-
28th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Şeyhlere veya pirlere bağlanılması gerektiğini Kur’an mı, yoksa Peygamber mi söyledi? Şeyhler mi herkesi her an gözlüyor? Şeyhlerin günahları bağışlama yetkisi var mı? Bir konuda Kur’an’a dayanmadan ondan, din diye söz edilebilir mi?

posted in VIDEOLAR | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN’DA ‘ÜSTTEKİLER’ VE ‘ALTTAKİLER’

İbn Haldun (öl. 1406) altı asır önce “Şu ana kadar ki bütün tarih Bedevîler ile Hadarîlerin mücadelesinden ibarettir” demişti.

Aslında bu, kadim dinî metinlerin; Avesta’nın, Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın vurgularını yeniden ifade etmekten başka bir şey değildir. Hadarîler üsttekiler, Bedevîler alttakiler oluyor. İbn Haldun’a göre bu mücadelede birinden diğerine geçişte esas amil mülktür. Yani servet ve iktidar sahipleri (üsttekiler) ile, bunlara sahip olmayanların; dahası bunların gadrine uğrayanların (alttakilerin) ezelî mücadelesi…

“Ümmet-i vahide” (sınıfsız tek toplum), mülk (servet ve iktidar) ihtirasları sebebiyle parçalanıp sınıflara ayırıldığından beri hiç durmadan süren bir mücadele bu.

Bu yazıda, söz konusu ezelî mücadelenin her iki tarafına Kur’an’ın dünyası açısından bakacağız. “Üsttekileri” ve “alttakileri” Kur’an’ın nasıl ele aldığını, onlara ne dediğini, hangi bakımdan ayırdığını, ayırımda temel saikin ne olduğunu göstermeye çalışacağız.

Görüleceği üzere ayırımda temel saik dil, din, ırk, itikat, renk, bölge, cinsiyet vs. değil; mülk (servet ve iktidar) ile ilişkidir. Mülk sahipleri üsttekileri, bunların gadrine uğrayanlar da alttakileri belirleyen temel saik olmaktadır. Bu ayrımı Kur’an “Lehu’l-Mülk” ve “Lailahe illallah” kılıcıyla kesip atmakta, devrimci bir altüst oluş çağrısı ile insanlığı eşitliğe çağırmaktadır.

Tarih boyunca bunun hiç değişmediğini görüyoruz.

Müslüman, mu’min, münâfık, kâfir, zâlim, hakk, bâtıl, adâlet, tevhid, şirk gibi nitelemeler, Firavun, Nemrud, Karun, Haman gibi tarihin kötü yüzleri, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed gibi tarihin iyi yüzleri, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud gibi kıssalar hep bu üsttekileri ve alttakileri örneklemek içindir. Bu anlamda ikinci dereceden nitelemelerdir.

Bunların içi “mülk” (servet ve iktidar) ilişkileri ile doldurulduğunda ete kemiğe bürünürler. Yoksa soyut bir dinî, itikâdî, kelâmî, teolojik söylem olarak kalırlar. Kur’an’ın sahici bir gerçek hayat kitabı olması için üsttekileri ve alttakileri “mülk” temelinde yeniden ele almamız ve analiz etmemiz kaçınılmazdır.

Belli başlılarını ele alacağız. Önce “üsttekiler”den başlayalım.

***

AĞNİYÂ: Zenginler demektir. Kök olarak “ğina” zenginlik ve servet , “ğanî” zengin, ihtiyacı olmayan, kalantor, varlıklı, kodaman, “ğanimet” düşmandan elde edilen zenginlikler, “mustağnî” de kendini her türlü ihtiyacın üstünde gören zenginlik budalası demek oluyor.

Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk suresinde (Alak; 96/7) karşımıza çıkar. İlk olmasının anlamı şu ki sonraki bütün “üsttekileri” niteleyen ayetler bununla ilgilidir: Mustağnî servetiyle azgınlık eder (tâğut), servetine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip yasaklar koyarak zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (muşrik), hegemonya kurmaya yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur), inkar eder (munkir), yok sayar (mulhid)…

Bütün bunların kökünde “ğina”yı özelleştirmesi, kendi elinde tutması yatmaktadır. Bu nedenle Kur’an malların zenginler (ağniyâ) elinde dolanıp duran bir devlet olmasını meneder (Haşr; 59/7). Yani zenginliğin bir devlet haline gelmesini veya devletin bir zenginler kulübüne dönüşmesini reddeder. Bu durumda zenginler (ağniyâ), Allah’ın yarattığı rızık ve rızık kaynaklarını (üretim araçlarını) bir şekilde ele geçirip, “alttakileri” ondan mahrum edenler, alttakilerle “eşit” hale gelmekten ‘aslan görmüş yaban eşeği gibi’ kaçanlar oluyor. Sırf zenginliğin Kur’an’ın hiçbir yerinde olumlu anlamda anıldığını, övüldüğünü, teşvik edildiğini görmedim. Bugün için üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan finans-kapital sahiplerine, sermayedarlara, para babalarına takâbül eder.

MELE’: “Dolu hale gelmiş” demektir. Kök olarak 1- Bir şeyi doldurmak 2- Yola girmek, yolda yürümek demek… Dolmak (imtila’), dolmuş, dolu, tombul, etine dolgun (mumteli’) birinci, koşmak, hızla yürümek (melv), genleşmek, genişlemek (muluv) ikinci anlamdan gelir… Bu durumda mele’ servetle dolmuş, mal ve mülk ile şişmiş, servet ve iktidarı ele geçirme ve onunla hegemonya kurma yolunda yürüyen, hayatının amacı bu olan demek oluyor. “Kavmin ileri gelen melesi” şeklinde Kur’an’da sıklıkla geçer. Bugün için bir ülkenin siyasî, askerî ve iktisadî mülk (servet ve iktidar) sahiplerine tekâbül eder.

MUTREF: “Bolluk içinde olan, şımarmış” demektir. Bolluk ve nimet içinde olmak, şımarmak (teref), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarıklık (teref) kelimeleri bu kökten… Demek ki mütref bir toplumun rahatlık ve konfordan şımarmış, “fors” sahipleri demektir… Bu durumda Kur’an’da sık sık geçen mele-i mütref “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri” demek oluyor. Bugün için devlet beslemesi ailelere, sosyete çevrelerine, lüks ve sefahat içinde yaşayan zümrelere ve onlara özenenlere tekâbül eder.

MUSRİF: “Harcayan” demektir. Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin (üsttekilerin) başkasının (alttakilerin) emeğinden çaldıklarını sorumsuzca harcamalarıdır. Nasıl olsa başkasından geçtiği için kimin malı olduğu umurlarında bile değildir.

Türkçe’de israf etmek” deyimi kendi emeği ile kazandığından gereksiz yere harcamayı ifade etmek için kullanılıyor ki Kur’an’da bu anlamda değildir. Bilakis başkasının emeğinden geçeni harcamak manasındadır. Bu anlamıyla “hortumcunun” har vurup harman savurmasını ifade eder.

Kendi emeğinden gereksiz harcamaya ise Kur’an “tebzîr” der. Tebzîr lüzumsuz harcama demektir. (İsra; 50/26). Bu durumda “Yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” demek “Kendi emeğinizle kazandığınızdan yiyiniz, içiniz fakat başkasının emeğini yemeyiniz, mele-i mürtefin yaptığını yapmayınız, bundan kaçınınız” demektir. Şu ayette bu anlamda kullanılmıştır: “Öksüzlere evlenme çağına gelinceye kadar göz kulak olun. Ekmeğini kendisi kazanacak yaşa geldiklerini gördüğünüzde mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyünce onlara kalacak diye mallarını sorumsuzca (israf ile) yemeye kalkmayın. İhtiyacı olmayan tenezzül etmesin.” (Nisa; 4/6).

Burada israf kendi malını saçıp savurma değil; başkasına ait olanı zimmetine geçirip harcama manasındadır. “Onlar infak ettiklerinde ne israf ederler ne de cimrilik” (Furkan; 25/67) Yani ne başkasının malından bol keseden harcarlar, ne de kendi keselerini kısarlar; ikisinin ortası bir yol tutarlar; kendi alınteri ile kazandıklarından infak ederler…

Kur’an Mekke’nin mülk sahiplerine, Firavun’a vs. hep “musrifler” diyor. Burada ‘gereksiz harcama yapıyorlardı’ denmek istenmiyor. Bilakis “alttakinin” emeğinden çaldıkları ve ondan geçindikleri, sömürücü olduklarını için eleştiriliyorlar… İsraf, bugün için “ Başkasının (devlet) malı deniz yemeyen domuz” sözündeki manayı ifade eder.

KÂNİZ: “Biriktiren, yığan” demektir. Malı kenz etmek; yığmak, biriktirmek, hazine yapmak manasına geliyor. Kur’an altını ve gümüşü (parayı) kenz edenleri şiddetle eleştirir ve biriktirdiklerinin dağlanarak alınlarına, böğürlerine, sırtlarına vurulacağını haber verir. (Tövbe; 9/34). Bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber “Kahrolsun biriktiriciler” (Tebbet el-Kânizûn) diye üç defa bağırmıştır. (Kutüb-i Sitte; Zekat, 2011).

Bugün için Kâniz, ihtiyaçtan fazla para, mal, arazi, bina vs. cinsinden özel mülkiyet biriktirene tekâbül eder. Genellikle servet ve iktidar sahibinin yani “üsttekinin” tuttuğu yoldur. Biriktirdiğini ne infak eder, ne de bir işe yatırır, kendi şahsi mülkü olarak tutar. İşte bu kenz olup sahibini ateşle yakacaktır. Biriktiriciden istenen alttaki ile aradaki farkı sürdürerek ucundan verip durmak değil; alttakini yukarı çıkarıp, kendisi da aşağı inerek, orta bir yerde eşit hale gelinceye kadar infak etmektir. Çünkü biriktirdiği alttakinden ona geçmiştir. Başka türlü kenz edemezdi (zengin olamazdı).

MURÂBÎ: “Fâizci” demektir. Kök olarak ribâ (fâiz), “tepe haline gelme” manasındadır. Üsttekilerin en önemli özelliklerindendir. Tefecilik yaparak paralarına para katarlar. Başkasından “fazlalık” alarak tepe gibi yığarlar. Bununla mal ve servet yığarlar. Bu yolla alttakileri sömürür, kanlarını emerler. Kur’an’da başka hiçbir şey için “Faiz yiyenlere Allah ve Resulü’nün savaş açtığını bildir” (Bakara; 2/279) denmemiştir!

Genellikle savaş savunma amaçlı olup “izne” tabidir. Örneğin kendilerine zulmedilenlere, yurtlarından çıkarılanlara Allah yolunda savaşmaları için “izin verildi” denir. Fakat faiz söz konusu olunca Allah ve Resulü onlara savaş açar! (Bakara; 2/275). Faiz yiyenler kabirlerinden, şeytan çarpmış gibi kalkacaklardır. Bu hal onların “Alım-satım tıpkı faiz gibidir” demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. Bugün için küresel finans-kapitale, onun yerli işbirlikçisi bankalara, tefeci bezirgânlara tekâbül eder…

***

İşte bunlar üsttekilerdir.

Dilleri, dinleri, ırkları, renkleri ve bölgelerinin ne olduğu önemli değildir. Tamamı sömürücü olup alttakilerin kanını emerek yaşarlar. Allah ise alttaki ezilenleri (mustazafları) onların yerine geçirmek, böylece eşitliği sağlayarak, yarattığı rızık ve rızık kaynaklarını adilce bölüştürerek korktuklarının bir gün başlarına geleceğini onlara göstermek ister (Kasas; 5).

Şunlar da Kur’an’da sürekli korunan, kollanan, durumlarının düzeltilmesi için zekat, sadaka, infak, karz-ı hasen çağrıları yapılan, Allah’ın kendisini onların yerine koyarak, onların sesi ve soluğu olarak konuştuğu “alttakiler”dir. Kitabın asıl sahipleri bunlardır. Bunların Kur’an’ın hiçbir yerinde yerildiğini, aşağılandığını, hor ve hakir görüldüğünü görmedim.

***

CEV’ÂN: “Açlar” demektir. “Altta” olmaktan öte en “dipte” olanlardır. Açlık tehlikesi söz konusu olduğundan ölümle yüzyüzedirler. Bu açıdan bütün her şeyi bırakıp buna yönelmek birinci dereceden bir görevdir.

Malum, kıssaların anasında (Adem kıssası) Allah’ın istediği dünya (cennet), kimsenin “aç” (yeme-içme ihtiyacından mahrum), “çıplak” (giyinme ve barınma ihtiyacından mahrum), “susuz” (yaşamı sağlayan diğer temel ve zaruri ihtiyaçlardan mahrum) olmadığı ve “yanmayan” (saldırı tehditlerine karşı güven içinde) bir dünyadır. (Taha; 20/118-119). Fakat bu bir takım muhterislerin kendi eleriyle yaptıkları yüzünden gerçekleşememektedir.

Kur’an bir ülkenin açlık ve şiddetli yoksulluğa düşme sebebini şöyle açıklar: “Bir ülke düşünün; halkı güven ve huzur içinde yaşıyor. Bolluk ve refah içinde yüzüyorlar. Derken Allah’ın nimetlerini inkar ediyorlar. Yaptıklarına karşılık Allah da onları açlık ve korkuyla tanıştırıyor.” (Nahl; 16/112).

Onların yaptıkları neydi ki açlık, yoksulluk ve korkuyla tanıştılar (tattılar)?

Bunu anlamak için Kur’an’ın dünyasında özel bir anlama sahip “Allah’ın nimetlerini inkar etmek” tabirini iyi anlamak lazımdır. Bakın aynı sure içinde bu nasıl açıklanıyor: “Zenginler (rızıkta üstün kılınanlar) mallarını ‘Arada fark kalmaz, eşit hale geliriz’ diye yanındakilerle paylaşmıyorlar. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?” .” (Nahl; 16/71).

Demek ki bir ülkede açlık ve yoksulluk “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin” yani “üsttekilerin” mülkiyet hırsıyla “alttakiler” ile eşit hale gelmek istememeleri yüzünden olmaktadır. Bu durumun sürüp gitmesi Allah’ın nimetini (rızık ve rızık kaynaklarını) inkar ve halka karşı işlenmiş bir suçtur.

Bugün için açlık ve yoksulluk Kur’an’ın mantığı açısından birince dereceden bir sorundur. Bütün her şey bundan sonra gelir. “Açlık, korku ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edilme” sanıldığının aksine, Allah’ın bunları kullarına musallat edip “Bakayım ne yapacaklar?” diye gökten olup bitenleri seyretmesi değildir. Bilakis rızık ve rızık kaynaklarını mülkiyetlerine geçirerek açlık ve yoksulluğa neden olanlar engellenmezse bunların sürüp gideceği, belamızı kendimiz istediğimiz için Allah’ın da bunu bize tattıracağının varlığın (hayatın) diliyle konuşularak hatırlatılmasıdır…

FUKARÂ: “Fakirler” demektir. Kök olarak “Omurga kemiği kırılmış” manasındadır. Türkçe’de “fıkra” da aynı kökten. Bu durumda “fıkra anlatmak” yazı gibi tüm ayrıntıları içermeyen, kırılmış omurga gibi atlanmış, kırık anlatım demek. Eskiden köşe yazarlarına “fıkra muharriri” denirdi. Yani anlatımı zayıf, konularını derinlemesine ele almayan, üstünkörü yazan manasında. Arap zayıf deveye de “fakr” demiş…

Terim olarak fakirin, türlü tanımlar yapılmışsa da üzerinde ittifak edilen görüş “temel ve zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayan kimse” olduğudur. Bunlar da insanoğluna şu dünyada lazım olan yeme-içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarıdır. İşte bunları kendi çabası ile karşılayamayan kimseye fakir veya yoksul diyoruz. Kişi bunları karşılayamayınca beli bükülüyor, “omurgası kırılıyor” ve dik duramaz hale geliyor. Kur’an’da “alttakiler” içinde en çok kullanılan kavram budur. Hemen hemen tüm zekat, infak, sadaka, karz, i’ta vb. vermeye yönelik ayetlerde ilk sırada geçer.

Günümüzde “işsiz” kategorisine takâbül ettiği söylenebilir. Çünkü işsizin yeme-içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayacak bir işi olmadığı için geliri de yoktur. Bu durumda işsiz beli bükük, omurgası kırık kişi olur.

MESÂKİN: “Yoksullar” demektir. Kök olarak “sakin olan, susan, duran, dinen şey” manasındadır. “Sukûn” hareketin durması, “seken” ise mülkü olmadığı halde kira veya başka bir şekilde evde oturmak demektir. “Meskûn mahal” veya “Mahalle sâkinleri” buradan gelir.

Fukarâ ile mesâkin arasında şöyle bir fark olduğu söylenebilir: Fukâra işsiz olduğu için zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak gelirden yoksun olanlar, mesâkin de işi olduğu halde geliri zaruri ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyenler, bu nedenle de geçim sıkıntısı çekenler demektir. Öyleki işi olduğu, kira da olsa bir evde meskun bulunduğu için görenler onu hali vakti yerinde birisi sanmaktadır. Halbuki geliri zaruri ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetmemekte, geçim sıkıntısı çekmekte ve bunu da sâkin durarak, susarak kimselere söylememektedir. İşte mesâkin budur…

Bugün için dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcamasının (açlık sınırı) mayıs ayında 826,19, gıda harcamasının yanı sıra giyim, konut, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu harcamaların (yoksulluk sınırı) 2691,18 lira olduğunu düşünürsek, Türkiye’nin neredeyse 4/3’ü fukarâ ve mesâkin oluyor. (bkz.http://adilmedya.com/haber.asp?id=2110)

BÂİS: “Şiddetli sıkıntı çeken” demektir. Şiddetli darlık, yokluk, çaresizlik, açlık, savaş manalarına gelir. Fukarâ ve mesâkin’den daha şiddetli yoksulluğu ifade eder. İbn Abbas’a göre Bâis, şiddetli yoksulluğu yüzünden ve elbisesinden belli olan kimsedir. Çünkü fakirin fiziki görünümü böyle değildir. Fakirin elbisesi temizdir ve yeterli gıda aldığı da yüzünden belli olmaktadır (Razi). Bu durumda Bâisûn, şiddetli fakr-u zaruret içinde olduklarından istemek zorunda bırakılan hatta yalvartılan “yalınayaklıları” ifade eder. Kur’an’da “el-Bâise’l-Fakîr” şeklinde geçer. (Hac; 22/28).

MUMLİG: “Fakir düşmekten korkan” demektir. Kur’an’da şöyle geçer: “Yoksulluk korkusuyla (imlâg) çocuklarınızı öldürmeyin” (En’am; 6/151), “Yoksulluk korkusuyla (imlâg) çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır” (İsra; 17/31).

Mumlig ile memluk arasında yakınlık olduğu anlaşılıyor. Memluk başkasına köle olmuş kimse demektir. Kur’an’ın indiği dönemde Mekkeliler kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekteydi. Çünkü yoksulluk belasından Mekkeli tefeci bezirgânlardan borç para almakta, daha sonra bunları ödeyememekte ve tefeciye köle olmaktaydılar. Eşlerini ve kızlarını da onlara vermekte ve umumhanelerinde çalıştırılma zilletine katlanmak zorunda kalmaktaydılar. İleride kızlarının başına bu gelmesin diye de çocuklarını diri diri gömmekteydiler. İşte bu çeşit yoksulluk “İleride tefecinin eline düşerek yoksullaşır, ona köle olur, beni, eşimi veya kızımı ne olur bırak diye yalvarmak zorunda kalırım” korkusunu ifade ediyor. Onun için olsa gerek mumlig, sözlüklerde “boyun eğen ve yalvaran yoksul” diye tarif edilmiş (İbn Manzur).

MUSRİM: “Kararmış, solmuş” manasındadır. Bahçe sahiplerinin bahçesine felaket gelip ürünü toplayamadıkları, böylece bahçeleri kararıp solduğu için yoksullaştıkları anlatılırken kullanılır. (Kalem; 68/20). Dolayısıyla musrim, zenginin yoksul durumuna düşmesi demektir. Günümüzde afet, iflas, icra, ipotek, ağır borç vs. sonucu zenginin malı ve serveti elden giderek fakir düşmesine tekâbül eder. “Sınıf atlamanın” tersidir.

MAHRÛM: “Yasaklanmış” demektir. Türkçe’de de kullanılan “mahrum bırakılmak” manasındadır. Diğer yoksulluk kavramlarından farkı elinden bir iş geldiği, bilgisi ve becerisi olduğu halde haksız yere bunları kullanma imkanı kendisine verilmeyen, yasak konan, engellenen, bundan dolayı da yoksul ve muhtaç duruma düşen demektir. “Kamu hizmetinden mahrumiyet” bunu ifade eder. Kur’an’da zenginlerin malında yoksullar (sâil ve mahrûm) için hak olduğu söylenirken geçer. (Zariyat; 19/51, Mearic; 50/25). Genel olarak da Allah’ın yarattığı rızık (ürün) ve rızık kaynaklarından (üretim araçları) mahrum bırakılan bütün yoksulları ifade eder.

MUHTAÇ: “İhtiyaç sahibi” demektir. Hacet, ihtiyaç, muhtaç kelimeleri buradan gelir. Kur’an’da Allah’ın yarattığı rızık (ürün) ve rızık kaynaklarına (üretim araçları) insanların ihtiyaç duyması manasında kullanılır. Allah evcil hayvanları yaratmıştır ki insanlar yiyeceklerini ve binitlerini onlarla karşılasın diye. Nice faydaları olan bu hayvanlarla “ihtiyaçlar” giderilir (Mu’min; 40/850). Gemiler, su, ırmak, deniz, toprak, bahçe ve madenlerde de nice faydalar vardır. Bütün bu rızık ve rızık kaynakları insanlar içindir. Fakat bunların etraflarına “çit” çevirilip özel mülkiyete alınması yüzünden Allah’ın kullarından kimileri buralara sokulmamakta, dışarıda tutulmaktadır. İşte “muhtaç” bunlardan uzak tutulan, yararlandırılmayan kimsedir.

Oysa “iman” kalplerine yerleşmiş olanlar ve daha önceden buralara (rızık ve rızık kaynaklarına) yerleşenler, sonradan gelenleri (hicret edenleri) sevgiyle bağırlarına basarlar ve onlara verilenlerden dolayı haset etmezler. Kendilerinin “ihtiyacı” olsa bile onları kendilerine tercih ederler. Kim bencilce hırslarından (servet, siyaset, şehvet, şöhret) tutkusundan arınırsa işte onlar kurtulmuştur (Haşr; 59/9).

SÂİL: “İsteyen” demektir. Daha doğrusu istemek zorunda kalan manasındadır. Yukarıdaki “Bâis” ile benzer anlamdadır. Bâis’de istemenin nedeni (şiddetli fakr-u zaruret) öne çıkarılırken, Sâil de şiddetli fakr-u zaruretin sonucu (isteme, dilenme, yalvarma) öne çıkarılır. Bu duruma düşmüş olan için peygambere şöyle ‘emredilir’; “Sakın isteyeni/yalvaranı azarlama!” (Duha; 93/10). Sâil, aynı zamanda suâl soran demek, mes’ele de buradan gelir. Dolayısıyla soru soranı, bir mes’elesi olduğunu söyleyeni, senden yardım isteyeni sakın azarlama, küçük görme manasına da gelir.

YETİM: “Öksüz” demektir. Arapların “eşsiz inci” (durre yetim) sözünden alınmıştır. İnci nasıl diğer taşlar arasında benzersiz ise yetim de diğer insanlar arasında kimsesi olmaması bakımından benzersizdir. Öksüz, eski Türkçe’de (8.yy) Anne (ög) kelimesinin (süz, sız) olumsuzlama ekiyle kullanılmasından geliyor. Göğüssüz (öğ-süz) yani yaslanacak bir anne göğsü bulamayan demek. Kur’an’da yukarıdaki sâil için söylenen aynen yetim için de söylenir: “Sakın öksüzü hor görme/üzme” (Duha; 93/9).

Daha geniş açıdan bakarsak, bugün için kimisi annesi babası olmama anlamında, onları bir şekilde kaybetme anlamında, kimisi toplumu içinde yalnız kalma anlamında öksüzdür. Babası, annesi olmayan, toplumunda yanlış anlaşılan, doğruyu söylediği için dokuz köyden kovulan, onca gürültü arasında sesini duyuramayan, sözü yarım kalan, dışlanan, mahkûm edilen, çaresiz kalan, kapısı çalınmayan, unutulan, terk edilen, taşlanan herkese öksüz demek icap eder. Bunlar da “alttakiler”dir.

İBNU’S-SEBİL: Yolun oğlu” demektir. Genelde “yolda kalmış” olarak çevrilen bu deyim aslında “Yolu (önü) kesilmiş, düşürülmüş” dediğimiz şeydir. İbn sözcüğünün “bina yapmak” kökünden geldiğini düşünürsek belki bir fikir verebilir. Yoluna adeta bina yapılan, önüne engel çıkarılan, yolu kesilen manası buradan gelir. Demek ki İbnu’s-Sebil deyimini başkasının gadrine uğramış, önü kesilmiş, düşürülmüş olarak anlamak icap eder.

Bugün için örneğin siyasî mültecîler, suç çetelerinin eline düşenler, haksız yere zorla borçlandırılanlar, beyaz kadın tacirlerinin, organ mafyasının, kaçak insan avcılarının eline düşenler, rehin alınanlar, sokak çocukları vs. bu sınıfa girer.

O devirde İbnu’s-sebil diye daha çok dışarıdan gelip de o günkü Mekke’deki “Kabe çetesinin” (Ebu Cehil, Umeyye bin Halef, Velid bin Muğire vs.) yani Mekkeli tefeci bezirgânların eline düşenler kastedilmekteydi.

Böyle bir olayda (peygamberlikten önce) bir tefeci bezirgân (Ebu Cehil) Mekke’ye kızıyla birlikte gelen bir yabancının malına el koyarak kızını elinden almak istemiş, olay Hilfu’l-Fudul’e intikal edince genç Muhammed tefeci bezirgânın evini kuşatarak mağduru zor kullanarak kurtarmış, kızını ve malını “yolu kesilmişe” (İbnu’s-sebîle) iadeye mecbur etmişti. (İbn Hişam).

ĞÂRİM: “Borçlu” demektir. Birinci dereceden borçlu, zaruri ihtiyaçları (yeme-içme, giyinme, barınma, sağlık) için borçlanan, ikinci dereceden sel, yangın, deprem gibi afetlere maruz kalanların borçlanması kişiyi ğârim (borçlu) yapıyor. Kur’an’da zekat verilecek sınıflar sayılırken işte bu borçlular da zikredilir. (Tövbe; 9/60).

Bugün için “sosyal güvenlik” dediğimiz uygulamalara tekâbul etmektedir. Ancak bunun infak fonlarından, karşılıksız, kâr amacı olmadan, adalet devletinin sosyal güvenlik politikaları kapsamında ve sıkı bir denetim içinde yapılması gerekiyor. Aksi halde kapitalizmin kâr ve prim sistemiyle çalışan sosyal sigorta kurumundan farkı kalmaz ve “faizsiz bankacılık” türünden abdestli kapitalizm üretilmiş olur.

RİGÂB: “Gözetim altında olanlar” demektir. Murâkabe de buradan gelir. Tarihsel anlamda Kur’an’ın indiği sıradaki “köleleri” ifade eder. Çünkü onlar özgürlüklerinden mahrum bir şekilde efendilerinin gözetimi altındaydılar. Ragabe şeklinde söylendiğinde boyun anlamına da gelir. Bu durumda boyunduruk altına alınmak suretiyle gözetim altında tutulmak manasına gelir. Kur’an’da daha ilk surelerde “Fekku Ragabe” (boyunduruğu kırmak, parçalamak!) denmek suretiyle “kölelere özgürlük” çağrısı yapıldığını görürüz.(Beled; 90/13).

Günümüzde Rigâb, siyasî, sosyal ve iktisâdî anlamda özgürlüğü kısıtlanan, insanî haklarından mahrum bırakılan ve başkasının boyunduruğu altında yaşayan herkesi ifade eder.

ÂMİL: “İş yapan” demektir. Kök olarak bir ameliye gerçekleştiren demek olup özel anlamda zekat memurları demektir. (Tövbe; 9/60). O devirde devlet kurumları bugünkü gibi gelişmiş olmadığından ve savaşa katılanlara ganimetten pay verildiğinden zekat işleri ile ilgilenenlerden başka memur statüsünde pek kimse yoktu. Dolayısıyla âmil devlet memuru anlamında “kamu görevlisi” demek oluyor.

Bugün için “kamu emekçileri” (bordro mahkumları!) dediğimiz sınıfa tekâbül eder. “Amele” de bu kökten gelir. Bu manada, daha geniş açıdan “işçi” (âmil) demek olur ki tüm işçiler (ummâl) bu kapsama girer; tarım işçisi (âmili’z- zırâî), fabrika işçisi (âmili’l-mesna’)…

UZERÂ: “Özürlüler” demektir. Kur’an’da kör (a’mâ), topal (a’rac), hasta (marîz) olarak geçer. “Köre sakınca yoktur, topala sakınca yoktur, hastaya sakınca yoktur” (Nur; 24/61) ayetinden anlaşılacağı gibi, bu ayetlerin indiği sırada toplumda özürlü olanlara (kör, topal, hasta vs.) kimi ayrıcalıklı muameleler oluyordu. Örneğin bazı kimseler bu tür özürlü kişilerle aynı sofraya oturmuyor, onlardan lanetli gibi kaçınıyordu. Özürlüler de, kendilerini eksik hissetmelerinden dolayı, sağlıklı olanların sofralarına oturmaktan çekinir hale gelmişti (Razi, İbni Kesir, Kurtubi). Bu durum toplumda sağlığı yerinde olanların iyi, özürlü olanların eksik ve kötü olduğu şeklinde bir anlayışın yaygınlaşmasına neden olmaktaydı.

İşte Kur’an, sağlıklı-özürlü diye bir ayrımcılığın söz konusu olamayacağını, özürlülere yarım insan muamelesi yapmanın doğru olmadığını beyan ederek “Köre sakınca yoktur, topala sakınca yoktur, hastaya sakınca yoktur” diyor. Ayetteki (Nur; 24/61) sakınca yoktur (ve lâ… haracun) kelimesi bu bağlamda “ayrıcalıklı muamele yoktur” anlamındadır. Çünkü ayet, söz konusu ayrıcalıklı muameleleri ortadan kaldırmak için gelmiştir.

Bugün için toplumda bedensel engelliler/özürlüler dediğimiz kesime tekâbül eder. Bunlar da “alttakiler” olup Kur’an onlara da sahip çıkmaktadır.

FETEYÂTİ’L-BİĞÂ: “Fuhuş (genç) kadınları” demektir. Kur’an’ın, fuhuş tacirlerinin eline düşmüş genç kız ve kadınlara da sahip çıktığını görüyoruz: “Dünya hayatının geçici zenginliğini kazanacaksınız diye, sakın namusuyla yaşamak istediği halde elinize düşmüş (genç) kız ve kadınları fuhuş yapmaya zorlamayın. Her kim onları fuhuş yapmaya zorlarsa Allah, kendilerine zorla yaptırılan bu işten dolayı onları bağışlayacak, sevgi ve merhametine alacaktır; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Nur; 24/33). Bu ayet, eline düşen kadınları fuhuş sektöründe çalıştırarak servet yığan Abdullah bin Ubeyy’in “köle ve cariye” pazarını kapattırmak için nazil olmuştu (Razî, İbn Kesir, Kurtubî).

Bugün için “seks köleleri” denilen fuhuş dünyasına tekâbül ettiği söylenebilir. “İffetiyle yaşamak istediği halde zorla yaptırılmak” kaydını koyarak fuhuş kadınlarına (feteyâti’l-biğâ) sahip çıkması, Kur’an’ın “alttakileri” nerelere kadar sahiplendiğinin apaçık göstergesidir. Zorbalıktan kurtarılıp onlara mağfiret ve rahmet edileceği söyleniyor!

***

Açlar, işsizler, yoksullar, yalınayaklılar, mahrumlar, muhtaçlar, köleler, borçlular, çaresizler, öksüzler, dışlanmışlar, yalnız kalmışlar, yolu kesilmişler, düşürülmüşler, bordro mahkumları, işçiler, emekçiler, özürlüler, fuhuş mağdurları…

Zulüm altında inleyen ve ‘bize bir kurtarıcı gönder’ diye yalvaran tüm ezilen erkekler, kadınlar, çocuklar…

Velhasıl bütün o alttakiler…

Kur’an bütün bunlara zaafa uğratılmışlar/ezilenler (mustaz’afîn) der. (Nisa; 4/75).

Bir toplumda bunlar varsa Kur’an’ın tavrının tereddütsüz onlardan yana olacağına hükmedebilirsiniz. Tüm Kuran boyunca bunun hiç şaşmadığını görürüz.

Görülüyor ki Kuran’ın bir toplumda “ezilenler ve hor görülenlerden” yana tavrı apaçık ortadadır.

“Üsttekilerin” elinden çekip alarak, tekrar ilk ortaya çıktığında olduğu gibi “alttakilerin” sesi, soluğu ve çığlığı olarak yeniden okumadıkça Bu Kitab’ı, tuzu kuruların elinde dolanıp duran bir “ayin ritüeli” ve “tapınak kitabı” olmaya devam edecek demektir…

Bu Kitab tuzu kuruların elinden çekilip alınmayı beklemektedir.

Bu Kitab onların elinde “mehcur” (terk edilmiş, temel mesajlarından uzaklaştırılmış, sinirleri alınmış) durumdadır.

Lisân-ı hâl ile “halkım beni terk etti” diye gece gündüz ağlamakta, için için inlemektedir.

Ey o bütün alttakiler! Sesinize, soluğunuza, çığlığınıza sahip çıkın!

Firavun yeryüzünde büyüklük taslamış ve halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir grubu ezmek istiyordu. Oğullarına kurbanlık muamelesi yapıyor, kadınlarını hayâsızlığa zorluyordu. Sürekli terör estirip duruyordu. Biz ise yeryüzünde ezilenlere (alttakilere) lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve Firavun’un yerine geçirmek istiyorduk. Onları yeryüzünde işbaşına getirmek suretiyle, Firavun, Haman ve ordularına (üsttekilere) korktuklarının başlarına geleceğini gösterelim istiyorduk.” (Kasas; 28/4-6) (İhsan Eliaçık_ http://www.haber10.com/makale/19833/ )

posted in ZEKAT | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

EVRİMLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR

  1. Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, Doç. Caner Taslaman, Sidre Yayıncılık http://www.evrim.gen.tr    
  2. Kur’an’ı Anlamak, Prof. İsmail Yakıt, Ötüken Neşriyat (KUR’AN’DA İNSANIN YARATILIŞI VE EVRİMİ) http://www.ismailyakit.com/yayinlar/kitaplar/kurananlamak/kurandayaratilis.html
  3. Kuran Açısından Evrim Teorisi, Kaan Göktaş , Ozan Yayıncılık
  4. İslam’ın Yenilikçileri, İhsan Eliaçık, Med Cezir Yayınları
  5. İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, Prof. Mehmet Bayraktar, Kitabiyat Yayınları

 

AKILLI TASARIMLA İLGİLİ SİTELER

http://www.evrim.gen.tr    Doç. Caner Taslaman

http://www.sorularlaevrim.com/index.php

http://www.evrimaldatmacasi.com/  Harun Yahya

 

http://www.intelligentdesignnetwork.org/  Intelligent Design Network

http://www.discovery.org/  Discovery Institute

http://www.arn.org/ Access Research Network

http://www.designinference.com/ The Design Inference

http://post-darwinist.blogspot.com/  Post-Darwinist

 

EVRİM TEORİSİ İLGİLİ SİTELER

http://www.evrimteorisi.org/

http://yaratiliscilaracevaplar.wordpress.com/

posted in YARATILIS | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE EVRİM TEORİSİ

Başörtüsü, din eğitimi, İmam Hatip okulları gibi konular yanında bir de Darwin ve evrim teorisi var; bunlardan biri hakkında dinli olanlar bir şeyler yapar veya söylerlerse hemen dinsiz olanlar tepki gösterir, dinsizliklerine ve dinsizliğin yayılması faaliyetlerine bir zarar gelmesin diye tedbirlere başvururlar. Tabii karşı taraf da tersinden benzer tepkiler gösterirler. Son zamanlarda Darwin’in ve evrimci teorinin her iki tarafça yeniden tartışılmaya başladığını görüyoruz. Tartışmaya inanç, ideoloji ve duygu karıştığı için mantık ve ilim zaman zaman bunların gölgesinde kalabiliyor. Yakınlarda ABD Başkanı George Bush’un, Amerikan okullarında evrim teorisinin yanı sıra evrenin üstün bir zekanın ürünü olduğu teorisinin de okutulması yönündeki sözleri büyük bir tartışmaya sebep oldu ve konuyu güncelleştirdi. İşte bütün bu olup bitenler sebebiyle evrim teorisi üzerine vaktiyle yazdığım bir yazıyı küçük değişikliklerle bir daha vermeyi faydalı buldum.

Allah’a inanmayan maddeci filozoflar yaratmaya inanmaz, varlıkların nasıl vücuda geldiği konusunda hiçbir mantıki tutarlığı olmayan “tesadüf”ten (kendi kendine, rastgele oluştan) başka bir açıklama yapamazlar. Kendiliğinden var olan cansız maddeden canlı varlıkların ve bunlar içinde de en gelişmişi olan insanın nasıl var olduğu konusunda tutundukları düşünce evrim teorisidir. Bu teorinin eski Yunan düşünürlerine kadar uzanan kökleri bulunmakla beraber sistematik evrim teorisi Lamarck ve Darwin’e aittir. Lamarck 1809’da neşrettiği Zoolojik Felsefe isimli kitabında, Darwin de 1859 da yayımladığı Türlerin Menşei isimli kitabında evrim teorisini ileri sürmüşlerdir. Lamarck evrimin, türlerin tabiatında var olan evrimleşme özelliğinden kaynaklandığına inanırken Darwin evrimleşmenin böyle bir özellikten değil, tamamen dış şartlardan kaynaklandığını ve tabîî seleksiyonla oluştuğunu iddia eder. İlmî gelişmeleri uzaktan/geriden izleyen ve bilimi ideolojiye alet eden geri kalmış ülke bilimcileri evrim teorisini bilimin ispat ettiği bir gerçek gibi ileri sürmüş ve buna dayanarak, bazan bilim adına sahtekârlıklar da yaparak (örnekler için bak.M. Bayraktar, İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, İst. 1987, s.196 vd.) yaratılış inancına karşı çıkmışlardır. Konuya tarafsız ve bilim açısından yaklaşanlara göre evrim teorisi adı üstünde bir teoridir; bilimin ispat ettiği, benimsediği bir gerçek değildir. Darwin gibi evrim teorisini oluşturanların samimi itirafları ve tereddütleri vardır, Darwin’den sonra da biyolojide ve paleontolojide çeşitli/farklı görüşler ve tespitler olmuştur (Örnekler için bak. Y. Sezen, Maddeci Felsefenin Çıkmazları, İst. 1996, s. 144 vd.).

İslam düşüncesinde üç ekol bulunduğunu biliyoruz: Kelam, felsefe ve tasavvuf.
Kelamcılar da sünnî olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Sünnî olmayan kelam mezheplerinden Mutezile’ye mensup Nezzam (öl. 835 veya 845 m.), Câhız (öl. 869 m.) gibi bazı alimler ile zühd döneminden sonra yetişen bazı mutasavvıflar “evrimci yaratılış teorisi” diye isimlendirilmesi mümkün olan bir teori ileri sürmüşlerdir. Hemen zikretmeliyiz ki bu teori, İslam inancı ile bağdaştırılması mümkün olmayan materyalist ve ateist varlık ve evrim düşüncelerine karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır ve ortak unsur yaratılış inancıdır; yani her şeyin yok iken Allah tarafından yaratıldığına inanmaktır. Her şeyi yok iken yaratan Allah, evrimci yaratılış teorisini ileri süren İslam düşünürlerine göre türleri ayrı ayrı ve birden yaratmamış, birinin diğerinden evrimleşme yoluyla oluşmasını sağlamıştır. Bu “birinin diğerinden oluşması” da, ilk yarattığı maddenin, aslın, çekirdeğin, kendinden sonra meydana gelecek bütün türleri bilkuvve (onda gizlenmiş olarak) içermesi sebebiyle olmakta, bu özelliğe dayanmaktadır. Bu konuda değerli bir çalışma yapmış bulunan M. Bayraktar’a göre İslam düşünürlerinin evrimci yaratılış teorileri bilim bakımından darwinizm ve lamarckizmden daha sağlam temellere oturmaktadır (ag.esr. s. 195 vd.).
Ehl-i sünnet kelamcılarına (sahih İslam inancını açıklayan ve farklı inançlara karşı savunan alimlere) göre Allah Teâlâ bütün türleri birden ve ayrı ayrı yaratmıştır. Türler arsında evrimleşme yoluyla geçişler yoktur, evrim türlerin kendi içinde olabilmektedir. Bu inanç ve düşüncenin dayandığı naslar(insanın yaratılışı ile ilgili olanları) ve kısaca açıklamaları şöyledir:

İnsan suresinin 1. âyetine göre “İnsanın (varoluş tarihinde) adının sanının bulunmadığı bir zaman parçası şüphesiz gelip geçmiştir”. Bu âyet, insan yok iken yani bir varlık değilken kesinlikle üzerinden bir zaman geçtiğini, yaratılışı tamamlanıp mükemmel bir insan haline gelinceye kadar varlıklar arasında bulunmadığını ifade eder. Çünkü insan yaratılışı tamamlanmadan önce yeryüzünde toprak, sonra babasının sulbünde bir sperm ve anasında bir yumurtadır. Daha sonra ana rahminde bir embriyo haline gelmektedir. Nitekim Yüce Allah 2.âyette insanı “katışık bir nutfe”den yani ana rahminde döllenmiş bir yumurtadan yarattığını ifade buyurmuştur. Kendisine görme, işitme gibi organlar da lütfedilen bu varlık artık yükümlülüklere muhatap ve imtihana tabi tutulabilecek bir kıvama gelmiş olmaktadır (insanın yaratılış aşamaları hakkında bilgi için bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/12-15; Kıyamet 75/37).

İnsanın yaratılışını anlatan bir başka âyetin meali de şöyledir: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinize itaatsizlikten sakının” (Nisâ:4/1).

Kur’an’da nefis (en-nefs) ve çoğulu enfüs, “insan, insanın veya başka bir şeyin kendisi, insanın hayatta iken insan olmasını sağlayan (insanın onun sayesinde, ona sahip olduğu için insan olduğu), ölünce de ebedî varlığını devam ettiren unsuru” mânalarında kullanılmıştır. Bazı âlimler, filozoflar ve sûfîler ruh ile nefsi aynı varlığın iki adı olarak açıklamışlar (Gazzâlî, İhyâ, II, 2 vd.), bazıları ise nefs ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır. İkinci tanımlamaya göre Allah Teâlâ her bir insan için tıpkı bedeni gibi bir de nefis yaratır, Şah Veliyyullah’ın “neseme” adını verdiği bu nefis, insanın hayatı boyunca yapıp ettiklerine göre mânevî bir yapı ve kişilere göre farklı özellikler kazanır. Ruh ise şahsî değil, umumidir; tek bir enerji merkezinden gelip ampülleri aydınlatan elektrik gibidir ve ilâhîdir, Allah’a aittir, halk âlemine değil, emir âlemine dahildir, nefis için Allah’ın rızasına götüren yolu aydınlatır veya onu bu yola çeker. İnsanın tabiatında ve yapısında Allah’ın rızasına aykırı yola çeken güçler de (heyecanlar, güdüler, ihtiyaçlar) vardır, ayrıca şeytanın da işi, insanı Allah yolundan saptırmaya çalışmaktır. İnsan (nefis), aldığı eğitim ve iradesi sayesinde bu iki çekim merkezi arasında mücadele ve imtihan vererek dünya hayatında kulluğunu ve tekâmülünü gerçekleştirmeye; emmâre (kötüye çeken, kötüyü emreden) nefis olmaktan kurtularak, levvâme (kendini tenkit eden, kınayan), mülheme (ilâhî ilhama mazhar olan), mutmainne (şüphelerden ve geçici zevk bağımlılığından kurtularak huzura eren), râdıye (Allah’ın takdirine razı olan), merdıyye (Allah’ın rızasına mazhar olan) nefis basamaklarına veya derecelerine tırmanmaya çalışır (Şah Veliyyullah, et-Tefhîmâtü’l-ilâhiyye, Haydarâbâd, 1967, I, 222; II, 216 vd.; Hüccetullâhi’l-bâliğa, I, 38-40, 58-61).

“İlk insan ve onun eşi aynı özden yaratıldıktan sonra ilk üreme ve onu takip eden nesillerin oluşması nasıl gerçekleşmiştir” sorusuna cevap arayan alimlerin bir kısmı, “Havva’nın ikiz doğurması ve aynı batında doğmayanların (bir sonrakinde doğanların) öncekilerle evlendikler gibi” akıl ve nakil yönünden kabul edilmesi mümkün olmayan formüller ileri sürmüşlerse de bize göre böyle bir tasavvur zaruri değildir; çünkü Allah Teâlâ’nın insanı nasıl yarattığını açıklayan âyetlerde topraktan, çamurdan, nefisten ve Allah’ın ruhundan üflemesinden kayıtları ve şekilleri vardır. Son şekil Hz. Îsâ’nın yaratılması ile ilgilidir. Meryem, bir erkekle beraber olmadan Allah’ın ruhundan üflemesi (Enbiyâm 21/91; Tahrîm 66/12) ve bunun açıklaması mahiyetinde olan “ruhun insan şekline bürünüp Meryem’e görünmesi” (Meryem 19/17) ile hamile kalmış ve Allah’ın ona ulaştırdığı bir kelimesi (Nisâ 4/171) olarak Hz. Îsâ’yı doğurmuştur. Kezâ Hz. Zekeriyyâ bir zürriyet vermesi için Rabbine dua etmiş, Rabbinin de duasını kabul ederek Yahyâ’yı ona vereceğini müjdelemesi üzerine “kendisinin yaşlandığını, eşinin de çocuktan kesildiğini ifade ederek” bunun nasıl olacağını sormuştu, Rabbin ona cevabı şöyle olmuştur: “İşte böyledir, Allah dilediğini yapar” (Âl-i İmrân 3/40), “…bu benim için kolaydır, sen hiçbir şey değilken seni de yarattım” (Meryem 19/9). Hz. Âdem’in yaratılmasında ana da yoktur baba da, Hz. Îsâ’nın yaratılmasında yalnızca ana vardır, Hz.Yahyâ’nın yaratılmasında ana ve baba vardır, fakat çocuk yapma/doğurma kabiliyetleri mevcut değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve sağlam rivayetlerde “kardeşlerin birbiri ile evlendikleri” bilgisi verilmediğine göre ilk yaratılan erkek ile kadından birçok erkek ve kadının türetilmesinin nasıl olduğunun bilinmediğini, yukarıda zikredilen şekillerden birisine göre veya bir başka şekilde yaratma ve çoğaltmanın olabileceğini ifade etmek bize daha uygun görünmektedir.  Darwin hakkında kısa bir ek bilgi:

“Darwin’in inançlı bir Hıristiyan olarak yetiştirildiği, ancak inancının giderek zayıfladığı bilinen bir gerçektir. Çoğu yorumcu da ‘agnostik’ (bilinemezci) olarak öldüğü kanısındadır. Bazılarına göre ise aslında ateizm noktasına varmıştır, ama dindar bir Hıristiyan olan eşi Emma Darwin’i üzmemek için bunu açıkça ifade etmemiştir. İşin ilginç bir yönü, Darwin’in inancındaki erimenin, gördüğü bilimsel kanıtlardan ziyade, yaşadığı psikolojik travmayla ilgili oluşudur. Onu dini inançtan soğutan en büyük etken, kızı Annie’nin 10 yaşında iken hastalanarak ölmesidir. Darwin’in üç kuşak sonradan torunu olan Randal Keynes, ‘Annie’nin Kutusu: Darwin, Kızı ve İnsan Evrimi’ adlı kitabında bunu detaylarıyla anlatır. Aslında bu travma Darwin’e has da değildir. New York Üniversitesi psikoloğu Paul C. Vitz, ‘Ateizmin Psikolojisi’ adlı 1999 basımı kitabında, önde gelen ateist düşürlerin çoğunun şaşırtıcı biçimde sorunlu aile hayatlarına sahip olduğunu inceler. Vitz’e göre, “Tanrı’ya inancın önündeki engeller rasyonel değil, genel anlamda, psikolojiktir.” Eğer Vitz düşüncesinde haklı ise, o zaman ateist Freud’un “Tanrı’ya inanç, çocukluktan kalma bir duygusallıktan gelir” şeklindeki iddiasının neredeyse tam aksi bir sonuca varmak gerekiyor. Kaldı ki zaten Freud’un kendisi de içinde bol miktarda ensest bulunan hayli ‘sorunlu’ bir ailenin ürünüdür…”

(Prof. Hayrettin Karaman http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/4/0020.htm )

posted in YARATILIS | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Akıllı Tasarım [Intelligent Design] Teorisi

ABD’deki devlet okullarında Darwin’in evrim teorisine alternatif olarak okutulması tartışılan Akıllı Tasarım, son 15 yıldır giderek güçlenen ve büyüyen bir teori. Gücünü de, Darwinizm’in varsayımının aksine, yaşamın hiç de rastlantı olmadığı gösteren bilimsel kanıtlardan alıyor.

Aslında bu konudaki tartışmanın başlangıcı 150 yıl öncesine uzanıyor. Darwin’in 1859’da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabından bu yana, biyolojideki temel kuram, canlıların doğal seleksiyonun ürünü olduklarını öngören evrim kuramı oldu. 20. yüzyılda Darwinizm’e genetik ışığında getirilen yeni yorum, doğal seleksiyona bir de mutasyon mekanizmasını ekledi. Ancak bu iki mekanizmanın, yani doğal seleksiyon ve mutasyonun, canlılığın tek kaynağı olduğu yönündeki geleneksel anlayış, son yıllarda önemli eleştiriler alıyor. Pek çok bilim adamı, canlılığın sadece bu gibi amaçsız ve bilinçsiz faktörlerin ürünü olamayacağını, hayatın kökeninde “tasarlayıcı bir aklın” olduğunu savunuyorlar.

Bu anlayış son yıllarda yeni bir teoriyi de beraberinde getirdi: “Akıllı Tasarım” (Intelligent Design) teorisi. Time dergisinin 12 Ağustos 2005 sayısının da kapak konusunu oluşturan teori, halen ABD’de ateşli bir tartışmanın odak noktası. Bilim dünyasında Akıllı Tasarım’ı kabul edenlerin sayısı artarken, bazı eyatler de teoriyi ders kitaplarına Darwinizm’in alternatifi olarak koymayı tartışıyorlar.

Bu teori, 1990’lı yıllarda bir grup Amerikalı bilim adamı tarafından ortaya atıldı. Teorinin ilk büyük çıkışı, Pennsylvania’daki Lehigh Üniversitesi’nden biyokimya profesörü Michael J. Behe’nin “Darwin’in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Başkaldırı” adlı kitabı oldu. Behe, kitabında canlı hücresinin Darwin zamanında içeriği bilinmeyen bir “kara kutu” olduğunu, hücrenin detayları anlaşıldığında ise, burada çok kompleks bir “tasarım” bulunduğunun ortaya çıktığını anlatıyordu. Behe’ye göre, canlılardaki kompleks sistemlerin doğal seleksiyon ve mutasyonla, yani bilinçsiz mekanizmalarla ortaya çıkması imkansızdı ve bu durum hücrenin “bilinçli bir şekilde tasarlandığını” gösteriyordu. Fransız felsefe profesörü Peter van Inwogen, bu kitabın önemini şöyle vurgulamaktaydı:

“Eğer Darwinistler bilimsel gerçeklerle dolu bu kitabı, önemsemeyerek, yanlış anlayarak veya ona gülüp geçerek karşılarlarsa, bu durum bugün Darwinizm’in bilimsel bir teori olmaktan çok bir ideoloji olduğu yönündeki gitgide yayılan şüpheler için önemli bir kanıt olacaktır.”(1)

Darwinistler Behe’ye tatminkar bir cevap veremediler. Ve Akıllı Tasarım teorisi giderek daha fazla bilim adamı tarafından savunulmaya başlandı. Bugün bu hareketin önemli isimleri arasında California Berkeley Üniversitesi’nden Philip Johnson; MIT, Chicago, Princeton Üniversiteleri’nden Willam Dembski; doktorasını Cambridge’de yapmış olan Stephen C. Meyer; Chicago Üniversitesi’nden Paul Nelson gibi isimler yer alıyor. Seattle merkezli Discovery Institute adlı bilimsel enstitünün çatısı altında bilimsel çalışmalar yürüten gruba, internet üzerinden ulaşmak mümkün. (www.discovery.org)

İndirgenemez Komplekslik

Akıllı tasarım teorisini savunanların en çok vurgu yaptıkları kavramlardan biri, “indirgenemez komplekslik” (irreducible complexity).

Bu kavram, aslında Darwin tarafından ortaya konmuş bir “kıstas”a dayanıyor. Darwin, kendi teorisinin nasıl yanlışlanabileceğini Türlerin Kökeni’nde şöyle ifade etmişti:

“Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum.”(2)

Darwin’in buradaki kastını iyi incelemek gerekiyor. Başta belirttiğimiz gibi, Darwinizm canlıların kökenini iki bilinçsiz doğa mekanizması ile açıklıyor: Doğal seleksiyon ve rastlantısal değişiklikler (yani mutasyonlar). Darwinist teoriye göre, bu iki mekanizma, canlı hücresinin kompleks yapısını, kompleks canlıların vücut sistemlerini, gözleri, kulakları, kanatları, akciğerleri, yarasaların sonarını ve daha milyonlarca karmaşık tasarımlı sistemi meydana getirmiş durumda.

Ancak son derece kompleks yapılara sahip olan bu sistemler, nasıl olur da iki bilinçsiz doğal etkenin ürünü sayılabilir? İşte bu noktada Darwinizm’in başvurduğu kavram, “indirgenebilirlik” kavramı. Teori, sözkonusu sistemlerin çok daha basit hale indirgenebileceklerini ve sonra da kademe kademe gelişmiş olabilecekleri iddia ediyor. Bu kademeler sayesinde, Darwinizm’in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü kusursuz bir göze sahip oluyor, önceden uçamayan bir başka tür de kanatlanıp uçar hale geliyor.

Ancak Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu klasik hikayede çok önemli bir yanılgı olduğunu savunuyorlar. Dikkat edilirse, Darwinist teori, bir noktadan bir başka noktaya (örneğin kanatsız canlıdan kanatlı canlıya) doğru giden aşamaların hepsinin tek tek “avantajlı” olmasını öngörüyor. A’dan Z’ye doğru gidecek bir evrim sürecinde, B, C, D… U, Ü, V ve Y gibi tüm “ara” kademelerin canlıya mutlaka avantaj sağlaması gerekiyor. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı sistemlerinin avantajlı küçük kademelere “indirgenebileceği” varsayımına dayanıyor.

İşte Darwin bu nedenle “eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır” demişti.

Akıllı Tasarım teorisyenleri, işte bu noktayı vurguluyorlar ve 20. yüzyıl biliminin, Darwin zamanında yeterince bilinmeyen pek çok “indirgenemez kompleks” yapı ortaya çıkardığını belirtiyorlar.3 Michael Behe’nin kitabında indirgenemez kompleks sistemlere verdiği ilginç örneklerden biri, bakteri kamçısı.

Bakterinin Kamçısı

“Kamçı” olarak Türkçe’ye çevrilen “flagella” isimli organ, bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır. Organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı ritmik bir biçimde dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda yüzebilir.

Bakterilerin kamçısı, uzun zamandır biliniyordu. Ancak son 10 yıl içindeki gözlemler, bu kamçının detaylı yapısını ortaya çıkarınca bilim dünyası şaşkına döndü. Çünkü kamçının, önceden sanıldığı gibi basit bir titreşim mekanizmasıyla değil, çok karmaşık bir “organik motor” ile çalıştığı ortaya çıktı.

Bakterinin hareketli motoru, elektrik motorlarıyla aynı mekanik özelliğe sahiptir. İki ana bölüm söz konusudur: Bir hareketli kısım (rotor) ve bir durağan kısım (stator).

Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer sistemlerden farklıdır. Hücre, içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bunlar kusursuz bir mekanik tasarımla yerlerine yerleştirilmiştir. Bilim adamları kamçıyı oluşturan bu proteinlerin, motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını ya da kırbacı hücre zarına bağlayan proteinleri hareketlendirdiklerini belirlemişlerdir. Motorun işleyişini basitleştirerek anlatmak amacıyla yapılan modellemeler bile, sistemin karmaşıklığının anlaşılması için yeterlidir.

Bakteri kamçısını kitabında detaylı olarak anlatan Michael J. Behe, sadece bu kompleks yapısının dahi, evrimi “yıkmak” için yeterli olduğunu savunmaktadır.(4) Çünkü kamçı hiç bir şekilde basite indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiç bir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz olması gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin “kademe kademe gelişim” modeli anlamsızlaşmaktadır.

Tasarım Nasıl Belirlenebilir?

Bakteri kamçısı kuşkusuz Akıll Tasarım savunucularının tek örneği değil. Behe kitabında daha pek çok “indirgenemez kompleks” yapının örneğini veriyor. Sadece Behe’nin kitabında değil, Akıllı Tasarım’ı savunan pek çok biyolog tarafından yayınlanan kitaplarda ve bilimsel makalelerde, evrimin “kör” mekanizmalarının açıklayamadığı kompleks tasarımlara dair sayısız örnek var: İnsan gözünün anatomisi, retina hücrelerindeki karmaşık biyokimyasal düzenek, DNA replikasyonunda görev yapan enzimler (5), insanın diz ekleminin tasarımı(6) veya “tek yönlü ve daimi nefes akışı” sağlayan özgün kuş akciğeri (7) gibi.

Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu yapıların hiç birinin “doğal mekanizmalarla” oluşmuş olamayacağını, mutlaka bilinçli bir düzenlemenin ürünü olduğunu savunuyorlar. Peki bir yapının tasarım ürünü olduğu nasıl anlaşılıyor? William Dembski The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities (Dizayn Çıkarımı: Küçük Olasılıklar Yoluyla Şans Faktörünü Elimine Etmek) adlı kitabında bu soruyu cevaplıyor.(8)

Dembski’ye göre, doğada var olup da doğal faktörlerle ortaya çıkma olasılığı aşırı derecede küçük olan yapılar, bilinçli bir tasarımın bilimsel kanıtını oluşturuyor. Örneğin fonksiyonel bir protein molekülünün, doğadaki 20 farklı aminoasitin rastlantısal biraraya gelmesiyle oluşma ihtimali, matematikte “imkansız”ın başladığı nokta sayılan 10 üzeri 50’de 1’den bile çok çok daha (trilyarlar kere trilyarlarca kat) küçük. Bu durum, proteinin rastlantısal bir sürecin ürünü olmadığını, “tasarlanmış” bir yapı olduğunu gösteriyor.

Daha kolay anlaşılır bir örnek ise şöyle: Balta girmemiş bir ormanda bir heykele rastlarsanız, bundan çıkardığınız sonuç ne olur? Doğal faktörlerin bu heykeli oluşturmuş olmaları ihtimali çok çok küçük olduğu (yani böyle bir alternatif “imkansız” olduğu) için, heykelin tasarlanmış olduğu sonucuna varırsınız. Akıllı Tasarım teorisyenleri, canlıların kompleks mekanizmalarının, bir ormanda bulunan heykelden çok daha açık birer “tasarım kanıtı” olduğunu savunuyorlar.

Bilim İçin Bir Dönüm Noktası

Kuşkusuz Akıllı Tasarım konusundaki bu çalışmalar, önemli bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tasarımcı kim? Canlıları dizayn eden bilinç, kimin bilinci?

Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu sorunun cevabının, bilimin alanı dışında kaldığını belirtiyorlar. Onlara göre bilimin yaşamın kökeni hakkında varabileceği sonuç, canlılığın tasarlanmış olduğunu tespit etmekten ibaret. Yani, bu tasarımın sahibi kim, amacı nedir gibi soruların, kendi alanlarından çıkıp dinin veya felsefenin ilgi alanına girdiğini düşünüyorlar. Profesör Philip Johnson’a göre, “herkes bu sorulara kendi inançlarına ve düşüncelerine göre cevap arayabilir, ama önemli olan bilimin, hayatı amaçsız bir rastlantılar zinciri olarak gören Darwinist teoriyi reddediyor olması.”(9)

Akılı Tasarım teorisi, hem bilim dünyasını hem de toplumu derinden etkileyeceğe benziyor. William Dembski, teoriyi yeni bir bilimsel devrim olarak niteliyor. Nitekim son 10 yılda ABD’de büyük bir Akıllı Tasarım fırtınası esiyor. Teorinin Behe, Johnson, Dembski gibi öncüleri, ABD’nin saygın üniversitelerinde bilimsel konferanslarda söz alıyor, Darwinist bilim adamlarıyla tartışmalara katılıyor ve teorinin her geçen gün daha fazla yayılması için çalışıyorlar. Darwinistler ise, her ne kadar teoriyi çeşitli suçlama ve saldırılarla diskalifiye etmeye çalışsalar da, bunun 150 yıldır karşılaştıkları en ciddi bilimsel meydan okuma olduğunda birleşiyorlar.

Akılı Tasarım teorisinin en önemli mesajı, tüm doğayı “planlanmamış, amaçlanmamış bir rastlantılar yığını” olarak gören ortodoks biyoloji anlayışının geçersiz olduğunu savunması. Michael Behe, bu yeni anlayışın bilim dünyası tarafından kabullenilmesinin kolay olmadığını, ancak zaten hiç bir bilimsel devrimin kolay gerçekleşmediğini belirtiyor:

“Hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı, hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın bizlerde bir şok etkisi yaratmış durumda. Ama diğer yüzyıllar da benzer şokları yaşamışlardı ve şoklardan kaçmak için bir neden de yok.”(10)

Bilim dünyası bu “şok”u kabullenecek mi, bunu zaman gösterecek.

NOTLAR
1) Michael Behe, Darwin’s Black Box, New York, The Free Press, 1996
2) Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
3) Ayrıca bkz. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, ss. 199-220
4) Michael Behe, Darwin’s Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 69-73
5) Stephen C. Meyer, “Word Games: DNA, Design and Intelligence”, Signs of Intelligence, (ed. William Dembski James Kushiner), 2001, Brazos Press, ss. 102-117
6) Stuart Burgess “Critical Characteristics and the Irreducible Knee Joint”, 1999, http://www.trueorigin.org/knee.htm
7) Michael J. Denton,. Nature’s Destiny. Free Press. New York. 1998, s. 361
8) William Dembski, The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities, Cambridge University Press, 1998
9) Phillip Johnson, The Wedge of Truth, Splitting the Foundations of Naturalism, InterVarsity Press, 2000, s. 23
10) Michael Behe, Darwin’s Black Box, New York, The Free Press, 1996, s. 252-53

(Mustafa Akyol, http://www.mustafaakyol.org/archives/2005/12/akilli_tasarim_intelligent_design.php )

posted in YARATILIS | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

EVRİM TEORİSİ’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ


BÖLÜM TANITIMI

Buraya kadar Evrim Teorisi ile ilgili bilimsel, felsefî ve teolojik tartışmaların tarihsel arka planını, bu teorinin ortaya konma sürecini ve ileri sürdüğü iddialarını göstermeye çalıştım. Bu bölümde ise Evrim Teorisi’nin, bilimselliğin kriterlerini ne kadar karşıladığını inceleyeceğim. Bunun için doğa bilimlerinde ve bilim felsefesinde ileri sürülen gözlemlenebilme, öngörü gücü, yasalara sahip olma, matematiksel betimleme yeteneği, yanlışlanabilirlik, rakip teorilere üstünlük sağlama gibi çeşitli kriterler açısından bu teorinin değerlendirmesini yapacağım. Bunlarla beraber, Evrim Teorisi’nin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi mekanizmalarının yepyeni özelliklere sahip türlerin oluşumunu açıklayıp açıklayamayacağını tartışacağım. Ayrıca embriyoloji, moleküler biyoloji, homoloji ve fosilbilimi gibi alanlar açısından bu teoriyi ele alıp irdeleyeceğim.

Bu bölümde cevabını bulabileceğiniz bazı sorular şunlardır: Evrim Teorisi bilim felsefesi alanında ortaya konan bilimsellik ölçütlerini ne kadar karşılamaktadır? Doğal seleksiyon canlılarda yeni özelliklerin ortaya çıkışını açıklayabilir mi? Ispinoz kuşları veya pulkanatlı güveler Evrim Teorisi’nin delilleri olabilir mi? Yapılan laboratuvar deneyleri, mutasyonlarla yeni özelliklere sahip türlerin oluştuğunu desteklemekte midir? Evrim Teorisi’nin yasaları var mıdır? Evrim Teorisi’ne dayanarak öngörüde bulunulabilir mi? Evrim Teorisi yanlışlanmaya açık bir teori midir? Evrim Teorisi’nin rakip teorilere üstünlüğünü gösterecek bilimsel bir düzenek kurmak mümkün müdür? Evrim Teorisi’nin mutlak bir gerçek olarak sunulması Thomas Kuhn’un ‘paradigma’ görüşü ile açıklanabilir mi? Big Bang Teorisi ile Evrim Teorisi’nin bilimsel ölçütlere uymaktaki başarıları arasında fark var mıdır? Canlılardaki benzerlikler ile Evrim Teorisi temellendirilebilir mi? Fosiller Evrim Teorisi hakkında ne söylemektedir? Fosil-olasılık ikilemi nedir? Evrim Teorisi olmadan bilim olur mu?

BİLİMSELLİĞİN KRİTERLERİ, BACONCI İLKELER VE EVRİM TEORİSİ

Evrim Teorisi’nin, kendisinin dışındaki yaklaşımlardan daha doğru olup olmadığını anlamak için, onu, diğer görüşlerden ayırt eden unsurların neler olduğunu iyice tespit etmek gerekmektedir. Evrim Teorisi’nde, kendiliğinden türeyen basit bir canlıdan veya canlılardan diğer bütün canlıların; bir canlı formunun diğerine değişmesi yoluyla oluştuğu savunulmaktadır. Burada altı çizilmesi gerekli nokta, Evrim Teorisi’nin, istisnasız bütün türlerin, başka bir türden oluştuğunu iddia etmesidir. Türlerin tamamen sabit olup hiç değişmedikleri fikri özellikle Linnaeus ve takipçileri tarafından savunulmuştur. Buffon, Linnaeus’un düşündüğünden daha az sayıda kökensel türün başta yaratıldığını, diğer türlerin bu türlerden değişerek oluştuklarını söyledi. Mendel ise melezleşme yoluyla yeni türlerin oluşumunu Evrim Teorisi’nin alternatifi olarak gördü. Evrim Teorisi’ne karşıt fikirleri savunan biyolojinin bu en ünlü isimlerinin görüşlerine karşı, bu teorinin doğruluğunu göstermek için türlerin sabit olmadığını, türlerde bazı değişiklikler bulunduğunu göstermek yetmeyecektir. Fakat bir türden diğerine değişim olurken, kanadı olmayan bir sürüngenin kanadının çıkıp da yeni bir tür oluştuğu veya memeli olmayan bir canlının memeli başka bir türe dönüştüğü gösterilebilirse; Evrim Teorisi’nin diğer görüşlere göre daha üstün olduğu ispatlanabilir. Görüldüğü gibi bir türün içinde farklılıklar olması, hatta birbirine çok yakın iki türün ortak bir atadan veya atalardan melezleşme veya değişim yoluyla oluştuğunun iddia edilmesi; Evrim Teorisi’ni savunanları diğer görüşlerin sahiplerinden ayırt eden özellik değildir. Canlılar dünyasında küçük değişimlerin (mikro mutasyonların) gözlenmesinin Evrim Teorisi’nin delili olduğu söylenemez; ancak bir türden önemli ölçüde farklı bir türe, cinse, familyaya veya takıma geçişi sağlayacak büyük değişimlerin oluştuğu; bunun gerek bir anda gerekse küçük değişimlerin birikmesiyle mümkün olduğu gösterilebilirse, Evrim Teorisi’ni diğer görüşlerden ayırt eden iddialarının delilinin bulunduğu söylenebilir.

Darwin’in hayvan yetiştiricileriyle ilgili gözlemleri Evrim Teorisi’nin ayırt edici bir delilini sunmaz.1 Çünkü hayvan yetiştiricileri, daha çok süt veren bir ineğin veya daha iri bir koyunun nasıl yetiştirildiğini gösterebilmelerine karşın yeni bir hayvan türünün oluşumunu gerçekleştirememişlerdir. Aynı şekilde yeni Darwincilerin üzerinde en çok deney gerçekleştirdikleri sirke sineği (Drosophila) ile ilgili deneylerde de yeni bir cins elde edilememiştir.2

Yeni bir cinsin oluşumuna dair bir gözlemin olmadığını, Evrim Teorisi’nin en önemli teorisyenleri de kabul ederler: Yeni bir cinsin oluşumu uzun tarihsel bir süreci gerektirdiği için, bunun gözlemlenmesinin mümkün olmadığını söylerler.3 Teori adına dile getirilen bu savunma, yeni türlerin veya türlerin altında birleştiği cinslerin, familyaların, takımların oluşumunun gözlemle-nememesinin teoriyi yanlışlamak için yeterli sebep olmadığının dile getirilmesinden öteye geçememektedir. Oysa Evrim Teorisi’nin, Mendel veya Buffon gibi biyologların ileri sürdüğü alternatiflerden daha tutarlı olduğunun iddia edilebilmesi için muhakkak farklı yeni türlerin, cinslerin, familyaların diğer türlerin değişmesi sonucu oluşabildiğine dair delile ihtiyaç vardır. Çünkü Evrim Teorisi’ni, kendisinin dışındaki canlıların orijinine yönelik biyolojik yaklaşımlardan ayırt eden nokta budur. Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterlere uyan bir teori olması için, onun yanlışlanamayacağını söylemek yetmez, önemli olan bu teorinin ayırt edici iddialarını doğrulayan olguları göstermektir. “Andromeda galaksisinde zürafalar yaşamaktadır” diye bir önerme kurarsak bu önermeyi de kimse yanlışlayamaz; oysa bu önermenin bilimsel kriterlere uygun olması için yanlışlanamaz olması yetmez, bu önermeyi destekleyecek delillere ihtiyacımız vardır. Bu yüzden, Ernst Mayr’ın, Evrim Teorisi’ni savunmak için; evrimin uzun bir süreçte gerçekleştiği için gözlenemeyeceğini söylemesi, bu teorinin olgusal destekten yoksun olduğunun bir itirafı olarak anlaşılmalıdır.

Charles Darwin, tümüyle Baconcı ilkelere bağlı bir şekilde çalışmalarını gerçekleştirdiğini söylemiştir.4 Baconcı ilkelere göre bilimsel metot tümevarıma dayanmalıdır; tikel bir veya birkaç olgudan tümevarmakta acele edilmemelidir. Tikel olguların bir araya getirilmesi ile aşamalı bir şekilde tümevarıma ulaşılmalıdır. Darwin’in açıklamaları, bilgi teorisinde (epistemolojisinde) ve bilimsel metodolojisinde olgusallığı ve tümevarımı benimsediğini göstermektedir, Baconcı ilkeleri takip ettiğini söyleyerek de bu seçimini göstermiştir. Oysa yeni bir cinsin oluştuğuna dair tek bir gözlem bile mevcut olmaması, Darwinci yaklaşımı zora sokmaktadır. Halbuki Baconcı metodun doğru uygulaması için birçok farklı türün ve cinsin evrim ile oluştuğu gözlendikten sonra, bu gözlemlerden hareketle bütün türlerin evrimleştikleri söylenebilir. Tür içi varyasyonların varlığı veya birbirlerine yakın türlerin ortak atadan oluştukları ve birbirlerine değiştikleri; Evrim Teorisi’ni kabul etmeyen birçok düşünürün de benimsediği olgulardır. Birçok teist, Kutsal Metinler açısından da bu fikre sıcak bakabilir. Üç tektanrılı dinde de bütün insan ırklarının beyazı, siyahı, pigmesi, kızılderilisi ile tek bir çiftten (Adem ile Havva) yaratıldığı görüşü hâkimdir. Kuran’da, Nuh’tan sonraki insanların bedenen daha gelişmiş olduğu geçmektedir (7 Araf Suresi 69); bu da insan türünün ilk çiftten sonra sınırlı da olsa bir değişim geçirdiği fikrine dinlerin yabancı olmadığını gösterir.

Evrim Teorisi’nin, türlerin özel yaratılışına veya kökensel türlerden (cinslerden, familyalardan) diğer türlerin yaratıldığı fikrine karşı olgusal destek sağlaması için mutlaka bir cinsten, familyadan veya takımdan diğerine dönüşümü gösterebilmesi gerekir. Olguculuğa dayanan bir bilgi anlayışı bu tip bir sürecin gözlemlenmesini, Baconcı ilkeler ise gözlenen süreçlerin çeşitliliğini ve tümevarım metodunun naif bir şekilde uygulanmamasını gerektirir. Oysa Ernst Mayr gibi en ünlü evrimcilerin belirttiği gibi bu sürecin gözlemlenmesi mümkün değilse, olgusalcı ve tümevarımcı bir bilimsel metot ve bilgi teorisi açısından Evrim Teorisi’nin gerekli desteği olmadığı söylenmelidir. Evrim Teorisi’ni doğrulayan (verification) olgular mevcut değildir, bu yüzden hiçbir tikel doğrulaması olmayan bu teorinin, birçok tikel önermeden tümevarıma ulaşmayı tavsiye eden Baconcı metodoloji açısından bilimselliğin kriterlerini karşılaması mümkün değildir.

GÖZLEM, DENEY, ANALOJİ VE EVRİM TEORİSİ

Darwin, teorisini doğrulayacak olguları gözlemleyip tümevarıma ulaşamadığı için, bunun yerine tür içindeki değişimlerle, türden türe değişimler arasında analoji (benzerlik) kurmuştur. Örneğin hayvan yetiştiricilerini gözlerken, yetiştiricilerin damızlıkları seçme suretiyle çiftleşmeleri sağlamalarıyla, türün daha verimli hayvanlarının elde edilebileceğini tespit etti.5 Darwin’in teorisini ortaya koyarken çok önem verdiği bu gözleminde iki analoji vardır. Birinci analoji, hayvan yetiştiricileri (yapay seleksiyon) ile doğa (doğal seleksiyon) arasında kurulmuştur. Ikinci analoji ise, bir türün içindeki ıslah faaliyeti sonucu oluşan değişim ile bir cinsten diğer cinse değişim arasında kurulmuştur. Analojinin bilimsel metot açısından kabul edilebilir bir akıl yürütme olduğunu ve Darwin’in birinci analojisinin doğru olduğunu kabul etsek bile, ikinci analoji yine de sorunludur. Darwin, analojik yaklaşımıyla şu şekildeki bir çıkarıma inanmamızı beklemektedir:

1.Türlerin içinde bazı değişiklikleri gözlemliyoruz.

2.Demek ki bir cinsten, familyadan ve takımdan diğer bir cinse, familyaya ve takıma geçiş de mevcuttur.

 

Bu iki önermeden gözleme, yani olgulara dayanan önerme birinci önermedir. Oysa Darwin’in iddia ettiği gibi teorisinin Baconcı ilkelere dayanması için ikinci önermede ifade ettiği olguların gözlenmesi gerekirdi. Evrim Teorisi’ne karşı çıkanların bile kabul ettiği birinci maddede ifade edilen değişim, rakip teorilerce de savunulduğu için, Evrim Teorisi’ni destekleyen olguların bulunduğunu göstermez. Ispinoz kuşlarının gagasının değişimi veya ineklerin daha çok süt vermesinin sağlanmasındaki değişim ile analoji kurularak; kuşların kanatlarının oluşumu veya memelilerin sütle yavrularını beslemelerinin evrimle oluşumu savunulamaz. Var olan organların farklılaşması ile canlının yepyeni organlar veya özellikler kazanması arasında çok büyük fark vardır. Günden güne değişen hava durumu yüksek ve alçak basınç alanlarıyla açıklanabilir. Ancak mevsimler arasındaki hava durumu farkını, günlük hava değişimlerine neden olan faktörler ile analoji kurarak açıklamaya kalkarsak hata yaparız. Mevsimlik hava değişimleri için astronomik olaylar gibi diğer faktörlerin ele alınması gerekmektedir.6 Türlerin yeni organlar kazanmaları gibi değişiklikler yapı değişikliğiyken, bir organın büyüklüğünde (ispinoz kuşları) veya renginde (pulkanatlı güveler) veya verimliliğindeki (hayvan yetiştiricilerinin yetiştirdiği ineklerde) değişiklikler dereceli değişikliklerdir. Darwin’in derece açısından farklı değişikliklerle yapı açısından farklı değişiklikleri açıklaması bilimsel açıdan meşru bir analoji olamaz.

Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak, şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor, ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayatın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar!… O halde, bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır. Teori hakkında söylenebilecek en iyi şey, onun, hayatın nasıl geliştiğine dair birçok insanın paylaştığı, ne kanıtlanabilen ne de yanlışlanabilen bir inancı temsil ettiğidir.”7

Bilgi teorisindeki yaklaşımları açısıdan olguları ve tümevarımı bilimsel bilginin kaynakları diye kabul eden bir yaklaşımı savunanlar, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri karşılamadığını kabul etmek zorundadırlar. Birçok ünlü felsefeci, gözlemsel verilere dayandırılmadan Evrim Teorisi’nin savunulmasındaki soruna dikkat çekmişlerdir. Bunlardan biri olan Wittgenstein şöyle demektedir: “Örnek olarak Darwin teorisi hakkında yapılan yaygarayı ele alalım. Teoriyi destekleyen ve ‘Tabii ki’ diyen çevreler vardır, bir de ‘Tabii ki hayır’ diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla ‘Tabii ki’ denilebilir? Tek hücreli organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara dönüştükleri ve memeli hayvanlardan insanlara kadar geliştikleri düşüncesi savunuluyor. Peki, bu süreci gözlemleyen biri var mı? Hayır. Peki, bu süreci şu anda kimse gözlemliyor mu? Hayır. Yapılan gözlemler bir damla suyun kızgın bir taşa damlatılması gibi. Buna rağmen binlerce kitapta bu teorinin akla en yatkın çözüm olduğu yazmaktadır. Insanlar çok zayıf kanıtlara rağmen bu teorinin doğruluğundan emin. ‘Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha fazla güçlendirilmesi gerekir’ gibi bir tutum savunulamaz mıydı? Bu, nasıl herhangi bir şeye ikna olunabileceğini gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan sorular unutuluyor ve kişiler bunun mutlaka böyle olduğuna kanaat getiriyorlar.”8

DOĞAL SELEKSİYON VE MUTASYONLAR İLE TÜRLERİN OLUŞUMU AÇIKLANABİLİR Mİ?

Darwin’e göre, yeni türlerin oluşması için gerekli hammaddeyi popülasyonun bireylerinde meydana gelen ve kalıtım yoluyla aktarılan değişiklikler oluşturur.9 Daha sonra çevreye uymalarında kendilerine avantaj sağlayan değişikliklere sahip olan bireyler yaşarken, bu değişikliklere sahip olmayan bireyler doğal seleksiyon sonucunda yok olurlar.10 Darwin’in yaşadığı dönemde genetik bilimi henüz doğmamıştı. 1920’li yıllardan sonra genetikteki gelişmelerle Darwin’in Evrim Teorisi birleştirildi ve Yeni-Darwinizm ortaya çıktı.11 Günümüzde Evrim Teorisi ve Darwinizm ifadeleri genelde Yeni-Darwinizm ile özdeşleşmiştir ve bu ifadelerin biri diğerinin yerine kullanılmaktadır. Yeni-Darwinistler, genetikteki değişimlerin DNA’nın kopyalanması sürecinde oluşan mutasyonlarla oluştuğunu ve bu mutasyonların, Darwin’in dikkat çektiği canlılardaki yeni değişimleri oluşturduğunu söylerler.12 Mutasyonlarla canlılarda yeni değişimlerin oluşması ve çevreye uyum sağlayamayan canlıların doğal seleksiyon sonucunda elenmesinin, bütün var olan canlı türlerinin oluşum mekanizması olduğu, Yeni-Darwinizm’in en klasik Evrim Teorisi tarifidir. Bu tariften de anlaşılacağı gibi Evrim Teorisi’nin en temel mekanizmaları mutasyon ve doğal seleksiyondur.

Daha önce belirtildiği gibi Evrim Teorisi’nin diğer görüşlerden ayırt edici özelliği; bütün türlerin, cinslerin, familyaların, takımların birbirlerinden oluştuğunu dile getirmesidir. Bu yüzden doğal seleksiyonun ve mutasyonun canlılar dünyasında önemli olduğunu göstermek, Evrim Teorisi’nin bir delili sayılamaz. Evrim Teorisi’ne karşı çıkan birçok kişi de mutasyonların ve doğal seleksiyonun önemini kabul etmekte hiçbir güçlük çekmeyecektir. Örneğin geçmişte dinozorların yok olduğu gibi, gelecekte pandalar da yok olurlarsa bu bir doğal seleksiyon olur. Doğadan bir canlı türünün yok oluşu elbette önemlidir, ama hiçbir türün yok oluşu, yepyeni özellikleriyle bir türün nasıl oluştuğu için bilimsel bir delil sunmaz. Evrim Teorisi’ni savunan kitaplarda, sıkça yapılan bir mantık hatasını şu şekilde gösterebiliriz:

 

1. Evrim Teorisi’nin mekanizması doğal seleksiyondur (veya mutasyondur).

2. X olayı doğal seleksiyonun (veya mutasyonun) varlığını (veya önemini) gösterir.

3. Bu da bize Evrim Teorisi’nin doğruluğunu ispatlar…

 

Bu mantık örgüsünde özellikle ikinci maddedeki önermeye dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu ikinci maddenin doğruluğu aslında üçüncü maddedeki önermenin doğruluğunu ispat edecek mahiyette değildir. Birinci maddede de görüleceği gibi, asıl iddia edilen; doğal seleksiyonun ve mutasyonun varlığı değil, bu mekanizmaların bütün canlı türlerinin oluşumuna sebep olduğudur. Bu yüzden ikinci önermede doğal seleksiyonun ve mutasyonun varlığının değil, bu mekanizmalarla yepyeni özellikli canlıların oluştuğunun delilleri verilebilirse ancak üçüncü maddedeki sonuç önermesine ulaşılabilir. Oysa Evrim Teorisi’nin anlatıldığı ders kitaplarında; bu mekanizmaların varlığı, Evrim Teorisi’nin delili olarak aktarılmaktadır.

 

Bu mantık yanlışını daha iyi anlamak için benzer bir yanlış kurgu oluşturmamız konunun daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. “Ahmet 1.000 metre sıçradı” önermesini ele alalım ve bunu şu şekilde formüle ederek ispat etmeye çalıştığımızı düşünelim:

1.Ahmet 1.000 metre yukarı sıçramayı sağlıklı ayaklar ve bir çift lastik ayakkabı ile becermiştir.

2.Ahmet’in ayakları sağlıklıdır ve bir çift lastik ayakkabısı vardır.

3.Demek ki Ahmet 1.000 metre yukarı sıçramıştır.

 

Bu formülasyondaki hatayı hemen görebiliriz. Birinci önermede Ahmet’in iddia edilen zıplamayı gerçekleştirmede kullandığı araçlara dikkat çekilirken, ikinci maddede sadece bu araçların var olduğunun gösterilmesi, bu zıplamanın yapıldığının delili sayılmıştır. Oysa önemli olan bu araçların varlığı değil, Ahmet’in bu araçları kullanarak 1.000 metre yukarı sıçrayacak kapasiteye erişebileceğinin gösterilmesidir. Hayatın içinden bu tipteki sıradan örneklerde mantıksal yanlış kolayca fark edilebilmesine karşın, Evrim Teorisi’ni anlatan kitaplardaki bu yanlış birçok kişi tarafından fark edilememektedir.

Bazı yazarlar bu hatanın oluş sebebini, Evrim Teorisi’nin adeta bir dogma gibi ‘apriori’ (peşinen) kabul edilmesine ve bütün değerlendirmelerin böylesi bir metafizik kabulden yola çıkılarak yapılmasına bağlamaktadırlar. Descartes’ın metodik şüpheciliği de işte böylesi hatalara düşmeyi engellemek için başvurulan bir yöntemdir. Peşinen doğru kabul edilen hipotez ve teoriler ile yapılan gözlemler, mutlak doğru kabul edilen bu hipotez ve teorilere uygun bir şekilde yorumlanacakları için, yanlış çıkarımlara sebep olacaktır. Ahmet’in 1.000 metreye sıçrayabileceğine dair ‘apriori’ bir kabulümüz olmadığı için, bu örnekteki yanlışı hemen fark edebiliriz. Fakat, Evrim Teorisi’ni peşinen doğru kabul edip olgulara yaklaşıyorsak, doğal seleksiyon ve mutasyonların varlığından, bunların, bütün türleri oluşturan mekanizmalar olduğuna sıçrayıştaki mantıksal hatayı görmekte güçlük çekeriz.

 

PULKANATLI GÜVELER, İSPİNOZ KUŞLARI VE DOĞAL SELEKSİYON

Darwin ‘Türlerin Kökeni’ adlı kitabında, Evrim Teorisi’nin en temel mekanizması olarak gördüğü doğal seleksiyonu, hayvan yetiştiricilerinin yapay seleksiyonuyla analoji kurarak açıklamaya çalışmıştı. Doğada, türlerin ve cinslerin oluşumunda rol alan bir doğal seleksiyon vakası gözlemleyememişti. Daha sonra ‘pulkanatlı güveler’ (peppered moths) ile ilgili gözlem, doğal seleksiyonla türlerin evriminin oluştuğuna dair en önemli gözlemsel kanıt olarak ileri sürüldü. Buna göre Ingiltere’deki sanayileşme sürecinden önce beyaz renkli güveler çoğunluktaydı. Daha sonra, sanayi bölgelerinin bacalarından çıkan kurum, ağaçlardaki likenleri koyulaştırmıştır ve beyaz renkli güveler belirgin olarak görülmeye başlamışlardır. Kuşlar, beyaz renkli güveleri daha rahat görüp avlayabildikleri için, koyu renkli güveler ‘yaşam mücadelesi’nde üstünlük kazanmışlar ve sayıları çoğalmıştır.13 Biyoloji ders kitaplarının birçoğunda, güveler ile ilgili bu gözlem, doğal seleksiyon yoluyla evrimin oluştuğu anlatılırken kullanılan en önemli delildir. Kettlewell’in, güvelerdeki bu ‘endüstriyel alacalığı’, canlıların evriminde gözlenmiş en çarpıcı delil olarak sunduğunu belirtmek faydalı olacaktır. Kettlewell, ‘Scientific American’da çıkan bir makalesinde, bu sonucu, “Darwin’in kayıp kanıtını bulmak” olarak niteledi.14

 

Kettlewell’in pulkanatlı güveler üzerindeki gözlem ve deneylerine sonradan birçok eleştiri yapıldı. Eğer doğal seleksiyon koyu renkli güveleri endüstriyel bölgelerde hakim kılıyorsa, Manchester şehri gibi endüstriyel kirliliğin olduğu bir bölgede de bunun gözlenmesi gerekiyordu, ama sonuç bundan farklıydı. Kettlewell’in açıklamalarına ters bir şekilde endüstriyel kirliliğin olmadığı Doğu Anglia ve Galler bölgesinde de koyu renkli güvelerin oranı yüksekti. Ayrıca Kettlewell’in deneylerinin güvelerin doğal yerleşim alanlarında yapılmadığı anlaşıldı. Pulkanatlı güveler geceleri uçar ve normalde gün ağarmadan ağaçlarındaki dinlenme yerlerine giderler, oysa yapılan deneylerde güveler açıkta bırakılıp kuşlara hedef yapılmışlardı. Finlandiyalı hayvanbilimci Mikkola, 1984 yılında, pulkanatlı güvelerin, ağaçların üst kısımlarındaki küçük dalların altını mesken edindiklerini, ancak çok ender durumlarda ağaç gövdelerini mesken tuttuklarını gösterdi. Oysa biyoloji kitaplarının birçoğunda, pulkanatlı güveler, ağaç gövdelerinde, kuşların avlanmasına açık hedef olarak gösterilmektedirler. Biyolog Bruce Grant’a göre, Kettlewell’in deneyinin en zayıf yönü, gece uçan güveleri gündüz serbest bırakmasıdır. Chicago Üniversitesi’nden Jerry Coyne, derslerinde öğrettiği pulkanatlı güveler ile ilgili ‘delilin’ kusurlu olduğunu 1998 yılında anlayınca, hayal kırıklığını şöyle ifade etti: “Benim tepkim, altı yaşında olduğumda, bana hediye getirenin Noel Baba değil de babam olduğunu öğrendiğimde içine düştüğüm dehşete benzemektedir.”15

Evrim Teorisi’ni savunanların ayırt edici iddialarını iyi tespit edemezsek, bu teorinin bilimsel kriterlere ne kadar uyduğunu da iyi tespit edemeyiz; çünkü bu teoriyi ispat ettiği söylenen delillerin doğru değerlendirmesini yapmamız mümkün olamaz. Örneğin, birçok biyoloji kitabında Darwin’in ispinozları (Darwin’s finches) olarak da isimlendirilen ispinoz kuşları ile ilgili olarak ileri sürülen görüşleri ele alalım. Darwin, Beagle seyahatinde bu kuşları gözlemlemiştir.16 Ispinoz kuşlarının, farklı alt-türlere ayrıldığı, birbirlerinden değişik gaga biçimleriyle değişik gıda kaynaklarından yararlandıkları gösterilmiştir. Farklı gıda kaynaklarına değişik gagalarıyla uyan türler, doğal seleksiyon ile canlıların çevreye uyumunun bir delili olarak sunulmuşlardır. Evrim Teorisi’nin delili olarak ileri sürülen bu delil aslında bu teorinin ayırt edici bir delili değildir. Bu delil, ancak Linnaeus’un ilk başlardaki ‘türlerin sabitliği’nin hiç değişmediği fikrine karşı bir kanıt olarak sunulabilir. Buffon’un kökensel türlerden değişimle ve Mendel’in melezleşme yoluyla türlerin oluştuğuna dair görüşlerine karşı bu delil hiçbir şey ifade etmez. Nitekim melezleşme yoluyla yeni ispinoz türlerinin oluştuğu gösterilmiştir. Buna göre, ispinoz kuşları zamanla alt-türlere ayrılmamış; fakat değişik bir türün nüfusuyla karışarak (at ve eşeğin çiftleşmesiyle katırın oluşması gibi) yeni türler oluşturmuşlardır.

Pulkanatlı güveler ve ispinoz kuşlarıyla ilgili gözlem ve deneyler üzerine birçok tartışma vardır. Fakat bu tartışmaları tamamen bir kenara bırakıp, bunlar ile ilgili ileri sürülenlerin tamamen doğru olduğunu düşünelim. Bu durumda da bu deliller, Evrim Teorisi’nin bir kanıtı olamaz. Evrim Teorisi’nin doğruluğunu tartışanlar, biyoloji kitaplarındaki ispinoz kuşları ve pulkanatlı güveler gibi ‘delilleri’ ele alıp bu teoriyi temellendirmeye çalışmaktadırlar. Oysa, bunların doğruluğundan veya yanlışlığından daha önemlisi; bunlar doğru olsalar bile Evrim Teorisi’nin doğruluğunu ispat edecek mahiyette olmadıklarının saptanmasıdır. Daha önce vurgulandığı gibi, Evrim Teorisi’ni kendi dışındaki görüşlerden ayırt eden özelliği, bütün türlerin, cinslerin, familyaların, takımların birbirlerinden evrimleştiklerini iddia etmesidir. Oysa pulkanatlı güveler ile ilgili gözlemde, bu güvelerden belli bir renkte olanın diğerine göre oranının değişmesi söz konusudur. Hiçbir şekilde bu gözlem, ne pulkanatlı güvenin oluşumunu, ne de pulkanatlı güveden herhangi yeni özellikli bir canlının oluştuğunu göstermektedir. Türlerin her birinin ayrı ayrı yaratıldığını kabul edenler de türlerin bireylerinin birbirlerinden farklı olduğunu zaten kabul etmektedirler. Bu yüzden türlerin bazı bireylerini eleyip, bazı özelliklere sahip bireylerinin oranını arttıran bir mekanizma; türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldıklarını savunanlarca da kabul edilebilir. Zaten bütün insan ırklarının tek bir çiftten türediğini kabul eden anlayış, türün içinde farklı varyasyonların oluşabildiğini veya yakın türlerin ortak bir atadan gelebileceğini rahatça kabul edebilir. Bundan dolayı, ispinoz kuşlarının zaman içinde alt-türlere veya yakın türlere dönüşmesini, türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar da rahatça kabul edebilirler. Pulkanatlı güveler olsa olsa doğada, ‘doğal seleksiyon’un işleyen mekanizmalardan biri olduğunu gösterebilir.

Daha önce belirtildiği gibi ‘doğal seleksiyon’un varlığından, bütün türlerin ‘doğal seleksiyo’ mekanizması yoluyla evrimleştikleri sonucuna varmak mantık açısından hatalıdır. Verdiğim benzetmede, Ahmet’in sağlıklı ayakları ve lastik ayakkabıları olduğunu ispat etmenin, Ahmet’in 1.000 metreye zıpladığını ispat ettiğini sanmak ne kadar hatalıysa; pulkanatlı güvelerle ‘doğal seleksiyon’un varlığını göstermenin, Evrim Teorisi’nin delillendirilmesi sanmak da buna benzer bir yanlıştır.

 

SİRKE SİNEKLERİ VE MUTASYONLAR

Doğal seleksiyon ile var olan türlerin çevrelerine nasıl uyum sağladığı ve canlıların niçin ‘tasarımlı gibi’ gözüktüğü açıklanmaya çalışılır. Çevreye uyum sağlayamayan ve ‘tasarımlı gibi’ gözükmeyen canlıların doğal seleksiyon ile elenmesi, var olan türlerin çevreye uyumlu olmasının ve ‘tasarımlı gibi’ gözükmelerinin sebebi olarak sunulur. Göründüğü gibi doğal seleksiyon aslında var olan türlerin nasıl ürediğinden ziyade, çevreye uyumsuz ve ucube görünümlü canlıların neden gözlenemediğini açıklamakta kullanılabilecek bir mekanizmadır. Doğal seleksiyonun elemesi için gerekli hammaddeyi sağlayan ise genetikteki değişikliklerdir. Canlının genetiğinde oluşan değişikliklere mutasyon denir ve mutasyonlar; laboratuvar ortamında, hızlı üreme avantajları gibi sebeplerle özellikle sirke sineği (Drosophila) üzerinde, X ışını vermek gibi müdahaleler ile gözlemlenmiştir. Hiçbir canlının üzerinde, mutasyon ile ilgili deney ve gözlemler, sirke sineğindeki kadar çok uygulanmamıştır. Sirke sineğinden her yıl birçok yeni kuşak elde edilir ve bir çifti yüzlerce yavru verebilir.17

Sirke sineğiyle yapılan deneylerin önemi yüzünden, Evrim Teorisi’ni anlatan kitapların çoğunda sirke sineğiyle ilgili laboratuvar çalışmalarına yer verilir.18 Evrim Teorisi’nin gözlemsel ve deneysel verilerle desteklenmediğine dair itirazlara, eğer gözlemsel ve deneysel verilerin var olduğuna dair bir cevap verilecek olsaydı, bu cevabın sirke sinekleriyle yapılan deneylerden gelmesini beklemek doğal olurdu. Biyoloji kitapları sirke sineğinin, mutasyon sonucu, iki kanadının dört kanada çıktığı bazı bireylerine yer verirler. Oysa bu kanatlar işlevsel değildir, ilave kanatların uçmayı sağlayacak kasları yoktur. Bu yüzden bu kanatlar canlıya dezavantaj getirmektedir. Iki başlı veya üç kollu bir insan nasıl sakat oluyorsa, X ışınlarıyla radyasyona uğratılıp yeni doğan bireylerinde fazladan kanatlar oluşan sirke sinekleri de sakat olmaktadır. Jonathan Wells’in benzetmesine göre dört kanatlı sirke sineğinin kanatları, uçak gövdesinden sarkan işe yaramayan bir çift gevşek kanada benzemektedir. Bu uçak belki yere inebilir, fakat uçuş kabiliyeti kusurludur. Dört kanatlı sirke sinekleri üreme zorluğu çekerler ve laboratuvar ortamında muhafaza edilmezlerse, sirke sineği türünün içinde yok olurlar.19

 

Sirke sineği üzerinde yapılan deneylerde, mutasyona uğratılan sirke sineklerinin vücut ve göz renginin değiştiği, vücut büyüklük ve şeklinde farklılaşma olduğu gözlemlenmiştir.20 Fakat yeni bir türün oluşumunun gözlenmesi bir yana, doğada bu hayvana faydalı olabilecek dış yapısıyla ilgili tek bir mutasyona rastlanmamıştır. Oysa bir canlıya sadece avantaj sağlayacak (faydalı) bir mutasyon da, Evrim Teorisi için bir delil niteliği taşımayacaktır. Örneğin daha önce incelediğimiz koyu renkli pulkanatlı güveler bir mutasyon sonucu oluşmuş olabilir. Bazı bakterilerin antibiyotiğe karşı direnci de yararlı bir mutasyonla açıklanabilir. Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği bütün türlerin evrim ile oluşumunu savunmasıdır. Bu yüzden, ancak yeni bir organ veya yepyeni bir özellik oluşturan mutasyonların gözlenmesi Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulabilir. Bir canlının renginin değişmesi veya var olan bir kanadının fazladan bir kopyasının oluşması, Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulamaz. Bir türün içinde çeşitlenmelere yol açan böylesi mutasyonların, farklı özelliklere sahip bir türün oluşumunu da sağladığına dair hiçbir delile sahip değiliz.

Mutasyonlar ile ilgili deneylerin sunumunda da doğal seleksiyon ile ilgili gözlemlerin sunumundaki mantıki hata yapılmaktadır. Önce doğal seleksiyonun ve mutasyonların Evrim Teorisi’nin mekanizmaları olduğu söylenmektedir. Sonra bu mekanizmaların sadece var olduğunun gösterilmesiyle Evrim Teorisi delillendirilmiş gibi sunumlar yapılmaktadır. Oysa “Doğada doğal seleksiyon vardır” veya “Mutasyon sonucu canlılarda değişiklikler olur” önermeleri ile “Evrimin mekanizması doğal seleksiyondur” ve “Evrimin mekanizması mutasyondur” önermeleri arasında çok büyük fark vardır. Bu önermelerin ilk ikisinin ispatının, sonraki iki önermenin ispatı gibi gösterilmesi yanlıştır. Bu mekanizmaların varlığına dair gözlemler, Evrim Teorisi’nin gözlemlere dayandığının delili olarak kabul edilemez. Bu yüzden, Evrim Teorisi’nin deney ve gözlemlerle temellendirilemediğini savunan bilim insanları ve filozoflar haklıdırlar. Bu gözlemler, Linnaeus’un türlerin sabitliğine ve türlerin yok olmadığına dair fikirlerine karşı kullanılabilir. Bazı bilim insanları, Evrim Teorisi’nin alternatifi sadece Linnaeus’un görüşleriymiş gibi sunarak; bazı gözlem ve deneyleri, Evrim Teorisi’nin, alternatifi olan bütün teorilere karşı üstünlük elde etmesinin delili gibi aktarmaktadırlar. Oysa günümüzde Evrim Teorisi’ni eleştiren ve reddeden biyologların hemen hepsi, Linnaeus’un bu fikirlerini de kabul etmemektedirler21 (Linnaeus’un kendisi de yaşamının son döneminde kısmen fikirlerinde düzeltmeler yapmıştır). Bu sebeplerden dolayı Evrim Teorisi’nin, alternatif teorilerden daha iyi açıklama sağlayacak deney ve gözlemlere sahip olduğuna dair iddiayı kabul etmek için herhangi bir sebep bulunmamaktadır.

 

YASALAR VE EVRİM TEORİSİ

Evrimin yasaları olup olmadığı, eğer yasaları varsa bunların fizikteki bazı yasalar gibi mutlak mı yoksa olasılıksal mı olduğu tartışması; Evrim Teorisi’ni kabul edenler ile reddedenlerin arasında olduğu gibi, Evrim Teorisi’ni kabul edenlerin kendi aralarında da yapılmaktadır. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemdeki ideal bilim örneğini, fiziğin, özellikle de Newton fiziğinin oluşturduğuna dair inanç yaygındı. Bu yüzden bu ideal bilim örneğine yaklaşmak için, matematiksel verilere dayanmak ve yasalarla ifade etmek, arzu edilen bir amaçtı.

Böyle bir arzuyla bazı ‘evrim yasaları’ olduğunu söyleyenler oldu. Bunlardan biri Dollo Yasası’dır. Dollo Yasası’na göre evrim geriye dönmez. Böyle bir evrim yasasının ileri sürülmesi, bazılarınca, evrimin bilinçli bir şekilde yönlendirildiğinin, eğer tesadüfi bir evrim oluşsaydı, evrimin geriye dönmemesinden bahsetmenin anlamsız olacağı şeklinde yorumlanmıştır. Richard Dawkins ilerlemeci, tek yönlü bir evrim oluştuğuna dair yaklaşımları ‘idealist saçmalıklar’ olarak niteler ve “Evrimdeki genel eğilimlerin tersine dönmemesi için hiçbir neden yoktur” der.22 Diğer yandan Dawkins, doğada iki defa aynı oluşumun gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu söyleyerek, Dollo Yasası’nı genelde haklı bulmaktadır, fakat bu yasanın deneysel olarak doğrulanamayacağını da şöyle ifade etmektedir: “Ayrıca bu yasa, doğada deneyebileceğimiz bir şey de değil, ancak matematiksel olasılık hesaplamalarıyla kolayca Dollo Yasası’na varabiliriz. Işte bu nedenle, bir evrimsel patikadan iki kez geçme olasılığı da çok çok düşüktür.”23 Dawkins’e göre, evrimin Dollo Yasası’na uyması için bir sebep yoktur, istatistiki açıdan ise bu yasanın genelde doğru çıkması beklenmelidir.

Oysa Dawkins’in kendisi, doğal seleksiyonun maharetine atfederek, yankı ile yön bulmanın, hem yarasalarda hem iki farklı kuş grubunda hem balinalarda hem de bazı başka hayvanlarda birbirlerinden bağımsız şekilde evrimleştiğini anlatır.24 Yani bu canlılar, bu özelliği ortak bir atadan almamalarına rağmen, doğada bu özellik, birbirinden bağımsız şekilde defalarca ortaya çıkmıştır. Bu da Dawkins’e şu sorunun yöneltilmesini gerekli kılmaktadır: Evrimsel patikadan iki kez geçme olasılığı çok çok düşükse, nasıl olur da yankıyla ses bulmak gibi çok kompleks bir özelliğin doğadaki birçok canlıda birbirlerinden bağımsız şekilde tesadüfen oluştuğunu düşünebiliriz?

Dawkins’in de belirttiği gibi Dollo Yasası’nın doğruluğunu gösterecek bir deney mümkün değildir. Üstelik tesadüfi bir evrim oluştuğunu iddia edenler, evrimi sadece genlerde rastgele oluşan mutasyonlara ve doğal seleksiyonun uyumsuz canlıları elemesine bağladıkları için, böyle bir yasayı kabul edemezler. Fakat, Dawkins’in de belirttiği gibi evrimde aynı yolun iki defa izlenmesi istatistiksel açıdan mümkün gözükmemektedir. Bu da bilimsel kriterler açısından Dollo Yasası diye biyolojik bir yasanın varlığının ispat edilemediği, fakat istatistiksel açıdan bu yasanın öngördüğü sonuçların aynısının, tesadüfi bir evrimi savunanlarca umulması gerektiği anlamını taşır. Oysa, doğada, yankı ile yön bulma, kanatlar ve gözler gibi birçok kompleks özelliğin canlılarda birbirlerinden bağımsız olarak birden çok defa geliştiğini Evrim Teorisi’ni savunanların hemen hemen tümü ifade etmektedir. Ateist evrimciler bile, örneğin kuşların uçma özelliğini, böceklerin uçma özelliğini ve memelilerin uçma özelliğini ‘ortak bir atadan’ elde ettiklerini söylemezler. Bu da ortak bir atadan mirasla açıklanamayacak bu özelliklerin, canlılarda defalarca oluşması demektir. Bu sonucun her türlü Evrim Teorisi açısından sorun olduğunu söylemek yanlış olur, fakat ateist bir Evrim Teorisi açısından, bu olgu çok büyük bir sorundur. Bilinçli bir yaratılışla birleştirilen Evrim Teorisi için ‘istatiki imkânsızlık’ sorun olmaz, çünkü ‘bilinçli yaratma’ evrimin gerçekleşmesini sağlar. Oysa ‘tesadüfi bir Evrim Teorisi’ savunulursa, bir kere bile ortaya çıkması olasılık hesapları açısından imkânsız olan özelliklerin, birbirlerinden bağımsız olarak defalarca ortaya çıkması matematiksel olarak açıklanamaz. Bu konuyu kitabın 4. bölümü olan ‘tasarım delili’nde daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağım.

Varlığı savunulmuş diğer bir Evrim Yasası ise Cope Yasası’dır. Bu yasaya göre, evrim ilerledikçe canlıların vücut büyüklüğü artma eğilimindedir. Oysa fosillerden, dinozor gibi birçok dev cüsseli canlının yok olduğunu biliyoruz, diğer yandan birçok tek hücreli bakteri ise günümüzde yaşamaktadır. Buna karşılık, biyolojide mutlak kanunların olmadığı, ancak olasılıksal kanunların bulunduğu ve Cope Yasası’nın %70’lik bir oranda doğru olduğu söylenebilir. Cope Yasası’nın bir yorumuna göre -gıda kaynaklarından daha iyi faydalanmak gibi- büyük bedenlerin evrimsel avantajları vardır. Bu da daha büyük bedenlerin neden doğal seleksiyon tarafından seçildiğinin ve daha çok yavru ürettiklerinin bir açıklamasıdır.25

Zaman olarak sonradan var olan canlıların neden daha büyük bedenli olduğu, genelde büyük bedenlilerinin daha küçük bedenli canlıları yedikleri, “Büyük balık küçük balığı yer” sözünde ifade edildiği gibi, büyüğün küçükle beslenmesinin -istisnası çok olan- genel bir durum olduğu söylenebilir. Fakat, türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar da Tanrı’nın önce canlıların besleneceği ekolojik ortamı yarattıktan sonra diğer canlıları yaratığını söyleyerek, Cope Yasası’nı kabul edebilirler. O zaman, Cope Yasası’nı Evrim Teorisi’nin bir yasası olarak görmek için bir sebep yoktur. Bu yasa, canlıların Dünya’daki ortaya çıkış sırasında, genelde önce küçük, daha sonra büyük bedenlilerin kendini gösterdiğini söyler. Canlıların, ‘bilinçli bağımsız yaratılışla’, ‘evrimsel tesadüfi oluşumla’ veya ‘evrimsel bilinçli yaratılışla’ meydana geldiğini savunanların her biri, bu olasılıksal yasanın doğruluğunu kendi inancıyla bağdaştırabilir. Bu farklı görüşlerden birini diğerinin aleyhine olacak şekilde desteklemediği için, bu yasa, Evrim Teorisi’nin bir yasası olarak görülemez. Üstelik birçok istisnası olan Cope Yasası’na olasılıksal anlamda bile bir yasa demek için büyük güçlükler bulunmaktadır.

 

ÖNGÖRÜ VE EVRİM TEORİSİ

Bilimsel kriterleri karşılayan bir teoriden beklenen en önemli özelliklerden biri, teorinin öngörülerde bulunabilmesidir. Oysa Evrim Teorisi ile hiçbir öngörüde bulunulamaz. Örneğin tamamen izole bir adaya kurbağa, kelebek, fare, timsah gibi birçok canlıyı alıp bıraktığımızı düşünelim. Evrim Teorisi’ne dayanarak bu canlılardan hangi tür bir canlının türeyeceğine dair bir iddiada bulunulamamaktadır. Hiç kimse bu canlılardan şu kadar yıl sonra at, şu kadar yıl sonra insan, şu kadar yıl sonra bir kuş oluşur diyemez. Bazıları cevap olarak, evrim çok uzun sürede oluştuğu için, böyle bir öngörünün gerçekleştirilemeyeceğini söyleyebilir. Bu savunma, Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağının bir ifadesi olabilir, ama diğer yandan Evrim Teorisi’nin doğrulanmasının da mümkün olmadığı -klasik bilimsel kriterleri karşılamadığı- anlamına gelir. Buradaki sorun aslında bundan da fazladır. Evrim Teorisi’ne dayanarak, adaya konulan canlılardan, bir milyon yıl sonra bir fil oluşacağı söylenirse, bu öngörü, gözlenerek doğrulanması mümkün olmayan bir niteliktedir; oysa Evrim Teorisi’ne dayanarak gözlenmesi mümkün olmayan bu tip bir öngörüde bulunmak bile mümkün değildir. Çünkü Evrim Teorisi’nin yasaları yoktur ve matematiksel ifadeleri olan yasalar olmadan bir öngörüde bulunmak mümkün değildir.

Evrim Teorisi’nin yasaları ve matematiksel bir modelinin bulunmaması, gözlem ve deneye dayanmamasından daha büyük bir sorundur. Astronomide de gözlenemeyecek olan birçok olgu ele alınır, fakat eldeki yasaların matematik modellemeye elvermesi sayesinde gelecek hakkında tahminlerde bulunulabilir. Örneğin, her şey aynı şekilde devam ederse, milyarlarca yıl sonra uzayda hiçbir ışığın kalmayacağı, tüm yıldızların yok olup, yerlerine hiçbir yıldızın oluşamayacağı bir duruma gelineceği söylenebilmektedir.26 Fakat bahsedilen şekilde bir adada, her şey aynı şekilde devam ederse, farenin bir gün insan veya sincap olacağı şeklinde bir öngörüde bulunmak mümkün değildir. Çünkü canlılardaki değişimlerin hangi yasalar çerçevesinde gerçekleştiğine dair Evrim Teorisi’nin söyleyebildiği bir sözü yoktur.

Eğik atışın bir yasası vardır, bu yasaya dayanarak atılan bir cismin nereye düşeceğini belirlemek mümkündür. Hidrojenin hangi miktarı, ne kadar miktarda oksijenle birleşirse ne kadar su oluşacağı da tespit edilebilir. Oysa, Evrim Teorisi’nin, öngörüyü mümkün kılacak böylesi bir yasası yoktur. Evrim Teorisi’nin diğer biyolojik yaklaşımlardan farklı yönü, türlerin ve cinslerin hepsinin birbirlerinden evrimleştiğini savunmasıdır. O zaman, Evrim Teorisi’nin, bilimsel kriterlere dayalı bir üstünlüğünün olması için, ‘ayırt edici iddiaları’nı doğrulayacak yasalara sahip olması ve onlarla öngörülerde bulunması lazımdır. “On yıl sonra, timsahlar bütün kurbağaları yiyecek ve kurbağalar doğal seleksiyon neticesinde yok olacaklardır” şeklinde yapılacak bir öngörü gözlenebilse bile, Evrim Teorisi’ne dayanılarak yapılan bir öngörünün doğru çıktığı söylenemez. Çünkü, daha önce ifade edildiği gibi, doğal seleksiyonun varlığı değil, doğal seleksiyona dayanarak yeni türlerin oluşumunun izah edilmesi Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliğidir. “On yıl sonra kurbağalar bukalemun olacak” iddiası gözlenmesi mümkün Evrim Teorisi’nin bir öngörüsü, “Bir milyon yıl sonra kurbağalar bukalemun olacak” iddiası ise gözlenmesi mümkün olmayan Evrim Teorisi’nin bir öngörüsü olabilirdi; fakat, bu teori bu iki önermeye de benzer hiçbir öngörüde bulunamamaktadır.

Ernst Mayr, bilimde olasılıkçı yorumların arttığını, bunun Evrim Teorisi açısından önemli olduğunu, biyolojide fizikteki gibi yasaların değil genellemelerin olduğunu söylemektedir. Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’nde, 100’den fazla kez yasa (law) kelimesini kullandığını, 19. yüzyılın sonuna dek biyologların, biyolojik olguları yasayla açıklamaya çalıştıklarını vurgulamaktadır.27 Ernst Mayr, fizikteki anlamda yasaları savunmanın Evrim Teorisi’ni nasıl zora sokacağını görmektedir. Mutlak bir yasa, tek bir olgunun yasayı yanlışlamasıyla bile inkar edilebilir. Tek bir olgu tümevarımla varılmış yasanın yanlış olduğunu gösterebilir. Örneğin “Memeliler karada yaşar” şeklinde bir yasa ileri sürülmeye kalkılırsa, balinaların denizde yaşadıkları gösterilerek bu yasa yanlışlanabilir. Oysa istatistiksel ve olasılıksal genellemelerle bu sorun çözülebilir. Fakat Evrim Teorisi açısından bu yaklaşım da kurtarıcı gözükmemektedir. Evrim Teorisi, bir türün, diğer bir türe ve cinse dönüşmesi hakkında istatistiksel ve olasılıksal bir öngörüde (gelecek için) veya tarifte (geçmiş için) de bulunamamaktadır. Matematiksel yasalara yalnız gelecek için değil, geçmişteki olayların açıklaması için de gerek duyulur. Bu şöyle gösterilebilir:

1.Evrim Teorisi, geçmişte var olan türlerden sonradan gelen türlerin oluştuğunu söylemektedir.

2.Oysa bu açıklamanın öngörüde bulunma gücü yoktur. Çünkü mutlak veya olasılıksal bir yasa ile önceki türler bir arada ele alınıp, bunların sonraki türlerin oluşumu için ‘yeterli koşul’ (sufficent condition) olduğu söylenememektedir.

3.Evrim Teorisi, bir tek önceki türlerin sonrakilerin açıklaması olduğunu söyler. Nedenden sonuca da sonuçtan nedene de öngörü yapmak, Evrim Teorisi ile mümkün değildir.28 Bu ise Evrim Teorisi’nin rakip teorilere göre daha çok kabul edilebilir olması için bilimsel veri sunamadığı anlamını taşır.

 

Evrim Teorisi, yılanların ve kurbağaların, yüz milyon yıl geçtikten sonra, bu uzun süre sonucunda, hangi yeni türü (sonucu) oluşturacaklarının tahmini için kullanılamaz. Aynı şekilde, Dünya’nın tamamen aynısı ekolojik bir ortamda yılan ve kurbağalarla karşılaşsak, bunların hangi türden (nedenden) türediği, Evrim Teorisi’ne dayanılarak öngörülemez. Elimizde gözlemsel ve deneysel veri olmadığı gibi, türler arası neden-sonuç ilişkilerini kuracak mutlak veya olasılıksal yasalar yoksa, Evrim Teorisi’ne olan inancın kaynağını ‘apriori’ (deneyi önceleyen) kabul edilen ilkelerde aramak gerekir. Bu apriori ilkelerin en önemlisi ‘doğayı sadece doğa içinde kalarak açıklamamız’ gerektiğine dair inançtır.

 

Mikroskobun geliştirilmesiyle cansız doğadan canlıların ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla meydana gelemeyecekleri anlaşıldığı için, tamamen gözlediğimiz doğa içerisinde kalırsak, türlerin birbirlerinden oluştuğunu söylemek tek alternatif olarak gözükmektedir. Fakat o zaman, Evrim Teorisi tamamen ‘apriori bir ilke’nin ürünü olmaktadır. Bu ‘apriori ilke’yle olguların bağlanması Evrim Teorisi’nin tek dayanağı olarak gözükmektedir. Bu da, bu teorinin, deney ve gözlemlerle oluşturulmuş bir teori olmadığını, deney ve gözlemi önceleyen kabullerce ortaya konulup savunulduğunu gösterir. Gözlem ve deneysel destek ile olguları bağlayıcı yasaları olmayan bir teorinin ise bilimsel kriterleri karşıladığı söylenemez. Bahsedilen ‘apriori ilke’yi ise temellendirecek epistemolojik bir kaynak gösterilemez. Kimse “Sadece doğanın içinde kalmak gerekir” şeklinde bir düşünceyi ne doğuştan aklında taşıdığını söyleyebilir, ne de gözlenen doğanın bizleri bu ilkeye mecbur ettiği iddia edilebilir. Bu ‘apriori ilke’nin salt bir inanç ürünü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zihinlerdeki bu ‘apriori ilke’ nedeniyle Evrim Teorisi doğru kabul edildiği ve bu teoriyle olgular birbirine bağlandığı için; olgular, Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulmaktadır. Oysa bilimsel kriterler açısından, olguların Evrim Teorisi’ni desteklemesi beklenirdi. Burada gizlenmiş bir totoloji (aynı düşüncenin farklı sözcüklerle tekrarı) göze çarpmaktadır. Bu yanlış sunumu şöyle gösterebilirim:

1.(A) Evrim Teorisi doğru olduğu için (B) olguları (türleri) ona göre (türleri birbirlerinden evrimleşmiş olarak) değerlendirmeliyiz.

A—–B

2.(B) Türler birbirlerinden evrimleştikleri için (A) Evrim Teorisi doğrudur.

B—–A

3.(A) Evrim Teorisi doğru olduğu için (1. madde) (A) Evrim Teorisi (2. madde) doğrudur.

A—–A

Kısacası, Evrim Teorisi, bilimselliğin kriterlerini oluşturan deneylenebilme, gözlenebilme, yasalara sahip olma ve öngörüde bulundurabilme açısından gerekli kriterleri karşılayamamakta; buna karşın ‘sadece ve sadece gözlenen doğanın içinde kalmamız gerektiğine’ dair peşinen kabul edilmiş metafizik bir inanç ile tüm türlerin birbirlerinden değişerek oluştuklarını söylemektedir. Wittgenstein’ın ifadelerine göre kanıtsız olmasına rağmen gerçek olarak sunulan bu teori, Popper’ın ifadelerine göre metafizik bir araştırma programından ibarettir.

 

POPPER VE ‘METAFİZİK BİR ARAŞTIRMA PROGRAMI’ OLARAK EVRİM TEORİSİ

Francis Bacon ve çağdaşlarının birçoğu “Eğer doğayı anlamak istiyorsak Aristoteles’in yazılarına değil doğaya başvurmalıyız” şeklindeki yaklaşımlarında ısrar ederlerken, çağlarının bilimsel tavır alış ve tutumunu özetliyorlardı.29 O dönemden beri, tek tek olguların gözlenmesinden genel yasalara varmak anlamına gelen tümevarım yöntemi bilimlere hakim olmuştur. Bilimlere hâkim olan bu ilke gündelik hayattaki düşünce biçimlerimize de hâkimdir. Bertrand Russell bunu şöyle ifade etmektedir: “Eğer tümevarım ilkesi çürükse, Güneş’in yarın doğmasını beklememiz için sebep yok, ekmeğin taştan daha besleyici olacağını beklemek için de çatıdan kendimizi bıraktığımızda düşeceğimizi beklemek için de bir sebep yok. En iyi arkadaşımız sandığımız şeyin bize yaklaştığını gördüğümüzde, onun bedenine en büyük düşmanımızın ya da tümüyle yabancı birinin ruhunun yerleşmediğini kabul etmemiz için de bir sebep yok. Bütün davranışlarımız, geçmişte işleyen ve bu yüzden gelecekte de işleyecek gözüyle baktığımız birliktelikler temeline dayanır ve bu olasılığın sağlamlığı tümevarımsal ilkeye bağlıdır. Bilimin, yasanın egemenliğine inanmak ya da her olayın bir nedeni olduğuna inanmak türünden genel ilkeleri de tümüyle, günlük yaşantılarımızdaki inançlar gibi tümevarımsal ilkeye bağlıdır.”30

Bilimde ve günlük yaşantıda böylesine belirleyici olan ve otoritesi sorgulanmadan kabul edilen tümevarım ilkesinin güvenilirliği hakkında bilim felsefesi alanında çok önemli tartışmalar yapılmıştır. Özellikle David Hume’un tümevarım ilkesine yönelttiği eleştiriler, bu ilkenin üzerindeki felsefî tartışmaların başlangıcı olarak kabul edilir. Hume, tekil gözlemlerin sayılarının ne denli çok olursa olsun, mantıkça genel bir önermeye varamayacağını söyler; ‘A’ olayı ile beraber ‘B’ olayını gözlersek, bu gözlemimiz binlerce defa da tekrarlansa, mantıkça bu olayların hep birbirini takip edeceğini söyleyemeyiz. Hume’a göre bu birliktelik beklentimiz mantıksal değil, psikolojiktir. Hume’un tümevarıma getirdiği eleştiri, ‘Hume’un sorunu’ olarak adlandırılmış ve birçok felsefeciyi meşgul etmiştir.31 Bazı felsefeciler, örneğin Rudolf Carnap, tümevarımla varılan genel önermenin olasılıksal olduğunu, yapılan gözlem ve deneylerin çokluğunun tümevarımsal genellemenin güvenilirliğini artırdığını söylemiştir.32 Ünlü ekonomist John Maynard Keynes, bilimde ve gündelik hayatta olasılıksal tümevarımcı bir yaklaşımın kullanıldığını göstermiştir. Ayrıca istatistikçi R. A. Fisher, matematikçi Von Mises, fizikçi ve felsefeci Hans Reichenbach da olasılık teorileri üretmişlerdir.33

Tümevarımı olasılıkçı bir yaklaşımla daha sofistike bir tarzda savunan sözü edilen yaklaşımlara karşın Popper, kendini ‘tümevarım-karşıtı’ olarak tarif etti ve çağdaş bilim felsefesinin en çok gündemde olan metotlarından ‘yanlışlamacılığı’ (falsification) savundu. Bilimsel ilerlemenin, olguların yığılmasıyla ya da açıklanmasıyla değil; ileri sürülen hipotez ve teorilerin katı bir biçimde sınanması, eleştirilmesi ve yanlışlanmasıyla ilerlediğini söyledi.34

Popper, teorinin gözlemi öncelediğine vurgu yapar. Neyin gözleneceği bile gözlemcinin belirlemesine bağlıdır.35 Bu da bizi, boş bir zihinle (tabula rasa) gözlemin yapılmadığı sonucuna götürür. Popper, bunu bilimsel açıdan sorun olarak görmez, bilim insanının sezgi ve becerisine vurgu, Popper’ın yaklaşımında özel bir yere sahiptir. Popper’a göre önemli olan, bilim insanının ortaya koyduğu hipotez veya teorinin sınanmaya açık olması, yanlışlanma imkânının bulunmasıdır; bilimselliğin gerçek ölçütü budur. Yanlışlanan teori, ya düzeltilir ya da bir kenara bırakılır. Başarılı bir bilimsel teori, apaçık şekilde ortaya konan, mümkün olan en çok şekilde yanlışlanma imkânı tanıyan ve buna rağmen yanlışlanamayan teoridir. Deneme, yanılma ve düzeltme şeklinde ilerleyen bilimsel araştırmalar daha sofistike olabilirler, ama Popper’a göre nihai olarak doğrulama (tümevarım sorunu nedeniyle) mümkün değildir. Bilimsel önermelerin mutlak olarak iki şartı yerine getirmesi gerekir; bunlardan birisi mantığın temel ilkelerinden ‘çelişmezlik koşulu’nu gözetmesi, diğeri ‘yanlışlanabilirlik koşulu’nu sağlamasıdır.36

Popper, Darwin’in Evrim Teorisi’ne karşı özel bir ilgi duyuyordu. Herbert Spencer’ın hatırası için Oxford Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Evrim ve Bilgi Ağacı’ (Evolution and The Tree of Knowledge) isimli bir ders vermiştir. Popper’ın ilgisinin en önemli sebebi ise, kendi ifadesine göre, bilimsel bilginin deneme ve yanılmayla ilerlediğine ilişkin bilim felsefesindeki görüşünün; Darwin’in uyum sağlayamayan türlerin doğal seleksiyon ile elendiğine dair görüşüne benzerliğidir.37 Popper’a göre önce teori ortaya atılır, Darwin’e göre ise önce varyasyonlar oluşur; Popper’da yanlışlamayla eleme olur, Darwin’de ise doğal seleksiyon elemeyi yapar. Popper, ilk olarak ‘Tarihsiciliğin Sefaleti’ (The Poverty of Historicism) isimli eserinde, Evrim Teorisi ile ilgili epistemolojik sorunları irdeler. Yeryüzünde hayatın veya insan toplumunun evriminin, özel bir tarihi sürece karşılık geldiğini, ancak bu sürecin betimlenme tarzının bir yasa değil, sadece tekil bir tarihi önerme olduğunu söyler. Şu ya da bu şekilde formüle edilen bir yasanın, bilim tarafından ciddi bir biçimde ele alınmadan önce yeni örneklerle test edilmesi gerektiğine dikkat çeker. Fakat Evrim Teorisi’nde sadece özel bir tarihsel dönem ile sınırlı kalındığından; bir evrensel hipotezi test etmeyi ve de bilim tarafından kabul edilebilir bir doğa yasası bulmayı ümit edemeyeceğimiz sonucuna varır.38

Popper, daha sonra bu konuyu özel olarak ele aldığı makalesinde, Darwinizm’in test edilemeyeceğini (yanlışlanamayacağını), bu yüzden ‘bilimselliğin kriterlerini karşılamadığını’ ve ‘metafizik bir araştırma programı’ olduğunu belirtir.39 Darwinizm’in, ‘durumsal mantık’ (situational logic) uyguladığını söyler. Darwinci yoruma göre, türlerin içinde çeşitliliğe yol açan bazı değişiklikler (varyasyonlar) olur, bu varyasyonlardan bazısı yaşar, bazısı ise doğal seleksiyona uğrayıp yok olur. Bu yorum, türlerin oluşumu için bir süreç tarifi yapar; fakat gözlemlediğimiz, bu sürecin sonucudur. Söylenen “Çevreye uyum sağlayanın yaşadığıdır”, fakat “Yaşayan kim” diye sorarsak bu sorunun cevabı da “Çevreye uyum sağlayan” şeklindedir. Popper, duruma göre uygulanan bu mantığın bir totoloji olduğunu söyler.40

Evrim Teorisi bu şekilde formüle edildiği için yanlışlanmaya imkân tanımaz. Bilimselliğin temel kriterinin ‘yanlışlanmaya açıklık’ olduğunu savunan görüşe göre, bu yüzden, Evrim Teorisi, bilimsel bir gerçek (fact) olarak kabul edilemez. Örneğin kaplumbağaları ele alalım ve kaplumbağaların nasıl var olduğunu Evrim Teorisi’ni savunanların açıklamasını istediğimizi varsayalım. Kaplumbağaların atalarından birçok varyasyon oluştuğu, bu varyasyonların çevrelerine uyum sağlayamadıkları için doğal seleksiyon ile yok oldukları, kaplumbağaların ise çevrelerine uyum (adaptasyon) sağladıkları için var olabildikleri söylenecektir. Adaptasyon var olmak ile açıklanır, oysa kaplumbağaların var olması zaten Evrim Teorisi’ne göre çevreye adapte olduklarının bir delilidir. Çevreye uyum sağlayan yaşayandır; yaşayan ise çevreye uyum sağlayan olarak açıklanır. Bu tarzda bir totolojinin yanlışlanabilmesine olanak yoktur.

Popper, Mars’ta üç tür bakteri bulursak, Darwinizm’in yanlışlanıp yanlışlanamayacağını sorduğumuzda, cevabın ‘yanlışlanamayacağı’ olduğunu söyler; çünkü bu var olan türlerin, mutasyona uğramış evvelki türlerin adapte olmuş yegâne formları olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şeyi Mars’ta tek bir tür bakteri de bulsak, herhangi bir başka sayıda bakteri veya başka canlı organizma bulsak da söyleyebiliriz. Bu da bize, Evrim Teorisi’nin, hiçbir şekilde yanlışlanamayacak ve hiçbir şeyi öngörmeyecek şekilde formüle edildiğini gösterir.41 Bir teorinin bilimsel kriterlere uygunluğunu, mümkün olduğunca yanlışlanmaya açık bir şekilde ve çok anlamlılıktan uzak bir şekilde formüle edilmesine bağlayan yanlışlamacı yaklaşımın42 kriterlerini; Popper’ın da belirttiği gibi Evrim Teorisi’nin karşıladığı söylenemez.

 

YANLIŞLAMACILIK VE EVRİM TEORİSİ

Popper, Darwinizm’in veya başka bir teorinin canlılığın kökenini açıklayamayacağı kanaatindedir.43 Kendisinin bilimin ilerlemesine dair görüşüne benzerliğinden dolayı sempati duyduğu bu teorinin değerli olduğunu da düşünür. Bu teorinin metafizik olmakla beraber pratik yararlarının olduğunu söyler; örneğin bakterilerin penisiline karşı adaptasyonu doğal seleksiyon ile açıklanabilmektedir.44 Fakat, Popper’in verdiği bu örnek Evrim Teorisi’nin başarısı olarak gösterilemez, çünkü daha önce de açıklandığı gibi, doğal seleksiyonun var olan türlerin çevreye adaptasyonunu açıklaması Evrim Teorisi’ni rakip görüşlerden ayırt eden bir özelliği değildir. Penisiline karşı koyabilen bakterilerin varlığını sürdürmesi ve karşı koyamayanların doğal seleksiyona uğraması; yeni bir bakteri türünün oluşumunu izah edememektedir, sadece belli bir bakteri türünde doğal seleksiyonun ne kadar etkili olduğu gözlenmektedir. Bakteriler, bağışıklığı, yeni genetik materyal oluşumuyla sağlamazlar. Bağışıklığın birinci kazanılma yolu, antibiyotiğe karşı koyan, zaten var olan genlerin, bakteriler arasında transfer edilmesidir. İkinci yol ise, mutasyonla deformasyona uğrayan bakterinin moleküllerinin yapısı değiştiği için; antibiyotiğin, bu moleküllere yapışamadığından, bu bakteriye zarar verememesidir. Bu durum, evin anahtarını çalan hırsızın (antibiyotiğin), evin (bakterinin) kilidi bozulduğu (molekül mutasyonla deforme olduğu) için içeri girip eşyaları çalamamasına (bağışıklık kazanma) benzemektedir. Evi koruyan, evdeki bir yapının bozulmasıdır. Oysa Evrim Teorisi’nin, rakip teorilere karşı üstün olabilmesi için; ‘doğal seleksiyon’la, yeni özelliği olan türlerin, cinslerin, familyaların ve takımların oluştuğunu göstermesi gerekmektedir.45 Bu yüzden, Popper’ın deyimiyle ‘metafizik bir araştırma programı’ olan Evrim Teorisi’nin, karşıt görüşlerden daha değerli olduğunu söylememiz için objektif bir verimiz bulunmamaktadır. Doğadaki oluşumları açıklamada, ‘doğal seleksiyon’un değerli bir açıklayıcı mekanizma olmasından, ‘doğal seleksiyon’un türlerin oluşumunu açıklayabildiğine sıçrama yapmak yanlış olacaktır. Evrim Teorisi’ni savunanların en çok yaptığı hata (veya yanıltmaca), doğal seleksiyon ile Evrim Teorisi aynı şeylermiş gibi sunmalarıdır. Popper’ın bilimsel bir teoriyi başarılı bulmasındaki ölçütler, sınamalardan başarıyla geçmesi (yanlış-lanmaya açık olmasına ve buna çalışılmasına rağmen yanlışla-namaması) ve rakip görüşlerle karşılaştırılmasından üstünlükle çıkmasıdır.46 Fakat Evrim Teorisi’nin ne sınanması mümkündür ne de rakip görüşlerle karşılaştırıldığında üstünlük sağlayabilmektedir. Bu sonuç, Evrim Teorisi’nin göz önünde bulundurulması gerekli bir teori olmadığı anlamına gelmez. Evrim Teorisi ‘metafizik bir teori’ olsa da bu teoriyle ilgili bilimsel araştırmalar devam etmelidir; fakat bu teoriyle canlıların orijinine dair açıklamaya ulaşıldığını söylemek hatalıdır.

Marcel Schützenberger, Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağını ateşböceklerini örnek vererek şöyle anlatmaktadır: “Ateşböcekleri ışık üreterek bir araya gelirler ve bundan haz aldıklarına eminim. Neden yalnız ateşböceklerinin bunu yaptığını bilmek ilginç olurdu. Onların neden ışığı icat ettiğini açıklayabilecek genel bir sebep var mı? Bu canlı türü çiftleşmek için diğer türlerin kullanmadığı bu kadar kompleks bir mekanizmaya neden ihtiyaç duymuştur? Her özel soru için bana özel bir cevap verebilirsiniz, fakat ben iddia ediyorum ki Evrim Teorisi’nin durumunda, baştan hangi özel açıklamayı yapacağınızı belirleyebilecek hiçbir genel ilke yoktur. Bir teorinin yanlışlanamayacak bir teori olması işte budur.”47

Evrim Teorisi’nin bilimsel bir teori olduğuna dair savunmalarıyla ünlü Micheal Ruse şöyle demektedir: “Evrimin bütünü görünemiyor olabilir. Ama o bir gerçektir, hem de iyi ortaya konmuş bir gerçektir; 8. Henry’nin kızı Elizabeth’in Ingiltere kraliçesi olması ve göğsümde kalbimin atması kadar gerçektir.”48 Ruse’un bu aşırı savunması ile Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterler açısından değerlendirilmesi arasında ciddi bir fark vardır. Ruse’un kalbinin atıp atmadığı gözlemle doğrulanabilir, yanlışlanmaya da açıktır. Elizabeth’in kraliçeliği ile ilgili geçmişte yaşayanların tanıklığı, bunu ileten yazılı belgeler ve resimler vardır. Üstelik Ruse’un kalbinin attığına ve Elizabeth’in kraliçeliğine karşı bir teori de yoktur. Evrim Teorisi, gözlenen canlıların biyolojik durumuyla değil de kökeniyle alakalı olduğu için, doğal tarihe dayalı evrimsel açıklama, insanlık tarihinden örneklere -Elizabeth örneği gibi- benzetilerek, teorinin bilimsel kriterlere uygunluğunun tarih bilimi ile benzer olduğu söylenmek istenmektedir. Oysa Elizabeth örneğindeki gibi tarihsel vakalar birçok ayrı kanaldan gelen yazılı veya resimli belgelere dayanır, Evrim Teorisi için bu tarzda bir belge gösterilemez. Hiç kimse, sırf günümüzdeki insanları ve toplumları inceleyip de yazılı belgeler olmasaydı, Aristoteles veya Iskender hiç bilinmeseydi, geçmişte Aristoteles’in veya Iskender’in yaşadığını çıkarsayamaz. Evrim Teorisi’nin, Elizabeth ile ilgili tarih biliminin anlatımlarının epistemolojik desteğinin aynısına sahip olabilmesi için -Michael Ruse’un iması budur- yazılı belgelere karşılık gelecek bir desteğe sahip olması gerekirdi; oysa bu şekilde herhangi bir desteği bulunmamaktadır.

Bazıları fosillerin bu tarihsel belgelere karşılık geldiğini düşünebilir. Aslında Evrim Teorisi’nin savunulmasında fosiller, genel kitlenin sandığından daha az önemli olmuştur. Darwin ve ondan sonra birçok bilim insanı, Evrim Teorisi’ni, yaşayan canlılardan yola çıkarak yaptıkları soyut akıl yürütmelerle formüle etmeye çalışmışlardır. Fosiller, ölmüş canlı hakkında bilgi verir, fakat bu canlının nasıl türediğini söylemez; fosillere dayalı çıkarım da tamamen soyut akıl yürütmelere dayanır. Fosiller, beraberlerinde canlının soy ağacı ve nasıl türediği ile ilgili belgelerle bulunmazlar. Hiçbir fosile dayanarak, bu fosili bırakan canlının ayrıntılı hayat hikâyesini anlamamız mümkün olamaz. Hiçbir fosil, kendi soy ağacı ve hayat hikâyesi ile gömülü değildir. Tüm bunlar Evrim Teorisi’nin, tarih biliminin sahip olduğu epistemolojik desteğe bile sahip olmadığını gösterir. Kitabın ilerleyen sayfalarında ‘fosiller’ konusu daha ayrıntılı işlenecektir.

 

RAKİPLERE ÜSTÜNLÜK, MATEMATİK, HİPOTEZLİ TÜMDENGELİM VE EVRİM TEORİSİ

Ernst Mayr bilim tarihi incelendiğinde, bilimsel teorilerin reddedilmesinin gerçek sebebinin bu teorilerin apaçık yanlışlanması olmadığını, daha basit ve daha muhtemel bir teorinin ortaya konmasının eski teoriyi bir kenara bıraktırdığını savunur. Yeni teorinin -özellikle biyolojide- olasılıkçı yoruma dayanan bilimsel çıkarımlara uyduğunu; mutlak deliller aramamak gerektiğini söyler. Bilim insanının pragmatik olduğuna ve yeni bir teori ileri sürülünceye kadar eskisinden memnun olduğuna dikkat çeker. Darwin’in de bu şekilde düşündüğünü ve Evrim Teorisi’nin, matematiksel deliller gibi mutlak olduğunu ileri sürmediğini; bu teorinin, türlerin ayrı ayrı yaratılışından daha muhtemel olduğu için kabul edilmesi gerektiğini söylediğini belirtir.49 Ernst Mayr, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri karşılamadığı eleştirisinin farkındadır ve alternatif görüşlerden daha muhtemel olduğu temeline dayandırarak eleştirileri bertaraf etmeye çalışmaktadır. Oysa gördük ki, Evrim Teorisi ile olasılıkçı bir öngörü bile yapılamamaktadır; o zaman bu teorinin alternatiflerine karşı daha muhtemel olduğunu söyleyecek bir temel bulunamaz. Gözlenen canlılar ve fosiller, alternatif teorilerce de açıklanabilmektedir. Ernst Mayr’ın bilime yaklaşımını tamamen doğru kabul etsek bile, vardığı sonucu doğrulayacak hiçbir kriter gösterememektedir. Evrim Teorisi’nin daha muhtemel olduğunu söylemekte,50 fakat bunun nasıl anlaşılacağını ortaya koya-mamaktadır. Bir teorinin mutlak olduğunu söylemek kadar daha muhtemel olduğunu söylemek de eğer sınanabilen bir iddia olursa -yanlışlanmaya açık olursa- bir değer taşır. Mayr’ın ortaya koyduğu kritiği kabul etsek ve rakip teorilerle Evrim Teorisi’ni yarışa soksak, en iyimser bakışla 0,5’den (1 üzerinden) daha büyük istatistiki bir değeri Evrim Teorisi lehine elde etmeliyiz ki rakip teorilere karşı üstünlüğünü iddia edebilelim. Oysa böyle bir düzenek ve de böylesi bir veri gösterilememektedir. Darwinizm’in gözlem verilerine dayandığı veya alternatiflerinden daha iyi olduğunun iddia edildiği her seferinde, ya doğal seleksiyonun varlığı ispat edilmeye çalışılmakta51 veya tür içi değişiklikler veya coğrafi bir alanda izole olan türün farklılaşması vurgulanmaktadır. Oysa doğal seleksiyonun veya böylesi değişikliklerin varlığı, daha önce de açıkladığım gibi Evrim Teorisi’ni rakiplerinden ayırt edici özellikler değildir. Ernst Mayr’ın iddia ettiği gibi, Evrim Teorisi’nin rakip teorilere üstünlüğünün ortaya konabilmesi için, doğal seleksiyonun ve türün mutasyon, izolasyon gibi faktörlerle yaşadığı değişikliklerin; yepyeni özellikleri olan türlerin, cinslerin, familyaların oluşumuna sebep olabildiğinin gösterilebilmesi gerekir ki hiç kimse bunu başaramamıştır.

Michael Ruse, Evrim Teorisi’nin, Malthus’un matematiksel yaklaşımını kullandığını52 söylerken de, yine Evrim Teorisi’ni diğer görüşlerden ayırt eden bir özelliğini verememektedir. Malthus’un yaklaşımına göre, gıda kaynakları aritmetik olarak artarken, nüfus geometrik olarak artmaktadır, bu yüzden bu gıda kaynaklarından yeterince faydalanamayıp ölenler olacaktır.53 Bu matematiksel yaklaşım Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği olan yeni özellikli türlerin, cinslerin, familyaların oluşumu için hiçbir şey söylemez. Aynı şekilde popülasyon genetiğinde (population genetics) yapılan matematik hesaplar da yeni bir türün oluşumu için matematiksel bir veri vermekten uzaktır.54 Evrim Teorisi ile uğraşan bilim insanlarının yaptığı matematiksel işlemlerin, Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği olan, yeni özellikleri olan türlerin, evrim ile oluşması ile alakalı olup olmadığı önemlidir. Evrim ile uğraşan bir bilim insanı, dünyada var olan pandaların sayısını, pandaların kilosunu, son kırk yılda sayılarının değişimini matematiksel verilerle hesaplayabilir. Bu matematiksel veriler veya pandalar yok olursa bu doğal seleksiyonun nedeninin açıklanması, Evrim Teorisi’ni doğrulayıcı veriler olarak değerlendirilemez. Çünkü, bu anlatımlarda matematiksel dil kullanılsa bile; ne pandanın diğer bir türden oluşumu, ne de pandadan yeni bir türün oluşumu ile alakalı matematiksel bir veri mevcuttur. Yeni-Darwinciliğin en ünlü temsilcilerinden -bazılarınca en ünlüsü- kabul edilen Ernst Mayr, Evrim Teorisi’nde matematik aranmaması gerektiğini şöyle anlatmaktadır: “…Bu gösterişli başarılar matematiğin sınırsız bir prestij kazanmasına sebep oldu. Bu da Kant’ın ünlü betimlemesi olan, gerçek bilimin doğa bilimleri içinde bulunabileceği, çünkü bu bilimlerin matematiksel olduğu yargısı ile sonuçlandı. Eğer bu yargı doğruysa, Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ kitabının bilimsellik açısından yeri nedir? Sürpriz olmayacak bir şekilde, Darwin’in matematik hakkında az bilgisi vardı. Niteliksel ve tarihi bilimler veya kompleks sistemler ile ilgilenen bilimler hakkındaki yanlış yargılar, biyolojinin aşağı kategoride bir bilim olduğuna dair kibirli bir kanaatin ortaya atılmasına sebep oldu… Sistematik ve evrimsel biyolojinin çoğunda matematiğin katkısı çok azdır.”55 Görüldüğü gibi en ünlü evrimciler de Evrim Teorisi’nin matematiğe dayanmadığını kabul etmektedirler. Bu da, bilimsel kriterlere uygunluğu matematiksel olmakta anlayan anlayışın kriterlerini de Evrim Teorisi’nin karşılamadığını göstermektedir.

Darwin, teorisinin Baconcı metot ile oluşturulduğunu söylerken tümevarımcı bir yöntemi takip ettiğini, peşinen bir hipotezi öngörmediğini, gözlemleri neticesinde Evrim Teorisi’ne vardığını söylemek istiyordu. Sonradan, tümevarım hakkında felsefî itirazlar Darwinizm’e yöneltilince, Darwinizm’in aslında ‘hipotezli-tümdengelim’ (hypothetico-deductive) metodunu takip ettiği söylenmeye başladı. Buna göre önce hipotez ileri sürülür, sonra bu hipotezin doğru olup olmadığını test etmek için gözlem ve deney yapılır.56 Oysa bu metot kabul edilir bir metot bile olsa, ancak alternatif görüşlere karşı üstünlük sağlanırsa anlamlı olabilir. Fakat Evrim Teorisi yanlışlanmaya açık sınamalara giremediği için, alternatif görüşlere göre üstün olup olmadığını da göstere-memektedir. Bilimsel olmanın kritiğini ister tümevarımcılıkta, ister hipotezli-tümdengelimcilikte, ister matematiksel veriye dayan-makta, ister yanlışlanabilir olmakta, ister öngörü gücünde, ister olgusalcılıkta arayalım, istersek Evrim Teorisi’ni tarih bilimi gibi doğa bilimlerinden ayrı bir sınıfa koyalım; bu teorinin alternatif teorilere göre neden kabul etmemiz gerektiğine dair objektif bir kriter ortaya koyamazsak, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri karşıladığını söyleyemeyiz.

 

PARADİGMANIN ETKİSİ

Özellikle Thomas Kuhn’un, 1962 yılında ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ (The Structure of Scientific Revolutions) kitabını yayımlamasından sonra ‘paradigma’ terimi bilim felsefesinin çok sık kullanılan kavramlarından biri oldu. ‘Paradigma’ bilim insanlarının dünyaya bakış açılarını belirleyen, yapılan bilimsel çalışmaların temel önkabullerini dikte eden, ayrıca bilimsel faaliyetin oluştuğu ve kontrol edildiği sosyolojik ortamı ifade eden genel çerçevedir.57 Thomas Kuhn’un bahsedilen eseri, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Ingilizce yazılmış en etkili eserlerden biri olup, bu esere katılmayanlar bile, bu eserle hesaplaşmak için birçok cevap niteliğinde kitap ve makaleler yazmışlardır.58 Onun yaklaşımına katılmayanlar da ‘paradigma’ terimini benimsemiş ve sıkça kullanmışlardır.

Kuhn’un bilgi teorisindeki görüşü tamamen görelilikçidir, objektif bilimsel bilginin mümkün olmadığı, var olan bilimsel kanaatlerin ancak belli bir ‘paradigma’ içinde geçerli olduğu kanaatindedir. Ona göre bilimsel ilerleme diye bir şey söz konusu değildir; ne tümevarımcı bir şekilde bilgileri artırmak, ne de sürekli yanlışlayarak daha sofistike bilgilere erişmek mümkündür. Bir paradigmaya bağlı yapılan bilimsel faaliyetin bazı dönemlerde bunalıma girdiği görünür, bu dönemlerde devrimci bir şekilde paradigma değişikliği olur. Kuhn’a göre bu değişiklik din değiştirmeye benzer. Bir paradigmanın diğer bir paradigmaya üstünlüğünü belirleyecek hiçbir objektif kriter yoktur, bu yüzden bilimsel ilerlemeden söz edilemez.59 Kuhn’un görüşünü tamamen benimsersek ‘ısıtma olayı ve suyun kaynaması arasında nedensel bir ilişki olduğunu’ söyleyen bilimsel bir önermenin, sadece ve sadece ‘tek bir paradigma’nın içinde önemi olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Günümüzün haritacılığı ile ilkçağ haritalarını kıyasladığımızda bir ilerleme olduğunu da söyleyemeyiz; çünkü Kuhn’un sisteminde ilerlemenin objektif bir kriteri yoktur. Bu tip örnekler, Kuhn’un bilime yaklaşımında önemli hatalar olduğunu gösterir. Diğer yandan, bir filozofu veya felsefeyi ‘kabul etmek’ yerine ‘ondan bir şeyler öğrenmeyi’ hedeflersek; Kuhn’dan öğrenilecek çok şey olduğu kanaatindeyim.

Kuhn’un görüşlerinin önemli bir öğesi olan, bilimsel bilginin sosyolojik bir ortam içinde üretildiği fikrine benzer görüşler, bilgi sosyolojisi ve bilim sosyolojisi ile ilgili çalışmalarda da dile getirilmiştir. Marx, Mannheim ve Durkheim bilginin toplum içinde üretildiğine dikkat çeken ünlü sosyologlardır. Durkheim ahlak, değerler, dini fikirler, hatta insan düşüncesinin temel kategorileri olan uzay ve zamanın; sosyolojik ortamdan bağımsız bir şekilde var olamayacağını göstermeye çalıştı. Fakat her üç sosyolog da bilimi, bilginin özel bir türü olarak düşünüp bilgi sosyolojisinin dışında tuttular.60 Fakat daha sonra David Bloor gibi bazı sosyologlar, ‘bilimsel bilgi’nin nasıl üretildiğinin sorgulama dışı tutulmasına meydan okuyup, ‘bilimsel bilgi’yi de sosyolojik bir analizin hedefi yapmaya uğraştılar.61 Kuhn’un çalışmaları, bilim felsefesine olduğu kadar, bilgi ve bilim sosyolojilerine de katkıda bulundu ve bu alanlardaki tartışmalara ivme kazandırdı.62

Bahsedilen tüm bu çalışmalar, Evrim Teorisi üzerine yapılan incelemelerde ufuk açıcı nitelikte olabilir. Bu yüzden kitabın 2. bölümünde Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönem ve yerdeki ‘paradigma’yı göstermeye çalıştım. Thomas Kuhn, hayatının bir döneminde hemen hemen herkesin, bilim insanının önyargılardan arınmış, hür bir ‘gerçek arayıcısı’ olduğu kanaatine sahip olduğunu söyler; bilimsel olmayı hür fikirlilik ve objektiflik olarak, en azından hayatımızın belli bir döneminde nitelemişizdir. Oysa Kuhn, gerek teorik, gerek deneysel çalışmalarda, bilim insanlarının genelde objektif olamadığını söyler. Bilim insanlarının çalışmalarına başladıkları zamanki öngörülerini haklı çıkarmak için gerek aletleriyle, gerekse teorilerindeki denklemlerle oynamaktan kaçınmadıklarını belirtir.63 Duane T. Gish’in, Evrim Teorisi’ne karşı türlerin birbirlerinden bağımsız yaratılışını kabul edenlere makale yayınlatmada, doktora ve profesörlük derecelerini kazanmakta zorluk çıkarıldığına; televizyon, radyo gibi medya kuruluşlarında ve National Geographic, Reader’s Digest, Life gibi etkin popüler dergilerde evrimci bilim insanlarının hâkimiyetinin alternatif görüşlere geçit vermediğine dair tespitlerini64 göz ardı edemeyiz. Çünkü bilim sosyologlarının ve Kuhn’un gösterdiği gibi bilimsel faaliyet; sosyolojik ortamdan bağımsız, mutlak olarak objektif bir uğraş olmadığı için, bilim cemaatinin önkabul, tavır ve organize olma şekillerini göz önünde bulundurmalıyız.

 

SAHTEKÂRLIKLARI PARADİGMAYLA ANLAMAK

Toplumsal kabulün, akademik atamaların veya maddî ödül gibi karşılıkların, çoğu zaman bilimsel sonuçların ‘mevcut paradigma’ya uygun olmasına bağlı olduğunu hatırlamalıyız. Tüm bunları göz önünde bulundurursak, Evrim Teorisi adına niçin bazı sahtekârlıkların yapıldığını anlayabiliriz. Birçok kişi ideoloji veya dinsel inanç uğruna niye insanların sahtekârlık yaptığını anlayabilmekte, fakat ‘bilimsel bir çalışma’da sahtekârlığın sebebini anlayamamaktadır. Bu noktada, Kuhn’un ‘paradigma’ anlayışı ve bilim sosyolojisinin yaklaşımları yardımcı olacaktır.

Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli sahtekârlıklardan biri ‘Piltdown adamı’ (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir. 1912 yılında Londra Tabiat Tarihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş aletler bulduklarını açıkladılar. Ingiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde büyük bir boşluğu doldurduğu ve 500.000 yıl önceki bir canlıya ait olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot ile çene kemiğinin toprakta ancak birkaç yıl kaldığı, kafatasının ise birkaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan detaylı araştırmalarda, kemiklerin, eski görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı maddeler ile işleme tabi tutuldukları saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine yerleştirilmek için zımparalanmıştı. Maymun çenesi ile insan kafatası bir araya getirilerek sahtekârlık yapıldığı detaylı araştırmalar ile doğrulandı.65 Bu örnek 40 yıl boyunca, bir sahtekârlık ürününün bilim insanlarını ne kadar kolay yanılttığının bir delilidir. Sahtekârlık yapılmasından daha önemli olan, mevcut paradigmaya uyum sağladığı, hatta destek verdiği için, sahte bir delilin, 40 yıl boyunca birçok bilim insanını ciddi şekilde yanıltıyor olabilmesidir. Paradigmaya uygun olan delil ciddi analizlere tabi tutulmamış, elde ciddi veri olmadan Piltdown adamının yaşı 500.000 yıl olarak belirlenmiştir. Oysa Evrim Teorisi’nin görüşlerine çok aykırı sahte bir fosil imal edilseydi, ‘hâkim paradigma’ olan görüşe aykırı bu fosildeki sahtekârlığın hemen tespit edileceğini, Kuhn’un yaklaşımından esinlenerek tahmin etmek mümkündür.

Piltdown adamı 40 yıl boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli delillerinden biri sayılmasına karşın, bu sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan yazılan ders kitaplarından çıkartılmıştır. Fakat Haeckel’in embriyo çizimleriyle ilgili sahtekârlık hala Evrim Teorisi ile ilgili kitaplarda yer almaktadır. Ünlü evrimci biyolog Stephen Jay Gould, modern ders kitaplarında hâlâ Haeckel’in çizimlerinin olmasını hayret edilecek ve utanılacak bir durum olarak değerlen-dirmektedir.66 1995 yılında embriyolog Michael Richardson, Haeckel’in embriyonun geçirdiği aşamalar ile ilgili yanıltıcı bilgiler verdiğini detaylı bir şekilde göstermiş ve bunun biyolojideki en ünlü sahtekârlıklardan biri olduğunu söylemiştir.67 Thomas Kuhn, günümüzdeki şekliyle ders kitaplarıyla eğitimin 19. yüzyılda ortaya çıktığını, daha önce temel matematik kitapları dışında, bu tarz hazırlanmış kitaplarla eğitimin olmadığına dikkat çeker ve bu ders kitaplarının mevcut paradigmanın temel kabullerini ve problem çözme kurallarını aktardığını, öğrencilerin ise paradigmayı sorgulama şansına hiç sahip olamadıklarını belirtir.68 Kuhn’un dediği gibi günümüzün paradigmasının muhafazasında ders kitaplarının yeri çok önemlidir, diğer yandan en ünlü evrimci biyologların bile yanlışlığını kabul ettikleri çizimler hâlâ bu ders kitaplarında yer alabilmektedir. Paradigmanın muhafazası için çabalar, paradigmaya uygun çalışmaların ödüllendirilmesi, paradigmaya karşı olanların dışlanması, paradigmanın bilim insanlarının ‘nereye’ ve ‘nasıl’ bakmaları gerektiğini buyurması, göz önüne alınmaz ise; ‘bilim’in ideoloji, sosyolojik baskı, ödüllendirme mekanizmalarından bağımsız, her zaman için objektifliğini muhafaza edebilen bir faaliyet olduğunu zannetme hatasına düşebiliriz. Bu ise ders kitaplarında aktarılan bilgilerin temel önkabuller olarak alınmasına ve sonraki tüm gözlem ve deneylerin bu dogmatik önkabullerle şekillenmesine yol açmaktadır.

‘Evrimci paradigma’nın peşinen doğru kabul edilmesinin yol açtığı yanlış yorumlara Nebraska adamı (Hesperopithecus Haroldcookii) da örnek olarak verilebilir. 1922 yılında ünlü fosilbilimci Henry Fairfield Osborn Nebraska’da bir diş fosili buldu. Konunun uzmanları, bu dişin insan ve şempanze arasında ara bir türün dişi olduğunu söylediler. Ardından Nebraska adamının özellikleriyle ilgili detaylı anlatımlar yayımladı. Daha sonra bu dişin bir domuz dişi olduğu anlaşıldı.69 Bundan önce ise birçok antropolog, Nebraska adamının nasıl yaşadığı ile ilgili hikâyeler türetmişlerdi.

Piltdown adamı, Nebraska adamı ve Haeckel’in çizimleriyle ilgili yapılan sahtekârlık ve hatalar, Evrim Teorisi’nin yanlış bir teori olduğunu göstermez. Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı, bu teorinin bilimsel kriterleri ne kadar karşılayabildiği temelinde sorgulanmalıdır. Fakat din adına veya ideoloji adına, nasıl dogmatik önyargılı yaklaşımlar veya sahtekârlıklar yapılabiliyorsa, aynı şeyin ‘bilim’ adına da yapıldığını, ‘bilim’in bazılarının zannettiği gibi her zaman objektif olan, önyargılardan uzak bir faaliyet olamadığını, söz konusu örnekler göstermektedir. Dinde, Tanrı’nın ödülü olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin maaş veya takdir gibi ödülleri vardır; dinde, dini cemaatin dışlaması veya kabulü önemli olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin dışlaması veya kabulü önemlidir; dinin tartışmasız önkabulleri olduğu gibi, bilimin de tartışmasız önkabulleri vardır. Belki de bu yüzden Kuhn, ‘bilim’in mutlaka bir paradigma içinde yapıldığını belirttikten sonra, ‘paradigma değişimleri’ni din değişimine benzetmiştir. Kuhn’un, bütün bilimsel çalışmaları, paradigmaya bağlılıklarından dolayı objektif olmayan ve olamayacak uğraşlar olarak tarif etmesi bence abartılı bir yaklaşımdır; fakat bilimsel çalışmaların bütünü olmasa bile, bir bölümünün böyle olduğu görülmektedir. Özellikle Evrim Teorisi gibi, bireylerin varoluşsal yaklaşımlarıyla önemli ölçüde bağlantısı olan bir konuda, bu sorun iyice kendini göstermektedir.

Çoğu zaman sorun bahsedilen örneklerdeki gibi sahtekârlık değildir. Evrim Teorisi açısından en önemli sorun, paradigmanın empoze ettiği önkabullerle canlıların değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeler genelde ‘yanlışlanamaz’ niteliktedir ve aksi görüşler yokmuş gibi bir tavır takınılmaktadır. Örneğin Buffon’un biyolojideki yaklaşımı ‘kökensel türlerden yeni türlerin oluşumu’nu öngörmüştür. Darwinci ve Buffoncu yaklaşımdan hangisinin daha doğru olduğunu söyleyecek bilimsel verilere sahip değiliz. Fakat Kuhn’un özellikle dikkat çektiği ders kitaplarıyla ‘evrimci paradigma’nın önkabullerinin dayatılması; canlılar âleminin tümüne bakarken, her tür, birbirinden türemiş gibi ‘apriori bir inancın’ çalışmaları yönlendirmesine sebep olmuştur. Örneğin canlıların ‘soy ağacı’ gibi gözlemsel ve deneysel verilere dayanmayan hayali şemalar, alternatif görüşler göz önüne alınmadan yapılmıştır. Bu da gözlenen tüm türlerin, gözlenemeyen bir sürece ‘apriori bir inanç’la değerlendirildiklerinin; bu türlerin kökenine dair ‘inançlar’ın, objektif bilgilerden çok ‘öğretilen bir paradigma’yla şekillendirildiklerinin bir göstergesidir. Mevcut paradigmaya uymayan gözlemler olduğunda, Kuhn’un dikkat çektiği gibi bu gözlemler göz ardı edilir ve durumu kurtarıcı (ad hoc) düzenlemelere gidilir. Böylece bilimsel faaliyet, mevcut paradigmanın dayattığı kurallarla, Kuhn’un benzetmesine göre ‘bilmece çözme faaliyeti’ gibi sürer.70

 

PARADİGMA HATIRINA PARADİGMAYA RAĞMEN

Evrim Teorisi’nin ortaya konmasında ve kabulünde; belli bir dönemin bilimsel, felsefî, teolojik, politik, sosyolojik ve iktisadi durumunun büyük etkisi olmuştur.71 Böylece, Evrim Teorisi kendisinin de içinde yer aldığı daha geniş bir paradigmanın parçası olduğu gibi, canlıların kökenine dair doğal tarih çalışmalarında ise kendisi bir paradigma olmuştur. Her ne kadar Teilhard de Chardin ve Whitehead gibi birçok teolog ve filozof, Evrim Teorisi’ni Tanrısal müdahale ile beraber ele almışlarsa da, Kuhn’un özellikle önemine dikkat çektiği ders kitaplarını incelememiz, mevcut paradigmada, Evrim Teorisi’nin, Tanrısal müdahalenin dışlanmasıyla sunulduğunu gösterir. Evrimci filozof ve bilim insanlarının teist ve ateist yaklaşımlarındaki çeşitliliğin ders kitaplarına yansıdığı söylenemez. Mevcut ders kitaplarındaki bu durumun anlaşılması için, bilimsel analiz kadar sosyolojik ve tarihsel analize de ihtiyaç olduğu, bilim sosyologlarının ve Kuhn’un yaklaşımlarına dayanılarak söylenebilir. Örneğin Kilise’nin tarih boyunca eğitimdeki tekelinin ve bunun yol açtığı zararların, laikleşme ve sekülerleşme ile ilgili süreçlerin de bu konuyla alakalı olduğu tespit edilebilir.

Bilimin devlet politikasına bağlı olarak çalışmalarını gerçekleştirdiğini vurgulayan Paul Feyerabend, “Bilim pek çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır” der.72 ‘Tanrı’nın müdahalesinden’ bahsetmek bazılarına göre laikliğe aykırı gözüküyor olabilir. Oysa Evrim Teorisi’ne alternatif bir teori olan ‘türlerin bağımsız yaratıldığı’ veya ‘sadece kökensel türlerin bağımsız yaratıldığı’ görüşleri; ancak ‘Tanrı’nın müdahalesi’ savunulursa mümkündür. O zaman bilime ait ders kitaplarında Tanrı’dan bahsetmeyi peşinen inkâr eden bir yaklaşım, Evrim Teorisi’nin alternatifsiz olmasına da yer açmaktadır. Elektriğin incelenmesi, radyoaktif elementler üzerinde çalışma veya karaciğerin fonksiyonlarının belirlenmesi ‘Tanrısal yaratış’tan bahsetmeden de ele alınabilmektedir. Tanrı’ya inanan, bu verileri Tanrısal tasarımın delili olarak görürken; ateist, bu oluşumları salt doğa yasalarının oluşturduğu tesadüfler olarak açıklamayı tercih edecektir. Fakat her halükarda elektrik, radyoaktif elementler veya karaciğer ile ilgili aynı veriler kabul edilebilir. Oysa canlıların kökenine dair bir incelemede, Tanrı’nın yer aldığı bir varlık anlayışı (ontoloji) alternatif bir imkân sunmaktadır. Bu ontoloji, ‘türlerin bağımsız yaratılışı’nın da ‘evrim’in de mümkün olabileceğini; tercihin Tanrı’nın seçimine bağlı olduğunu kabul edecektir. Oysa ‘Tanrı’dan bahsetmemek’ veya ‘Tanrı’yı inkâr’ peşinen (apriori) bir ilke olarak kabul edilince; Evrim Teorisi’ni kabul etmek dışında bir alternatif kalmamaktadır.

Canlıların kökenine dair bilimsel bilginin yetersizliği itiraf edilirse, mevcut paradigmanın kabul etmeye yanaşmadığı teolojik açıklamaların hâkimiyetinden çekinilmektedir. Gelişmiş mikroskoplar kendiliğinden türemenin mümkün olmadığının anlaşılmasına sebep olmuş ve ‘sadece’ doğanın içinde kalarak bir açıklama arayanlara Evrim Teorisi/Teorileri dışında bir alternatif kalmamıştır. Doğanın tüm müdahalelere kapalı olarak ‘sadece’ materyalist sebeplilik ilkesi ile işlediğine dair ‘natüralist önkabul’ olmasa, Evrim Teorisi’nin günümüzdeki gibi geniş ölçüde kabul görmeyeceğini savunan Philip Johnson haklı gözükmektedir.73 Bu da bilim, felsefe ve din üçgenindeki en hararetli tartışmanın neden Evrim Teorisi ile ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Daha önce görüldüğü gibi, aslında Evrim Teorisi, bir teorinin matematiksel verilere dayanması, gözlemsel ve deneysel verilerinin olması, yanlışlanmaya açık olması ve -bence en önemlisi- alternatif görüşlere objektif verilerle üstünlük sağlaması gibi, mevcut paradigmaca da kabul edilen bilimsel kriterlere uyamamaktadır. Fakat ‘sadece doğanın içinde kalarak açıklama yapmak’ (Tanrı’dan hiç bahsetmemek) gibi bilimsel çalışma alanındaki ‘mevcut paradigma’nın çok önemli bir koşulunu Evrim Teorisi karşılamakta alternatifsiz olduğu için, ‘paradigma hatırına’ paradigmaya da rağmen kabul edilmektedir.

 

BİRLEŞMELİ TÜMEVARIM, HİPOTEZLİ TÜMDENGELİM, BIG BANG TEORİSI VE EVRİM TEORİSİ

Evrim Teorisi’nin gözlenemeyen bir süreç olmasına karşın Michael Ruse, birçok zaman katilleri de göremediğimizi, fakat kullanılan bıçağın incelenmesi, geçmişteki husumet ve benzeri unsurları birleştirip sonuca varabildiğimizi söyler. Ruse, William Whewell’in, tümevarımların birleşiminden sonuca varmak için ideal yöntem olarak gösterdiği ‘birleşmeli tümevarım’ (consilience of induction) yönteminin, Evrim Teorisi’nin yöntemi olduğunu söyler.74 William Whewell, değişik alanlardan gelen delillerin topluca bir tümevarım gerçekleştirmelerini tarif etmek için ‘birleşmeli tümevarım’ deyimini kullanmıştır. Whewell, bu yöntemle ulaşılan teorilerin basit, birleştirici ve tümevarıma izin veren teoriler olduğunu söyler ve Newton’un ‘evrensel çekim gücü’ ile ilgili teorisini bu yöntemle ulaşılan teorilere örnek olarak gösterir. O, teorilerin genellemeleri sayesinde bilinmeyen vakaların tespit edilmesi ve teorinin öngörüde bulunma gücüne sahip olması gerektiğini söyler.75

Daha önce görüldüğü gibi Evrim Teorisi’ne dayanarak bir öngörüde bulunmak mümkün değildir, bu teori Whewell’in ortaya koyduğu kriterleri karşılayamamaktadır. Ruse’un, katilin bulunması için söyledikleri elbetteki göz ardı edilemez; ama katilin bulunması için mevcut deliller, en azından alternatif katil adaylarından herhangi birinin katil olduğunu diğerlerinden daha çok ortaya koyuyorsa kabul edilir. Eğer, apriori şartlanmışlığımızdan dolayı ‘Çinlileri sevmiyorsak’ ve alternatif adaylardan Çinli olanın katil olduğunu, diğer katil zanlılarına nazaran Çinliyi ön plana çıkaran bir delil olmamasına rağmen iddia ediyorsak, bu kabul edilemez. Bilimsellik kriterlerimiz ister Bacon, ister Popper, ister Carnap, ister Whewell gibi olsun; eğer alternatif teorilerden birinin diğerine üstünlüğünü gösteremiyorsak bilimsel kriterleri karşılayamayız. ‘Doğanın içinde kalmak’ gibi apriori bir kabulü Evrim Teorisi’nin alternatif teorilere karşı tek dayanağı yaparsak; ‘Çinlileri sevmemek’ gibi apriori bir yaklaşım ile Çinli’nin katilliğini diğer alternatiflere karşı ilan ettiğimizdeki hataya düşeriz. Çünkü felsefî, teolojik veya varoluşsal tercihlere dayalı ‘apriori kabuller’den çıkarsanan sonuçların bilimselliğin kriterlerini oluşturduğunu söyleyemeyiz. Ateist bir Evrim Teorisi’ni savunanların, “Neden Evrim Teorisi’ni türlerin bağımsız yaratılışına karşı tercih ediyorsunuz” sorusuna verdikleri cevap eğer “Çünkü doğa içinde kalmalıyız” anlamına gelecek bir cevabın ötesine geçemiyorsa, bu cevap sadece kabul edilen ‘apriori metafizik bir ilkeyi’ açıklamakta, fakat objektif bir delil olamamaktadır.

Evrim Teorisi’nin totolojilerin ötesine geçip bilimsel kriterleri karşılayabilmesi için, alternatif teorilere karşı üstünlüğünü objektif delillerle gösterebilmesi gerekirdi. Evrim Teorisi ile bazı açılardan benzeyen, fakat bahsedilen bilimsel kriterleri karşılayabilen Big Bang Teorisi’ni incelediğimizde, bu kriterlerin nasıl karşılanabileceğini daha iyi anlayabiliriz. Big Bang Teorisi ile Evrim Teorisi’nin önemli benzerlikleri bulunmaktadır. Big Bang Teorisi ile on beş milyar yıl önce başlayan, başlangıcını gözlemleyemediğimiz evrenin meydana gelmesine dair bir süreç savunulur; Evrim Teorisi ile birkaç milyar yıl önce başlayan, başlangıcını gözlemleyemediğimiz, canlıların oluşumuna dair bir süreç savunulur. Big Bang Teorisi ile tek noktadaki bir başlangıçtan atomlara, atomlardan toz bulutlarına, toz bulutlarından galaksilere bir evrim gerçekleştiği ileri sürülür. Evrim Teorisi ile moleküllerden tek hücrelilere, tek hücrelilerden daha kompleks canlılara bir evrim süreci savunulur. Aslında türlerin bağımsız yaratılışını kabul edenler de belli ölçüde evrimi benimserler; toprak gibi homojen bir hammaddeden canlılar gibi kompleks varlıkların yaratılması, ayrıca canlıların ana rahminde geçirdikleri aşamalar da birer evrimdir. Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği ‘evrim’i savunması değil; bütün türlerin, cinslerin, familyaların birbirlerinden oluştuklarını savunmasıdır. Aslında canlıların kökenine dair bütün görüşler, türlerin ya ortak bir canlı atadan, ya da cansız toprak atadan meydana geldiklerini ileri sürerek ortak bir kökte birleştirirler. Bu yüzden, Big Bang Teorisi türlerin bağımsız yaratılışına da benzetilebilir.

Big Bang Teorisi 20. yüzyılın ilk yarısında, Evrim Teorisi ise 19. yüzyılda ortaya konduğu için, her iki teorinin de insanlık tarihine göre yakın dönemin ürünleri oldukları söylenebilir. Big Bang Teorisi ortaya konmadan önce Demokritos, Epikuros, Lucretius gibi ateist atomculardan, Aristoteles gibi kendisinden sonraki dönemin en etkin bir filozofuna ve modern dönemin materyalist filozoflarına kadar birçok kişi evrenin aşağı yukarı şimdiki halinde sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza dek de var olacağını savunuyorlardı.76 Tektanrılı üç dinin mensupları evrenin başlangıcı olduğunu ve yaratıldığını kabul etmekle beraber, evrenin başlangıcına dair bilimsel bir teori oluşabileceğini ummuyorlardı. 20. yüzyılın başlangıcına Newton fiziğinin hâkimiyetinde girildi, Enistein’ın 1905 yılının başlarında yazdığı üç makale ise fizik alanında yeni bir devri başlattı.77 Einstein’ın Izafiyet Teorisi fizik alanındaki en önemli teori oldu. Fakat, Newton’un öngördüğü sonsuz büyüklükteki evrene olan inanç değişmemişti, Einstein da başta bu inancı paylaşıyordu. Sonlu bir evrenin içinde birbirini çeken maddenin tek bir birleşene dönüşmesi kaçınılmazdı, ama evrende böyle bir yapı yoktu. Newton maddenin sonsuz bir evrene homojen bir şekilde yayıldığını söyleyerek bu sorunu halletmeye çalıştı.78 Bu çözüm sorunu halletmeye yetmiyor, evrendeki yıldızların neden bu kadar uzun süredir birbirlerinden ayrı kaldığı açıklanamıyordu.79 Einstein da Newton’un fiziğinin etkisi altındaydı, 1916 yılında Einstein ilk olarak durağan bir evren modeli ortaya attı, ne var ki hemen sonra durağan bir evrenin kararlı olamayacağını ve çökmek zorunda olduğunu gördü. Durağan evren modelini kendi teorisiyle bağdaştırabilmek için, sonradan hayatının en büyük hatası olarak gördüğünü söylediği ‘kozmik itme’ fikrini icat etti.80

1922 yılında Alexander Friedmann, Einstein’ın formüllerinin, evrenin genişlemesini gerektirdiğini ortaya koydu.81 Aynı dönemde, Friedmann’dan bağımsız olarak, Einstein’ın formülleri üzerinde çalışan Vatikan Gözlemevi’nin en önemli kozmoloji uzmanı Georges Lemaitre de bu formüllere dayanarak evrenin genişleyen dinamik bir yapıda olduğunu keşfetti. Genişleyen evren çekim gücünü dengeliyordu ve yıldızlar çekim gücüne rağmen bu yüzden ayrı kalıyorlardı. Genişleyen evrenin bugünkü boyutuna ulaşabilmesi, daha evvel daha küçük, ondan evvel daha da küçük olması demekti. Geriye gidilince karşımıza bir tekillik çıkıyordu. Lemaitre kusursuz modeli bulduğuna inanıyordu: Tanrı’nın ‘ilk atom’ olarak yarattığı ve bir meşe palamudundan bir meşe ağacının büyümesi gibi büyüyüp genişlemeye devam eden ve günün bilim ustası olan Einstein’ın matematiğini sadakatle izleyen bir evren modeli. Bu aynı zamanda Einstein’ın denklemlerinin genişleme konusunda karşılaştığı sorunu da çözen bir evren görüşüydü.82

Big Bang Teorisi’nin rakibi olarak Newton’un sonsuz ve durağan evrenini düşünürsek, Big Bang Teorisi’nin nasıl üstünlük sağladığını en başından itibaren görebiliriz. Rakip teori, gözlenen evrenin çekim gücüne rağmen neden çökmediğini açıklayamıyordu. Ayrıca durağan modele göre evrenin sonsuz büyüklükte olması gerekiyordu, bu ise sonsuz yıldızın var olmasını, sonsuz yıldızın varlığı ise gecenin gündüz kadar aydınlık olmasını gerektiriyordu. Gözlenen gecenin böyle olmaması ise ‘Olber Paradoksu’ olarak adlandırılan paradoksu ortaya çıkartıyordu. Big Bang Teorisi genişleyen ve sınırlı bir evreni ileri sürerek gözlenen gecenin karanlık olmasıyla da destekleniyordu.83 Johann Friedrich Zöllner, sonsuz bir evrendeki yıldızların evrenin her noktasına sonsuz çekim uygulayacağını göstermişti. Big Bang Teorisi, Olber Paradoksu ve çekim gücünün yıldızları bir tekillikte birleştirmesi gerektiğine dair paradoks ile beraber ‘sonsuz çekim’ ile ilgili bu paradoksu da çözdü; gözlenen evrenin mantıklı ve matematiksel yasalara uygun açıklamasını yaptı.

Evrim Teorisi’nin tümevarım metodu ile temellendirilmesinin yapılamadığı görüldüğünde, teorinin aslında hipotezli-tümdengelim metoduna uygun olduğunun söylendiğini gördük. Buna göre önce hipotez veya teori ileri sürülür (hipotez veya teorinin nasıl ileri sürüldüğü önemli değildir), sonra ise gözlem ve deneylerin bu hipotez veya teoriyi destekleyip desteklemediğine göre hipotez veya teori değer kazanır. Daha önce söylendiği gibi, ancak bir teori rakiplerine göre daha iyi bir şekilde gözlemleri ve deneyleri doğruluyorsa bu metot geçerli olabilir. Evrim Teorisi, canlılardaki ve fosillerdeki, değişik yaklaşımlarla da açıklanan benzerlikleri, yeni bir bakış açısıyla açıklamış, ama objektif kriterlerle alternatiflerine üstünlük sağlayamamıştır. Oysa Big Bang Teorisi, başka hiçbir teorinin çözemediği bahsedilen paradoksları çözebilmiştir. Yıldızların çekim gücünün etkisiyle birbirleriyle birleşmemiş olması, gecenin karanlığı ve her noktada sonsuz çekim olamayacağı gibi, matematiksel ve gözlemsel olarak ifade edilebilecek objektif kriterler teoriyi desteklemiştir. Bu yüzden, Big Bang Teorisi hipotezli-tümdengelim yönteminin başarıyla uygulanmasının iyi bir örneği olmuşken; Evrim Teorisi olamamıştır.

 

RAKİP TEORİLERE ÜSTÜNLÜK, BIG BANG TEORİSİ VE EVRİM TEORİSİ

Baştan sadece teorik olarak ortaya konan Big Bang Teorisi; daha sonra teleskoplardan yapılan gözlemlerle de destek kazanmış ve evrenin sürekli genişlediği gözlemsel olarak doğrulanmıştır. Edwin Hubble, 1929 yılında, Mount Wilson Gözlemevi’nde, devrin en gelişmiş teleskobuyla tüm galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığını gözlemledi.84 Hubble evrenin genişlemesini, ‘Doppler etkisi’ni kullanarak keşfetti. Bu trafik radarına yakalanmaya neden olan etkinin aynısıdır. Buna göre, ses veya ışık kaynağı, gözlemciye yaklaşıyorsa dalga boyu küçülür ve biz ışık maviye kaymıştır deriz, uzaklaşıyorsa dalga boyu büyür ve bu kez de kırmızıya kaymadan söz ederiz.85 Hubble, tüm galaksilerin kırmızıya kaydığını gözleyerek, bütün galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığını; kısaca, evrenin genişlediğini, gözlemsel temelde ortaya koydu. Evrim Teorisi, şu anda var olan bütün canlıların evrim geçirerek diğer türlerden oluştuklarını söyler, fakat elle dokunma mesafesindeki türlerden yeni özelliği olan farklı türlerin, cinslerin, familyaların oluşumunu destekleyecek gözlemi, deney yapma şansına rağmen sunamaz. Buna karşın Big Bang Teorisi, hipotezli-tümdengelim metodu ile birlikte gözlemsel verilere sahip olma kriterini de karşılamaktadır.

Bilimsel kriterlere uygun olmanın en önemli göstergelerinden biri olarak öngörülerde bulunma gücü gösterilmiştir. Daha önce bahsedildiği gibi Evrim Teorisi bu şartı karşılayamamaktadır. Big Bang Teorisi ile ise önceden öngörülen evrenin genişlemesi, sonradan gözlemsel olarak doğrulanmıştır.

Fred Hoyle ve arkadaşları evrenin genişlemeye rağmen durağan bir yapıda olabileceğini göstermeye çalışırlarken ‘Durağan Durum Teorisi’ni (Steady State Theory) ortaya attılar. Bu teoriye göre evrenin genişlemesiyle ortaya çıkan boş alan, sürekli bir şekilde madde yaratılması ile dolduruluyordu. Bu teori, fiziğin temel yasası olan ‘maddenin ve enerjinin korunması’ ilkesine (termodinamiğin birinci yasası) uymuyordu.86 Evrende çok büyük orandaki entropinin varlığı, gözlenen genişlemenin mekanizmasının gösterilememesi, galaksilerin dağılım şekli ve daha birçok faktör açısından Durağan Durum Teorisi, daha baştan, Big Bang Teorisi kadar başarılı değildi.87 Fakat uzun süre Big Bang Teorisi karşısındaki tek alternatif bu teoriydi. Big Bang Teorisi’ne göre evrenin başlangıcı çok sıcak ve çok yoğundu, genişlemeyle bu yoğunluk ve sıcaklık sürekli düşüyordu.88 Bu çok sıcak ilk ortam, Hoyle’nin teorisinin açıklayamadığı hidrojenin oluşumu için gerekli çok yüksek sıcaklıktaki ortamın açıklamasını yapabiliyordu. Hoyle ise bunu kabul etmek istemiyor ve “Big Bang’in fosilini bana bulun” diye alay ediyordu.89 1948 yılında Gamow ve arkadaşları, Big Bang’in başlangıcındaki yüksek ışımalı çok sıcak ortamın kalıntısının bugün bile evrende olması gerektiğini matematiksel hesaplar çerçevesinde ileri sürdüler.90 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson, Gamow ve arkadaşlarının, Big Bang Teorisi’nin evren modeline dayanarak öngördüğü ‘kozmik fon radyasyonu’nu (aranan fosili) bulup Nobel Ödülü’nü aldılar. Bu keşfi bazı ünlü fizikçiler, ‘modern kozmolojinin doğumu’ olarak kabul ettiler.91 1989 yılında uzaya fırlatılan COBE uydusundan 1992’de gelen veriler, kozmik fon radyasyonunu ve bu radyasyonda gezegenlerin oluşması için gerekli olan dalgalanmaları çok hassas bir şekilde gösterdi.92 Stephen Hawking COBE’den gelen veriler için “Bu, yüzyılın, hatta belki de tüm zamanların en büyük buluşudur” yorumunu yaptı.93

Big Bang Teorisi’ne dayanarak yapılan öngörüleri, daha sonra gelişmiş cihazlarla yapılan gözlemsel kanıtların desteği izledi. Bu teorinin öngörüleri bilim insanlarına bu teoriyi yanlışlayabilmeleri için imkân tanıyordu. Fakat bulgular hep rakip teoriler yerine Big Bang Teorisi’ni destekledi. Bu bulgular, milyarlarca yıl öncesindeki bir patlamayla başlayan bir süreçle ilgili bir teorinin nasıl yanlışlanabilir öngörüler ileri sürebileceğinin bir delilidir. Örneğin evrenin genişlemediği veya kozmik fon radyasyonunun mevcut olmadığı gösterilebilseydi teori yanlışlanabilirdi. Üstelik bu yanlışlamaya açık öngörüler sürekli sürdü. Big Bang Teorisi, evrenin sıcaklığının ve yoğunluğunun genişlemeye bağlı olarak düştüğünü söyler. Buna göre evrenin geçmişi daha yoğun ve daha sıcaktır. Teleskopla gördüğümüz yıldızların birçoğunun ışığı milyarlarca yıl önceden, yani evrenin geçmişinden gelir. 1994 yılında, evrenin geçmişinin sıcaklığının, şimdikinden daha yüksek olduğu saptanabildi.94 Eğer evrenin geçmişinin, aynı sıcaklıkta veya daha soğuk olduğu gösterilebilseydi Big Bang Teorisi yanlışlanabilirdi.

Big Bang Teorisi, William Whewell’in ayrı ayrı alanlardan gelen delillerin birleşimiyle sonuca varmayı ifade etmek için kullandığı ‘birleşmeli tümevarım’ yöntemine uymaktadır. Kısaca incelenen delillerin dışında, Big Bang Teorisi’nin öngördüğü evren modeline uygun şekilde, evrenin %25’inin helyum, %73’ünün hidrojen olduğu anlaşılmıştır.95 Bu teori ile atom altı dünyanın oluşumu ile ilgili bir teori elde edilmiş, bu teoriye dayanarak Big Bang’den sonraki ilk dakikalar hakkında akıl yürütülebilmiştir.96 Evrendeki döteryum ve lityum gibi hafif atomların açıklaması sadece bu teori ile yapılabilmektedir; ağır atomların yıldızların içindeki süreçlerle açıklanması mümkünken, bu atomların bu süreçlerle açıklanması mümkün değildir.97 Ayrıca yıldızların incelenmesinden, entropiden ve radyoaktif elementlere dayalı tarihlendirme yöntemiyle varılan sonuçlardan evrenin bir başlangıcı olması gerektiğinin anlaşılması da Big Bang Teorisi’ni desteklemiştir.98 Ayrı ayrı alanlardan gelen bu delillerin her biri, Big Bang Teorisi’ni desteklerken, Durağan Durum Teorisi gibi rakip teorileri yanlışlamıştır. William Whewell’in deyimiyle ‘birleşmeli tümevarım’, yani ayrı alanlardan gelen verilerin gücünü birleştirmesi ile yapılan tümevarım; Big Bang Teorisi ile çok başarılı bir şekilde gerçekleşmiştir.

Big Bang Teorisi, başka hiçbir teorinin açıklayamadığı şekilde görünür olguları açıklayarak, rakip hiçbir teorinin yapamadığı öngörüleri yaparak ve bu öngörülere yanlışlanma imkânı tanıyarak, evrenin matematiksel modelini çok başarılı bir şekilde sunarak, başarılı bilimsel bir teori olmuştur. Üstelik Big Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nden çok daha eskilerden başlayan (günümüzden on beş milyar yıl kadar önce) bir süreçle ilgili bir teoridir. Bu teori, bir teorinin milyarlarca yıllık bir sürece dair olmasına rağmen bilimsel kriterleri nasıl karşılayabildiğinin bir örneğidir. Oysa daha önce görüldüğü gibi Evrim Teorisi aynı başarıyı gösterememiştir.

Biyolojinin fizikten farklı bir bilim dalı olması ve biyolojide öngörüde bulunmanın zorluğu gibi sebepler, Evrim Teorisi’nin, Big Bang Teorisi’ne nazaran başarısız bir teori olmasının nedenleri olarak ileri sürülebilir. Başka bir bakış açısından ise, canlılar gibi dokunulabilen, deney yapılabilen geniş bir topluluktan objektif üstünlük sağlayacak verilerin elde edilememesi, Evrim Teorisi’nin yanlışlığının delili olarak gösterilebilir. Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci (agnostik) kalıp, canlıların tarihine dair çalışmalarda yeni verilere ihtiyaç olduğunu söylemek bence en doğrusu gözükmektedir. Linnaeus’un türleri tamamen sabit gören yaklaşımı günümüzde yanlışlanıp elenmiştir. Fakat türlerin sınırlı şekilde değişken olduğunu kabul etmelerine rağmen, türlerin bağımsız yaratıldığını kabul eden görüşleri yanlışlamak mümkün olamamıştır. Evrim Teorisi’nin delili gibi ortaya konan tüm veriler, ancak rakip teorilerce de kabul edilen sınırlı değişikliklerin gösterilmesinin ötesine geçememektedir. Big Bang Teorisi ise milyarlarca yıllık bir sürece ait bir teori olmasına rağmen; rakip teorilerin hiçbirince öngörülemeyen, yanlışlamaya açık tahminler ileri sürmüş ve gözlemsel verilerin teorinin öngörülerini doğrulamasıyla rüştünü ispat etmiştir.

 

HOMOLOJİDEN EVRİM TEORİSİ’NE VARILABİLİR Mİ?

Canlılardaki benzerlikler, farklı görüşlerde olan birçok ünlü biyoloğun dikkatini çekmiştir. Aristoteles canlıları sınıflarken bu benzerlikleri temel almıştır. Linnaeus da Owen da canlıları benzerliklerine göre sınıflandırmıştır. Her canlı sırasıyla bir âlem, filum, sınıf, takım, familya, cins ve türe aittir. Aynı cinsin altındaki türler birbirlerine, aynı cinsin altında olmayan türlere nazaran daha çok benzer. Linnaeus ile beraber 18. yüzyılın ve 19. yüzyılın ilk yarısının tüm ünlü taksonomistlerinin canlı sınıflandırmaları, canlıların benzerlikleri temelinde yapılmıştır. Bu sınıflandırmalar ‘özcü yaklaşım’ (essentialism) çerçevesinde oluşturulmuş, canlıların benzerliklerine sebep olan ‘özler’, Tanrı’nın zihnindeki plana göre oluşan tasarıma bağlanmıştır.99 Böyle olunca, canlıların ortak bir atadan evrimleştiği fikrine gerek duyulmadan; onlar, birbirlerine benzerlikleri (homoloji) temelinde sınıflandırılmıştı.

Darwin, daha önceden canlıların sınıflandırılması için kullanılan bu benzerliklerin, Evrim Teorisi’nin delili olduğunu ileri sürdü. Canlılar sınıflamasının başına ortak bir ata koyarak bütün türleri birbirine bağladı. Canlıların tarihini, canlıların evrimle kazandıkları benzerlikleri üzerine bina edip, bu benzerliklerin yakın ve uzak akrabaları belirlemekte kriter olduğunu ileri sürdü. Darwin’den önce canlıların benzerliklerinde ‘homolog’ ve ‘analog’ yapıların karıştırılmaması gerektiğine dikkat çekilmişti. Richard Owen, ‘Türlerin Kökeni’ yayımlanmadan 11 yıl önce (1848) yayımladığı kitabında, ‘analog organlar’ın yapısal olarak bağlantısız olup, canlılarda aynı amaca yönelik kullanılan organlar olduklarını; buna karşın ‘homolog organlar’ın, ayrı amaçlar için kullanılsalar bile yapısal olarak benzer olduklarını söyledi. Owen, sınıflandırma açısından homolojilerin esas olduğunu, analog yapıların dikkate alınmaması gerektiğini söyledi.100 Bu tanıma göre sinekte ve leylekte uçmak gibi aynı amaca yarayan kanatlar, farklı yapılarından dolayı analogdurlar. Buna karşın omurgalıların ön eklemlerindeki yapısal benzerlikler balinada yüzmeye, atta koşmaya yarasa da bu organlar homologdur.

Omurgalıların sahip olduğu homolog organlar, aşağı yukarı Evrim Teorisi’ni savunan bütün kitaplarda teorinin en önemli delillerinden biri olarak gösterilir. Oysa Evrim Teorisi’ne karşı olan Owen da homologluğu kabul etmişti, fakat bu benzerliklerin ortak bir ‘arketip’ kaynaklı olduğunu ileri sürüyordu. Bu ‘arketip’, Tanrı’nın aklındaki plan, Platonik bir idea veya doğaya içkin Aristotelesyen bir form olarak anlaşılabilir.101 Burada sorgulamamız gerekli husus, Darwin’in, Owen gibi düşünenlere karşı üstünlük sağlayacak objektif bir delil ileri sürüp sürmediğidir. Çünkü Darwin’den önce birçok ünlü biyolog homolog organları farklı şekilde yorumlamışlardır; homolog yapılar, Evrim Teorisi’nin bir keşfi değildir. Evrim Teorisi’ni anlatan ders kitaplarından bu teoriyi öğrenen birçok kişi, bilim dünyasının, canlıların homolog organlarının olduğunu, Darwin sayesinde öğrenmiş gibi bir anlayışa sahip olmaktadırlar. Canlılarda homolog organların olduğu çok açıktır, asıl sorun bu organlara dayanarak Evrim Teorisi’ne varmanın doğru olup olmadığıdır.

Daha önce görüldüğü gibi bir türün, farklı özellikleri olan bir tür veya cinse evrimleştiğini gösteren bilimsel bir bulguya sahip değiliz. Milyonlarca türün varlığına ve laboratuvarlarda yapılan deneylere rağmen böyle bir veriye ulaşılamamıştır. O zaman elimizde, Darwin’in Owen’dan daha haklı olduğunu söyleyecek hiçbir objektif kriter yok demektir. Wittgenstein’ın, Evrim Teorisi’nin gözlemsel verilere dayanmamasına rağmen binlerce kitapta kesin bir gerçekmiş gibi sunulmasına getirdiği eleştiri,102 homolojiden Evrim Teorisi’ne varmaya kalkanları da hedef almaktadır. Ayrıca canlılardaki homolog yapılar bir evrimin neticesi olsa bile; bu evrimin sıçramalı mı, yavaş mı, Lamarckçı tarzda mı, yoksa Yeni-Darwinci tarzda mı oluştuğuna dair bir sonuca varılamaz. Bu yüzden canlılardaki homolojinin, her türlü doğa felsefesi görüşüne uydurulabileceği söylenebilir.

Darwin’in teorisi ile homolojiye yeni bir tanım gelmiştir. Bu tanıma göre ‘ortak ata yoluyla alınan özellikler’ homologdur, bunun dışındaki özellikler ne kadar yapısal açıdan benzerlik gösterirse göstersin analogdurlar. Örneğin insanların gözleriyle ahtapotların gözleri, hem yapısal hem de fonksiyonel olarak benzemelerine rağmen, bu benzerlik analog olarak nitelenir.103 Sonuçta Evrim Teorisi’ne inananlar da birbirlerine çok benzer olan yapıların birbirinden evrimleşmeden oluştuğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Yeni-Darwinciler, canlılarda beş parmaklılığın 2 kez, kanatların 4 kez, gözlerin ise 40-60 kez birbirlerinden bağımsız olarak evrimleştiğini ifade etmektedirler. Buna göre Evrim Teorisi’ne inananlar ortak atadan alınmadan benzer vazife gören veya dış yapısı benzer olan organların oluştuğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. “Eğer birbirlerine çok benzer olan yapıların kimisi ortak atadan miras alınma yoluyla açıklanmamasına rağmen var olabiliyorsa; neden canlılardaki benzer birçok dış özelliğin veya moleküler yapının -gözlemsel veri olmamasına rağmen- ortak atadan miras alınmak yoluyla benzerliklerinin açıklamasını yapan Evrim Teorisi’ni kabul etmemiz gerekir” sorusu cevaplanamamaktadır. Sorun, aslında kompleks organların her türde yeniden oluşmasının açıklamasının ‘doğa içinde kalınarak’ (natüralizmle) yapılamayacak olmasıdır. Kitabın 4. bölümünde göstereceğim gibi, tek bir proteinin açıklaması bile doğa içinde kalınarak yapılamamaktadır; materyalist-evrimcilerin kabul ettiği beş parmaklılığın 2 kez, kanatların 4 kez, gözlerin 40-60 kez ayrı şekilde tesadüfen evrimleştikleri iddiası ise olasılık hesapları açısından ciddiye alınamayacak bir iddiadır.

Darwin’e göre başka hiçbir delil olmasa bile canlılardaki homoloji tek başına Evrim Teorisi için yeterli delildir.104 Burada şu soru karşımıza çıkmaktadır: “Homoloji, Evrim Teorisi’nin delili midir, yoksa Evrim Teorisi’ne göre mi homolojiler belirlenmektedir?” Eğer canlılarda hangi özelliklerin homolog olduklarını Evrim Teorisi’nin soy ağacına göre belirliyorsak, o zaman homolojileri belirlemeden önce Evrim Teorisi’ni ve bu teorinin soy ağacını belirlemeliyiz. Bu ise homolojinin Evrim Teorisi’nin delili olarak gösterilmesi halinde sadece bir totolojiye düşeceğimizi gösterir. Bu totolojiyi şu şekilde gösterebilirim:

1.Homoloji, Evrim Teorisi’nin en temel delilidir.

2.Buna göre (1. madde) homolojiden dolayı Evrim Teorisi bilinir diyebiliriz.

3.Fakat, Evrim Teorisi’ne dayanarak homolojiler belirlenmektedir.

4.Demek ki homolojiden dolayı bilinen Evrim Teorisi’ne göre (2.madde) homolojiler belirlenmektedir (3. madde).

 

Evrim Teorisi’nin homoloji dışında bir delili olduğu gösterilemezse, Evrim Teorisi’nin ortak atalardan kazanılan özelliklere dayalı homoloji tarifini doğrulayacak hiçbir objektif veriye sahip olamayız. Omurgalıların ön eklemlerinin homolog olduğunu belirleyecek bir Darwinist, önce bu organların ortak bir atadan miras alınıp alınmadığını tespit etmek zorundadır. Bu da, daha önce ortak atanın kimliği ile ilgili delile sahip olmayı gerektirir. Eğer homolojinin ortak atayı belirlemekteki kriter olduğu ileri sürülürse, bu durumda mantık açısından ‘kısır döngü’ye (vicious circle) girilmiş olunur. Birçok filozof ve biyolog bu ‘dairesel akıl yürütme’ (circular reasoning) yüzünden Evrim Teorisi’ni eleştirmişlerdir. Felsefeci Ronald Brady şöyle demektedir: “Açıklamamızı, açıklanması gerekli durumun tanımına dönüştürdüğümüzde, bilimsel bir hipotezden ziyade bir inancı ifade etmiş oluruz. Açıklamamızın doğruluğuna o kadar kanaat getirmişizdir ki, tanımımızı, açıklanması gerekli durumdan ayırmaya gerek bile görmeyiz. Bu tarzdaki dogmatik yaklaşımlar bilim alanından uzaklaştırılmalıdır.”105

 

FOSİLLERDE VE EMBRİYOLARDA HOMOLOJİ

Yaşayan türler yerine fosillerdeki homoloji ile Evrim Teorisi’ne ulaşılmaya kalkıldığında daha önce dikkat çekilen totolojilerin aynısı tekrarlanmaktadır. Fosillerin özellikle yumuşak organlardan mahrum olmaları, birçok zaman kemik gibi sert yapıların bile tam bulunamamasından dolayı; kısıtlı bulgulardan canlının organlarının fonksiyonlarının belirlenmesindeki sorunlar fosillere dayalı homoloji kurgularını çok daha fazla sıkıntıya sokmaktadır. Evrimci Tim Berra fosil kayıtlarını otomobil modellerine benzeterek; 1953, 1954, 1955 model Corvette arabaları incelediğimizde, bu modellerin değişim ile soyoluşa örnek teşkil ettiklerini söylemiştir. Oysa otomobiller, mühendislerin zihnindeki bir plana uygun olarak ‘arketip’e göre üretilirler. Arabaların ‘zihindeki plan’ ve ‘arketip’e bağlı olarak benzer olmaları ve bu benzerliklerin birbirlerinden türemeyle (hiçbir araba eski modelin üzerindeki değişikliklerle oluşmaz) alakasının olmaması, arabalardaki benzerliklerin Darwinci canlı sınıflamasına değil; benzerliklere dayalı evrimi öngörmeyen diğer sınıflamalara örnek olduğunu gösterir. Bu yüzden Philip E. Johnson, Berra’nın verdiği örneği ‘Berra’nın gafı’ (Berra’s blunder) olarak isimlendirmiştir.106 Fosillere dayalı evrimi delillendirme çabası temelde fosillerdeki homolojiden Evrim Teorisi’ne varmaya dayalıdır. Oysa fosiller bu konuda gözlemlenebilen canlılardan çok daha kısıtlı bilgi vermekle beraber, gözlenen canlılardaki totolojilerin aynısı bu alan için de geçerlidir.

Ortak atadan alınan özellikler homolog kabul edildiğinde, homolog organlar taşıyan canlılarda bu organların embriyo aşamasındaki gelişim şeklinde ve genetik seviyede de homoloji aramak gerekir. Oysa birçok canlıda, örneğin omurgalılarda homolog kabul edilen birçok organın, embriyonun ilk aşamalarında homolog yapıda olmadıkları gözlemlenmektedir. Bu da homolog birçok organın, homolog olmayan kökenlerden oluştuğunu gösterir. Homolog oldukları iddia edilmesine rağmen gelişim yollarındaki farklılığa omurgalı eklemlerinde de tanık oluruz. Embriyo aşamalarında omurgalı eklemleri genelde arka (kuyruk) bölgeden başa doğru gelişirler. Oysa omurgalı bir canlı olan semenderlerde gelişim bunun tam tersidir. Semenderlere benzer bir canlı olan kurbağalarda ise genel omurgalı gelişimi gözükür.107 Böceklerdeki birçok homolog organın da embriyo sürecindeki oluşumlarında, birbirlerine hiç benzemeyen embriyolojik kökenlerden geldikleri görülmektedir. Canlılardaki homolojiyi, ortak atadan miras alınan özelliklerle açıklamaya çalışan Evrim Teorisi için, embriyo aşamalarında da aynı homolojik yapının olmasının gerekmesi, önemli bir sorundur.

Omurgalılardaki birçok homolog kabul edilen organın embriyo aşamalarının homolog olmadığı anlaşılmıştır. Örneğin De Beer’ın işaret ettiği gibi, omurgalıların hazım borusu (alimentary canal) çok değişik embriyolojik kökenlerden gelmektedir; köpekbalıklarının embriyolarındaki üst ve alt bölge, kuşların ve sürüngenlerin embriyolarının ise alt katmanı hazım borusuna dönüşmektedir. Homoloji konusunda en çok tartışılan yapıların başında gelen omurgalıların ön eklemleri de değişik embriyolojik kökenlerden gelirler. Semenderlerin gövdelerinin 2, 3, 4 ve 5., kertenkelenin 6, 7, 8 ve 9., insanın ise 13, 14, 15, 16, 17 ve 18. kısmından ön eklemler oluşur. Darwin, homolog yapıları canlılardaki homolog embriyo aşamaların sonucu olarak görmüştü.108 Oysa detaylı embriyoloji araştırmaları, canlılardaki homolojinin, embriyo aşamalarında karşılığı bulunmadan da oluştuğunu göstermiştir. Evrim Teorisi’ni savunanlar, plasentalıların ve keselilerin birbirlerinden farklı evrimsel çizgide oluştuklarını söylemişlerdir. Fakat birbiriyle dış yapıları homolog olduğu söylenen, hatta aynı türün üyeleri olduğu varsayılan canlıların gelişim aşamalarında plasentanlılar ve keseliler olarak farklı olabilmeleri, Evrim Teorisi’nin homoloji yaklaşımını zora sokmuştur.

Homolog yapılar ortak gelişim süreci olmaksızın oluşabiliyorsa, o zaman bu yapıların ortak atadan miras yoluyla -Evrim Teorisi ile- açıklanmasının gerektiğini neden düşünelim? Eğer bu yapılar ‘ortak ata’dan miras olarak alındıysa, neden bu homolog yapıların embriyo aşamalarındaki gelişimleri farklıdır? Eğer homolog yapıların embriyo gelişim süreçlerinin farklı olduğu anlaşılınca, bu yapıların ‘ortak atalar’dan miras yoluyla alındığı iddiasından vazgeçilecekse; o zaman, canlılardaki benzerlikleri Evrim Teorisi’nin yaklaşımıyla açıklama konusunda neden ısrarcı olunmaktadır?

 

MOLEKÜLER SEVİYEDE HOMOLOJİ

Özellikle 20. yüzyılda biyolojide yaşanan gelişmeler sonucu, moleküler biyolojideki gelişmelerle Darwin’in Evrim Teorisi’ni birleştiren Yeni-Darwinizm ön plana çıktı.109 Bu anlayış, canlılardaki homolog yapıların homolog genlerden kaynaklanması gerektiğini ileri sürer. Bu görüşle beraber canlılardaki protein gibi moleküllerdeki homolojinin incelenmesi önem kazandı. Canlıların bedenlerindeki benzerliklerden (morfolojiden) Evrim Teorisi’ne varılmaya kalkıldığında içine düşülen dairesel akıl yürütmeden, embriyo aşamalarındaki veya moleküler seviyedeki homolojilerden Evrim Teorisi’ne varılmaya çalışıldığında da kurtulunamaz. David Hillis’in, 1994’te dediği gibi: “Artık moleküler biyolojiye dayanılarak ortak atalar tespit edilmeye çalışılmaktadır.” Bu ise karşılaştırmalı anatomi ile homolojiyi belirlemeye çalışanların yüzleştikleri sorunlardan çok daha fazla sorunun içine düşülmesine yol açmıştır. Bu problemlerin aşılabilmesi için ortak ata belirlenmeye çalışılmaktadır.110
Böylece ‘moleküler seviyedeki homolojiye dayanarak belirlenen ortak ataya göre homoloji belirlenmeye’ uğraşılmıştır ki; bu, daha önce görülen totolojiden kurtulunamadığını gösterir.

Evrim Teorisi’ni savunanların, morfolojideki homolog yapıların, embriyo aşamalarında ve moleküler seviyede paralellik göstermesi gerektiğine dair beklentileri, moleküler seviyedeki verilerin sonucunda yeni sorunlarla karşılaşmıştır. Genler üzerindeki çalışmalarla, aşağı yukarı kompleks canlılardaki her genin, birden fazla organı etkilediği tespit edilmiştir. Genlerdeki bu çok etkililiğe ‘pleiotrophy’ denmektedir. ‘Pleiotrophy’e bağlı olarak oluşan etkilerin ise türlere özel olduğu saptanmıştır. Örneğin tavuğun sırf bir geninde oluşan mutasyonlardan değişik birçok organın da etkilendiği anlaşılmıştır; tavuğun tacının oluşumunu etkileyen bir gendeki mutasyon, kafatasındaki bir yumruya da sebep oldu. Tüyü olmayan omurgalılarda, kafatası gibi tüm omurgalılarca paylaşılan bir yapıyı oluşturacak genin, tavuğun tacını oluşturan genin homoloğu olduğu düşünülemez. Bu tip örneklerin çokluğu, De Beer’ın, homolog yapıların (fenotipin), mutlaka homolog genlerce kontrol edilmediklerini söylemesine yol açmıştır.111

Moleküllerin türler arasındaki benzerlik oranının incelenmesinde de evrimci öngörüyle bağdaşmayan sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin Relaxin proteini üzerinde yapılan bir araştırma, köpekbalıklarıyla domuzun, domuz ile kemirgenlerden daha yakın olduğunu göstermiştir.112 Bu tip örnekler, moleküler biyolojiden elde edilen bulgularda evrimci öngörüye aykırı birçok unsurun bulunduğunu göstermektedir. “Eğer homolog genler homolog yapıların oluşumunun sebebi değilse, o zaman homolog yapıların oluşum sebebi nedir” sorusu evrimcilerin hâlâ cevaplayamadığı bir sorudur. Bu soruya cevap verilememesi, bütün Yeni-Darwinci paradigmayı sarsacak nitelikte bir güçlüktür.

Moleküler seviyeden elde edilen verilerin Evrim Teorisi ile uyuşmayan sonuçlar vermesi istisnai birkaç örnekle sınırlı değildir. Evrimci öngörüye göre canlıların dış yapıları ne kadar benzer ise moleküler yapıları da o kadar benzer olmalıdır. Aslında bu öngörüyü Evrim Teorisi’ni reddeden kişiler de paylaşabilirler; canlıların dış görünüşünü belirleyen en önemli faktör moleküler seviyedeki yapıdır. Fakat Evrim Teorisi’ne inananlar için bu öngörü kaçınılmazdır. Çünkü teoriye göre moleküler seviyedeki mutasyonlar ile olan değişiklikler türlerin değişimini sağlar; canlıların dış görünüşlerindeki benzerliklerine göre akrabalık dereceleri saptanmış olduğu için ise, mutlaka moleküler seviyedeki benzerlik, canlıların dış görünüşündeki benzerliğe dayalı kurulan soy ağaçlarını bozmamalıdır. Eğer bu paralellik kurulamazsa, o zaman canlıların dış görünüşüne dayalı olarak kurulan ‘evrimci soy ağaçları’nı çöpe atmak gerekir.

Moleküler seviyedeki yapılar üzerinde gerçekleştirilen araştırmalarda; örneğin, köpeklerin, birçok molekülün yapısında kertenkelelere, tavuklardan daha yakın oldukları tespit edilmiştir.113 Bir araştırmadaysa, ele alınan bazı protein moleküllerinde, tavuğun ve timsahın sahip olduğu bu proteinlerin insanınkine çok benzer olduğu gösterilmiştir. Eğer evrimci öngörüye göre ‘benzerlik oranından akrabalık derecesine’ yükseleceksek; o zaman, bu moleküller, tavuk ve timsahın insanın yakın akrabası olduğunu gösterir. Diğer yandan kemikli balıkların (lungfish) proteinlerinin memelilerden fark derecesi ile lamprey’den (yılan balığına benzer su canlısı) fark derecesi aynıdır. Oysa evrimci öngörüye göre kemikli balıklar ile memeliler arasında çok uzak akrabalık ilişkisi olduğundan, bunlar arasındaki moleküler farklılığın lamprey’den çok daha büyük olması gerekirdi. Bakterinin Sitokrom-C proteini, mayadan yüzde 69, buğdaydan yüzde 66, ipek böceğinden ve ton balığından yüzde 65, güvercinden ve attan ise yüzde 64 oranında farklıdır. Hiçbir eukaryotik sitokromun (en önemlisinin Sitokrom-C olduğu proteinler) bakteri sitokromunun ara formu olarak gösterilemeyeceği anlaşılmaktadır. Örneğin buğday yüzde 20, ipek böceği yüzde 30, at yüzde 50 oranında bakteri sitokrom-C’sinden farklı olsaydı, bu evrimci öngörülere daha uygun olurdu. Bu da eukaryotik hücrelere (çekirdeği olan hücreler) sahip canlıların, bakterilerden (prokaryotik -çekirdeksiz hücreli- canlılardan) tamamen ayrı, izole bir sınıf oluşturduklarını gösterir.114 Darwin’in beklentisinin tam tersine doğada atlamalar -hatta büyük sıçramalar- vardır. Bu sonuç, sadece Darwin’in değil, Evrim Teorisi’nin tam karşıt kampında gösterilen Linnaeus gibi canlıları, ‘varlık merdivenleri’nde hiyerarşik olarak birbirinin ardınca dizen biyologların ve ‘doğada atlamayı reddeden’ Leİbniz gibi filozofların da beklentilerine terstir. Moleküler olarak, hiçbir canlının proteininin, diğerlerinden daha ilkel veya daha gelişmiş olduğu söylenemez. Moleküler seviyedeki incelemeler İbn Miskeveyh gibi veya Linnaeus gibi veya Darwin gibi canlıları birbirinin ardınca dizemeyeceğimizi gösterir. Canlıların bir kısmı birbirlerine çok benzer olsa da kanadın ortaya çıkışı veya eukaryotik hücreye geçiş gibi çok büyük yeniliklerde, arının bal yapışı veya ateş böceğinin çiftleşmesi gibi canlıların gerçekleştirdiği birçok türlere özel işte; belli türler diğer türlerden tamamen farklı özellikler gösterirler. Bu yapılar veya bu özellikler için ara formlar gösterilemez. Canlıların birçok özelliğini hiyerarşik olarak dizmek mümkün değildir. Bukalemunun değişimi de örümceğin ağı da yunusun radarı da kendilerine mahsustur. Bu tip özellikleri birbirlerine karşı değerlendirecek hiçbir kriter yoktur. Bu yüzden ‘büyük varlık zinciri’ (great chain of being) anlayışı da Evrim Teorisi kadar, gözlemsel ve deneysel destekten yoksundur.

İki canlının proteinlerinin yüzde 100 benzer olduğunu saptasak bile; bu iki canlının, birbirleriyle aynı tür veya yakın akraba olduğunu söyleyecek delile mutlak olarak kavuşmuş olmayız.115 İki tane arabayı ele aldığımızı düşünelim. Bu iki arabanın aynı sactan dış yapısının, aynı kumaş ve malzemeden iç döşemelerinin yapıldığını düşünelim. Tamamen aynı hammaddeden bir arabanın dış görünüşü Ferrari gibi bir spor aracı, diğer birinin dış görünüşü ise Range Rover gibi bir arazi aracı olarak imal edilebilir. Bu iki arabanın hammaddelerinin aynı olması nasıl bu iki arabayı aynı yapmıyorsa, aynı şekilde canlıların bedenlerindeki proteinlerin aynı olmasının da onları tamamen aynı tür kıldığını söyleyemeyiz. Bu proteinlerin hangi oranda, bedenin hangi bölgelerinde kullanıldıkları ve tamamen aynı olan bu moleküler yapıların dışında, bir canlıda fazladan veya eksik proteinlerin bulunup bulunmadığı da önemlidir.

 

MOLEKÜLER SEVİYEDE ŞEMPANZE VE İNSAN

Canlıların moleküler seviyedeki benzerlikleri, proteinlerin karşılaştırılmasıyla incelendiği gibi, kimi zaman bu proteinlerin kodunu oluşturan DNA veya bu koda uygun proteinlerin sentezinde görev alan RNA’ların kodlarının incelenmesiyle de ele alınır. Insana moleküler seviyede en çok benzediği kabul edilen şempanze ile insan arasındaki benzerlik, 2004 yılında, Japonya’nın Riken Enstitüsü’nde karşılaştırılmaya çalışıldı. Bunun için insandaki 21. kromozom ile şempanzedeki bu kromozomun karşılığı olan 22. kromozom deşifre edilerek karşılaştırıldılar.116(Daha önceki şempanze ile insan mukayeseleri daha çok protein karşılaştırmalarına dayanmaktadır.) Bu kromozomların DNA’larının 68.000 yerinde tamamen farklılık olduğu görülmüştür. Bu yerlerin bir kısmı insanda şempanzeden fazla, bir kısmı ise eksiktir. Şempanzenin protein gibi molekülleri insanınkilere yüzde 98.5 oranında benzeyebilir, fakat sırf bir kromozomda 68.000 yerdeki farklılık asıl önemli sorundur.117 Örneğin bu yerlerden üçü FOXP2, NCAM2 ve GRIK1 bölgeleridir; bu genlerin sinir sistemiyle ilgili yapılarda etkin olduğu saptanmıştır. Bu fazlalıklar sadece insana ait olup şempanzede eksiktir.

İnsanla şempanzenin benzerliğinde birçok araştırmacı, sadece farklı olan bölümleri (substitution) göz önüne alarak ‘% 1,5 farklılık’ gibi oranları telaffuz etmişlerdir. Oysa bu farklı bölümlerden başka insanda olmasına rağmen şempanzede olmayan veya şempanzede olmasına rağmen insanda olmayan bölümler (insertion veya deletion) de vardır ki, bunlar türler arası farklılıkta daha da önemli olabilirler. Bunlarla beraber iki tür arası farklılık %4,5’lara çıkmaktadır. Asıl önemli olan bu farklılığın ne kadar büyük olduğunu anlamaktır. İki galaksi arasındaki uzaklığın %1’inden bahsedersek, bu yüzde çok küçük gözükebilir; ama bu %1’in trilyonlarca kilometreye ulaştığını ve Dünya’mızdaki tüm mesafeleri gölgede bıraktığını anlarsak o zaman durum değişir. İnsan ile şempanze arasındaki farkta da önemli olan yüzdeler değil, bu yüzdelerin neye karşılık geldiğidir. İnsanla şempanze arasında 35 milyon kadar noktada farklılık olmasına karşılık, 45 milyon kadar noktada insanın sahip olduğu ve şempanzede olmayan, 45 milyon kadar da şempanzenin sahip olduğu ve insanda olmayan nokta vardır.118 Bunların toplamı ise 120 milyonu geçmektedir ki bu çok büyük bir farklılıktır. Hele hele bu farklılıkların DNA gibi çok hassas yapıda bir molekülde, 6 milyon yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde ‘tesadüfen’ oluştuğunu ve bireylerde oluşan özelliklerin türün gen havuzunda yok olmadan türün özelliklerine dönüştüğünü söylemek olasılık hesapları açısından savunulamayacak bir iddiadır.

Tasarım delili ile ilgili kitabın 4. bölümünde detaylı bir şekilde göstereceğim gibi; tek bir proteinin ortaya çıkmasını izah etmek için bütün uzayın tüm maddesi ve tüm zamanının yetersiz kaldığını olasılık hesapları göstermektedir. Insanın şempanzeden 6 milyon kadar yılda oluştuğu iddiasını ele alalım; 20 yılın bir nesle karşılık geldiğini hesaplarsak 300.000 nesil eder. Yani DNA gibi hassas bir molekülde 300.000 defa gibi çok düşük sayıda oluşacak değişimlerle, insan ile şempanze arasındaki 120 milyondan fazla farklılığın oluşması gerekmektedir. Bunu tek bir proteinin ortaya çıkışını izah etmek için tüm uzay-zamanının ve tüm maddenin yetersiz kaldığıyla kıyaslarsak, şempanzeden insana geçişin ‘tesadüfi mutasyonlar’la oluştuğu iddiasının matematiksel açıdan ne kadar tutarsız olduğunu anlarız. Insanla şempanzeler arasındaki %0.01’lik bir fark bile yüz proteinden daha fazlasına karşılık gelmektedir. Insanın DNA’sında 3 milyardan fazla nükleotid olduğu tahmin edilmektedir. Bunun %0.01’i ise 300.000’den fazla nükleotide karşılık gelmektedir, her 1.000 nükleotidin 1 protein koduna karşılık geldiğini düşünürsek; insan DNA’sının % 0.01’i bile 300’den fazla protein koduna karşılık gelebilecek kadar uzundur demektir. Eğer insan ile şempanze arasındaki moleküler seviyedeki fark dendiği gibi sadece %1.5 oranında olsaydı bile, bu aradaki farkın tesadüfi bir geçişle aşıldığını söylemek mümkün olamazdı. Üstelik Riken Enstitüsü’nün sadece bir kromozomda 68.000 yerin farklı olduğunu göstermesi, toplamda ise 120 milyondan fazla noktada farklılığın olduğunun tespit edilmesi, tesadüfi bir şekilde şempanzeden insana geçişi ileri sürenleri tamamen açmaza sokmuştur.

Canlılar, aynı atomlardan ve bileşiklerden oluşan, çoğunluğu su olan ve ortak bir çevreyi aynı dünyada paylaşan varlıklardır. Çoğalmak, amaçlı enerji kullanmak, hareket etmek gibi ortak vasıflara sahiptirler. Üstelik birbirleriyle beslenirler, böylece birbirlerinin moleküllerini yaşamak için kullanırlar ve bu molekülleri sindirmek için de benzer yapılara ihtiyaç duyarlar. Beslenme döngüsünü mümkün kılan unsurların başında ‘moleküler seviyedeki benzerlik’ gelmektedir. Tüm bu özellikler canlıların benzer olmasını gerektirmektedir. Tarih boyunca birçok biyolog, canlıların aynı Yaratıcı tarafından yaratılmalarının yanında, sahip oldukları saydığımız tüm bu ortaklıkları canlıların benzerliklerinin sebebi olarak görmüşlerdir. Canlıların dış yapılarının da moleküler yapılarının da benzerliği bu temelde değerlendirilebilir. Gözlemsel, deneysel verilere ve öngörüyü mümkün kılan yasalara sahip olmayan Evrim Teorisi’nin benzerliklerden yola çıkarak doğruluğunu ilan etmek için bir sebep gözükmemektedir. Canlıların benzerliklerinden birbirlerinden evrimleştikleri sonucuna ulaşmak, ancak Evrim Teorisi’ni peşinen doğru kabul eden bir yaklaşımla mümkündür. Bu yaklaşımın ise canlıların; hem dış yapıları hem embriyo aşamasındaki gelişimleri hem de moleküler seviyeleri incelendiğinde, içinden çıkılması mümkün gözükmeyen güçlükler içinde olduğu gözükmektedir. Evrim Teorisi’nin gözlemsel ve deneysel verilere sahip olamamasının yanında, teorik olarak bile, canlılar arası geçişteki ara formları, ne yaşayan örneklerle, ne fosillerle, ne de moleküler seviyedeki çalışmalarla tutarlı bir şekilde göstermesi mümkün olamamıştır. Diğer yandan Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı tartışma dışı bırakılıp (Evrim Teorisi’ne agnostik kalınıp), canlıların bir tasarımın ürünü olup olmadığı gözlenen canlıların gözlenen özellikleri üzerinden tartışılabilir. Bu konuyu kitabın 4. bölümü olan ‘tasarım delili’nde işleyeceğim.

ARTIK ORGANLAR

Evrim Teorisi’ni savunanlar, canlılardaki bazı organların zamanla amaçlarını yitirdiklerini söylediler. Penguenlerin kanatları veya insanların tiroid bezi ve kuyruk sokumu artık (rudimentary veya vestigial) organlara örnek olarak gösterildi. Darwin ‘artık organlar’ın varlığını teorisi açısından uygun gördü ve Lamarckçı ‘kullanılmayan organların körelmesi’ yaklaşımıyla bu organları izah etmeye çalıştı. Biyolojideki gelişmeler ile sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı anlaşıldı ve Lamarckçı yaklaşımlar geçerliliğini yitirdi. Genetik bilgiler, bir organın kullanılıp kullanılmamasının, daha sonra bu organa ait genetik bilgilerin yeni nesillere aktarılmasında bir değişiklik oluşturmayacağını göstermiştir. Fakat Yeni-Darwinciler, genetikteki bu gelişmelere rağmen, sadece mutasyon ve doğal seleksiyon ile konuya yaklaşarak ‘artık organlar’ı açıklamaya çalıştılar.

‘Artık organlar’ ile canlılarda işlevi bulunmayan bazı organların var olduğu iddia edilir. Türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldığını savunanlar da evrende sürekli olarak düzensizliğe gidişin olduğunu söyleyen entropi gibi bir yasanın genlerde de etkili olmasının, işlevsiz organları oluşturduğunu veya işlevli organların işlevini bozduğunu ileri sürebilirler ki bunu savunanlar olmuştur. En sağlam yapılmış bina veya köprü zamanla yıprandığı, insan yaşlandıkça güçsüzleştiği gibi; ilk canlı çiftinden sürekli sonraki nesillere aktarılan genetik hazine de zamanla deforme oluyor olabilir. 18. yüzyılın en önemli biyologlarından Buffon’un önce kökensel türlerin oluştuğunu, sonra bunlardan yeni türlerin oluştuğunu söyleyen yaklaşımında da; başlangıçtaki genetik havuzun, melezleşme ve benzeri etkilerle deformasyona uğradığı savunulmuştur. Türlerin genetik bilgilerinin, yeni nesillerde deformasyona uğradığını savunan biri, Evrim Teorisi’ne inanmasa da ‘artık organlar’ın varlığını kabul edebilir. Sonuç olarak, ‘artık organlar’ın varlığının Evrim Teorisi’nin bir delili olarak kabul edilmemesi gerekir. Evrim Teorisi’nin temel iddiası, bütün türlerin başka türlerin değişimi sonucunda oluştuklarını iddia etmesidir. ‘Artık organlar’ın varlığı eğer doğru olsaydı bile, Evrim Teorisi’nin bu temel iddiasını destekleyecek nitelikte değildir.

Biyolojide ilerlemeler gerçekleştikçe, işlevsiz oldukları veya işlevlerini yitirdikleri iddia edilen canlılardaki yapıların önemli görevleri olduğu anlaşılmıştır. Önceden atların tendonlarının bağlı olduğu küçücük liflerin işlevsiz olduğu iddia ediliyordu. Yapılan araştırmalar, bu liflerin, atların koşularında oluşan titreşimlerin tendonları tahrip etmesini önlediğini göstermiştir.119 Balinaların kalça kemiklerinin de kara canlılarının kemiklerinin artığı olup işlevsiz olduğu söylenmiştir. Fakat araştırmacılar Howe ve Bergman, bu yapıların dişi ve erkek balinalarda farklılık gösterdiğini; erkeklerin penis ereksiyonuna, dişilerin vajinal birleşimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymuşlardır. Penguenler yüzerken kanat bölgelerini çok etkin olarak kullandıkları için, bu yapıların da ‘artık organ’ olarak değerlendirilmesi yanlıştır.

Ernst Wiedersheim, 19. yüzyılın sonunda insan vücudunda 86 tane ‘artık organ’ olduğunu iddia etmişti. Zamanla listedeki bu organların işlevleri öğrenildi ve ‘artık organ’ olarak sınıflandırılmalarındaki hata anlaşıldı. Tiroid bezinin vücut için çok önemli hormonlar salgıladığı öğrenildi. Timus bezi ise bağışıklık sistemine katkıda bulunmaktadır. Bademcikler vücudu enfeksiyondan koruyan organlardır. Pineal bezi melatonin hormonunun üretiminde rol almaktadır. Kuyruk sokumu birçok kasın tutunma noktasını oluşturmakta ve rahat oturmayı sağlamaktadır.
Araştırmalar ilerleyip de insanda ‘artık organ’ olduğu iddia edilen yapıların fonksiyonlarının anlaşılmasıyla liste gittikçe küçüldü. Fakat hâlâ birçok kitapta apendiksin (apandisit hastalığına yol açan organ) hiçbir işlevi olmayan bir organ olarak tanıtıldığına tanık olabilirsiniz. (‘Paradigma’nın düşünceye ve eğitim sistemine etkileriyle ilgili önceki yazılanları hatırlayın.) Apendikste lenfatik nodüllerin olduğu ve temel fonksiyon olarak lenf sisteminin bir parçası olduğu öğrenilmiştir. Bağırsakta yararlı işlevi olan bakterilerin kana ve vücudun diğer bölgelerine zarar verme olasılığı vardır. Apendiks, parçası olduğu lenf sistemi ile beraber, vücudun korunmasında görev alır. Apendiksin en önemli işlevi yeni doğmuş bebeklerin bakterilere karşı korunmasıdır. Darwin, genetik açıdan yanlış olduğu gösterilmiş olan Lamarckçı mekanizmayla apendiksi körelmiş organ olarak görmekle hata yaptığı gibi, bu organı işlevsiz sanmakla da yanılmıştır. Bunun yanında, memelilerden tavşanın ve sıçanın apendiksi varken, birçok maymun türünde apendiks bulunmaz.120 Bu da ‘evrimci soy ağacı’ açısından önemli bir sorundur. Apendiks, Evrim Teorisi için delil oluşturmak bir yana, aslında sorun oluşturmaktadır.

Fizyolojik araştırmalar arttıkça işlevsiz sanılan organların işlevleri öğrenilmiştir. Aynı şey -katedilmesi gerekli çok yol olsa da- DNA’nın üzerindeki fonksiyonu bilinmeyen (junk DNA, psuedo-genes) bölgeler için de geçerlidir; genetikteki çalışmalar arttıkça bu bölgelerin düzenlemeyle ve bağışıklıkla ilgili fonksiyonları keşfedilmektedir.121 DNA’nın insan bedenine nasıl dönüştüğü, ancak çok kısıtlı olarak bilinebildiğine göre, DNA’daki bölgelerin bir kısmının fonksiyonunun bilinememesi doğaldır. DNA’nın en temel fonksiyonu protein ve RNA kodlarını taşımak olsa da bütün vazifesi bununla sınırlı değildir.

Kısacası fonksiyonu olmayan ‘artık organlar’ın varlığının Evrim Teorisi’nin delili olduğu söylenemez. Fonksiyonu olmayan veya fonksiyonunu yitirmiş yapılar olarak gösterilen örnekler ayrıntılı olarak her incelendiğinde, bu yapıların canlılık için lüzumlu işlevleri yerine getirdiği öğrenilmiştir. Bu da bazı şartlanmış araştırmacıların, canlıların yapılarındaki işlevleri anlayamamaları üzerine, bu yapıların işlevlerini inkâr ettiklerini göstermektedir. Mevcut örnekler, işlevsiz zannedilen yapıların, sadece işlevi anlaşılmamış yapılar olduklarını göstermiştir.

 

FOSİLLER VE EVRİM TEORİSİ

Darwin’in yaklaşımındaki en temel özelliklerden biri, küçük değişimlerin (mikro mutasyonların) birikmesi sonucunda büyük değişimlerin gerçekleştiğini savunmasıdır. Bu yaklaşıma göre bir türden diğer bir türe geçiş çok uzun zaman dilimlerine yayılır; türler arasındaki geçiş formlarını gözlemleyemeyişimizin sebebi ise doğal seleksiyonun bunları elemiş olmasıdır. DNA’nın keşfedilmesi, bu molekülün çok hassas yapısının büyük değişimleri kaldıramayacağını göstermiştir. Canlıların, Darwin’in yaşadığı zaman diliminde zannedilenden çok daha kompleks olduğunun anlaşılması, Yeni-Darwinciliğin ana doğrultusunun da, küçük değişimlerin birikmesiyle evrimin oluştuğunu savunmasına sebep oldu. Bu yaklaşım benimsenirse, bir türden diğer türe geçişi gösteren birçok ara formun varlığını kabul etmek gerekir. Bunun da doğal sonucu, fosil kayıtlarından bunlarla ilgili sonuçların elde edilmesini beklemektir. Darwin’in döneminde, bilinmeyen orman alanlarından ve okyanus altlarından bulunamamış geçiş formlarının tespit edilebileceğinin ümidi vardı ama asıl beklenti fosil kayıtlarından gelecek verilerdeydi.

Darwin bu konudaki sorunun farkındaydı ve ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserinin 9. bölümünü bu konuya ayırdı. Kendi teorisine göre, yeryüzünün her katmanında birçok ara formun bulunması gerektiğini, bunların mevcut olmayışının teorisine karşı getirilecek en önemli itiraz olduğunu söyledi.131 Teorisinin en temel mekanizması olan doğal seleksiyonun, bu ara formları yok ettiğini, fakat bu formların bir zamanlar yeryüzünde yaşadığını ileri sürdü.132 Darwin, kendi dönemindeki fosil bulguların yetersiz olduğunu; bunun, gerek yeryüzünde araştırılan alanların kısıtlı olması, gerek yapılan çalışmaların yetersiz kalması gibi sebeplerden kaynaklandığını belirtti.133 O, yapılacak yeni kazıların neticesinde elde edilecek bulguların, kendi teorisini destekleyeceğine inanıyordu.134

Darwin’in küçük aşamalı evrim anlayışına ilk tepki verenlerden biri Huxley idi. O, Darwin’in, kendini gereksiz yere sıkıntının içine soktuğuna inanıyordu. Çünkü ara formların ve bunların fosillerinin eksikliğindeki sorun, Darwin’in Evrim Teorisi’ni yanlışlayan bir delil olarak ileri sürülebilirdi. Darwin, ‘Türlerin Kökeni’nde eğer küçük değişimlerin birikmesiyle oluşmasının mümkün olmadığı herhangi bir organ gösterilebilirse, teorisinin çökeceğini söylemişti ve ‘doğada atlama olmaz’ (natura non facit saltum) ilkesine sonuna kadar sadık kalmıştı.135 Darwin’in kendini niçin bu kadar zora soktuğunu anlamak zor değildir. Çünkü onun teorisini, türlerin bağımsız yaratılışından ayıran en temel özelliklerden biri, aşamalı küçük değişimlerin birikimi ile yeni türlerin oluşumunu savunmasıydı. Eğer sıçramalı (saltationist) bir teoriyi savunursa, türlerin bağımsız yaratılışı görüşüne yaklaşacağının farkındaydı.136 Fosiller hakkındaki araştırmaların yetersizliğini vurgulayarak ise bu alandan gelecek itirazları savuşturmaya çalıştı.

‘Fosil kayıtlarının yetersizliği’ çok tartışmalı bir konudur, fakat günümüzde bu mazeretin arkasına sığınmak, Darwin’in dönemindeki kadar kolay görünmemektedir. Bilinen fosil türlerinin sayısı yüz binlerle ifade edilmektedir. Karada yaşayan 329 tane omurgalı ailenin 261 adedi, yani %79.3’ü bulunmuştur. Eğer fosili daha zor bulunan kuşları çıkarırsak bu oran %87,8’e yükselir.137 Darwin’den sonra Dünya’nın hemen her köşesinde kazılar yapılmış, tarihlendirme teknikleri çok geliştirilmiş ve yeni pek çok fosil kaydına ulaşılmıştır. Oysa ara formların yokluğu ile ilgili sorun, bulunan birçok yaşayan ve sadece fosili kalmış türün, beklenenin aksine, bu ara formları açıklayamamaları üzerine daha da artmıştır. Bulunan yepyeni özellikli türlerin de ara formlarının olmaması, sorunu katlayarak büyüttü. Asıl sorun, kimi fosilbilimcilerin, Evrim Teorisi’ni alternatifsiz ve peşinen doğru kabul edip, fosilleri, bu yaklaşımları merkezinde değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu fosilbilimcilerin çalışmaları, canlıları benzerlikleri temelinde bir soy ağacına yerleştirmenin -homolojiden evrime varmanın- ötesine geçememekte, deney ve gözlem ile desteklenmeleri mümkün olamamaktadır. Türlerin yavaş değişimlerle oluştuğunu savunan yaygın Evrim Teorisi anlayışına, aslında en çok sorun çıkaran alanlardan biri fosilbilimdir. Evrim Teorisi’ni günümüzde savunan fosilbilimciler de Darwin’in mazeretinin arkasına -fosil bulguların yetersiz olduğu mazeretinin arkasına- saklanmaktadırlar. Fakat Darwin’in dönemine nazaran birçok kazının yapıldığı, birçok yeni fosilin bulunduğu ve gelişmiş yeni tekniklerin kullanıldığı günümüzde; bu mazeret eskisi kadar inandırıcı değildir.

 

DENİZDEN KARAYA GEÇİŞ VE FOSİLLER

Fosillere dayanarak Evrim Teorisi’nin temellendirilemeyeceğini göstermek için, özellikle ders kitaplarında ve diğer evrimci kitaplarda, bu teorinin delili olarak ön plana çıkartılmış olan bazı fosilleri ele alacağım. Balıklardan amfibilere (evrimcilere göre balıklardan sürüngenlere geçiş formu olan, hem karada hem de suda yaşayan, kurbağa gibi canlıları kapsayan, soğuk kanlı omurgalılar sınıfı) geçiş formu olduğu iddia edilen rhipidistian balıklarını örnek olarak alalım. Bir asra yakın bir süre, bu balığın iskelet yapısına dayanılarak, denizden karaya geçişin ‘fosil delili’ne sahip olunduğu iddia edildi.

Denizde yaşayan bir canlının karada da yaşayabilmesi için bedeninde çok büyük değişikliklerin oluşması gerekir. Solungaçların akciğere dönüşmesi, hem dolaşım hem de solunum sisteminde büyük değişikliklerin olmasını zorunlu kılar. Ayrıca karadaki sıcaklık değişiklikleri anidir ve karada yaşayan canlıların vücut sistemleri, bu yüzden de denizdekilerden farklı olmak zorundadır. Bunların dışında amfibiler, vücut ağırlıklarını taşımak için balıklardan daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bundan dolayı, hem amfibilerin vücut yapısının yeni enerji ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde farklılaşması hem de ağırlıklarını taşıyacak ayaklarının kemik sistemleriyle beraber oluşması gerekir. Tüm bu sayılan değişimler moleküler yapıda birçok değişimi gerektirir. Tek hücreli bir canlının sahip olduğu moleküllerden çok daha fazlasına böyle bir değişim karşılık gelmektedir. Öyleyse böylesi bir değişimin tesadüfen gerçekleşmesinin, cansız maddeden tek hücreli bir canlının oluşmasından çok daha fazla imkânsız olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kitabın 4. bölümünde, ayrıntılı olarak, olasılık hesapları açısından böylesi bir ihtimalin ‘tesadüfen’ gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu göstereceğim.

Bahsedilen olasılık sorunu dışında, denizden karaya geçiş iddiası fosil sorununa da takılmaktadır. Rhipidistian balıkları yüzgeçlerindeki kemiklerinin şekilleri gibi özelliklerden dolayı bir ara form olarak kabul edilmişti. 1938 yılında, Hint Okyanusu’nda, rhipidistianlarla aynı özelliklere sahip coelecanth (Latimeria) yakalandı. Bu balığın on milyonlarca sene önce kaybolduğu sanılıyordu. Bu balığın beyin, kalp ve diğer yumuşak organlarında yapılan incelemeler, bu hayvanın tamamen balık özelliklerine sahip olduğunu;138karada yaşayacak bir canlının dolaşım, solunum ve diğer bahsedilen farklılaşması gerekli yapılarına hiçbir benzerlik göstermediğini, dolayısıyla denizden karaya geçişin bir ara formu olamayacağını göstermiştir. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, fosillerden yapılan çıkarımların güvenilmez olmasının en önemli sebeplerinden biri, genelde fosillerin sadece iskelet ve diş gibi sert yapılardan oluşması ve yumuşak yapıları kapsamamasıdır. Oysa canlı vücudunda yumuşak yapıların üstlendiği vazifeler, sert yapılardan çok daha fazladır. Fosiller üzerinden yorum yapan kişiler, eğer Evrim Teorisi’ni apriori olarak doğru kabul ediyorlarsa, ellerinde hiçbir veri olmasa da fosilleri, sahip oldukları canlıları nasıl görmek istiyorlarsa öyle yorumlamışlardır. Bu kişilerin yazılarını okuyan geniş kitleler ise, mevcut fosillerin ‘evrimci bir hayal gücü’ ile yorumlandığının farkında olmadan, fosillerden canlılığa ait tüm ayrıntıların anlaşılabileceğini sanarak yazılanlara inanmışlardır. Bir asır boyunca insanların yanıltılmasına sebep olan rhipidistian balıklarıyla ilgili evrimci yorum, fosil yorumcularına karşı teslimiyetçi tutumların düzeltilmesine vesile olmalıdır.

Aslında coelecanth bulunmasaydı da rhipidistianları, balıklardan amfibilere geçiş formu olarak kabul etmek için yeterli sebep yoktu. Öncelikle felsefî açıdan, homolojiden evrime ulaşmakla ilgili itirazın aynısı burada da geçerlidir. Sonuçta rhipidistianlardan amfibilere geçiş olduğu iddiası, benzerliklerden (her ne kadar benzerlik abartılmış ve yanlış sunulmuş olsa da) evrime ulaşmaktır ve bu kabul deney, gözlem gibi hiçbir kriterle doğrulanamamaktadır. Gözlenen ancak benzerliktir, yoksa bir türün yeni özellikleri olan bir türe evrimleştiği ne gözlenmiştir, ne de bir laboratuvarda bunun mümkün olduğu sergilenebilmiştir. Ayrıca Darwinci bir evrim anlayışı açısından, bir türden diğer bir türe geçiş, çok küçük aşamaların yavaş yavaş katedilmesiyle mümkündür. Buna göre, rhipidistianların yüzgeçlerindeki kemiklerden bir bacağın oluşumuna kadar birçok ara form olması gerekir; birçok yarım bacaklı veya tek bacaklı ara form bulunmalıdır. Darwinci doğal seleksiyon, ancak işe yarayan dört bacak oluştuktan sonra, bu ‘ucubeler’in elenmesini izah edebilir; fakat fosil kayıtlarında bu tip ara formların (ucubelerin) olmamasını açıklayamaz. Tesadüfi bir Evrim Teorisi’ni savunanlar ‘ara form’ diye hep vücut organları tam ve kendi ortamına mükemmel adapte olmuş canlıları göstermektedirler. Oysa DNA’daki rastgele mutasyonlarla ‘ucubeler’in oluşma olasılığı çok çok daha yüksektir. 20. yüzyılda hücrenin mikro dünyasının çok kompleks olduğu, canlılarda basit gibi gözüken bir değişimin bile moleküler seviyede ciddi değişikliklere karşılık geldiği anlaşıldı. Bu ise basit bir değişiklik için beklenmesi gereken ara formların sayısının, Darwin’in tahmin ettiğinden bile daha fazla olmasını gerektirir. Darwin’in zamanında -Darwin’in yaptığı gibi- fosil kayıtlarının eksikliğine sığınmak, ‘ucubeler’in fosillerinin yokluğu için de bir mazeret olabilirdi. Fakat dünyanın dört bir tarafında fosilbilim kazılarının yapıldığı günümüzde, bu mazeretin arkasına sığınmak mümkün değildir. Bu kazıların %99’unun Darwin’in teorisini ortaya koyduktan sonra yapıldığını hatırlatmakta fayda görüyorum.

Sonuçta fosil kayıtlarına dayanarak denizden karaya geçişi izah etmek mümkün değildir. Ayrıca, Evrim Teorisi açısından daha da sıkıntılı bir konu denizden karaya geçişi izah etmektir. Evrim Teorisi’ne göre denizlerdeki balina gibi memeliler karadaki memelilerden evrimleşmiştir. Oysa böylesi bir geçiş de birçok ara türün varlığını gerektirir. Deniz ortamında görme, işitme, dolaşım, vücut sıcaklığını ayarlama, yavruları besleme gibi birçok kompleks işlev için çok büyük değişiklikler gerekir ve bu değişikliklerin büyüklüğünün denizden karaya geçiş kadar, hatta daha da fazla olduğu söylenebilir. Tahmin edeceğiniz gibi böylesi bir geçiş de olasılık sorununa takılacaktır. Ayrıca ikinci büyük sorun ise fosillerle ilgilidir. Bu kadar büyük değişiklik için on binlerce ara form olması gerekirken, balina gibi deniz memelilerinin karadaki memelilerden oluştuğunu gösteren ara formlar mevcut değildir.139

 

ATLAR VE FOSİLLER

Atın evrimini gösteren şema, Evrim Teorisi’ni anlatan kitapların çoğunda yer alır. Ünlü evrimci fosilbilimci Stephen Jay Gould ‘Full House’ kitabında, at fosillerini ele aldığı bölüme şöyle giriş yapar: “En yanlış hikâyeler genelde, en iyi bildiğimizi sandıklarımızdır; çünkü onları ne inceleriz ne de sorgularız. Herhangi birine evrimci serilerden hangisinin en ünlüsü olduğunu sorun, eminim ki en çok alacağınız cevap ‘Atlar, elbette’ olacaktır.”140 Atlarla ilgili ilk düzenleme 1870 yılında Darwin’in yakın arkadaşlarından Huxley tarafından yapıldı; at serisinin ününün bir nedeni de evrimci serilerin ilki olmasıdır. Fakat daha 1876’ya gelindiğinde, at serisindeki bitmek bilmeyecek değişikliklerin ilki yapıldı. Ünlü Amerikalı fosilbilimci Othniel C. Marsh, Amerikalı atların, atların evriminde ana doğrultuyu oluşturduğuna Huxley’i ikna etti ve onun yardımlarıyla Huxley, serisini yeniden düzenledi. Bir sonraki neslin ünlü fosilbilimcisi William D. Matthew, Amerika Doğa Tarihi Müzesi’nin broşüründe yer alan ve sayısız kopyaları çoğaltılan ünlü çizimi yaptı.141 Bu çizim evrimi anlatan kitapların vazgeçilmezleri arasındaki yerini aldı.

At serisinin en temel anlatımlarına göre, baştaki dört parmaklı eohippus’tan (Hyracotherium) günümüzün tek parmaklı (toynaklı) atı (Equus) türemiştir. Azı dişlerinin doğrusal olarak artışına dikkat çekilmiş ve hepsinden önemlisi baştaki tilki boyutundaki canlıdan günümüzün atının hacmine ulaşıldığı iddia edilmiştir. Fakat bulunan birçok fosille, ata benzeyen canlıların oluşumunun beş-altı atın arka arkaya dizilimiyle açıklanamayacağı anlaşıldı ve birbirlerine aykırı birçok at serisi çizimi yapıldı. Aslında at serileriyle ilgili olarak doğrusal artışı savunan şemalar Yeni-Darwincileri çok rahatsız etmiştir. Lamarck’ın teorisini ortaya koyduğu dönemden beri, evrimin, canlılara içkin kuvvetlerce yönlendirildiğini (orthogenesis) birçok bilim insanı savunmuştu. Darwin’den sonra da bu eğilim devam etti. Böylesi bir evrim anlayışının metafizik çağrışımları vardı, birçok bilim insanı bu yönlendirmeyi Tanrı’nın eseri olarak görmüştür. Sonuçta Yeni- Darwinciler, türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldığını savunanlardan daha da büyük bir gayret göstererek, doğrusal artışa göre dizilmiş at serilerinin yanlışlığını gösterme vazifesini üstlendiler. Çünkü rastgele mutasyonların; her türde daha büyük bir canlıyı, daha az parmağı, daha az uzun azı dişlerini oluşturmak gibi doğrusal eğilimleri; daha önceden ‘belirlenmiş bir planı’ gerçekleştirmelerini beklemek için bir neden görmüyorlardı. Aslında sayısı yüz binlere ulaşan hayvan türlerini benzerliklerine göre arka arkaya dizmek isteyenler, diledikleri hayvanları serilerinin dışında tutarak, işlerine gelen seriyi elde etme şansına sahiptirler. Yok olan türlerin, bütün türlerin %90’dan fazlasını oluşturduğunu hatırlayalım. Günümüzde gördüğümüz fare, kedi, pars, kaplan, aslan gibi birbirlerine benzer hayvanların hepsinin yok olduğunu ve fosillerinin bulunduğunu ve fosil yaş sırasının fare, aslan, kedi, pars, kaplan sırası şeklinde olduğunu düşünelim. Doğrusal at sıralaması yapan bir fosilbilimcinin eline bu sıra geçse, muhtemelen aslanın ayrı bir tür canlı olduğunu iddia eder, fakat kaplana aslandan daha az benzeyen fareyi sıralamanın başına koymakta sorun görmezdi. Nitekim at fosillerinde de aynısı yapılmış, sıralamayı bozan fosiller dışta bırakılarak doğrusal sıralama oluşturulmuştur. Örneğin boy olarak, tilki büyüklüğündeki eohippus’a çok yakın olan, fakat çok sonra yaşamış olan Nannipus’u ele alalım. Bu tür, kendinden önce yaşamış birçok at benzeri türden kısadır. Eğer günümüzün atı Equus korkunç bir hastalık yayan bakteri türünün kurbanı olsaydı ve yaşayan tek at benzeri tür Nannipus olarak kalsaydı, at sıralaması nasıl olacaktı? Üstelik Nannipus üç tırnaklıdır ve bilinen at benzeri tüm türlerin en uzun dişlisidir.142 Sonuçta boyu açısından önceki benzerlerinden kısa, dişleri açısından kendinden sonraki günümüz atından uzun dişlere sahip oluşuyla; atın evrimi ile ilgili gösterilen doğrusal eğilimlerin en önemlileriyle tezat teşkil etmektedir. Birçok fosilbilimcinin kendi at serisini sunmasının yarattığı karmaşa, sürekli artan yeni fosillerle klasik at sıralamasını savunmanın mümkün olmaması ve daha da önemlisi doğrusal sıralamanın ‘metafizik’ unsurların Evrim Teorisi’ne sokulmasını gerektirdiğinin anlaşılması sonucunda klasik at serileri itibarlarını kaybetti.

Gould gibi evrimci bir fosilbilimcinin at serilerini eleştirme nedeni de budur. Bu yüzdendir ki Gould, doğrusal artışla hiyerarşik bir merdivene fosilleri dizmek yerine, çalı gibi dallanan evrim modelini savunmakta ve kendi yaklaşımını ‘merdivenlere karşı çalılar’ (ladders versus bushes) olarak sunmaktadır. Işte tam bu noktada, Gould’un bu kaçışı niye yaptığını iyi tespit etmek gerekir. Eğer canlıların, doğrusal eğilimlerle evrimleştikleri söylenseydi Cope Yasası (Cope’s Law) gibi bir evrim yasasının olduğu söylenebilirdi. Aslında böylesi bir Evrim Teorisi sunumu, bu teorinin yanlışlanabilir unsurlar taşıması anlamına da gelirdi, çünkü doğrusal artışla uyuşmayan fosiller teoriyi yanlışlayabilirdi. Böylesi bir sunum başarılı olsaydı -tüm ‘orthogenesis’ imalarına rağmen- hiç şüphesiz ki evrimciler de mutlu olurlardı; fakat yanlışlanmaya açık olmasına rağmen teorileri yanlışlanamadığı sürece bu mutluluk sürerdi. Bugün biliyoruz ki, bu şekilde bir Evrim Teorisi savunması, teorinin yanlışlanmasını da beraberinde getirecektir. Fosil kayıtları evrimcilerin önceden önerdikleri doğrusal eğilimlerin aykırı örnekleriyle doludur. Gould da bunun farkındadır; bu yüzden (ara formların yokluğu gibi sebeplerden de) o ve onun gibi düşünenler, ‘çalılı evrim modeli’ni benimseyeceklerdir. Böylesi bir modelde siz geçmişte tek toynaklı at benzeri bir canlı gösterseniz de Mesohippus’un bulunduğu dönemde günümüzdeki atın aynısını gösterseniz de teoriyi yanlışlayamazsınız. Bir anda Mesohippus ile günümüz atı ayrı çalılara yerleştirilir ve ‘çalılı model’in zaferi kutlanır. Aslında ‘çalılı model’, Evrim Teorisi’ni yanlışlanmaktan koruyan, bulunan yeni fosillere karşı teorinin zor duruma düşmesini engelleyen, her duruma uymayı kolaylaştıran elastiki bir modeldir. Fakat bilimselliğin ölçütünü, bir teoriyi mümkün olan en açık biçimde ‘yanlışlanmaya imkân tanıyacak’ şekilde formüle etmek olarak gören anlayış açısından, ‘Evrim Teorisi’nin çalılı modeli’ bilimselliğin ölçütlerini karşılayamamaktadır. Doğrusal merdivenli at sıralaması ise yanlışlanmış, tarihteki yerini yanlış bir model olarak almış olsa da kimi kitaplarda hâlâ günümüz atının oluşum hikâyesi olarak yerini korumaktadır. At-benzeri bir türün; kimi eski türlerin melezi olduğu olasılığı, bu türün bağımsız oluştuğu olasılığı ve eski bir türün evrim geçirmiş hali olduğu olasılığından (at-benzeri canlıların bu üç şıkkın birleşimiyle oluştuğu da düşünülebilir) hangisinin doğru olduğunu test edecek bilimsel bir düzeneği kimse sunamamaktadır. Bilimsel düzeneklerden çok önkabuller, at-benzeri canlıların nasıl oluştuğuna dair anlatımların temelini teşkil etmektedir.

 

UÇUŞUN ORTAYA ÇIKIŞI VE FOSİLLER

Eğer Evrim Teorisi’ni savunanların iddia ettiği gibi canlıların evrimi yüz milyonlarca yıl boyunca sürdüyse ve milyonlarca canlı türü bu süreçteki ufak aşamalarla oluştuysa, milyonlarca türün büyük kısmının, bu ara geçişleri açıklayabilecek mahiyette olması gerekirdi. Örneğin Evrim Teorisi’ne göre, canlılardaki uçma özelliği dört kere birbirlerinden bağımsız olarak evrimleşmiştir. Bunlardan birincisi böceklerde, ikincisi kuşlarda, üçüncüsü yarasa gibi memelilerde, dördüncüsü pterosaurs gibi yok olan sürüngen türlerindedir. Olasılık hesapları açısından bir kere bile ortaya çıkmasının açıklanamadığı uçma gibi bir özelliğin, en az dört kez birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıktığını savunmak, tesadüfçü Evrim Teorisi açısından çok büyük bir sorundur. Evrim Teorisi’nin savunucuları, bu dört defanın üçü için hiçbir fosili delil olarak ileri sürememektedirler. Böceklerin uçuşu ile ilgili hiçbir geçiş formu yoktur, uçan memelilerle ilgili olarak yarasaya geçişi sağlayan ara formlar mevcut değildir, yok olan pterosaurslar öncesi bir ara form da bulunmamıştır.143

Bir de, 2006 yılında, daha önceden 50 milyon yıl kadar önce yarasayla uçan ilk türünün ortaya çıktığı zannedilen memelilerin, 130-160 milyon yıl kadar önce de uçan türlerinin olduğunu gösteren sincaba benzer bir memelinin (yok olan bir tür) fosil bulgularının Çin’de bulunmasıyla, memelilerde uçmanın ortaya çıkışı meselesi iyice karışmış ve 80 milyon yıl kadar bir boşluk ortaya çıkıvermiştir.144

Canlılarda uçuşun ortaya çıkışında, sadece Archaeopteryx ara form olarak gösterilmektedir; bu ise dört defa ortaya çıktığı iddia edilen uçuşun, sadece biri ile ilgilidir. Archaeopteryx sadece uçuşun ortaya çıkışının değil, belki de bütün fosillerin en ünlülerinden biridir ve ‘evrim ile fosiller’den bahseden hemen hemen her kitapta yer alır. Archaeopteryx’in kuş gibi tüylerinin olmasına karşılık, dişleri ve pençeleri gibi özellikleriyle sürüngenlere benzediğinden, sürüngenler ile kuşlar arasında ara geçiş formu olduğu ileri sürülmüştür.145 Günümüzde Güney Amerika’da yaşayan ‘Opisthocomus hoazin’ adlı kuş Archaeopteryx’e, pençelere sahip olmak gibi özelliklerle benzer olmasına rağmen tamamen kuştur. Küçük bir omurgayla uçan, pençeli bu canlı kuş kabul ediliyorsa, neden Archaeopteryx sürüngenler ile kuşlar arasında bir ara form olarak kabul edilmektedir? Ayrıca modern kuşlar dişlere sahip olmasa da % 100 kuş olarak nitelenen eskiden yaşamış birçok kuşun da dişleri vardı.146 Bazı sürüngenlerin ve memelilerin de dişleri yoktur. Eğer dişlere sahip olmak ilkellik ölçütü ise, insanın birçok memeliden ilkel olduğunun kabul edilmesi gerekmez miydi? Archaeopteryx’in tam yetkin bir uçuşa muktedir olması, onun, kuşlarla sürüngenler arasında bir ara form olmaktan ziyade bir kuş olduğunu gösterir. Darwinci yaklaşıma göre uçmak gibi kompleks bir özellik, uçmayı beceremeyen yüz binlerce ara formun aşılmasından sonra mümkündür. Buna göre uçmaya yaramayacak gelişmemiş tüyler, çifti olmayan tek bir kanat veya uçmaya elverişsiz gelişmemiş kanatlar gibi özellikleri taşıyan birçok ara formun bulunması gerekirdi. Oysa Archaeopteryx böylesi bir ara form değildir.

Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’nin araştırmacılarının, Archaeopteryx’in kafatası ve içkulağı üzerinde X ışınları aracılığıyla yaptıkları araştırmalar da, onun, modern kuşlar gibi uçabilen bir canlı olduğunu desteklemektedir. Bu araştırmalarda, Archaeopteryx’in beyninin büyüklüğü, şekli ve hacminin günümüz kargalarınınkine benzer olduğu saptanmıştır. Içkulak üzerindeki incelemeler de onun rahatlıkla uçabilen bir kuş olduğunu göstermiştir.147 Tüm bunlar, iskelete bağlı kalınarak yapılan tartışmalara açık öngörülerin bile Archaeopteryx’in uçabilen tam bir kuş olduğunu, sürüngenlerle kuşlar arasında bir geçiş formu olarak ileri sürülemeyeceğini gösterir. Bu ise, Archaeopteryx’ten önce, uçuşun ortaya çıkması için yüz binlerce ara formun olması gerektiği anlamına gelir. Fosil kayıtlarında böylesi ara formların olmaması, uçma gibi çok kompleks bir özelliğin bir anda ortaya çıkmış olması, tesadüfi ufak mutasyonlarla oluşumu açıklayan yaklaşımın öngörülerine tamamen ters bir sonuçtur.

Daha önce değinildiği gibi fosiller, canlıların kemik yapısı ve dişleri hakkında bilgi verirken (birçok zaman bu yapılar da tam olarak bulunamaz), yumuşak dokular hakkında bilgi verememekte ve de bu yüzden fosiller hakkında birbirinden çok farklı yorumlar yapılabilmektedir. Archaeopteryx’in uçabilen bir canlı olması, onun kuşlar gibi bir kalbe, dolaşım ve solunum sistemine sahip olduğunu düşündürmektedir ki, bu yapılar kuşlarda sürüngenlerden çok farklıdır.148 Fosillerin bu tip konularda tam bilgi verememesinin, fosili bulunan canlıların anatomik yapısını birçok spekülasyona açık bıraktığı unutulmamalıdır.

Ayrıca, Archaeopteryx’in yaşadığı dönemden 75 milyon yıl öncesine ait (225 milyon yıllık) Protoavis denen bir kuş türü, Texas’ta, Sankar Chatterjee ve arkadaşları tarafından bulunmuştur.149 Bu dönem, dinozorların ilk ortaya çıktığı dönem olduğu için, kuşların dinozorlardan evrimleştiği iddiası bu keşifle anlamsızlaşmıştır. Kuşların atasının Archaeopteryx olduğunu söylemek, kimi zaman torunların dedelerinden daha yaşlı olabileceği ile aynı anlama gelmektedir.

Uçuşun kökeni ile ilgili çözülemeyen bir tartışma ise, uçuşun ‘ağaçlardan aşağı’ (trees down) mı, yoksa ‘yerden yukarı’ (ground up) mı başladığı hakkındadır. Her iki yaklaşımın da kendisine göre sorunları olmakla beraber, yerçekiminin daha az sorun oluşturduğu ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımın daha çok benimsendiği söylenebilir. Bu iki alternatiften ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımını benimseyenler, Archaeopteryx’in atasının ağaçlara tırmanan dört ayaklı bir sürüngen olduğunu; ‘yerden yukarı’ yaklaşımını benimseyenler ise avını ön uzuvlarıyla yakalamaya çalışan iki ayaklı bir sürüngen olduğunu savunurlar. ‘Yerden yukarı’ yaklaşımına göre Archaeopteryx’in atası olması beklenen iki ayaklı sürüngenler, Archaeopteryx’ten sonraki fosil tabakalarında görünmüştür. Buna karşın, ağaca tırmanan dört ayaklı sürüngenler daha önceki fosil tabakalarında mevcuttur; bu olgular ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımını güçlendirmiştir. Fakat diğer yandan, son yıllarda gittikçe popüler olan, canlıları benzerlikleri temelinde sınıflandıran ‘cladistic sınıflama’ açısından Archaeopteryx’in atası iki ayaklı dinozorlardır (buna göre ise ‘yerden yukarı’ yaklaşımın benimsenmesi gerekir). Cladistler sınıflandırmalarını sadece canlıların benzerlikleri temelinde yaptıkları için ‘yerden yukarı’ yaklaşımın sorunlarına veya hangi canlının fosil tabakalarında önce göründüğü sorununa ciddi bir önem atfetmezler. Bu yüzden Archaeopteryx’in atası olarak, ondan on milyonlarca yıl sonra yaşamış olan kuşa-benzer dinozorları göstermekte bir sorun görmemişlerdir.150 Bu, son yıllarda popüler olan ‘cladistic’ canlılar sınıflamasının (bu sınıflamayı yapanların çoğu da evrimcidir) Evrim Teorisi’ne açtığı sayısız sorunlardan sadece birine örnektir.

 

İNSANIN KÖKENİ VE FOSİLLER

Biyolojik ya da fiziksel antropoloji, insanın zaman ve mekan içindeki çeşitliliğini incelerken, bir alt ilgi alanı olan paleoantropoloji ise fosil kayıtlarına dayanarak insanın kökeni konusunu ele alır.151 Bulunan fosiller kafatası, iskelet, dişler gibi sert organlar hakkında bilgi verdiği için, hiçbir zaman fosillere dayanarak elde edeceğimiz bilgiler, yaşayan bir canlıyı inceleyerek elde edeceğimiz bilginin yerini tutmamaktadır. Ayrıca, evrimci bilim insanlarının da belirttiği gibi, insanın köküyle ilişkilendirilen fosil belgelerin sayısı; yüz binlerce bitki ve deniz hayvanı kalıntısına, on binlerce tükenmiş sürüngen ve binlerce memeli hayvan fosiline karşın çok yetersiz sayıdadır. Evrimci bilim insanları, insan türünün, dünyanın ömrüne göre çok kısa bir zaman dünyada var olmasını, bataklıklarda fosil bırakmayışını, açık alanlarda yaşamasından dolayı cesetlerinin diğer canlılarca daha kolaylıkla yok edilmesini; insan türüne dair bu fosil yetersizliğinin sebepleri olarak göstermektedirler.152 En temelde fosillere dayalı evrim çıkarımı homolojiden evrime varmaya dayalı bir çıkarım olduğu ve olgusal desteğe sahip olamayacağı için eleştirilere açıktır; fakat insan türünün fosillerinin yetersizliği, bu türe mahsus daha fazla sorunun var olduğunu gösterir.

Fosil bulgularda bulunan Australopithecus türleri ve Homo erectus gibi türler, kimi evrimci fosilbilimcilerce insanlığın atası olarak gösteriliyorken,153 evrimi reddeden fosilbilimciler bunları insanın atası olmayan maymun gibi türler olarak görmektedirler.154 Sorun bu kadarla da kalmamakta, evrimi kabul eden bilim insanlarının içlerinde de birbirinden çok farklı ve birbirine zıt görüşler savunulmaktadır. Örneğin Australopithecus’un insansıların atası olduğunu Louis Leakey gibi ünlü paleoantropologlar da reddetmiştir.155 Richard Leakey’in bulduğu Homo habilis’in bir Homo türü olup olmadığı, Homo erectus’un doğrudan Australopithecus’tan türeyip türemediği, Neanderthal’in modern insanın atası olup olmadığı evrimciler arasında süren birçok tartışmanın sadece ufak bir kısmıdır.156

Allan Wilson ve Vincent Sarih’in ‘insan soyu’ ile ilgili çalışmalarda moleküler yaklaşımı öne çıkarmaları ve mutasyonların düzenli bir hızda gerçekleştiği önkabulüne dayanan ‘moleküler saat’ hipotezi ise yeni sorunları beraberinde getirmiştir. Evrim Teorisi’nin tesadüfçü yaklaşımı mutasyonları rastgele oluşan değişimler olarak değerlendirir; bu anlayışla mutasyonların düzenli bir hızda gerçekleştiği anlayışı arasında açık bir çelişki vardır. Bu çelişki yüzünden birçok kişi ‘moleküler saat’ yaklaşımına soğuk bakmıştır, fakat tesadüfçü mutasyonlarla ‘moleküler saat’ yaklaşımını, bu çelişkiye rağmen beraber kabul edenler de olmuştur. ‘Moleküler saat’ yaklaşımıyla varılan sonuçlar ile fosillere dayalı sonuçlar arasında çıkan farklılıklar yeni tartışmaların kaynağı olmuştur. 1970’li yıllarda insansıların (Hominidae) 15 milyon yıl kadar önce ortaya çıktığı, Ramapithecus’un fosil kalıntılarına dayanılarak savunuluyordu. Ama ‘moleküler saat’ yaklaşımını benimseyenler, ilk Hominidae’nin 5 milyon yıl önce ortaya çıkmış olması gerektiğini savundular. 1976 yılında Pilbeam’ın, Pakistan’daki araştırma ekibi, bir Ramapithecus alt çene fosili buldu. Bu fosilin değerlendirilmesi sonucu 1932 tarihli ilk çene kurgusunun (reconstruction) yanlış olduğu anlaşıldı.157 1980’lerde Türkiye ve Pakistan’da bulunan Sivapithecus fosillerinin yorumu sonucunda da Ramapithecus’un bir insansı değil, bir Miosen kuyruksuz maymunu olduğu anlaşıldı.158

Bu örnek de Evrim Teorisi’ne olan inancın, fosilleri yorumlama şeklini öncelediğinin ve etkilediğinin bir göstergesidir. Yeni bulguların Ramapithecus’un insansılar kategorisinden çıkarılmasını gerektirdiği bir dönemde, diğer fosiller ve Ramapithecus’un daha önce farklı kurgulanan dişleri öyle bir yorumlanmıştır ki; Ramapithecus, soy ağacında doğrudan insanın atası olan eski yerinden yeni bir dala nakledilmiştir. Ünlü paleoantropoloji yazarı Roger Lewin kuramsal önyargıların, kanıtların yorumlanışına tüm bilim dallarında gölge düşürebileceğini, ama buna özellikle paleoantropoloji alanında sıklıkla tanık olunduğunu belirtir.159

Kırk yıl boyunca -daha önce değinilen- Piltdown adamı ile ilgili sahtekârlığın anlaşılmasını engelleyen de kuramsal önyargılar olmuştur. Paleoantropolojide çoğu zaman kemiklere ve dişlere dayalı çıkarımlar yapılmaktadır. Insanın en ayırt edici yönünü ifade eden diline, törenlerine, davranış şekillerine dair kalıntılar bulmak mümkün olmadığı gibi; beyin ve karaciğer gibi, kemikler ve dişlerden daha önemli olan yumuşak organların fosilini de bulmak mümkün değildir. Bu geniş boşluk ise paleoantropolojideki kuramsal önyargılara daha çok dikkat edilmesini gerektirmektedir. Sonradan domuz dişi olduğu anlaşılan tek bir dişe dayanılarak, hayali Nebraska adamının; maymun-insan arası bir form olarak sunulup, birçok resmiyle ve günlük yaşantısıyla birçok yayında halka tanıtıldığını trajikomik bir örnek olarak anımsayabiliriz. Sonuçta ‘insan soyu’na dair anlatımların asıl temeli hâkim olan paradigmadır; bu paradigma, fosillerin yorumunu belirlemekte ve yüz binlerce yıl öncesine dair çizim ve hikâyeleri şekillendirmektedir.

Fosil bulguların, yumuşak organları ihtiva etmemesinin yanında, birçok zaman kafatası, kemik ve diş gibi organların çoğunun da eksik olması yüzünden, az bir parça bulgu ile canlının bütünü hakkında çıkarım yapılmak zorunda kalınması birçok soruna yol açmaktadır. Örneğin ünlü bir fosil olan ‘Kafatası-1470’i tarif eden paleoantropologlar, bu kafatasının çenesini kaldırıp yüzünü uzatabileceğimiz gibi, çeneyi içeri sokup yüzü kısaltabileceğimizi de söylerler… Aynı kafatası ile aynı türe ait olduğu düşünülen bazı kemikleri, dört sanatçıya veren National Geographic dergisi, bu sanatçılardan, bu canlıyı gösteren dişi bir figür yapmalarını istedi. Dört sanatçının her biri birbirleriyle alakasız çizimler yaptılar. Biri modern Afro-Amerikan görünümlü bir kadın, biri alınsız ve dinozor çeneli bir yaratık, birisi goril kollu sıska bir dişi, birisi ise vücudu kıllı, ağaca tırmanan bir canlı çizdi.160 Bu sonuç, tek bir fosil takımının, nasıl farklı şekillerde sunulabileceğinin, fosil yorumunun ne kadar subjektif bir ‘sanat’ olduğunun göstergesidir. Fosiller, en iyi ihtimalle, eğer doğru kurgu yapılırsa, bir türün diğerine iskelet ve dişlerinin ne kadar benzediğini gösterebilir. Hiçbir fosille, hangi türün hangi türden türediği gösterilemez. Böylesi çıkarımlar, ancak Evrim Teorisi’ni en iyi açıklama olarak kabul eden bir görüşle -belki de ‘iman’ ile demek daha doğrudur- fosiller yorumlandığında mümkündür. Aslında fosiller, Evrim Teorisi’ne inancın yerleşmesinde, genel kitlelerin sandığından çok daha az etkili olmuşlardır. Bu yüzdendir ki, günümüz fosillerinin % 1’inin bile bulunmamış olduğu Darwin’in döneminde de bu teoriye birçok kişi inanmıştır; pek çok fosil türünün bulunduğu günümüzde de birçok kişi teoriyi inkâr edebilmektedir. Eğer Evrim Teorisi’nin doğru olduğuna dair peşin bir kanaat olmasaydı, ‘insanın soyu’ olarak gösterilen fosillerin birçoğu orangutan, maymun veya benzeri türler olarak sınıflanacaktı. Sonuçta fosillere dayanılmadan oluşturulan Evrim Teorisi, fosillerden yola çıkılarak delillendirilememektedir de; ancak Evrim Teorisi’nin doğruluğuna dair bir ‘iman’dan yola çıkılarak fosiller yorumlanmaktadır.

Nature dergisinin bilim başyazarı Henry Gee, karamsar bir şekilde şu yorumu yapmıştır: “Fosiller nüfus kâğıtlarıyla gömülmezler. Fosilleri ayıran zaman sürecinin uzunluğu, onlar hakkında ata ve soy yoluyla bir şey söylememize imkân tanımaz… Insan evrimine dair tüm kanıtlar küçük bir kutuya sığabilir… Mevcut evrim şeması, olgudan sonra yaratılmış, tamamen insan ürünü olup, insani önyargılarla şekillendirilmiştir… Bir fosil dizisinin, bir nesli temsil ettiğine dair iddia, bilimsel bir hipotez değil, çocuk uyutmak için anlatılan; masal değerinde, eğlenceli, hatta öğretici olabilen, fakat bilimsel olmayan bir niteliktedir.”161

İnsanın kökenine dair tartışmaların en çok odaklandığı konuların biri; insanın hayvanlardan mahiyet olarak mı, derece olarak mı farklı olduğudur. Bu tartışma açısından ise insanın dil kullanma ve matematiksel düşünme yeteneği gibi özellikleri; dik yürüme, belli şekildeki azı dişleri veya baş parmağı gibi özelliklerden çok daha önemlidir. İnsanın doğuştan ‘dil öğrenecek yetenekte’ doğduğunu gösteren çalışmalar, insanla maymunumsular arasındaki uçurumu iyice açmıştır. Böylesi bir yeteneğe benzerlikte yakın olan, ne yaşayan maymunumsulardan bir ara form, ne de fosillere dayanarak bir ara form göstermek mümkündür. Bu farklılık ister bir derece farkı, ister mahiyet farkı olsun; dil kullanma becerisi ve matematiksel düşünme yeteneği gibi zihinsel özelliklerde, insanın bir sıçrama olduğu, bu özelliklerin ‘tesadüfi küçük mutasyonlar’ ile açıklanamayacağı görünmektedir. ‘Mahiyet farkı-derece farkı’ tartışmasına, dinler açısından da özel önem verildiği için, bu konuyu kitabın son bölümü olan 5. bölümde inceleyeceğim.

 

FOSİL-OLASILIK İKİLEMİ VE KESİNTİLİ DENGE KURAMI

Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemin başından itibaren Huxley’le ve daha sonra başkalarınca da ortaya konan sıçramacı modellere, özellikle ateist-evrimciler tarafından ciddi itirazlar gelmiştir. Sıçramacı modeller özellikle fosil kayıtlarının eksiklikleri yüzünden ileri sürülmüştü; sıçramalı bir şekilde türler değişiyorsa, bu kadar çabuk değişen türlerin değişimini belgeleyen fosilleri bulmak zordu. Richard Dawkins, büyük değişikliklerle evrimin oluştuğunu savunanların, Fred Hoyle’nin benzettiği gibi, ‘hurdalıkta esen bir kasırganın Boing 747 uçağını yapmış olabileceğine’ benzer bir görüşü savunduklarını söyler. Bu tarz değişimlerin olasılık açısından imkânsız olduğunu vurgular.162 Ayrıca değişim ne kadar büyükse, zararlı etkisinin o kadar çok olacağını ve böylesi bir değişimle yeni bir tür oluşabilseydi bile; bunun, kendine eş bulmakta çekeceği zorluk nedeniyle, bu değişimi yeni nesillere aktaramayacağını söyler.163 Eğer Dawkins’in benimsediği gibi ateist bir Evrim Teorisi savunulacaksa, Dawkins’in büyük değişimli (makro mutasyonlu) Evrim Teorisi’ni savunanlara yaptığı itirazlar tamamen yerinde görünmektedir. Huxley’in ve sonraki sıçramalı evrim savunucularının birçoğu, teistik bir evrimi savunmayı düşünmemişlerdi. Huxley’in yaşadığı dönemde, canlıların biyolojik yapısının moleküler seviyede ne kadar karmaşık olduğu bilinmiyordu, bu yüzden Huxley’in olasılık hesapları açısından savunulması imkânsız görülen sıçramalı değişimli evrim görüşünü savunduğu söylenebilir. Fakat moleküler seviyedeki karmaşıklık anlaşıldıktan sonra da bu görüşe yakın fikirleri benimseyenler olmuştur. Bunun en önemli sebebi, fosil kayıtlarında yüz binlerce türün varlığı tespit edilmiş olmasına rağmen; türden türe yavaş aşamalı geçişleri gösteren fosillerin bulunamamış olmasıdır.

Yakın dönemde fosil kayıtlarındaki bu boşlukları açıklamak için ünlü evrimci biyolog ve fosilbilimciler Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould ‘kesintili denge’ (punctuated equilibrium) kuramını ortaya attılar.164 Bu kuramı onlar dışında Hallam, Raup, Stanley, Vrba gibi ünlü bilim insanları da onaylamaktadır.165 Bu görüşe göre yeni özelliklere sahip türler, Darwin’in ve takipçilerinin zannettiği gibi küçük değişikliklerin bir araya gelmesiyle oluşmaz. Türler uzun süreli değişmezlik dönemlerinden (stasis) sonra hızlı değişimler gösterirler.166 Bu hızlı değişim, genelde, izole olan küçük popülasyonlarda gerçekleşir. Coğrafi izolasyonun türleşmedeki öneminin en ayrıntılı ve sofistike açıklamasını Eldredge ve Gould teorilerini ortaya koymadan önce Ernst Mayr yapmıştı.167 Bir türün popülasyonu, içinde yapılan çiftleşmelerle belli bir gen havuzunun paylaşıldığı bir birimdir. Eğer bu toplumun belli bir bölümü ayrılıp coğrafi olarak izole olursa, bu gen havuzunda küçük de olsa bir değişiklik olur. Bu yeni gen havuzunu paylaşan gruplarda ortaya çıkan değişikliklerle, bu gruplar, yeni bir tür veya bir alt-tür olarak adlandırılabilecek değişimlere de uğrayabilirler. Hawaii’nin honeycreeper’ında olduğu gibi bir kuşun gagası bu şekilde değişebilir, değişik bölgelerdeki insanların dış görünümlerindeki farklılıkları da bu şekilde açıklayabiliriz. Fakat bir kuşun kanadının veya insanın beyninin ortaya çıkışını bu şekilde açıklamak mümkün değildir. Türlerin melezleşme ve coğrafi izolasyon gibi faktörlerle kısmi değişimlere uğrayacakları yadsınamaz bir gerçektir. Katırın farklılığını inkâr edemeyeceğimiz gibi Hawaii’nin honeycreeper’ındaki farklılaşmayı da inkâr edemeyiz. Fakat daha önce belirttiğim gibi, Evrim Teorisi’nin ayırt edici yönü, türlerdeki ufak farklılaşmaları savunması değildir. Bu, ancak, Linnaeus gibi türlerin sabitliğini savunmuş birine karşı ileri sürülecek bir argümandır; günümüzde, bu anlamda, Linnaeus’un takipçisi ciddi tek bir bilim insanının olduğunu zannetmiyorum. Evrim Teorisi’nin ayırt edici yönü büyük değişimlerin (görmenin ortaya çıkışı veya deniz memelilerinin oluşumu gibi) evrimle oluştuğunu söylemesidir ki, bu şekildeki değişimlerin coğrafi izolasyonla oluştuğunu söylemeye olanak yoktur. Bunların gösterilememesinden daha büyük sorun ise, bu şekildeki oluşumların tesadüfen (rastgele mutasyonlarla) gerçekleşmesinin -olasılıksal açıdan- imkânsız oluşudur.

Ateist-Darwincilik ara geçiş formlarının fosillerinin eksikliği ve kompleks organların bir anda ortaya çıkmasının olasılıksal imkânsızlığı arasında bir ikileme düşmüştür. Ben bu ikileme ‘fosil-olasılık ikilemi’ diyorum. Darwin, ‘fosil-olasılık ikilemi’nde, Huxley’in fosil sorununu çözmeye öncelik veren sıçramalı yaklaşımına karşı olasılık sorununun çözümüne öncelik vermişti. Yeni-Darwincilerin ana doğrultusu, bu ikilemde Darwinci çözüme ağırlık verirken; fosilbilimci Gould, Huxleyci görüşe yaklaşmıştır. Darwin, fosillerdeki eksikliği araştırmaların yetersizliğine dayanan bir savunmayla karşılamaya çalışmıştı.168 Günümüzde ise bu savunmayı yapmak zorlaşmış ve ‘kesintili denge’ kuramı ortaya atılmıştır. Yeni-Darwincilerin birçoğunun soğuk baktığı bu kuram, beraberinde bahsettiğim olasılıksal sorunları getirmektedir. Fred Hoyle’nin bahsettiği kasırgayı daha dar bölgede ama biraz daha uzun estirmek (Richard Goldschmidt’in ‘umulan canavar’ı gibi tek bir bireyde büyük değişiklik yerine; dar bir bölgede, küçük bir toplulukta büyük değişimi beklemek) olasılık sorununu ortadan kaldırmaz. Goldschmidt mikro mutasyonların birikimiyle makro değişikliklerin oluşamayacağını savundu. Bu görüşün en bilinen örneklerinden biriyle açıklamak gerekirse; bir sürüngenin yumurtasından bir gün bir kuş çıkmıştır. Bu makro mutasyonla oluşan canlı için ‘umulan canavar’ (hopeful monster) tanımlaması yapılır. Gould bir yandan Yeni-Darwincilerin Goldschmidt’i karikatürize ettiğini söylerken,169 bir yandan da kendi teorisini ‘umulan canavar’ görüşünden ayırt etmeye çalışır.170 ‘Umulan canavar’ beklentisi ile türleşme, bir türün tek bir bireyinde iken; ‘kesintili denge’ kuramında türleşme, coğrafi olarak izole bir grubun içinde dar bir zaman aralığındadır. Gould, bu dar zaman aralığının, türün sabit kaldığı uzun zaman diliminin % 1’i kadar bir süre olabileceğini söyler.171 Her ne kadar Gould, görüşlerini, Goldschmidt’in görüşlerinden ayırt etmeye çalışsa da sonuçta bu görüş de türlerin bir anda fosil tabakalarında görünmesinden ve ara fosil formlarının olmamasından kaynaklanan sorunu çözmeye yönelmiştir.

‘Kesintili denge’ kuramı fosil sorununu çözmeye ağırlık verdiği için olasılık sorunu ile karşı karşıyadır. Kitabın 4. bölümünde tek bir proteinin oluşumunu izah etmeye tüm evrendeki maddenin, tüm evren-zamanı boyunca yaptığı bileşimlerin bile yetmeyeceğini göstereceğim. Oysa ‘kesintili denge’ kuramında yeni bir proteinin oluşumu şu şekilde açıklanacaktır: “Uzayın çok küçük bir bölümü olan Dünya’nın, küçük bir izole alanında, zaman olarak küçük bir dilimde, küçük bir toplumun genlerinde oluşan değişimlerle yeni protein ortaya çıkmıştır.” Çok daha geniş bir alanda ve zamanda olasılık olarak oluşumu izah edilemeyen yapıları, çok daha dar bir alanda ve zamanda, hem de canlıların üreme hücrelerindeki DNA’lar gibi çok hassas yapılar üzerinde oluşan rastgele değişimlerle açıklamak mümkün değildir. Sonuçta türler arası geçişe dair ara fosil formlarının, dar bir alanda hızlı geçişlerle evrim olduysa bulunmaması elbette daha normal karşılanacaktır. Ama terazinin öbür tarafını bu yaklaşım iyice havaya kaldırır: Olasılık sorunu havadadır.

‘Kesintili denge’ ile ilgili tartışmalar özellikle birçok ateist Yeni-Darwinciyi rahatsız etmiştir. (Aslında bu kuramı ortaya koyanların ve savunanların çoğunun da teizm ile bir ilişiği yoktur.) Ateist kanadın sözcüsü gibi hareket eden Richard Dawkins rahatsızlığını şu satırlarında dışa vurmaktadır: “Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici konuşuyorlar, ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde düzmece bir yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar.”172 Dawkins’in bu ifadeleri, objektif bilimsel bir tartışma ortamının oluşmasından çok, ‘evrim anlayışını yerleştirecek’ bir misyonerlik faaliyetinin arzusunu dile getirir gibidir. Dennett de Dawkins gibi ‘kesintili denge’ kuramından o kadar rahatsızdır ki, ünlü kitabı ‘Darwin’s Dangerous Idea’da (Darwin’in Tehlikeli Görüşü) bu görüşe cevap vermeye çalışmak için uzun bölümler ayırmıştır.173 Evrimciliği tartışılmayacak Eldredge ve Gould gibi iki kişinin, Yeni-Darwinizm’in mikro mutasyoncu yaklaşımına ve aşırı adaptasyonculuğu getirdikleri eleştiriler ve geçiş formlarının eksikliğine dikkat çekmeleri şok etkisi yaratmıştır. Türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar, yeni türlerin veya cinslerin veya familyaların bir anda ortaya çıktığını söylemektedirler. ‘Kesintili denge’ kuramında ise dar bir bölgede kısa bir zaman diliminde türlerin oluştuğu söylendiği için; fosillerin incelemesi veya herhangi başka bir bilimsel yöntemle bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğunu ortaya koyacak bilimsel bir düzenek ve test imkânı oluşturulamaz. ‘Kesintili denge’ kuramıyla ortaya çıkan tartışmalardan da iyice anlaşılmaktadır ki, önce fosiller incelenip sonra Evrim Teorisi’nin doğruluğu ortaya konmamakta; tam tersine, önce Evrim Teorisi’ne inanılmakta ve fosillerin yorumunda bu inanç tümdengelim kaynağı olmakta, canlıların evrimci sınıflandırılmaları bu inanç doğrultusunda oluşturulmaktadır.

‘Kesintili denge’ kuramının hangi ihtiyaçtan ortaya çıktığını incelediğimizde, fosil sorununun Evrim Teorisi açısından önemi ortaya çıkmaktadır. Bu kuram, fosillerle ara geçiş formlarını ortaya koymaktaki yetersizliklerden dolayı ortaya atılmıştır.174 Bu durumuyla da bu yaklaşım mevcut fosilleri açıklayan bir kuram değil, mevcut fosillerden Evrim Teorisi’ni destekleyecek delilleri neden bulamadığımızı açıklamaya çalışan bir kuramdır. ‘Kesintili denge’ kuramı yanlışlanamayan bir teoridir ve objektif bilimsel kriterleri karşılayamaz. Bu teorinin asıl mahareti, mevcut fosil bulgularının Evrim Teorisi’ni yanlışlamasını önlemeye çalışmaktır. Diğer yandan ise ‘fosil-olasılık ikilemi’nde fosil sorununu çözmeye çalışan bu teori, kefenin öbür yanındaki olasılık sorununu daha yukarı taşımaktadır. Gerçi olasılık sorununu, tesadüfi ufak değişimlerle (mikro mutasyonlarla) evrimin oluştuğunu savunan görüşün de aşamadığını kitabın 4. bölümünde göreceğiz. Fakat mikro mutasyoncu yaklaşımı savunanlar, daha geniş bir popülasyona ve zamana evrimi yaymanın, işlerini kolaylaştıracağını düşünmektedirler. Diğer yandan mikro mutasyoncu bir yaklaşım da olasılık sorununu aşmakta yetersiz olduğundan, hiç olmazsa fosillerden gelecek sorunu aşmada kolaylık sağlaması ‘kesintili denge’ kuramının bir avantajıdır. Fakat bu kuram fosilleri, Evrim Teorisi’nin en önemli destekçisi zanneden yaygın kitle görüşünün aksine; fosilleri, halledilmesi, tevil edilmesi gerekli bir sorun olarak gören bir yaklaşımın eseridir. Bu kuramla beraber, en ünlü evrimci fosilbilimcilerin ifadelerinden yola çıkılarak ara fosillerin yokluğu sorununa dikkat çekilmiştir. Oysa Gould’un ifadesine göre, ara geçiş formlarının fosillerinin yokluğuna dair sorun daha önce ‘fosilbilimin ticari sırrı’ (the trade secret of paleontology)idi.175 Dawkins ve Dennett gibi ateist-evrimcileri kızdıran da bu ‘ticari sır’rın açığa çıkartılıp, hasım olarak gördükleri kampa koz verilmesi olsa gerek!

 

KAMBRİYEN PATLAMASI VE EDIACARA FAUNASI

Darwinci Evrim Teorisi’nin en genel anlatımına göre başta tek hücreli bir canlı oluşmuş, canlılar önce türlere, sonra cinslere, sonra familyalara, sonra takımlara, sonra sınıflara, sonra filumlara ayrılmışlardır. Yüz milyonlarca yıl süren bu ayrışmadaki safhalar hep yavaş yavaş aşılmıştır. Fosil bulgulardan beklenen de bu yavaş yavaş ayrışmayı doğrulayan, ‘Darwinci soy ağacı’nı destekleyen delilleri sunması olmuştur. Oysa Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası evrimci beklentilerle en zıt olguları oluşturmaktadır. Prekambriyen (Kambriyen öncesi dönem) dönemde 3 milyar yıl kadar sadece bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin hüküm sürdüğünü fosil kayıtları söylemektedir. Oysa Kambriyen dönemine gelindiğinde (530 milyon yıl kadar öncesi), bir sürü birbirinden farklı çok hücreli canlı, aniden, fosil kayıtlarında kendini gösterir. Içinde sınıf, takım, familya, cins ve türü barındıran filumların yarısından fazlası bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yirmi bin gözlü ‘trilobit’ de beş gözlü ‘opabinia’ da hep bu dönemde, aniden, fosil kayıtlarında gözükmüşlerdir. Darwincilerin fosillerden bekledikleri, fosillerin ‘aşağıdan-yukarıya’ bir evrimi göstermesiydi. Buna göre, türler ancak yüz milyonlarca yıl içerisinde sınıflara ve filumlara ayrılmalıydı. Oysa fosil bulgular, Kambriyen’de, bir anda, filumların ortaya çıktığını göstermiştir. Bu da ‘aşağısı’ olmadan ‘yukarı’nın ortaya çıkmış olmasıdır ki evrimci beklentilere tamamen zıttır.

Darwin de Kambriyen dönemde birçok canlının aniden gözükmesiyle ilgili sorunun farkındaydı. O, teorisinin gerektirdiği gibi, bu dönemden önce binlerce çok hücreli canlı olduğuna inanmaktan vazgeçmedi ve bu olguyu fosil kayıtlarındaki ve araştırmalarındaki yetersizliklerle açıkladı. Darwin’in döneminde bugüne kadarki fosil araştırmalarının % 1’inden azının yapıldığını düşünürsek, bu mazaret, o dönem için yerinde gözükmektedir. Fakat günümüze kadar yapılan araştırmalar, ‘Kambriyen Patlaması’nı -yanlışlamak bir yana- desteklemiştir. 1909’da Charles Doolittle Walcott’un, Burgess Shale’de bulduğu fosiller, 1980’lerde Sirius Passet ve Chengjiang’da bulunan fosiller, Kambriyen dönemde, bir anda birçok canlı türünün ortaya çıktığını desteklemektedir. Artık, fosil araştırmalarının yetersizliği bir mazeret olarak ileri sürülemez. Kambriyen Patlaması yeni araştırmalarla destek kazanmıştır, fakat bu dönemden önce Darwinci yaklaşıma göre olması gereken ara formlar, bu kadar çok yapılan kazıya rağmen bulunamamıştır. Bu fosillerin bulunamaması, artık eksik araştırmaya bağlanamayacağı gibi, Kambriyen dönemden önceki fosillerin ‘tortu bırakmaması’ gibi Darwin tarafından ileri sürülen sebeplere de bağlanamaz. Nitekim Kambriyen Patlaması’ndan önceki üç milyar yıl boyunca Dünya’da hüküm sürmüş yegâne canlı olan tek hücreli bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin fosilleri bulunmuştur. Birçok ünlü fosilbilimcinin de söylediği gibi elimizdeki fosil kayıtları önemli ölçüde güvenilirdir.176 Bu da göstermektedir ki Kambriyen Patlaması bir yanılsama değil, fosilbilimin ortaya koyduğu en enteresan olgulardan biridir.

Bir aralar Ediacara Faunası’ndaki canlıların, Kambriyen dönemde ortaya çıkan canlıların atası olabileceği düşünüldü. 1947’de, Avustralya’da, R. C. Sprigg tarafından Ediacara Faunası bulundu. Burada Kambriyen Patlaması’ndan 40 milyon yıl kadar önce (Prekambriyen dönemin sonlarında) çok hücreli canlılar bulundu. Fakat fosilbilimcilerin de dikkat çektiği gibi, Ediacara Faunası’nın canlıları Kambriyen canlılarından o kadar farklıdır ki,177 bu canlıların Kambriyen dönemindeki canlıların atası olduğu söylenemez. Ediacara Faunası’nda ve Kambriyen dönemde ortaya çıkan canlılar, ilk çok hücreli canlı türleridir ve büyük bir çeşitlilik göstermektedirler. Kambriyen Patlaması’nın on milyon yıl kadar sürdüğü tespit edilmiştir; bu on milyon yıllık zaman dilimi tüm Kambriyen çeşitliliğin oluşma tarihidir. Dünyamızın 4,5 milyarlık yaşını göz önüne alırsak, bu süre dünyanın yaşının 1/450’sine karşılık gelmektedir. Eğer bu on milyon yılı, Ediacara Faunası’ndaki canlıların 40 milyon yıl önce ortaya çıkışı ile birleştirirsek, 50 milyon yılda dünyamızın çok hücreli canlılarla dolduğunu söyleyebiliriz. Bu da dünyanın yaşının 1/90’ı gibi çok küçük bir dilime karşılık gelmektedir. Bu dönemden önce ne ‘kesintili denge’ kuramında ileri sürülen ‘coğrafi olarak izole olacak’ türler vardır, ne de bu dönemde ortaya çıkan çok hücreli canlılara az da olsa benzeyecek, herhangi bir ‘ata form’ vardır. Hem ‘kesintili denge’ kuramının izole olacak ‘hammaddesi’, hem Yeni-Darwinciliğin mutasyona uğrayarak yavaşça değişecek ‘hammaddesi’ önceki dönemde yoktur. Sonuçta ‘kesintili dengeciler’ de ‘yavaş aşamacılar’ da hammaddesi olmadan hayali bir mönü hazırlamışlardır; bu farklı mönülerin talibi çok olsa da, Prekambriyen dönemin boşluğu, adeta unsuz-peynirsiz-domatessiz pizza yapımına mönü hazırlayıcılarını mecbur etmektedir!

Ediacara Faunası’nın ve Kambriyen çeşitliliğin ortaya çıkışı ‘fosil-olasılık ikilemi’ açısından en büyük soruna sebep olmaktadır. Her şeyden önce fosillerden gelen bilgiler, tevil edilemeyecek kadar açık bir şekilde çok hücrelilerin aniden ortaya çıkışını göstermektedir. Darwin’in, klasik, uzun dönemde yavaş gelişimi savunan çizgisini devam ettiren ve olasılık sorununun çözümüne ağırlık veren bilim insanları bile bu olguyu reddede-memektedirler.178 Bir sonraki bölümde göstereceğim gibi, tek bir proteinin ‘tesadüfi oluşumu’ için tüm evren-zamanı boyunca, tüm uzaydaki maddenin bileşimler yapması yetersiz kalır. Oysa Ediacara Faunası ve Kambriyen Patlaması ile ortaya çıkan canlıların vücutlarında; on binlerce yeni protein, yepyeni hücreler, yepyeni organlar, yepyeni beden tasarımları ve yepyeni genetik bilgiler dünya sahnesinde görülmüştür. Eğer en iyimser şekilde Ediacara Faunası’nın başlangıcından Kambriyen Patlaması’nın bitimine kadarki süreyi toplasak bile, ortaya çıkan 50 milyon yıllık süre; milyarlarca yıllık sürenin bile tek bir proteini açıklamakta yetersiz kaldığı düşünülünce, bu kadar büyük bir çeşitliliği açıklamakta çok yetersiz kalacaktır.

Kısa dönemde ortaya çıkan tüm bu canlılardaki proteinler hücre içinde yeni fonksiyonları gerçekleştirecek şekilde organize olmuşlardır, yeni hücreler ise yeni doku, organ ve beden bölümleri olarak organize olmuşlardır. Yeni bedenler, hiyerarşik olarak organize olmuş, her vücut bölümü kendi fonksiyonlarını üstlenerek bedenin bir parçası olmuştur. Sonuçta, Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası ile birçok yeni vücut tasarımı ortaya çıkmıştır ve birçok ‘özelleşmiş kompleks’ beden bölümlerinden oluşan bu tasarımlar, ‘belirlenmiş kompleks bilgileri’ gerektirirler ki bunun da bir açıklamasının yapılması gerekir.179 Tesadüfi bir evrim süreci ne mikro seviyedeki protein moleküllerinin, ne de makro seviyedeki beden organizasyonlarının açıklaması olabilir. Bu konu 4. bölümde daha ayrıntılı bir şekilde incelenecektir.

Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası’nın ‘küçük aşamalarla canlıların oluşumunu açıklayan Evrim Teorisi’ne açtığı sorunlar beş maddede özetlenebilir:

1- Çok hücreli canlılığın aniden ortaya çıkışı.

2- Çok büyük bir çeşitliliğin aniden ortaya çıkışı.

3- Evrimci ‘aşağıdan-yukarı’ beklentinin aksine birçok filumun aniden ortaya çıkışı.

4- Dünya tarihinin bu kadar dar bir aralığında, mikro düzeyde ortaya çıkan on binlerce protein gibi yapının tesadüfi oluşumunu açıklamanın olasılıksal imkânsızlığı.

5- Dünya tarihinin bu kadar dar bir aralığında, makro düzeyde ortaya çıkan özelleşmiş organlarıyla beden planlarını açıklamanın olasılıksal imkânsızlığı.

 

Türlerin bilinçli bir şekilde bağımsız yaratıldıkları veya evrimin bilinçli bir şekilde yaratılan bir süreç olduğu görüşü, Kambriyen Patlaması’nı ve Ediacara Faunası’nı açıklamakta zorluk çekmez. Çünkü bilinçle ve kudretle oluşturulmuş bir yaratılışı savunanlar için, türlerin aniden ortaya çıkışları -ister evrimle, ister bağımsız yaratılışla olsun- sorun değildir. Bilinçli, kudret sahibi, olaylara hâkim bir Güç’ün tasarladığı süreçlerde olasılık sorunu olmaz. Bir zarın milyon kere üst üste tesadüfen altı gelmesi olasılık olarak hemen hemen imkânsızdır; fakat bilinçle, zarları altı olarak koyabilen biri için olasılık sorunu olmaz. Bu yüzden, bahsedilen beş maddedeki sorun sadece dış bir Güç’ün müdahalesini kabul etmeden, tesadüfi bir evrimi savunanlar için geçerlidir. Asıl sorun evrimin olup-olmadığı değildir; asıl sorun, canlıların tesadüfen mi oluştukları, bilinçli bir şekilde mi yaratıldıklarıdır.

 

EVRİM TEORİSİ OLMADAN BİLİM OLUR MU?

Dobzhansky, Evrim Teorisi olmadan biyoloji bilimindeki hiçbir şeyin anlam ifade etmeyeceğini söylemiştir.180 Bu iddia, biyoloji bilimine büyük bir haksızlık olarak görünmektedir. Canlıların tüylerinin, kalplerinin, beyinlerinin, kaslarının, kemik yapılarının, kanatlarının, dişlerinin veya moleküler yapılarının hepsi; mevcut türlerin -tarihlerinden bağımsız olarak ele alınmalarıyla- incelenmeleriyle tespit edilmiştir. Bir kimsenin, insanın maymunumsu canlılardan evrimleştiğine inanmasaydı, insan kalbi hakkında daha farklı bir bilgiye sahip olacağını veya kuşların sürüngenlerden evrimleştiğine inanmasaydı, kuşların kanatları hakkında daha değişik bir bilgiye sahip olacağını söyleyemeyiz. Tüm organların gerek moleküler yapıları, gerekse diğer organlarla bağlantıları mevcut türler üzerindeki gözlemlere dayanır.

Evrim Teorisi gözlenemeyen bir sürece dayandığı için, mevcut türler hakkındaki bilgilerin bu teoriye dayanmasına olanak da yoktur. Bir veterinerin, kuşun kanadı kırılırsa uygulayacağı tedavinin veya bir doktorun, insanın kalp bölgesinde yapacağı ameliyatın, bu teoriye inanmasından veya inanmamasından kaynaklanan bir farklılığı olmayacaktır. Evrim Teorisi’nin doğruluğuna inanç, doğal seleksiyonun türlerin yok olmasında en önemli mekanizma olduğu ve mutasyonlar ile coğrafi izolasyonun türlerin değişiminde çok önemli olduğu hususlarını kabul etmek için bile zaruri değildir. Bir biyolog, tüm bunların önemini kabul etmesine karşılık, bunların, canlılardaki özelliklerin ortaya çıkışını açıklamada yetersiz olduğunu düşünebilir. Nitekim günümüzdeki, Evrim Teorisi’ni reddeden veya bilimsel yetersizliğini savunan bilim insanlarının hemen hepsi; doğal seleksiyon, mutasyon ve coğrafi izolasyonun canlılar dünyasındaki önemini kabul etmektedirler.

Evrim Teorisi’nin ortaya koyamadığı bilimsel yasalara karşı, ‘insan türünün her bireyinin kan dolaşımının kalple sağlandığı’şeklinde, her bir insan için mutlak bir biyolojik yargının veya ‘insan türünün bireylerinde kalbin genelde solda olduğuna (bazen sağda olabilir)’ dair olasılıksal bir biyolojik yargının varlığı ileri sürülebilir. Bu yargılar, fiziğin yasaları gibi, örneğin çekim gücü yasası veya hareket yasaları gibi bütün evrene ait yasalar değildir. Biyolojinin incelediği canlılar, salt bu dünyaya ait olduğu için bu tarzda evrensel bir biyoloji yasası mümkün değildir. J.C. Smart, bir yasanın, uzay ve zamanla sınırlandırılmamış olması gerektiğini, bu yüzden biyolojide hiçbir yasanın bulunmadığını söylemiştir.181 Bilim felsefesinde neye yasa denip denemeyeceği üzerinde çok tartışma yapılmıştır.182 Bu tartışmalara girmemek için, biyolojik türlere dair genellenebilen bilgilere ‘yargılar’ dedim. Bu yargılar, gözlemlerden yola çıkılarak yapılan genellemelerdir; karşınızda oturan kişi insan ise, onun kan dolaşımını sağlayan bir kalbinin olduğunu, teknolojik bir cihazla görmeden de öngörebiliriz. Biyolojideki bu yargılar sayesinde ameliyatlar ve tedaviler yapılır, gerekirse yapay organlar ve protezlerle canlı türlerindeki sorunlar çözülmeye çalışılır. Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı gibi bir önkabulden tamamen bağımsız olarak geniş bir biyoloji alanı mevcuttur. Bu alandaki bilgilerin, bilimselliğin; gözlemsellik, deneysellik ve öngörü gibi kriterlerinin hepsini karşıladığı rahatlıkla söylenebilir. Biyolojideki mevcut türlerin incelenmesine dayalı bilimsel bilgiler; Popper gibi filozofların ve Michael Denton gibi biyologların, Evrim Teorisi’ne yönelttikleri bilimsel kriterleri karşılayamama eleştirisinden de uzaktırlar.

Evrim Teorisi’ni apriori olarak doğru kabul edip tümdengelim kaynağı yapmadan da canlıların sınıflaması gibi birçok bilimsel çalışma gerçekleştirilebilir. Darwin’den önce birçok ünlü biyolog canlıları homoloji temelinde, ama evrimi öngörmeden sınıflandırmışlardı. 1980’li yıllardan itibaren ön plana çıkan ‘cladism’in canlılar sınıflandırmasında da fosilbilimden gelen bilgiler göz önünde bulundurulmadan canlılar sınıflandırılması yapılmaktadır. Cladism, Wilma George tarafından ‘evrim-dışı sınıflandırma’ olarak nitelendirilmiştir. Cladism, Aristoteles’ten beri canlılar sınıflamasına hâkim olan, canlıları birbirinin devamı olarak algılamayan yaklaşımı esas almıştır.183 Günümüzde birçok müzede de sınıflama ‘cladism’in yaklaşımı çerçevesinde yapılmaktadır. Canlıların tarihine dair fosilbilimde, moleküler saat yaklaşımında ve canlılar sınıflamasında birbiri ile uyuşmayan tablolar ortaya çıktığına göre hatanın nerede yapıldığının ciddi şekilde düşünülmesi gerekir. Aynı teori tüm bilim dalları için aynı şekilde doğru olmalı ise, nasıl oluyor da farklı alanlarda bu teori ile ilgili varılan sonuçlar birbirleriyle hiç uyuşmayan tablolar sunabilmektedir? Türlerin karmaşık yapısı, gerçekte ‘tür’ün ne olduğunun tarifinde önemli güçlükler çıkarmış ve canlılar sınıflaması ile ilgili hiçbir model tüm güçlüklerin üstesinden gelememiştir.184 Evrim Teorisi mutlak bir gerçek olarak kabul edilmeden de (Evrim Teorisi’ne karşı agnostik yaklaşıp) canlılar, benzerlikleri temelinde sınıflandırılabilirler. Bütün canlı sınıflamaları salt zihnin projeksiyonlarından ibarettirler; bu sınıflamalar ancak canlıları daha kolay tanımamız gibi pratik faydalara hizmet ederler; zihnimizin bu projeksiyonlarının, canlılar dünyasında tam bir ontolojik karşılığının olduğunu düşünmek büyük yanılgıdır. Bu hatanın tarihteki en ünlü örneği Linnaeus’tur, üstelik o yaptığı canlılar sınıflaması ile Tanrı’nın düşüncelerini çözdüğünü söyleyecek kadar ileri gitmişti. Linnaeus’un sınıflaması Tanrı’nın düşüncelerinin keşfi olmadığı gibi, Darwinci sınıflamalar da canlıların kökeninin bilgisini vermekten çok uzaktır. Canlılar hiçbir sınıflamaya tam oturamayacak kadar istisnayı, çeşidi ve sürprizi barındırmaktadırlar. Belki de canlı türlerini anlamanın en iyi yolu, her bir türü, sınıflamalara bakmaksızın kendine has özellikleriyle ele almak ve sınıflandırmaların getirdiği kolaylıkların yanında yol açtıkları zararlardan korunmaktır.

Evrim Teorisi’nin bir teorinin doğru kabul edilmesi için gerekli bilimselliğin birçok kriterini karşılayamadığı, bu bölümün başından buraya dek ayrıntılıca gösterildi. Bu, Dobzhansky’nin dediği gibi bütün biyolojinin anlamsızlaşacağı anlamına gelmez, sadece ‘doğa tarihi’ üzerine bilgimizin çok sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerektiği anlamına gelir. ‘Biyoloji’ canlılar üzerine bir çalışmadır; ‘Evrim Teorisi’ ise bu canlıların kökeni ve tarihi ile ilgilidir. Biyoloji biliminin birçok verisi, gözlem ve deney destekli olmasına karşın, Evrim Teorisi’nin bu tarz dayanakları yoktur. Canlılar sınıflaması, morfoloji, ekoloji gibi çalışma alanları için; canlıların kendi aralarında ve çevreleriyle sabit ve istikrarlı ilişkileri ‘canlıların tarihi’ne ilişkin bilgilerden çok daha değerlidir.185 ‘Canlıların tarihi’nin yaratıcısı olduğu iddia edilen tesadüfi mutasyonlar, analiz edilemeyen yapıları ile bilimin araştırma alanına giremezler; fakat türler, hem bedenleri hem üremeleri hem davranışları hem de moleküler yapıları gibi gözlenebilen ve sabit özellikleriyle (gözlemlenemeyen tarihsel hikâyeleriyle değil) biyoloji açısından gerçekten değerli olan bilgileri sunarlar. Evrim Teorisi mutlak bir gerçek olarak kabul edilmeyince; ne kuşların uçuşu, ne balıkların yüzgeçlerinin vazifesi, ne ipekböceğinin ipek üretmesi, ne memelilerin üremesi üzerine bilgilerimiz yok olur: Canlıların sınıflandırılması da mümkündür; doktorların ve veterinerlerin faaliyetleri de aksamaz. Sadece ‘doğa tarihi’ üzerine bilimsel cehaletimizi kabul ederek, bu konudaki araştırmaların daha devam etmesi gerektiği sonucuna varırız. Bu araştırmalarda Evrim Teorisi’nin, türleri birbirlerinin ardılları kabul eden yaklaşımı da göz önünde bulundurulması gerekli önemli bir hipotez olarak iş görebilir, hatta görmelidir. Fakat mevcut veriler, ‘doğa tarihi’ konusunda nihai yargıya varmayı mümkün kılmamaktadır. Daha önceki sayfalarda ayrıntılıca göstermeye çalıştığım gibi, mevcut paradigma, Evrim Teorisi’nin doğruluğunu eğitim sistemleri aracılığıyla empoze ettirerek, canlılarla alakalı bütün olguların bu teoriye göre yorumlanmasını istemekte; bu teorinin bilimsel kriterleri karşılamadaki zaafları, paradigmada gedik açılmaması için tartışma konusu bile yaptırılmamaya çalışılmaktadır.

Evrim Teorisi, ancak ‘doğanın müdahaleye kapalı olduğu’na dair (natüralizm: doğacılık) apriori bir inancı merkeze alma durumunda en iyi açıklama olarak gözükmektedir. (Bu inancın tutarlı olup olmadığının değerlendirmesini bundan sonraki bölümde yapacağım.) Bu apriori inancı bir kenara bıraktığımızda, türlerin ayrı ayrı yaratıldıkları veya türlerin birbirlerinden evrimleştikleri veya bazı kökensel türlerin yaratıldıkları ve diğer türlerin bunlardan evrimleştikleri iddialarından hangisinin doğru olduğunu belirleyecek objektif bilimsel verilere sahip değiliz. Canlılardaki benzerlikler; Tanrı’nın zihnindeki plan, canlıların aynı hammaddeden (topraktan) yaratılması, aynı dünyadaki aynı çevreye tepki vermeleri gibi ortaklıkların temelinde de anlaşılabilir ve anlaşılmıştır. Tüm bunlardan anlaşılan odur ki, birçok kişi olgulardan yola kalkıp ontoloji oluşturmamakta, ontolojide sahip olunan inanca uygun olarak olguları yorumlamaktadırlar. ‘Doğanın içinde kalma’yı felsefî bir ilke olarak benimseyen natüralist-materyalist bir ontoloji sahibinin, Evrim Teorisi’ne inanmak dışında görünür hiçbir çaresi yokken; Tanrı’nın merkezde yer aldığı bir ontolojiyi benimseyen biri, ‘Tanrı için her şey mümkündür’ ilkesince, Evrim Teorisi’ni de türlerin bağımsız yaratılışını da kabul edebilir. Tanrı merkezli ontoloji, Evrim Teorisi dışında da imkânları mümkün kıldığı için, ‘sadece doğanın içinde kalmak’ gibi apriori bir ilkeyi benimsememek yüzünden, teistlerin tavrı, ateistlerinkinden farklı olacaktır. Aslında teist ontolojinin sunduğu alternatif imkânlar, bir teistin daha objektif bir şekilde Evrim Teorisi’ne yaklaşmasını sağlayabilir. Çünkü teist, Tanrı merkezli ontolojisini Evrim Teorisi ile uzlaştırabilir, oysa günümüz biyolojisinin ‘kendiliğinden türeme’ ile türlerin oluşamayacağını göstermesinden sonra; bir ateistin, türlerin birbirlerinden bağımsız oluşumunu, ontolojisini değiştirmeden kabul etmesi mantıken mümkün değildir. Bu yüzden Richard Dawkins, ancak Evrim Teorisi ile rasyonel bir ateizmin mümkün olabildiğini söylemiştir. Fakat bir teist için bunun tam tersi, yani türlerin bağımsız yaratılışının kabulü, mutlak bir ihtiyaç değildir. Tanrı’ya inancı olan kişilerin Evrim Teorisi’ni reddetmek zorunda olduğu iddiası, tamamen yanlış bir görüştür. Bu konu kitabın son bölümü olan 5. bölümde işlenecektir.

Newton’un kozmolojisi kurulduğunda hala bilimsel bir kozmogoni (evrenin kökenine dair bir teori) mevcut değildi. Kant ve Laplace ile başlayan girişimlerden epey sonra, ancak 1920’li yıllardan itibaren, Big Bang Teorisi ile bilimsel bir kozmogoni ortaya çıktı. Kökene dair bilimsel teorilerin kendilerine has zorlukları vardır. Biyolojinin kendine has zorluklarıyla bu sorunun birleşmesi, canlıların kökeni ve tarihi (biyogoni) konusundaki bilimsel bilgilerimizin yetersizliğinin nedeni olarak gösterilebilir. Olması gereken bilimsel yaklaşım -belli konuların açıklamasında açık kalmasın diye- bilimsel kriterleri karşılamayan bir teoriyi mutlak gerçek olarak sunmak değildir. Biyolojide -diğer bilimlerde de olduğu gibi- bir teorinin doğru kabul edilmesindeki kriter, belli ‘metafizik kanaatler’e (natüralizm gibi) uygunluğu değil, bilimsel kriterleri karşılayıp objektif delillerle desteklenmesi olmalıdır. Bilimsel açıdan en dürüst yaklaşım, canlıların kökenine ve tarihine dair bilgilerimizin yetersizliğini kabul etmektir. (Doç. Caner Taslaman) http://www.evrim.gen.tr/articles.asp?id=4

posted in YARATILIS | 2 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN AÇISINDAN EVRİM TEORİSİ

Silivri’de uzun yıllardır gazetecilik yapan Kaan Göktaş’ın ‘Kur’an açısından Evrim Teorisi’ isimli ilk kitabı çıktı. Yeni çıkan kitabı ile ilgili ilk kes Değişim’e konuşan Göktaş, kısa bir süre sonrada ikinci kitabı “Bu Kıldığın Namaz Değil’ adlı kitabının piyasada olacağını söyledi.

Kaan Göktaş 1983 yılında Silivri’de doğdu ve eğitimini de Silivri’de tamamladı. Gazeteciliğe 14 yaşında başlayan Göktaş, Hürbakış, Manşet, Silivri Haber, Trakya Express gibi bir çok yerel gazetede muhabirlik, temsilcilik ve haber müdürlüğü yaptı. 2005 yılında kendi şirketi olan SH Dijitali kurdu. SH Dijital bünyesinde kısa süreli bir gazete ve 24 sayı boyunca da aktüel haber dergisi çıkardı.

 

Gazetecilik mesleğini çok seven Göktaş, 2001 Yılın Basın Ödülü, 2002 Yılın Basın Ödülü, 2007 LKD En İyi Kurumsal Kullanıcı Büyük Ödül Finalisti gibi ödüller aldı.
Gazeteciliğin yanında Türkçe Rap dalında, prodüktörlüğünü de yaptığı üç albümü yayınlandı. Bir dönem İşçi Partisinin ilçe başkanlığını yaptı. Şu anda da hala aynı partinin üyesi olarak siyasal çalışmalarına fırsat buldukça devam ediyor.
Kaan Göktaş’la yeni çıkan kitabı hakkında görüştük.

 

-‘Kur’an açısından Evrim Teorisi’ adlı kitabınızın yazılış amacı nedir?

 

– Kitabın amacı, bilimsel gerçeklere sözde Allah adına karşı çıkarak “evrim teorisi yoktur” diyen mehdi özentisi şeyh bozuntusu kimi kişilerin aslında Yahudilik ve Hristiyanlık adına hizmet ettiğini, gerçek İslam’ ın ve Kuran’ ın ise bilimle çelişmeyi bırakın, bilimsel gerçekleri bin yıl önceden haber verdiğini ortaya koymak. Çamurdan heykel şeklinde yaratılış Kuran’ da geçmez. Bu masal, önce antik medeniyetlerin efsanelerinde, sonra da onlardan esinlenerek sonradan insanlar tarafından değiştirildiği bilinen Tevrat’ ta ve Hristiyan sözlü külliyatında yer alır. Bu ikisinden de uydurma hadisler yoluyla İslam sözlü külliyatına geçmiştir. Ancak Kuran’ da, Tevrat’ ta ya da hadislerde anlatıldığı gibi bir “yaratılış” tan bahsedilmez. Kuran’ da da “çamur” yani “balçık” tan bahsedilir ama kocaman bir farkla; “canlı hayatın balçık katmanları arasında başladığını” söyleyerek.

 

-Araştırmalarınızı yaparken nasıl bir yol izlediniz?

 

Bu kitabı derlemek ve kaleme almak için uzun bir araştırma safhası gerekti. Öncelikle yaratılış ve ilk insanı konu alan tüm efsaneleri, mitleri, Tevrat ve İncil ile Yahudi ve Hristiyan sözlü dini geleneklerini (mişna) inceledim. Daha sonra, İslam sözlü külliyatında, yani hadis denilen eserlerde tarama yaptım. Konuyla ilgili daha önceden yazılan pek kitap bulunmasa da bazı kaynakları da inceledim. Tabi buradan sonra Allah’ ın insanlara bahşettiği akıl devreye giriyor. Bilimsel kaynaklardan insanın dünyaya gelişini, evrimi okuduğunuzda, bazı temel paradoksal, “sorulmak için sorulmuş” sorular haricinde akla ve mantığa aykırı bir şey göremiyorsunuz. Mesela evrim teorisinin en büyük handikapı ara türler denilen fosillerin henüz bulunamayışı. Bunu Darwin de söylüyor.

 

Bu yüzden zaten evrim, halen bir “teori”. Mesela bazı sivri zekalar, “madem evren bir patlamayla (big bang) meydana geldi, o patlamadan önce ne vardı?” gibi sorular sorarlar. Bunlar sırf sorulmak için sorulan sorulardır. Bu gibi spekülasyonlara girmezsek, Kuran’ da 30′ dan fazla tekrarlanan ilahi emir olan “Aklınızı Kullanın” emrine uyan ve Allah’ ın bahşettiği aklını kullanan bir insan, tarih öncesi çağların efsanelerine, değiştirilmiş Yahudi ve Hristiyan kitaplarına, oradan apartılmış uyduruk hadislere değil, bilimin gösterdiklerine inanıyor, onları kendine yakın buluyor. İşte Kuran tam bu noktada adeta bir “hakem” görevinde. Dini kendi ruhban saltanatları için çarpıtıp insanlara yanlış göstermekten çekinmeyenler, Kuran’ ın da kendi yalanlarını onayladığını empoze ediyorlar insanlara.

 

Oysa öyle değil. Doğal olarak, Kuran, aklın ve mantığın onayladığı şeyi onaylıyor. Yani çamurdan heykel gibi yaratılan, cennetten dünyaya “paraşütle” gönderilen insan değil, milyonlarca yılda tek hücreden başlayarak günümüz insanına kadar süren bir bilimsel,, evrimsel süreç.. Kitapta sadece Kuran ayetlerini kullandık. Ayetlerin çevirilerini ünlü İslam alimi Dr. Edip Yüksel yaptı. Ayrıca Yaşar Nuri Öztürk ve Muhammed Esed gibi ünlü isimlerin çevirilerinden de yararlandım. Sonuçta ortaya doyurucu bir eser çıktığı kanaatindeyim.

 

-Genelde din konulu kitaplar okuyucudan büyük tepkiler alır. Senin böyle bir kaygın ya da korkuların var mı?

Ne gazeteciyken, ne kitabı yazarken doğruları söylemekten asla korkmadım. Üstelik korkmam için bir sebep de yok. Korkması gerekenler 1400 yıldır İslam’ ı esir alan ruhban sınıfı. Korksunlar çünkü yavaş yavaş saltanatlarının sonu geliyor. İnsanlar aydınlanıyor. Artık insanımızın hocaların, şeyhlerin, mezheplerin söyledikleri yalanlara ihtiyacı kalmayacak. Eskiden ulaşılamaz konumda olan ve insanlarımızı bu kişilerin iki dudağından çıkacak kelimelere mahkum bırakan, İslam’ da bu kişilerin bir kabalaizm oluşturmasına neden olan bilgi, artık çok yakın, ulaşılabilir durumda. İslam’ ı kullanarak kurdukları ve insanların inançlarını sömürdükleri tarikat-mezhep-ruhban saltanatları sona ermek üzere.

 

Onlar da zaten bunun çırpınışı içindeler. İnsanlar artık dini konularda falanca şeyhe, bilmem ne hocaya değil, tek  kaynak olan Kuran’ a başvuracaklar, din adına aradıkları her şeyi onda bulacaklar.

 

-Kitabın içinde sana yanlış gelen bazı konular yer alıyor. Üzerinde en fazla durduğun konular hangileri ?

 

“ Kitapta konusu gereği Kuran’ da insanın yaratılışını anlatan ayetlerin üzerinde durdum ve onları açıkladım en çok. Ancak yoğunlukla üzerinde durulan bir başka konu da hadisler konusu. Kitaba kesinlikle tek bir hadisi bile kaynak olarak koymadım ve bunu da kitabın sonunda uzun bir şekilde açıkladım. Dini referans olarak sadece Kuran’ ı alıyorum. Hadisleri hiçbir şekilde dini emir ve kaynak olarak görmüyorum. Hadisler peygamberimiz adına onun ölümünden onlarca yıl sonra uydurulmaya başlanmıştır.

 

Hadislerin büyük kısmı peygamberimize iftiralar yalanlar içerir. Hadisleri dine sokanlar, Kuran’ ı değiştiremeyeceklerini anlayıp kendi çıkarlarını bir şekilde devam ettirme çabasına giren münafıklardır. Oysa bunu hadis kitapları yazılmadan 200 yıl önce, Peygamberimiz hayattayken bilen Yüce Allah, Kuran’ da bakın ne diyor :
“Allah’ tan ve ayetlerinden sonra başka hangi HADİSE inanıyorlar?” (45:6)
“Doğru sözlüler iseler ona (Kur’an’ a) benzer bir HADİS getirsinler.” (52:34)
“Halktan öyle kimseler var ki, bilgisizce Allah’ ın yolundan saptırmak ve onu küçük düşürmek için boş HADİSLERİ izlerler. İşte onlara küçük düşürücü bir azap vardır.” (31:6)

 

-Kitapla ilgili ilk tepkiler nasıl?

 

şu an kitap piyasaya çıkalı dört-beş gün oldu. İlk tepkiler çok iyi. İnsanlar ilgi gösteriyor ve merak ediyor. Kitap çıkmadan bir hafta önce Nevşehir’ de düzenlenen “Kuran ve Akıl Sempozyumu” nda konuşmacı olarak bulundum. Orada 70′ i aşkın ilahiyatçı ve din düşünürüne kitabın konusunu ve içeriğini tanıttım. Çok ilgi gösterdiler. Normalde herkes bir saat konuşurken, ben 2.5 saat kadar kürsüde kaldım ve bitmek bilmeyen sorular sordular. Sorular bitip indiğimde ise tebriklerle karşıladılar beni. Şu anda da tepkiler, ilgi çok iyi. Umarım daha da iyi olacaktır.

 

-İleride bu kitabın devamı şeklinde ya da başka kitap çalışmalarınız olacak mı ?

 

İkinci kitap için çalışmalarımı tamamladım. Onun da ismi “BU KILDIĞIN NAMAZ DEĞİL”  olacak. Kışa doğru piyasada olur diye planlıyoruz. Devamı da gelecek tabi. Mesela şu an bir başka çalışma üzerinde kafa yoruyorum. Allah bizlere akıl vermiş ve kullanmamızı emretmiş. 30′ dan fazla defa Kuran’ da “Aklınızı Kullanın” emri vardır ki, “namaz kılın, oruç tutun” emirlerinden fazladır sayısı. Ben de aklımı kullanmaya devam edip, insanlara faydalı olacak, doğruyu gösterecek şekilde üretmeye devam edeceğim. (HABER: Müge CESUR) http://www.silivriliyiz.com/anasayfa/haber_oku.asp?haber=3512

 

KAAN GÖKTAŞ’ IN “KURAN AÇISINDAN EVRİM TEORİSİ” İSİMLİ KİTABININ DR. EDİP YÜKSEL TARAFINDAN YAZILAN ÖNSÖZÜ

“Kaan Göktaş genç bir araştırmacı. Benimle MSN Messenger’ de sohbet ederken Kuran ışığında insanın yaratılışını konu edinen bir kitap yazdığını bildirdiğinde sevindim. Chat ortamında kitabın içeriği üzerinde pek bilgi alış verişi yapamadığım için kitabın ismini sordum. “İnsanın Doğum Günü” dedi. Düzinelerce kitaba isim vermiş bir yazar olarak hemen kitabın ismi konusunda çekincemi ilettim ve biraz muzipçe bir başlık önerdim. Böylece kitabın adı doğdu ve kapağa paraşütle kondu. (Bu kısım kitabın ilk adı olan ve anons edilen “adem baba dünyaya paraşütle mi indi?” için geçerliydi. k.g.)

Kitabı inceleyip irdeleme imkanım olmadı. Belki de, “doğru dürüst incelemediğin bir kitaba niçin ön söz yazıyorsun be Edip?” diye bana çıkışacaksınız. Haklısınız. Ne var ki, doğru dürüst incelemedikleri nice kitabı beğenmenin ötesinde kutsayan milyarlarca insan var. Hatta aydın veya bilim adamı geçinen milyonlarca insan doğru dürüst incelemedikleri Bahavat Gita’ yı, Eski Ahit’ i, Yeni Ahit’ i, Kuran’ ı, Buhari’ yi, İbni Hanbel’ i ve daha nice kitabı kutsayıp göklere çıkarmaktalar.

Kaan’ın konuya yaklaşımını, yürüttüğü mantığı, metodolijisini ve vardığı sonucu makul bulduğum için kitabını detaylı olarak incelemeye pek gerek de bulmadım doğrusu. Bu kitap, her insan ürünü kitap gibi, hatalar ve desteklenmemiş savlar içerebilir; okuyucu her kitap gibi bunu da Kuran’ ın önerisine uygun olarak kritik bir biçimde okumalı (39:18).

Sigmund Freud, Karl Marks, Adam Smith ve Charles Darwin gibi alanlarında devrim yapan bilim adamlarını sokaktaki adamın duygularını gıdıklayacak ifadelerle karikatürize ederek alaya alıp reddetmiştim. Halbuki Charles Darwin Kuran’ın 29:20 ayetindeki ilahi öğüdü uygulayan bir araştırmacıydı.

Bir zamanlar, Katolik Kilisesi’ nin Copernicus ve Galileo’ nun dünya yerine güneşi merkeze oturtan modele Allah adına açtığı savaşın bir benzeri şimdi de Darwin’ in geliştirdiği evrim teorisine karşı açılmış bulunuluyor. Müritlerinin yazdığı veya sağdan soldan aşırarak derlediği kitapların üzerine kendisine sonradan yakıştırdığı uydurma ismini koyan bir mehdi özentisi şeyhin Allah adına, İslam adına evrim teorisine karşı açtığı savaş maalesef konu hakkında pek bilgisi olmayanları etkilemektedir.

İki yıl önce bu konuda felsefi bir makale yazmaya karar verdim. Orijinalini İngilizce yazdığım makalemin başlığı: “The Blind Watch-watchers or Smell the Cheese: An Intelligent and Delicious Argument for Intelligent Design in Evolution. (Kör Saat İzleyicileri veya Peyniri Kokla: Evrimde Akıllı Tasarım için Zeki ve Lezzetli bir Tartışma.)”. Akıllı tasarımın evrimin her anı ve noktasında kendini gösterdiğini tartışan İngilizce makalemi Quran: a Reformist Translation adlı Kuran çevirisinin arkasına ekledim. Bu makalenin Türkçesi, Ozan Yayıncılık tarafından yakında yayımlanacak olan felsefi makalelerimi içeren kitapta yer alacak inşallah.

“Biz hepimiz bu gezegendeki maceramıza, hayati ve acımasız bir yarışmada küçük canlı bir şampiyon olarak başladık. Genetik yapımızın yarısı, kurbağa yavrusuna benzeyen başlı başına bir spermdi. Umulur ki, dünyaya doğmadan dokuz-on ay önceki olaylar bazı kahkaha ve karşılıklı sevgi dolu öpücükleri içeriyordur. Bir kalem uzunluğunda bir tüp içerisinde bir gün süren uzun bir maratonun sonunda, yani vajinadan başlayıp serviks ve uterus boyunca ilerleyerek sonunda diğer yarımızla karşılaştık. Böylece yaşam ödülünü ya da mahkumiyetini kazandık. (Bu makalenin yazarı bir bayan olsaydı bunun tam tersi de anlatılabilirdi: “Genetik yapımızın yarısı bir zamanlar uslu uslu bekleyen bireysel yumurtalardı…” şeklinde başlayabilirdi). Seçilen kadın yumurtalarından birine ulaştıktan sonra, çoğumuz şampiyon spermler olarak yumurtaları bencilce kapadık ve milyonlarca kardeşimizi ölmeye mahkum bıraktık. Beğensek de beğenmesek de, milyonlarca potansiyel spermi bizden biraz daha yavaş oldukları veya şansız oldukları için ölmelerine sebep olan bencil genler olarak başladık. Biz aslında tarih boyunca kendilerini zafer kazanmış kimseler olarak bilen katillerin çocuklarıyız. Dahası, biz dünya hayatımıza olası kardeşlerimizi kitlesel imha yoluyla öldürerek başladık. Biz Kabil’in çocuklarıyız; bizler, makro ve mikro dünyanın her ikisinde, acımasız savaşlarda sağ kalanlarız.

“Evet, organik roketlerimiz organik gezegenlerimizi vurduktan sonra, zigotlara dönüştük ve annemizin karnında 266 gün sürecek bir evrimi yaşamaya başladık. Adenin, Sitozin, Guanin, ve Timin adlı dört baz veya nükleotid diliyle kodlanmış yaklaşık altı bilyon bitlik DNA programı, fiziksel evrenin en harika ve kompleks varlığı olan bir buçuk kiloluk pelteyi, insan beynini yaratır.”

Neden birçok insan maymundan evrimleşmeyi hazmedemiyor? Pis kokan bir damla meni ve yumurtacıktan, kurbağa gibi bir fetusten, altına pisleyen ve gördüğü her şeyi ağzına sokan bir bebekten evrimleşmeyi kabul ediyorlar da sevimli bir şempanzeden evrimleşmeyi onurlarına yediremiyorlar? Hulusi Başar Çelebi adlı bir arkadaşın 19.org sitesinin Türkçe forumunda 2006 yılında evrim teorisini tartışan bir zincirde evrim teorisini savunduğum için beni şiddetle eleştiren bir arkadaşa cevap olarak astığı bir kaç satırı burada sizinle paylaşmak isterim:

“Tabuları yıkmak mı, yoksa tabuları korumak mı daha ciddi iş? Maymun ya da yılan ya da kedi ya da sinek… Ne kadar aşağılık mahluklar değil mi? Leş gibi kokar, leş gibi yerlerde dolaşır. Aman mideciğim bulandı. İnsan ise cisim olarak istisna he mi? Misk-ü amber ve-l çember kokar durur. Bambaşka malzemeden imal edilmiş. Kılsız, tüysüz, hormonsuz, kokusuz, berrak, süt dök yala yani. Cesetleri de gömme, al ciğerini as duvara gözün gönlün açılsın. Vay be nasıl bir saplantıymış bu. Hepsinin ham maddesi birdir. Bu da bir ayettir ama görene. Darwin’ i geç, materyalizmi geç, madem beğenmiyorsun. Ama evrim bir hakikattir. Milyonlarca yıldan beri mutasyon geçiren bütün canlılar şekil de karakter de değiştirmiştir.”

Maymunlardan genetik olarak miras aldığımız ilkel hormonlarla tepki göstereceğimize, aşağıdaki ayetler üzerinde düşünüp akledelim. Hormonlarla akledilmez. Cahili olduğumuz konulara hormonlarla veya taklidi normlarla tepki göstererek de akledilmez. Bu tür tepkiler olsa olsa maymunlaşmaya doğru gerileşmemize sebep olur:

15:26 İnsanı, kurumuş, yıllanmış balçıktan yarattık.

Yaratıcı’nın mikroskobik canlılarda başlattığı biyolojik evrelerin ilk belirtileri balçık katmanları arasında başladı. Balçık geosedik olarak sekizyüzlü ve dörtyüzlü dizilen bir atomlar şebekesinden oluşur. Sekizyüzlü ve dörtyüzlü birimler sıkıca paketlenmedikleri için birbirlerine göreli olarak kayma özelliğine sahiptirler. Moleküler yapısındaki bu esneklik, balçığın birçok kimyasal reaksiyona katalizör olmasını sağlar. İnsanlar balçık katmanları arasında milyonlarca yıl önce başlayan organik hayatın en gelişmiş meyvesidir.

24:45 ALLAH bütün canlıları sudan yaratır. Onlardan kimi karnı üzerinde hareket eder, kimi iki ayakları üzerinde hareket eder, kimi de dört ayak üzerinde hareket eder.7 ALLAH dilediğini yaratır. ALLAH her şeye gücü yetendir.

Milyonlarca yıl önce iki ayak üzerinde yürümeye başlayan memelinin iki ayak üzerinde yürümeye başlaması, beynin gelişmesi ve insan haline dönüşmesi için kritik bir nokta olarak değerlendirilir. İki ayak üzerinde yürümek ilk başta basit bir ayırım gibi gözükse de Homo Erektus’un alet kullanmasında ve beyninin gelişerek bilinç sahibi olmasında, yani Homo Sapien’in (Adem’in) yaratılmasında önemli bir role sahiptir.

29:19 ALLAH’ın yaratılışı nasıl başlatıp, nasıl tekrarladığını görmediler mi? Bu, elbette ALLAH için kolaydır.

29:20 De ki, “Yeryüzünü dolaşın ve yaratılışın nasıl başladığını görün.” Sonra, yine ALLAH (ahiretteki) son yaratılışı başlatacaktır. ALLAH’ın her şeye gücü yeter.

Arkeolojik araştırmalar, yaratılışın mikroskobik organizmalardan başlayarak, genetik mutasyon ve doğal seleksiyon metotlarıyla evrimleştiğini gösteriyor.

71:14 Oysa sizi evreler halinde yaratan O’dur.

71:15 ALLAH’ın yedi göğü tabakalar halinde nasıl yarattığını görmez misiniz?

71:16 Ayı bunların içinde bir ışık, güneşi de bir lamba yaptı.

71:17 Ve ALLAH sizi topraktan bir bitki olarak bitirdi.

Evrim, Tanrı’nın düzenlediği, bitkiden başlayıp insana kadar yükselen harika bir sistemdir. Nuh peygamberle birlikte biz insanların son bir evrim daha geçirdiği anlaşılabilir.

7:69 “Sizi uyarmak amacıyla Rabbinizden bir mesajın aranızdan bir adama gelmesine mi şaştınız? Nuh’un halkından sonra sizi halifeler yaptığını ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldığını hatırlayın. Başarmanız için ALLAH’ın nimetlerini düşünün.”

İnsanların Allah’ın halifesi olamayacağını, halifenin Kuran’daki anlamının “izleyen” veya “daha sonra gelip egemen olan” olduğunu, meleklerin Adem’in yeryüzünde yaratılışından önce yeryüzünde kan döken vahşi bir cinsin varlığını bildiğini düşünürsek aşağıdaki ayet bu konuda ilginç ipuçları verir:

2:30 Rabbin, meleklere şöyle demişti: “Yeryüzüne bir halife yerleştireceğim.” Melekler de: “Orada bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birisini mi yerleştireceksin? Halbuki biz seni överek yüceltiyor ve mutlak otoriteni onaylıyoruz,” dediler. “Bilmediğinizi Ben bilirim,” dedi.

Bu arada, evrim teorisine yönelik eleştiriler yapan Hristiyan kaynaklarından aparılıp derlenen kitaplarla İslam’a en büyük ihanetlerden birisini işleyen cemaatlere de değinmek istiyorum. Bunların başında, varlıklı ailelerden genç yaşta kapılan müritleri iliklerine kadar sömürmekle tanınan ve masonlardan çok daha gizli çalışan bir tarikatın fiyakalı pozlar veren, bir zamanlar paranoyak raporu alarak askerlik görevini erteleyen ve mehdilik hayalleriyle yaşayan bir şeyhin müritleri gelmektedir. Müritlerin gece gündüz çalışarak derlediği ve kozmetik yönleriyle, fiyakalı kapakları ve kağıtlarıyla ilgi çeken kitaplardaki referansları anlayamayacak ve hatta okuyamayacak kadar yetersiz bir şeyhin uydurma ismine mal edilen kitaplar bilime karşı cahili bir savaş açmışlardır. Evrim teorisini sadece o kitaplardan öğrenenlerin cahili refleksleri gıdıklanmakta ve konu hakkında yanlış bilgiler ve yorumlarla kandırılmaktalar.

Umarım Kaan’ ın bu çalışması, evrim teorisi ile Kuran’ın yaratılış modeli arasında çelişki olmadığı, aksine Kuran ayetlerinin evrimsel bir yaratılış modelini savunduğu gerçeğini tartışma gündemine getirecektir.” (Kuran Açısından Evrim Teorisi, Kaan Göktaş , Ozan Yayıncılık)

 

posted in YARATILIS | 14 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’ÂN AÇISINDAN EVRİM TEORİSİ

Prof. Süleyman ATEŞ (Diyanet İşleri Eski Başkanı)

SORU: Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin bir maymun türünden evrimleştiğimizi savunduğu doğru mu? (Şahin Telli)

CEVAP: 1974 yılında Ankara Üniversitesi dergisinde yayınladığım “Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Evrim Teorisi” adlı makalemin özeti aşağıdadır. Size yararlı olacağını sanıyorum.

Allah için zaman söz konusu değildir

Yüzeysel düşünen kimi kişiler, insanın evrimini kabul etmeyerek “Allah’ın, Adem’i bir anda yaratmaya gücü yetmez mi ki, bu kadar uzun zamanda yaratsın?” der ve evrim düşüncesini Kur’ân’a ve Allah’ın kudretine aykırı bulurlar. Düşünmezler ki Allah için zaman söz konusu değildir. O’na göre milyonlarca yılla bir an aynıdır. Çünkü sonlu varlıklar olan bizler, zamanı böler ve parça parça algılarız. Ama Allah, parçaları bütünleştirir. Çokluklar O’nda bir olur. Damlalar denizle bütünleşir. Kesret (çokluk), vahdete (birliğe) döner.

Allah’ı insanla karıştırmak, sınırsız kavramı sınırlı algılarla karşılaştırmak, insanı yanlış yargılara götürür. Kaldı ki birden bire yaratıvermek basit bir şeydir. Ama ince planlar, yasalarla milyonlarca yıl içinde dünyadan süzüle süzüle meydana getirilmiş varlığın değeri büyüktür. Bundan dolayı Allah, insan için, “Gerçekten biz, insanoğluna çok ikramda bulunduk, onu çok değerli, şerefli yaptık” (İsra: 70) buyurmak suretiyle insanın değerini belirtmiştir. Kur’ân’ın ifadesine göre üzerindeki canlıların anası olan şu dünya, dört ilahi günlük, yani dört büyük zamanlı evrim sürecinden geçirilerek bu şekline sokulmuştur. Canlıların zübdesi olan insan da çok derin bilgi, ince hesap ve planların sonucunda süzüle süzüle doğa güçlerine hükmeden, dünyayı onaran, daima ilerleyen, kalkınan mükemmel bir varlık haline getirilmiştir.

 

Evrim Teorisi’ni Müslümanlar geliştirdi

Evrim Teorisi’ni Müslümanlar işlemiş ve geliştirmişlerdir. İlk defa Cahiz (ö. 255/868), göçlerin ve genel olarak çevrenin, kuşların hayatında yaptığı değişikliğe dikkati çekmiştir. Daha sonra İbn Miskeveyh (ö. 421/1030), el-Favzul-Asgar adlı eserinde bu evrim görüşüne daha belirgin bir şekil vermiştir. Evrim Teorisi’nin kurucusu Darwin’den (1809-1882) çok önce Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1772), Marifetnamesi’nin 31-32’nci sayfalarında özetlemiştir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnamesi’nde evrim hakkındaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: “Varın yok olması, yoğun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok da daima yoktur. Fakat var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur (eleman), istihale (evrim) ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından (karışımından) önce madenler, ondan bitkiler, ondan hayvanlar vücuda gelmiş ve hayvan kemalini bulunca insan meydana gelmiştir.

 

Ara varlıkların hikmeti

Madenlerle bitkiler arasında ara varlık mercandır, bitkilerle hayvanlar arasında ara varlık hurmadır, hayvanlarla insanlar arasında ara varlık maymundur. Zira cümle azası, kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Aracıların varlığının hikmeti şudur ki, her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp insan mertebesinde son bulur. Gaye, devr-ü zemanın tetimmesi (yaratıkları dolaşan nefsin, olgunluğun doruğu olan başlangıç noktasına varması), cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir. İşte bu mertebede ahlaken yükselip Tanrı huylarıyla vasıflanan kişi, marifet kemaline erip küllî (bütünsel) akla kavuşmuş ve bu mertebede varlık dairesi birleşip tamamlanmıştır. Onun iptidası (o dairenin başlangıcı) akl-ı evvel (ilk akıl), sonu da insan-ı kâmildir (olgun insan).”

 

Şeyh Galip’ten sesleniş

İnsanın, evrenin özeti olduğu görüşünü büyüleyici şiir diliyle belirten Şeyh Galip de insana seslenerek böyle gizli bir hazineye sahip olduğunu anımsatmaktadır:

Ey dil ey dil neye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi virane isen genc-i mutalsamsm sen
Secde fermay-i melek zat-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil, cümleden akdemsin sen.
Ruhsun nefha-i Cibril ile tevemsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryem’sin sen
Hoşça bak zatına kim zübde-ı âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan Adem’sin sen.

Bu konu, “Soru ve Cevaplarla İslâm” adlı eserimin 3’üncü cilt 355-362’nci sayfalarında geniş olarak açıklanmıştır.

 

Soru: İslâm’ın evrim teorisine bakış açısı nedir? Bu teoriyi kabul eden kişi dinden çıkar mı? (Sema Yılmaz)

Cevap: Batıdan önce İslâm dünyasında evrimle ilgili açıklamalar yapılmıştır. Bildiğimize göre evrim hakkında ilk kitabı yazan, yaklaşık 1000 tarihlerinde ölen İbn Miskeveyh’tir. Erzurumlu İbrahim Hakkı da Marifetname’sinde buna değinmiştir. İbn Türke Isfahani’nin Fusus şerhinde de bu konu işlenmiştir. Bunun hakkında bilgi için “Kur’ân Ansiklopedisi” adlı eserimizdeki “Evrim” ve “İnsanın yaratılışı” maddelerini okuyabilirsiniz. Yaratan’ın Allah olduğunu kabul ettikten sonra evrimi kabul etmek insanı dinden çıkarmaz. Öyle olsaydı bu büyük insanlar, evrim hakkında bu çalışmaları yapmazlardı. (Prof. Süleyman ATEŞ (Diyanet İşleri Eski Başkanı) Vatan Gazetesi 17.01.2010- 18.01.2010- 08.03.2006)

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=282087&Categoryid=4&wid=31

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=282233&Categoryid=4&wid=31

http://www10.gazetevatan.com/root.vatan?exec=yazarekstra&Newsid=72836&Categoryid=31

posted in YARATILIS | 10 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSLÂM’IN YALNIZLARI

[İster öyle ister böyle; ister topraktan ister havadan, ister sudan ister ağaçtan, ister maymundan ister böcekten; nerden ve ne şekilde gelmişsek gelelim “Allah” her zaman var. Bütün bunlar “Allah ile” oluyor. O’na rağmen veya O’nsuz değil… Keza evrim teorisinde İslam itikadını sarsacak bir durum yok, hiçbir halde de olmaz. Ama Hristıyan itikadı için var çünkü onlara göre İsa tanrı, ona maymundan geldik derseniz itikadının kökünü dinamitlersiniz. Bize göre ise İsa’yı da, Adem’i de, insanları da, maymunları da, börtüyü de, böceği de Allah yarattı. Bunlar birbirine dönüşüyorsa yine O’ndandır.]

Bu makalede İslam düşünce tarihinde yalnız kalmış bir fikri damardan kısaca bahsetmek istiyorum.

Unutulmuş veya yalnız kalmış olmaları doğru düşünmedikleri anlamına gelmez. Bilakis kendi çağlarının hayli ötesinde fikirlere sahip olmaları muhtemeldir.

Niyetim, böylesi fikirlerin de olduğundan hareketle “İslam düşüncesi tarihinin”, aslında, kendini bir dünya düşüncesi haline getirebilmiş son derece renkli ve devasa bir birikime sahip olduğunu biraz olsun gösterebilmektir.

İslam tarihinde oluşan fikri “statüko” bunların çoğunu dışladığından bugün için pek bilinmezler. Adları etrafında şüphe bulutları estirildiğinden “sakıncalı piyade” muamelesine tabi tutulmuşlardır. Yani tabiri caizse ellerinden silahları alınmış, rütbeleri sökülmüş ve karargah merkezlerine sokulmamışlardır

Çoğunun fikirleri, örneğin, Abbasi İmparatorluğu’nun “üniversite rektörü” ve sonraki Müslüman imparatorlukların da daimi gözdesi olan Gazzalî’nin gördüğü itibarı görememiştir.

Aşağıda özellikle “evrim teorisi” hakkındaki görüşlerini öne çıkararak aktardığım bunlardan bazıları “modern çağı” hiç görmediler ve yaşamadılar.

İslam tarihinin derinliklerinde ise unutuldular. Daha çok batı ülkelerinde rağbet gördüler.

Buradan anlaşılıyor ki, aslında, İslam kültür ve medeniyetinin modernizmden etkilendiğinden değil; daha çok onu etkilediğinden bahis açmamız gerekiyor. Bu bize bambaşka bir bakış açısı verecektir. Vakıa, olan da bu zaten. Yani modernler çıkarken biz iniyorduk. Modernlerin geldiği yerden aslında biz dönüyorduk. Tabi bu fikri ve ilmi birikim açısından böyle. Bu avantajı ne derece insanlığın yararına kullanabildiğimiz ve hayata aktarabildiğimiz ise ayrı bir konu…

Şu an, vaktiyle etkilediğimiz ve hatta beslediğimiz bir vakıadan (moderniteden) korkar ve endişe duyar hale geldik. Batı tarihinin kendi özel şartları nedeniyle bu etkilenmenin başka bir renge bürünerek karşımıza çıkması bu korkuyu sürekli besliyor. Son derece renkli ve zengin olan böylesi bir geçmişten habersiz olanlarda ise kimlik krizine ve tümden paniğe yol açıyor.

“Evrim teorisi” nedeni ile içine düşülen panik ve verilen tepkiler bunun tipik örneği…

Aşağıda okuyacağınız düşünceleri, zamanında özgürce tartışmış, eleştirel akılla ölçüp biçmiş ve yüzleşmiş olsaydık hatta bizzat bilime dönüştürebilmiş olsaydık bugün modern dünya karşısında böyle paniğe kapılır mıydık dersiniz?

Farabi’nin bir kitabı da “Aristo ile Sokrates’in arasını bulma” üzerine. Yani Farabi kendini iki Yunan düşünürü karşısında “hakem” konumunda görüyor. Üstten ve yukarıdan bakan bir edası var, kendinden gayet emin…

Ben bunun sadece siyasi olarak üstün olduğumuz çağların duruşu olmadığını düşünüyorum. Fikri gelenek olarak da çok güçlü olmanın verdiği bir güven vardı. Biz bu güveni nicedir kaybettik. Bunun nedeni geçmişin alabildiğine renkli ve zengin birikimiyle bağımızın kopmuş olmasıdır.

Bu nedenle Türkiye’de ne laiklerimiz ne de dindarlarımız “içeriyi” tanımıyor ve bilmiyor. Batı üzerinden körkütük bir dövüşün içine girmişler. Onların ayrılıklarına taraf oluyor ve onları buraya taşıyıp gerersiz yere gerilim yaratıyorlar.

Sanıyoruz ki dünyanın bütün büyük düşünceleri ve filozofları batıda..

Ünlü aydınlanma düşünürü Leibniz’in “sarıklı” fotoğrafını görseniz şaşkınlıktan eminim şok geçirirsiniz. Adam Farabi’ye, İbn Rüşd’e veya İbni Sina’ya özenmiş. Keza Fransa’daki ünlü Sarbonne ve İngiltere’deki Cambrige Üniversitelerinde ilk kurulan kürsülerin üstünde kimin fotoğrafı vardı biliyor musunuz? Bu üniversiteler onikinci yüzyılda kilisenin boğucu ortamından kurtulmak için ne amaçla açılmıştı acaba? İbni Sina ve İbn Rüşd fotoğrafları altında onların felsefelerini tahsil etmek için!

İslam dünyasının hiçbir yerine bunların fotoğrafı asılmadı. Avarroizm (İbni Rüşdçülük) ve Avicennaizm (İbn Sinacılık) İslam tarihinde değil; batıda doğdu. İbn Sina’nın bir kez Isfahan sokaklarına fotoğrafı asılmıştı. Ne için biliyor musunuz? Yakalanıp Gazneli Mahmud’a getirilmesi için!

Nereden nereye…

***

Uzatmayayım, daha birçoğunu yazmadım, isimlerini belki de ilk kez duyacağınız daha onlarcasını yazabilirdim ama sanırım bu kadarı bir şeyler anlatmaya yetecektir. Bunların birçok fikirleri var ama özellikle “evrim” hakkında ne düşündüklerini öne çıkardım. Okuyunca “Bunlar modernizmden etkilenmiş” demeyesiniz çünkü ölüm tarihlerine dikkat edin; en eskisi 1250, en yenisi 600 yıl önce öldü…

Cabir bin Hayyan (öl. 815): Cabir, kendiliğinden oluşu tevlid ve tevellud, sunî oluşumu tevâlud ve tekvin, ilahi yaratma fikrini de kevn ve halk terimleriyle açıklamaktaydı. Cabir, bazı bitki ve hayvan türlerinin, hatta ilk insanın, kendiliğinden vücut bulduğunu kabul etmekten öte, minerallerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların sunî olarak laboratuarda üretilebileceğini bile iddia etmektedir.

Nazzam (öl. 845): Şair, düşünür, edebiyatçı, kelamcı ve filozof… Birçok eser yazdığının bilinmesine rağmen günümüze hiçbir eseri ulaşmayan Nazzam, kendi döneminde Dehriye, Zerdüştlük, Cebriye, Murcie vb. akımlarla mücadele etmesiyle ve Aristo’yu eleştirmesiyle tanınıyordu. “Gumûn ve burûz”, “tafra” ve “hareket”e dair doğa ve fizik felsefesine üzerine orijinal görüşleri vardı. Nazzam bir nevi kozmolojik evrim diyebileceğimiz bir teori savunmaktaydı. Ona göre doğaya aykırı olağandışı olaylar değil; doğanın bizzat kendisi mucizedir. Bunun dışında peygamberler sanıldığının aksine olağandışı mucizelerle halkın karşına çıkmış değillerdir.

Câhiz (öl. 869): Kelamcı, antropolog ve zoolog… Cahiz, Kitabu’l-Heyavan adlı kitabında biyolojik evrimi açıkca savunmuştur. Ona göre evrenin yaratılışını başlatan Allah, aynı zamanda onu evrimleşme yoluyla teşekkül edici, hem de türleri devamlı evrimleştirici kılmıştır. Bu bakımdan evrimin gerçek sebebi Allah’tır. O, yaratılışı yaratıcı tekamül süreci olarak irade etmiştir. Türler kendi içlerinde taşıdıkları potansiyel kuvvet sebebiyle evrimleşmektedirler. Bu potansiyel kuvvet onlara Allah tarafından konulmuştur. Türlerin içindeki potansiyel kuvvet, fiziksel çevre, iklim şartları, hayat mücadelesi ve doğal seçilimin etkisiyle ortaya çıkmakta, yaratıcı tekamül birbiri ardı sıra türleri ortaya çıkarmaktadır.

Birûni (öl. 1061): Büyük ansiklopedik İslam filozofu… Jeo-kimyasal ve Jeo-biyolojik evrim diyebileceğimiz bir görüşü savunmaktaydı. Biruni’ye göre evrenin tekevvünü (oluşumu) Allah’ın öyle irade etmesi sonucunda jeo-kimyasal ve biyolojik bir evrimin sonucudur. Allah’ın ezeli planına göre evren, genel jeo-kimyasal evrimler geçirmektedir. Bu esnada, uygun şartlar oluştuğunda madenler ve canlı türler birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmaktadır. Her bir jeo-kimyasal zaman kendi türlerini ortaya çıkarmaktadır.

İbn Miskeveyh (öl. 1030): İslam tarihinde ilk ahlak filozofu… Ona göre varlığın hiyerarşik mertebelenişi, ana hatlarıyla en aşağıdan başlamak üzere inorganik cisimler, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve melekler şeklindedir. Dolayısıyla basitten karmaşığa, inorganik olandan organizmaya, fiziki olandan metafizik olana doğru yükselen hiyerarşik bir yapı söz konusudur. Her mertebe ayrıca kendi içinde çok sayıda katmanlara ayrılmaktadır.

İbni Tufeyl (öl. 1185): ve İbni Nefis’in (öl. 689/1288) aynı adlı romanları Hay bin Yakzan ise insanın menşei hakkında tabiatçı bir teoriyi savunmaktaydı. Her iki romanda da tabiatın çocuğu olarak, annesiz-babasız, toprak ve çamurdan kimyevi/biyolojik tepkimelerle canlı haline gelen Hay bin Yakzan aslında Adem’in yaratılışını anlatmaktadır.

İbni Haldun (öl. 1406): Tarihçi, siyasi filozof ve sosyolog… İbni Haldun Mukaddimesi’nde açıkça “Hurma ve üzüm ağacı sedef ve salyangoza, maymun insana, insan meleğe insilah edebilir (dönüşebilir)” görüşünü savunmaktadır. Burada “insilah” kelimesi daha iyiye geçme, tekamül, transformasyon, dönüşüm, reform, değişim vb. anlamlara geliyor.

Bunlar ve daha onlarcası hakkında ayrıntılı bilgileri delilleriyle birlikte İslam’ın Yenilikçileri adlı üç ciltlik kitap çalışmamızda bulabilirsiniz… (İslam’ın Yenilikçileri, İhsan Eliaçık_Med Cezir Yayınları)

***

Ben bunları mutlak doğruluk kaynakları olarak görmüyorum.

“Ya yanılmışlarsa?” sorusunu herkese olduğu gibi bunlara da soruyorum.

Gelin önyargısız okuyalım, düşünelim ve araştıralım. Hakikatı ortaya çıkarmanın yolu ve yöntemi budur. Körü körüne taklit, önyargı ve inkara şartlanmışlık değil…

***

Bu vesile ile hatırlatmakta fayda var ki Allah’ın ve ahiretin varlığı veya yokluğu bilimin konusu değildir. İmanın ve bilincin konusudur. Çünkü Allah dış dünyada bir “nesne”, ahiret de henüz olmuş bir olay değildir. Bu nedenle de bilimin, araştırmanın, ispatın veya değillemenin konusu olamazlar. Deneye tabi tutulamaz, laboratuarda test edilemezler.

Bilakis kişinin vicdanında “olacaktı…” şeklinde bir arayış olarak belirir ve kesin bir içsel itminana dönüşerek sanki Allah’ı “görmüşcesine” ve sanki ahirete “gidip de gelmişcesine” bir iman olur. Bir duygu, hissiyat, bilinç ve heyecan olarak yaşanır. Buna saf bir yürek temizliği içinde inanmak (ihlas) ve “Allah bilinci ile yaşamak” (takva) denir.

Bu duygu, hissiyat, bilinç ve heyecandan yoksun olanlar içinse ne Allah ne de ahiret vardır. “O gün” gelince, “gerçeğin ta kendisi” (hak) bütün görkemi ile yerleri ve gökleri kuşatacak ve insanlar “Demek elçilerin haber verip durduğu gün bugünmüş, eyvah!” diyecekler ve fakat iş işten geçmiş olacaktır.

***

Şu halde başta “evrim teorisi” olmak üzere, bilimin konusu olan araştırmalardan yola çıkarak Allah’ı ve ahiret gününü ispata veya çürütmeye kalkışmak ham hayal olup abesle iştigaldir.

Şu ana kadar yapılıp durduğu gibi “Evrim var demek ki Allah yok” veya “Allah var demek ki evrim yok” mantığının her ikisi de yanlış

İster öyle ister böyle; ister topraktan ister havadan, ister sudan ister ağaçtan, ister maymundan ister böcekten; nerden ve ne şekilde gelmişsek gelelim “Allah” her zaman var. Bütün bunlar “Allah ile” oluyor. O’na rağmen veya O’nsuz değil

Keza evrim teorisinde İslam itikadını sarsacak bir durum yok, hiçbir halde de olmaz. Ama Hristıyan itikadı için var çünkü onlara göre İsa tanrı, ona maymundan geldik derseniz itikadının kökünü dinamitlersiniz. Bize göre ise İsa’yı da, Adem’i de, insanları da, maymunları da, börtüyü de, böceği de Allah yarattı. Bunlar birbirine dönüşüyorsa yine O’ndandır: “De ki (birbirinin içinden) yarılıp çıkanın Rabbi’ne sığınırım” (Gul e’uzu bi Rabbi’l-felag)

Bu nedenle evrim teorisine gösterilen tepkinin İslam iklimi ile alakası yok. Kilise endişelerinin buralara taşınmasından başka bir şey değil.

Ben burada evrim teorisinin ayrıntısına girmiyorum. Biyolog veya antropolog değilim. Bu türden bilimsel araştırmalara dini (İslami) açıdan nasıl bakmamız gerektiğine dair konuşuyorum.

İsterse kesin ispatlasınlar hiç sorun değil. Çünkü imanın konusu değil. Hatta daha da ileri gideyim: Diyelim ki insanın maymundan geldiği “kesinlikle” ispatlandı. O zaman bu şu anlama gelir: Demek ki Allah yaratılışı evrim süreçlerine bağlamış

Hem bu tür araştırmaları sen de yapsana? Araştırmanda onlarla aynı bulgulara ulaştın diyelim: Korkma! Allah’ın yaratışını araştırıyorsun, bulduğun her ne ise ondan başka bir şey değil. Bu durumda fark bilimde değil; imanda, dışta değil; içte, fosilde değil; kalpte…

Bunlar karşı karşıya getirip paniklemenin ne alemi var?

Benim içimdeki iman bilimle, deneyle, fosille, laboratuarla çürütülemez çünkü onlarla inanmış değilim.

Nitekim yukarıda başta Cahiz olmak üzere “İslam’ın yalnızları” da öyle demiyor muydu?

Şimdi kim yalnız? Onlar mı biz mi? (İhsan Eliaçık)

http://www.haber10.com/makale/9878/

posted in YARATILIS | 0 Comments