri sebebiyledir. Söz konusu “cinn“lerin hayalî yaratıklar olduğu iddiasındakilerin bu meseleye getirdikleri yorum ve yaklaşımlar isabetli değildir.
“Cinn“lerin başka boyuttan varlıklar olarak düşünülmesi Kur’ân’a da uymamaktadır. Çünkü onlarca ayette vurgulandığı gibi, peygamberimiz bir beşerdir, beşere Elçi olmuştur ve “sizden, içinizden biri” olarak nitelenmiştir. Yani o bizden biridir ve başka boyuttaki varlıklara değil, bize Elçi gönderilmiştir. Eğer bu “cinn“ler başka boyuttan varlıklar olsa idiler, zaten sünnetullah gereği onlara gönderilen Elçinin de kendi cinslerinden olması gerekmektedir:
(İsrâ: 95) De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, Biz de elbette, onlara gökten Elçi olarak bir melek indirirdik.”
HAYRET VERİCİ KUR’ÂN:
Âyette geçen عجباً– a’caben sözcüğü, kalıp olarak mübalâğa anlamı ifade eder. Dolayısıyla buradaki “cinn”lerin biz hayret verici bir Kur’ân dinledik ifadesi, “Biz öyle bir Kur’ân dinledik ki, dil ve konu itibariyle şahane, emsali yok, alışılmışın dışında, diğer kitaplardan çok farklı” anlamına gelmektedir. Nitekim dinleyenler Kur’ân’ın ilâhî bir mesaj olduğunu hemen anlamışlar, kılavuzluğunu kabullenmişler ve hemen iman etmişlerdir.
KUR’ÂN, RÜŞDE KILAVUZLUK ETMEKTEDİR:
Kur’ân’ı dinleyen “cinn“lerin [yabancıların] kendi toplumlarının insanlarına anlattıkları kılavuz öyle bir şeydir ki, “cinn“ler ondan hemen etkilenip imana gelmişler ve artık Rabblerine ortak koşmamaya karar vermişlerdir. Buradan, bu “cinn“lerin daha önce şirk içinde oldukları ve Kur’ân’daki uyarılar sayesinde akıllarını başlarına alıp şirkten kurtuldukları anlaşılmaktadır. Kur’ân’dan bu şekilde etkilenmeleri onların Kur’ân’ın özelliklerini iyi tanımış olmalarını gerektirmektedir. Kur’ân’ı peygamberimizden Arapça dinleyip anlamaları ise bu “cinn“lerin Arapçaya iyice vakıf olan birileri olduklarını göstermektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da kılavuz olarak Elçinin değil, Kur’ân’ın gösterilmesidir. Gerçekten de Kur’ân iyi tetkik edildiğinde, gerçeklere kılavuzluk edenlerin Elçiler değil, “vahiy“ler olduğu görülmektedir. Kılavuzluğun rüşde yönelik olması ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.
– الرِشدRÜŞD:
Bakara Sûresi’nin 186 , 256 ; A’râf Sûresi’nin 146 ; Nîsâ Sûresi’nin 6 ; Kehf Sûresi’nin 10 , 17 , 24 , 66 ; Enbiyâ Sûresi’nin 51 ; Cinn Sûresi’nin 10 , 14 , 21 ; Mümin Sûresi’nin 29 , 38 ; Hucurat Sûresi’nin 7 ; Hûd Sûresi’nin 78 , 87 , 97. ayetleri. ve bu ayette olmak üzere farklı türevleriyle Kur’ân’da 19 kez yer alan rüşd sözcüğü, “doğru ve eğriyi ayırt etme bilinci, zihinsel olgunluk, doğru yolu bulup ona girmek, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilme olgunluğuna ulaşmak” anlamlarına gelir. [40–12] (Lîsânü’l Arab; c.4, s.148-149. (rşd mad.)
“Reşit olma”, “rüşdüne erme”, “irşat etme”, “mürşit” gibi türevleri Türkçede de kullanılan rüşd sözcüğünün Kur’ân ayetlerindeki manasını da kısaca “İslâm’ın öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek mümkündür.
Buna göre rüşde kılavuzluk eden Kur’ân ifadesi, “Kur’ân’ın insanları akıllarını kullandırarak bilinçlendirdiği, olgunluğa ulaştırdığı, bir başka ifade ile kimseyi büyülemediği, kimsenin beynini yıkamadığı” anlamına gelmektedir.
3. Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yüksektir. O, bir dişi arkadaş [zevce] ve de bir çocuk edinmemiştir.
Kur’ân’dan öğrendiklerini kendi toplumuna aktarmaya devam eden cinn, [yabancı] bu ayette çok önemli iki hususu, Allah’ın şanının yüceliğini ve O’nun eş ve çocuk edinmemiş olduğunu dile getirmiştir.
Eş ve çocuk, yaratılış özellikleri gereği insanların basit hayatta duydukları bir takım gereksinmelerine cevap vermektedir. Fiziksel dürtüler insanı bir eşe; neslini devam ettirip gelecekte yalnız kalmama, daha güçlü ve daha güvende olma endişesi de çocuk sahibi olmaya yöneltmektedir. Ancak Yüce Allah her türlü noksanlıklardan arınık olduğu için basit hayatın bu zaaflarından münezzehtir. Zaten Allah’ın bir dişi arkadaş ve çocuk edinmediğini bildiren ifade de, Rabbimizin eş ve çocuk edindiği yolunda yapılan yakıştırmaların ve batıl inançların kesinlikle reddedilmesi gerektiğini bildiren bir ifadedir. Buradan da, söz konusu “cinn“lerin [yabancıların] Yahudi ve Hıristiyanların bu konudaki sapkın inançlarını bildikleri, dinledikleri Kur’ân sayesinde de gerçekleri öğrendikleri anlaşılmaktadır.
4-5. Ve hiç şüphesiz bizim sefih, [aklı ermez] Allah üzerine saçma sapan şeyler söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve cinnin [bildik, bilmedik her kişinin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk.
Klâsik anlayış sahipleri, bu ayetteki bizim sefih ifadesinden İblis’i anlamış ve tüm kabahati İblis’e yüklemişlerdir. Oysa biz, bizim sefih ifadesi ile kastedilen kişinin “cinn“lerin [yabancıların] kendi imamları [toplumsal önderleri] olduğu kanaatindeyiz.
Anlaşıldığına göre, o toplumda değer verilen, saygı gösterilen bu önder, toplumunu Allah hakkında yalan yanlış bir sürü saçmalıklarla kandırmıştır. Zira gözünü maddî ve manevî hırslar bürümüş inançsızların Allah hakkında yalan düzmeleri sık karşılaşılan bir durumdur. Bu sebeple Rabbimiz Kur’ân’da “sizi kandıran Allah ile kandırmasın” diye uyarıda bulunmaktadır:
(Tövbe: 34) Ey inanmış olan kişiler! Kesinlikle hahamlardan, rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve kesinlikle altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar; hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!
(Fâtır: 5) Ey insanlar! Kesinlikle Allah’ın vaadi haktır. O nedenle sakın bu basit yaşam sizi aldatmasın. Sakın o aldatıcı da sizi, Allah ile aldatmasın.
Aynı uyarılar Lokmân Sûresi’nin 33 ve Hadîd Sûresi’nin 14. Âyetinde de vardır.
Âyette geçen cinn ve ins terkibi, -ayrıntısını “Giriş” bölümündeki “Cinn Kavramı ve Kur’ân’daki Cinn” başlıklı incelememizde açıkladığımız gibi-, “bildik bilmedik, herkes” anlamına gelmektedir.
شططاً– ŞATAT:
“Saçma sapan şeyler“ olarak kapsamlı bir anlamla çevirdiğimiz شطط – şatat sözcüğü “aşırılık, küfürde aşırıya gitme, aşırı yalan, anlamsız şey, hakktan uzak olma“ [40-13] (Lîsânü’l Arab; c.5, s.113. (ştt Mad.) demektir. Âyetteki saçma şeyler ifadesiyle kastedilenler, “Allah’a eş, çocuk edinmişlik yakıştırma, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia etme, Yahudilerin Allah’ın seçkin kulları olduğunu zannetme” gibi davranışlardır.
6. Gerçekten de insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler, cinnden [tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de onların azgınlıklarını artırırlardı.
Dikkat edilirse “ins” ve “cinn” sözcükleri bu ayette “ins-cin” kalıbında kullanılmamıştır. Bu sebeple her iki sözcük de kendi özgün anlamlarıyla, yani ins sözcüğü “çok iyi tanıdığımız kimseler” ve cinn sözcüğü de “tanımadığımız yabancı kimseler” olarak çevrilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, sûrenin kahramanı olan “cinn“lerin [yabancıların] kendilerini ins olarak, tanımadıkları ve kentlerinde ajan olarak dolaşan yabancıları da cinn olarak nitelemeleridir. Anlaşıldığına göre, sûrenin kahramanı olan “cinn” [yabancı] grubunun tanıyıp bildiği “insten” bazı kişiler, bu grubun tanımadığı [cinnden] bazı kişilere sığınmakta ve onlardan yardım görmekte, akıl almaktadırlar.
RİCÂL:
رجال– Ricâl lügatte “kişiler, kimseler” demektir. Bazıları buradaki rical sözcüğünü özelleştirip sözcükle “vadinin sahibi cinnler“in kastedildiğini iddia etmişlerdir. Nitekim bu ayetlerle ilgili olarak klâsik kaynaklardaki açıklamaların başında, İbn-i Abbas’a atfedilen hayli mantıksız bir bilgi verilmekte ve “cinne sığınma” eylemi bu mantıksız bilgi ile ilişkilendirilmektedir. Verilen bilgi, Cahiliye döneminde Arapların ıssız ve ürkütücü yerlerden geçerken veya böyle yerlerde konaklama yaparken “Bu vadinin sahibi olan cinne sığınıyoruz” dedikleri [40–14] (Râzi; Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’ân) ve bu sayede başlarına gelebilecek kötülüklerden korunduklarına inandıkları yönündedir.
Bize göre cahil Arapların bu inanç ve davranışlarının konumuzla bir alâkası yoktur. Çünkü ayette, kendisine sığınılan cinnin bu sığınanları etkileyip sapıklıklarını arttırdığından bahsedilmektedir. Nitekim 7. ayette de görüleceği gibi, cinn kendisine uyanların inançlarını bozmakta, Allah’ın kimseyi peygamber göndermeyeceğine veya kimseyi ölümünden sonra diriltmeyeceğine inandırmak suretiyle onların sapıklıklarını arttırmaktadır. Dolayısıyla Âyette bahsi geçen “sapıklık arttıran cinn” ile cahil Arapların korku ile sığındıkları “metruk harabelerin var olmayan cinni” arasında herhangi bir ilişki kurmak çok yanlıştır.
Biz, ayette bildirilen bu “inanç bozan cinn“in, Ebucehil, Velîd b. Muğıyre gibi Mekke ileri gelenleri tarafından peygamberimizi etkisiz kılabilmek için çevredeki kentlere, toplumlara gönderilen ajanlar olabileceği kanaatindeyiz.
7. Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine / diriltmeyeceğine inanmışlardı.
Bu ayetteki ظنّ– zann sözcüğü, Arapçanın klâsik kuralı gereği yakin [kesin bilgi] anlamındadır. [40–15] (“Zann” konusu için Bkz: İşte Kur’ân; c: 2, s: 457)
Âyette, insanı rüşde kılavuzlayan Kur’ân’ı dinleyerek hakikati kavramış olan cinnler [yabancılar], kendilerine yabancı olan ama içlerinde faaliyet gösteren karanlık kişilerin neler yaptıklarını, sürekli saçma şeyler ortaya atarak halkı nasıl yanlışa yönelttiklerini açıklamaktadırlar.
Âyette geçen يبعث احداّ– yeb’ase ehaden ifadesini iki farklı anlamda değerlendirmek mümkündür. Çünkü بعث– ba’s sözcüğü “öldükten sonra diriltme” anlamına geldiği gibi, “ölmüş toplumu peygamber göndererek canlandırma” anlamında da kullanılır. Buna göre ifadenin: “Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine inanmışlardı” veya “Allah’ın asla kimseyi diriltmeyeceğine inanmışlardı” şeklinde çevrilmesi ve anlaşılması yanlış olmaz. Ancak, Kur’ân’da toplam olarak 68 yerde geçen ba’s sözcüğü çoğu yerde “Elçi gönderme” anlamına gelmektedir.
(Bakara: 213) İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve …
(A’râf: 103) Sonra onların [o Elçilerin/o toplumların] arkasından Mûsâ’yı ayetlerimizle [mu’cizelerimizle] Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik. Tuttular o ayetlere [mu’cizelere] zâlimlik ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların akıbetleri nasıl oldu!
(Yûsuf: 75) Dediler ki: “Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, o kendisi onun cezasıdır. [o, köle olarak alıkonur] Biz zâlimlere işte böyle ceza veririz.”
(İsrâ: 94) Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine engel olan sebep sadece: “Allah bir beşeri mi Elçi gönderdi?” demeleridir.
8–10. Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. Biz de, yeryüzünde kilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rabbleri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.
Bu ayetlerdeki ifadeden anlaşıldığına göre, Kur’ân dinleyerek gerçekleri görmüş ve imana gelmiş olan yabancılar, özeleştiri yaparak Kur’ân ile tanışmadan önceki durumlarını dile getirmektedirler. Çünkü konuşmacı olan cinn, daha önce müneccimlik yaptıklarını, umutlarını yıldızlardan alacakları bilgilere bağladıklarını, bu amaçla sürekli rasathanelere oturup beklediklerini, ama göklerin yıldızlarla ve meteorlarla dolu olduğunu, bunlara bakarak istedikleri bilgileri elde edemediklerini, sonuç olarak da hiç kimse için yarının ne getireceğini öğrenemediklerini sayıp dökmektedir.
İşin aslı bu olmasına rağmen bu ayet gurubu hakkında mantık dışı açıklamalar yapılmıştır:
Süheyli’nin naklettiğine göre, Şeytân daha önce yedi kat semaya girip çıkıyordu. Îsâ’nın doğumuyla ona üç tanesi yasaklandı. Muhammed’in doğumuyla da yedisinin tamamı yasaklandı. Başka rivayetlere göre de Muhammed Elçi olunca büyük bir meteor yağmuru meydana geldi. Bu, Taif sakinlerini korkuttu. Ama onların kabile reislerinden biri dedi ki: Eğer bunlar, gecenin karanlığında kendilerine bakarak yolumuzu bulduğumuz yıldızlar ise, bu dünyanın sonu demektir. Aksi halde korkmamız gereken, başka bazı şeyler olmaktadır ve Allah bir şey irade etmiştir. [40–16] (M. Hamidullah; Azîz Kur’ân, Cinn Sûresi, 9. Âyetin dipnotundan)
RÂZİ DE ŞUNLARI KAYDETMEKTEDİR:
CİNLERİN GÖĞÜ YOKLAMALARI: Yedinci Nev: Cenâb-ı Hakk’ın, “Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik, fakat onu sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak bulduk” Cinn Sûresi 8. Âyetinin beyan ettiği husustur.
لمس – lems, mess anlamında olup “tecessüs etti, araştırdı, yokladı” manasında istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü dokunan kimse, arayan ve tanımak isteyen kimsedir. Nitekim Arapçada “Dokundu; dokundu, araştırdı…” denilir. Ki, bunun bir benzeri de cess köküdür. Nitekim Arapçada “Onu gözleriyle takip ettiler; onun hakkında tecessüste bulundular” denir. Buna göre ayetin manası, “Biz, semaya çıkıp da oradakilerin sözlerini dinlemek istedik” şeklinde olur. Hares الحرس, tıpkı hadem الخدم kelimesinin hizmetçiler anlamına gelmesi gibi, – el-harrâsu manasında tekil bir isimdir. İşte bundan dolayı müfret olan شديدا – şedîden kelimesiyle nitelenmiştir. Şâyet bunun anlamı gözetilmiş olsaydı, o zaman شدادا –şidâden denilirdi.
GÖKTEN KOVULMALARI: Sekizinci Nev: Cenâb-ı Hakk’ın, Hâlbuki hakikaten biz, dinlemek için, göğün bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat şimdi, kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir şihâbın karşısında bulur “Cinn Sûresi’nin 9. ayetinin” beyan ettiği husustur. Bu ifade, “Biz dinliyorduk, ama şu anda her ne zaman dinlemek istesek şihablarla kovuluyor ve taşlanıyoruz” demektir.
ŞİHÂB: Âyetteki شهابا رصدا – şihâben rasaden tabiri hususunda şu izahlar yapılabilir:
Mukâtil, “Şihâbların taşlaması, meleklerin de gözetmesi ile karşılaşırız” manasını vermiştir.
Mananın böyle olması halinde kelamın takdirinin شهابا رصدا – şihâben rasaden şeklinde olması gerekir. Çünkü (gözetleyiciler) رصد شهابا – şihâben’den başka bir şey olup راصد -râsıd gözetleyen kelimesinin çoğuludur.
Ferrâ da “Kendisini taşlamak için, gözetleyen bir şihab” anlamını vermiştir ki, buna göre رصدا – rasaden kelimesi شهابا – şihaben kelimesinin sıfatı olup mef’ûl anlamında bir mastardır.
رصدا – rasaden kelimesinin ism-i fail anlamında راصدا – r’asıd olması da mümkündür. Çünkü o cinler için hazırlanmış olunca, sanki onları gözetleyen ve bekleyen gibi olmuş olur. Bil ki biz, bu meseleyi, Mülk Sûresi’nin 5. Âyetinin tefsirinde tafsilatlı bir biçimde ele almıştık.
ŞİHÂBLAR Bİ’SETTEN ÖNCE OLUP OLMADIĞI: Buna göre şayet, “Şuhûblar, ” Hz. Peygamber (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesinden önce de vardı. Delili ise şunlardır:
Eski felsefecilerin tamamı, şuhûbların akmasının sebepleri hususunda pek çok şey söylemişlerdir. Bu, bunların Hz. Peygamber (s.a.s)’in nübüvvetinden önce de mevcut olduğunu gösterir.
Andolsun ki en yakın semaya tezyîn ettik. (Mülk Sûresi’nin 5. Âyeti) Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrede yıldızların yaratılması hususunda iki gayeden, yani tezyîn ve Şeytânların taşlanmasından bahsetmiştir.
Bu akma batma işi cahiliye şiirinde de yer almıştır. Nitekim Evs b. Hicr “Derken, peşinden, yağmuru sicim sicim eleyen bir birikintisi gelen bir inci gibi kayıverdi, akıverdi” derken, Avf b. el-Hır o da, “Kervan bize, sevgilisiz geliyor. Ya da, kendisini kanın izlediği bir inci gibi burûcun (batımı)” beytinde yine şihabdan bahsetmiştir.
Zührî de, Ali İbn Hüseyin’in İbn Abbas’tan şunu rivâyet ettiğini söylemektedir:
“Bir gün Allah’ın Resulü, Ensâr’dan olan bir topluluk içinde oturuyordu. Derken, bir yıldız aktı da etrafı aydınlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), “Sizler bu gibi şeyler hakkında cahiliyye döneminde ne derdiniz?” diye sorunca, onlar da, “Bizler, (herhalde şu anda), “Büyük bir zat doğdu veya öldü derdik” dediler. Biz bu hadisi, Cenâb-ı Hakk’ın Mülk 5. Âyetinin tefsirinde sonuna kadar yazıp ele almıştık.
Bunlar sözlerine devamla şöyle demektedirler: Bütün bu sebeplerle, ‘şuhub’un Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilmeden önce de mevcut olduğu sabit olmuştur. Binaenaleyh, bu hadisenin Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesine tahsis edilmesinin manası ve hikmeti nedir denilirse, buna şu iki mukaddime ile cevap verebiliriz:
Birinci Mukaddime: Bu şihablar Hz. Peygamber (s.a.s)’in peygamber olarak gönderilmesinden önce mevcut değildi. Bu, İbn Abbas (r.a) ile Ubeyy İbn Ka’b’ın görüşüdür. Ibn Abbas’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Cinler göğe çıkıyor ve vahyi dinliyorlardı. Fakat onlar (gökten) bir kelime duyduklarında, ona dokuz tane de ilavede bulunuyorlardı. O tek kelime doğru ve haktı. Ama ilaveler, bâtıl [yalan] idi. Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, o Şeytânlar [cinler] gökte oturup vahiy dinledikleri o yerlerden kovuldular. Bundan önce ise, o yıldız (kaymaları) görülmüyordu. Bunun üzerine İblis, onlara, “Bu ancak yeryüzünde meydana gelen (önemli) bir hadiseden dolayı olmuştur” dedi ve askerlerini, araştırmak için dört bir tarafa gönderdi. Derken onlar, Resûlüllah (s.a.s), ayakta namaz kılıyorken buldular gördüler…”
Ubeyy b. Ka’b (r.a) da şöyle demiştir: “Hz. Îsâ (a.s) göğe kaldırıldığından beri, hiç yıldızla taşlama olmadı. Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, yıldızlarla taşlama başladı. Böylece Kureyş, daha evvel görmediği bir hadiseyi görmeye başladı. Dolayısıyla da, “Artık dünyanın sonudur” zannıyla, hayvanlarını salıvermeye, kölelerini azad etmeye başladı. Bu durum, onların büyüklerinden birine ulaştı ve o, “Bunu niçin yaptınız?” deyince, onlar da, “Yıldızlar atıldı [kaydı] ve onları gökte birbiriyle çarpışıyor olarak gördük” dediler. Bunun üzerine o, “Sabredin. Eğer bu bilinen bir yıldız ise, zaman insanların yok edileceği zamandır. Yok, eğer bilinmeyen bir yıldız ise, ortada yeni meydana gelen bir hadise vardır” dedi. Onlar da araştırmaya başladılar ve (koyan-çarpan) o yıldızın, tanınmayan bir yıldız olduğunu anladılar. Durumu o adama haber verdiler. Bunun üzerine o, “Hüküm vermekte acele etmeyin. Böyle bir şey, yeni bir peygamber geldiğinde olabilecek bir şeydir” dedi. Aradan çok geçmeden Ebû Süfyan, mallarının başında olarak geldi ve o topluluğa, Muhammed b. Abdullah (a.s)’ın ortaya çıkıp kendisinin peygamber olarak gönderildiğini [vazifelendirildiğini] iddia ettiğini haber verdi.”Belki de bu kimseler, evvelki semavî kitapların tahrif edildiğini söylemişler; Şeytânları yıldızlarla taşlama mu’cizesini, sonrakilerin bu kitaplara kattıklarını mı iddia etmişlerdir. Keza cahiliyye devrine ait nakledilen şiirlerin ise uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir.
ŞİHABLARIN ARTIRILMASI: İkinci Mukaddime: Doğruya en yakın görüşe göre, bu şihablar, Hz. Peygamber (s.a.s)’den önce de mevcuttu. Fakat o, peygamber olarak gönderildikten sonra iyice artırılmış ve en mükemmel, en güçlü hale gelmiştir. İşte bu, Âyetin lafzının kendisine delalet ettiği görüştür. Çünkü Âyette, “Fakat onu, sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak buldular” buyrulmuştur ki, bu, sonradan meydana gelen hususun doldurma ve çoğaltma olduğunu gösterir. Âyetteki, “Hâlbuki hakikaten biz, dinlemek için onun bazı kısımlarında, oturacak yerler bulup oturuyorduk” cümlesi de aynı manayı ifade etmekte olup “Biz orada, bazı oturma yerlerini, bekçilerden ve şihablardan boş olarak buluyorduk. Ama şu anda bütün oturma yerleri doldu” demektir. Buna göre, cinleri belde belde dolaşıp bu hadisenin sebebini araştırmaya sevk eden şey, şihablarla püskürtmenin iyice artması ve kendilerinin kulak hırsızlığından tamamen menedilişleridir.
Dokuzuncu Nev (çeşit): Hak Teâlâ’nın şu Âyetinin beyan ettiği şeydir:
(Cin Sûresi’nin 10. Âyeti). “Doğrusu biz, yerdekiler için bir şer mi murÂd ediliyor, yoksa Rableri onlar için bir hayır mı murad ediyor, bilmiyoruz” [40–17] (Razi Mefatihu’l-Gayb)
LEMS:
لمس – Lems sözcüğü “dokunmak, elle yoklamak” [40–18] (Lîsânü’l Arab; c.8, s.125 lms mad.) demektir. Dokunmak eylemi genellikle bilgi almak, bir nesnenin sertlik, yumuşaklık, sıcaklık, soğukluk yönünden niteliğini öğrenmek amacıyla yapıldığı için, sözcük burada mecazen “bilgi almak maksadıyla gökteki yıldızlarla kurulan temas“ı, yani yıldızların incelemeye alınmasını ifade etmektedir.
EL’AN (ŞİMDİ) :
Bu sözcük gökyüzü için değil, “cinn“ler [yabancılar] için kullanılmış olup onların iman etmiş hâllerini ifade etmektedir. Yani, eskiden, gerçek imana ermeden, Allah’ı tanımadan, tevhidi öğrenmeden önce, yıldızlara bakarak bir takım hesaplarla gaybe ait bilgileri öğrendiklerini iddia eden kâhinler tarafından kandırılan bu grup, şimdi, dinledikleri Kur’ân sayesinde hem Allah’ı tanımışlar hem de kâhinlerin yıldızlardan bir şey öğrenemediklerini ve onların sadece yalan söylediklerini anlamışlardır. Çünkü kâhinlerin (şimdiye kadar) herkesi, Allah’ın gökte melekleri ile sohbet ettiği, yarının [geleceğin] kimin için iyi, kimin için kötü olacağını konuştuğu, onlarla beraber plan program yaptığı masallarıyla uyuttukları ve gökte yapılan bu plânların emirleri altındaki cinnler tarafından kulak hırsızlığı yapılarak, yani kimseye çaktırmadan dinlenerek kendilerine aktarıldığı palavrasıyla sömürdükleri, Kur’ân sayesinde ortaya çıkmıştır. Şimdi artık Kur’ân dinleyenler bilmektedirler ki, gayb bilgisi sadece Allah’a mahsustur ve bu bilginin Allah’ın izni dışında öğrenilmesi asla mümkün değildir.
Gizlice dinlemek suretiyle gaybden haber alındığı yalanıyla yapılan sahtekârlık Hicr Sûresi’nin 16–18. ve Sâffât Sûresi’nin 6–10. ayetleri. içinde de söz konusu edilmiştir. Gerçi Hicr ve Sâffât sûrelerindeki kulak hırsızları Kur’ân’da “Şeytân-ı Racîm [İblis]” ve “Şeytân-ı marid” olarak nitelenmiştir ama konuyu suiistimal edenler bunları da duyum almak için oturulan yerlere oturan cinnlerle aynı telâkki etmişlerdir. Bu sebeple, aslında Hicr Sûresi’nin 16–18. ayetleri hakkında yaptığımız açıklamaları içeren bir yazımızı burada dikkatlerinize sunuyoruz:
KULAK HIRSIZLIĞI YAPAN ŞEYTÂNLAR:
Bu konu Kur’ân’da Hicr Sûresi’nin 16–18. Âyetleri ile Sâffât Sûresi’nin 6–10. Âyetlerinde yer almaktadır. Mevcut meal ve tefsirlerin hemen hepsi konuyu aşağı yukarı aynı anlam doğrultusunda açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi bu ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih sayılmaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş hikâyelere ters düşmesin diye bazı dilbilgisi kurallarını ihmal etmeye veya bilerek yanlış kullanmaya artık gerek kalmamıştır.
Yukarıda sure ve numaraları verilen ayetler, eski tefsircilere göre Müteşabih sayıldığı için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl dışı, hatta din dışı açıklamalar ve inançlar ortaya çıkmıştır. Yanlışların görülmesi bakımından bu inançların kısaca özetlenmesi yararlı olacaktır.
Güya Kur’ân inmeye başlamadan önce Şeytânlar diledikleri gibi göklerde dolaşır, meleklerin arasına sızarak onların Allah’tan öğrendikleri geleceğe/gaybe ait bilgileri kapar, bu bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere aktarırlarmış. Kâhinler de Şeytânlardan aldıkları bu bilgileri halka anlatırmış. Böylece peygamberler ile Şeytânlar arasında bir sürtüşmedir gidermiş. Bazılarına göre o zamanlar gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre ise yıldızlar varmış ama kovalamaca işi yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve Şeytânlar gökyüzüne sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler öğrenmek için onların aralarına sızmaya çalışırmış. Meleklerin arasına sızmaya çalışan bu Şeytânlara yıldız fırlatılırmış ve alev topu halinde üzerilerine gelen yıldızı gören Şeytânlar gerisin geri dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış. Yalnız bu inançta net olmayan bir nokta varmış: “Acaba yıldızlar yeni mi yaratılmış yoksa eskiden beri varmış da Şeytânlara karşı silâh olarak yeni kullanılmaya mı başlanmış?”
İbn-i Abbas’a göre, Şeytânlar önceleri göğe çıkmaktan menedilmemişti. Bundan dolayı göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve bu haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Kâhinler de aldıklarına dokuz daha katarak bunları yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Anlattıkları kelimelerin dokuzu batıl birisi hak idi. Îsâ peygamber doğunca, onlar üç kat gökten menedildiler. Peygamberimiz doğunca da bütün göklerden menedildiler. Dolayısıyla bu Şeytânlar, kulak hırsızlığı yapmak istediklerinde, ateş parçaları ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar. [40–19] (Râzi Mefatih ul Gayb ve Kurtubi el-camiu li-ahkami- Kuran (Hicr Sûresi tefsiri, İmam,)
Bu konu en teferruatlı biçimiyle Kurtubi’de yer almıştır.
Yukarıda özetlediğimiz inançlar ve özellikle İbn-i Abbas referanslı açıklamalar doğrultusunda konuyla ilgili ayetlerin Türkçeye nasıl çevrildiğinin tipik örneği, Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır’ın mealidir:
(Hicr 16–18) Andolsun biz, gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onu süsledik. Ve göğü taşlanan bütün Şeytânlardan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden Şeytân hariç, onu apaçık bir alev sütunu takip eder. (Elmalılı Meali)
(Sâffât 6–10) Gerçekten biz dünya göğünü [o yakın göğü] bir ziynetle, yıldızlarla süsledik. Onu her inatçı Şeytândan koruduk. Onlar yüksek [melekler] topluluğunu dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar. Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Onu da yakıcı bir alev takip eder. (Elmalılı Meali)
Bizim bu ayetler hakkındaki görüşümüz ve yaptığımız çeviri ise aşağıdadır:
(Hicr: 16–18) Hiç kuşkusuz, gökte burçlar oluşturduk ve seyredenler için onu süsledik. Ve onu Şeytân-ı Racîm’in hepsinden koruduk; az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alev takip edenler hariç.
18. Âyetin, 17. Âyetin devamı olması münasebetiyle iki Âyeti tek bir cümle hâlinde ifade dersek cümle şöyle şekillenir:
“Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytân-ı Racîm’lerden koruduk.”
Yani sema azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki tüm Şeytân-ı Racîm’lere kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.
(Sâffât: 6–10) Gerçekten biz en alt semayı ziynetlerle; yıldızlarla süsledik. Asi inatçı Şeytânın tümünden koruduk; onlar mele-i a’lâya hiç kulak vermezler ve her taraftan taşlanırlar, kovulmak için… Ve onlara sürekli azap vardır, ancak bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip eden hariç.
7–10. Âyetler tek bir cümle olduğu için, onlar da tek cümle hâlinde şöyle ifade edilebilir:
Biz semayı, mele-i a’lâdan bir kırıntı kapan ve kendisini şihâb-ı sâkıp takip edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a’lâya hiç kulak vermeyen ‘şeytân-ı mârid’in tümünden koruduk.
Âyetin özetini alırsak; gökyüzü “Şeytânı marid’e” kapalı olup mele-i a’lâdan azıcık bilgi kırıntısı sağlayan ve kendini delici alevin takip ettiklerine açıktır.
Âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, ayetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımları gerekmektedir:
BURÛC:
Âyette geçen بروج – burûc sözcüğü, burç sözcüğünün çoğuludur. Burç = yüksek köşk demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de burç adı verilmiştir. [40-20] (Lîsânü’l Arab; c.1, s.369-370. brc mad.) Âyette çoğul olarak kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burûcun olduğu anlaşılır. Bazı tefsirciler on iki burûcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova… burçları olarak adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji [evrenbilim] ve astronomi [gökbilim] tam kemale ermediğinden, burçların sayısını kesin ifade etmenin doğru olmayacağı kanaatindeyiz.
ŞEYTÂN-I RÂCİM VE ŞEYTÂN-I MÂRİD: RACÎM:
رجيم – Racîm sözcüğünün mastarı رجم – recm olup bu sözcüğün ilk anlamı قتل – gatl = öldürmek demektir. Öldürmeye recm denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi taşlamak suretiyle öldürmeleridir. Sonraları her öldürme işine recm denilir olmuştur. Kur’ân’da yeri olmamasına rağmen zina suçlularına verilen cezanın adı da buradan gelmektedir. Ne var ki, Recm ve türevleri Kur’ân’da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir yerde bu anlamda kullanılmamıştır.
“Öldürmek” anlamı dışında recm sözcüğü şu anlamlarda da kullanılır olmuştur: “Taş atmak, lânet etmek, sövmek, yermek, hicran, “tart etmek, kovmak, zan ve zanna dayalı söz söylemek.” [40–21](Lîsânü’l-Arab, Cilt 4, s.90).
Bu anlamların hepsi de uygun görülerek Şeytân’a -İsm-i Mef’ul anlamıyla- “taşlanmış Şeytân, lânetlenmiş Şeytân, kovulmuş Şeytân, sövülmüş Şeytân” denilmiştir.
MÂRİD:
مارد – Mârid sözcüğü, “azgın, karşı çıkan, inat ve isyanda benzerlerinden çok ileri giden” demektir. Sözcüğün mübalâğa kalıbına sokulmuş olan مريد – merid şeklindeki bir başka türevi Şeytân-ı merîd olarak Hacc Sûresi’nin 3. ve Nîsâ Sûresi’nin 117. Âyetlerinde geçmektedir. Sözcüğün geçmiş zaman kipiyle farklı bir kullanımı da مردوا على النّفاق – Meredû’ ale’n-nifâgı = Münafıklık üzerine inatlarını sürdürdüler şeklinde Tövbe Sûresi’nin 101. Âyetinde yer almıştır. Mârid’i sözcüğünün mastarı olan مرد – merd sözcüğünün türevleri, kendi öz anlamı ekseninde olmak üzere, farklı kalıplarda değişik anlamlar kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi, معرّى – soymak, soyunmuşluk anlamıdır. Araplar, yapraktan soyunmuş, yaprağı olmayan ağaca şecerün emred, bitki bitmeyen kumluklara remletin merdâi, sakalı bitmeyen köseye de emred derler. [40–22] (Lîsânü’l- Arab, cilt 8, s. 247-250) . تمرّد – Temerrüt = uzun bir süre inat etme sözcüğü de aynı kökten türemedir.
Mârid sözcüğü “soymak, soyunmuşluk, çıplaklık” anlamıyla değerlendirildiğinde Şeytân-ı mârid; ism-i mef’ul anlamıyla “hayırlardan, güzelliklerden soyunmuş Şeytân”; ism-i fail anlamıyla da “hayırlardan, güzelliklerden soyan Şeytân” demek olur. Bu anlam A’râf Sûresi’nin 27. Âyetinde farklı bir üslûp ile kullanılmıştır.
Mârid sözcüğü ile İblis’e yakıştırılan “inat ve isyanda çok ileri gitme” sıfatı, Kur’ân’da anlatılan olaylardaki İblis’in [Şeytân-ı Racîm’in] davranışları ile birebir örtüşmektedir. “İblis’e ‘Âdem’e secde et [boyun eğ!]” denildiğinde secde etmeyerek isyan etmiş, kendisine yapma denileni yapmış, yap denileni yapmamış, Âdem’i yaklaşılması yasaklanan ağaca yaklaştırmıştır.
ŞİHÂB-I MÜBÎN ve ŞİHÂB-I SÂKIB:
Şihap sözcüğü, bildiğimiz odun ve ot alevidir [40–23] (Lîsânü’l-Arab; c.5, s. 213, 214) Sözcük Hıcr Sûresinde şihâb-ı mübîn = açık, parlak alev şeklinde, Sâffât Sûresinde ise şihab-ı sakıp = delici alev şeklinde kullanılmıştır. Her iki kullanış şekli birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerde sözü edilen alevin “delici ve parlak” olduğu anlaşılmaktadır.
Bu delici, parlak alev; bize göre, bu ifadelerin geçtiği ayetlerdeki fe-etbe’ahü = kendisini izler, kendisinin arkasından gelir fiilinin de ipucu olmasıyla bir uzay roketinin arkasındaki alevdir.
Geçmiş zaman tefsircileri ayetlerdeki bu ifadeleri “yıldız kayması, meteor düşmesi” olarak açıklamışlar ve yıldızlar ile meteorların, ne olduğunu anlayamadıkları Şeytânların arkasından bir top mermisi gibi fırlatıldığına inanmışlardır. Ama bu bombardımanın sonucuyla ilgili olarak Şeytânların bu parlak, delici alevlerden kurtulup kurtulamadıklarına, ölüp ölmediklerine dair bir yorum yapamamışlardır.
AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERME [KULAK HIRSIZLIĞI]:
Hıcr Sûresi’nin 18. Âyetindeki isteraga fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiştir. Bu fiil Kur’ân’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali olan seraga’nın anlamı “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptan anlamı ise “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir. [40–24] (Lîsânü’l-Arab c.4. s.565) Yani istirâg [hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek] demektir.
Bu fiil konumuz olan ayette من استرق السّمع – Men isteraga’s-sem’a = sem’a kulak kabartan cümlesi içinde yer almıştır. Burada sem’ sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, isteraga fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) “dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen” demektir.
Diğer taraftan cümlede geçen sem’ sözcüğü vahyi yani Kur’ân’ı işaret etmektedir. Bu yargıya ise aşağıdaki ayetler delâlet etmektedir:
(Mülk: 10) Ve yine derler ki: “Eğer kulak vermiş olsaydık veya akıl etmiş olsaydık, sair / cehennem halkı arasında olmazdık.”
(Furgân: 44) Yoksa onların çoğunu vahye kulak verir veya akıl eder mi sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibidirler, hatta gidişatça daha sapıktırlar.
Bu konu ile ilgili olarak ayrıca şu ayetler de tetkik edilebilir:
A’râf Sûresi’nin 100 ; Yûnus Sûresi’nin 67 ; Nahl Sûresi’nin 65–69 ; Rum Sûresi’nin 21–24 ; Secde Sûresi’nin 26 ; Enfâl Sûresi’nin 21–22 ; Kehf Sûresi’nin 101 ; Kaf Sûresi’nin 37. Âyetlerine bkz.
Hıcr Sûresi’nin 18. Âyetindeki isteraga fiili, Sâffât Sûresi’nin 10. Âyetinde men hatıfe’l-hatfete = bir kırıntı kapan diye açıklanmıştır.
MELE-İ A’LÂ:
“Dolmak” anlamına gelen mil sözcüğünden türemiş olan mele sözcüğünün ilk anlamı “dolu olan [depo]” demektir. Sonraları reisler, başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri için de mele denilir olmuştur. Bunlara mele denilmesinin sebebi, kendilerinin ihtiyaç duyulan “bilgi, deneyim ve anlayışla dolu” olmalarıdır. Sözcük bu anlamıyla Kur’ân’da 28 kez geçmektedir.
Araplar ayrıca “ahlâk“a da mele demektedirler [40–25] (Lîsânül Arab c.8 s.344-346)
Eski tefsirciler mele sözcüğünün; “reisler, ileri gelenler [konsey], erdemliler” demek olan mecâz anlamını esas almışlar ve sözcüğün a’lâ = yüce sıfatıyla birlikte kullanıldığı el-melei’l-a’lâ deyimine yüce konsey” demişlerdir. Ancak bu “yüce konsey”in ne olduğu ve kimlerden oluştuğu konusunda sağlam bir kanıt olmadığı için, bunun “göklerdeki melekler”, mukarrebûn [Allah’a en yakın olan melekler] olduğunu söylemişlerdir. Böyle olunca da, ayetlerde kulak hırsızlığı yapmaya çalışan Şeytânların bu meleklerin konuşmalarını dinlemek için göklere çıkmaya kalkıştıkları ve kayan yıldızlarla bombardımana tabi tutularak oradan kovuldukları yorumuna gitmişlerdir.
Bize göre, sözlük anlamı “yüce dolular [yüce depo]” olan “mele-i a’lâ” sözcüğü “vahiy“dir, Kur’ân ayetleridir. Çünkü Kur’ân, insanlığa lazım olabilecek her şeyi içermektedir, insanoğlunun ihtiyaç duyacağı tüm bilgilerle dopdoludur. Kur’ân’ın içindekiler önemsiz şeyler olmayıp en değerli ve yüce şeylerdir.
Mele-i a’lâ ifadesi Kur’ân’da bu ayetten başka bir de Sâd Sûresi’nin 69. ayetinde geçmektedir. Bu ayetin iyi anlaşılabilmesi için önünü ve arkasını birlikte ele almak gerekir:
(Sâd: 65–70) De ki: “Ben sadece bir uyarıcıyım. O Vahid ve Kahhâr Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbidir O. Azîz ve Gaffârdır…”De ki: “Büyük bir haberdir o. [Kur’ân] Yüz çevirip duruyorsunuz ondan. Tartışıp durdukları mele-i a’lâya dair benim hiçbir bilgim yoktu. Bana sadece açık bir uyarıcı olduğum vahyediliyor.”
Görüldüğü gibi, mele-i a’lâ ifadesi bu ayette de Kur’ân anlamında kullanılmıştır. Zira tartışılan Kur’ân’dır ve kendisine vahiy gelene kadar peygamberimizin Kur’ân hakkında hiçbir bilgisi yoktur.
Yukarıdaki bilgiler ışığında her iki sûrenin ayetleri birlikte değerlendirildiğinde, Sem’a kulak kabartmak, Mele-i a’lâdan bir kırıntı kapmak, Kur’ân’dan azıcık da olsa istifade edebilmektir denebilir.
Mele-i a’lâdan bir parça koparmakla [vahye kulak kabartmakla] elde edilenin ne olduğuna gelince: Kur’ân’da kozmolojiye ve astronomiye ait birçok ayet vardır. Çağımızda bunlar eski çağlara göre binlerce kat daha iyi anlaşılmakta ve bu ayetlerin her biri günümüzde taze birer mu’cize olmaktadır. Bu ayetlerden bir tanesi de şudur:
(Rahmân: 33) Ey ins ve cinn topluluğu! Göklerin ve yeryüzünün çaplarından aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa hemen aşın geçin. Ancak üstün bir güç [sultân] ile geçebilirsiniz.
Âyette konu edilen sultân [üstün güç] bilim ve teknolojidir. Şihab-ı sakıb, mübin /delici parlak alev ise sultân’ın bir göstergesi, işaretidir. Böyle bakıldığında, Âyetteki delici /parlak alevin bir roket alevi olduğu, bu teknolojik güçle gökyüzüne çıkılabileceği yorumu yapılabilir. Bu ayet, istisnalı bir cümledir ve devamı olan ayette Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? diye sorulmak suretiyle insanlara “Gidin görün bakalım! O gördükleriniz karşısında “Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabileceksiniz?” denilmektedir. Âyetin bu ifadesi insanlara acziyetlerini hatırlatan bir meydan okuma olduğu kadar, “Bu üstün güce sahip olursanız semavat ve arzın çaplarından çıkabilirsiniz, ama bu üstün güce sahip olmazsanız bunu başaramazsınız” diyen bir yol göstermedir de…
İLLÂ İSTİSNA EDATI:
Konumuz olan pasajlardaki Hicr Sûresi’nin 18 ve Sâffât Sûresi’nin 10. Âyetlerinde illâ istisna edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisna edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmış olmaktadır. Âyetleri birlikte değerlendirirsek, anlam da “semayı… Şeytândan koruduk; ancak vahye kulak veren [mele-i a’lâdan bir parça alan] ve kendisini şihâbın takip ettiği kişilerden korumadık” demek olur.
Üzülerek belirtmek gerekir ki, mevcut meal ve tefsirlerde bu inceliğe dikkat edilmemiştir. Âyetlerdeki illâ edatı yokmuş gibi davranılmış ve men ism-i mevsulü şart edatı kabul edilerek cümleye şart cümlesi anlamı verilmiştir: “Kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir.”
Aslında eski tefsircilerin bu istisna cümlesinin gerçek anlamını havsalalarına sığdıramamış olmaları da güçlü bir ihtimaldir. O dönemlerde bir insanın gökyüzüne çıkılabileceğini ama bunun ancak arkasında parlak ve delici alevi olan bir makineyle başarılabileceğini algılaması mümkün değildi. Çünkü o günkü bilgi ve teknoloji buna imkân vermemekteydi.
Sonuç olarak bizim düşüncemiz şudur: Ham fikir, uzay ile ilgili bir şey üretemez. Ama insan Kur’ân’dan bir şeyler kaparak ham fikri tefekkür boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu yani roket yapabilir ve onunla semaya gidebilir. Ona artık gökyüzü açıktır.
11. Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı Sâlihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz çeşit çeşit yollarda idik.
Kur’ân’ı dinlemiş ve inanmış olan cinn [yabancı] gurubunun özeleştirisi bu ayette de devam etmektedir. Toplumda “düzgün” nitelikte olanların da, bu nitelikten mahrum olanların da var olduğu belirtilerek toplumun kendi içinde bir takım yollara, mezheplere, meşreplere ayrılmış olduğu, aralarında birlik beraberlik olmadığı itiraf edilmektedir.
Toplumda her zaman kötülerin arasında düzgün kişilerin de olacağı, A’râf Sûresinde de bildirilmişti:
(A’râf: 168) Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. Onlardan bir kısmı Sâlihlerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve onları Biz, iyiliklerle ve kötülüklerle belâlandırdık [imtihan ettik] ki belki dönerler.
GIDED:
قدداً– gıded sözcüğünün esas anlamı “köseleden yapılan sicim” [40–26] (Lîsânü’l Arab; c.7, s. 259 kdd mad.) demektir. Bu sözcükle ayette “birbirine karışmayan, bulaşmayan, birbiriyle uzlaşmayan fırkalar, guruplar, hizipler, klikler“ kastedilmiştir.
12–13. Ve kesinlikle, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmakla da O’nu asla âciz bırakamayacağımızı iyice anladık. Ve biz o kılavuzu [Kur’ân’ı] dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan korkmaz.
Buradaki zann sözcüğü de -tıpkı 7. ayetteki gibi- Arapçanın klâsik kuralı gereği “yakîn [kesin bilgi]” anlamındadır.
Bu ayetlerden, Kur’ân dinlemiş olan yabancı grubun Kur’ân’ı iyice özümsediği, Allah’tan kaçmanın imkânsızlığını ve mutlaka O’na dönüleceğini kavradığı, Allah’a teslim olanın mutlaka bahtiyar olacağına ve haksızlığa uğratılmayacağına kesinlikle inandığı anlaşılmaktadır.
Düzgün kimselerin haksızlığa uğratılmaması “Sünnetullah“ın gereğidir. Bu durum Kur’ân’da çeşitli vesilelerle ifade edilmiş, Tâ-Hâ Sûresinde de bağımsız bir ayet olarak bildirilmiştir:
(Tâ-Hâ: 112) Ve her kim mümin olarak Sâlihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.
Yukarıdaki ayetlerin içeriğinden anlaşılmaktadır ki, söz konusu cinn [yabancılar] grubunun peygamberimizden dinlediği ayetler, rivayetçilerin ileri sürdükleri gibi sadece namaz kıldırırken okuduğu Fatiha Sûresinden ibaret değildir. “Anladık, inandık” demeleri, onların o güne kadar inmiş ayetlerin hepsini ya da pek çoğunu dinlediklerini göstermektedir. Aksi hâlde bu derece bir bilince ermeleri mümkün değildir.
14–15. Ve gerçekten biz; [bize gelince, bizim durumumuz ise] Müslümanlar bizdendir, zâlimler de bizdendir. Ama kimler teslim olduysa, [Müslüman olduysa] işte onlar rüşdü [doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi] arayanlardır. Ama zâlimlere gelince, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.
GIST:
14–15. Âyetlerde “zâlimler” olarak çevirdiğimiz – القاسطونqâsitun sözcüğü adalet ve zulüm için de kullanılabilen bir sözcüktür. Zıt anlamlara gelebilen bu tür sözcüklere Arapçada “ezdâd” denir. Bu özelliğinden dolayı qâsitun sözcüğünün “adil olanlar” anlamında çevrilmesi de mümkündür. Bu sözcüğün hangi yerde hangi anlamda olduğu, içinde geçtiği konudan anlaşılır. Sözcüğün burada “zâlimler” olarak çevrilmesi, 14. ayette “Müslümanlar” sözcüğünün karşıtı olarak yer alması sebebiyledir. Sözcüğün bu özelliğine örnek olması bakımından, klâsik eserlerde yer alan bir metni, Râzi’nin anlatımıyla dikkatlerinize sunuyoruz:
SAÎD B. CÜBEYR İLE HACCAC: Sa’îd b. Cübeyr’den rivâyet edildiğine göre, Haccâc, öldürmek istediği zaman ona, “Benim hakkımda ne dersin?” demiş. Sa’îd de, “Sen gâsıt ve âdilsin” demiş. Bunun üzerine oradakiler, Sa’îd b. Cübeyr’in onu âdil ve insaflı olarak nitelediğini sanarak “Ne güzel söyledi!” deyince, Haccâc, “Ey cahiller, o beni zâlim ve müşrik diye tavsif etti” demiş. Zâlim olma ile ilgili olarak Hak Teâlâ’nın Zülmedenlere gelince, … (Cin Sûresi’nin 15. Âyeti) müşrik olma ile ilgili olarak da “Hem sonra o kâfirler rablerinden udûl ederler, dönerler” (Enam Sûresi’nin 1. ayetini okumuştur.) [40–27] (Râzi; Mefatihu’l-Gayb)
Ayrıca ‘udl sözcüğünün de –gıst sözcüğü gibi- “ezdad’dan” olduğunu belirtmek gerekir. Adalet ve gıst sözcükleri ile ilgili detay, Yûnus Sûresi’nin 4. ayetinin tahlilinde verilmiştir.
14–15. ayetlerde, söz konusu yabancı gurubun kendi memleketlerindeki arkadaşlarına yaptıkları konuşmanın son bölümü anlatılmaktadır. Bu konuşma dikkatle incelendiğinde, Kur’ân’ın rüşde; iyiye, doğruya, güzele ne ölçüde kılavuzladığı iyice anlaşılır.
Bu konuşmada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da konuşmayı yapanların peygamberden hiç bahsetmeyişleridir. Bu konuşmanın yer aldığı pasaj tamamen Kur’ân eksenlidir ve konuşmayı yapanlar da Kur’ân’dan başka kılavuz olmadığını, olamayacağını öğrenmişler ve Hüda’ya, gerçek kılavuza yönelmişlerdir. Konuşmanın sonunda geçen zâlimler sözcüğü ile öncelikle “şirk koşanlar” kastedilmektedir. Çünkü zulüm, pek çok ayette “şirk koşmak” olarak açıklanmıştır.
CEHENNEME ODUN OLMAK:
Bu ifadeden, müşriklerin cehennemde bizzat yanmakla kalmayıp başkalarını yakacak ısının da kaynağı olacakları anlaşılmaktadır.
(Bakara: 24) Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun.
(Tahrim: 6) Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi, [yakınlarınızı] yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateş’ten koruyun. Onun üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır.
Klâsik eserlerde “cinn zaten ateşten yaratılmıştı, ateş ateşi yakar mı?” sorusuna cevap aranmış ve olmadık zorlama açıklamalara yer verilmiştir. Ancak bize göre sûrede bahsedilen “cinn“, Mekkelilere yabancı olan insanlar olup ateşten yaratılmış olan “cann” değildir. Bu nedenledir ki, söz konusu zorlama yorumların naklini gereksiz görüyoruz.
16–17. Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından / Rabbinin zikrinden [Kur’ân’dan] yüz çevirirse O da onu, gittikçe yükselen bir azaba sokar.
Kur’ân dinleyen “cinn” gurubunun yaptığı konuşma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 15. ayetle son bulmuştur. Ancak 16. ayetin başındaki و– vav bağlacı, 1. ayetteki ennehü’s-teme’a… üzerine atfedilmek suretiyle bu ayetlerin de ilk 15 ayetlik pasajın devamı olduğu kabul edilmiştir. Ancak biz bu görüşe katılmıyoruz. Dikkat edilirse 16. ayette eğer onlar diye üçüncü şahıs zamiri kullanılmış, açık isimler verilmemiştir. O halde öncelikle onlar zamiri ile kastedilenlerin kim olduklarını bulmak gerekir. Kanaatimiz onlar’ın Sûrenin 1–15. Âyetlerindeki konuşmayı yapan “cinn” grubu olmadığıdır. Çünkü söz konusu edilen “cinn” grubu Kur’ân dinleyerek imana gelmiş ve doğru yolu bulmuş kimselerdir. Oysa bu ayetlerde konu edilen onlar, henüz doğru yolu bulamamışlardır.
Bize göre bu ayetler Cinn Sûresinden bir önceki Sûre olan A’râf Sûresi’ndeki 179–188. ayetlerden oluşan paragrafın devamıdır. Bu ayetlerin A’râf Sûresi’ndeki paragrafa eklenmesi hâlinde söz akışı aşağıdaki gibi olmaktadır:
Ve Andolsun ki, cinnden ve insten birçoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin [duyarsızların] ta kendileridir.
Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler.
Yine Bizim yarattıklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.
Ve Âyetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri yönden derece derece [yavaş yavaş] helâke yaklaştıracağız.
Ben onlara mühlet de veririm. Muhakkak ki Benim plânım pek çetindir.
Ve onlar arkadaşlarında hiç bir deliliğin/cinlenmişliğin bulunmadığını hiç düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.
Ve onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına, Allah’ın yaratmış olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar?
Allah kimi saptırırsa, artık ona kılavuz diye bir şey yoktur. Ve O, bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir hâlde bırakır.
Sana, Saat’ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
De ki: “Ben kendi kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye Mâlik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.”
Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından/Rabbinin zikrinden [Kur’ân’dan] yüz çevirirse, O da onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.
16. Âyetteki Eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik ifadesinden, aslında insanların cennete girmelerinin istendiği ve doğru yola girdikleri takdirde kendilerine büyük fırsatlar verilerek yardım edileceği anlaşılmaktadır. Kur’ân’da bu tarz özendirme mesajları veren birçok Âyet vardır:
(Mâide: 65–66) Ve hiç kuşkusuz eğer kitap ehli iman etmiş ve takva sahibi olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık. Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât’ı, İncîl’i ve kendilerine Rabblerinden indirileni [Kur’ân’ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi. [besleneceklerdi] Onlardan bir kısmı aşırı olmayan bir ümmettir. Onlardan çoğunun da yapmakta oldukları ne kötüdür!
(Talak: 2–3) İşte bununla, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah’tan saygıyla sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızklandırır. Kim de Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip, gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır. [koymuştur, belirlemiştir]
(Nûh: 10–12) Sonra dedim ki: “Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın, size mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın.”
(A’râf: 96) Ve eğer o kentlerin ehli [halkı] inansalardı ve takva sahibi olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık; Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları kazanmakta oldukları şeyler sebebiyle [yaptıklarına karşılık] yakalayıverdik.
Âyetteki bol bir su verirdik ifadesi “bolluk, bereket verirdik” anlamındadır. Toprağın yetiştirdiği tüm ürünler için su her şeyin başında geldiğinden, “dünya malı, dünya nimeti” bol bol su ifadesi ile anlatılmıştır. Çünkü Arabistan gibi sıcak yörelerde, insanların geçimleri büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayalıdır ve böyle coğrafyaların insanı için “su“, nimetlerin en önemlisidir. Bol bol su ifadesi ayrıca cennet ırmaklarından da kinayedir.
Âyette “kendilerini saf hâle getirmek için” diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali ليفتنهم– li-yeftinehüm = onları fitnelendirelim diye şeklindedir. Fitne sözcüğünün “kıymetli bir madeni potada eritmek suretiyle cürufundan ayırıp saf hâle getirmek” demek olması sebebiyle, ifade bu şekilde çevrilmiştir. Sâd Sûresi’nin sonunda fitne sözcüğü ile ilgili bir inceleme yazımız mevcuttur. [40–28] (Bakınız: İşte Kur’ân, c. 2, s. 452)
Burada bol su şeklinde ifade edilen dünya nimetlerinin insanlar için bir fitne; arınma, saf hâle gelme aracı olduğu başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
(Enfâl: 28) Ve biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız kesinlikle fitnedir. Kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir vardır.
(Teğabün: 15) Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir. Allah ise, büyük ecir kendi katında olandır.
(Tâ-Hâ: 131) Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme. [rağbetle bakma] Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir.
(Bakara: 155–156) Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile belâlandıracağız. [imtihan edeceğiz] Başlarına bir musibet geldiği zaman “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele!
(Âl-i İmrân: 186) Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda belâlanacaksınız. [imtihan olunacaksınız] Hiç kuşkusuz sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan birçok eza da işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a takvalı davranırsanız, şüphesiz, işte bu azmi gerektiren işlerdendir.
Rabbimizin peygamberler dâhil tüm insanları niçin fitnelendirdiği ise şu ayetlerde açıklanmıştır.
(Ankebût: 2–3) İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Ki elbette Allah, doğru kimseleri bilmektedir ve elbette yalancıları da mutlaka bilmektedir.
(Furgân: 20) Biz senden evvel de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen Elçilerden gönderdik. Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne yaptık ki, bakalım sabredecek misiniz ve Rabbin çok iyi görendir.
(En’âm: 53) Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?
(Muhammed: 31) Kesinlikle Biz, içinizden cihat edenleri ve sabredenleri bilinceye kadar sizi belâlandıracağız. Haberlerinizi de belâlandıracağız.
(En’âm: 165) Ve O sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belâlandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
(Kehf: 7) Biz yeryüzündeki kendisine süs olan şeyleri onların hangisinin daha güzel amel edeceğini belâlandırmamız [sınamamız] için yaptık.
(Mülk: 2) O ki, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı belâlandırmak [sınamak] için ölümü ve hayatı yarattı. O, çok üstündür ve çok bağışlayandır.
16. Âyette geçen الطّريقة– et-tarîgate = o yol sözcüğü marife [belirtili nesne] olduğundan bu sözcüğü “Hakk yol, doğru yol” olarak değerlendirmek gerekir.
Âyette geçen – صعودsu’ûd sözcüğü “yavaş yavaş artan şiddet, zorluk” [40–29] (Lîsânü’l-Arab; c:5, s:331–333) demektir. Bu sözcük, Allah’ın zikrinden uzak olanların sıkıntılarının sürekli, yavaş yavaş artırılacağını belirtmektedir. Burada konu edilen sıkıntıları sadece ahiret sıkıntısı olarak değil, dünyadaki sıkıntılar olarak da görmek gerekir. Nitekim aynı mesajı veren başka ayetlerden de bu sıkıntıların dünya sıkıntılarını da kapsadığı anlaşılmaktadır:
(A’raf: 40–41) Şu, ayetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenenlere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve [veya halat] iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz zâlimleri işte böyle cezalandırırız.
(Tâ-Hâ: 124) Kim Benim anılmamdan [Beni anmaktan] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.
(A’râf: 165–166) Ne zaman ki onlar kendisiyle hatırlatma yapılan şeyleri umursamadılar, Biz o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zâlimleri de fasıklık etmelerinden dolayı şiddetli/fakir düşüren bir azapla yakaladık. Ne zaman ki onlar kendisiyle yasaklandıkları şeyler konusunda büyüklendiler, Biz de onlara, “aşağılık maymunlar olun” dedik.
18. Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.
Bu Âyet de, sûrenin başındaki اوحى– uhıye meçhul fiilinin naib-i failidir [sözde öznesidir]. Buna göre cümle şöyle takdir edilmelidir:
“De ki: Bana vahyolundu ki: Şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.”
Burada Rabbimiz, insanlar tevhit ilkesinden sapmasınlar diye mescitlerde nasıl şirke bulaşabileceklerine işaret etmekte ve herkesi bu davranıştan men etmektedir.
MESÂCİD/MESCİTLER:
المساجد – mesâcid = mescitler sözcüğü “secde etme yeri” anlamındaki mescid sözcüğünün çoğuludur. Sözcük burada sadece Müslüman cami ve mescitlerini değil, Hıristiyan kiliseleri ve Yahudi havraları da dâhil, Allah’a ibadet edilen tüm ibadet yerlerini kapsamaktadır. Aslında evrenin tamamı secde yeri kılındığı için sözcükle tüm evrenin kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Çünkü Rabbimiz hiçbir yerde şirk koşulmasını istememektedir. Ancak özellikle Müslümanların secdegâhı olan cami ve mescitlerimizde Rabbimizin bizleri men ettiği şirk konusuna daha da dikkat edilmesi gerekmektedir.
Mescitler Allah içindir.
Mescitlerin Allah için olduğu, Hacc Sûresi’nde farklı bir ifade ile bildirilmiştir:
(Hacc: 26) Bir zamanlar Kâbe’nin yerini İbrâhîm’e, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyam edenler, [zulme baş kaldıranlar] secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için evimi tertemiz et!” diye hazırlamıştık.
Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın!
Âyetin açık ve net hükmü gereği, mescitlerde sadece Allah’a dua edilmeli, sadece Allah’tan yardım dilenmeli, yönelmek şöyle dursun, bir başkasının adı bile kesinlikle anılmamalıdır.
Gelenekçiler çoğunlukla bu ayetin Yahudi ve Hıristiyanların Allah ile birlikte Mûsâ’ya, Îsâ’ya, Meryem’e de dua etmelerine yönelik olduğunu söylemişler ve ayetteki mesajı kendi üzerlerine hiç almamışlardır. Bunlar, başta peygamberimizin türbeleşmiş kabrinin Medine’de, dünyanın ikinci büyüklükteki mescidinin içinde bulunduğunu; birçok kişinin Eyüp Sultan, Hacı Bayram gibi türbeleşmiş mezarlarının camilerde olduğunu; bu kişilerin camilerde gömülü olmalarından etkilenen saf kimselerin de bu kişilerin mezar taşlarına yüz sürüp onlardan medet umduklarını hep görmezden gelmişlerdir. Ayrıca camilerin içinde, hem de Kıble yönünde asılı olan Muhammed, (a.s) Ebubekir, Ömer, Ali, Osman yazılı tabloların ne gereğinin olduğuna da hiç bakmamışlardır. Biz, yaygın bir davranış hâline gelmiş olmasına rağmen Rabbimizin Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın! Talimatı ile uyuşmadığını düşündüğümüz iki konuya burada değinmeyi bir görev addediyoruz. Bu iki konu, tahiyyat ve türbe konularıdır.
TEŞEHHÜD/TAHİYYÂT:
تشهّد- teşehhüd sözcüğünün sözlük anlamı şahâdet getirmek demektir. Şehâdet’ten maksat, “kelime-i şahâdet” denilen Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü cümlesinin söylenmesidir.
Terim olarak teşehhüd, namaz kılarken “ka’de” denilen oturma bölümlerinde, içerisinde “kelime-i şahadet” cümlesinin de bulunduğu Et-Tehiyyâtü lillâhi ve’s-salâvâtü ve’t-tayyibâtü … cümlelerinin okunmasıdır.
Üzerinde durulması gereken konu, et-Tehiyyâtü lillâhi ve’s-salâvâtü … diye başlayıp devam eden ve içerisinde “kelime-i şahadet” bulunan bu cümlelerin ne anlama geldiğidir.
Tahiyyât denilen metnin anlamı şudur:
Tahiyyât = Dil ile yapılan kulluklar ve
salâvât = beden ile yapılan kulluklar ve
tayyibât = mal ile yapılan kulluklar Allah içindir.
Ey peygamber! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun! Selâm, bizim ve Allah’ın Sâlih kulları üzerine olsun. Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şahadet ederim ki Muhammed Allah’ın resulüdür.
Bu noktada bir de “namaz“ın ne olduğunu hatırlamak gerekmektedir:
Namaz; yalnız ve yalnız Allah’a yönelerek yapılan, sadece O’na niyaz edilen, bu niyazın da gönülden ve bedenle huşu içinde ifade edildiği bir ibadettir. Dolayısıyla namaz ve niyazda Allah’ın yanında başka hiç bir şeye dua edilmez. Allah’tan başka hiçbir şey ve hiçbir kimse muhatap alınmaz. Tekbirden selâma kadar namaz içinde muhatap sadece Allah’tır. Peygamber de olsa namaz içinde hiç kimse muhatap alınamaz, ona seslenilemez. Bütün bunlar, namazın yerine getirilmesi zorunlu olan gereklerindendir. Zaten Rabbimiz de konumuz olan 18. ayetteki Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın! talimatı ile çok açık ve net olarak bunları emretmiştir.
İşin gerçeği ve olması lâzım geleni bu olmasına rağmen, namazlarında yukarıdaki tahiyyât metnini okuyan Müslümanlar, السّلام عليك ليّها النّبىّ – Es-selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü = Sana selâm olsun ey peygamber demek suretiyle namazlarının içinde peygamberimizi muhatap almakta, sanki peygamberimiz karşılarındaymış gibi ona selâm vermektedirler. Allah her yerde ve her zaman hazır ve nazır olduğu için, her yerde ve her zaman O’nu anmamız normaldir. Ama ya peygamber? Ayrıca Allah ile sanki yüz yüze imiş gibi yapılan bir diyalogda peygamberin işi nedir?
Her Müslüman’ın Allah’a en yakın olduğu bir anda, namazda iken en çok dikkat etmesi gereken şey; ağzından çıkanı kulağının duymasıdır, ne dediğini ne okuduğunu bilmesidir. Bu kural Arapça bilen için geçerli olduğu gibi, bilmeyen için de geçerlidir.
Bugünkü kitaplarda yer alan “tahiyyât” metni, hadis kitaplarına İbn-i Mes’ûd kanalıyla geçen metindir. Bu metin, bazı ilâveler ve değişmelerle birlikte daha birçok rivayette yer almıştır. Ama maalesef hepsinde de “ Es-selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü (Selâm sana ey peygamber!)” ibaresi vardır. Bu ibare, bu rivayetleri nakleden râvîlerin hiç birinin konuya tevhit ve namazın anlamı açısından yaklaşmadıklarını ve konunun dirayet eleştirisini yapmadıklarını göstermektedir.
Bazı yerlerde [40–30] (meselâ Sünen-i Ebu Davud’da) bu ifade sözcük farklılıklarıyla es-selâmü ale’n-nebiyyi = Peygambere selâm olsun şeklinde; peygamberimizin muhatap olarak değil de üçüncü şahıs olarak anıldığı bir ibareyle aktarılmıştır. Hadis kitaplarını şerh edenler, İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki hitabın peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık “Selâm sana” diyerek peygambere yönelinmediğini, “Allah Peygambere selâmet versin” dendiğini yazmışlardır. Ne var ki, bu da özrü kabahatinden büyük denebilecek bir açıklamadır. Çünkü namazda “tahiyyât” denilen ibarenin küçük değişikliklerle de olsa mutlaka okunduğu ifade edilirken aslında herkese namazı öğreten peygamberimizin de böyle namaz kıldığı iddia edilmiş olmaktadır. Bu görüş sahipleri, namaz kendisine farz olan ve en doğru namazı kıldığından kimsenin kuşku duymadığı peygamberimizin namazlarında “peygambere selâm olsun” veya “Allah peygambere selâmet versin” dediğini kabul etmekte ve bu mantıksızlığı herkesin de kabul etmesini istemektedirler. Oysa bu hadis kitaplarının hepsinde “Resulullah teşehhüdü gizli okurdu” diye yazmaktadır. Bu da demektir ki, hiç kimse peygamberimizin namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamıştır. Ama bu kaynaklar bu açmazlarını bir başka rivayetle aşmaya çalışmışlardır. Bu kaynaklara göre, konumuz olan teşehhüt o kişilere güya peygamberimiz tarafından, namaz dışında öğretilmiştir.
Bazıları da “et-tehiyyâtü” metnine bir başka rivayetle kutsallık vermeye çalışmışlardır. Bu uydurma rivayete göre “Miraç” olayında Allah ile peygamberimiz arasında şu konuşma geçmiştir:
Peygamberimiz, Allah’ın huzuruna varınca selâm verir:
-Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü Allah da peygamberimize şöyle karşılık verir: -Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatühü
Peygamberimiz sadece kendisinin esenlikte olmasına pek razı olmaz: – Esselamü aleyna ve ala ibadillahis Sâlihin.
Bu manzarayı izleyen Cebrâîl ve Melekler de: – Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü, derler. [40–31] Dipnot: İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen daha sonraları, -başta tarikatlar tarafından olmak üzere- malumat adı altında dilden dile dolaşan yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde de yer almıştır. Örneğin: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Miraç ile ilgili ayrıntılar, 253. paragraf; İsmâîl Hakkı Bursevi, (Ruhu’l_Beyan, c. 5, s. 121)
Müslümanların bu hatası sadece namazdaki tahiyyâtta kalmamıştır. Cuma günleri öğleyin, kandil gecelerinde ve cenaze ilânlarında okunan “salâ“da da aynı hatalar tekrarlanmaktadır. Her salâda es-salâtü ve’s-selâmü aleyke ya resûlallâh [Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın Elçisi.] demek suretiyle, asırlarca evvel bu dünyadan göçüp gitmiş olan peygamberimize sanki sağ ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böyle yapmakla peygamberimize beşer olmasının ötesinde bir sıfat yakıştırılıp yakıştırılmadığı, bu durumun insanı şirke sürükleyip sürüklemediği çok iyi düşünülmelidir.
Sonuç olarak; bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd/tahiyyât okumak yanlıştır ve günahtır. Eğer bu sözler mutlaka okunacaksa, es-selâmü ‘aleyke eyyühen’nebiyyü bölümü es-selâmü ‘ale’n-nebiyyi şeklinde değiştirilerek okunmalıdır. Bu konuda tüm Müslümanların maalesef hata içinde olan atalarının arkasına sığınmaktan vazgeçerek birbirlerini ağızlarından çıkanları kulaklarının duyması konusunda uyarmaları ve bu bilince davet etmeleri gerekmektedir.
TÜRBELER:
İnsanın bu dünyadaki esas varlığı ölümü ile biter ve geriye sadece toz-toprak olacak cesedi kalır. Toprak olacak cesedinin ve çürüyerek toprağa karışacak vücut maddelerinin hiçbir değeri yoktur. Zaten insan bedeni de yeryüzündeki kıymeti olmayan değişik maddelerin birleşmesinden oluşmuştur. Ölüm ile bedendeki can son bulunca, geriye kalan ceset de çirkinleşir. Nitekim Mâide Sûresi’nin 31. ayetinde cansız beden [ceset] için sev’at [çirkinlik] sözcüğü kullanılmıştır. Dolayısıyla bu çirkinliğin kokuşup çevreye zarar vermeden ortadan kaldırılması gerekir. İşte, cesedin gömülmesi bu sebepledir.
Ölüm sonrası geride kalan cesedin maddî ve manevî herhangi bir değeri olmayınca, doğal olarak cesedin içine konulduğu kabrin de herhangi bir değerinin veya kutsiyetinin olması söz konusu değildir. Çünkü İslâm dini dirileri uyarmak için vardır, Kur’ân dirileri uyarmak için inmiştir:
(Yâ-Sîn: 69–70) Ona şiir öğretmedik, zaten bu, ona gerekmez de. Bu, bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır. Diri olan kimseyi uyarsın ve söz inkârcıların zararına gerçekleşsin diye.
İslâm’da işin aslı bu iken ne yazık ki Müslümanlar, tıpkı İslâm öncesi cahil müşrik kitleler gibi bazı kimselerin kabirlerine kutsallık vermişler, bu kabirleri mabetlerin içinde, bitişiğinde veya başka yerlerde türbeleştirmişlerdir. Müslümanların böyle bir davranış içine girmelerinin sebebi, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, hadis kitaplarında yer alan ve peygamberimizin uygulamaları olduğu iddia edilen bazı rivayetlerdir. Oysa aynı hadis kitaplarında, peygamberimizin kabir ziyaretlerini önce yasakladığı ve bu yasağı ancak toplumda tevhit bilincinin geliştiğini gördüğü zaman, insanların dünyaya olan bağlılığını kıracağı ve onlara ölüm sonrasını hatırlatacağı düşüncesiyle kaldırdığı da yazılıdır. Bu durumda, süslü kabir meraklısı olan ve bu eğilimlerini peygamberimize isnat edilen rivayetlerden aldıklarını söyleyenlerin, peygamberimizin koyduğu kabir ziyareti yasağını hangi gerekçe ile kaldırdığını anlatan rivayetlerden haberi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu rivayetlerde, kabir ziyareti yasağının kalkması bu ziyaretlerin insanlara ibret olup ders vermesi özelliğine dayandırılmıştır. Buna göre, bütün mezarların yasağın kalkma gerekçesine uygun olarak ibret verici bir yapıda olmaları gerekmektedir. Kabirlerin bu amaca hizmet edebilmesi ancak sade ve harap görünmeleri ile mümkündür. Beton ve mermerden yapılmış şatafatlı kabirler insanlara ders ve ibret duygusu vermediklerinden, bize göre çirkin/mekruh sayılmalıdırlar.
Kur’ân dışı bir konuda tevhit ilkesine aykırı davranışları peygamberimize isnat edilen rivayetlerle açıklayan; buna karşılık yukarıda sözünü ettiğimiz kabir yasağı ve bu yasağın kaldırılmasına dair rivayetleri ise görmezden gelen bazıları, bu yanlışlığı zaman içinde aşırılık boyutuna vardırmışlardır. Memleketimizin dört bir yanında olduğu gibi, diğer ülkelerde de yüzlerce örnek sergileyen bu zihniyet, binlerce sene evvel yaşamış kimselere kabirler tahsis etmiş, bu kabirlerin yanına mescitler/camiler inşa etmek suretiyle bu kişileri ve mezarlarını kutsallaştırmış, hatta bazı kabirleri altınla kaplamıştır. Bazı kişiler ise mescit/cami içine veya kenarına gömülerek “evliya” diye vasıflandırılmıştır. Ne yazık ki, cahil kitleler bu mezarlarda yattığı kabul edilen kişileri Allah ile aralarında şefaatçi yapmak suretiyle o mezarlara yüz sürmekte, orada yatanlardan medet ummakta, böylece imanlarını kirletmektedirler. Bu çirkin davranışlarda bulunanlar ve bu davranışları onaylayanlar kendilerine dayanak olarak yine uydurulmuş hadisleri göstermekte, bu hadisler arasında yer alan ve peygamberimizin kabirleri kendilerine mescit edinen Yahudi ve Hıristiyanlara lânet ettiğine dair olan bir hadisi ise hiç dikkate almamaktadırlar. [40–32] Bu hadis, Sahih-i Buhari’de, Kitabü’l-Libas, 19. Bab, no: 33 numaralı; Kitabü’l-Cenaiz, . Bab 61.86 .96 numaralı ve. Bab 144 numaralı hadistir.
Dikkate alanlar ise hadisi ana konusunda değil, peygamberimizin hastalığı anında üzerindeki battaniyeyi yüzüne bir örtüp bir açması sebebiyle battaniye örtmenin bir sakıncası olmayacağına mesnet olarak ele almışlardır.
Bize göre, dinle hiç alâkası olmayan uygulamalara din kisvesi giydirenlerin dikkate almaları gereken bir diğer hadis de, Buhari’de yer alan hadistir. Çünkü hadise göre peygamberimiz, Habeşistan’da, içinde tasvirler bulunan bir kilise ile ilgili olarak şöyle demiştir:
“İşte onlar kıyâmet gününde Allah katında halkın en şerlileridir.” [40–33] Sahih-i Buharî, “Kitabü’l-Salât”, bab: 48, no: 74.
Ama manzaraya bakıldığında, Allah’ın gönderdiği kılavuz yerine hadis adıyla uydurulmuş rivayetlere sarılanların, işlerine gelmediği zaman bu rivayetlere de kulak asmadıkları görülmektedir.
Biz, mescit/cami içlerinde veya kenarlarında bulunan kabir ve türbelerin tevhidi zedeleyici davranışlara sebep olduğu görüşündeyiz. Gerek peygamberimizin kabrini, gerekse halk arasında “evliya” olarak şöhret bulmuş Eyüp Sultân, Mevlâna, Telli Baba ve benzeri kişilerin mezarlarını ziyaret ederek Allah’tan bu kişiler hürmetine yardım istemek, bu kişilerin şefaatini ummak, İslâm’a göre şirk olan davranışlardır. Bu sebeple ya mescitlerin kabirlerden uzaklaştırılması, ya da kabirlerin mescit kenarlarından uzaklara taşınması gerekmektedir.
Her konuda olduğu gibi kabirler ve ölüler konusunda da bizi felâketten [şirkten] kurtaracak bilgiler Rabbimiz tarafından Kur’ân’da verilmiştir:
(Nahl: 20–21) Allah dışında yakardıklarınız hiçbir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılmaktadır. Hayat bulmaz ölülerdir onlar. Ne zaman diriltileceklerini bile bilmezler.
(Fâtır: 13–14) Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Güneş’i ve Ay’ı buyruk altına almıştır. Her biri belirlenen bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte Rabbiniz Allah bu, mülk ve yönetim O’nundur. Onun dışında yakardıklarınız ise bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.
Onları çağırsanız, çağrınızı duymazlar. Duysalar da size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin onları ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Hiç kimse sana, Habir olan Allah’ın verdiği gibi haber veremez.
(Fâtır: 22) Diriler de eşit olmaz, ölüler de. Allah dilediğine işittirir. Ama sen, kabirdekilere işittiremezsin.
19. Ve şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [cinn’den bir grup] onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar. [kenetlenecekler]
Bir önceki Âyet gibi bu Âyet de sûrenin başındaki uhıye fiilinin naib-i faili olup cümle şöyle takdir edilmelidir:
De ki: “Bana vahyolundu ki: Şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [cinnden bir grup] onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar. [kenetlenecekler]
Bu ayeti doğru anlamak, كاد يكونون– kâde yekûnûne = neredeyse olacaklar ifadesi ile bildirilen davranışı kimin yaptığını doğru tespit etmeye bağlıdır. Bize göre bu fiilin gizli öznesi, sûrenin başında zikredilmiş olan “cinn’den” bir guruptur. Bu durumda ayetten peygamberimize şu bilginin vahyedildiği anlaşılmaktadır: Kur’ân’ı dinlemiş, anlamış ve iman etmiş olarak memleketlerine dönen “cinn” [yabancılar] grubu, bu vahyi kendilerine tebliğ eden peygamberimizin Allah’a davet ederek harekete geçmesi durumunda onun çevresinde keçe gibi kenetlenecekler ve ona yardım edeceklerdir. Nitekim ayette bildirilenler aynen gerçekleşmiş ve bu bir avuç yabancı daha sonra Ensar diye anılan saygın sahabeler olmuşlardır.
Âyette geçen ve öznesi peygamberimiz olan قام– game fiili kalkmak demektir. Ama bu kalkış “otururken ayağa kalkma” veya “namazda ayakta durma” manasında olmayıp “kıyam etme, haksızlığa baş kaldırma” anlamındadır. Gerçekte de peygamberimiz ayetteki game sözcüğünün “kıyam” anlamına uygun bir tarzda haksızlığa baş kaldırmış ve Kâbe’yi haksızlığa baş kaldırma merkezi yapmıştır.
Bu “başkaldırma” ifadesi Ashab-ı Kehf için de kullanılmıştır:
(Kehf: 14) Ve Biz onlar ayaklanıp da: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz” dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık.
20–21. De ki: “Ben kesinlikle Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi de O’na ortak koşmam.” De ki: “Şüphesiz ben, size bir zarara ve reşâda [iyiliğe, kötülüğe, güzele, doğruya götürmeye] güç yetiremem.”
Bu ayetlerle insanlara bir tevhit dersi verilmektedir. Şöyle ki:
Peygamberimizin kimseye bir zarara veya reşâda güç yetiremeyeceği, yani kişilerin zarara uğramalarında yahut iyilik bulmalarında peygamberimizin bir dahlinin olmadığı, bizzat peygamberimizin ağzından duyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, insanları doğruya kılavuzlamak Elçiye ait bir görev değildir. Bu görev Elçinin getirdiği mesaja aittir.
22–23. De ki: “Gerçek şu ki Allah’tan beni, Allah’tan tebliğler ve onun Elçiliği görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O’nun astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah’a ve onun Elçisine karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyen kalıcıdırlar.
Klâsik kaynakların hepsi de Mekkeli kodamanların tevhit çağrısı yapan peygamberimize geldikleri ve ona “Sen büyük ve riskli bir işe soyundun, böylece herkesin düşmanlığını kazandın. Gel bu işten vazgeç! Biz sana hem yardım ederiz, hem de seni koruruz” dediklerini kaydetmişlerdir. Yukarıdaki ayetler Mekke müşriklerinin bu teklifleri üzerine inmiştir.
Peygamberimizin Elçilik [tebliğ ve tebyîn] görevlerini yerine getirmekten başka bir rolünün olmadığı ve ancak bu görevi yaptığı takdirde kendisini kurtarabileceği yönündeki ifade, peygamberimizin kimseye zarar ve reşada güç yetiremeyeceğini bildiren 21. Âyetteki ifadenin teyidi mahiyetindedir.
23. Âyette Allah’ın astlarından bir sığınak bulunamayacağı bildirilerek tevhit ilkesi vurgulandıktan sonra, Allah ve Elçisine karşı çıkanların ebediyen kalmak üzere cehenneme gönderilecekleri bildirilmiştir. Allah’a ve Elçisine karşı çıkmak ifadesinden لمم – lemem denilen basit hatalar ve bilmeden işlenmiş suçlar anlaşılmamalıdır. Bu ifade ile kastedilen, “Allah’a ve Elçisine savaş açmak“tır. Zaten Allah’a ve Elçisine karşı çıkmaya uygun görülen ceza da, affedilmeyeceği bildirilen şirk ve küfür suçlarına verilecek ceza ile aynıdır. Bu ceza “cehennem ateşi” ve “cehennemde ebediyen kalmak’tır.”
24. Nihayet tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı yönünden en zayıf ve sayıca da daha az olduğunu hemen bileceklerdir.
Bu ayet, Allah’ın Elçisine “Gel bu davadan vazgeç!” şeklinde üstü kapalı tehditler savuran Mekke kodamanlarına bir uyarı mesajıdır. Tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, yardımcı yönünden kimin en zayıf ve sayıca daha az olduğunu hemen bilecekler ama iş işten geçmiş olacaktır. Malları, askerleri ve çevreleri hiçbir işe yaramayacaktır.
Burada müşriklerin sadece ahiretteki ceza ile tehdit edildiklerini düşünmek bize göre mesajın eksik anlaşılması demektir. Onların bu dünyada karşılaşacakları hezimetler, rezillikler de bu tehdit kapsamındadır. Nitekim bu inkârcılar Bedir Savaşında sayıları ve imkânları itibariyle kendilerinden kat kat az olan Müslümanlar karşısında perişan olmuşlardır.
25–28. De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi kılacak ben bilmiyorum. (Rabbim) Bütün gaybı bilendir. Ve de Elçilerden seçip memnun olduğu kişi müstesna, gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır.”
Bu ayet grubunda tevhit ilkeleri ön plânda olmak üzere Allah -Elçi- vahy ilişkisine değinilmiş, ayrıca gayba ait bilgilerin Allah katında olduğu, Allah’ın bu bilgilerden bazılarını ancak kendi seçtiği ve hoşnut olduğu Elçilerine vahyederek öğrettiği, bunun dışında kimsenin gayba dair bir şey bilemeyeceği ve Allah’ın hem vahyini hem de Elçilerini koruduğu açıklanmıştır.
Ayrı bir necm olan bu ayet grubu, de ki ifadesiyle başladığı için, o tarihte yaşanmış bir olaya cevap niteliğindedir. Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre, söz konusu olay, 22- 23. ayetlerin tebliğinden sonra Mekke ileri gelenlerinden Nadr b. El-Haris’in peygamberimize gelerek küstahça “Bu bizi tehdit ettiğin şey ne zaman gelecek?” diye sormasıdır. Nadr, yönelttiği soruyla bu tehditlere inanmadığını ve inanmayacağını belirterek bir bakıma vahye kafa tutmaya kalkışmıştır. Bu ayet gurubunun o tehdit olunduğunuz … diye başlamasının sebebi, klâsik kaynaklarda bu olayla açıklanmıştır.
Bu ayetin bir benzeri de Enbiyâ Sûresi’nde yer almıştır:
(Enbiyâ: 109) Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse, de ki: “Size dosdoğru açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı bilmiyorum.”
ALLAH’IN RAZI OLDUĞU PEYGAMBERLERE GAYB’I BİLDİRMESİ:
Rabbimizin bazı gayb haberlerini, seçtiği ve kendilerinden razı olduğu Elçilere bildireceği bu ayetlerden başka ayetlerde de bildirilmiştir:
(Âl-i İmrân: 179) Allah, murdar olanı temiz olandan ayırt edinceye kadar müminleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde [durumda] bırakacak değildir. Allah sizleri gayb üzerine muttali kılacak da değildir. Velâkin Allah, Elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse siz de Allah’a ve Elçisine iman edin. Eğer iman eder ve takvalı davranırsanız, sizin için büyük bir ecir vardır.
(Yûsuf: 86) Dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a arz ederim. Ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah’tan biliyorum.
Yüce Allah Medine’de geçen konuşmaları nasıl bu sûrede peygamberimize vahyederek bildirmiş ise, dilediği bazı gayb haberlerini de Elçilerine o şekilde vahyederek bildirmiştir. Rabbimizin bildirdiği bu haberler, Elçilerin daha önce bilmediği haberlerdir. Elçiler de görevleri gereği, kendilerine vahyedilen haberleri Allah’ın mesajı olarak insanlığa iletirler. Bunun böyle olduğunu gösteren Kur’ân’da daha birçok ayet vardır:
(Âl-i İmrân: 44) Bunlar [İmrân ailesi, Meryem ve Zekeriyyâ ile ilgili anlatılanlar] gayb haberlerindendir. Bunları sana vahyediyoruz. Çünkü onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye kalemlerini atarlarken [kur’a çekerlerken] sen yanlarında değildin. Onlar çekişirlerken de sen yanlarında değildin.
(Hûd: 49) Bunlar, [Nûh ile ilgili anlatılanlar] sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz akıbet, takvalı davrananlarındır.
(Yûsuf: 102) İşte bunlar [Yûsuf ile ilgili anlatılanlar] sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar işlerine birlikte karar verip tuzak kurarlarken sen yanlarında değildin.
(Kasas: 44–46) Biz Mûsâ’ya o emri yerine getirttiğimizde, sen batı tarafında değildin. Sen tanıklardan da değildin. Ancak Biz birçok nesiller inşa ettik de onların üzerine ömürler uzayıp geçti. Ve sen Medyen içinde yaşayıp da ayetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş değilsin. Ancak gönderen Biziz. Seslendiğimiz zaman da sen Tur’un yanında değildin. Ancak Rabbinden bir rahmet olmak üzere senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için. Umulur ki, öğüt alıp düşünürler diye.
(Âl-i İmrân: 49) Ve onu İsrâîloğullarına bir Elçi yapacak: “Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir mu’cize getirdim. Ben, çamurdan kuş görünümünde bir şey yapar, ona üflerim de Allah’ın izniyle o kuş oluverir. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim. Evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Eğer inananlarsanız bunda sizin için kesinlikle bir mu’cize vardır. Tevrât’tan önümde bulunanı doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim. Rabbinizden bir mu’cize de getirdim size. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin.”
Allah’ın, razı olduğu Elçilerine gelecekteki olayların görüntülerini görme ve bu görüntüleri tevil etme ayrıcalığı tanımak suretiyle gaybı bildirdiğine dair de örnekler vardır. Meselâ Yüce Allah Yûsuf peygambere ehâdisin te’vîlini öğretmiş, Yûsuf peygamber de bu sayede zindan arkadaşlarının gördükleri görüntüleri ve hükümdarın gördüğü görüntüyü doğru açıklamıştır. Başka bir ifade ile Yûsuf peygamber, Allah’ın kendisine öğrettikleri ile geleceğe ait görüntüleri te’vîl etmiş ve o görüntülerin neleri ifade ettiğini bilmiştir. Bu olayların ayrıntıları Yûsuf Sûresi’nin 36–49. Âyetlerindedir .
Allah’ın geleceğe ait görüntüleri göstermek suretiyle gaybtan bilgi vermesinin bir örneği de peygamberimizle ilgilidir. Fetih Sûresi’nin 27. ayetinden anlaşıldığına göre, Rabbimiz, Mekke’yi fethedeceğinin görüntülerini peygamberimize önceden göstermiştir. Böylece peygamberimiz, gayb haberi mahiyetinde olan bu görüntüler sayesinde fethi önceden bilmiştir:
(Fetih: 27) Andolsun ki Allah, Elçisine o görüntüyü hakk ile doğru çıkardı. Siz, Allah dilerse kesinlikle, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Öyleyse O, [Allah] sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da bundan önce size yakın bir fetih verdi.
Allah’ın Kur’ân’daki bu açıklamalarına rağmen bazı gafiller peygamberimizin “gaybı bildiğine” dair kitaplar yazmışlar, bazıları da yazılan kitaplardan derlemeler yapmışlardır. Ama yukarıdaki ayetlerle de sabittir ki, Kur’ân’da bildirilenler haricinde peygamberimize izafe edilen “gaybı bilme” haberlerinin tümü yalan ve uydurmadır.
Allah’ın mesajında yer alan bunca ayete rağmen hâlâ peygamberimizin gaybı bildiğini iddia eden ve bu asılsız iddiaya inanan insanlar, bize göre ya Kur’ân okumamışlardır veya okudukları hâlde yukarıdaki ayetlere itibar etmemektedirler. Bu insanlar Allah’ın bahşettiği ve insan olma ayrıcalığının yegâne göstergesi olan akıllarını biraz işletseler Allah’ın cehennem vaadine muhatap olmaktan kolayca kurtulabilirler.
Peygamberimizin gaybı bilmediğine dair geniş açıklama ve örnekler içeren bir incelememiz, A’raf Sûresi’nin sonunda “Gayba Dair” başlığıyla ek olarak verilmiştir. Bu yazımızın tekrar okunmasında yarar görüyoruz.
25–28. Âyetler grubundaki Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır ifadesiyle, Allah’ın emir ve vahiyleri kuşattığı, O’nun ilminin dışında bir şeyin olmadığı açıklanmıştır. Bu husus En’âm Sûresi’nde daha ayrıntılı olarak verilmiştir:
(En’âm: 59) Ve gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
Allah’ın vahyini ve Elçisini koruduğu hususu ise farklı zamanlarda farklı ifadelerle tekrarlanmıştır:
(Hicr: 9) Hiç kuşkusuz Biz, o “Zikr”i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız.
(Mâide: 67) Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği Elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez
(Hakkah: 44–47) Eğer o [Elçi; Muhammed] bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık. [tüm gücünü alırdık]
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.
(Hacc: 52) Biz senden önce hiçbir Elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki, o bir şey arzuladığı zaman, Şeytân onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah Şeytânın attığı şeyleri şüpheyi giderir. Sonra da Allah, Âyetlerini tahkim eder. [güçlendirir] Ve Allah Alim’dir, [her şeyi en iyi bilendir] Hakîm’dir. [yasalar koyan, güçlendirendir]
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. (Hakkı Yılmaz)
http://www.istekuran.com/index.php?page=cinn