-
7th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞEFAAT KAVRAMI: MERYEM SURESİ

 شفع – şef’ı kökünden türemiş olan شفاعة – şefâ’at sözcüğü’nün sözlük anlamı Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek’tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.

Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.

  • Kısaca şefa’âtaracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir.
  • Arapça’da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] الشّافع – eş-şafi veya الشّفيع. eş-şefi denir.
  • Şefaat kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar görmekteyiz.
  • Allah’tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah’a aittir. Bu konuda ilk öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah’a ait olduğudur.

(Zümer; 44) De ki: “Tüm şefaat Allah’a aittir.”

(Secde; 4) Sizin için O’nun astlarından bir veli ve şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız?

  • Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için, dilediğine şefaat (yardım) izni verebilir: Allah’ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat (yardım) etmesi söz konusu değildir. Allah’ın izni ile şefaat (yardım) edecekler de ancak Allah’ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.

(Yûnus; 3) O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.

(Enbiyâ; 26–28) Onlar “Rahmân çocuk edindi” dediler. Hâşâ, bundan münezzehtir O. Onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat [yardım] etmezler. Ve onlar O’nun haşyetinden titrerler.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat (yardım) edemezler, ancak şefaat (yardım) edilirler.

  • Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle şefaat edene de izin verebilir:

(Nisâ; 85) Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir.

İyi ve güzele aracılık ve yardım etme” anlamındaki şefaat-ı hasene, iman edip Allah’ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. “Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek” anlamına gelen şefaat-ı seyyie ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur’ân, gerek şeffat-ı hasane’de ve gerekse şefaat-ı seyyie’de bulunanların dünyada ve âhirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.

 

*O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:

(Bakara; 48) Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı günden sakının.

(Bakara; 123) Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmayacağı günden sakının.

Görüldüğü gibi âhirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah’ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler.

(Zuhruf; 86) O’nun astlarından yakardıkları şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar biliyorlar da.

Yukarıdaki Kur’ân Âyetleri ışığında anlıyoruz ki, konumuz olan 26. Âyette geçen “meleklerin şefaati,” bu dünyaya yönelik şefaattir ve bu şefaat, müşriklerin şans tanrısı, bereket tanrısı, yağmur ve rahmet tanrısı, onların melek şefaatçisi, insanların Allah’a yaklaştırıcısı gibi inançları ile asla bağdaşmaz. Âyette sözü edilen şefaat, Yüce Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve haklarında yardım takdir ettiği kulları için doğadaki melekleri (güçleri) harekete geçirerek bu kullara yardım ettirmesidir. Bunun örneklerini bir kısmını “Melek kavramı” başlığı altında da verdiğimiz şu Âyetlerde görmek mümkündür:

 Al-i-Imrân Sûresinin 123-126; Enfâl Sûresinin 9-12, 50; Tövbe Sûresinin 25, 26; Ahzab Sûresinin 9, 26; Şûrâ Sûresinin 5; Zümer Sûresinin 43, 44; Müddessir Sûresinin 48; Bakara Sûresinin 255; En’âm Sûresinin 51; Yûnus Sûresinin 3, 18; Secde Sûresinin 4; Sebe Sûresinin 23.Âyetleri.

Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur’ân’a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlaması, tabir yerinde ise “Allah nezdinde torpil yapması” anlamına gelen bu anlayış, Sen ateştekini kurtarabilir misin? diyen Zümer Sûresinin 19. Âyetine terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:

(Furgân; 30) Elçi de: “Rabbim, halkım Kur’ân’ı terk etti” der.

27.        O âhirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar.

Mekkeli müşrikler hem kendilerini Allah’a yakınlaştırdığını sandıkları ilâhlarına Lât, Uzza, Menat örneğinde olduğu gibi dişil isimler koymuşlardı, hem de meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bu durum daha sonra Zuhruf Sûresinde vurgulanacaktır:

(Zuhruf; 19) Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışına tanık mı oldular?

Müşriklerin bir başka sapkınlıkları da, toptan inkâr etmeseler bile âhireti peygamberlerin bildirdiği muhteva içinde kabul etmeyişleri ve “haşr [dirilme, toplanma, karşılık görme] diye bir şey yoktur, olsa bile orada bizim şefaatçilerimiz var, onlar sorunlarımızı halledecek” demeleridir. Bu sapkınlıkları da Fussılet Sûresinde belirtilmektedir:

(Fussılet; 50) Ve eğer başına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç kuşkusuz “Bu benim hakkımdır. Ve Saat’ın geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem, O’nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır” der. Bu nedenle inkârcılara, yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara kesinlikle ağır bir cezadan tattıracağız.

28.        Hâlbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna [sanıya] uyuyorlar. Zann ise “Hakk”tan hiçbir şey kazandırmaz.

 

Yüce Allah zann konusunda müminleri aşağıdaki şu ayetlerde de uyarmaktadır:

(En’âm; 148) De ki: “Yanınızda bize göstereceğiniz herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”

(Yûnus; 66) Onlar sadece zanna uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.

(Hucurat; 12) Ey inananlar! Zanndan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır.

(Yûnus; 36) Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Zann, “Hakk”tan [gerçekten yana] hiçbir şey kazandırmaz. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir.

Bu Âyetler ışığında diyebiliriz ki, “Allah, âhiret, melek” gibi ciddî konular zann ile neticeye bağlanamaz. Zann ile amel edilebilir ama iman edilemez.

Âyette geçen الحقّ – hakk sözcüğünün esas anlamı “uygunluk ve denklik” demektir. Aynı zamanda Allah’ın bir sıfatı olan hakk sözcüğü, esas anlamından hareket edilerek “bâtıl olmayan, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik, İslâm, mal.mülk, pay, vacip, sadık, yaraşır, kesin şey” anlamlarında da kullanılmıştır.

Bu ikincil anlamlar bir ana eksen etrafında toplanacak olursa, hakk kavramı şu şekilde tanımlanabilir: “Sabit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey“. Bu şey aynı zamanda “doğrudur, isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşendir“.

Anlam sahası geniş olan bu sesteş sözcük Kur’ân’da الحقّ – el-hakk olarak 227, حقّا – hakkan olarak 17, حقّه – hakkahu olarak da 3 defa olmak üzere toplam 247 kez yer almıştır.

Bu Âyette işaret edilen hakk, bize göre, “gerçek iman“dır. Zann ile iman edilemeyeceği için, insanlar Rabblerinden gelen hidayet ile “zann“dan “yakîn“e [hakka, kesin bilgiye] ulaşmalıdırlar. Rabbimizin hidayeti ise peygamberine indirdiği Kur’ân ve bizlere bahşettiği aklıselimden (sağduyudan) başka bir şey değildir. Fakat ne acıdır ki, bugün Müslümanların kabir azabı, mehdinin zuhuru, İsa’nın inişi, âhirete ait şefaat anlayışı gibi pek çok inancı hep zanna dayalıdır. Bu inançların maalesef Âyette belirtilen zanna dayalı inanışlardan hiçbir farkı yoktur.

29,30.     Bizim Zikrimiz’den [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden, hemen yüz çevir. Onların ilimden ulaşacakları şey işte budur. Kuşkusuz, senin Rabbin, yolundan sapmış olanı başkalarından daha iyi bilendir, hidayet üzere olanı da başkalarından daha iyi bilendir.

Âyetteki Dünya hayatından başka bir şey arzu etmeyen ifadesi, onların “haşr“i [âhirette toplanmayı] inkâr ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar dünya hayatının ötesinde, kendileri için çalışıp çabalayacakları bir başka değer ve sonuç kabul etmemekte ve Müminûn Sûresinin 37. Âyetinde belirtildiği gibi Bu ancak bizim dünya hayatımızdır, demektedirler.

29. Âyette bu zihniyettekilerle fazla meşgul olunmaması istenmektedir. Âyetteki اعراض – i’râz sözcüğü, onlarla mücadele etmek, onları zorlamak anlamında değil, onlara fazla zaman harcamamak, geçici bir süre onları ihmal etmek anlamındadır.

30. Âyette ise, hidayet [Kur’ân] üzerinde olmayanların ilimde ulaşabilecekleri düzey küçümsenmekte ve Kur’ân’dan geri duranlar ile hidayet üzerinde olanların ayırt edilmesinin Allah’a bırakılması istenmektedir.

31,32.     Göklerde ne var yerde ne varsa Allah’ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için.onlar ki, bazı küçük sürçmeler hariç, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınırlar. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, sizi topraktan oluşturduğu zaman hem de annelerinizin karnında ceninler halinde bulunduğunuz zaman en iyi bilen O’dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. İttika eden kimseyi O daha iyi bilir.

31. Âyette bahsedilen “güzel davranıp güzel düşünenlerin” özellikleri 32. Âyette açıklanmıştır. Bu açıklamanın iyi anlaşılabilmesi için Âyette geçen günah-ı kebâir, fevâhiş ve lemen kavramlarının açıklanması gerekir.

 

GÜNAH-İ KEBAİR “BÜYÜK GÜNAHLAR”:

Büyük günahların neler olduğu bazı rivayetlere dayanılarak yapılan içtihatlar doğrultusunda aşağıdaki gibi belirlenmiştir:

  • · Haksız yere adam öldürmek.
  • · Zina etmek.
  • · İffetli bir bayana kötülük isnat etmek.
  • · Savaşta, hücum anında cepheden kaçmak.
  • · Sihirbazlık yapmak.
  • · Yetim malını yemek.
  • · Müslüman ana- babaya asi olmak.
  • · Faiz yemek.
  • · Hırsızlık yapmak.
  • · Alkolik olmak, aklı işe yaramaz hale getirmek.
  • · Emredileni yapmamak, yasakları yapmakla aileye karşı istikameti terk etmek.
  • · Küçük sayılmasına rağmen ısrarla, devamlı yapılan her türlü küçük günah.
  • · Şirk.

Yukarıdaki sıralamanın sonunda yer alan “şirk” bir günah değil, kâfirliğin ta kendisidir. Günah, imanlı insanların yaptıkları hatalardır. Bu nedenle “şirk“in günahlar arasında sayılması yanlıştır.

Bize göre “büyük günah“, Rabbimizin Kur’ân’da, önüne “büyük” sıfatı eklediği suçlardır. Bu suçlar tespitlerimize göre şunlardır:

  • · Haram Ay’da savaşmak.

(Bakara; 21). Sana Kutsal Ay’dan, bu ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda [o ayda] savaşmak büyüktür.” [büyük günahtır]

Haram aylar, Hacc yapılan ve Arap geleneğine göre savaşın yasak olduğu aylardır. Bu Âyeti “işaret, delâlet ve iktiza” anlamlarını dikkate alarak günümüze uyarlarsak “büyük günah“ın uluslararası eğitimin, öğretimin, bilim alış verişinin ve ticaretin yollarını güvensiz hâle getirmek ve engellemek olduğu söylenebilir.

  • · Yetim malı yemek.

(Nisâ; 2) Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur.

Bu Âyetin günümüz şartlarındaki direktiflerinden birisi de “Kamu mallarının talan edilmemesi ve kamu geliri olan verginin kaçırılmamasıdır“. Çünkü bugün yetimin velisi ve hamisi kamudur.

  • · Rızık endişesiyle çocukların öldürülmesi.

(İsrâ; 31) Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi biz rızıklandırırız. [besleriz] Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.

Bu Âyet, bugüne kadar, Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri ve erkek çocuklarını putlara kurban etmeleri şeklinde açıklanmıştır. Hâlbuki ne kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, ne de erkek çocuklarının putlara kurban edilmesi, Âyetin vurguladığı yoksulluk kaygısı ile yapılmış eylemler değildir. Bu Âyetin “yoksulluk kaygısı” vurgusu göz önüne alındığında, günümüz için işaret ettiği “büyük günah“, bize göre yoksulluk bahanesiyle geç dönemde yaptırılan kürtajlar ve yine yoksulluk bahanesiyle erkek veya kız çocukların eğitim ve öğretimden mahrum bırakılmaları suretiyle geleceklerinin karartılmasıdır.

  • · Kişinin yapmayacağı şeyi “yapacağım” demesi.

(Saff; 2-3) Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü. [büyük bir suç, günah olarak belirlendi]

Bu Âyetteki direktifler, her ne kadar Âyetlerin iniş sebebi olarak gösterilen Uhud savaşında cepheden kaçanları muhatap alır gözükse de, tüm yalan taahhütte bulunanları, yapmayacağı halde “yapacağım” diyerek kendilerine inanan ve güvenen insanları kandıranları, sözlerini yerine getirmeyerek insanları hayal kırıklığına uğratanları muhatap almaktadır. Bu tipler, hatırlanacağı üzere Nâss Sûresinde Neffasati fi’l-ukadsözleşmelerine tükürenler” olarak nitelenmişti.

 

FEVAHİŞ:

 فواحش – fevâhiş,çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken, sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamına gelen فحشاء. fahşa sözcüğünün çoğuludur.

Fuhşfahşa ve fâhişe kelimeleri, Ragıb el- İsfehanî tarafından el-Müfredât’ ta “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlanmıştır. [23-2] Müfredât; Fahşa mad.

Gerçeğe ve normal ölçülere uymayan her şey” demek olan “fahişe” sözcüğü, İbnu’l-Cinni’ye göre cehaletin bir çeşidi olup ilim sözcüğünün zıddıdır. [23-3] (İbn Menzur, Lisanu’l-Arab) Al-i-Imrân Sûresinin 135. Âyetindefena iş” olarak nitelenen fahişe sözcüğü Kur’ân’da on üç yerde, çoğulu olan fevahiş sözcüğü ise dört yerde geçmektedir. Fahşa sözcüğü Kur’ân’da “birden fazla aşırılık” için kullanılmıştır:

Nisa Sûresinin 19. Âyetinde zinâdan kinaye olarak kullanılmıştır. İmam Fahrûddin Râzi’ye göre ise bu Âyette geçen fahişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamına gelir [23-4]  Râzi; Mefâtihu’l-Gayb.

Nisa Sûresinin 22. ve Bakara Sûresinin 169. Âyetlerindeşeytânın emrettiği kötü davranış ve hayâsızlık” anlamında kullanılmıştır:

(Nisâ; 22) Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; ancak [cahiliye devrinde] geçen geçmiştir. Şüphesiz o bir hayâsızlıktır, [fahişedir] iğrenç bir iştir, yol olarak da ne kadar kötüdür!

Nisa Sûresinin 25. Âyetinde evlilikten sonra zinâ yapmak anlamında kullanılmıştır.

(Nisâ; 25) O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde fahişe işlerlerse [zinâ ederlerse] onlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.

A’râf Sûresinin 28. Âyetinde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmek ve şirk koşmak anlamında kullanılmıştır.

A’râf Sûresinin 80, 81. ve Ankebût Sûresinin 28. Âyetlerinde Lût Kavmi’nin yaptığı çirkin fiil [homoseksüellik] anlamında kullanılmıştır.

(A’râf; 80-81) Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı [fahişeyi]mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz/halksınız.

İsrâ Sûresinin 32. Âyetinde zinâ fiili fahişe olarak nitelenmiştir.

(İsrâ; 32) Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur.

Nûr Sûresinin 19. Âyetinde insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyat anlamında kullanılmıştır.

(Nûr; 19) Şüphesiz müminler arasında fuhşiyatın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve âhirette çok acıklı bir azap vardır.

Fahişe sözcüğünün çoğulu olan fevâhiş sözcüğü ise Kur’ân’da had cezasını [ağır cezayı] gerektiren haller için kullanılmıştır . ( En’âm Sûresinin 151; A’râf Sûresinin 33; Şûrâ Sûresinin 37; Necm Sûresinin 32. Âyetleri) . Müminler bu suçlardan uzak durmalı ve kendi aralarında bu ahlâksızlıkların yayılmasına fırsat vermemelidirler. Zira düşmanları bu konuda sinsice çalışmaktadırlar.

 

LEMEM:

Kur’ân’da sadece Necm Sûresinde ve bir kez geçen اللمم – lemem sözcüğü lemme fiilinden türemiştir. Lemme fiili “toplamak, biriktirmek, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak ve düzeltmek” anlamlarına gelir. Meselâ dağınık saçları düzeltmek lemme fiiliyle ifade edilir. Aynı kökten gelen الم . eleme sözcüğü de “az miktarda, hafif tesir ve bir şeyin yanında az bir zaman durma” demektir.

Dolayısıyla lemem sözcüğü, bir kişinin bir işi yapmamakla birlikte yapacak noktaya kadar gelmesini ve yaparsa da az bir şey yapmasını ifade eder.

Sözcüğün konumuzla ilgili olarak taşıdığı anlam, Allah’ın yasakladığını yapmaya yaklaşmak, günah işlere yakın olmak ama yapmamak veya yapıp hemen geri dönmektir. Bu sözcüğün kapsamına giren davranışlar; “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve özellikle de kişinin kendine yönelik işlediği kusurlardır. Rabbimiz bu tür kusurlardan başka kusur işlemeyenleri “güzel davranıp güzel düşünenler” olarak nitelemiş ve onlardan övgüyle bahsetmiştir.

32. Âyette ayrıca Rabbimizin bağışlamasının geniş olduğu vurgulanmaktadır. Dikkat çekici noktalardan biri de müminlere ve onların kusurlarına ilk kez bu Âyetler ile değinilmiş olmasıdır. Bu Âyetlerde öz olarak verilen mesajlar, ilerideki Sûrelerde daha da detaylandırılacaktır. Ancak biz burada sadece bir kaç Âyeti örnek vermekle yetiniyoruz:

(Zümer; 53) De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü aşan Kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.”

(Nisâ; 16–18) Sizlerden fuhuş yapanların [eşcinsel ilişkide bulunan erkeklerin] her ikisine eziyet edin. Eğer tövbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir. Allah’ın [kabulünü] üzerine aldığı tövbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm [hikmet] sahibidir. Tövbe, ne kötülükleri yapıp- edip de onlardan birine ölüm çatınca ‘Ben şimdi gerçekten tövbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil… Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır.

(Nisâ; 31) Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu- üstün’ bir makama sokarız.

(Nisâ; 48) Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun aşağısında olanları ise dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günah uydurmuş olur.

(Nisâ; 116) Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, [onlardan] dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

(Al-i-Imrân; 133–136) Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete [kavuşmak için] yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır. Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlardan [insanlardaki haklarını] bağışlama ile [vaz]geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. Ve ‘çirkin bir hayâsızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar, yaptıkları [kötü şeylerde]bile bile ısrar etmeyenlerdir. Bunların karşılığı, Rabblerinden bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. [Böyle] yapıp- edenlerin karşılığı [ödülü] ne güzeldir.

Allah kullarına bazen uyarı mahiyetinde belâlar, fitneler verir:

(Secde; 20-21) Ve fâsıklara [yoldan çıkanlara] gelince, onların varacağı yer Ateş olacaktır. Her çıkmak istediklerinde oraya yeniden çevrilecekler ve onlara “yalanlayıp durduğunuz Ateş’in azabını tadın” denilecektir. Hiç kuşkusuz, onlara büyük cezanın astından en yakın cezadan tattıracağız; belki dönerler.

(Rûm; 41) İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat [kargaşa] çıktı. Belki dönerler.

(Tûr; 47) Evet, zalimlik edenlere bundan aşağı bir azap var; ama onların çoğu bilmez.

Bu konuya verilebilecek diğer üç örnek ise: A’râf Sûresinin 186; Ankebût Sûresinin 40 ve Zuhruf Sûresinin 48. Âyetleridir.

Sonuç olarak: Yukarıda verdiğimiz bilgiler ve Âyetler ışığı altında Rabbimizin “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve kişinin sadece kendisine zarar veren kusurlarını bağışlayacağı; ama “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olan ve kişinin büyüklük taslayarak Allah’a rağmen cüretle işlediği suçları affetmeyeceği söylenebilir.

33,34      Peki, o yüz çeviren, azıcık verip ve inatla sıkıca tutan kişiyi gördün mü?

Âyetin başındaki “peki” anlamına gelen ف – fe edatı, kendisine gidip dayanılacak bir cümlenin varlığını gerektirir. Bize göre, kendisine dayanılacak bu cümle 29. Âyettir. Çünkü söz konusu Âyette Bizim Zikrimizden [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden hemen yüz çevir, denilerek dikkat çekilen dünyaperest kişilik, 33.-34. Âyetlerde kast edilen kişiliğe somut bir örnek teşkil etmektedir.

Rivayetlere dayanan kaynaklar, 33 ve 34. Âyetlerde anlatılan kişilik profilinin kimliği belli birine ait olduğu görüşünde birleşmişler, ancak bu kişinin Velid b. Muğîre mi, yoksa peygamberimizin damadı lll. Halife Osman mı olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onun Velid B. Muğîre olduğunu iddia eden kaynaklara göre, katı ve taş yürekli Velit, Kur’ân mesajı karşısında yumuşamış ve az da olsa sosyal konular için malından harcamaya başlamıştır. Ancak neredeyse imana gelmek üzere iken çevresindeki arkadaşlarının “sakın atalarının dinini bırakma, korkma, sana bir şey olmaz, biz sana yardımcı oluruz, biz senin kefiliniz, orada senin günahlarını çekeriz” yolundaki sözleri onu tekrar acımasız Velit b. Muğîre hâline dönüştürmüştür.

Zemahşeri’nin Keşşaf’ ı gibi diğer bazı kaynaklarda ise bu kişinin Osman olduğu iddia edilmektedir. Bu görüşe göre; oldukça zengin olan ve malını sosyal konularda çokça harcayan Osman, bir gün üvey kardeşi Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh tarafından malının neredeyse tükeneceği şeklinde uyarılarak yardımlarında kısıntı ve eksiltme yapması yönünde sıkıştırılır. Osman, üvey kardeşinin bu uyarı ve tazyikine karşı çıkar ve günahları olduğunu, bu bağışlar nedeniyle Allah’ın kendisini bağışlayacağını umduğunu söyler. Bunun üzerine Ebi Serh, Osman’a “Eğer sen bana şu malla birlikte deveni de verirsen günahlarını üstlenirim” der. Söz konusu görüşün sahipleri, üvey kardeşinin bu sözü üzerine Osman’ın razı gelerek kardeşine istediklerini verdiğini ve bundan sonra sosyal yardımları kestiğini belirtirler.

Bu rivayetin doğru olup olmamasından daha önemli olan husus şudur: Peygamberimizin Kur’ân’da azarlanmasına razı olan ama sahabenin yanlış davranabileceğine asla tahammül göstermeyen bazı kimseler, bu olayı Osman’a yakıştıramamış ve “iftira” olarak nitelemişlerdir.

35.        Gaybın bilgisi onun yanında mı da o da onu görüyor!

Bu Âyette “istifham-ı inkâr” sanatı yapılmıştır. Yani “Dünyaperest olan, günahını başkasına çektirmeyi düşünen, başkasının kendisine şefaat edeceğine inanan bir adam bu saçmalıklara nasıl inanıyor? Bunlara nasıl kanıyor? Yoksa âhirette olacaklar ile ilgili kimsenin bilmediği [bildirilmemiş] Allah’ın bir ilkesini mi biliyor? Hayır, öyle bir şey yok“.

36–54.     Ya da, Mûsâ’nın ve çok vefalı İbrâhîm’in sayfalarındaki, “Gerçekten, hiçbir günahkârın, bir başka günahkârın günahını çekmeyeceğini, gerçekten, insan için çalışıp didindiğinden başka şeyin olmayacağını ve onun çalışıp didinmesinin yakında görüleceğini, sonra karşılığının kendisine hiç eksiksiz verileceğini, hiç kuşkusuz, son varışın yalnızca Rabbine olduğunu, hiç kuşkusuz, güldürenin de ağlatanın da O olduğunu, hiç kuşkusuz, öldürenin de diriltenin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, iki çifti; erkeği ve dişiyi kader olarak yazıldığı zaman bir nutfeden/spermden yaratanın O olduğunu, hiç kuşkusuz, o öteki yaratılışın da sadece O’na ait olduğunu, hiç kuşkusuz, zenginlik verenin de memnun edenin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, Şi’ra’nın Rabbinin de O olduğunu, hiç kuşkusuz, daha önceden gelmiş olan Ad’ı ve Semûd’u, daha önce de Nûh kavmini helâk edip geriye bir şey bırakmadığını, – şüphesiz onlar, evet onlar en zalim, en azgın kimselerdi – altı üstüne gelmiş kentleri de yere O’nun geçirdiğini, orayı kaplayanın kaplayıverdiğini” haberlenmedi/öğrenmedi mi?

Hatırlanacak olursa, İbrâhîm ve Mûsâ’nın sahifelerinde ifadesi A’lâ Sûresinde de yer almış fakat orada bu sahifelerdeki mesajların ne olduğuna dair bir detay verilmemişti. Yukarıdaki Âyetlerde ise İbrâhîm ve Mûsâ peygamberlerin mesajlarında bulunanların neler olduğu açıklanmıştır. Bu açıklamalar bize göstermektedir ki, ilâhî mesajlar aynı ilkeleri içermekte olup İbrâhîm ve Mûsâ peygamberlere gelen hakikatler ile Kur’ân’daki hakikatler birbirinin aynısıdır. Kısacası, Hakk Dîn’in esasları birdir. Kur’ân’ın “Hiç kimse bir başkasının günah yükünü çekmez” ilkesi ile tahrife uğramış olmasına rağmen Kitab-ı Mukaddes’in aşağıdaki cümlesi arasındaki benzerlik, bu ilke birliğini gösteren bir örnektir:

Ne babalar çocuklarının günahından ötürü öldürülecek, ne de çocuklar babalarının. Herkes kendi günahı için öldürülecek. [23-5] Tesniye 24: 16.

36. Âyetin başındaki الم ينبّأ – emlem yünebbe ifadesi, önemli ve ciddî şeyler için kullanılan bir ifadedir. İfadenin içindeki نباء – nebe sözcüğü “faydası büyük haber” demektir. Böyle bir haberle “kesin bilgi” ve “zannı galip” oluşur. Nebe sözcüğü ile “mütevatir haber” ve “muhbir-i sâdık” ifade edilir. “Mütevatir haber“, yalan üzerine oy birliği yapamayacak kadar çok kişiden oluşan bir grup tarafından verilen haber demektir. “Muhbir-i sadık” ise kesin olarak doğru haber veren demektir ve bununla Allah’tan gelen haber kastedilir. Kişilerden gelen haberler bu sözcükle ifade edilmez.

Âyette Mûsâ peygamberin İbrâhîm peygamberden önce zikredilmesi, tarih olarak muhataplara daha yakın olması itibariyledir. A’lâ Sûresinde ise cümledeki söz akışına uyum gereği olarak İbrâhîm peygamber önce anılmıştır.

38. Âyetteki Hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez ifadesi bize sorumluluğun kişisel olduğunu göstermektedir. Bu Âyet ve aynı anlamdaki En’âm Sûresinin 164, İsrâ Sûresinin 15, Fâtır Sûresinin 18 ve Zümer Sûresinin 7. Âyetleri, kâfirlerin Ankebût Sûresinin 12. Âyetinde anlatılmış olan ahrete ait saçma inanışlarına verilmiş bir ret cevabı ve insanlar için ciddî bir uyarı mahiyetindedir.

(Ankebût; 12) Ve kâfirler müminlere “Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin hatalarınızı [günahlarınızı]biz yüklenelim” dediler. Oysa onların hatalarından, ne olursa olsun hiçbir şeyi onlar taşıyıcı değillerdir. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.

39.- 41. Âyetlerdeki Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine eksiksiz olarak verilecektir, ifadesi, özellikle çağımızın ekonomik sorunları için bir çözüm reçetesi içermektedir. Dikkat edilirse, bu reçete hem İbrahîm peygamber ve hem de Mûsâ peygamber döneminde verilmiş bir reçetedir. Yani tüm zamanlar için geçerli, evrensel bir reçetedir. Müslümanlar bu Âyetlerin ne ifade ettiğini en doğru şekilde anlamalı ve uygulamalıdırlar. Kapitalizmin arka plâna attığı ama Sosyalizm ve Komünizm olarak isimlendirilen sistemlerin bütün üst yapılarını dayandırdıkları “emek” bu reçetenin tek enstrümanıdır. Bize göre yapılması gereken, önce bu Âyetlerin ifade ettiği gerçekler doğrultusunda mevcut ekonomik sistemlerin yanılgı noktalarını tespit etmek, sonra da bu ilâhî ilkeye uygun zulümsüz, sömürüsüz, barış içinde bir dünya toplumu oluşturma çabası içine girmektir.

(Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=necm )

 

TAHA SURESİ

Taha, 109. Âyette Rabbimiz, kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç, ahirette şefaatin kimseye fayda sağlamayacağını bildirmiştir. Hatırlanacak olursa, bu Âyetin bir benzeri de Meryem Sûresi’nin 87. Âyetidir. Rabbimiz, orada da Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, kimsenin şefaate sahip olamayacağını farklı bir üslûpla bildirmiştir. “Şefaat” kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm Sûresi’nin tahlilinde verildiği için bu konuya daha fazla girmiyoruz. [45-33] (Tebyînü’l-Kur’ân; c:1, s:355. bkz.)

Ancak kuralın istisnaları ile ilgili olarak Rabbimizin bildirdikleri üzerinde bir cümle ile durmak istiyoruz:

Şefaatle ilgili olarak Meryem Sûresi’nin 87. Âyetindeki Rahmân’ın katında ahd almış olan kimse hariç şeklindeki istisna, yüzlerce Âyette bildirildiği gibi nasıl “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler” ise, bu Sûrenin 109. Âyetindeki izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şeklindeki istisna da yine yüzlerce Âyette bildirildiği gibi “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler’dir.” Yani Rabbimizin her iki Âyetteki istisna cümlelerinden anlaşılan odur ki, iman eden ve Sâlihatı işleyenler dışında hiç kimse şefaat beklentisinde olmamalıdır.

110–112.   Allah, onların [yardım görmeyenlerin] önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri bilir. Onlar ise O’nu bilgice kuşatamazlar. Ve yüzler, [kişiler] Hayy [Diri] ve Kayyum [bütün yarattıklarını gözetip duran Allah] için baş eğmiştir. Bir zulüm taşıyan kimseler gerçekten zarara uğramıştır. Ve her kim mümin olarak Sâlihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.

110.-111. Âyetlerde, Rahmân’ın şefaate izin vermeyeceği kişiler [âhirette yardım görmeyecek olanlar] ile ilgili açıklamalar yer almaktadır. Yüce Allah bu kimselerin ne işlediklerini bildiği gibi, eserleri olarak arkalarından yapılanları da bilmektedir ve cezalandırmayı ona göre yapacaktır. O gün herkes çaresiz olarak baş eğecek, Allah’ın dininden uzak kalıp O’nun koyduğu ilkelere ters davrananlar ve bu ilkeleri yok sayanlar mutlaka cezalandırılacaklardır. Buna karşılık, iman edip Sâlihatı işleyenler ise haklarından mahrum bırakılacakları veya suçsuz oldukları hâlde cezalandırılacakları gibi bir korku ve şüpheye kapılmayacaklardır.

 (Cinn/13) Ve biz o hidayet rehberini dinlediğimizde ona gerçekten iman ettik. Kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve kendisine kötülük edilmesinden korkmaz.

(Zilzal: 7–8) Her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek.

(Nahl: 95–97) Ve Allah’ın ahdini az bir bedel karşılığında satmayın. Eğer bilirseniz muhakkak ki Allah katındaki; o sizin için daha hayırlıdır. Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz. Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız. [ödüllendireceğiz]  (Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=taha  )

 

 

MERYEM SURESİ

Meryem, 86–87.     Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.
Onlar, Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, şefaate sahip olamayacaklardır.

72. Âyette mahşer alanında [cehennemin dış kenarında] diz üstü perişan hâlde bekletildikleri belirtilen suçlulara daha sonra ne olduğu 86. Âyette bildirilmektedir: Onlar susamış hâlde cehenneme sürüleceklerdir. Ancak bu susamışlık suyu bol, güneşi mutedil herhangi bir yörede başa gelebilecek bir susama olarak değil, yakıcı bir güneş altında, Arabistan çöllerinde susuz kalmış bir insanın susamışlığı olarak algılanmalıdır. Üstelik bu susamış suçlular orada kimseden yardım da görmeyeceklerdir:

(Şu’arâ: 100–101)Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve yakın bir velî yoktur.

87. Âyetteki şefaate sahip olmak tabirine bakıldığında, buradaki şefaatin ya onların başkaları için yapacakları şefaat, ya da başkalarının onlar için yapacakları şefaat olabileceği gibi iki yönlü bir anlam çıkıyor gibi görünse de, Âyetteki istisna cümlesinden buradaki şefaatin başkalarının onlar için yapacakları şefaat olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla buradaki şefaate sahip olmayacaklar ifadesi, “kimse onlara yardım etmeyecek” demektir. Zaten cehennemdekilerin -kendileri yardıma muhtaçken- bir başkasına yardımda bulunmaları da anlamsızdır. Ancak Rabbimiz Âyette Rahmân’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç diye bir istisna yaparak âhirette kimlerin yardım göreceğini açıklamıştır. Onlar, “Rahmân’ın katında ahd almış olanlar“, yani “iman edenler ve Sâlihatı işleyenler’dir.” Bilindiği gibi, Rabbimiz iman eden ve Sâlihatı işleyenlere yardım edeceğini yüzlerce Âyette haber vermiştir.

Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm Sûresi’nin tahlilinde verilmiştir. [44–41] (Tebyinü’l-Kur’ân; c. 1, s.  421–424. bkz.)

88–95.     Ve onlar “Rahmân, çocuk edindi” dediler. An olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın, bundan; Rahmân’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı. Hâlbuki Rahmân için çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahmân’a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun ki O [Rahmân] onların hepsini kuşatmıştır ve kendilerini bir bir saymıştır. Hepsi de kıyamet günü O’na [Rahmân’a] tek başlarına gelirler.

Bu Âyet grubunda müşriklerin tamamı muhatap alınmakla birlikte, Âyetlerin muhatabı özellikle Allah’a çocuk isnat eden müşriklerdir. Bu isnadın ne kadar çirkin olduğu, göklerin neredeyse çatlayacağı, yerin yarılacağı, dağların parçalanıp dağılacağı ifade edilmek suretiyle gösterilmiştir. Bu çirkin sözlerin sahiplerinin kimler olduğu yine Kur’ân tarafından açıklanmaktadır. Bunlar, “Üzeyr Allah’ın oğludur” diyen Yahudiler, “Îsâ Allah’ın oğludur” diyen Hıristiyanlar ve “Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyen Araplardır:

(Tövbe: 30) Ve Yahudiler “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar.

(Bakara: 116) Ve onlar “Allah, çocuk edindi” dediler. -O, arınıktır.- Aksine göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O’nundur. Hepsi O’nun için boyun bükenlerdir.

(Sâffât: 158) Ve onlar, O’nunla [Allah’la] cinnler arasında bir nesep [hısımlık bağı] kıldılar. Oysa Andolsun cinnler kendilerinin mutlaka hazır edilenler [mahşerde toplananlar] olduklarını bilirler.

93. Âyette, göklerde ve yerde bulunanların Allah’a sadece “kul” sıfatıyla geleceklerinin vurgulanması, Allah’ın dünyada seçip Elçilik payesi verdiği kişilerin de âhirette sadece “kul” sıfatını taşıyacaklarını göstermektedir.

94–95. Âyetler, Allah’ın herkesi kuşattığı, onlar hakkında her şeyi bildiği ve müminler hariç herkesin orada eşsiz dostsuz, çocuksuz, arkadaşsız olacağını bildirmektedir:

(Şu’arâ: 88–89) O gün ki, mal fayda vermez, oğullar da… Ancak Allah’a tertemiz bir kalple gelenler hariç.

Âyetlerde Rahmân adının tekrar edilmesi dikkat çekici bir husustur. Bu, Rabbimizin rahmeti gereği suçlulara tövbe kapısını açık tuttuğunu, hatalarından döndüklerinde onlara merhametiyle muamele edeceğini göstermektedir.

96.        Şüphesiz şu iman eden ve Sâlihatı işleyenler; Rahmân onlar için sevgi kılacaktır. [var edecektir] (Hakkı Yılmaz- http://www.istekuran.com/index.php?page=meryem )

posted in Anasayfa | 1 Comment

7th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MAHKEME-İ KÜBRÂ’DA İLTİMAS OLUR MU? (1)

(ŞEFAAT)

Arapça Ş-F-A kökünden türemiştir.Üç anlamda kullanılmıştır.

1-Torpil ve iltimas anlamında cahiliyyeden günümüze kadar kullanılmıştır.Cahiliyye Arapları Allah’tan başka taptıkları ilahları Allah’a yaklaştırsınlar diye aracı(şefaatçı) kabul etmişlerdir.(Yunus/18)

2-Bir şeyi çift yapmak,ikilemek anlamında kullanılır.”Bilal ezan okurken her cümleyi ikilemekle emrolundu”(Buhari,Ezan,1/2)

3-Kelimenin bir başka türevi şüf’â sigasıdır.Satılmakta olan bir malı ortağın veya yakınların öncelikli alma hakkıdır.

Geçmişten günümüze bu kelimenin kullanılışı; torpil,bir sayıyı çiftlemek,ve ortaklık hakkı.Allah müşriklerin ilahlarını şefaatçi kabil etmelerini şirk olarak kabul edip reddediyor.Müşriklerin şefaat anlayışı aracıları iltimasçı konumuna getirmekle onları Allah’a ortak yapıyor affetme konusunda onlara şuf’â hakkı tanımak anlamını taşıyor.

 

ŞEFAAT KONUSUNDAKİ AYETLER

Şirkin şefaat şeklinde belirdiği bir toplumda indirilen Kur’an’ın bazı ayetleri çok açık bir şekilde reddeder.Bazı ayetler de toplumun şefaat anlayışını açıklama ve şefaatin imkansızlığını delillendirme sadedinde bilgiler içerir.

A-Şefaati açıkça ve bütünüyle reddeden ayetler:

-“Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez”74/48

-“…Allah’tan başka bir veli ve şefaatçiniz yoktur.Düşünüp öğüt almıyor musunuz?” 32/4

-“Kıyamet koptuğu gün,suçlular umutsuz kalıverirler.Koştukları ortaklarından da kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz ve onların ortaklarını inkar ederler.”30/12,13

-Kimsenin kimseye bir yararı dokunmayacağı,kimseden fidye alınmayacağı,kimseye şefaatın fayda vermeyeceği ve kimsenin yardım görmeyeceği günden korkun” 2/123

-Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler.De ki “Ya onlar hiçbir şeye malik değillerse ve akıl da etmiyorlarsa?”De ki” Şefaatin tümü Allah’ındır
Göklerin ve yerin mülkü O’nundur.Sonra O’na döndürüleceksiniz.”39/43,44

-Ey iman edenler! Hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun,ve hiçbir şefaatın olmadığı gün gelmeden evvel,size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Kafirler zalim kimselerdir.2/254

Burada dikkat edilmesi gereken şefaatin reddi kafirlere has olsaydı, neden ey iman edenler diye hitap edilecekti veya infakı emredecekti?Kafirlerin infak diye bir yükümlüğü yoktur.

“Sadece sana kulluk eder,sadece senden yardım dileriz” Fatiha/5 ayetin de geçen iki hükmün kulluk kısmını alıp yardım talep etme kısmını atacak mıyız?

B-Şefaat konusunda yoruma müsait ayetler:

-Allah dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe,göklerde bulunan nice melekler vardır ki onların şefaati bir işe yaramaz.53/26

-Rahmanın katında bir söz almış olandan başkası asla şefaatte bulunamaz.19/87

-O gün Rahmanın izin verdiği ve konuşmasına rıza gösterdiği kimseden başkasına şefaat fayda vermez 20/109

-..O’nun izni olmadan şefaat edecek yoktur.Rabbiniz Allah budur.O’na kulluk edin.Hala öğüt almayacak mısınız? 10/3

-O’nun katında,O’nun izin verdiklerinin dışında kimseye şefaat yarar sağlamaz.34/23

-Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir.Bunlar,Allah’ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaat edemezler.Halbuki onlar da Allah korkusundan titrerler.21/28

Bu ayetlerde de görüleceği gibi şefaat edecek kimseye de, şefaat edilecek kimseye de Allah’ın izin vermesi,onlardan razı olması,ahid vermesi,konuşmasına izin vermesi gibi istisnalardan söz ediliyor.

Buradan; “Biz size veya şefaatçilerinize izin verdik mi ki siz onlardan şefaat bekliyorsunuz? Veya biz size şefaat edebilecek birilerinin bulunduğuna dair ahid mi verdik,yada bizim razı olmadığımız insana kim şefaat edebilir? “gibi bir mesaj çıkmaz mı?

Bu bölümde son olarak hem şefaat edecek,hem de şefaat edilecek kimseye izin çıkması gerekiyorsa kime izin verildi? Böyle bir ahid kimler arasında gerçekleşti ve buna dair bir ayet var mıdır?

Zaten Allah razı olmuşsa şefaate ne gerek var? ../.. (1)

 

 

MAHKEME-İ KÜBRA’DA İLTİMAS OLUR MU? (2)

(ŞEFAAT)

ŞEFATLA KONUSUNDAKİ HADİSLER

Kur’an O elçinin Allah’ın ayetlerine muhalefet etmeyeceğini söylemesine rağmen (69/44-47) bazı hadislerin ayetlerle örtüşmediği görülmektedir.

A-Şefaate delil getirilen hadisler:

Meşhur hadis mecmualarının hemen hepsinde zikredilen çok uzun meşhur şefaat hadisi özetle;

-Kıyamet günü insanlar bütün peygamberleri dolaşırlar.Hz Adem’e(as) varırlar işlediği günah sebebiyle,Nuh (as) duası nedeniyle insanlığın helak olmasından dolayı, İbrahim (as) söylediği yalandan dolayı,Musa (as) adam öldürdüğünden dolayı,İsa (as) şefaat etmesinin mümkün olmadığını belirterek onları Hz.Muhammed (sav) ‘e gönderir.Peygamber Efendimiz (sav) de kalbinde zerre kadar hayır bulunanlar dahil herkesi cehennemden çıkarır.(Buhari,Enbiya3- Müslim,İman 327-Tirmizi,Kıyamet 10-Ahmed, Müsned 2/435-Darimi,Rikak 84-İbn-i Mace,Zühd 37)

Hz. Muhammed (sav) dışındaki peygamberlere isnat edilenlere haşa demek zorundayız.

Çünkü Adam (as) günahının affedildiğini Kur’an söylüyor(2/37) Günahın kıyamete kadar sürdüğüne inananlar ise Hıristiyanlardır.Tufan cezasını Allah takdir etmiş,cezanın geri çevrilmesi için müracaat etmemesi yönünde Nuh (as) uyarmıştır.(11/37,46-47) İbrahim (as) yalan söylememiş,bunlar Tevrat’a sokulmuş iftiralardır.Musa (as) adam öldürmesi peygamberliğinden öncedir,affedilmese peygamber olamazdı.(26/19-20)Hadise baktığımızda Hz.Peygamber’imizi(sav) yüceltmek için diğer peygamberlere hakaret edildiğini ve Allah’ın açık ayetlerini iptal etmek olduğu düşündürücü.

-“Cennette şefaat edeceklerin ilki benim,tabi olanları en çok olanda benim”
(Müslim,İman 330-332)

Cennete girdikten sonra şefaate gerek yoktur.Şayet Peygamberimiz (sav) ilk şefaat edecek olansa başka şefaat edeceklerde var demektir. Bu durumda diğer peygamberlerin şefaatını reddeden yukarda ki hadisle çelişki ortaya çıkmaz mı ?

Görüleceği gibi ayetlerle çelişen bu hadisler aşağıdaki hadislerle de çelişmektedir.

B-Şefaatın olmadığına dair hadisler:

-“Annemin kabrinde şefaat istedim de bundan men edildim”(Ahmed,Müsned 5/357)

-Ubade bin es-Samit’ten(ra)” Ölümü esnasında Rasul’ün (sav) huzuruna girip ağladığımda bana şöyle dedi;Dur bakalım niçin ağlıyorsun?Allah’a yemin olsun ki şehadetim mümkün olarsa şahitlik ederim,şefaat etmem mümkün olunsa sana şefaat ederim.Gücüm yeterse sana fayda veririm..Ubade (ra) daha sonra; Bu konuda Rasulullah’tan rivayet ettiğim hadisler arasında bundan daha hayırlısı yoktur.İnanın nefsim gamla doldu.”(Müslim,İman 47)

Hadiste şehadetle şefaatin birlikte zikredilmesi ilginçtir.Şehadet kısmı ayetlerle uyum arz ederken şefaat bölümü ters düşmektedir.

-Peygamber’imiz (sav)”Kızım Fatıma! Babam peygamber diye güvenme,sana faydam dokunmaz.”

 

Tüm bunlardan sonra Peygamber’imizin (sav) şefaat etmek için izin aldığını farz etsek bu durumda O’nun şefaat edeceği insanlar için Allah’ın izin vermesi ve razı olması gerekiyor.(20/109,34/23)Dolayısıyla O’nun şefaat etmesi garanti olsa bile şefaat edeceği insanların bir garantisi yok.Allah’ı razı etmek için çalışmak doğru ve kaçınılmaz olanı.

Allah Rasulu’nun (sav) Kur’an dışında Allah’tan bir vahiy alabileceği hesaba katılsa bile vahiy almamış Şehidin şefatı (Ebu Davud cihad,26),Osman Bin Affan’nın(ra)(Tirmizi Kıyamet,12),Sıdıkların (Ahmed 1/5)şefaatleri, Arapları aldatanın şefaatten mahrum kalması (Tirmizi ,Mehakip 69)…. O halde dileyen dilediğini yapsın.

Sonuç:

Kur’an ayetleri şefaati reddetmektedir.Hadislere gelince ne kendi çinde tenasüd var nede Kur’an ayetleriyle.Mü’minlerin yapması gereken “Ey (Allah’ın vahyi ile) tatmin olmuş kişi,Allah’ı razı etmiş ve karşılığında razı edilmiş olarak Rabbine dön.Allah’ın kullarına katil ki cennete gir.”(fecr 27-30) İnsanların yaptıkları amellerin insana şefaat edeceğini söyleyen hadislere sözümüz yok.(Ebu Davud Ramazan 10-1400, Ahmed 2/174)

Meleklerin,Peygamberlerin,insanların birbirine şahadeti ise Kur’an beyanlarına göre olması gereken bir durum.Bu şehadeti şefaate çevirmek ,tamamı Allah’a ait olan şefaat kavramını yanlış anlamaktan ibarettir.

Allah’ı,peygamberleri,melekleri,ashabı,şehidleri,sıdıkları ruhunda kutsal barındıran herkesi torpilci ve iltimasçı yapan bir zihniyetin oluşturacağı bir toplum iradesi kaybetmiş,önüne gelene kul olan ,yükümlüğü başkalarına havale eden sorumsuzlardan oluşacaktır.

Bir avuç gözü açıkta bu durumu istismar edip Allah’ın kullarını kendisine kul yapacaktır.Dünyayı torpil dünyasına çevirenler ahrette ki iltimasın olmayacağı o büyük mahkemede bütün şefaatin Hakimler Hakimi’ne (cc) ait olması sebebiyle hüsrana uğrayanların ta kendisi olacaktır.

Allah’ı razı etmek için çalışmak,şefaati ondan beklemek duasıyla.

(Kaynak:Fecre Doğru Sayı: 23  http://www.kurannesli.net/forum/viewtopic.php?f=45&t=682 )

posted in Anasayfa | 0 Comments

7th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞEFAAT

Şefaat sözlükte, ‘yardımcı olmak’ ve ‘bir şey istemek için birine eşlik etmek’tir. Daha çok, ’saygın birinin düşük konumda olana arka çıkması’ anlamında kullanılır.1 İnsanlar arasında bu tür ilişkiler olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Her kim iyilik için şefaat ederse (arka çıkarsa) bundan kendine pay vardır. Her kim de kötülük için şefaat ederse (arka çıkarsa) onun da bundan sorumluluğu vardır. Allah her şeyi korur ve kollar.” (Nisa 4/85)

Şefaat terimi, ’saygın birinin Allah’ın yanında başkasına arka çıkması ve yardımcı olması’ anlamında kullanılır. Allah böyle bir davranışı kabul etmez. O, şöyle buyurur:

“Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin cezasını çekmez. Kimseden şefaat kabul edilmez. Kimseden fidye alınmaz. Onlar yardım görmez haldedirler.” (Bakara 2/48)

“Rablerinin huzurunda toplanacak­ları gün­den korkanları Kur’ân ile uyar; onların Alla­h’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri olur. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51)

“De ki: O şefaat, bütünüyle Allah’ındır.” (Zümer 39/44)

“De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.” (A’raf 7/188)

Ensar’dan Ümmü’l-Alâ diyor ki: “Muhacirlere kura çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yı­kandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellem içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebû’s-Sâib!2 Allah rahmet eyle­sin; Allah’ın sana gerçekten ikramda bulundu­ğuna şahidim.” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Al­lah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?”

“Babam sana kur­ban ey Allah’ın Elçisi, Allah ya kime ikram eder?” deyince Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekli­yorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşıla­na­cağımı vallahi bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem.”3

Müşrik, Allah’ı yer yüzü krallarına benzettiği için kendini, onun vereceği cezaya karşı koruyacak birini arar. Ona göre bu, Allah’a yakınlığı olan ve onun geri çeviremeyeceği biri olmalıdır. Mekkeli müşrikler putlarını bu konumda görürlerdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne bir zararları olur ne de fayda sağlar. “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Göklerde ve yerde, Al­lah’ın bilme­diği bir şeyi mi ona haber veriyorsu­nuz?” Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve yücedir.” (Yunus 10/18)

Şefaatçi, kişiyi Allah’ın vereceği cezadan kurtacaksa ondan güçlü ve merhametli olmalı ve insanı daha iyi tanımalıdır. Böyle biri ancak ikinci tanrı olur. Bunun farkında olan Katolikler, şirklerini pekiştirircesine İsa aleyhisselam hakkında şöyle derler:

“Şimdi o, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır.4 Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter.”5

Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre “Kabilenin en yakınlarını uyar.”6 âyeti inince Allah’ın elçisi şöyle bir konuşma yaptı:

“Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allahk’ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. (Amcasına döndü:) Ey Abdulmuttaliboğlu Abbâs! Allah’ın yanında sana bir faydam olmaz. (Halasına döndü:) Ey Safiyye! Allah’ın yanında sana bir faydam olmaz. (Kızına dönerek) Ey Muhammed kızı Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah’ın yanında sana bir faydam ol­maz.” dedi. (Buhârî, Vesâyâ, 11)

Şefaatçinin Görevi

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“… Allah katında şefaat edecek olan da kimmiş; onun izniyle olursa başka“.7

“O gün hiç sapma olmadan davetçiye uyarlar. Sesler Rahman için kısılmıştır; hışırtıdan başka birşey işitmezsin. O gün Rahmân’ın izin verdiği kişilerin, onun razı olduğu kişilere yaptığı şefaatten başkasının faydası olmaz. O onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir, ama onlar onun bilgisini kavrayamazlar.” (Taha 20/108-110)

“Allah, meleklerin önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Onlar, onun razı ol­duğu kişilerden başka­sına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler.” (Enbiya 21/28)

Ayetler gösteriyor ki, Allah’ın kabul ettiği şefaatçilerden hiçbiri kurtarıcı değildir. Çünkü Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız on­lar, Allah’ın di­lediği kimse­lere şefaat edebilirler. Halbuki insanlar kurtarıcı beklerler.

Müşrik olarak ölmemiş ama büyük günahlar işlemiş kişiler bağışlanabilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakini dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)

Tevbe ile şirk dâhil her günah bağışlanacağından bunların tevbe etmeden ölen kişiler olduğu açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim bir kötülük işler yahut kendini kötü duruma sokar, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse, görecektir ki, Allah tevbeleri kabul eder, ikramı boldur.” (Nisa 4/110)

Bazı günahlar ebedi cehennem azabını gerektirir. Aşağıdaki âyetler, Allah ile beraber bir başka tanrı çağıranların yani müşriklerin, haksız yere adam öldürenlerin ve zina edenlerin ebedi cehennem cezasına çarpılacaklarını bildirmektedir:

“Rahmân’ın kulları Allah ile beraber bir başka tanrı çağırmazlar, Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler, haklı sebeble olursa başka ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada ebedi olarak alçaltılmış bir şekilde kalır.” (Furkan 25/68-69)

“Faiz yiyenler, şeytanın takılıp aklını çeldiği8 kimsenin dav­ranışından farklı bir davranış göstermezler. Bu onların, “alım satım, tıpkı faizli işlem gibidir” de­meleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helal, faizli işlemi haram kılmıştır. Kime, Rabbinden bir uyarı gelir de faize son verirse, geçmişte olan kendinindir. Onun işi Allah’a aittir. Kim de de­vam ederse, onlar o ateşin arkadaşıdırlar, sürekli orada kalırlar.” (Bakara 2/275)

Büyük günahlardan şirk hariç diğerleri affedilebildiğinden Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’den gelen şu hadisler şefaat hakkında bize ışık tutar:

“Her peygamberin kabul edilmiş bir duası vardır. Diğer peygamberler dualarını bu dünyada yaptılar. Ben, ümmetime şefaat için duamı Kıyâmet gününe sakladım. Allah dilerse ona ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır.”9

“Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.” Câbir (ra) dedi ki: “Büyük günahı olmayanın şefaate ne ihtiyacı olur!”10

Cabir’in dediği doğrudur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Size konan yasakların büyüklerinden kaçınırsanız, diğer günahlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz.”11

Allah, büyük günah işlemiş birini affemek isterse bir şefaatçi görevlendirir. O da şirke düşmemiş büyük günah sahibine şefaat eder.

Allah Teâlâ Peygamberimize hitaben şöyle buyurur:

“Ey inananlar! Size rızık olarak ne vermişsek, ondan harcayın. Sonra öyle bir gün gelir ki, onda ne alış veriş, ne dostluk, ne de şefaat bulunur. Nankörlük edenler tam bir yanlışlık içindedirler.” (Bakara 2/254)

KAYNAK: Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2006, s: 134-138.

  1. Müfredât, شفع. mad.
  2. Osman b. Maz’un radıyallahu anhın lakabıdır
  3. Buhârî, Cenâiz, 3
  4. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 519
  5. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2634
  6. Şuarâ, 26/214
  7. Bakara, 2/255
  8. Ayette geçen, تخبط , genellikle “dokunup çarpma ” şeklinde tercüme edilir. Bize göre bu tercüme manayı doğru aktarmamaktadır. تخبط ; ”takılıp aklını çelme ve aklını bozma” (Lisan’ul-arab, Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâcu’l-arûs) anlamlarına da gelir
  9. Müslim, İman 338 (199)
  10. Tirmizi, Kıyâmet 12, (2436)
  11. Allah’ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, konu ile ilgili olarak şunları söylemiştir:

“Felâkete sürükleyen yedi şeyden sakınınız.
– Ey Allah’ın Elçisi nelerdir onlar?
– Allah’a ortak koşmak, sihir, haklı sebeple olması bir yana Allah’ın doku­nulmaz kıldığı bir canı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana toplu hücum yapılacağı sırada savaştan kaçmak ve kötü yolla ilgisi olmayan namuslu mümin kadınlara zina iftirasında bu­lunmaktır.” (Buhârî, vesâyâ, 23; Müslim, İman 145)

http://www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/sefaat.html

posted in Anasayfa | 0 Comments

7th Mayıs 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ŞEFAAT ANLAYIŞI

Giriş

Günümüz İslam dünyasının bö­lünmüşlüğünü ve sayıları milyarı aşan müslüman kitlelerin içinde bulundukla­rı gerek siyasî, gerekse itikat planında­ki sorunları anlamak, en temelde is­lam’ın bir bütün halinde düşünce tarihini ve bu düşünce tarihinin eksenini oluşturan Kur’anî kavramların, müslümanların ellerinde ne şekle girdiğini ve nasıl anlaşılır olduğunu kavramakla mümkün olacaktır.

Ancak bu cümleyle, tamamen geçmişe dönük, tabiri caizse “tarihle saklambaç oynayan” günümüzü ve geleceğimizi ilgilendiren köklü mesele­lere kapalı bir hareket metodu anlaşılmamalıdır.

Çünkü mesele; söz konusu sorun­ların daha iyi anlaşılmasında değil, on­lara Kur’anî ilkeler çevresinde çözümler sunulmasındadır. Sorunlar güncel­dir. Önümüzdedir. Bu şekliyle de ne­denleri her ne kadar geçmişte de olsa çözümleri bugün ve gelecekte dur­maktadır.

Bu noktada görmemiz gereken ilk temel gerçek “Bir millet, kendi durum­larını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” (1) ayetinden hareketle; içinde bulunduğumuz duru­mun çok öncelerden, Allah tarafından belirlenmiş bir kötü talih neticesi değil, bizatihi kendi yapıp ettiklerimizin sonu­cu olduğudur.

Denilebilir ki bu halin aslı; öncelik­le bizim kendi içimizde yaşadığımız ve yaşattığımız dönüşümün, kavram boyutundaki anlam sapmaları şeklinde Kur’anî hayat tarzına yansımış olma­sındadır.

Ve yine denilebilir ki, bu sapmala­rın nesilden nesile sanki kutsanmış bi­rer doğru gibi aktarılmasının bir hikayesidir.

Kur’an kültüründen uzaklaşmanın yol açtığı boşluk, büyük ölçüde birey ve toplum psikolojisinde pratik birer beklentinin karşılanması şekline bürü­nen, Kur’an dışı düşünce sistemlerince doldurulmuş ve olay günümüze değin bu şekliyle taşınmıştır.

Bu meyanda, konu başlığımız olan şefaat için “bu süreçlerin en fazla etki ettiği Kur’anî kavramlardan biridir” sözü yanlış olmaz.

Zira, kavram kendi bağlamının dı­şında bütünlükten yoksun bakış açıla­rıyla tanımlanmasının neticesinde, zaman içerisinde hakim kültürlerin Kur’an’a doğrulatılmasına varan yo­rum genişlemesine uğramış ve bolca hadis literatürüyle de soyut bir değer­den çok, ancak sosyal hayattaki tesi­riyle anlaşılabilecek bir görüşün temsilcisi olmuştur.

“Şefaatçilik” olarak isimlendirebileceğimiz bu görüşü tartışmaya geç­meden önce; yaşadığımız toplumdaki müslüman kimliğin ne kadar Kur’anî kaynaklardan beslendiğinin tespiti el­zemdir. Bu açıdan bakıldığında arada­ki farkı ölçmek zor olmasa gerektir.

İşte bu fark ve çelişkidir ki, toplum­sal hayatımızın yabancı ve ithal malı faktörlerin taarruzuna ortam hazırlamıştır. Bu çelişkiler fert ve topluma yansımış., pratik bulmuş, fırsatçı, çü­rük ve temelsiz bir din anlayışının zi­hinlerde yer etmesine neden olmuş­tur.

Bu nedenledir ki, konunun son tahlilde ele alınması gereken aslî ze­mini; basit şekliyle “şefaat var mıdır, yok mudur” sorusunun kelami boyutu­na hapsedilmiş biçimi değil, bu soruya verilecek cevabın, yaşanan hayat üze­rine düşmüş gölgesi ve bu zeminde oluşan din anlayışlarının sorgulanma biçimidir.

 

Şefaatçilik ve Dayanakları

Şefaat, sözlük anlamı itibariyle araya girmek, iltimas etmek, yardım et­mek, ricada bulunmak, destek olmak, bir işe delalet ve tavassut etmek veya “aracı olmak” anlamına gelen Arapça bir terimdir.

Günümüzde yaygın olarak anlaşı­lan şekline gelince özetle şu tanımı yapmak mümkün:

Günahkar müminlerin, hesap gü­nünde, Allah tarafından bağışlanması için Allah’ın sevgili kullarının (Peygamber, veli vs.) onlara aracılık etmeleri­dir.

İslam’ın birinci yüzyılında ya da ona yakın tarihlerde, Kur’an’daki bazı ifadelerden, kıyamet gününde aracılı­ğın (şefaat) mümkün olduğu anlamı çı­karılmıştır.

2. ve 3. hicri yüzyıllarda (8. ve 9. miladî) kristalleşen sünni görüşe göre de kafirler veya gayri müslimler için şe­faat mümkün değildir. Ama az önce de belirtildiği üzere günahkar müminler için etkili olacaktır. (2)

Kur’an’daki bu ifadelerden maksat ilgili şu ayetler çevresindedir:

Onun huzurunda, onun izin verdi­ğinden başkasının şefaati fayda ver­mez.” (3)

Suçluları da yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün; yalnız Rahman’ın huzurunda söz almış olan­lardan başkaları şefaat edemezler.” (4)

Bu tezin ikinci dayanağını da hadis kitaplarındaki peygamberlerin kendi ümmetlerine yapacakları şefaat ile ilgili pek çok atıflar olmasıdır. (Ve yine halk arasında yaygın olan İslamî anlayışa göre Veliler o kadar çok şefaat edecek­ler ki peygamberleri bile geçecekler.) (5)

Bu açıdan baktığımızda ilk gördü­ğümüz unsur, bu görüşün temel mesa­jını “aracılık” ve “kurtarıcılık” fikri üzerine bina ettiğidir. Bu gerçek onu ister Al­lah’ın iznine tabi kılsın, isterse bu kurta­rıcıyı Allah’ın peygamberi ilan etsin de­ğişmeyecektir.

 

Ayetlerdeki Durum

Söz konusu bu ayetlerin anlaşıl­masının ilk şartı, onların hangi amaca binaen geldiklerini anlamaktan geçmektedir. Zira Kur’an, bu ayetler vası­tasıyla toplumda; yaşayan bir anlayışa göndermeler yapmakta ve bu hususu onlarla tartışmaktadır. Yani konunun öncesi vardır. Bu durum, özellikle ayet­lerin Kur’an bütünlüğünde neyi hedef­lediğinin anlaşılması açısından önemlidir.

Birincisi; kafir ve müşrikler şefaati bir kalkan gibi kullanmaktadırlar. Hz. Peygamber ile diğer peygamberlerin davetlerini kabul etmeyenler, bağlı bu­lundukları ilah ve ilahelerin Allah katın­da kendileri için aracı olduklarını, bu nedenle Allah’ın azabından korkmaları gerekmediğini söylemektedirler. Yani bu şefaatçi ve aracıların, kendilerini nasıl olsa kurtaracaklarını belirtiyorlardı.

İkincisi; Kureyşliler kendilerini Hz. ibra­him’in soyundan saydıkları için Ka­be’nin mütevellileri vs. Araplar’ın, dinî, ahlakî, siyasî ve kültürel liderliğinin kendi malları olduğunu sanıyorlardı. Bunlar, Allah’ın yüce mahkemesinde kendilerinin hiç bir zarara uğramayaca­ğı gibi yanlış bir düşüncede idiler. (6)

İşte mevcut ayetler öncelikle bu anlayışların, bu beklentilerin cevaplan­masına yönelik gelmektedir. Ortada Allah’ın uluhiyetine, sınırsız haşmetine ve kulları arasındaki adalet ölçüsüne ters düşen bir tablo vardır. Bu durum yanlıştır. Doğrusu ise ancak Kur’an’ın vaaz ettiği ilkelerde aranmalıdır.

“Allah ki ondan başka ilah yoktur. Daima diri ve yarattıklarını koruyup yö­neticidir. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir. Onların önlerinde ve arkala­rında olanı bilir.” (7)

Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiç bir şeye malik olmayan şeyler olsalar da mı? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Gökle­rin ve yerin mülkü onundur.” (8)

Öyle anlaşılmaktadır ki Kur’an, müşrik kafalarda yaşayan şefaatçiliğin “Allah’ı çemberin dışında tutma eğilimlerine” Allah’a rağmen bir anlayışı kır­mayı kendisine hedef edinmiş bunu da “Ancak Allah’ın izniyle” gibi bir şarta vurgu yaparak açıklamıştır.

Ancak bu şart Kur’an bütünlüğün­den koparılarak değerlendirilirse, sanki müşriklerin iddialarının kabul edilmeyen yanının, bu aracıların varlığı değil, onların seçimindeki yanlışlar olduğu anlaşılabilir. Oysa bu şartın ana hedefi, insanların zihinlerinde, Allah’ın yanın­da, karşısında her şeyin aciz kaldığının kavranması, onun haşmet ve azemetinin vurgulanmasıdır. Aşağıdaki ayetler bu durumu somut şekilde ifade etmek­tedir.

“O Allah ki gökleri, yeri ve bunların arasında bulunanları altı günde yarattı. Sonra arşa istiva etti. Sizin O’ndan baş­ka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur.” (9)

“De ki: Bütün şefaat Allah’ındır.” (10)

O’ndan başka bir dost ve şefaatçi­nin olmaması ancak şefaatin tümünün Allah’a ait olmasıyla açıklanmıştır. Ya­ni, müşrik yaklaşımların tersine O, hük­münde öylesine tektir ki, onun izni olmaksızın kimse şefaat edemez. Zira bütün şefaat O’nundur, denmiştir.

Şefaatin izne bağlı olduğunu ifade eden ayetler (11) izinle şefaatin söz konu­su olduğu imajını bizlere çağrıştırmak­tadır. Fakat Kur’an’daki ayetleri bir bü­tün olarak incelediğimizde bu şefaatin muallakta ve insanların müdahalesine açık olmadığını görürüz.

“Rahman çocuk edindi dediler. O yücedir. Hayır, melekler şerefli kılınmış kullardır. Allah’tan önce söz söyleyemezler. Ancak O’nun emri üzere iş iş­lerler. Allah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler. Bunlar içinde kim ‘Ben Al­lah’tan başka bir ilahım’ derse işte onu cehennemle cezalandırırız.” (21/26-29)

Ayetlerdeki izin verme (53/26; 20/109; 34/23)den maksat Rahman’ın, meleklerin müminlere yardım etmesine izin vermesi olduğunu anlamamız ge­rekir. Yoksa her gün namazlarda okuduğumuz “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (1/4) ayetiyle çelişmiş oluruz.

Oysa, bu tür ayetleri yukarıda be­lirtilmeye çalışılan bağlamından hatta Kur’an’ın kavramı kullandığı ve açıklık getirdiği diğer ayetlerden bağımsız de­ğerlendirmemiz halinde bile “Onun izin verdiğinden başkası şefaat edemez” türü ibarelerden “onlara şefaat izni ve­rir ve onlar şefaat edeceklerdir” sonucu sadece bir varsayım olarak değerlendi­rilmelidir. Zira bu ayetlerde geçen istis­na edatı, şefaatin vuku bulacağını değil aksine bunun olmayacağını vurgula­mak için kullanılmıştır. Yani “Allah’tan başka şefaatçi yoktur. Böyle bir şefaat­çinin varlığını farzetsek bile bu da Al­lah’ın iznine tabi olacaktır.

Burada karıştırılan şey gerçekle­şen olayların Allah’ın izniyle olmasıyla Allah’ın bunları istemiş olup, olmamanın iyi ayrıştırılamamasından kay­naklandığıdır.

Bunu başka bir örnekle açıklaya­lım. “Allah’ın izin vermediği bir kulun kafir olması mümkün müdür” diye sor­sak cevabımız elbette “hayır” olacaktır. Peki bu cümleden Allah bir insanın ka­fir olmasını ister anlamını çıkarmak mümkün müdür? Evet, mümkündür. Ancak yanlıştır. Zira Kur’an’ın bize ver­diği Allah telakkisine uymayacaktır.

Yapılacak şey bu ayetleri Kur’an bütünlüğünde değerlendirmektir. Bu açıdan hiç bir istisna payı bırakmayıp, şefaati hem müslümanlara (ki gelenek­sel anlayışlar özellikle burada yanıl­mışlardır) hem de müşriklere nefye’den (olmayacağını söyleyen) aşağıdaki ayetler konuya açıklık getirmektedir.

Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadı­ğı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (12)

“Ve öyle bir günden korkun ki o gün hiç kimse kimsenin yerine bir şey öde­yemez, kimseden fidye alınmaz ve on­lara hiç bir ayırım yapılmaz.”

“Bırak o dinlerini oyun eğlence ye­rine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri de, sen o Kur’an ile hatırlat ki bir kişi, yaptığı işi eline teslim edilmeye görsün. Allah’tan başka onun ne bir dostu ne de bir yardımcısı olmaz. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edil­mez, işte onlar kazandıklarının eline teslim edilmişlerdir. Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acı bir azap vardır.” (13)

Kur’an, inmeye başladığı andan iti­baren şirkle kavga halindedir. Yukarı­daki ayetlerde görülen genel ve kesin hükümler çerçevesinde şefaatçilik gö­rüşü şirk addedilmişken, Kur’an’ın ken­di oluşturmak istediği düşüncede bu anlayışa prim veren yaklaşımlar vazet­mesi beklenmemelidir. Kaldı ki Rasulullah da bu konuda teyakkuz halinde olmalıdır.

Zaten Kur’an’ın bütün yapısı aracı­lığa karşıdır. Çünkü Kur’an der ki: “Al­lah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.”

Yine Kur’an’a göre, Allah bir an­lamda insanlar içinde etkinlik göster­mektedir. Aynı şekilde Allah’ın insana kendi şah damarından daha yakın ol­duğu bildirilir. Ve Kur’an tekrar tekrar belirtir ki “Allah’ın rahmeti her şeyi ku­şatmıştır.” Bu noktada Kur’an’ın bireyi esas aldığı ayetlere bakarsak onun, bu konudaki yaklaşımının İslam’daki birçok ekolün “Allah karşısında kulu felç eden eğilimlerinin tersine, bireyin tüm kabiliyetlerinin aktüelleşmesini amaç­ladığı görülecektir. Hatta öyle ki, ona gerektiğinde “tek başına bir ümmet ol­ma” bilincini taşıyacak sorumluluğu ve şerefi verir. Allah’la dost olabilmek şek­linde özetlenebilecek bu yaklaşım tarzı, Allah ile kul arasında doğabilecek her türlü boşluğu önlemiştir.

Yani Allah kulunun hem dış dünyasını hem de iç dünyasını kuşatmıştır. Oysa şefaatçilik görüşü, Allah’ı tabir yerindeyse bir tür “Baş Hakim” gibi göstermekte ve bu baş hakim karşısın­daki kulun kurtuluşunu da neredeyse Allah’tan daha merhametli hale getir­dikleri aracılar da görmektedir.

 

Hadislerdeki Durum

Buhari ve Müslim tarafından nak­ledilen birçok hadiste, Hz. Peygam­berin nasıl şefaat ederek onları cehen­nemden çıkarıp cennete sokacağı an­latılır. Bu hadislerden birisi özetle şöy­ledir: Allah kıyamet gününde insanları toplar. Bunlar, içinde bulundukları du­rumdan kurtulmak maksadıyla şefaat­te bulunması için önce Adem’e başvu­rurlar. Fakat Adem buna ehil olmadığı­nı söyleyerek onları Nuh’a gönderir. Nuh aynı sebeple Musa’ya, Musa da İsa’ya gönderir. Sonra bana gelirler. Ben de Rabbimin huzurunda secdeye kapanı­rım. Rabbim, Ya Muhammed başını kaldır, söyle sözün dinlenir, iste sana verilir, şefaat et şefaati kabul edilir, der. (14)

İki değişik hadis de şöyledir: “Ben kıyamet günü, Ademoğlunun efendisiyim. Kabri ilk açılan ben olacağım. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen de ben olacağım.” (15)

“Ben kıyamet günü Ademoğlunun en hayırlısıyım, ama övünmem. O gün gerek ondan başka bütün peygamber­ler, hep benim bayrağım altındadır. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen benim.” (16) Öncelikle şefaat hakkında riva­yet edilen bu hadisler, ahiret gününde, hiç bir şefaatin olmayacağını, herkesin yaptığının karşılığını bulacağını vurgu­layan ayetlerle tenakuz halindedir.

Kaldı ki bu rivayetlerin cümleleri, çok ciddi bir metin tenkidine ihtiyaç göstermektedirler. Cümleler arasında­ki çelişki açıktır. Zira Hz. Peygamber, hem Ademoğullarının efendisi ve en iyisi olduğunu, kıyamet gününde bütün peygamberlerin kendi bayrağı altında toplanacaklarını söylüyor. Hem de “övünmem” diyor. Eğer bu sözler övün­me değilse artık övünme nasıl olacaktır? (17) Peygamberin bilinen tevazuuna, artı Kur’an’daki kesin hükümlere ters olan bu sözleri Peygamberimizin söy­lemiş olması mümkün değildir. Pey­gamber böyle çelişkilerden uzaktır.

Bir ikinci husus, bu hadislerin konusunun gayb ile ilgili olduğudur.

O gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye göstermez. Ancak ra­zı olduğu rasullere gösterir.”

Bu ayet, Allah’ın gaybını ancak ra­sullere bildireceğini, onların haricinde kimseyi gaybına muttali kılmayacağını gayet açık olarak ifade etmektedir. Ra­sullere bildirilen gayb da bizatihi Kuran’dır. (18)

De ki: Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bil­mem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahiy olunana uyuyorum.” (19) O halde Kur’an’ın dışın­daki hiç bir kaynağın, gaybi haberleri bize bildirmeye kabiliyeti ve yetkisi yoktur. (20)

Yukarıdaki hadislerde anlatılanlar ise bu şekliyle zandan öte bir şey değil­dir. Zira bunlar Kur’an’da yoktur. Gaybe iman, akidenin temel esaslarından biri olduğu için bu hadislerle amel edilmesi Yüce Allah’ın şu buyruğu gereği caiz olmaz. “Kuşkusuz zan hakikatten hiç bir şey ifade etmez.” (21) Dolayısıyla bu tip hadislerin içeriğine inanmakla mü­kellef değiliz.

Ayrıca bu hadislerden anlaşılan odur ki, Rasulullah ölümden sonrası için geniş bilgilere sahiptir. Oysa Kur’an, onun bu meyanda bir bilgi sahi­bi olmadığını beyan etmiştir. “Ben türe­di bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem.” (22)

Hadislerdeki bu tarz yaklaşım, Kitab-ı Mukaddes (incil)’teki İsa’nın, Al­lah katında onun kullarını bağışlanma­sını sağlayan misyonunu çağrıştırmak­tadır.

Anlaşılan odur ki bazı müslümanlar bu durumdan alınmış ve bu duruma cevap verme ihtiyacından şefaatçilik anlayışının İslam’da da olduğu nokta­sındaki görüşlerini açıklamışlardır. An­cak bu anlayış ilk çıkış itibarıyla sadece görüşün sahibini bağlamakla birlikte, zaman içinde Rasulullah’ın otoritesinin altına girip ona mal edilen hadisler ka­nalıyla bugün tüm ümmeti bağlar konu­ma getirilmiştir.

 

Sonuç

Konuya son verirken şefaatin, hak etmeyenin kurtuluş vesilesi olamaya­cağını bir kez daha vurgulamak gere­kir. Çünkü Kur’an’a göre haketmiş ol­mak ancak salih amel işlemekte gerçekleşecektir. Yani yaptığımız her ey­lem sonucunda eğer Allah’ın istediği sonuç (salih amel) çıkmıyorsa, artık bundan sonra bir kurtuluş imkanı ara­mak Allah katında bir sonuç vermez. Ve o gün “kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlı­ğınca şer yapmışsa onu görecektir”. (99/Zilzal, 7-8)

İşte bu haldir ki dinini oyun ve eğ­lence haline getirmeyen herkes, hayat planını bu temele ve sorumluluğa da­yandırmak zorundadır. Bu, Allah’ın biz­den istediği kimliğin elde edilmesinin temel şartıdır.

Şefaatçilik görüşüyle önemli ölçü­de zedelenen, zayıflayan bu şart, gü­nümüzde, dünya hayatında belirlenen Şafiler (şefaat edeceklerle Mekke put­perestliğini aratmayacak noktalara gel­miştir. Bireyi kendi dışında kurtuluş ha­yallerine sürükleyen bu anlayışın en büyük zararı, dünya hayatı için gönde­rilen bu dinin yaptırım gücüne ol muştur. Ali Şeriati’nin “kandan afyon yapmak” (23) dediği bu durum, öncelikle islam düşmanlarının egemen sistem­lerinin işine gelmektedir.

Ey Rabbimiz! Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. (1/Fatiha, 4)

 

Notlar:

1.     13/Rad, 11.

2.     Fazlur Rahman. Ana Konularıyla Kur’an, Fecr Yayınevi, s. 96.

3.     30/Rum, 109.

4.     19/Meryem,87.

5.     Fazlur Rahman, a. g. e.

6.     Mevdudi, Peygamberin Hayatı, Pınar Yayın­ları, s. 335-342.

7.     2/Bakara. 255; ayrıca bkz.: 10/Yunus, 3; 20/Taha, 109.

8.     39/Zümer, 44; yine 39/Zümer. 23.

9.     32/Secde, 4.

10.   39/Zümer. 44.

11.   Fazlur Rahman, a. g. e.

12.   2/Bakara, 254.

13.   6/En’am,70.

14.   Müslim, iman, Hadis 321.

15.   Müslim, iman, Hadis 327,328; Fedail, 3; Tirmizî, Tefsiru Sure IV; Ebu Davud, Sünne 13.

16.   İbn Mace, Zühd, 37; Darimî, Mukaddime, mau tiyen’n-nebiyyu (sav) minel fadail, Müslim.

17.   Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsir, Cilt 1, s. 440, Yeni Ufuklar Neşriyat.

18.  Cavit Erkılınç, ‘itikatta Ölçü”, Hak Söz Dergi­si, sayı 2, s. 10.

19.   6/En’am, 50; 7/Araf, 188.

20.   Cavit Erkılınç, a. y.

21.   53/Necm, 28.

22.   46/Ahkaf, 9.

23.   Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, Yöneliş Ya­yınları, s. 235.

(Haksöz Dergisi – Sayı: 9 – Aralık 91 Kavramlar– Basri Işıksever  http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=75 )

 

 

 

KUR’AN’DA ŞEFAAT, AHİRETTE ŞEFAAT

Kur’an; şefaati dünyevi manalarda ele alıp, kimlerin ve hangi varlıkların şefaatinin geçerli olduğunu belirttikten sonra, Ahiret hayatında şefaatin gerçekleşmeyeceğini vurgulamaktadır. Ahirette şefaatin gerçekleşmesine engel teşkil eden faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

 

1- Kur’an; ahirette şefaatin olmayacağını vurgulamaktadır.

Kur’an: dünyaya ait şefaatin kaide ve kurallarını tespit ederken, ahirette şefaatin olmayacağına da işaret etmektedir. “Kimsenin kimseden faydalanmayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korkun” ayeti, net bir üslupla ahirette şefaatin olmayacağını belirtmektedir. Aynı ifadelere, Bakara suresindeki diğer bir ayette, “kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korkun” denir. Bu ayetlerde zikredilen olgular, insanların dünyada, bir cezadan kurtulmak veya bir menfaat temin etmede kullandıkları olgulardır. Bu iki ayette, şefaat ve fidyenin yer değiştirmesi, dünya hayatında, bir kimsenin cezadan kurtulması veya isteğine ulaşması için bu olgulara verdiği önem sırasını belirtmektedir.

Allah’ın, aracılar vasıtasıyla günahkâr müminlerin azaplarını kaldırarak cennete koyması şeklindeki bir şefaat anlayışını benimseyenler, bu ayetlerden bir önceki ayetlerde hitabın Yahudilere olmasını gerekçe göstererek, şefaatin olmayışının Yahudi ve Hıristiyanlara has olduğunu vurgulamışlardır. Bu ayetlerdeki ifadelerin Yahudi ve Hıristiyanlara tahsis edilmesi imkânsızdır. Bu tahsise olanak vermeyen nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

A- Bu ayetler; Yahudiler ve Hıristiyanlar ile ilgili, tarihi bir vakıadan söz etmemekte, ahiretle ilgili genel prensiplerden söz etmektedir. İnsanlar ahirette, aynı kurallar altında, inanç ve inançsızlık yönünden yargılanacaklardır. Elbette; bu yargılamada, insanların kendi dinlerinde var olan bazı özel yasaklar ve emirler dolayısıyla da yargılanacaklardır. Bu emir ve yasaklara uygun hareket etme veya etmeme, inanç ve inançsızlıktan gelmektedir.

B- Bu ayetlerden bir önceki ayetlerdeki hitabın Yahudilere olması, bu ayetin hükümlerini onlara has kılınmasını gerektirmez. Çünkü aynı suredeki, “Ey İnananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce, sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarf edin. İnkâr edenler ancak yazık edenlerdir” ayetindeki hitap  inananlaradır.

C- Bu ayetlerdeki şefaat hakkında inkârcı tutum Yahudi ve Hıristiyanlara has kılınırsa; ayetlerde şefaatle aynı kategoride ele alınan fidye, alışveriş, dostluk ve yardımın olmaması olgularının da onlara has kılınması gerekir. Bu durumda; Müslümanların, ahiretteki azaptan kurtulmak için fidye, alışveriş, dostluk gibi metotları kullanarak, azaptan kurtulabilecekleri ortaya çıkmış olur ki, Allah’ın fidye karşılığı inanları azaptan kurtarması düşünülemez. Çünkü diğer bir ayette, fidye tek başına yer almakta ve fidye ile azaptan kurtulanamayacağı vurgulanmaktadır.

D- Yahudilerin, ahirette, günahkârların  günahlarından dolayı kazandıkları azabın, şefaatçiler vasıtasıyla affedilmesi şeklinde ahirete ait bir şefaat inancına rastlamıyoruz. Yahudilerin, ahiret gününe, cennet ve cehenneme inandıklarına Kur’an şu şekilde işaret etmektedir: “Yahudi ve Hıristiyan olmayan kimse, elbette cennete giremeyecektir” derler. Bu onların kuruntularıdır. De ki, eğer sözünüz doğru ise, delillerinizi getirin.” Fakat onlar, ahiretteki azabın sadece belirli günlerde kendilerine dokunacağına da inanmaktadırlar. “Ateş bize sadece birkaç gün değecektir” derler. Sor: “Allah katından bir söz mü aldılar?” Eğer öyle ise, Allah sözünden caymayacaktır. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz” Onların, kendileri için azabın bir kaç gün olacağı inançları, ileri sürülen bu gerekçeyi red etmektedir.

E- Bu ayetlerdeki hükümlerin Yahudilere tahsisi, Musa’nın dinine uymuş ve ona tabi olmuş inananların da şefaatten mahrum edilmesi demektir. Bu tahsiste, Musa’nın şeriatını benimseyenler, şefaatin kapsamı dışında bırakılamaz. Çünkü  Allah’ın, bazı inananlara bu hakkı vermesi, bazılarını da bu haktan mahrum etmesi düşünülemez.

Meryem suresindeki; “Sakınanları o gün, Rahman’ın huzurunda O’na gelmiş konuklar olarak toplarız. Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz. Rahman’ın katında bir ahd almış olandan başkası asla şefaatte bulunmayacaktır” ayeti ve  Taha Suresindeki “O gün Rahman’ın izin verdiği, sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez” ayeti de, ahirette şefaatin varlığına delil olarak sunulamaz. Birinci ayette, şefaatte bulunmak için, Allah’tan ahit almak şart koşulmuştur. Ahirette şefaatte bulunmak için, Allah’tan ahit almış bir varlık bulunmamaktadır. İkinci ayette ise; Allah’ın, şefaatçinin sözünden hoşnut olması şartı getirilmiştir. Bu ayetler, insanın, kıyamet gününde, amelleriyle baş başa kalacağını, hiç bir nesnenin insanların cezasını kaldırmaya güç yetiremeyeceğini vurgulamaktadırlar. Bu ayetlerde üzerinde durulan, kimin için şefaatçi olunacağı değildir. Ahiret günündeki olgulardan bahsedilen Sebe Suresinin son kısımlarında, “O göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunanların Rabbi’dir. O, önünde kimsenin konuşmayacağı Rahman olan Allah’tır. Cebrail ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah’ın izni olmadan kimse konuşmayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.” Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda konuşmasına izin verilen tek nesne, insanların organlarının kendileri hakkındaki şahadetleridir. Kur’an, buna şu şekilde işaret etmektedir: “İşte o gün, ağızlarını mühürleriz. Bizimle elleri konuşur. Ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” Konuşma imkânı dahi verilmeyen melekler veya insanlar, nasıl olur da şefaatte bulunurlar?

Diğer taraftan; Meleklerin dünya hayatındaki şefaatleri, günah işleyen inananların işlemiş oldukları günahları Allah’ın affetmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Fakat Ahiret hayatında insanın günah veya sevap işlemesinin imkânı yoktur. Bu neden olmadan, yani günah işleyen insan olmadan,  meleklerin şefaatinin gerçekliliği imkânsız olmaktadır.

 

2- Ahiret Gününde Allah’ın Otoritesi:

Allah; bu kâinatın idaresi için belirli kanunlar koyduktan sonra (adetullah), bu kanunların devamlılığını da kendi fiillerinin bir parçası olarak tayin etmiştir. Hatta Allah’ın bu kâinatı sevk ve idarede bir anlık dalgınlığı, kâinatın düzeninin bozulmasının nedeni olarak görülmektedir. İnsan ise; bu dünya hayatında, hal ve hareketlerinde özgürdür. İnsanın dünya hayatında yaptığı her şeyden sorumlu olması, onun davranışlarında özgür olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu dünyada filleri bakımından özgür olan insan, ahirette ise bu özgürlüğünü kaybetmektedir.

Allah: kıyamet gününün tek otoritesi kendisinin olduğunu belirtmektedir. “Din Gününde otorite onundur”  ayetinde ahiret gününde sadece Allah’ın hâkimiyetinin olacağı, diğer hiç bir varlığın hâkimiyetinin olmayacağına işaret edilmektedir. Bu manayı ifade eden pek çok ayet bulmak mümkündür.   “O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bu gün hükümranlık kimindir?” denir. Hepsi “Gücü her şeye yeten tek Allah’ındır” derler.” Ahirette şefaatin gerçekleşeceği inancı, bu otoriteyi Allah’tan başka varlıklara verilmesi demektir.  Bu hâkimiyeti sağlayan unsurları şu şekilde sıralayabiliriz:    

 

A- Allah’ın İzin Vermesi:

İzin; bir konuda icazet vermek, onun mubah olduğunu belirtmektir. Bir şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyi ifade eder. “Oysa Allah’ın izni olmadıkça, onlar kimseye zarar veremezlerdi” ayetindeki izin, sihrin olumlu bir olgu olmamasıyla beraber, onun insanlar üzerindeki etkisine Allah’ın müsaade  verdiği anlamındadır. Aynı zamanda bir şeye izin vermek, dünyadaki hâkimiyetin de bir parçasını oluşturmaktadır. Kur’an, sihirbazlar Allah’a iman ettiklerinde, Firavun’un “ben size izin vermeden mi siz ona inandınız” sözünü naklederek, izin vermenin, otoritenin bir unsurunu teşkil ettiğine işaret etmektedir.

Şefaati Allah’ın iznine bağlayan ayetleri iki kategoride ele almak mümkündür: Birincisi; Şefaatçi için Allah’ın izin vermesi, ikincisi ise; Allah’ın şefaat edilecek kişi için izin vermesi. Allah, şefaatçi olmak için  meleklere,  şefaat edecekleri varlıklar için de müminlere izin verdiğini belirtmiştir.

 

B- Allah’ın Dilemesi:

Allah’ın dilemesi ve irade etmesi aynı anlamı ifade etmektedir. Bazı âlimler ise; meşiet ve dileme arasında fark olduğunu, Allah’ın dilemesinin bir şeyin varlığını gerektirdiğini, Allah’ın iradesinin ise bir şeyin varlığını gerektirmediğini ileri sürmektedirler. Her ne kadar   bu iki kelime arasındaki bu farka işaret etmese de; Allah’ın dilemesinin bir şeyin varlığını gerektirdiğinden hareketle, haklı olarak, Tekvir Suresi 29.  ve İnsan Suresi 30. ayetlerdeki Allah’ın dilemesini, “Allah sizin dilemenizi dilemesi, iradenizi irade etmesiyle siz diliyorsunuz” şeklinde izah etmektedir.

Kur’an’da, Allah’ın dilemesi, onun kudretinin ve mutlak hâkimiyetinin bir göstergesi olarak yer almaktadır.

“Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermediği müddetçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati fayda vermez” ayeti ile, meleklerin şefaatinin, Allah’ın izin verdiği ve dilediği kimselere fayda vereceğine işaret edilmektedir. Meşietin ifade ettiği “bir şeyin varlığının gerçekleşmesi” manasından hareketle, bu ayeti, “Allah meleklerin, müminler için şefaat etmelerini dilemiştir” şeklinde anlamak mümkündür. Aynı zamanda bu ayet; “melekleri ilahlaştıran ve onlara tapınan müşrikler için şefaatin olmadığına” işaret etmektedir.

 

C- Allah’ın Razı Olması:

Bir şeyden razı olmak da hâkimiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayetlerde Allah’ın razı olması, meleklerin şefaat edecekleri varlıklardan razı olması şeklinde yer almaktadır. “Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler” ve “Allah, dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati fayda vermez.” Her iki ayette de, meleklerin şefaatinin melekleri tanrılaştıran müşrikler için olmadığı, fiillerinin şirk olması dolayısıyla Allah’ın onlardan razı olmayacağı belirtilmektedir. Allah’ın razı olduğu kimseler ise müminlerdir.

 

3- Allah’ın vaadi değişmez.

Kur’an; Allah’ın vadini ve vaadini değiştirmeyeceğini vurgulamaktadır. “Senden, başlarına acele azap getirmeni istiyorlar. Allah sözünden asla caymayacaktır” ayetindeki vad, vaid (tehdit) kelimesinin ifade ettiği manayı içermekte ve Allah’ın vaadinden dönmeyeceğine işaret edilmektedir. Aynı üslup, “Cennetlikler cehennemdekilere, “biz Rabbimizin bize vad ettiğini gerçek bulduk. Rabbinizin size vad ettiklerini gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar da; “Evet” derler” ayetinde de mevcuttur.

Bazıları Arap lügatinde ve Arapların nazarında vaidden dönmenin yalancılık değil de bir fazilet olmasından ötürü, Allah’ın vaadini değiştireceğini ifade etmektedirler. Her ne kadar Arap dili ve kültürü açısından, tehditten dönmek bir fazilet kabul edilse bile, Kur’an; “Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalancı oldukları için, Onunla karşılaşacakları güne kadar, Allah kalplerine nifak soktu.” ayetiyle, sözden dönmenin fazilet değil, yalancılık olduğuna işaret etmektedir. Yalancılık, insanlar için kötü bir sıfat olarak nitelendirilirse, Allah için nasıl fazilet olarak kabul edilebilir?

Allah’ın vaadinden dönmesi caiz olursa, vadinden dönmesi de caiz olur. Çünkü Vad ve vaid kelimeleri birbirinin zıddı olan iki kelimedir. Vad; gelecekte insanları faydalı olan bir şeye ulaştırmayı, vaid ise, gelecekte insanları zararlı olan bir şeye ulaştırmayı içeren haberlerdir. Bu iki kelimenin zıddı da sözden dönmektir. Allah’ın vaadinden döneceğini ileri sürmek, Allah’ın Kur’an’da açıkladığının zıddına Müslümanlara sorumluluk yüklemesi demektir.

Allah; insanların verdiği sözü yerine getirmemelerinin kötü bir fiil olduğuna işaret etmektedir. Yeminlerinden dolayı insanların sorumlu tutulması buna bir örnektir. “Allah size rasgele yeminlerinizden dolayı değil,  bile bile yaptığınız yeminlerinizden dolayı hesap sorar… Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.” Bu ayette yeminlerinden dolayı Müslümanların sorumlu tutulması, sözlerine Allah’ı şahit tutmakla birlikte, sözlerini yerine getirmemelerinden ötürüdür. Çünkü yeminlere bağlı kalındığında, bir sorumluluk olmadığı gibi, kefaret de gerekmemektedir. Aynı şekilde; “Ey İnananlar! Yapmadığınız şeyleri niçin yaptığınızı söylersiniz? Yapmadığınız şeyleri yaptık demeniz, Allah katında büyük gazaba neden olur.” Bir insanın yapmadığı şeyi yaptım diye söylemesi Allah’ın gazabına neden olduğu gibi, yapmayacağı şeyi söylemesi de Allah’ın gazabına neden olur. Çünkü her ikisi de yalancılığa işaret etmektedir.

Vaid bildiren ayetlerin, yine Kur’an ile tahsisi caizdir. “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde temelli kalacağı cehennemdir” ayeti, “kim bir Müslümanı öldürmeyi helal kabul ederek öldürürse” anlamındadır. Çünkü diğer ayetler, büyük günah işleyeni mümin olarak nitelendirmektedir.

 

4- “Ahirette şefaat” anlayışının temelleri

Çeşitli fırkaların ahirete ait şefaat anlayışının temelleri için pek çok fikir ileri sürülmüştür. Wensick’e göre; Sünni cemaatin şefaat fikrini benimsemesi, “Hıristiyan fikirlerinin tesirinde olduğu kadar, kadere mukabil bir şey bulmak ihtiyacından” ileri gelmiştir. Watt’a göre; “Hz. Muhammed’in kendi ümmetinin günahkârlarına şefaati akidesi, aşırı ahlaki ciddiyetin sebep olduğu ümitsizliği def etmek maksadına hizmet etmiştir.” Müslümanların Peygamber’e şefaat yetkisi vermelerinin sebebi, insan psikolojisinden kaynaklanan, kendilerinden olan Peygamber’e duyulan daha çok güven olgusu olsa gerektir.

 

Sonuç

İslam kültüründe, şefaat konusunda  iki temel eğilim hâkim olmuştur. Birincisi; haricilerin ortaya attığı, mutezilenin de kabul ettiği, şefaatin inananların cennette derecelerinin yükseltilmesi ve sevaplarının artırılması şeklinde olduğudur. İkincisi ise; mürcie’nin ortaya attığı, şia ve ehl-i sünnetin kabul ettiği, büyük günah sahibinin cezasının kesintiye uğrayarak cehennemden çıkarılarak cennete sokulmasını içermektedir. Bu görüşlerin temeli, o mezhebin iman konusundaki düşüncesine kadar uzanmaktadır. Amelleri imandan bir cüz olarak kabul eden, şirk haricindeki diğer günahları işleyenleri Allah’ın af etmesinin mümkün olmadığını ve büyük günah sahibinin azabının devamlı olacağını ileri sürenler birinci görüşü, imanın tasdikten ibaret olduğunu, şirk haricindeki büyük günahların imanı ortadan kaldırmadığını ve onun azabının devamlı olmadığını kabul edenler ise  ikinci görüşü benimsemişlerdir.

Şefaati konu alan ayetleri üç kategoride ele almak mümkündür. Birincisi; Kur’an’ın indiği ortamdaki, şirk şeklinde gerçekleşen müşrik Arapların inançlarının yanlışlığını bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerde, o kültürlerde var olan ve hâkimiyeti Allah’tan başka varlıklara veren inancın reddedildiğini ve Allah’ın otoritesinin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. İkincisi; şefaatin geçerli olduğu alanları belirleyen ayetlerdir. Bu ayetler; meleklerin şefaati, insanların birbirlerine günahlarının bağışlanması için duaları ve sosyal hayatta şefaatin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Meleklerin şefaati; dünya üzerinde yaşayan inananların günahlarının bağışlanması şeklinde gerçekleşmektedir. İnananların günahlarının bağışlanması için, kendileri Allah’a dua edebilecekleri gibi, Peygamber ve diğer insanların da onlar adına dua etmeleri mümkündür. Sosyal hayattaki şefaatte ise; insanların haklarını korumak, haksızlığa uğrayan insanların haklarının verilmesi v.s. gibi alanlarda şefaat güzel karşılanmış; şefaatle başkalarının haklarına tecavüz edilen alanlarda ise şefaat kötü karşılanmıştır. Bu tür şefaatte ise; şefaatçinin şefaat ettiği konun mahiyetine göre, şefaatçiye sorumluluk yüklenmiştir.  Üçüncüsü ise; Ahirette bütün varlıkların şefaatinin geçerli olmadığını bildiren ayetlerdir. Bu ayetlerde ise; Ahiret Gününde Allah’tan başka hiçbir otoritenin bulunmadığı, hâkimiyetin kesinlikle Allah’a ait olduğu vurgulanmaktadır. Bununla birlikte, insanların dünya hayatında, cezadan kurtulmak için yöneldikleri, şefaat, fidye, rüşvet v.s. gibi olguların ahirette mümkün olmadığı, ahiretteki yerinin herkesin kendi kazancı doğrultusunda belirleneceği vurgulanmaktadır. 

Ahirette şefaatin imkansız olduğunu belirten pek çok akli ve nakli delil ileri sürmek mümkündür. 1- Kur’an ayetleri açık ve net bir şekilde ahiret hayatında cezadan kurtulmak için şefaatçilerin fayda vermeyeceğini belirtmektedir. Bu ayetlerin ifade ettiği manaların inkârcılara şefaatin olmayacağı şeklinde tahsis etmeye imkân yoktur. 2- Allah’ın va’di ve vaadi değişmez. Eğer Allah’ın vaadini değiştirmesi caiz olursa, vaadini değiştirmesi de caiz olur. Bu, Allah’ın insanlara Kur’an’da belirlemediği sorumluluklar yüklemesi anlamına gelir ki bu da imkânsızdır. 3- Kur’an ayetleri, her insanın sadece kazandıklarının karşılığını göreceğini, Ahirette hiç bir nefsin diğer bir nefisten faydalanmasının mümkün olmadığına işaret etmektedir. Şefaat, ise bu prensip ile çelişmektedir. 4- Kıyamet gününde, Allah’tan başka otorite yoktur. Allah, Dünya hayatında, dilemesi, izin vermesi, razı olması, irade etmesi v.s. sonucu insana özgürlük vermiştir. Ahirette ise; İnsanlar bu özgürlüklerinden yoksundurlar. 

İnsanın kulluk bilincinin zayıflaması sonucu içine düştüğü günahlardan kurtulması, ancak dünya hayatında mümkündür. Ölümden sonra, insan için yapılan hiçbir iyilik fayda vermediği gibi, onun günahlarından kurtulması için gösterilen çabaların da hiç bir değeri yoktur. İnsanın günahlarından dolayı kazandığı cezadan kurtulmasının en güzel yolu tövbedir. Şefaat, aracılar vasıtasıyla cehennemden çıkarılmayı içermesine karşın, tövbe; insanın kendi fiili sonucu  hiç cehenneme gitmemesini  içermektedir. Bununla birlikte, günahlardan kurtulmanın bir diğer yolu, Allah’ın belirlediği güzel fiilleri yapmaya devam etmektir. Bu durumda, inanan insanın günahlardan dolayı kazandığı cezalar, iyiliklerden dolayı kazandığı sevaplarla örtülmektedir. (Mahmut Celal ÖZMEN –http://www.iktibas.info/dergi/subat/dusunce6.htm)

 

 

posted in ŞEFAAT | 0 Comments