-
26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Türkiye’de ayrımcılık, ırkçılık, nefret suçları ve nefret söylemi ile ilgili mevzuat örnekleri

1- ANAYASA

Anayasa yasalar önünde eşitliği 10. maddesinde düzenlemiştir. Bu düzenleme ile ayrımcılık da anayasal düzeyde yasaklanmıştır.

“X. Kanun önünde eşitlik Madde 10 –

Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”

Yine Anayasa’nın çeşitli maddelerinde farklı konularla ilgili ayrımcılığı yasaklayan düzenlemeler söz konusudur. Bunlar arasında 68. maddede siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinde, 70. madde de ise kamu hizmetlerine girme hakkı açısından ayrımcılık yasaklanmıştır:

“III. Siyasi partilerle ilgili hükümler
A. Parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma

MADDE 68- …

Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.

 

IV. KAMU HİZMETLERİNE GİRME HAKKI
A. HİZMETE GİRME
MADDE 70 – Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir.
Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.”

 

2- KANUNLAR

a- Türk Ceza Kanunu (5237 sayılı)

2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ile ayrımcılıkla ilgili bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bunların başında ise kanunun uygulanması sırasında ayrımcılığın yasaklanmasıdır. 3. maddenin 2. fıkrasında:

“Ceza Kanununun uygulamasında kişiler arasında ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, siyasal veya diğer fikir yahut düşünceleri, felsefi inanç, milli veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yönünden ayrım yapılamaz ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınamaz.” denilmektedir.

Ceza Kanunu’nun bir diğer düzenlemesi ise ayrımcılığı başlı başına bir suç haline getirmesidir. Madde metni biraz karışık ve kapsamı dar olsa da geçmişe nazaran oldukça ileri bir düzenlemeyi yansıtmaktadır. Ancak madde içeriğine bakıldığında maddenin pratikte kullanılması çok mümkün gözükmemektedir. Yine de Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü 122. madde ile ilgili istatistik toplamaya başlamıştır. 2006 ve 2007 yıllarında bu madde yalnızca bir kez gündeme gelmiştir.

 

“Ayırımcılık
Madde 122- Kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, özürlülük, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım yaparak;

a) Bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten yararlanılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıda sayılan hallerden birine bağlayan,

b) Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden,

c) Kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen,
Kimse hakkında altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.”

Nefret söylemi bağlamında değerlendirilebilecek bir maddeye de bu konuda toplumda oluşabilecek kin ve düşmanlığın önüne geçmek için TCK’da yer verilmiştir. TCK’nın 216. maddesine göre, ırkçı veya başka biçimde ortaya çıkabilecek çeşitli hakaret içeren veya şiddete yönelik, ifade ve hareketleri kamu düzeni için tehlike doğurduğu veya açık ve mevcut bir tehlikenin ortaya çıktığı durumlarda cezalandırmaktadır. Bu maddenin eski düzenlemesi genellikle düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlama amaçlı kullanılmışsa da özellikle maddenin 2. fıkrası farklı etnik kökene ya da din veya inanca sahip toplumsal grupları yoğun olarak hedef alan söylemler için de kullanılabilmesi mümkündür ve bu amaçla olumlu bir düzenleme olarak kabul edilebilir.

“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama
Madde 216-

(1)                      Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                     Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3)                     Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

TCK’da nefret suçları açısından ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme suçunu düzenlemiş ve düzenlemede “tahkir maksadıyla zarar verme” ağırlaştırıcı neden olarak yer almıştır.

 

“İbadethanelere ve mezarlıklara zarar verme Madde 153 –

(1)                       İbadethanelere, bunların eklentilerine, buralardaki eşyaya, mezarlara, bunların üzerindeki yapılara, mezarlıklardaki tesislere, mezarlıkların korunmasına yönelik olarak yapılan yapılara yıkmak, bozmak veya kırmak suretiyle zarar veren kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                      Birinci fıkrada belirtilen yerleri ve yapıları kirleten kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.

(3)                      Birinci ve ikinci fıkralardaki fiillerin, ilgili dini inanışı benimseyen toplum kesimini tahkir maksadıyla işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte biri oranında artırılır.”

Kişilerin inanç ve düşüncelerinin açıklanması veya gereklerinin yerine getirilmesinin engellenmesi noktasında da düzenlemeler mevcuttur.

 

“İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme Madde 115 –

(1)                      Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan men eden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)                     Dini ibadet ve ayinlerin toplu olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla engellenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre ceza verilir.”

 

b- Devlet Memurları Kanunu (657 sayılı)

Kamu hizmetlerinde yararlanma hakkı bağlamında halen yürürlükte olan 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 7. maddesi kamu hizmetini alanlara yönelik ayrımcılığı yasaklamıştır. Söz konusu madde metni şu şekildedir.

“Devlet memurları… görevlerini yerine getirirlerken dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep gibi ayırım yapamazlar…”

Bu eylemi gerçekleştiren memurlar için bazı yaptırımlar öngörülmüştür. Aynı kanunun disiplin cezalarını düzenleyen 125. maddesinin D fıkrasının I bendinde, kademe ilerleme cezasını gerektiren fiiller arasında ayrımcılıkta sayılmıştır. Söz konusu fıkrada şu ifadelere yer vermiştir:

“Görevin yerine getirilmesinde dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşüncü, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapmak, kişilerin yarar veya zararını hedef tutan davranışlarda bulunmak,..”

 

c- Siyasi Partiler Kanunu ( 2820 sayılı)

Siyasi haklar ve özgürlükler bağlamında ayrımcılığı engellemek için Siyasi Partiler Kanunu’nda Anayasa’nın 10. maddesi ile de öngörülen “kanun önünde eşitlik” ilkesini düzenlemiştir. Kanunun 82. maddesi bölgecilik veya ırkçılığı yasaklarken, 83. maddesi siyasi partilerin ayrımcılık içeren faaliyetlerde bulunmasını yasaklamıştır:

 

“Bölgecilik ve ırkçılık yasağı Madde 82 – Siyasi partiler, bölünmez bir bütün olan ülkede, bölgecilik veya ırkçılık amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.

Eşitlik ilkesinin korunması Madde 83 –

Siyasi partiler, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu prensibine aykırı amaç güdemez ve faaliyette bulunamazlar.”

Yine kanunun 12. maddesi ile parti tüzüklerinde üye olacak kişiler için ayrımcılık içeren ifadelere yer verilemeyeceği düzenlenmiştir.

 

“Üyeliğe kabul şartları Madde 12 –


Siyasî parti üyesi olmaya kanuna göre engel hali bulunmayanların üyeliğe kabul şartları parti tüzüklerinde gösterilir. Tüzükte üyelik için başvuranlar arasında dil, ırk, cinsiyet, din, mezhep, aile, zümre, sınıf ve meslek farkı gözeten hükümler bulunamaz.”

Siyasi partilerin amaçları ve faaliyetleri ile ilgili yasaklar kapsamında ayrımcılığı yine yasaklamıştır.

 

“Demokratik devlet düzeninin korunması ile ilgili yasaklar MADDE 78 – Siyasi partiler:

a) …Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler…”

 

d- İş Kanunu (4857 sayılı)

Ayrımcılığın gündeme geldiği en önemli alanlardan biri olan iş yaşamında da ayrımcılığı engelleyen düzenlemeler yapılmıştır. 4857 sayılı İş Kanunu eski düzenlemenin aksine bu şekilde bir düzenlemeyi 5. maddesinde getirmiştir:

“Eşit davranma ilkesi Madde 5 –

İş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayırım yapılamaz.

İşveren, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamaz.
Aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamaz.
İşçinin cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu hükümlerin uygulanması, daha düşük bir ücretin uygulanmasını haklı kılmaz.

İş ilişkisinde veya sona ermesinde yukarıdaki fıkra hükümlerine aykırı davranıldığında işçi, dört aya kadar ücreti tutarındaki uygun bir tazminattan başka yoksun bırakıldığı haklarını da talep edebilir. 2821 sayılı Sendikalar Kanununun 31 inci maddesi hükümleri saklıdır.

20 nci madde hükümleri saklı kalmak üzere işverenin yukarıdaki fıkra hükümlerine aykırı davrandığını işçi ispat etmekle yükümlüdür. Ancak, işçi bir ihlalin varlığı ihtimalini güçlü bir biçimde gösteren bir durumu ortaya koyduğunda, işveren böyle bir ihlalin mevcut olmadığını ispat etmekle yükümlü olur.”

Bu düzenleme olumlu olmakla beraber söz konusu maddenin uygulaması karşılıklı bir iş ilişkisinin doğumundan itibaren geçerli olmaktadır. Ülkemizde farklı etnik kökene ya da din veya inanca sahip gruplara mensup kişilerin, işe girişte maruz kaldıkları/kalabilecekleri ayrımcılık bu maddenin kapsamı dışında tutulmuştur. Bu sebeple madde ancak istihdam dâhilindeki kişilere karşı ortaya çıkabilecek ayrımcılık durumunda geçerli olabilecektir.

 

e- Milli Eğitim Temel Kanunu (1739 sayılı)

Eğitim hakkını ilgilendiren düzenlemeler arasında 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ayrımcılıkla ilgili düzenlemelere yer vermiştir. Söz konusu kanunu 4. maddesinde “eşitlik” bağlamında ayrımcılık yasaklanmış, 7. maddesinde herkesin eğitim hakkı olduğu vurgulanmış ve 8. maddesinde de herkesin fırsat eşitliğine sahip olduğu ifade edilmiştir:

“I – GENELLİK VE EŞİTLİK Madde 4 –

Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayırımı gözetilmeksizin herkese açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”

 

IV – EĞİTİM HAKKI MADDE 7 –

İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır.
İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar.

V – FIRSAT VE İMKÂN EŞİTLİĞİ MADDE 8 –

Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği saklıdır.
Maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır.

Özel eğitime ve korunmaya ihtiyaç çocukları yetiştirmek için özel tedbirler alınır.”

 

f- Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun ( 3984 sayılı)

Nefret söylemi bağlamında değerlendirilebilecek bir diğer düzenleme de yayın yoluyla nefret söyleminin önüne geçmek için söz konusu kanunun 4. maddesinde yer almaktadır. 4. madde de yayınların sahip olması gereken nitelikler arasında, 4 bentte ayrımcılığı, kin ve düşmanlığa tahriki, nefret söylemini ve ırkçılığı ilgilendiren düzenlemelere yer verilmiştir. Bu ilkelere aykırı hareketler ise 33. madde yer alan müeyyidelere tabi tutulması öngörülmüştür:

“Madde 4 –

a)… Radyo, televizyon ve veri yayınlarında uyulması gereken yayın ilkeleri şunlardır:

b) Toplumu şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk eden veya halkı sınıf, ırk, dil, din, mezhep ve bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik eden veya toplumda nefret duyguları oluşturan yayınlara imkân verilmemesi…

d) İnsanların dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle hiçbir şekilde kınanmaması ve aşağılanmaması…

u) Kadınlara, güçsüzlere, özürlülere ve çocuklara karşı şiddetin ve ayrımcılığın teşvik edilmemesi…
v) Yayınların şiddet kullanımını özendirici veya ırkçı nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması”…”

 

g- Medeni Kanun ( 4721 sayılı)

Çok kapsamlı bir şekilde toplumsal ilişkileri düzenleyen Türk Medeni Kanunu’nda derneklerle ilgili olan maddeler arasında yer alan 68. madde dernek faaliyetleri kapsamında ayrımcılığı ortadan kaldırmak amacını taşımaktadır. Ancak maddenin kapsamı sadece bir derneğe üye olan kişiler arasında ayrımcılığı yasaklamaktadır. Ayrımcı faaliyetleri hedefleyen derneklerin kuruluşunu ya da bu şekilde faaliyetler yürüten derneklerin faaliyetlerini yasaklamamaktadır.

 

“DERNEKLER
III. Kapsamı
1. Üyelerin hakları
a. Eşitlik ilkesi
MADDE 68.-

 

Dernek üyeleri eşit haklara sahiptirler. Dernek, üyeleri arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, din ve mezhep, aile, zümre ve sınıf farkı gözetemez; eşitliği bozan veya bazı üyelere bu sebeplerle ayrıcalık tanıyan uygulamalar yapamaz. Her üyenin, derneğin faaliyetlerine ve yönetimine katılma hakkı vardır. Dernekten çıkan veya çıkarılan üye, dernek malvarlığında hak iddia edemez.”

 

h- Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu (2828 sayılı)

Korunmaya, bakıma veya yardıma muhtaç aile, çocuk, özürlü, yaşlı ve diğer kişilere götürülen sosyal hizmetlere ve bu hizmetleri yürütmek üzere kurulan teşkilatın kuruluş, görev, yetki ve sorumluluklar ile faaliyet ve gelirlerine ait esas ve usulleri düzenleyen bu kanunda sosyal hizmetlerden yararlanacaklar arasında ayrımcılık yapılamayacağı bir takım eksikliklere karşın (cinsiyet vs.) düzenlenmiştir.

 

“GENEL ESASLAR MADDE 4 – Sosyal hizmetlere ilişkin genel esaslar şunlardır:

d) Sosyal hizmetlerin yürütülmesi ve sunulmasında sınıf, ırk, dil, din, mezhep veya bölge farklılığı gözetilemez, hizmet talebinin hizmet arzından fazla olması halinde öncelikler, muhtaç olma derecesi ve başvuru veya tespit sırası esas alınarak belirlenir.
…”

 

ı- Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun (5275 sayılı)

Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin usul ve esasları düzenlemek amacıyla çıkarılan kanunun 2. maddesi temel ilkeler arasında hükümlüler açısından ayrımcı muameleyi yasaklamaktadır.

 

“İnfazda temel ilke MADDE 2.- (1) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefi inanç, milli veya sosyal köken ve siyasi veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal konumları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır…” (Ulaş Karan)

http://www.nefretme.org/index.php/2009/12/turkiye-de-ayrimcilik-irkcilik-nefret-suclari-ve-nefret-soylemi-ile-ilgili-mevzuat-ornekleri/

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Millet ve Milliyet Kavramlarının Tahrifi

Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan “millet” kavramı İslâm kültüründe daha farklı mânâ lara gelmektedir. “Millet” sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel’dir. Kur’an’ da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır.

Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, her biri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. ‘Millet’ kavramı, tıpkı din terimi gibidir. Yüce Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile kulları için belirlediği hükümler manzûmesidir. İnsanlar bu hükümlere uyarak O’nun rızâsına kavuşurlar Millet ile din arasındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Mûsâ milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir ama, “Allah’ın milleti” demek yanlış olur (Râğıb el-Isfahanî, Müfredât, Çıra Y., c. 2, s. 620).

İmam Kurtubî şu açıklamada bulunur: Millet, din demektir. Yüce Allah’ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığıyla kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah’ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah’ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 301)  

“Millet” kelimesinden murâd, dindir. Çünkü örfen millet sözünden: Allah Teâlâ’nın, Peygamberleri vâ sıtasıyla kullarına meşrû kıldığı şey kastedilir. Ancak, mecâzen bâtıl dinlere de ıtlak edilerek: “Küfür tek millettir” denilir ve “küfür dinlerinin hepsi bir yoldur” mânâsı kastedilir. Millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için bazı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: “millîler şöyle demiştir…” ifadesini kullanırlar (Ahmed Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. c. 1, s. 429)

İtikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak olanı da, bâtıl olanı da olabilir.

“Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiç bir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama-İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre-Türk milleti, Fransız milleti… demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.

 

  Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı

Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer. Bütün bu âyetlerdeki “millet” kelimesi “din” anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi ve şeriat. Birkaç örnek verelim: “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!” (2/Bakara, 130) “İbrahim milleti” şeklindeki tamlama Kur’an’ da sekiz yerde geçmektedir (2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 12/Yûsuf, 38; 16/Nahl, 23; 22/Hacc, 78).

Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tâbi olmadığını söylüyor (12/Yûsuf, 38). Zâlim ve puta tapan yöneticilerin dinini terkedip Tevhid dinine inanan “Kehf ashâbı”, birbirlerine; “…Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.” diyorlardı (18/Kehf, 20).

Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, yahûdi ve hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…” (2/Bakara, 120). Yahûdi ve hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O’na inanan müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler. Tarihte olanlar ve içinde yaşadığımız şartlar bunu açıkça isbat etmektedir.

Hz. Şuayb (a.s.)’i tehdit eden müşrikler diyorlardı ki; “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız, veya mutlaka bizim milletimize (dinimize) geri döneceksiniz.” Şuayb (a.s.) ise, onların milletine (dinlerine) dönmeyi Allah’a iftira etmek olarak değerlendiriyor (7/A’râf, 88-89).

Görüldüğü gibi millet kavramının Türkçedeki ‘ulus, kavim’ kelimesiyle ilgisi yoktur. “Millet” kelimesinin Türkçede ulus, ırk ve toplum anlamında kullanılması kesinlikle ve büyük bir yanlıştır. Bu kavram, belirli bir dine inananlar topluluğunu anlatmaktadır. Ümmet ise, belli bir peygamberi takip eden mü’minleri anlatır. Türkçede, ‘şoför milleti’, ‘kadın milleti’, ‘erkek milleti’ gibi söyleyişler de yanlış kullanılan sözlerdir. Halk, millet kelimesini belli bir topluluk adı olarak kullanmakta ise de bu galattır, Kur’an kültürüne terstir.

‘Küfr’ün tek millet olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kavramın ifade ettiği anlam biraz daha iyi anlaşılmış olur (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 414-415).   

(Millet kelimesinin geçtiği diğer âyetler için bkz. 3/Âl-i İmrân, 95; 4/ Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88-89; 12/Yûsuf, 37-38; 14/İbrâhim, 13; 18/ Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7).

Kur’ân-ı Kerim’de “millet” kavramı, hep din mânâsında kullanılmıştır. Hatta bir âyet-i kerimede; “kavim” ve “millet” bir arada kullanılmıştır. Hz. Yusuf (a.s.)’un kıssası beyan edilirken; “De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldumu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbim’in bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah’a inanmayan bir kavmin milletini (dinini) -ki onlar âhiret gününü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim” (12/Yûsuf, 37) buyurulur. Bu âyette geçen “Allah’a inanmayan bir kavmin milletini terkettim” ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı anlama sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla “Türk kavmi” vardır, ama “Türk milleti (şeriatı) yoktur. Türk kavmine mensup insanlardan; mü’min olanlar bulunduğu gibi; olmayanlar da mevcuttur. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların “Türk kavmi”nden olma özelliğini ortadan kaldıramaz. Çünkü insanlar, hangi kavimden olacaklarına bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irâde beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek “İslâm milleti”nden olurlar; ya inkâr ederek “küfür milleti”ne geçerler.

Millet, ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imam etrafında toplanmayan fertlerin durumunu beyan eder. Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey’at ederlerse, “ümmet” olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde “İslâm milleti”ne tâbi olanlar bulunduğu gibi, “küfür milleti”nden olanlara da rastlanabilir. Dolayısıyla yeryüzünde iki millet vardır. Birisi İslâm milleti, diğeri de küfür milletidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebû Dücâne’yi mezara koyarken “Bismillâh! Alâ millet-i Rasûlillâh (Allah’ın ismiyle ve Rasûlullah’ın milleti/dini üzere)” demiştir. Hangi kavimden olursa olsun; her mü’ min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 248-249 ).  

 

Hadis-i Şeriflerde de “millet” kelimesi, din anlamında kullanılır:

“Kim ki İslâm’dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur.” (Buhârî, Edeb, Cenâiz; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 558; Müslim, İman 176, 177 (110); Ebû Dâvud, Eymân ve’n-Nüzûr; Tirmizî, Eymân; Nesâî, Eymân; İbn Mâce, Keffârât) Millet, din mânâsınadır. Millet-i İslâmiyye, millet-i yahûdiyye, millet-i nasrâniyyet (İslâm milleti, yahûdi milleti, hıristiyan milleti) gibi İslâm’dan başka bir dine edilen yeminin sûreti, din-i Nasârâya, din-i yahûda, yahut milel-i kefereden (kâfir milletlerden/dinlerden) herhangi bir milletin nâmına yemin etmektir (S. Buhârî Muht. Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 560).

 

  Küfür Tek Millettir

Aralarında Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel’in de bulunduğu bir grup ilim adamı, Bakara sûresinin 120. âyet-i kerimesine dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah; “Onların milletine (dinine)” (2/Bakara, 120) diye buyurarak (hıristiyan ve yahûdiler iki ayrı dine mensup oldukları olduğu halde) “millet” kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca; “Sizin dininiz size; benim dinim bana” (109/el-Kâfirûn, 6) buyruğunu, Hz. Peygamber’in de: “İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz” (Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Ahmed bin Hanbel, II/187) hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz’in: “Müslüman, kâfire mirasçı olmaz.” (Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15) anlamındaki bir başka hadisidir. İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz’in “İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz” hadisinin zâhirini delil alırlar (İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 301).  

Millet kelimesinin çoğulu “milel”dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî’nin meşhur eserinin adı el-Milel ve’n-Nihal’dir. Bilindiği gibi “nihal” kelimesi “nıhle”nin çoğuludur. Nıhle ise; “kupkuru zan ve vehim” mânâsına gelir. Dolayısıyla “el-milel”, vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, “en-Nihal” ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.

 

  Millet Kavramının Tahrifi

Kur’an’ın ve dolayısıyla İslâm’ın kelimelere yüklediği anlamı atıp, o kelime ve kavramlara çok farklı mânâlar yüklemek, insanla Kur’an arasındaki köprüleri yıkmaktan daha fecî bir duruma sebep olmaktadır. Bu tavır; tahrif, dejenerasyon, ihânet, hakka bâtılı karıştırmak, bâtıla hak maskesi takmak şeklinde ifade edilebilir.  

Nice Kur’an kavramının başına gelen bu durumdan, millet kavramı da nasibini almıştır. Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, “İslâm milleti”, “küfür milleti” tâbirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti… gibi ifadeler yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaş(tırıl)mıştır. Bu galat, Kur’an kavramlarının câhiliyye tarafından içinin boşaltılıp sapık inançlar doğrultusunda doldurulmasına açık bir örnektir. Millî: Millete âit, millete has, milletle ilgili demektir. Millet hangi anlama geliyorsa, millî de ona ait anlamında kullanılır. Yani, aslında “dinî” demek olan bu kelime, “kavmî/ ulusal” anlamında kullanılmaktadır. Milliyet: Aynı milletten, yani aynı dinden olma hali, bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamına denir. Aynı millete mensup olanların tamamı anlamındadır. Sonradan “milliyet” kelimesi de, kavmiyet; inanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik de; milletin, milliyet topluluğunu/kendi dininden olanları esas alan, milletini sevmek ve yüceltmek ana fikrine dayanan görüş demektir.

“Türk milleti” deyiminin yanlışlığı gibi, “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de, aslında çok farklı anlama gelmesi gerektiği halde, şimdi bunlarla anlaşılanlar konusu, önemli kavram sapmalarındandır. Asıl anlamı “dinî” demek olan “millî” kelimesinin bugünkü kullanılışı, millete/dine terslik açısından, meselâ “millî piyango” ifadesi ne kadar trajikomik bir durum arz etmektedir! Millî kumar olduğuna göre; “millî fuhuş”tan, “millî fâiz” ve “millî hırsızlık”tan söz etmek nasıl olur dersiniz?

Millî duygular, millî takım, millî marş, millî kimlik, millî eğitim, millî tarih, millî coğrafya, millî bayram, millî egemenlik, millî güvenlik, millî birlik, millî mücâdele, millî görüş, millî gazete, millî kültür, millî gelir… gibi ifadeler de, millet ve millî kelimelerinin asıl anlamlarından ne kadar farklı kullanıldığı açısından değerlendirilmelidir. Kavram kargaşasına yol açmak istemeyen ve Kur’an kelime ve kavramlarının tahrif edilmesine karşı olan kimselerin, örnek tamlamalarda kullanılan “millî” kelimesi yerine “ulusal” sözcüğünü, “millet” yerine  “ulus” kavramını tercih etmesi gerekir. Çünkü millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için kelâm âlimleri, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: “millîler şöyle demiştir…” ifadesini kullanırlar.  

Yahûdilik ve daha çok da siyonizm, milliyetçilik/ırkçılık konusunda, hem bunun ideolojileşmesi ve hem de ırkçı tutumlara yol açması ve karşı ırkçılık dâvâları açısından önemlidir. Bir taraftan yahûdi ırkını öne çıkarıp diğer ırkları kendisine hizmet etmek zorunda olan “eşek” görür ve bu anlayışı muharref Tevrat’a dayandırırken, diğer taraftan bu tavra tepki olarak faşizmi ve yahûdi düşmanlığını da hazırlamış oldu. Birinci ve özellikle İkinci Dünya Savaşının sebep ve soykırımları incelendiğinde bu anlayış ve tavır hemen göze çarpacaktır. Bu anlayış, yani ırkçılık ve arka planındaki siyonizm. 

Emile Durkheim’den adapte edilerek nation karşılığı olarak ulus denilmesi gerektiği halde “millet” denilerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Gerçi globalleşen ülke anlayışının egemen olduğu günümüz modern dünyasında hâlâ eskimiş sosyoloji kuramlarının modası gülünç ve uygulama dışı kabul edilmektedir. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’in yahûdi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden müslüman halk, Türk olmadığı halde müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm’ı, Çeçen mücâhidini veya Filistinli Arap bir müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor, İslâm milleti arasındaki meselâ Hac toplantısını, kerhanedeki, meyhanedeki Türk topluluklarına tercih ediyor.              

Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm dâvâsı ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm’ın dışında yönelişler baş gösterdi. “Denize düşen yılana sarılmalı mıdır?” sorusu sorulmadan ve “denize ne kadar düştük, niçin düştük?” diye muhâsebe yapılmadan, denize düşürenlerin ip şeklinde uzattıkları yılanlara sarılmak, dinden uzaklaşmış aydınlar için kolay çözüm idi. Ve önce, kurtuluş reçeteleri ithal edildi Batıdan. Düşman, sunduğu zehirleri hemen her zaman altın kâselerde sunacaktır. Tanzimat’la birlikte yazarlar, şâirler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: “Vatan, millet, eşitlik, özgürlük”  Neydi vatan? Ne demekti millet? Nasıl bir özgürlüktü istenen? Bunlarla kimse uğraşmıyor ve bu kurtarıcı sloganların içine, ne anlama geldiğine ve ülkeyi nasıl kurtaracağına kimse bakmıyordu. Varsa yoksa; Vatan, millet, özgürlük (sonraları, bir de “demokrasi”)!

Evet, tümüyle boş birer slogandır, Batılılaşan aydınların ağızlarından düşmeyen sakız ve kalemlerinden ha bire dökülen mürekkep şeklindeki vatan, millet… Kurulacak yeni sosyal birliğin, millî birlik ve bütünlüğün en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin öne çıkarılması, içi boş bir kavram olarak ve ne kastedildiği müphem şekilde vatancılık, Tanzimat aydınlarının yeni ideolojilerindendir. Sözgelimi Vatan şairi Namık Kemal, vatan kavramıyla ne demek istemektedir? Hangi tezi sunmaktadır? Halkın “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı diye, süslü fakat içi boş sözleri böyle değerlendirmesi boşuna değildir. Ziya Gökalp, 1923’te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim’in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası olur. Evet, milliyetçi (daha doğrusu Türkçü/Turancı) Ziya Gökalp, T.C.’nin teori olarak kurucusu, teorisyenidir. Uygulama da bir başka kurtarıcıya bırakılmıştır. Gelinen nokta mı? Halkın bunca fedâkârlığına ve sabrına rağmen gelinen durum, “millet” kavramına çağdaş aydınlardan çok farklı anlam veren Osmanlı’nın gerilemeye başladığı zamanlarla bile mukayese edilirse daha net ortaya çıkacaktır. 600 küsür sene ayakta kalan koca çınar, etrafını saran zehirli bitkiler ve içine atılan kurtlarla çürümeye başlamıştır. Düşman Batının gözüyle Tanzimat’tan sonra Osmanlı, artık “hasta adam!”dır. Batı aşılarıyla çınarın gübreleri üzerine yerleştirilen genç fidanın durumunun hem içten ve hem de dıştan nasıl görüldüğünü düşünmek yeter. Osmanlı, ölümcül yatağında iken bile “adam”dı, iyileşmemesi için ilaçlarına zehirler katılan, bin bir tuzak kurulan “hasta adam!”. Şimdi T.C.’yi adam yerine koyan ülke var mı, bilmem. Osmanlının dünkü vilâyeti, bir vali ile yönettiği şehri Yunanistan ve sözgelimi Suriye’nin bile ciddiye almadığı bir ülke… İçinde yaşayan vatandaşların da en milliyetçisinin bile onlarca şikâyeti… “Ya sev, ya terket!”mi? Kim kimi kimin yurdundan kovuyor, kim ve ne hakla işgali ve zulmü sevmeyi emredip dayatıyor?   

 

    Kavmiyetçilik, Irkçılık 

Milliyetçilik, yani doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önmeli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.     

Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması (2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173…) bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.

 

Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır:

Bilindiği gibi İblis, Allah’ın Âdem’e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem (a.s.)’in de topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis’in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah’ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.

Kur’an’a göre üstünlük takvâda (49/Hucurât, 13), ilimde (39/Zümer, 9) ve cihaddadır (4/Nisâ, 95). Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.

İblis, Adem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Halbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine ait sırları vardır. Adem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi (38/Sâd, 71-85). Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Adem’in halifelik ve ilâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.

Şeytan, Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş;  ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır.  Ahmed Kalkan

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&p=&id=1885&yazar=&sayi=&shf=&k=70&kelime=

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

26th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

IRKÇILIK İslam Ansiklopedisi

 Sosyal grupların kalıtımla geçen bedenî özellikler sebebiyle farklılaştığını ve bu farklılıkların onlar arasındaki statü ve ilişkinin belirleyicisi olması gerektiğini iddia eden akım.

Irk kelimesi Arapça’da “kök, bit­kinin gövdesi, yaprağın sapı. damar, asıl, İrsî özellik, nesep, menşe, ata” gibi anlamlara gelir.[91] İbn Manzûr’un naklettiği bir beyit eski Araplar’da ırk ke­limesinin “soy üstünlüğü ve asalet” anla­mında kullanılabildiğini göstermektedir. İslâmî dönemde buna yakın bir anlam­da, fakat çoğunlukla reddedici bir yaklaşımla yine bir Câhiliye dönemi kavramı olan asabiyet kullanılmaktaydı. Ancak bu kelime, çağdaş bir kavram olan ırkçılığın anlam genişliğinden uzak olup genellikle kabilecilik çerçevesinde bir içerik taşıyor­du. Zamanla bilhassa İranlılar’ın müslü-man olmaya başlamasıyla birlikte kısmen ırk ayırımını ve buna dayalı çekişmeleri de ifade eden şuûbiyye kelimesi kullanıl­maya başlandı.

Günümüz Türkçe’sinde aralarında kan bağı bulunan, aynı soydan gelen büyük insan toplulukları ırk kelimesiyle ifade edilmekle beraber aynı anlamda veya da­ha az içerikte olmak üzere nesil, nesep, zürriyet, soy, sülâle gibi başka kelimeler de bulunmaktadır. Sosyal grupların kalı­tımla geçen bazı özellikleri sebebiyle fark­lılaştığını, bu farklılıkların onlar arasında statü ve değer farklarına da yol açtığını ileri süren akımlara ise ırkçılık denmek­tedir.

Modern Arapça’da ırk kelimesi genel­likle yukarıdaki sözlük anlamıyla sınırlı ka­lırken şa’b, nesil, ümmet, cîl, cins, kavim gibi kelimeler kısmen belli bir insan soyu­nu veya zümresini ifade etmekte. Türk­çe’deki ırk karşılığında genellikle unsur, ırkçılık karşılığında ise unsüriyye kullanıl­maktadır. Zaman zaman unsur-unsûriyye yerine cins-cinsiyye, kavim – kavmiyye kelimelerinin kullanıldığı da görülmek­le birlikte özellikle kavmiyyenin (kavmiyet) Türkçe’deki milliyetçilik karşılığında kul­lanımı daha yaygındır.

Irk kelimesinin karşılığı olarak Batı dil­lerinde Latince asıllı race, rasse, ırkçılık teriminin karşılığında ise racisme, racialisme, racism veya rassismus gibi kelime­ler kullanılmaktadır. Batı dillerinde bu te­rimler ırkın, insanın özelliklerinin ve ka­pasitesinin temel belirleyicisi olduğu ve ırkî özelliklerin, bir ırkın diğerine üstün­lüğünü doğurduğu inancını ifade etmek­tedir[92]

 

Modern disiplinlerde ırk kavramı baş­lıca şu anlamlan içermektedir:

1. İnsan türünün alt sınıfları. [93]

2. Etnik grup. [94]

3. Belli bir sosyokültürel grup. Bu son tanım­lama nesnel ölçülere dayanmaz. Meselâ Kuzey Amerikalılar’a göre siyah ırk men­supları Brezilya’da beyaz olarak tanımlan­maktadır.[95] Modern Batı’da ırkçı teoriler de üç farklı iddia se­bebiyle birbirinden ayrılmaktadır. Bir iddi­aya göre insan türü biyolojik olarak farklı gruplardan oluşmaktadır; İrsiyet, tevarüs edilmiş yetenek ve eğilimlerin açıklanma­sını mümkün kıtan bir faktördür. İkinci görüşte grup özelliklerinin kanla geçtiği ileri sürülürken son görüş ırkçılığın teoris-yenlerince ortaya atılmış olup bazı insan gruplarının diğerlerinden fizikî, zihnî ve manevî açıdan üstün olduğunu iddia eder.[96]

Eski Mısır, Yunan ve Roma dinleriyle Hinduizm, Şintoizm, Jainizm, Taoizm, Konfüçyanizm, Zerdüştîlik, Mecusîlik, Ya­hudilik ve eski Türk dinleri gibi millî din­ler bir milletin veya ırkın dini olarak orta­ya çıkmış olup sadece o milletin Tanrı ve­ya tanrılarla münasebetini düzenler ve kurtuluşunu amaçlar. Ancak bunlardan Yahudilik dışında kalanlar, belli bir ırkın üstünlüğüne ve diğer ırklar üzerindeki emellerine vurgu yapmaz. Hinduizm de sınıfçı bir yapıya sahiptir ve kendi men­suplarını kast diye bilinen farklı katego­rilere ayırır. İnsanların bu şekilde men­sup oldukları kast içinde kalma mecburi­yetleri dinî bir hüküm olup her kastın di­nî uygulamaları farklıdır. İrk ayırımı bakı­mından en ilgi çekici din Yahudilik’tir. Ya­hudi teolojisi İsrâiloğullan’nı seçilmiş ırk olarak görür. Her ne kadar daha çok Ame­rika Birleşik Devletleri’ndeki modern ya-hudiler arasında liberal bir kanat yahudi ırkından olmayanların da ihtida yoluyla Yahudiliğe girmesine yol açılması gerek­tiğini savunuyorsa da hâkim anlayışa gö­re söz konusu dine ihtida yoluyla girmek mümkün değildir. “Yahudilik mühtedi ka­bul etmez.[97] Bu an­layış yahudilerin yahudi olmayanlarla (goyim) İlişkilerine de yansımıştır. Yahudi ol­mayanlarla ilişkileri düzenleyen özel hu­kuk kuralları vardır.[98] Meselâ erkek veya kadın bir goyimle ev­lenmek yasaktır, onların mülkiyet hakları yahudilerinkinden farklıdır. Yahudiler ara­sında faiz uygulaması yasak olduğu halde goyimlerden faiz almak caizdir.

Yahudilik’teki bu ayırımcı anlayışın te­meli Hz. Nuh’un oğullarına kadar götürü­lür. Tevrat’a göre ırklar tufandan sonra Nuh’un Sam, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlun­dan türemiştir.[99] Hâm babasına karşı bir saygısızlığından dolayı onun lanetine uğradığı için soyun­dan gelenler de Sâm ile Yâfes’in nesline köle olmaya mahkûm edilmiş [100] böylece ırklar arasında kalıtımla geçen derece farkları ortaya çıkmıştır. Bu derecelenmede en üstün, hatta tek üstün yer Sâm’ın soyundan geldiğine inanılan yahudilere tahsis edilmiştir. Buna gö­re, “Rab yer üzerinde olan bütün kavim­lerden üstün olarak kendisine has bir ka­vim olmak üzere” İsrâiloğullan’nı seçmiş [101] bu suretle onlar “Allah’ın kavmi” olmuşlardır [102] Tevrat’ta buna dair şöyle denil­mektedir: “Ve onlardan nefret ettim. Fa­kat size dedim: Siz onların topraklarını miras alacaksınız… Ve bana mukaddes olacaksınız.[103] “İşte şimdi bildim ki bütün dünyada Allah yok­tur, ancak İsrail’de vardır.[104] Kitâbı Mukaddes’te yahudilerin üs­tünlüğünü ifade eden daha birçok açık­lama yer alır.[105] Tevrat’a göre yahudiler bu üstünlükleri dolayısıyla diğer milletleri idare etme hakkına sahiptir. “Bütün göklerin altında olan kavimler üzerine bugün senin deh­şetini ve korkunu koymaya çalışacağım, onlar senin haberini işitecekler ve senin yüzünden titreyip kıvranacaklar.[106]

Yahudiliğin ırka bağlı din anlayışını Hı­ristiyanlık onaylamamıştır. Ancak Avru­palı hıristiyan milletler gerek sömürge­cilik dönemlerinde hâkimiyetleri altına aldıkları Asya ve Afrika ülkelerinde gerek­se modern çağda Avrupa’daki yahudilere karşı ırkçı bir tavır sergilemişlerdir. Esa­sen modern anlamda ırkçı düşünce ve uygulamalar ilk olarak hıristiyan toplumlar­da ortaya çıkmış olup günümüzde Batf-da hâlâ farklı ırkların kiliselerinin de ayrı olduğu gözlenmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahların ve Uzakdoğulular’ın kiliselerinin ayrı olması bunun örne­ğidir.

Câhiliyye döneminde modern anlamdakine benzer bir ırkçılık düşüncesi ve bu­nu ifade eden kavramlar bulunmamakla birlikte genellikle asabiyet kelimesiyle ifa­de edilen güçlü bir kabilecilik ruhu hâkim­di. Bu dönemde aralarında baba tarafın­dan kan bağı bulunan topluluğa “asabe”, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan topluluk arasındaki dayanışma duygusuna da “asabiyet” denilmekteydi. Câhiliye toplumunda bu duygunun kabi­le üyelerinin savunulmasına imkân sağ­laması yanında kabileler arasında asalet çekişmelerine, zulüm ve haksızlıklara, sa­vaşlara yot açtığı bilinmektedir.[107]

İslâm dini insanların farklı ırklardan geldiğini kabul etmekle beraber bunun onlar arasındaki ilişkilerde belirleyici rol oynamasını reddeder. Bu bakış açısı teo­rik alana hâkim olduğu gibi ondan hare­ketle gerçekleşen sosyal ve hukukî düzen­lemelere de yansımıştır. Teorik ve felsefî olarak İslâm’ın insan kavramında ırka da­yalı bir üstünlük kabul edilmezken fıkıh­ta insanlar arası ilişkiler bağlamında da ırkın belirleyici bir yeri yoktur. Muhtelif ırkların varlığı Allah’ın kudret ve ilminin bir işareti olarak yorumlanmış olup bu yo­rum, ırklar arasında kurulması öngörülen barışçı ve eşitlikçi düzenin inanca daya­lı ahlâkî temelini oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’deki prensipler Hz. Peygamber’in ve onun ashabının hayatında somut ifade­sini bulmuştur. Daha sonraki devirlerde de felsefe, fıkıh, tasavvuf ve ahlâk alan­larında eser veren âlimler tarafından ırk­çılık sürekli olarak reddedilmiştir. Bu açı­dan İslâm dini kendinden önceki bazı din ve kültürlerde bulunan ırkçı veya kast sistemine dayalı anlayışlarla mukayese edildiğinde inkılâpçı bir tutum sergile­miştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in mesajı evrenseldir; Kur’an. ırk ayırımı gözetmeksizin yeryüzünde “halife” olarak yaratıldığını bildir­diği her insanı dünya ve âhiret saadetine çağırır. Dil ve renk ayrılığı ile sosyal fark­lılaşma bir problem değil Allah’ın rahme­tinin eseri olan bir nimet ve O’nun ilim ve kudretini ortaya koyan bir alâmettir.[108] Özellikle Hucurât sûresinin 13. âyetinde bütün insanlara hitap edilerek onların arasındaki tabii farklılaşmanın ilâ­hî bir fiil olduğu belirtilmekte ve bu fiilin hikmeti göz önüne serilmektedir. Tabii farkların karşılıklı tanışmaya ve oradan hareketle Allah’ı tanımaya vesile olması amaçlanmıştır. Tabii ferdî ve sosyal fark­lılaşmanın getirdiği özellikler birer üstün­lük kaynağı olarak görülemez. Üstünlük iradî olmayan tabii özelliklerde değil iradî olan dinî ve ahlâkî duyarlıkla (takva) bu­nun ürünü olan güzel fiillerde aranmalı­dır.

Kur’ân-ı Kerîm, yeryüzünde haksız ola­rak üstünlük taslayanların veya diğer in­sanlar üzerinde hâkimiyet kurmak iste­yenlerin Allah tarafından şiddetli bir şe­kilde cezalandırılacağını haber verir. Bu­na dair âyetler [109] insan­ların ancak kendi fiillerinin karşılığını el­de edebileceklerini göstermektedir. Allah ırk ve benzeri özelliklere bakmaksızın in­sanları inanç ve davranışlarının değerine göre eşit bir şekilde mükâfatlandıracak veya cezalandıracaktır.[110] Bir insana karşı bizzat onun kendi fiiline da­yanmayan bir özellikten dolayı olumsuz bir tutum içine girmek bir iftira ve apa­çık günahtır.[111]

Câhiliyye döneminde Mekke aristokrat­ları sosyal hayatta sahip oldukları yüksek statünün dinî alanda da korunmasını is­tiyor, ancak bu şartla İslâm dinini be­nimseyeceklerini, aksi takdirde Habbâb b. Eret, Bilâl ve Ammâr b. Yâsir gibi aşağı sınıftan gördükleri kimselerle aynı me­kânda bulunmayı kabul edemeyecekleri­ni söylüyorlardı. Fakat Kur’an, manevî ve ahlâkî değer ölçülerine vurgu yapan ifa­delerle böyle bir dinî kast sistemini red­detmiş ve eşitliği temel prensip olarak ilân etmiştir.[112]

Atalar fetişizmi bir yandan hür düşün­ceyi ve doğru tercihler yapmayı engeller­ken öte yandan haksızlıklara, adaletsizlik­lere, hatta hak dinden sapmaya bile gö­türdüğü için Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyette yasaklanmış, böylece insana hür düşünceye dayalı seçimler yapma imkâ­nı getirilmiş, insanın atalarının ve ırkının körü körüne takipçisi olmasının önüne geçilmesi istenmiştir.[113]

Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu ilke­ler bakımından insanlar arasında renk. cinsiyet ve coğrafya farklılığı gibi fiziksel sebeplere bağlı bir değer hiyerarşisinden söz edilemez; sadece takvaya bağlı olarak ruhlar arasında derece farkı olabilir. An­cak bu türden bir fazilet de sosyoekono­mik ilişkilerde üstünlük getirmez; takva­nın mükâfatı âhirettedir. İnsanlar arasın­daki soy ve cinsiyet farklılıklarını alay ko­nusu yapmak ve insanları aşağılamak Al­lah’ın onları yaratmadaki hikmetini gör­memek mânasına gelir. Hucurât sûresi­nin 11-12. âyetleri, müslümanlar arasın­da her türlü bölücü ve aşağılayıcı tavrı fâsıklık olarak nitelemekte, bu cümleden olarak ırkçılığı da yasaklamaktadır. Buna karşılık aynı sûrede inanç ve değer birli­ğine dayalı kardeşliğin insanlar arasındaki ilişkinin mahiyetini belirlemesini emret­mektedir.

Irk farklılaşması diğer birçok kevnî âyetle birlikte yorumlanarak ele alınma­lı, Allah’ı ve O’nun bu kâinatı yaratmada­ki hikmetini daha iyi tanımaya vesile kı­lınmalıdır.[114] Renk fark­lılığı sadece insanlara has bir durum de­ğildir. Allah’ın kudretinin bir işareti ola­rak bu tür biyolojik farklılıklar tabiatta bitkiler ve hayvanlar âleminde, hatta dağ­larda bile gözlenebilir.[115] Esasen insanların hepsi Âdem’in ço­cuklarıdır, kâfirlerin şahısları değil inanç­ları ve tutumları red ve tahkir edilir. Ni­tekim onlar bu inanç ve tutumlarını bı­raktıkları anda müslümanlarla aynı de­ğeri ve onuru paylaşırlar. Müslüman bir kişinin ırkdaşları bir yana aynı inançları taşımayan aile üyeleriyle bile dostluk iliş­kisi ortadan kalkar.[116]

Kur’ân-ı Kerîm, Araplar arasında son derece önem verilen nesep ilişkilerini ve soy üstünlüğü anlayışını tamamen dışla­yarak “sıla-i rahim” (akrabalık bağını sür­dürme) bağlamında ve ahlâk kuralları çer­çevesinde ödev, hak ve sorumluluklar açı­sından düzenlemiştir. İslâm’ın önerdiği bu yeni anlayışta akrabalığın devam etti­rilmesine yapılan vurgu soyun üstünlü­ğünden dolayı değil toplum düzeni ve yardımlaşma açısındandır. Kur’ân-ı Ke­rîm bu bakımdan sıla-ı rahmi teşvik et­miş, soyları ile bağlantıyı koparanları yer­miştir, ancak soy ile övünmeyi de yasak­lamıştır. Nihaî noktada sadakat soya de­ğil İslâm’adır. Câhiliye dönemindeki ırk, nesep ve kabile bağları bu yeni bakış açı­sından mahiyet değiştirmiştir. Sosyal ya­pıdaki bu köklü değişimin önemli bir gös­tergesi de sahâbîler arasında muharebe­lerde müşrik akrabalarına karşı savaşan­ların bulunmasıdır.[117] Bu nevi tarihî hadiseler, Câhiliye dönemi Arap sosyal yapılanmasına tamamen hâkim olan kavim, kabile, aile gibi tabii ve irsî özelliklere dayalı sosyal kimliklerin bir ke­nara bırakılıp akideye dayalı bir kimliğin sosyal ilişkilerde temel belirleyici haline geldiğini göstermesi bakımından önem­lidir. Bu olaylar ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in ırkçılığı yasaklayan hükümlerinin teorik planda birer temenni olarak kalmayıp inananların hayatında gerçeklik kazandı­ğını göstermektedir.

Hadislerde de genellikle asabiyet olarak adlandırılan ırkçılık yasaklanmıştır. Hadis literatüründe asabiyet ırkçılığı da içine alan geniş bir kavram olup kısaca “İslâm dışı bir gaye etrafında gruplaşma” mâna­sına gelir. Hz. Peygamber, insanlık aile­sinin ayırımsız olarak beyazıyla siyahıyla hepsine gönderilmiş tek mürşididir [118] Aynı şekilde Resûlullah Veda hutbesinde, “Ne Arap’ın Arap olmayana ne de Arap olmayanın Arap ola­na üstünlüğü vardır.[119] derken de o zamana kadarki bütün ırkî üstünlük iddialarını temelinden yıkmayı hedeflemiştir.

Irkçılığın önemli bir tezahürü veya so­nucu da kızgınlık, nefret ve haksızlıkta yardımlaşma olduğu İçin Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim ırkçılığa (asabi­yet) çağırarak yahut ırkçılıktan dolayı baş­kasına kızarak gayesi belirsiz bir toplulu­ğun bayrağı altına girerse onun ölümü Câhiliye’deki ölüm gibidir.[120] Asabiyet bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır.[121] Irkçı­lıkla ilgili hadislerin en anlamlılarından biri de Resûlullah’ın Veda hutbesindeki şu ifadeleridir: “Ey insanlar! Sizin rabbiniz birdir. Babanız da birdir… Haberiniz olsun ki takva dışında hiçbir Arap’ın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın da bir Arap’a, hiçbir siyahînin beyaza, hiçbir be­yazın da siyaha karşı bir üstünlüğü yok­tur. Şüphesiz ki ilâhî huzurda en değer­liniz en muttaki olanınızdır.[122] Resûl-i Ekrem ırkçılığın bir top­luluğu zayıflatıp sonunda dış saldırılara açık hale getireceği konusunda da uyarı­da bulunmuştur. Soya dayanarak böbür­lenmeyi açıkça yasaklayan, ırk ayırımcı­lığını kışkırtarak müslümanlar arasında bölücülük yapanları şiddetle kınayan ha­disler de vardır.[123]

Âyet ve hadislerin ortaya koyduğu bu açık tavır ahlâkî bir tavır olmanın yanında hukukî sonuçlar da doğurmuştur. İslâm fıkhında insanların temel hakları ve so­rumlulukları belirlenirken muayyen bir ırka mensubiyet bir istisna teşkil etmez. Irkı ne olursa olsun hukuk karşısında bü­tün müslümanlar eşittir. Fıkhın amacı olan, insanlarla ilgili leh ve aleyhte husus­lar yani hak ve sorumluluklar belirlenir­ken ırk farklılığına en küçük bir rol tanın­mamıştır. İlke olarak yönetici Habeşli bir köle bile olsa ona itaat etmek gerekir.[124] Halifeliğin Kureyş’e ait ol­duğunu ifade eden hadisi de bu bağlam­da değerlendirmek gerektiği, aksi halde Kureyşliler’i yönetici sınıf gibi görmenin açıkça İslâm prensiplerine ters düşeceği de ifade edilmektedir.[125] Nitekim Hz. Ömer’in, ölüm döşeğinde iken sahâbîlerden bir kısmının ona yerine birini tayin etmesini hatırlat­ması üzerine, yerine güvenerek bırakabi­leceğini söylediği iki kişiden birinin azat­lı bir köle olması bir yandan hilâfetin Kureyş’e has olmadığına, öte yandan renk unsurunun yöneticiliğe hiçbir şekilde en­gel teşkil etmediğine delil olarak göste­rilir. Hz. Ömer’in kendisi cemaate namaz kıldırmaya gücü yetmeyince yerine imam olarak Cüd’ân’ın azatlı kölesi Suheyb b. Sinan’ı vekil tayin etmesi de ilgi çekicidir. Suheyb, ashabın önde gelenlerinin de bulunduğu cemaate imamlık yapmaya yeni halifenin seçilmesine kadar devam etmiş­tir.[126] Halbu­ki İslâm’dan önce Araplar’ın Bizans asıllı olduğu rivayet edilen azatlı bir köleye tâ­bi olmaları kesinlikle düşünülemezdi.

Fıkıhta hukukun temel amaçlarından biri nesli korumak olduğu için bir insanın, kendi soyundan başka bir soya kendisi ve­ya bir başkası tarafından nisbet edilme­sinin haram olduğu da bildirilmiş olup bu tür hükümler, ırkçılığa karşı olmanın kendi soyunu inkâr anlamı taşımadığını göstermesi bakımından önemlidir. Diğer taraftan bir insanın soyu ile alâkası hiçbir zaman inanç birliğine baskın gelemez ve inanç farklılığının miras ve evlenme gibi bazı konularda kısıtlayıcı hükümler do­ğurmasını önleyemez. Evlilikte denklik ko­nusunda bazı fıkıh âlimlerinin kabileler veya ırklar arasında fark gözeten bir ta­vır sergilemelerinin de dinî bir temeli ol­mayıp tarihî ve sosyal telakkilerden kay­naklanmıştır.

İslâm öncesinde ırkçı bir zihniyetin hâ­kim olduğu Câhiliye toplumundan bu te­lakkiyi bir anda tamamen silmek müm­kün olmamıştır. Ashap arasında zenci ve beyazların ilişkisindeki değişim, bu açıdan İslâm öncesi ve İslâm sonrası dönemlere bakarak mukayeseli bir şekilde incelen­diğinde bu zihnî ve sosyal değişim süre­ci ve bu süreçte karşılaşılan problemler açıkça görülür. Çünkü Araplar neseple­rine son derece düşkün insanlardı ve bu durum kabileler arasında bir övünç kay­nağı idi. Kendi ırkıyla övünmek İranlılar’da da vardı. Resûlullah’ın İran asıllı sahâbîleri bu konuda eğittiği görülmektedir.[127]

Irkçılığa karşı mücadelenin Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de sürdürülmesine rağmen eski aristokratların yeni eşitlikçi düzenden zaman zaman şikâyet ettikle­ri görülmüştür.[128] Müslümanlar arasındaki eşitlik anlayışının ilişki kurduk­ları ırkçı toplumlarca da yadırgandığı ol­muştur. Meselâ Mısır’ı müslümanlara kar­şı savunmaya çalışan Mukavkıs’a gönde­rilen heyetin başında esmer tenli Ubâde b. Sâmit’in bulunması onu rahatsız et­miş; bu rahatsızlığını açıklaması üzerine heyettekiler Ubâde’nin içlerinde en üs­tün ve en akıllı kişi olduğunu, bu sebeple onun liderliğine razı olduklarını, her konu­da onun görüşüne saygı duyup itaat ede­ceklerini bildirmişlerdir.[129]

Emevîler ve Abbasîler döneminde İran­lılar, Berberîler ve Türkler gibi Arap olma­yan kavimlerin İslâm’a girmesiyle İslâm dünyasında ırkçılığı hatırlatan bazı prob-lemler gündeme gelmiş, bu dönemde “mevâlî” olarak adlandırılan gayri Arap unsurlara karşı Araplar’ın üstün olduğunu iddia edenler çıkmıştır. Bunlar Peygamber’in Arap, Kur’an’ın da Arapça olma­sı gibi hususları kullanmışlardır. Öte yan­dan bu tür üstünlük iddialarına tepki ola­rak başta İran asıllılar olmak üzere Arap dışı unsurlar arasında ırkçılığı hatırlatan bir hareket başlamıştır. “Şuûbiyye” deni­len bu hareketin amacı Arap olmayanla­rın Araplar’dan daha üstün olduğunu is­patlamaktı. Başlangıçta bir tepki hareke­ti olarak ortaya çıkan ve eşitliği savunan bu yöneliş, sonradan yavaş yavaş Araplar”a karşı mutaassıp davranarak Arap so­yunun düşmanı olan, onu dünya kavimle­rinin en âdisi sayan ve Arap olmayan ka­vimleri Araplar’a üstün tutan bir fırka ha­line gelmiştir. Böylece şuûbiyyenin esa­sı ırkçılığa dayanmakta olup [130] bu ideolojinin lehinde ve aleyhinde olanlar tarafından zengin bir literatür ortaya konmuştur.[131]

Gerek İslâm vahyinde gerekse onun iç­timaî ve siyasî uygulamalar planındaki tarihî yorumunda ırkçılık hiçbir zaman önemli bir problem oluşturmamakla bir­likte müslüman toplulukların edebiyatın­da genelde ırk, özelde renk ayırımının ya­pıldığı izlenimini veren bazı beyanlar bu­lunmaktadır. Bu edebiyat içinde erdeme sarılan siyahî kölelerin beyaz tenli kılına­rak ödüllendirilişini konu edinen masal­lara, bazı kavimlerin aklî ilimler konusun­da yaratılıştan yeteneksiz olduğunu, hat­ta bazı iklimlerde yaşayan kavimlerin kö­le tabiatlı yaratıldığını iddia eden metinlere rastlanmakta, mevâlîye reva görülen çok aşağılayıcı Arap tavrına dair edebî ör­neklerle karşılaşılmaktadır.[132] Kısmen İslâm öncesi felsefeler­den İhvân-ı Safa ve İbn Sînâ gibi bazı filo­zofların eserlerine de yansıyan [133] fa­kat İslâm diniyle ilgisi bulunmayan ve sosyokültürel şartlanmışlığın eseri olan bu arızî ön yargılar, zaman içinde çeşitli kavimlerin İslâm medeniyetine yaptığı katkılar müşahede edildikçe kendiliğinden yok olmuştur. Selçuklu-Osmanlı gelene­ğinde de ırkçı temayüllere rastlanmamak­tadır. Özellikle Osmanlı millet sistemi fark­lı din ve kavimlerden oluşan çok dinli, çok kavimli ve çok kültürlü bir sosyal dokuya sahipti ve bu sistem temellerini evrensel ölçekte yorumlanmış bir din anlayışında bulmaktaydı. Bu sebeple ırk faktörü hiç­bir şekilde bu sistemin işleyişinde bir im­tiyaz ölçüsü olarak görülmemiştir. Nite­kim millet sistemi içinde yer alan farklı etnik gruplar ve kavimler, bu sistemin ön­gördüğü kamu düzeni çerçevesinde ken­di din ve inançlarını açıkça ifade edebili­yor, tam bir kültürel özerklik İçinde yaşa­yabiliyorlardı. Zimmîler hakkındaki farklı hükümler ve bazı uygulamalar ise kesin­likle ırk temeline dayanmayıp din ve inanç hürriyetinin korunması ve inanç farklılığının siyasî, idarî ve hukukî alanlara yan­sımasıyla ilgilidir. Sonuç olarak ilk fütu­hat döneminin ardından gözlenen Arap-Acem, Arapmevâlî ayırımının; siyahiler, Berberîler, Hintliler. Türkler gibi bazı et­nik gruplara yönelik ön yargıların dinde yerinin bulunmadığı, başarı, üstünlük ve iktidarın ırk ve renk faktörüne dayanma­dığı kısa sürede anlaşılmıştır. Kur’an ve Sünnet’te ırkçı temayüllere karşı kesin bir tavır takınılmasına bağlı olarak İslâm âlimlerinin ırkçı eğilimlerle mücadelesi her devirde hâkim bir çizgi oluşturmuş­tur. Buna dair eserler arasında Ebü’l-Fe-rec İbnü’l-Cevzî’nin Tenvîrü’l-ğabeş ü fazli’s-Sûdân ve’I-Habeş, Celâleddin es-Süyûtî’nin Refı şe’ni’l-Hubşân, Mu-hammed Nu’mân b. Muhammed b. Ar-râk’ınKitâbü Kenzi’z-Zinâdi’1-vârî fî zikri ebnâ’i’s-serârî, Ebü’l-Meânî Alâed-din Muhammed b. Abdülbâkî el-Buhârî el-Mekkî’nin et-Tırâzü’1-menküş fîme hâsini’l-Hubûş, Ali b. Abdürraûf el-Habeşî’nin Refhı’î-ğubûş fi fezâ’ili’1-Hu-bûş, Câhiz’in Fahrü’s-Sûdân ale’lbîzân ve Fezâ’ilü’I-Etrâk adlı eserleri zik­redilebilir.

Allah’ın insanları farklı ırklar halinde ya­rattığı Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiş olup konuya ilgi duyan İslâm âlimleri, özellikle filozof, müfessir ve tarihçiler, bu farklı­laşma hakkında dönemlerinin kültür ve biliminden yararlanarak değişik görüşler ortaya koymuşlar; ırk farklılaşmasının se­bebi olarak bir kısım âlimler nesep faktörünü, diğerleri ise coğrafyaya bağlı iklim faktörünü öne sürmüşlerdir. Birinci grup­taki âlimler Tevrat ve İsrâiliyat’ı. ikinci gruptakiler de klasik Yunan felsefesini, tıp ve coğrafyasını kendi görüşlerini des­teklemek için kullanmışlardır. Ancak İsrâiliyat ve Yunan kaynaklı teoriler tarafsız olmayıp kendi ırklarını en üstün ırk gösterme amacı taşırken müslüman âlimler konuyu ırk üstünlüğü açısından değil sa­dece bir antropolojik problem olarak ele almışlardır. Bunların ilkine göre ırk fark­lılaşmasının kaynağı nesep, diğerine gö­re iklim yani farklı coğrafî şartlardır. Bi­rinci görüşün taraftarları ırk farklılaşma­sını, tabii faktör ve süreçlerin değil bizzat Allah’ın baştan farklı nesepler yaratması­nın sonucu diye düşünürler. Bu düşünce dünyada üç ana ırk olduğu ve bunların büyük tufandan sonra Nûh peygamberin üç oğlundan [134] türediği şeklindeki Kitâb-i Mukaddes telakkisin­den gelir.

Hadis literatürüne de giren bu telakki­nin savunucuları, “Onun (Nuh’un) zürriye-tini evet onları yeryüzünde baki kıldık [135] mealindeki âyetin bu te­lakkiyi desteklediğini ileri sürerlerse de Hûd sûresinin 40. âyetinde Hz. Nuh’a sa­yısı az olmakla birlikte başka insanların da iman ettiği bildirilmektedir. Buna göre Sâffât sûresinin 77. âyetindeki “zürriyet” ile Nuh’a iman etmiş olanların kastedil­diği anlaşılmaktadır. Bütün ırkların Hz. Nuh’un üç oğlundan geldiğine dair hikâ­ye bazı hadis, tefsir ve tarih kitaplarına girmiştir. Ancak birtakım İslâm âlimleri hadis olarak aktarılan hikâyelerin râvilerinin güvenilirliklerini sorgulamışlar ve bu rivayetlerin Tevrat’tan geldiğini ortaya koymaya çalışmışlar. Özellikle ırk farklılaş­malarının iklimden kaynaklandığını düşü­nen ekole mensup olan İbn Haldun gibi âlimler açıkça bu rivayetlerin asılsız oldu­ğunu belirtmişlerdir.

Irkların kaynağının coğrafî şartlar oldu­ğu şeklindeki ikinci temel iddia dünyayı yedi iklime ayıran klasik Yunan coğrafya­sına dayanır. Bu coğrafya anlayışı ile dö­nemin dört unsura dayalı tıp anlayışı bir­leştirilerek ırkların kaynağı izah edilmeye çalışılmış, yine Grek düşüncesine hâkim olan her şeyin ortasının (itidal) en iyisi ol­duğu ölçütü de kullanılarak orta iklimde yer atan ırkların zihinsel üstünlüğü iddia edilmiştir. Bu anlayış Aristo gibi Yunan filozoflarının siyaset ve sosyal teorilerini de etkilemiş, Yunan felsefesinin İslâm dünyasına girmesiyle İslâm filozofları tarafından da ilgi görmüştür. Kindî’den baş­lamak üzere Fârâbî, İhvân-ı Safa, İbn Sînâ, İbn Rüşd gibi filozofların, İdrisî gibi coğ­rafyacıların, Sâid el-Endelüsî ve İbn Hal­dun gibi tarihçilerin görüşlerini etkilemiştir. Mutedil iklim dışında yaşayan Türkler ve siyahların medeniyete kabiliyeti olma­dığı bu teoriye dayanılarak İleri sürülmüş­tür.

İbn Haldun da meşhur coğrafyacı İdrîsî’nin verdiği bilgilere dayanarak dünya­nın yedi “iklim” (bölge) olduğunu var sayar ve ırk farklılaşmasının kaynağı hakkında­ki kuramını bu var sayım üzerine inşa eder.[136] İbn Haldun’un ırk farklılaşması hakkındaki görüşlerinin anlaşılabilmesi için antik Yunan’dan dev­ralınan ve Ortaçağ boyunca müslüman-lar arasında yaygın olarak kullanılan tıp. biyoloji, astronomi ve coğrafya anlayışı­nın da göz önünde bulundurulması ge­rekir.

Irk kavramının karşılığı olarak ümmet, nevi cîl kelimelerini kullanan İbn Hal­dun’un “hukemâ”ya nisbet ederek verdi­ği bilgilere göre dördüncü iklim kuşağı en üstün ırkın yaşadığı ve medeniyete en uygun insanların ortaya çıktığı bölgedir.[137] Dördüncüden sonra onun iki tarafındaki üçüncü ve beşinci iklimler gelir. Kısaca en mutedil iklim olan dör­düncü iklimden uzaklaştıkça insanların medeniyete olan kabiliyeti zayıflar, dola­yısıyla ırkın üstünlük derecesi de azalır. Mutedil iklim kuşaklarında yaşayanlar beden, renk. ahlâk ve din bakımından en mükemmel toplulukları oluşturur. Hatta peygamberler bile genellikle bu bölgeden yetişir. Buna karşılık itidalli iklim kuşağın­dan en uzakta olan güney ve kuzey ik­limlerine peygamber gönderildiğine dair hiçbir bilgi yoktur.

İbn Haldun ırkların kaynağının nesep olduğunu iddia edenleri eleştirirken şöy­le der: “Varlıkların tabiatları hakkında hiç­bir bilgi sahibi olmayan bazı nesep âlim­leri vehmettiler ki siyahlar Nûh”un oğlu Hâm’ın çocuklarıdır; babasının onun nes­linin köle olması için yaptığı bedduanın eserinin ortaya çıkması sonucu siyah renk ile diğer insanlardan ayrıldılar. Onlar bu konuda hikayecilerin hurafelerinden hikâ­yeler de naklederler. Nuh’un, oğlu Hâm’a bedduası Tevrat’ta yer almakta, ancak orada siyah renkten bahsedilmemekte-dir; Nûh sadece Hâm’ın çocukları kardeş­lerinin [138] kölesi olsun diye beddua etmiştir.[139]

Sâid el-Endelüsî de ırkları medeniyete yatkınlıkları bakımından tabakalara ayır­mıştır. Ona göre coğrafyaya bağlı olarak iklim bir ırkın medeniyete ne derece ka­biliyetli olacağını belirler. Bu yönden in-sanlıkyedi ana ırka ayrılır: 1. İranlılar,

2. Keldânîler.

3. Yunan, Fransız, Slav ve Ro­malılar,

4. Kıptîler’le onlara yakın olan ba­zı zenciler, Habeşistanlılar ve Berberîler,

5. Türkler,

6. Hintliler,

7. Çinliler. Endelüsî bu ırkları ilme değer verenler ve verme­yenler diye ikiye ayırarak ilme değer ve­ren ırkları Hintliler, İranlılar, Keldânîler. İbrânîler, Yunanlılar, Romalılar, Mısırlılar ve Araplar şeklinde sıralamakta; geride kalan ırkların hiçbirinin ilme önem ver­mediğini ileri sürmektedir.[140] Bu düşünceler klasik Yu­nan coğrafya, tıp ve felsefesinin bir ürü­nüdür. Ayrıca nesebe dayalı teori gibi Sâid el-Endelüsî’nin yedi iklim teorisinin so­nunda insanları medeniyet ve bilime yat­kınlık açısından tabakalara ayırmasının da Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerin yukarıda ortaya konan temel bakışına ters düştü­ğü açıktır.

Batı dünyasında ırkçılık, modern çağın en önemli olguları arasında yer alan sö­mürgecilik ve onunla bağlantılı kapitalist sistemin oluştuğu şartlar altında sömür­geciliğe meşruiyet tanıyan bir ideoloji ola­rak ortaya çıkmıştır. Tarih boyunca Batı kolonyalizmi ve kapitalizminin gelişme aşamalarına bağlı olarak ırkçılık da fark­lı tezahürlerde gelişmiştir. İlk aşamada Amerika ve Karayipler’in yerli sakinleri olan Kızılderililer sömürgecilerin apaçık talan ve soykırımına mâruz kaldılar; ırkçı teoriler de bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Sömürgeciler, buralarda yaptık­ları baskı ve zulümleri izah için ırkçılığı bir araç gibi kullandılar. Nitekim ilk ola­rak 1550yılında İspanyol ilâhiyatçı Gaines de Sepulveda Kızılderililer’in aşağılık bir ırk olduğunu ve bunların beyazlara hiz­met etmek üzere yaratıldıklarını ileri sür­dü. Bu teori Amerika’da uzun yıllar pro­paganda edilmiştir. XVII. yüzyılın ilk yarı­sında beyaz işçilerle siyah köleler iş yer­lerinde yanyana çalışıyorlardı. Ancak siyah köleler beyazlara göre hem ucuzdu hem de her türlü şartlarda çalışmaya ra­zı olduklarından bu dönemde iş gücü ola­rak sadece siyah köleler kullanılmaya baş­landı. Amerika ve Karayipler’de köleler “hayvan sürüsü” olarak adlandırılıyordu. Siyahlar beyazlara özgü hiçbir şeyi taklit edemezlerdi. XIX. yüzyılın başlarından itibaren siyah-beyaz ilişkileri değişmeye başladı. Çünkü ekonomik ve politik se­beplerle artık köle istihdamı işlevini yitir­mişti. İlk olarak 1804 yılında Fransızlar Haiti’de köleliği kaldırdılar; diğer sömür­gelerde de köleliğin peyderpey kaldırıl­masıyla ırkçılık düşüncesinde de değiş­meler gözlendi. Buna göre artık siyahlar da insan sayılmakla birlikte üstün ırka mensup olan beyazlara kıyasla aşağı ırkı oluşturuyorlardı. Üstelik bunlar zihinsel ve kültürel bakımdan geri olduklarını ken­dileri de kabul ediyor ve bu yüzden be­yazlara uyum sağlamaya çalışıyorlardı.

Yeni ilişki biçimi sürekli olarak yeni te­orilerin de ortaya atılmasına yol açıyordu. Fransız Aydınlanmacı düşünürlerinden Boulainvilliers ve Buffone gibi ırkçı fikir­leri ortaya atan filozofların ardından ırk­çılığı bir sistem halinde ortaya koyan kişi Kont Joseph Arthur de Gobineau oldu. Gobineau. Essaİ sur î’inegaîite des ra-ces humaines [141] adlı eserinde beyaz ırkın aklı ve dürüstlüğü, sarı ırkın fayda, düzen ve ortayolu, siyah ırkın ise hırsı, lirik ve artistik yetenekleri temsil ettiğini ileri sürdü ve Nordik (ku­zeyli-beyaz) ırkı İnsanlığın en üstüne yer­leştirdi. Houston Stewart Chamberlain Die Grundlagen des neunzehnten Jahrhunderts adlı ese­rinde benzeri bir yaklaşım sergileyerek Aryan ve Toton ırkının üstünlüğünü sa­vundu. Ancak Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de ortaya atılan ırkçı teoriler daha çok sosyal ve ekonomik faktörlerle bağlantılı bir şekilde geliştirildi; bu teori­ler, zencilerin biyolojik olarak daha aşağı oldukları iddiasını sürdürmekle birlikte gelişen siyahı bilincin gelecekte beyazla­rın sosyal ve ekonomik konumlan bakı­mından tehlike arzedebileceği üzerinde durdular. Madison Grant, The Passing of the Great Race (NewYork 1916) adlı eserinde. Lothrop Stoddard The Rising Tide of Color Against White Supremacy (New York 1920) adlı kitabında Asya­lılar ve Afrikalılar arasındaki doğum oran­larının yüksekliğine dikkat çekerek beyaz ırkın gelecekte hâkimiyeti kaybedebileceği endişesini dile getirdiler.[142]

XX. yüzyıl Batı’da ilk defa tek bir dünya sistemi iddiasının ortaya çıktığı dönem­dir. Batı dünyasının gelenekleşmiş olan ırkçılık zihniyetinin bu yüzyılda faşist po­litikalarla birleşmesinden sonra bazı mil­letler kendi ırkının üstünlüğünden ve dünya insanlarını kendisinin kurtaraca­ğından söz etmeye başladılar. Almanlar’ın işgal ettikleri her yerde yahudileri soykı­rımına mâruz bırakmaları bu düşünceden kaynaklanmıştır. Ancak Avrupa’da yahu-di düşmanlığı ile pratiğe yansıyan anti-semitizm (Sâmî ırkına düşmanlık) olgusu, Cermen ırkının üstünlüğünü ileri süren Adolf Hitler’in yeni bir buluşu olmayıp Ba­tı tarihinde şekillenmiş bir ırkçılık biçi­midir.

XX. yüzyılda Avrupa kıtası dışında ırkçı­lığın en yoğun yaşandığı bölgelerden biri Güney Afrika, diğeri de Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. XVII. yüzyıldan itiba­ren Hindistan, Endonezya ve Malezya’­dan köle olarak Güney Afrika’ya getirilen müslümanlar da bu ülkedeki ırkçı uygu­lamaların sıkıntısını yaşamışlardır. Şeyh Yûsuf el-Makassarî, İmam Abdullah İbn Kâdî Abdüsselâm, Ahmed Efendi, Abdul­lah Abdurrahman ve İmam Abdullah Hâ-rûn gibi liderler yanında daha birçok müs-lüman ferdî olarak veya Afrika Ulusal Kongresi (ANC) gibi platformlarda ırkçılı­ğa, emperyalizme ve baskılara karşı mü­cadele etmişlerdir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında ırk ayırımını öngören ilk yasalar [143]çıkarılmaya başlandı. Bu yasalara yaygın bir şiddet dalgası da eşlik ediyor­du. Irk ayırımına karşı yürütülen mücade­lelerde siyahlar farklı kamplara ayrıldılar; siyah örgütlerin üç farklı görüş etrafında oluştuğu söylenebilir. Bunlardan siyah burjuvazinin çıkarlarını temsil eden grup [144] sadece yasal bir devrim istiyor ve son derece ılımlı bir ta­vır sergiliyordu. Liderliğini Martin Luther King’in yaptığı, “hemen özgürlük” sloganıyla ortaya çıkan ikinci si­yah hareketi beyazlarla entegrasyonu sa­vunuyordu. Gandi’nin sadık bir izleyicisi olan Protestan rahibi King mücadelede şiddet kullanılmasına karşı çıkmış, barış­çıl eylemlerle ırkçı uygulamaları yenmeye çalışmıştır. Üçüncü hareketi, uzlaşmaz ve sert bir çizgi takip eden Siyah Müslümanlar Hareketi [145] temsil ediyor­du. 1930 yılında Wallace D. Fard [146] tarafından kurulan bu hareketin başına daha sonra Elijah Mu-hammed geçmiş ve hareketi II. Dünya Savaşı’ndan sonra faal bir konuma getir­miştir. Aşırı tepkici davranan ve aslî kay­naklarla tarihî uygulamalardan çok farklı bir İslâm anlayışına sahip olan Elijah Mu-hammed, beyazların doğuştan birer şey­tan olduğuna ve kendisinin Allah tarafın­dan bu ırkı yok etmek üzere görevlendi­rildiğine inanıyordu. Buna göre boş bir eşitlik ve entegrasyon için mücadele et­mektense sadece siyahlardan oluşan ayrı bir dünya kurmak ve bağımsız olmak da­ha gerçekçiydi.[147] Sa­mimiyetsizi iği ve bozuk inancı bizzat ken­di oğlu VVallace (VVarith) Muhammed tara­fından teşhir edilinceye kadar İslâm Mil­leti [148] örgütüne mensup müslümanlar onun gayet disiplinli ve inanmış birer izleyicisi olarak kaldılar. Si­yah Müslümanlar Hareketi’ne hapiste iken katılan Malcolm X [149] 1952 yılında hapisten çıktıktan sonra kendisini bu harekete adamış, kısa zamanda ırkçılık mücadelesinin Amerika’daki en Önemli liderlerinden biri olmuştur. Malcolm X, hareketten ayrıldığı 1964 yılma kadar Eli­jah Muhammed’İn sadık bir izleyicisi idi. Mekke’ye yaptığı bir hac ziyaretinden son­ra fikirlerini kökten gözden geçirmeye başladı. Hareketten ayrıldıktan sonra da bu siyah müslümanların meselelerini gi­derek yumuşayan bir üslûpla işlemeye devam etti. Siyah Müslümanlar Hareke-ti’nden ayrıldıktan sonra Harlem’de (New York) Müslüman Camii (Müslim Mosque) ve Afrikalı-Amerikalılar Birliği Derneği’ni [150] kuran Malcolm X, çalışmalarını 21 Şubat 1965′-te öldürülünceye kadar bu kuruluşlar va­sıtasıyla sürdürdü.

Günümüz Amerika’sında ayırımcı yasa­lar ortadan kaldırılmış ve hukukî eşitlik sağlanmıştır. Ancak uygulamada hâlâ be­yazlar arasında yer yer ırkçı ön yargılara rastlanmaktadır. Her ne kadar başlangıç­ta faşizm ile ırkçılık arasında birebir ilişki söz konusu değilse de bugün çeşitli Avru­pa ülkelerinde ortaya çıkan “yeni faşizm” hareketlerinin hepsi ırkçılığı vazgeçilmez bir ilke olarak İdeolojilerine katmıştır. Av­rupa’da bu tür grupların üzerinde birleş­tikleri en önemli konu yabancı düşmanlı­ğıdır. Eski Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Bosna-Hersek’te ve Kosova’da müslüman Boşnaklar’la Arnavutlar’ı hedef alan etnik arındırma eyleminin de te­melinde ırkçılık yatmaktadır.

XIX ve XX. yüzyıllarda Avrupa’da esen milliyetçilik ve ırkçılık rüzgârları zamanla İslâm dünyasını da etkisi altına almıştır. Ümmet bilinciyle yaşayan milletler arasın­da genel olarak ırkçılık ve kavmiyetçiliğin ne olduğu bilinmezken Batılı devletlerin İslâm dünyasına, özellikle Osmanlılar’a yönelik politikalarında görülen değişiklik­lerden sonra Arnavutlar, Araplar, Türk­ler ve Kürtler arasında müstakbel sürtüş­melere zemin hazırlamak üzere kavmi­yet ayırımına dayalı ideolojiler gündeme gelmiştir.

XIX. yüzyıl Osmanlı aydınları, dönemin Avrupa’sında ortaya çıkan “cins ittihadı” yani ırk birliği fikrine dayalı olan milliyet­çilik akımlarını kendi toplumları için elve­rişli görmemişlerdir. Meselâ Nâmık Ke­mal birlik ve kardeşlik fikrini insanların “yumru yanaklı” veya “çatık kaşif bir ne­silden gelmelerine dayandıran anlayışı reddetmiştir. Yine Esad Efendi “cins” (ırk) unsurunu birlik ve dayanışma sebeplerin­den biri olarak kabul etmekle birlikte İslâmî anlayışta birliği sağlayacak vasıtanın İslâmiyet olduğunu savunmuştur.[151] Kendi tabiriyle “Avrupa’da ras (race) meselesi”yle ilgili ırkçı tartışma­ları yakından takip eden [152] Ali Suâvi de Avrupa’da güdülen “cinslik davası” na [153] Osman­lı ülkesinde rastlanmadığına dikkat çeke­rek müslümanların birliğinin tevhid ilke­sine dayandığını belirtmiştir. Ali Suâvi’ye göre Osmanlı bir Türk devletidir, ancak ırkçılık davasına itibar etmeyerek her ırk­tan ehliyetli bulduğu kimseleri istihdam etmiştir. Ali Suâvi bazı Avrupalı yazarla­rın Türkler’i “mesâî-yi zihniyyeden ârî, yalnız bir kaba kahraman gibi” değerlen­diren ırkçı yaklaşımlarını şiddetle red­detmiş ve Türkler’in müslüman olduktan sonra ilim ve medeniyet alanında ortaya koydukları başarıdan örnekler vermiştir.[154]

II. Meşrutiyetin ilânından sonra İstan­bul’da Türk Derneği, Selanik’te Genç Kalemler dergileri yayın hayatına katıla­rak Osmanlı Devletİ’nin bütünlüğü idea­lini örselemeksizin Türk dili ve kültürü et­rafında milliyetçi bir şuur telkin etmeye başlamıştı. 1913 yılında yayın hayatına başlayan İslâm Mecmuasında eski şey­hülislâm Mûsâ Kâzım Efendi İslâm dinine göre ırk ve cins iddiasında bulunmanın şiddetle yasak olduğunu. ırk ve cins da­vası gütmenin İslâm kardeşliğine zarar vereceğini yazdı. Bunun üzerine Takib ve Tenkid dergisinden Nüzhet Sabit, ırk ve cinsiyet İddiasında bulunmanın hangi ba­kımlardan İslâm’a zıt düştüğü konusun­da Mûsâ Kâzım Efendi’ye bir soru yönelt­ti. İslâm Mecmuası’nda herhangi bir ce­vap verilmeyince Babanzâde Ahmed Naim Sebîlürreşöd dergisinde “İslâm’da Davâ-yı Kavmiyyet” başlıklı geniş ilgi gören bir yazı neşretti [155] bu metin ayrıca Sebîlürreşâd Kütüphane­si Neşriyatı’nın 18. kitabi olarak bir risale halinde yayımlanmıştır, İstanbul 1332). Ahmed Naim bu yazısında İslâm dininin “da’vâ-yı kavmiyyet” (kavmiyetçilik) ve “da’-vâ-yı cinsiyyet” (ırkçılık) ideolojilerini kesin olarak reddettiğini ve bu tür fikirlerin Câhiliyyet davası olduğunu vurguladı. İs­lamcı düşünürler, daha sonraki yıllarda da ırkçılık çağrışımı yapan fikirler aleyhinde­ki tavırlarını sürdürmüşlerdir.[156]

1932’de toplanan Türk tarih kongresiy­le tesbit edilen “Türktarih tezi”nde Türk ırkının çok defa öne sürüldüğü gibi san olmadığı, beyaz ve brakisefal olduğu gö­rüşünün benimsendiği görülmektedir. Tezde yer alan bu ana fikrin Batı’da orta­ya çıkan ırkçı tasniflere bir tepki olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1928’de Afet İnan Atatürk’e, Türk ırkının sarı ırka men­sup bulunduğunu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci nevi bir İnsan tipi olduğunu id­dia eden bir Fransızca kitap göstermiş, Atatürk’ün bu iddiaya gösterdiği tepki Türk tarih tezinde yer alan ana fikrin çe­kirdeğini teşkil etmiştir.[157]

194O’lı yıllarda ırkçılığın hararetli tar­tışmalara konu olduğu görülmektedir. Rıza Nur’un 1942’den itibaren çıkarma­ya başladığı Türkçü dergi Tanndağ’öa konuyla ilgili bazı fikirler ortaya atılmış­tır. Mustafa Akansel, Gobineau’nun “ilmî ırkçılık” saydığı ve dâhiyane bulduğu fi­kirlerine atıflar yaparak saf kanın Türk ırkının geleceği açısından hayatî önem taşıdığını iddia etmiş, devletlerin çökü­şünü yabancı kan karışması sonucu ırkların yozlaşmasına bağlamıştır.[158] Ziya Göğem, aynı der­ginin peşpeşe iki sayısında Akansel’in id­dialarını esas alarak bir yazı yayımlamış, antropolojinin ırk tasnifinde başvurduğu kafatası biçimi, burun şekli, deri ve göz rengi, boy ve kan grubu gibi kriterler arasından özellikle kan grubu üzerinde durarak Türkler arasında yaygın olan kan gruplarıyla saf Türk ırkı arasında ilişki kurmaya çalışmıştır.[159]

1943-1944yıllarında Nihal Atsız’ın sa­hibi ve müdürü olduğu Orhun dergisin­de Türk milliyetçiliği fikrinin ırkçılık kav­ramına indirgenerek savunulduğuna ta­nık olunmuştur. Dergide esas itibariyle Türk ırkçılığının Türk milliyetçiliğinin en baş unsuru olduğu ve dünya görüşü ola­rak modern Batı’dan ithal edilmiş olma­yıp Türk tarihinin bilinen en eski devirle­rine kadar uzandığı fikri işlenmiştir. Der­gi yönetiminin düzenlediği bir ankette okuyuculara. “Türkçülüğün baş unsuru size göre ırkçılık mıdır, kültür müdür, va­tan mıdır, devlet midir?” sorusuna çoğun­luğun “ırkçılıktır” cevabını verdiği görül­mektedir. Aynı ankette okuyucuya. “Irk­ları üstün ve aşağı olarak ayırmaya ta­raftar mısınız?” şeklinde yöneltilen soru­ya da çoğunlukla “taraftarım” şeklinde cevap alınmıştır.[160]

1944 yılı Mayıs ayında başta Ulus, Ta-nin, Akşam, Ton, Vakit ve Cumhuriyet gibi gazeteler olmak üzere yazılı basında “ırkçılık-turancılık” aleyhtarı yoğun bir kampanya başlatıldı; siyasî iradenin de bu yönde tavır almasıyla birlikte Türkçü-ler’e yönelik bir tutuklama faaliyetine gi­rişildi. Uzun süren bir yargılama süreci sonunda sanıkların hepsi 1945 yılında be­raat etti.[161]

Modern dönemde müslümanlar ara­sında ortaya çıkan ırkçı veya ırkçılığı çağ­rıştıran akımlar gelişip güçlenmelerine yetecek fikri, kültürel, siyasî ortam bu­lamadıklarından çökmeye veya marjinal sınırda kalmaya mahkûm olmuşlardır. Bununla beraber her ne kadar kendi iç­lerinde ırkçılığı yenseler de müslüman­lar dıştan gelen ırkçı saldırılara mâruz kalmışlardır. Müslümanlara yönelik bu saldırılar arasında İlk dikkat çekeni Siyonizm ideolojisidir. Birleşmiş Milletler Ge­nel Kurulu 10 Kasım 1973 tarihli kararın­da siyonizmin bir çeşit ırkçılık ve ırk ayı­rımı olduğunu tesbit ve tescil etmiştir. Aynı şekilde Çinliler’in Doğu Türkistan’­da yaşayan Türkler’e, Hindular’ın müslü-manlara, Ermeni ve Yunanlılar’ın Türk­ler’e, Sırplar’ın Arnavut ve Boşnaklar’a, Ruslar’ın genel olarak Orta Asya Türkleri’ne, Bulgarlar’ın Türkler’e karşı uygula­dıkları ırkçı politikalar ve saldırılar dikkat çekmektedir.

Öte yandan Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların giderek artan bir şekilde yeniden güçlenen ırkçı saldı­rılara mâruz kaldıkları gözlenmektedir. Almanya’da Türkler’e, Fransa’da Ceza-yirliler’e karşı yürütülen saldırılar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu durum, Batı’da ırkçılık tohumlarının yeniden ye­şermeye başladığını çarpıcı bir şekilde or­taya koymuştur. Modern insanın böyle tu­tumlardan uzak kalacağı beklentisi için­de olan toplumbilimciler bu beklenme­dik gelişme karşısında derinden endişe­lenerek ırklar ve etnik gruplar konusunu yeniden ele almak zorunda kalmışlardır.[162]

Irkçılık problemiyle yeniden karşı kar­şıya gelen Batılılar için özellikle ırkçılık mağduru olanlar açısından. İslâm’ın sun­duğu her ırka saygı duymakla birlikte ma­nevî ve moral gelişmişliğin üstünde de­ğer tanımayan eşitlikçi anlayış cazip bir alternatif oluşturmaktadır. Özellikle Ame­rika’da yaşayan ve nesillerdir beyaz ırkçı­lığın kurbanı olan siyahlar için İslâm yeni­den başkalarıyla eşit bir insan haline gel­menin en emin yolu olarak görünmekte­dir; çünkü Hıristiyanlık, Yahudilik ve Hin­duizm gibi geleneksel dinlerin yanı sıra modern ideolojiler de globalleşen ve gi­derek birbiriyle daha sıkı ilişki içerisine girmek zorunda kalan farklı ırklara men­sup insanlar arasındaki beşerî ilişkileri eşitçe düzenleyici kurallar ortaya koya­mamaktadır. Halbuki İslâmiyet, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in şüpheye yer bırakmayan açık beyanları ve İslâm tari­hinin şehâdetiyle her türlü ırkçılığı red­detmiştir. (Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam Ansiklopedisi, Irkçılık maddesi)

 

[92] Webster’s Ninth Neıv Coilegiate Dic-üonary, s. 969

[93] beyaz, siyah, sarı ırk gibi

[94] Cermen ırkı gibi

[95] Cashmore, s. 237-239

[96] The Encydopedia ofPhilosophy, VII, 58-59

[97] Herzberg, s. 35, 37-45

[98] Horowitz, s. 100-102

[99] Tekvin, 5/32; 9/18; 10/32

[100] Tekvîn, 9/ 19-27

[101] Teşriiye, 14/12

[102] Levililer, 26/12; Çıkış, 19/5-6

[103] Levililer, 20/24-26

[104] 11. Krallar, 5/ 20

[105] meselâ bk. Tesniye, 23/20; Mezmurlar, 67/6; II. Samuel, 22/44-48

[106] Tesni­ye. 2/25

[107] bk. asa-biyet; câhiliye

[108] İbrâhîm 14/4;er-Rûm 30/22; el-Hucurât 49/13

[109] el-Kasas 28/83-84

[110] el-Kehf 18/30

[111] el-Ahzâb 33/58

[112] el-Kehf 18/28

[113] el-A’râf 7/28, 70; Yûnus 10/75-78; Hûd 11/6Î-63, 84-88; en-Nahl 16/35; SebeP 34/43; ez-Zuhruf 43/22-25

[114] el-Hucurât 49/13

[115] Fâtır 35/27-28; ay­rıca bk. en-Nahl 16/13, 69: ez-Zümer 39/ 21

[116] et-Tevbe 9/23

[117] Kare, s. 48-49,66

[118] Müs­ned, 1,250, 301; Dârimî, “Siyer”, 67; Müs­lim, “Mesâcid”, 3

[119] Müsned, VI, 411

[120] Müslim,”İmâre”, 57; Nesâî, “Tahrîm”, 28; İbn Mâce, “Fiten”, 7

[121] Müsned, IV, 107, 160;EbûDâvûd,”Edeb”, 112

[122] Müsned, VI, 411

[123] Ebû Nuaym, i, 9, II, 367; Süyûtî, 1, 8-12-, HatipoğIu,XXllH 19781, s. 135

[124] Müsned, IV, 126, 127; Dârimî, “Mukaddi­me”, 16; İbn Mâce, “Mukaddime”, 6, “Ci-hâd”, 39; bk. İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, IV, 92

[125] İbn Haldun, Mu­kaddime, II, 583; Hatipoğlu, XXIII 11978], s. 121-213

[126] Hatipoğlu, XXIII11978], s. i27

[127] Ebû Dâvûd,”Edeb”, 112

[128] bazı örnekler için bk. Bu-hârî, et-Târihu’l-kebîr, II, 104-105; Abdui-lan b. Mübarek, s. 1000; Hâkim, Müsted-rek, III, 282; İbnü’i-Esîr, M, 480; Hatipoğ-lu, XXIII[1978], s. 152-153

[129] Lewis, Raceand Colorin islam, s. 10

[130] Câhiz, II, 20; Kılıçlı, s. 53

[131] bk. şuûbiy-ye

[132] Lewis, Race andSlauery in theMiddleEast, s. 19, 36-37, 55

[133] meselâ bk. er-Resâ% 1, 302-305; eş-Şifâ’.l. 447

[134] Hâm, Sâm. Yâfes

[135] es-Sâffât 37/77

[136] Mukaddime, I, 337-397

[137] a.g.e., I, 387

[138] Sâm ve Yâfes’in

[139] a.g.e., 1, 389

[140] Tabakâtü’l-ümem,s. 10-1 I

[141] AV, Paris 1853-1855

[142] The Encyclo-pedia ofPhilosophy, VII. 60

[143] Jim Crow Laws

[144] National Associatîon for the Advancement of Coloured People NAACP

[145] Black Muslims

[146] WaIlace Fard Muhammed

[147] Fontette, s 109-110

[148] The Nation of İslam

[149] Mâlik eş-Şahbâz

[150] Afro-American Unity Organization

[151] Türkö-ne, s. 266-267

[152] Danişmend, s. 28-29

[153] ırkçılık ideolojisi

[154] Çelik. s. 623-630

[155] sy. 293 110 Nisan 1330

[156] bk. islâm-c1lık; milliyetçilik

[157] İnan-Karal, s. 59,64

[158] Tanndağ, 1/8 11942|, s. 5-6

[159] a.g.e., 1/16 (1942], s. 11-13; 1/17|1942], s. 11-12

[160] Orhun, sy. 12[ 19431. s 12-13; sy. 13 | I944|F s. 18-22; sy. 14(1944], s. İO-18; sy. 15 |1944|, s. 17-22; sy. 16 |1944],s. 17-25

[161] Tanyu.s.4-8, 11,28

[162] Rattansi-Westwood, s. 9-22

 

 

posted in AYRIMCILIK | 0 Comments

15th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kapitalizmin panzehiri

Kur’an’da nuzül sırasına göre 16. ve 17. sırada yer alan iki sure var ki ele aldığı konu itibariyle ilkini “kapitalizmin”, ikincisini de “abdestli kapitalizmin” panzehiri olarak görüyorum.

Bunlar Tekâsür ve Mâun sureleridir…

Gayet kısa olan bu surelerin nuzül sırasında peşpeşe yerleştirilmesi de ilginç.

Bu surelerin ilki (Tekâsür) insandaki ruh köküne inerek kapitalizmin “aslını”, ikincisi de (Mâun), onu abdest ve namazla (salat ile) meşrulaştırmaya çalışan “faslını” deşifre eder.

Her ikisini birden zirru zeber eder.

Bakın nasıl…

***

“Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır (tekâsür) oyalanıp duruyorsunuz.

Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…

Fakat hayır! Yakında bileceksiniz.

Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.

Evet, daha derinden bakabilseydiniz

Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz.

Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz.

O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız…” (Tekâsür; 1-8)

TEKÂSÜR: Sözlükte [KSR] kökü mastar olarak “çok olmak, çoğalmak” demektir. Malı çok olmak, zengin olmak, maddî durumu iyi olmak (iksâr), çoğaltmak, teksir etmek, çokça yapmak, çoklaştırmak (teksîr), çoğalmak, artmak, üremek, türemek (tekâsür), çok olmasını istemek (istiksâr), daha çok, en çok (ekser), çoğunluk, galibiyet (ekseriye), çok (kesr, kesîr), çokluk, fazlalık, bolluk (kesret), çok konuşan, geveze (miksâr) kelimeleri bu köktendir…

Surenin ismi de olan tekâsür burada makam, mal ve servet çokluğu ile övünmek demektir. Araplar, kişilerin veya kabilelerin karşılıklı zenginlik ve servet yarışını ifade için “tekâsüra’l-qavmu tekâsüran” derlerdi; tabir buradan gelmektedir (Razi).

Türkçe’de zengin kelimesi Farsça kıymetli, süslü, pahalı, değerli taş demek olan seng’den geliyor. Bu anlamda zengin (sengin) kıymetli, pahalı eşyaları olan, malı çok olan demektir. Tefâul babından gelen tekâsür kelimesi de bu anlamda bir şeyi karşılıklı yapmayı ifade ettiği için “zenginlik yarışına girmek” dediğimiz manayı çağrıştırır. Keza “şöhret yarışı, tüketim çılgınlığı, mal mülk hırsı” deyimleri de bu cümledendir.

Öte yandan tekâsür kavramı çağımızda “kapitalist yarış” denilen şeye tekabül etmektedir. Çünkü kapital eldeki anaparayı (sermaye) çoğaltma, artırma, biriktirme demektir. Kapitalizm de, sermayeye dayanan, onu çoğaltmayı (kâr) yegâne gaye bilen, sermayedarların üretim araçlarının sahibi olduğu, alım satımın sırf zenginleşme ve kâr maksadıyla yapıldığı, biriktirme ve çoğaltma dışında hiçbir değerin geçer akçe olmadığı, bu iktisat görüşünün toplumsal değer haline geldiği düzen demektir…

Surede geçen ayetlere tek tek bakalım…

“Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır (tekâsür) oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…”

Yani: Çokluk, zenginlik, mal, mülk, şan şöhret yarışına girmişsiniz; oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girene kadar bunların çılgınca peşinden koşturuyorsunuz. Hatta öyle ki mezarlarınızın çokluğu ile bile yarışa giriyorsunuz. Diyelim ki siz zengin ve karşı konulmaz bir gücün, şanın, şöhretin sahibisiniz. Ne faydası var bunun? Bir gönüle girmedikçe, bir yoksulu doyurmadıkça, bir öksüzün başını okşamadıkça, vermedikçe, paylaşmadıkça ne faydası var bunun? Ölünce yanınızda mı götürecekseniz? Malınız, mülkünüz mezara sığacak mı? Şanınızı, şöhretinizi mezarınızın başına büyük harflerle yazsanız ne olur? Mülkün gerçek sahibinin Hayyu Kayyum olan Allah olduğunu (lehu’l-mulk) görmüyor musunuz? Bu doymak bilmez ihtiras neden?

“Fakat hayır! Yakında bileceksiniz. Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz.”

Yani: Eşyanın gerisindeki manayı görebilseydiniz, görünene (meta’ya) takılıp her şeyi bundan ibaret sanmasaydınız ezeli ve ebedi gerçekliğin ne olduğunu görürdünüz … Her şey toz toprak olup gittikten sonra da yaşayanın ve yaşayacak olanın kim olduğunu anlardınız…

“Evet, daha derinden bakabilseydiniz. Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz…”

Bu ayeti iki şekilde yorumlamak mümkündür:

1- Uhrevi açıdan; “Bu bencilliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, sizi cehenneme yuvarlamakta olduğunu görürdünüz.”

2- Dünyevi açıdan; “Bu benciliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, hayatı çekilmez hale getiren bir ihtiras yarışına, çalma, çırpma, alıp satma dışında hiçbir insani değerin kalmadığı vahşi bir pazara dönüştürdüğünü, kendi ellerinizle yarattığınız bir ateş çemberinin/kaosun/kirizin içine doğru yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz…”

“O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız”

Yani: Her nimetten, her emanetten sorguya çekilecekseniz; zenginlikten, maldan, mülkten, şandan, şöhretten, makamdan, mevkiden, yediğinizden içtiğinizden, oturduğunuzdan kalktığınızdan, hepsinden tek tek hesaba çekileceksiniz. Bunların hesabını vermeden ölmeyeceksiniz, diyelim ki öldünüz, tekrar diriltilip mutlaka hesabını verecekseniz! Hiç kimse bunların hesabını vermeden mezara girip kendini unutturamayacak. Cennete de giremeyecek!

Ey “Bu benim, sendeki benim!” diyenler! Ellerindekini paylaşmayan, yığdıkça yığan, biriktirdikçe şımaranlar iyi dinleyin! Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri kulak verin! Hiç birisi sizin değil! Mülk Allah’ındır (Lehu’l-mülk). Varlık O’nundur. Kiracısınız siz, ev sahibi değil. Yolcusunuz siz, hancı değil!

***

Görüldüğü gibi ayetler bir ekonomi-politik eleştiriden ziyade psiko-metafizik eleştiri yapıyor. Ekonomi-politik bir sistemin insan ruhundaki köklerine iniyor. Çünkü insan ruhunda kökleri olmadan hiçbir sistem ayakta duramaz. Mekkî ayetlerin genel özelliği budur zaten. Medine’ye gelince ise sistem vaazı ve kurallar başlar. Ama işin önce insan ruhundaki köklerine inmek ve orayı kurutmak gerektiğinden buradan başlıyor. Zaten bir dinden beklenen de esasında bu değil mi?

Kapitalizm’in kurucu babalarından Adam Smith 1776’da yazdığı “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabında Kapitalizmin insan ruhundaki köklerinin bencillik ve aç gözlülük olduğunu söyler. Ve bunun her ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açısından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde aç gözlüce koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bolluk olacağını söyler.

Madem Kapitalizmin insan ruhundaki kökleri budur, o halde, işe ilk önce buradan başlanmalıdır. Bunun için kapitalizmin panzehiri, Tekâsür suresinde yapıldığı gibi önce psikolojik-metafizik eleştiridir. Bunu es geçen, dahası bu konuda birikimi, donanımı ve dili bulunmayan Marksizm son derece yetersiz ve güdük kalmıştır. Marx’ın ekonomi-politik analiz ve eleştirisi ise yeniden üretilmek kaydıyla iyi bir başlangıçtır.

***

Mâun suresinin ise hemen sonra geldiğini görüyoruz. Bu sure de kapitalizmi dinle meşrulaştırmaya çalışan namazlı-niyazlı, abdestli kapitalizmin panzehiri…

“Dini yalanlayanı gördün mü?

Öksüzü hor görür,

Yoksulu doyurmaya teşvik etmez.

O namaz kılanların vay haline!

Onların kıldığı namaz boştur (sâhun),

Gösteriş yapıyorlar.

En küçük yardıma (mâun) bile mani oluyorlar.” (Mâun; 1-7)

MÂUN: Sözlükte [AVN] kökü mastar olarak “yardım etmek, orta yaşlı olmak” demektir. Orta yaşlı olmak (avân), yardım etmek (iâne), yardımcı (muâvin), yardımlaşmak, el birliği etmek (teâvün), yardım istemek (istiâne), yardım, destek, medet (avn), ikramiye, burs, destek (iâne), kooperatif (teâvuniyye), yardımsever, insanlara yardım eden (mi’vân), küçük yardım (maûne) kelimeleri bu köktendir…

Şu halde mâun en tabiî ihtiyaç maddeleri anlamında küçük yardımlar demektir. Yani âlet, edevat, kap kaçak, ekmek, tuz vb. bir insanın diğer insana vermekte hiç bir beis görmemesi gereken yardımlar manasında. Anlam olarak “Komşu komşunun külüne muhtaç” dediğimiz manayı çağrıştırır…

Dikkat edilirse Kur’an “almayı” değil sürekli olarak “vermeyi” teşvik ediyor. Yani insanlara “İhtiyaçlarınız için yardım isteyin” demiyor, “İhtiyacı olanlara yardım edin” diyor. İstemek söz konusu olunca Fatiha’da geçtiği gibi “Ancak senden yardım isteriz” (iyyake nesta’in) dedirtiyor ve Allah’tan başkasından istemeyi çok görüyor. Ama vermek söz konusu olunca zekât, sadaka vs. hepsini ısrarla öğütlüyor, teşvik ediyor.

“Veren el alan elden üstündür” deyişinde geçtiği gibi alan değil sürekli veren el olmak… İsterken Allah’a, verirken insanlara yönelen bir kişilik… Kendini muhtaç durumda olmaktan çıkararak kendi ayakları üzerinde duran, insanlara yük olmayan, bilakis yükü üstlenen, omuzlayan, paylaşan, bölüşen, özgür, bağımsız, onurlu kişilikler…

Kapitalizm’de yardım (mâun) düşmanlığı vardır. En azından kapitalizm tutarlı olmak istiyorsa böyle olmak durumundadır. Bunu en iyi liberal kapitalizmin bir diğer kurucu babası Herbert Spencer “Devlete Karşı İnsan” adlı kitabında şöyle ifade eder;

“En uygun olanın hayatta kalması sürecine “müdahale” hem boşuna hem de zararlıdır. Tabiî ayıklanmaya müdahale toplumun bütün olarak standartlarının düşmesine sebep olur. Bu açıdan insanın acılarına engel olunmamalıdır. Çünkü acıların çoğu tedavi edicidir; acıyı önlemek aslında şifayı önlemektir. Devletin acıları önleme, yoksullara yardım etme gibi faaliyetleri, günden güne halkta devletin kendilerine nasıl olsa bakacağı düşüncesini doğurur. Böylece girişim ve teşebbüs ruhunu kaybederler… Toplumda kötülük, kurumların şartlara uyum sağlamamasının sonucudur. Bitkilerin verimsiz toprakta çelimsizleşmesi veya soğuk iklimlere taşındığında hepten kuruması, ilke olarak, bir adamın çevreye uyum sağlayamamasından farksızdır. Yaşlanmış ve zayıf düşmüş bir hayvan, haklı olarak avcı hayvanlar tarafından öldürülür. Aslında bu tür bir ölüm üç bakımdan iyidir. 1- Yaşlı hayvan yavaş ve acı veren bir ölüme terk edilmekten kurtulmuş olur. 2- Arkadan gelen daha genç kuşak hayvanların önü açılmış olur. 3- Avcı hayvanlar yaşlı ve sakat hayvanları öldürmekten mutluluk duyarlar… Şu halde insanlar da tabiattaki bu evrim kanununa tabidirler. Evrim yoluyla ayıklanma iyinin ortaya çıkması için sert, acımasız ve fakat hayırlı bir süreçtir…”

Demek ki yardım (mâun) boşuna bir çabaymış… Tam da bu nedenle, bize, boyuna mâun bilinci aşılamak isteyen bu ve benzeri sureler ister vahşisi, ister evcili olsun Kapitalizmin panzehiridirler ve onunla asla uzlaşamazlar. Tabi buradaki mâun’u “dilenciye atılan üç beş kuruş” veya “yoksulu zenginin insafına bırakma” olarak anlamamak gerekir. Aslında burada yaptırım ifade eden bir sistem vaazı vardır. “Sosyal adalet” politikaları tamamen buradan çıkar…

Devam edelim…

“Dini yalanlayanı gördün mü?

Yani: Allah’ın dinini; hükmünü, adetini, cezasını, mükafatını, yargısını. Bütün bunları ifade eden yola girmeyi, (O’na itaat etmeyi, tabi olmayı) reddedeni, inkâr edeni, buna karşı çıkanı görüyor musun, işte o var ya o?

“Öksüzü hor görür, yoksulu doyurmaya teşvik etmez.”

Yani: Böylesi tiplerin karakteri şudur; öksüzü hor görür, yoksulun halinden hiç anlamaz, fakir fukara, garip gureba umurunda bile değildir. Kendi bencil çıkarlarından başka dünya yansa dönüp bakmaz. Varsa yoksa kendisi, malı, mülkü… Bugünkü tabirle vicdansız, merhametsiz, zenginlik hırsından gözü dönmüş, parası olmayana dönüp bakmayan, üstelik küstah; dini, imanı, Allah’ı “fakirin ekmeği, züğürt tesellisi” olarak gören ve fakat Allah, kitap, din nutukları atmaktan da geri durmayan…

Tanrısı Mamon üzerine “Tanrı’ya inanırız” diye yazan; gerçekte ise ona (mamon/para/dolar) tapan… Bu tapınmasını meşrulaştırmak için de, mülkiyetine geçirmek istediği mallara “Tanrı malı” mührü vuran Sümer rahipleri gibi; taptığı şeyin üzerine “Tanrıya inanırız” diye yazan… Ve fakat gerçekte “Mülkün Tanrı’ya ait olduğuna” asla inanmayan… Literatüründe böyle bir şey de bulunmayan… “Mülk İnka’nındır” diye haykıran Kızılderili irfanından fersah fersah uzak… Bunun için de sınırsız özel mülkiyette hiçbir ahlaksızlık ve hırsızlık görmeyen; dahası sırf bunu korumak için de inancı kahpece kullanmaktan çekinmeyen Allahsız Kapitalizm…

İşte bunlar, aslında dini yalanlayanlar, Allah’ı inkar edenler, dinin direğini yıkanlardır.

Bunlar, paralarının üzerine “Tanrı’ya inanırız” diye yazarak, kiliseye giderek, pazar ayinlerine katılarak, papazın önünde günah çıkartarak… Kabe’nin örtüsünü değiştirerek, hacılara su vererek… Namaz kılarak, oruç tutarak, hacca giderek, gül yağı kokuları sürünerek, sarık sarıp cübbe giyerek Allah’a inanmış olmazlar; bilakis yerde ve gökte mülkiyetin Allah’a ait olduğunu teslim etmeleri, çoğaltma ve yığma (tekâsür) yarışına girmemeleri, ellerindekini paylaşarak, bölüşerek, öksüzü ve yoksulu gözeterek, mustazafların (ezilenlerin) safına geçerek yani kum tepelerinden inip kumlara karışarak tasdiklerini ispat etmeleri gerekir… Aksi halde hangi dinden olursa olsun “mâun kaçkını” ve “kerem yoksunu” oldukları için alınlarına “şerefsiz” yazılır; zillet ve meskenet damgası yerler. Yukarıda sayılan “salât”lar (Tanrı’ya yönelme ve desteğini istemeler) onları kurtaramaz…

İslam’da salât (namaz) ve diğer ritüeller birer nüsukturlar. Nüsuk Arapça’da gübrelemek anlamına gelir. Şu halde bir Müslüman için örneğin namaz gübre, hayat tarla, adalet, doğruluk, dürüstlük, paylaşım, kardeşlik de ondan hasıl olan ürün gibidir. Ürün yoksa tek başına gübrenin bir anlamı olmaz. Ürünsüz gübre elinde kalır, tek başına tapınma demek olur. İslam’da namaz, oruç, hac gibi nüsukların dürüstlük, kardeşlik, eşitlik, paylaşım gibi toplumsal değerlerle çok sıkı bir irtibatı ve ilişkisi vardır. Hayattan bağımsız aşkın bir tapınak ritüeli değildirler. Örneğin hac ritüellerinden ihram, tavaf vs. tam bir insanî eşitlik ve kardeşlik mesajı verir.

“O namaz kılanların vay haline!”

Vay hallerine çünkü bu sözün söylendiği Mekke’de öksüze hor bakmak ve yoksula bigâne kalmak suretiyle dini (Allah’ı) inkar edenler, aynı zamanda “Tanrı’ya inanırız” demekte ve namaz kılmaktaydılar. Çünkü namaz Mekkelilerin bildiği bir şeydi (Ebu Muslim).

Ebu Cehil de, Ebuzer-i Ğifari de cahiliye döneminde namaz kılmaktaydılar. Peygamberin çağrısı neydi ki birini can düşmanı; diğerini can dostu yaptı?

Sadece namaz değil; hac, oruç, abdest, gusl, cenaze namazı, cuma toplantısı (yevmu’l-arube) kırkta bir zekat, kısas, el kesme, sopa vurma, bir Allah’a inanma, Adem’i, Nuh’u, Hud’u, İbrahim’i, İsmail’i, Hacer’i saygıyla anma, örtünme, sakal, cübbe, sarık vs. bugün İslam’da ne kadar ritüel (nusuk), ahkam, şekil, şemal ve itikat varsa hepsine sahipti cahiliye Arapları. (bkz. H. Mehmet Soysaldı; Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997 ).

Bir tek şeye yanaşmıyorlardı: Mülkiyetin Allah’a (en-Nâs’a) ait olduğu… Bunun için de ellerindeki mülkü (iktidar ve mal) kaybedeceklerini, ayrıcalıklı konumlarının sona ereceğini çok açık gördüler. Köle Bilal ile eşit hale gelme fikri müşrikleri dehşete düşürdü. İşte buydu yanaşmadıkları…

Çünkü şirk gökteki tanrıların çokluğu değil; yerdeki kabile totemlerinin (putların) çokluğu demekti. Her kabilenin (Hind dininde kast) bir totemi vardı ve bu toplumu kabile ve kastlara ayırmayı (sınıflaşmayı) ifade ediyordu. Tevhid ise bu sınıflaşmayı ortadan kaldırıp toplumu bir, bütün, doğal ve eşit hale getirmeyi ifade ediyordu. Bunun için Mekke sokaklarında “Mülk Allah’ındır” (Lehu’l-mülk) , “Allah’tan başka tanrı yoktur” (La ilahe illallah) ve “En büyük Allah” (Allahuekber) sesleri duyulmaya başlayınca kabile şefleri telaşa kapıldılar. Totemlerin gölgesinde yığdıkları mülkün halka dağıtılacağını, kölelerle eşit hale gelecekleri anladılar ve “Yürüyün, tanrılarınıza (onların gölgesinde yığdığınız servetlerinize) bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur.” (Sad; 6) diye feryat etiller.

Demek ki Mekke Allah’a inandığını söyleyip, namaz kılıp oruç tutan “müşrik dindarların” egemenliği altındaydı. Çünkü dindar olunmadan müşrik olunmaz. Bankerlik/bankacılık yapan bu “tefeci bezirgan” müşrikler, öksüzü hor görmekte, yoksulu aşağılamaktaydılar. “Vay o namaz kılanların haline!” haykırışı işte bunun için yüzlerine tokat gibi çarptı. Sahte dindarlık gösterileri deşifre oldu.

Bunlar, “Dedem hocaydı, bende inançlı biriyim. Camiler ardına kadar açık, ezanlar okunuyor, haccınıza engel olan mı var? ” vs. diyerek yönetim kurullarında yer aldıkları bankaların içini boşaltan, faize tapan, iktidarı yücelten, öte yandan dini mülk paylaşımı değil; ritüel (nüsuk) icrası ve kişisel bir inanç meselesi olarak görenlere ne kadar de benziyor. Bunlar da sömürdükleri “kredi kartı kölesi Bilal” ve “asgari ücret kölesi Ammar” ile en azından biçimsel anlamda bile eşit hale gelme fikrinden dehşete kapılıyorlar…

“Onların kıldığı namaz boştur (sâhun). Gösteriş yapıyorlar. En küçük yardıma (mâun) bile yanaşmıyorlar.”

Bazıları da işin gösterişinde, oyunda ve oynaştadır. Kıldıkları namazda, yaptıkları duada hayır yoktur. Kürsülerden nutuk atmaya bayılırlar. Mükellef sofralarda tıka basa doyup “elhamdülillah” çektikten sonra “Mübarek sahabe efendilerimiz açlıktan karnına taş bağlardı” diye ağlamaklı ağlamaklı konuşurlar… Kandil gecelerinde, gülyağı kokuları arasında sahabe hayatı anlatırlar. “Sünnettir inşallah” diye tabağın kenarında hiçbir şey bırakmadan yedikçe yerler ama tabağın içindekini bölüşmeyi hiç düşünmezler… Her yemekten sonra “huri’l-ıyn” duaları ederler; ev üstüne ev, eş üstüne eş isterler ama onları yoksul bekârlarla evlendirmeyi, hele iş sahibi yapmayı akıllarından bile geçirmezler… Nedense her şeye kendilerini lâyık görürler. Kendileri dururken başkası akıllarından bile geçmez. Allah güzel ve zengin nimetlerini nedense hep onlar üzerinde görmekten hoşlanır. Bunlar hem namaz kılarlar, dindar görünürler, hem de bir kapitalistten daha beter mal, mülk ve para düşkünüdürler. En küçük yardımları yapmakta bile pintilikte üzerlerine yoktur. Barlarda, pavyonlarda para harcayamazlar ama saray yavrusundan evlere milyarlar dökerler. Hırslarını maldan mülkten, gösterişten, güçlü görünmekten çıkarırlar. Bir şeyi vermek kerpetenle etlerini koparmak gibi gelir…

***

Kulak ver ve dinle ey yaşadığını hayat zanneden!

Komşun açken tok yatıyorsan, insanlar açlık sınırındayken villâ üstüne villâ alıyorsan, sokaklar dilenci, öksüz, yoksul, garip, çaresiz, kimsesiz doluyken bu villâlarda sabahlara dek yünlü seccadelerde namaz kılıyorsan vay haline! Mazlumun ahı arş-ı alaya yükselirken, yoksulun açlığı yeri delerken, öksüzün ağlaması göğü çatlatırken sadece kıldığın namaza güvenerek ruz-i mahşere gitmeyi düşünüyorsan vay haline!

Dıştan namazlı niyazlı içten zavallı bir dindarlık…

Dışı müslüman içi kapitalist bir ehl-i namazlık…

Adı en küçük yardımı (mâun) bile çok görmek anlamına gelen bu sureyi dindarlık iddiasında olanlar gece gündüz okusa, sular seller gibi ezberlese yeridir. Çünkü alışılmış dindarın o iflâh olmaz “mülkte sinirleri alınmış” din anlayışının panzehiri işte bu suredir.

Boyuna, Allah’ın kendine özel olarak verdiğini sandığı zenginliğine “elhamdülillâh” çekip, burnunun ucundaki açı, yoksulu bir türlü göremeyen, yoksulluk, fakirlik, emek lâflarını duyunca “solculuk” yapıldığını zanneden, “Müslüman güçlü olacak, her şeyin en iyisini giyecek, en iyi yerlerde oturacak” deyip duran, “Ben Müslümanın zengin olanını severim” diye de kafasına uygun hadis uyduran zihniyetin panzehiri işte bu (ve benzeri daha çok bir çok) suredir…

Dini yalanlamak ile öksüze ve yoksula bigâne ehl-i namazlık aynı sure içinde bir tutuluyor ve aynı azapla tehdit ediliyor! Varın gerisini siz düşünün…

Tekâsür ve Mâun sureleri…

Kapitalizmi ve abdestli kapitalizmi zirru zeber ediyor.

Maskelerini düşürüp deşifre ediyor.

Ne söylesem az kalıyor.

(İhsan Eliaçık  http://www.haber10.com/makale/18751/ )

posted in ZEKAT | 0 Comments

15th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Karun kıssası veya zenginin genetiği

Kur’an’da Karun kıssasının etraflıca yer aldığı Kasas suresinin “Bu Kur’an iki şehirden birindeki güçlü ve zengin bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf; 31) itirazlarının yükseldiği sırada indiği rivayet edilir.

Bu nedenle olmalı ki Firavun, Haman, Karun ve bunlara karşı Musa’nın mücadelesinin anlatıldığı Kasas suresi şöyle başlar: “Firavun yeryüzünde büyüklük taslamış ve halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir gurubu ezmek istiyordu. Oğullarına kurbanlık muamelesi yapıyor, kadınlarını hayasızlığa zorluyordu. Sürekli terör estiriyordu. Biz ise yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve Firavun’un yerine geçirmek istiyorduk. Onları işbaşına getirmek suretiyle Firavun, Haman ve ordularına korktuklarının başına geleceğini gösterelim istiyorduk” (Kasas; 4-5)

Örnek Firavun üzerinden veriliyor fakat erkeklere kurbanlık koyun muamelesi yaparak ve kadınları hayasızlığa zorlayarak bir sınıflara (kabilelere) ayırma ve köleleştirme düzeni olan Mekke’deki “Yeda Ebu Leheb” kastediliyor. Bunu yapanlara, ezilenler eliyle bir gün korktukları şeyin başlarına geleceği ve kütük gibi devrilecekleri haber veriliyor.

Mekke üzerinden de dünyanın diğer tüm ezilenleri (müstazaflar) itiraz ve isyana çağrılıyor. Bir gün dünyanın tüm Firavun, Haman ve Karunlarının yani “Yeda Ebu Leheplerinin” de kütük gibi devrileceği haber verilerek Allah’ın yeryüzünün ezilenleri ile beraber olduğu müjdesi veriliyor…

Yusuf suresine benzeyen Kasas suresinde, ilginçtir, baştan sona Musa anlatılmasına rağmen tek bir kelime dahi olsa “İsrailoğulları” tabiri geçmez. Bunun sebebi Mekke’de kurulu düzenin Firavun, Haman ve Karun’un kurduğu düzene benzetilmesi ve meselenin bir soy sop meselesi değil; insanlık ve yeryüzü meselesi olduğunun gösterilmesi olmalıdır.

Yeryüzünün kralları, kral taslakları, sultanları (Firavun), tutucu ferisileri, köhne din adamları (Haman), kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri (Karun)…

Nuh’un, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın karşısındakiler hep bunlardı. En son Mekke’de Peygamberimizin karşısındakiler de bunlardan başkası değildi. Peygamberlerin ezeli çağrısını çağınıza taşımaya çalışın sizin de karşınızda bunlardan başkası olmayacak…

Mekke’de “Muhammed, evet dürüst (el-emin) ama zengin değil; vahiy içimizden zenginlere inmeliydi?” itirazları yükselince, onlara, tarihten bir zenginlik örneği gösterme sadedinde “Nedir bu zengine tapma hastalığı, alın görün işte size zengin” demeye getirilerek Karun kıssası anlatılmakta…

Oradan da tüm çağların zengin sevicilerine “Alın size zengin” mesajı verilmekte…

Alalım, görelim bakalım neymiş bu zengin?

***

[Karun Musa’nın halkındandı. Büyüklük kompleksine kapılıp onlara azgınlık ediyordu. Ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını bir bölük zor taşıyordu. O zaman halkı ona şöyle demişti: “Şımarma, Allah şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği bu nimetler içinde ahireti düşün ve dünyadan nasibini de unutma. Allah’ın sana bolca verdiği gibi sen de iyilik için bolca ver. Bunları yeryüzünde fesat çıkarmak için kullanma çünkü Allah fesat çıkarları sevmez. Karun: “Bu serveti üstün deham sayesinde kazandım” dedi. Allah’ın önceki çağlarda ondan daha güçlü ve ondan daha çok kazanmış kimseleri helâk ettiğini sanki bilmiyor muydu? Gel gör ki günaha batmış olanlara artık soru da fayda vermiyor.Karun işte böyle ihtişam içinde halkının karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler “Ah ne olurdu, onun gibi bize de zenginlik verilseydi, ne nasipli adammış” dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise “Yazıklar olsun size! Allah’ın sevabı, iman edip iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa kendini adayanlar için daha hayırlıdır. Ona ise sadece güçlüklere göğüs gerenler kavuşturulur” dediler. Sonunda Karun’u, hem de sarayı ile birlikte yerin dibine geçirdik. O zaman Allah’a karşı yardımına koşacak hiç kimseleri bulamadı. Kendini kurtaracak durumda da değildi.Daha dün onun yerinde olmaya can atanlar ‘Demek ki Allah kullarından kimine verdikçe veriyor kimine de kıstıkça kısıyor. Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı bizi de yerin dibine geçirmişti. Yok, yok kâfirler felâh bulmuyor; bunda hiç şüphemiz kalmadı” demeye başladılar.Ahiret yurduna gelince, Biz onu yeryüzünde büyüklük kompleksine kapılmayan ve fesat çıkarmayanlara hazırlamış bulunuyoruz. Gelecek Allah bilinciyle yaşayanların olacaktır!] (Kasas; 28/76-83)

Görüldüğü gibi kıssa Karun örneği üzerinden zenginliğin genetiğini çıkarıyor.

Demek ki zengin malı “kenz” (hazine) haline getiren kişidir. Öyle ki servetini ne toplumda iş ve istihdam yaratmada (dolaylı infak) kullanır, ne de doğrudan infak eder. Özel mülkiyetinde tutar. İşte buna Kur’an “kenz” der ve şiddetle eleştirir. “Kenz”in ateş olduğunu; onunla sahibinin alnının, böğrünün ve sırtının dağlanacağını haber verir. (Tevbe; 34).

Karun da malı “kenz” etmenin tipik örneği olarak ele alınır. Karun, malı öyle “kenz” etmiştir ki anahtarlarını bir bölük insan zor taşımaktadır. Kur’an böylesi mal yığıcılarına halkın dilinden şunları söyler: “Şımarma! Allah şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği bu nimetler içinde ahireti düşün ve dünyadan nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et. Bunları yeryüzünde fesat çıkarmak için kullanma çünkü Allah fesat çıkarları sevmez.”

Malın mülkün içinde yüzen birisine “dünyadan nasibini unutma” demenin manası nedir?

Hasan-ı Basri’nin dediği gibi bu “Sana ve ailene yetecek kifayet miktarını ayır; ihtiyaç fazlasının hepsini infak (ihsan) et” demek oluyor. Peygamberimizin “Rabbim! Muhammed ailesine kifayet (yetecek) kadardan fazlasını nasip etme” (Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126) duası bunu tefsir eder. Ki kıssada (küçük) mülkiyetin meşru olduğuna dair tek ibare de budur. Gerisi tamamen (büyük) mülkiyeti elden çıkarmaya (infaka) yönelik önce teşvik, sonra giderek yıkımla, yok etmekle tehdittir. Bu yıkım afet, iflas, telef veya müsadere gibi maddî olabileceği gibi, onca mülkün içinde azap çekme, stres, bunalım gibi de manevî olabilir.

“Nimet içinde ahireti düşün” de “Bu yığdıkların ahirette sana ateş olarak geri dönecek, onunla dağlanacaksın, onu düşün de yığma, ver” manasında okunduğunda bağlama uygun düşmektedir.

Oysa mülk konusunda “sinirleri alınmış” tefsirler hep şöyle der: Nimet içinde ahireti düşün… Yani bol bol şükret, şükret ha şükret… Zenginliğine “elhamdülillah” çekerek dil ile ikrar istendiğini sanıyor. Hayır! Vermek isteniyor; çünkü şükür vererek eda edilir.

Zenginlerin ucundan az vermekle şükretmesinin yeterli olacağını, zengin-yoksul ayrımında hiçbir sorun olmadığını, zaten Allah’ın kimine az kimine çok vererek bundan razı olduğunu, yoksulların zenginlerin insafına ve himmetine bırakıldığını sanıyorlar. Allah’ın zenginin elindeki fazlalıktan (afv/riba) rahatsız olduğunu, buna çok öfkelendiğini, aslında eşitlik istediğini kabullenemiyorlar. Sosyal planda şirkin sınıflı toplumun ta kendisi, tevhidin de sınıfsız, eşitlikçi ve doğal toplumun ta kendisi olduğunu anlamaları için bir zihniyet devrimi geçirmeleri gerekiyor.

***

Bu noktada “İslam’da eşitlik değil; adalet var” söyleminin, var olan eşitsizliğin adalet adı altında meşrulaştırılmasına yol açtığını görüyoruz.

Firavun kavmini sınıflara ayırmıştı” (Kasas; 5) ayeti üzerine iyi düşünelim…

Acaba burada adalet nasıl sağlanır? Firavun’un yerine geçip aynı sınıflaşmayı sürdürerek mi, yoksa sınıflaşmayı ortadan kaldırarak mı? Tabi ki sınıflaşmaları ortadan kaldırarak… Çünkü ayette geçtiği gibi toplumu sınıflara ayırmak Firavunluk karakteridir. Demek ki adalet sosyo-ekonomik planda sınıf çelişkisini ortadan kaldırmak oluyor. Bir sınıfı ötekinin yerine geçirmek de değil; sınıflaşmayı tümden ortadan kaldırmak…

Demek ki adaletin mülkiyet ilişkileri ile yakından alakası var. Bahçe sahiplerine boşuna biz zalimlerden olduk dedirtilmiyor.

***

Kıssada “Bu servet bana bendeki bir bilgi (deha) sebebiyle verildi” demek, ‘ben kazandım, ben elde ettim, ben başardım, başkalarında olmadığına göre demek ki onlarda deha yok, onun için başarısızlar, bu nedenle de kimseye bir şey vermek zorunda değilim’ demek oluyor.

Demek ki zengin kendindeki “bilgi”yi servete dönüştüren kişidir. Oysa bilgi (ilm) fazilet ve kerem için olup karşılıksızdır. Sendeki bilgiden dolayı sana gelenden ihtiyacın kadar alırsın, gerisini kerim olur paylaşırsın ve karşılığında hiçbir “ecr” beklemezsin. Bunu yaparsan asalet ve şeref sahibi olursun. Bilgiyi “kenz” e dönüştüremezsin, aksi halde Karun gibi kerem yoksunu (şerefsiz) olursun.

Peki, Karun (zengin) “Bu servet bana Allah tarafından verildi” deseydi iş bitecek miydi? Ya da “şımarmak” ne ile ilgidir? Servetin kim tarafından verildiğini bilip bilmemek ile mi, serveti paylaşmaya yanaşmamak ile mi ilgilidir?

Karun (zengin) “Allah verdi” veya “Bu servet bende emanet” deyip dursa ne işe yarardı? Bu nasıl emanetse ömür boyu kendisine tapulu. Dilde emanet, fiiliyatta hibe…

Böylesi bir durumda “emanet” kavramının da kişinin mülkünü elden çıkarmamasının mazeretine dönüştüğüne dikkat ediniz.

Kıssada sözün Karun’a (zengine) özenenlere getirildiği yere bakalım…

Onlar öyle kimselerdir ki “Ah ne olurdu, onun gibi bize de zenginlik verilseydi, ne nasipli adammış” der dururlar. Onlar iç geçirerek zenginlerin yaşantısına özenirler. Bir an önce onlar gibi olmaya can atarlar. Ellerine geçen ilk fırsatta Karunlaşırlar. Harun kalmaları sistem dışına itildikleri içindir. Sistemden konum elde etmeye başlayınca Karun’dan daha ileri giderek “Bendeki bilgi sayesinde bunları elde ettim” yerine “Allah’ın seçilmiş kuluyum, bunu o verdi” demeye başlarlar. Allah nimetlerini salih kulları üzerinde görmek istiyor ya? Bunlar da işte o salih kullar oluyor (!).

Böylelerine kendilerine gerçek bilgi (ilm) verilmiş olanlar diliyle cevap verilir: ““Yazıklar olsun size! Allah’ın sevabı, iman edip iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa kendini adayanlar için daha hayırlıdır. Ona ise sadece güçlüklere göğüs gerenler kavuşturulur.” Yani iman edip salih amel işlemek en büyük zenginliktir. Sabır zordur ama meyvesi tatlıdır ve asıl Allah’ın seçilmiş kulları bunlardır.

Ve keser döner sap döner bir gün olur devran döner. Karun yerin dibine geçer. Dıştan Harun içten Karun olanlar “Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı bizi de yerin dibine geçirmişti.” demeye başlarlar. Halbuki daha düne kadar onun yerinde olmak için kırk takla atmıyor muydunuz? Her devrin adamı tipleri nasıl da deşifre ediyor Kur’an, görüyorsunuz değil mi?

Demek ki “Allah’ın lütfu” neymiş? Zengin olmak mı? Zengin olup vermek mi? Zenginliğe hiç bulaşmamak mı? Karun’a özenenlerin “Ah ne olurdu, onun gibi bize de zenginlik verilseydi, ne nasipli adammış” hayıflanmasından da anlaşılacağı gibi, özenti bizzat zengin olmaya, zengin olup da vermeye değil.

Böylelerine denmek isteniyor ki: “İhtiyacından fazlasını “kenz” ederek Allah’ın (halkın) mülkünü kendi özel mülkiyetine geçirdiği için bir hırsız o, üstelik “Bu bana bendeki bilgi sayesinde verildi” teranesiyle vermeme mazeretleri ürettiği için de şerefsizin birisi o. Bu nedenle de özenilecek bir tarafı yok. Ne hayıflanıp, iç geçirip duruyorsunuz?

***

Karun kıssası neden anlatılıyor acaba?

Bize, bugüne, çağımıza ne mesaj veriyor dersiniz?

Aramızda “Vahiy şu iki şehirden birisindeki zengin bir adama indirmeli değil miydi?” diye itiraz edilecek bir peygamber olmadığına göre, Karun kıssasının muhatabı kim?

Karun kıssası, “Zekatını verdikten sonra Karun gibi olabilirsiniz” mi diyor?

Ya da “Servetim Allah’ın emaneti, bunlar O’nun benim değil” dedikten sonra işin biteceğini mi söylüyor? Allah zenginlere sırf bunu söyletmek için mi bu kıssayı anlatıyor? Mekke’nin mülk sahipleri zaten böyle demiyor muydu? Günümüzün mülk sahipleri zaten böyle deyip durmuyor mu?

Ee, senin değilse ver o zaman? Neden sanki seninmiş gibi kendine saklıyor, özel mülkiyetinde tutuyorsun? “Emanet” mülkiyeti başkasının olduğu halde kullanımı sende olan şeydir. İstendiği zaman iadesi, zarar verildiği zaman da tazmini gerekir ve Allah istiyor, iade et diyor işte. “Emanet” deyip duruyorsun ama fiiliyatta “hibe” yapmışsın. Üstelik ömür boyu hibe… Bu nasıl emanet? Kimi kandırıyorsun be hey şaşkın?

***

Kanımca Karun kıssası, kıssaların anasındaki “yıkılmayacak mülk” (mülk-i la yebla) hırsının tarihten tipik örneği olarak anlatılıyor. Zaten Kur’an’daki bütün kıssalar, bir yönüyle kıssaların anasını (Adem kısası) açımlar. Çünkü A. Şeriati’nin dediği gibi Adem kıssası bize insan felsefesini, Kabil kıssası da tarih felsefesini öğretir.

Adem’de vesveselerin anasının ne olduğu, Kabil’de bunun ilk nasıl başladığı ve ne sonuç verdiği, Karun’da da geldiği yer, ulaştığı son nokta gösterilir. Üçünde de konu aynıdır.

Kur’an’da zengini ve zenginleşmeyi öven tek bir ayetin bulunmaması tesadüf mü ?

Bilakis bir şekilde zenginleşmiş olanlara boyuna infakı emreder. “İnfak etmek için zengin olun, yığın, biriktirin” demez. Çünkü mülukiyet (sahip olma) ihtirasının zaten insanoğlunun tabiatında hırsların anası (ummu’l-hırs) olduğunu bildiği için onu bir de teşviki manasız görür. Bu, insana “Yemek yeyin, su için” demeye benzer. Oysa insan zaten yemek yer, su içer. İnsanda gıdaların anası (ummu’l-gıda) bunlardır. Malumu ilamın totoloji (anlamsız tekrar/kısır döngü) olması gibi…

Bilakis “Yemeği bölüş, suyu paylaş” der. “İhtiyacından fazlasını ‘kenz’ etme, tekeline alma” der. Karun’a “Yanındaki (Harun) ile eşit hale gel” der. Olmayan bunlar çünkü…

Artık şunun anlaşılması gerekiyor: Hep birileri zengin olacak ve yoksullara verecek, mesele bu değil… Bilakis zengin-yoksul ayırımı ortadan kalkacak, eşit hale gelecekler. Toplumda yoksul kalmayacak, zengin de olmayacak! Herkes birbirine yakın duracak, arada uçuruma izin verilmeyecek, mesele bu…

Şimdiye kadar İslam bu uçurumu meşrulaştırmanın aracı ve afyonu olarak kullanıldı. Şimdi bunu tersine çeviriyor, peygamber devrinde olduğu gibi Velid bin Muğire ile Bilal’i eşit hale getirmenin itiraz ve isyan sesi olarak yeniden inşa ediyoruz.

Zengini çıldırtan bu.

Hâlâ bu, hâlâ… (İhsan Eliaçık http://www.haber10.com/makale/18987 )

posted in ZEKAT | 0 Comments

7th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BEDEN-RUH DUALİZMİNE TEOLOJİK AGNOSTİK TAVIR

ÖZET

İnsanın, biri maddi cevher olan beden, diğeri madde-dışı cevher olan ruh olmak üzere iki ayrı cevherden mi, yoksa sadece maddi cevherden mi oluştuğu sorunu, zihin felsefesi ve din felsefesi gibi felsefe dalları açısından önemli bir tartışma konusudur. Bu makalede önce bilimsel ve felsefi açıdan bu sorunun çözülemediği ve bu yüzden bu hususta agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Bunun için, materyalizmin zihni, başarıyla açıklayabildiği görüşüne karşı bilincin indirgenemezliği ve öznelliğiyle, madde-dışı bir cevher olarak ruhun gerekliliğiyle ilgili iddialara karşı ise bu yaklaşımın ispatlanamazlığı ve alternatiflerinin de mümkün olduğu görüşüyle karşı çıkılacaktır. Daha sonra ise teist dinlerin Kutsal Metinleri, Tanrı tasavvurları, özgür irade ve yeniden yaratılış inançları açısından da, yani teolojik açıdan da agnostik tutumumuzu sürdürebileceğimizi gösterip ‘teolojik agnostik’ tavrımızı temellendirmeye çalışacağız.

 

  BİNLERCE YILDIR SÜREN BİR TARTIŞMA

İnsan doğasının madde ve ruh olarak birbirlerinden ayrı iki cevherden mi, yoksa bir tek maddi cevherden mi oluştuğu sorunu, modern felsefede yeniden yaratılış, özgür irade, kürtaj, feminizm, çevrecilik, hayvan hakları gibi birçok farklı konuyla irtibatlandırılarak tartışılmaktadır. Fakat bu konunun felsefede tartışma gündemine girmesi binlerce yıl öncesine dayanır. Ruhun maddeden ayrı bir cevher olduğu görüşü Platon’dan önce de savunulmuş olsa da, bilinen felsefi metinler içinde bunu ayrıntılı olarak ilk savunan kişi odur. Platon’un epistemolojideki yaklaşımına göre öğrenmek; bu dünyaya gelmeden önce sahip olduğumuz bilgileri yeniden hatırlamaktan ibarettir.[1] Platon bunu, ruhun ezeli olarak var olmasıyla ve önceden öğrendiği bilgileri unutsa da ilerde sahip olduğu yeni bedenlerle buluşunca hatırlamasıyla açıklar. Platon bu ve diğer bazı argümanlarla, ruhun ezelden beri var olan bir cevher olduğunu ispat etmeye çalışır. Onun bu konudaki görüşlerinin birkaç bin yıllık zaman diliminde, özellikle de Hıristiyan ve İslam teolojileri üzerinde önemli etkisi olmuştur. Her ne kadar Platon’dan etkilenen teist düşünürler, ruhun ezeliliği fikrini kabul etmeden ruhun ebediliğini kabul etmiş olsalar da, teist düşünürler arasında ruhun maddeden bağımsız bir cevher olduğu ve kötülüğün kaynağının maddi olduğu fikirlerinin yaygınlaşmasında Platon’un doğrudan ve dolaylı etkisinin önemli bir yeri vardır.[2]

Modern dönemde ise dualizm ile en çok özdeşleşen isim Descartes olmuştur. O, ‘zihni’ maddi olmayan, mekandan bağımsız ve temel özelliği düşünmek olan bir cevher olarak tanımladı. Descartes, dünyada yaşayan varlıklardan sadece insanın, madde dışında bir cevhere (zihne/ruha) sahip olduğunu düşündüğünden, hayvanları birer makine olarak görüyordu. Descartes’a göre bu makineler, Tanrı tarafından yapılmış olduğu için insan üretimi otomatlar ve makinelerden çok daha üstün özelliklere sahip olsalar da bu husus, hayvanların hareketlerinin makineler gibi mekanik kanunlar çerçevesinde açıklanabileceği gerçeğini değiştirmiyordu.[3] Descartes’ın görüşleri dualizm açısından özel bir yere sahiptir, diğer yandan, ondan etkilenen La Mettrie gibi filozoflar, Descartes’ın hayvanları birer makine gibi görmesinden etkilenerek, insanın da bu şekilde açıklanabileceğini, insanda maddi bedenden ayrı bir cevher tasavvur etmeye gerek olmadığını söylediler.[4]

Bedenin madde dışında ayrı bir cevhere sahip olamayacağı fikri ise tarih boyunca özellikle materyalist filozoflarca savunulmuştur. Materyalist felsefenin kökleri Eski Yunan’ın Atomculuğuna dayandırılır. Bir ontoloji kuramı olarak bu görüşü ilk olarak Leukippos ortaya atmış[5] olsa da, bu kuramı sistematik olarak ortaya koyan ilk kişinin Demokritos olduğu kabul edilir. Bu görüşe göre, atomlar ezeli ve ebedidirler; her değişim ve oluşum bu atomların birleşmesi ve ayrılmasından ibarettir. Şeylerin farklılığı atomların sayı, büyüklük, biçim ve düzenlenişlerinin farklılığından kaynaklanır.[6] Demokritos ruhun ince, düz, yuvarlak ve ateş atomlarına benzer atomlardan yapıldığını söyledi. Sonuçta ruh, bedendeki atomlardan farlı atomlardan oluşsa da ayrı bir cevher değildi ve Demokritos’un ruha yaklaşımı materyalist evren anlayışıyla uyumluydu.[7]

Platoncu ruh anlayışının Yeni-Platonculuk’ta ve teist düşünürler üzerinde önemli etkileri olduğu gibi Demokritos’un ruhu maddeleştiren görüşlerinin de Epikuros ve Lucretius gibi takipçilerinin üzerinde büyük etkileri oldu. Birçok materyaliste göre dualizme inanç, çocuksu duygulardan kurtulamamaktan kaynaklanmaktadır.[8] Materyalist felsefeye inananlar için insanın tüm özelliklerinin (düşünme, sevinç, acı gibi zihinsel özelliklerinin de) sadece maddi cevher ile açıklanabilmesi hep çok kritik bir konu olmuştur.[9] Teist ontoloji açısından ise asıl kritik konu madde-dışı cevher olarak Tanrı’nın varlığının kabul edilmesidir; insan ruhunun ayrı bir cevher olup olmadığı hususu temel kritik nokta değildir. İnsanın tek cevherden veya iki cevherden yaratıldığı fikirlerinin her ikisinin de teist ontoloji ile uzlaştırılması mümkündür, diğer yandan madde-dışı bir cevherin varlığını kabul etmek materyalizmin temelleriyle de tanımıyla da çelişkilidir. Bu yüzdendir ki -ilerleyen sayfalarda görüleceği gibi- teist düşünürler bu konuda farklı görüşleri savunabilmişler, fakat materyalist düşünürlerin hepsi insanın tek cevherden oluştuğu fikrinde ittifak etmişlerdir. Teizmi -birçok kişinin yaptığı gibi- dualizmle özdeşleştirmek hatalıdır ama materyalizmi dualizm karşıtlığı ve tek cevher fikriyle özdeşleştirmek doğrudur.

Madde ile ruhun iki ayrı cevher olup olmadığı fikirlerine karşın Berkeley gibi zihnin dışında maddenin var olmadığını dile getiren görüşlerin yanında;[10] Spinoza’nın panspsişizminde[11] olduğu gibi tüm varlığın çift veçheli olduğunu, bu yüzden taşlardan insanlara kadar her şeyde hem bilinç hem de yer tutma özellikleri olduğunu söyleyerek dualizmden ayrılan, fakat tarif edilen maddenin ise materyalistlerin madde anlayışıyla ilgisi bulunmayan görüşler de olmuştur.[12] Böylesine farklı görüşlerin mevcudiyetine karşın temel iki görüşün, madde ile ruhu iki ayrı cevher olarak kabul eden görüş ve insan zihni dahil tüm canlılarla evreni oluşturan tek cevherin madde olduğunu kabul eden görüş oldukları söylenebilir (bu makalede bu iki görüşe odaklanılmaktadır). Bu arada bu iki temel görüşe inananların da kendi aralarında farklı görüşlere sahip olduğu, hem dualistlerin hem de karşıt görüşü savunanların içinde birbirlerine muhalif birçok fikrin seslendirildiği bilinmelidir. Örneğin ruhun bedenle irtibatının nasıl sağlandığı gibi konularda dualistler arasında; bilincin nasıl değerlendirileceği, hatta varlığının kabul edilip edilemeyeceği gibi hususlarda ise insan doğasının sadece maddi cevherden oluştuğunu savunanlar arasında birbirlerinden farklı birçok görüş savunulmuştur.

Sonuçta iki bin yıldan uzun bir süreçte bu konuda felsefi tartışmalar yapıldığını, buna karşın felsefecilerin çoğunluğunun üzerinde uzlaştıkları bir görüşün olmadığını söyleyebiliriz. Fakat bir genelleme yapmak gerekirse, içinde bulunduğumuz yüzyılda, Platoncu ve Descartesçı çizginin dualizmine karşın Demokritos’un ve La Mettrie’nin materyalizminin, insan zihninin anlaşılması hususunda ön plana çıktığı rahatlıkla söylenebilir.

BEYİN HAKKINDAKİ BİLİMSEL GELİŞMELER VE MATERYALİZMİN ÖN PLANA ÇIKIŞI

   Alan Turing, beyni, bir çanak soğuk yulaf lapasına benzetmiştir. Böylesi görüntüye sahip bir organın bildiğimiz tüm zihinsel fonksiyonların gerçekleşmesini sağlaması inanılmaz gibi gözükmektedir. Yakından incelendikçe beynin kompleks yapısı ve bölümlerinin vazifelerini özenle yerine getirecek şekilde organizasyonları fark edilir. Üst kısımda büyük kubbemsi kısım asıl beyin olarak adlandırılır. Beyin sol ve sağ yarıküreler olarak ayrılır; ön ve arkada bu kadar kesin olmayan sınırlarla alın lobu, şakak lobu, yankafa ve artkafa lobları vardır.[13] İnsan beyni doğadaki bilinen en kompleks sistemdir: 100 milyar kadar nörondan oluşur ve her bir nöron binlerce ayrı nöronla 100 trilyon kadar sinaps aracılığıyla bağlıdır. Bunlar arasında çok kompleks bir düzenle elektrik sinyallerinin taşınması sayesinde beynin fonksiyonları gerçekleşir.[14]

Beynin bazı bölgelerinin elektrik sinyalleriyle uyarılması sonucunda elde edilen etkiler, zihinsel durumlarımızın beynimiz aracılığıyla oluştuğunu göstermektedir. Beynin işitme ve tat alma bölümleri uyarılınca işitme ve tat almaya dair algıların oluştuğu görülür. Kimi bölgeler uyarılınca kolun havaya kalktığı gözlenmektedir. Bazı bölgeler uyarılınca ise mutluluk veya endişe gibi hislerin oluştuğu deneklerce ifade edilmektedir.[15] Beyni hasarlı hastalar üzerinde yapılan incelemeler beynin biyokimyasal fonksiyonlarının zihinsel durumlar ile yakın ilişkisinin anlaşılmasına sebep olmuştur.[16] Beyin üzerindeki incelemeler, nöronların (sinir hücreleri) ve nöronların toplu fonksiyonlarının beyin işlevlerinin temeli olduğunu göstermektedir.[17] Bilincin nörofizyolojisinin tam olarak nasıl olduğu, hatta neden uyuduğumuz veya neden anılarımızın beynimizde biriktiği gibi soruların cevabı hala bilinememektedir[18] ama yine de son asırda beyinle ilgili elde edilen bilgiler daha önceki tüm asırların toplamından fazladır.

Beyinle ilgili bilinemeyenler bilinenlerden fazla olsa da, zihinsel durumların beyine ne kadar bağımlı olduğunun gösterilmesi, dualizme karşı materyalizmin bir başarısı olarak kabul edildi. Bu görüşü savunanlar, eğer dualizm doğru olsaydı zihinsel birçok olgunun beyinden bağımsız olması gerektiğini; fakat uyuşturucu gibi bir aracı ile beyin etkilenirse akıl yürütme, ahlak, estetik ve dini yargıların bile değişebileceğini, bunun ise materyalist tek cevherci yaklaşımla uyumlu olduğunu söylemektedirler.[19] İnsan zihninin biyokimya ile yakın ilişkisine dair bulgular, insanı kompleks bir makine olarak gören yaklaşımın doğruluğunun delilleri olarak değerlendirilmiştir.

İnsan zihnini felsefi veya bilimsel açıdan ele alan birçok kitapta, dualizme karşı materyalist anlayışın ön plana çıkışı beyin hakkında artan bilgimize bağlanmaktadır. Bizce bu yaklaşım çok önemli bazı hususların gözden kaçmasına sebep olmaktadır. En ünlü dualist Descartes bile beynin zihinsel olaylardaki etkisinin farkındaydı. O, beyindeki küçük bir epifiz bezi sayesinde beden-ruh ilişkisinin kurulduğunu düşünüyordu.[20] Ayrıca insanla birçok davranışı ve özelliği ortak olan hayvanları makine olarak değerlendirmesi de Descartes’ın, insandaki birçok özelliğin (hayvanlarla ortak olan), mekanik yasalar çerçevesinde gerçekleştiğini ve ‘ayrı cevher olan ruh’tan bağımsız olduğunu düşündüğünü gösterir. Sonuçta Descartes ve birçok dualist, beyindeki fonksiyonların insanların ruh halleri için önemini bunlar tamamen keşfedilmeden önce de kabul ediyorlardı; günümüzde ise beynin fonksiyonları anlaşıldıktan sonra da dualist yaklaşımı benimsemeye devam edenler vardır.

METODOLOJİDEN ONTOLOJİ ÜRETME

 Sinirbilimindeki gelişimlerin dualizme karşın materyalist anlayışın daha çok taraftar bulmasında katkıları elbette olmuştur; fakat bizce, geçtiğimiz asırda natüralist-materyalist anlayışın bilimin metodu olarak geniş kabul görmesinin bundaki etkisi daha önemli bir unsurdur. Felsefi natüralizm (philosophical naturalism), birçoklarınca ontolojik natüralizm (ontological naturalism) ve metafizik natüralizm (metaphysical naturalism) olarak da anılır; bu görüşe göre ‘maddi doğa’ dışında hiçbir varlık yoktur, bu görüşün tamamen materyalizme ve ateizme özdeş olduğu söylenebilir. Diğer yandan metodolojik natüralizm (methodological naturalism) ve bilimsel natüralizm (scientific naturalism) ile bilimin metodunun ne olması gerektiğine dair bir iddiada bulunulur.[21] Metodolojik natüralizm ile ‘maddi doğa’ dışında bir varlığın (Tanrı, insan ruhu, v.b.) yok olduğu iddia edilmese de, bilimsel çalışmaların, maddi doğa dışında bir varlık yokmuşçasına yapılması gerektiği söylenir. İçinde bulunduğumuz asırda birçok teist bilim insanı bile inançları gereği felsefi natüralizmi reddetseler de metodolojik natüralizmi bilimsel yöntem olarak benimsemişlerdir.

Naturalizm, dualizmi hem dolaylı olarak hem de doğrudan dışlar. Dolaylı olarak dışlar; çünkü Tanrı’nın varlığı kabul edilmeyince (felsefi natüralizm) veya Tanrı yokmuşçasına (metodolojik naturalizm) olgular ele alınınca, birbirinden farklı iki cevherin nasıl bir araya geldiğini ve bunlar arasında uyumun nasıl sağlandığını açıklamak mümkün değildir.[22] Leibnizci tarzda ‘baştan ayarlanmış düzen’ ile beden ve ruh arasındaki uyumun sağlandığını söyleyen paralelist teoriler veya Malebranche gibi Tanrı’nın her an müdahale ile görünürdeki uyumu gerçekleştirdiğini söyleyen vesileci teoriler ancak ontolojide Tanrı’ya yer verilirse, yani etkileşim sürecinin üzerinde bir Güç kabul edilirse savunulabilir.[23] Diğer yandan naturalist yaklaşımı savunanlar madde dışında bir cevherin bilimin araştırma kapsamına girmesini doğrudan da reddederler. Örneğin natüralistik apriori kabullerden dolayıdır ki dualizmi desteklediği söylenen ruhi telepati ve psikokinesis türünden olayların olamayacağı düşüncesi[24] bilim çevrelerinde yaygın olan dogmatik bir inançtır ve bunlarla ilgili ileri sürülen veriler ciddi şekilde incelenmemiştir.[25] Ünlü zihin felsefecisi Searle, maddeci geleneğin (birçok açıdan Searle’ün kendisi de bu geleneğin içinde olmasına rağmen) ‘bilim’ ile özdeşleştirilmesinin yol açtığı hatalardan yakınarak şöyle demektedir: “Çağdaş zihin felsefesinde, tarihsel gelenek, yanlışlığı çok açık olan hipotezleri kabul edilebilir gösteren bir yöntem ve bir kelime hazinesi sunarak deneyimlerimizin apaçık olgularına karşı bizi kör ediyor.”[26] Karl Popper’ın da dikkat çektiği gibi teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir.[27] Fakat birçok kişi bilimsel metodolojinin objektif olduğunu ve bilim insanlarının olgulara ‘tabula rasa’ bir zihinle yaklaştıklarını sanmaktadır. Üstelik bilim insanlarının zihinlerinin endişelerle ve önyargılarla en çok dolu olduğu ve objektifliklerini muhafaza etmelerinin en zor olduğu alanlardan biri zihin felsefesidir. Searle, Kartezyanizm’in fikirlerinin kabul edilmesi ile ilgili endişelerin, zihin felsefesini çalışanları sağduyuya ve mantığa en aykırı fikirleri kabul etmeye sürüklediğini söyler.[28]

Birçok kişinin, ruhun ayrı bir cevher olduğunu, madde-dışı bir cevherin varlığını ‘bilimsel metodoloji’lerine aykırı buldukları için, daha baştan reddettiklerini gözlemleyebiliriz. Söylenen adeta şöyledir: “Madde-dışı bir cevher bilimin araştırma konusu olamaz; demek ki madde-dışı bir cevher yoktur.” Bu yanlışa ‘metodolojiden ontoloji üretme yanlışı’ diyebiliriz.[29] Oysa ontoloji neyin var olup olmadığı ve varlığın nasıl, ne şekilde olduğu ile ilgiliyken; metodoloji neyin, nasıl, ne şekilde var olduğunu ‘nasıl’ anlayacağımız ile ilgili olmalıdır. Eğer metodolojimiz ile varlık hakkında tatmin edici bilgi elde edemiyorsak; bizce yapılması gereken bu konuda agnostik bir tutum benimsemektir.   Metodolojimizin varlığın anlaşılması için bir araç olduğunu, metodolojimizle keşfedilemeyecek olanların yok sayılmaması gerektiğini bilmeliyiz. Yapılan bu yanlış; dünyada sahip olduğumuz bir arabayla ulaşamayacağımız gök cisimlerini yok saymamıza benzeyen bir durumdur. Sonuçta, dualizme karşı materyalizmin, zihnin anlaşılmasında ön plana çıkmasının en önemli nedeninin, içinde bulunduğumuz çağın paradigması[30] ve bu paradigmaya bağlı olarak benimesenen metodoloji  olduğunu düşünüyoruz. Bu paradigmanın metodunu oluşturan felsefi yaklaşım apriori olarak madde-dışı cevherlerin varlığının reddedilmesini gerektirmektedir. ‘Maddi olayların sebebinin maddi olaylardan başkası olamayacağı’na dair dogmatik ön kabul, zihinsel olayların madde dışı cevherlerle ilişkilendirilmesini bir ön kabul olarak reddeder.[31] Bizce bu durum, beynin sırlarının keşfedilmesinden daha çok dualizmin aleyhine kanaatlerin oluşmasında etkili olmuştur.

BİLİNCİN MATERYALİST AÇIKLAMASI NE KADAR BAŞARILIDIR?

Eğer natüralist-materyalist felsefenin kabul ettiği metodolojinin uygulanması ile karşımıza çıkan tabloda, zihnin bütün gizemleri açıklanabilseydi, herhalde çok az kimsenin insan zihninin bir tek maddi cevherden oluştuğuna dair kuşkusu kalacaktı. İnsan zihninin materyalist-natüralist paradigma içerisinde açıklanamayan en önemli özelliği bilinçtir. Zihni materyalist anlayış ile açıklamaya çalışan  düşünürlerin önde gelen isimlerden biri olan Francis Crick bile “Bilinç öyle bir konu ki sorunun ne olduğu üzerinde bile ortak görüş yok” demektedir.[32] Zihnimizdeki kırmızıyı görme deneyimi gözümüze ışığın gelmesinden ve sinirlerin bunu beyne iletmesinden, gıdıklanma deneyimimiz derimize temastan ve sinirlerin beyne bunu iletmesinden, sıkıntı ve mutluluk deneyimlerimiz buna sebep olan dışsal sebep ve düşüncelerden tamamen farklıdır. İşte bu kırmızıyı görme ve gıdıklanma bilincinin, maddeye indirgenmesine; moleküllerin hareket veya nöronların fonksiyonlarıyla açıklanmasına olanak yoktur. Bilincin maddeye indirgenmesindeki imkansızlık materyalizm için en önemli problemdir. Bu problem yüzünden bazı materyalistler bilincin varlığını inkar etme yoluna gitmişlerdir. Materyalizmin bu en uç formuna eleyici materyalizm (eliminative materialism) denir. Bilincin indirgenemezliği insan zihninin en önemli özelliği olan bilincin, materyalist bir açıklamasının yapılamaması ve burada bir boşluğun bulunması demektir. Bu boşluğun dualist yaklaşımla doldurulabileceği endişesi eleyici materyalizmin en önemli çıkış sebebidir.

Searle, eleyici materyalizmin akla ve sağduyuya en aykırı yaklaşım olduğu kanaatindedir. O, zihinsel fenomenlerin esasta bilinçle bağlantılı olduğunu ve bilincin de öznel olduğunu; bunun sonucunda zihinsel olanın ontolojisinin ‘birinci şahıs ontolojisi’ olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyler.[33] Bundan çıkan sonuç, hiç kimsenin bilincinin nesnel bir gözlemin konusu olamayacağıdır. Oysa geniş kabul gören bilim metodolojisine göre bilim nesneldir; olgular üçüncü şahısların gözlemine açıktır. Eğer ‘bilince’ bu metodoloji ile yaklaşırsak; bilinci, ya eleyici materyalistler gibi tamamen yok kabul eden ya da davranışçılar gibi sadece bireylerin dıştan gözüken davranışlarıyla ilgilenip, bilinci işin içine hiç katmayan yaklaşımları benimsemek durumunda kalırız ki tüm bu durumlarda zihnin en önemli özelliği olan ‘bilinç’ açıklanmamış ve sağduyuya aykırı bir şekilde yok sayılmış olur. Searle bu konuda şöyle demektedir:

“Çağdaş gerçeklik modelimiz ile gerçeklik ve gözlem arasındaki ilişki anlayışımız, öznellik görüngüsünü barındıramıyor. Bu model, nesnel (epistemolojik anlamda) gözlemcilerin nesnel olarak (ontolojik anlamda) varolan bir gerçekliği gözlemledikleri bir modeldir. Fakat bu modelin gözlemleme eyleminin kendisini gözlemlemesi mümkün değildir. Gözlemleme eylemi, nesnel gerçekliğe öznel (ontolojik anlamda) bir erişimdir. Başka bir kişiyi kolayca gözlemleyebilsem de, onun öznelliğini gözleyemem. Ve daha da kötüsü, kendi öznelliğimi gözleyemem, çünkü yapmayı düşüneceğim her türlü gözlem, gözlenmesi beklenen şeyin kendisi olacaktır… Gözlemin ontolojisi, epistemolojinin aksine kesinlikle öznellik ontolojisidir.”[34]

Searle’e göre bilincin, bilimlerdeki genel yöntemlerle anlaşılmasını ve felsefi analizinin yapılmasını olanaksız kılan işte bu öznel durumdur. Ağrıya, gıdıklanmaya veya renk algısına dair bilinç durumları hep birisinin bilinç durumudur. Bu ise gözlemlenemez ve nesnel araştırma konusu olamaz. Fakat bu durumları birinci şahıs olarak yaşamamız bunların inkar edilmesine (eleyici materyalizme) de olanak vermez. Bilincin kendisini açıklamaya kalkanlar, hep bilincin kendisinden önceki süreçleri açıklamakla sınırlı kalmaktadırlar.[35] Oysaki ‘bilince’ sebep olan nöronlardaki elektrik sinyalleri ve beyindeki biyokimyasallar olsalar da, zihindeki deneyimlerimizi bu sinyaller ve biyokimyasallar ile özdeşleştirilemeyecek bir şekilde yaşarız. Polkinghorne, Daniel Dennett ve benzerlerinin ‘Bilinç Açıklandı’ (Conciousness Explained) gibi ihtiraslı başlıklarla yazdıkları kitaplarda bilincin doğasını açıklamayı başaramadıklarını söyler.[36]

Burada karşımıza çıkan öznellikten kaynaklanan epistemolojik duvarın aşılması mümkün gözükmemektedir; bu yüzden, bilimsel araştırmalar ne kadar ilerlerse ilerlesin bilincin maddeye indirgenmesinin gelecek zaman zarfında da mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Bu konudaki agnostik tavır iki şekilde olabilir. Birincisinde içinde bulunduğumuz dönemdeki bilgi seviyemizin agnostikliği gerektirdiği, ilerleyen bilim düzeyi ile bunun aşılabileceği savunulabilir. İkincisinde ise içinde bulunduğumuz agnostik tavrın sahip olduğumuz yeteneklerle hiçbir zaman aşılamayacağı ifade edilebilir; bu ‘güçlü bir agnostik tavır’dır. Eğer sorun mikroskoplarımızın gücü olsaydı; elektron mikroskobu yerine bir gün kuantum mikroskobunun yapılmasını ve sorunun çözümlenmesini ümit edebilirdik. Fakat sorun, aşılması mümkün gözükmeyen epistemolojik bir duvardır. Bu yüzden biz güçlü bir agnostik tavrı savunuyor ve bu dünyada sahip olduğumuz yetenekler ve bilincin öznel karakteri yüzünden, bu sorunun aşılmasının mümkün olmadığını düşünüyoruz.[37] Genelde bilimin ileride bir şeyi başaramayacağını iddia edenlere, son üç yüzyılda bilimin başarıları ve böylesi iddiaların sahiplerinin hep yanıldıkları hatırlatılır. Fakat burada mahiyet olarak farklı bir durumla karşı karşıya olduğumuza dikkat edilmelidir. Söz konusu olan bilimsel araçların eksikliği gibi bir sorun değildir. Öznel kırmızıyı görme ve gıdıklanma gibi bilinçteki deneyimlerin bilimsel araştırma konusu yapılamamasıdır. Fizikte maddeden, kütleden, uzaydan, zamandan, enerjiden bahsedilir; oysa ki renk algılarımızın veya duygularımızın bunların cinsinden ifadesi mümkün değildir;[38] bu ise bunların maddeye indirgenememesi ve bilinç hallerimizin bilimin objesi olamaması demektir. Bilinç odasına bizden başka kimse giremez; hatta bizim ‘bilinç odasına girdiğimize’ dair metafor bile yanıltıcı olabilir, çünkü içine girebileceğimiz bir mekan yoktur, üç öğe (kendim, içeri girme eylemi ve içeri girilen mekan) arasında bir ayırım mümkün değildir.[39] Durum böyle olunca, kendimizin kırmızıyı görme ve gıdıklanma gibi bilinç hallerinin, ne tanımı ne maddeye indirgenmesi ne de bunlara tanıklığımızdan dolayı inkarları mümkündür. Bu ise, zihne materyalist yaklaşımın eksik kalacak olması -doğru ise bile-  ve ispatlanmasının imkansız olması demektir. Bu konuda ‘güçlü agnostik tavır’ olarak nitelediğimiz pozisyonumuzun sebebi budur. 

 

YAPAY ZEKA İLE İNSAN ZİHNİ TAKLİT EDİLEBİLİR Mİ?

Eğer zihin sadece maddi hammaddeden oluşuyorsa ve zihnin gizemleri tamamen çözülebilirse, elimizdeki hammadde ile zihni taklit etmeyi umabiliriz. Böylesi bir durum gerçekleşirse, zihne materyalist yaklaşımın doğru olduğundan kimsenin şüphesi kalmayacaktır. Günümüzde bu tip iddialar özellikle yapay zeka çalışmalarıyla irtibatlıdır. Yapay zeka çalışmalarının, zihne materyalist yaklaşımın doğrulanması için en çok ümit bağlanan ve bu konuyla ilgili olarak halk arasında en popüler ilgi odağı olan alan olduğu söylenebilir. Materyalist işlevselci yaklaşım, zihinsel olguları beyin içindeki nedensellik ilişkileri ile açıklar.[40] Bu yaklaşımı benimseyenler, bilgisayarlara uygun program yazılıp, yapay zeka içinde benzer nedensellik ilişkileri kurulursa, insanların duygularının ve bilincinin aynısına yapay zekanın da sahip olacağını düşünürler. Buna göre insan beyninin işleyişi bilgisayarın işleyişinin aynıdır; yaygın olarak kullanılan benzetmede zihnin bedene göre durumunun, yazılım (software) programının bilgisayarın donanımına (hardware) göre olan durumuna benzetilebileceği söylenir.[41]

Daha önce bilinci ele aldığımızda bilincin maddeye indirgenemediğini söylemiştik. Bu, insan zihninin bilgisayarla taklit edilemeyeceği anlamına da gelmektedir. Maddeye indirgenemeyen bilincin, bir programla bilgisayara yüklenmesi ve sonuçta yapay zekada bilincin oluşturulması mümkün değildir. Burada yanılgıya belki de en çok sebep olan davranışçı ekoldür. Davranışçı ekolün metodolojisi öznel olanın bilimsel olamayacağını düşünür ve sadece ‘bilincin dışa vuran tezahürleri’ni bilinç durumları olarak değerlendirir. Burada bilincin bir indirgenmesi söz konusudur; fakat buradaki indirgeme nöron faaliyetlerine değil fakat bedenin dışa vuran davranışlarınadır. Oysa acı çekmeden acı çekiyormuş gibi bağırabiliriz veya bir şeyi beğenmeden beğendiğimizi ifade edebiliriz.[42] Davranışçılık, bilincin öznelliğini ve ‘birinci şahıs ontolojisi’  durumunu göz önünde bulundurmadığı için sadece bilincin durumlarını verdiğimiz örneklerdeki gibi yanlış tespit etmekle kalmayabilir; daha da kötüsü bilinçli olan ile bilinçsiz olanın ayırt edilememesine sebep olur. İnsan şeklindeki bir robota değişik sesler yüklediğimizi; bu robotun ayak tabanı yavaşça ellenince gıdıklanan insan gibi sesleri yayınladığını ve daha şiddetli el temaslarına karşın ise acı çeken insan gibi sesleri yayınladığını düşünelim. Davranışçı ekole mensup birisi, böylesi hareket eden bir robot ile insanın bilincinde acı ve gıdıklanma oluşması sonucunda verilen reaksiyonları ayırt edemeyecektir.

Bu örnekler, yapay zekalı bir robot ile bir insanın tamamen özdeş davranışlarda bulunabileceklerini, fakat bu özdeş davranışların biri bilinçli diğeri ise bilinçsiz iki farklı kökeni olabileceğini gösterir. Yapay zekalar ile insan zihni karşılaştırılınca, insan bilincinin farkının anlaşılması için gıdıklanma gibi basit deneyimlerin üzerinde yoğunlaşmanın; insan bilincinin deneyimlerinin, bilgisayarların ‘1’ ve ‘0’ ile oluşturulmuş programlarından mahiyet farkının anlaşılmasında daha kullanışlı oldukları kanaatindeyiz. Bunun yerine insanların bilimsel teori üretme veya beste yapma gibi daha kompleks zihinsel özellikleri ile yapay zekalar karşılaştırıldığında; bilimin ilerlemesiyle yapay zekaların ilerde bunu da ‘becerebileceği’, yapay zekaların bir Bach olamamasının sebebinin, bu konuda bilgisayar programlarının yeterince geliştirilmemesi olduğu zannedilebilmektedir. Gıdıklanmanın bilinci gibi basit zihin deneyimlerinde yoğunlaşılırsa, sorunun bir derece farkı değil bir mahiyet farkı (ayrı cevher anlamında olmasa da) olduğu anlaşılacaktır. Searle bu konuda şöyle demektedir:

“Epistemolojinin üçüncü şahıs karakteri, zihinsel durumların fiili ontolojisinin bir birinci şahıs ontolojisi olduğu gerçeğini görmemizi engellememelidir. Üçüncü şahıs bakış açısının pratikteki uygulama tarzı, bizim insan gibi gerçekten bir zihni olan şeyle bilgisayar gibi bir zihni varmış gibi davranan şey arasındaki farkı görmemizi güçleştirir. Ve bir kez gerçekte zihinsel duruma sahip olan bir sistemle, zihinsel durumları varmış gibi davranan sistem arasındaki bu farkı kaybettiğimiz zaman, zihinsel olanın zorunlu bir özelliğini, yani onun ontolojisinin zorunlu olarak birinci şahıs ontolojisi olduğunu gözden kaçırmış olursunuz.”[43]

   Bilgisayarların, bir bilince sahip olmadan dışarıdan bakıldığında bilinçliymişçesine davranışlarda bulunabileceklerini anlatmak için verilmiş en meşhur örnek Searle’ün ‘Çin odası’ örneğidir (bu örnek zihin felsefesinde yoğun bir şekilde tartışılmıştır): Searle, Çince bilmediğiniz ve bir odaya kapatıldığınız varsayımıyla örneğine başlar. Bu odada, mektupla gelen Çince yazıları, odadaki Çince bir kitaptaki yazılarla eşlemeniz, bu bir araya getirme işleminde kitabın işaret edeceği Çince yazıları da bir mektupla geri göndermeniz istenir. Odaya gelen Çince yazılar bazı sorulardır, kitapta bunlarla ilgili eşleşmede cevapları bulursunuz ve geri gönderirsiniz ama Çince bilmiyorsunuzdur. Dışarıdan olayı izleyen ve size verilen komutlarla hareket ettiğinizden ve Çince bilmediğinizden habersiz olanlar, sizin Çince bilip soruları cevapladığınızı zannedeceklerdir. Searle, bilgisayarların işlemesinin de buna benzetilebileceğini; bilgisayarların, bilincinde olmadan sembolleri kendilerine verilen programa göre kullandıklarını ve yapay zekaların, insan zihnini taklit etmelerinin mümkün olamayacağını söyler.[44]

 

TURING TESTİ VE BİLİNÇ

Buraya kadar verdiğimiz örnekler, yapay zekaların Turing Testi’ni geçseler bile insan zihni gibi düşünemeyeceklerini gösterir. Turing testi, 1950 yılında Alan Turing tarafından ortaya atıldığından beri zihin felsefesinde çokça tartışma konusu olmuştur. Turing, makinelerin insanlar gibi düşünüp düşünmediklerine şu testle karar verilmesini ister: Bir odadaki yargıç, diğer bir odadaki bilgisayar ve başka bir odadaki bir kişi ile iletişim kuracak ve ekranda göstermek gibi bir yöntemle sorular sorup cevaplar alacaktır. Eğer yargıç verilen cevaplardan bilgisayarı ve insanı ayırt edemezse bilgisayarın da akıllı olduğuna karar verilir. Turing’in önerisi ‘akıllı olmak’ kavramının ‘Turing testini geçmek’ ölçütü ile belirlenmesidir.[45] ‘Çin odası’ veya ‘gıdıklanma ve bağırma sesleri çıkaran bilgisayar’ gibi örnekler, Turing testinin davranışçı yaklaşımıyla, yapay zekaların insan gibi düşünebildiklerine/düşünebileceklerine dair iddianın belirlenemeyeceğini gösterir.

Yapay zekaların insan zihnini taklit edebileceğine dair yaklaşımlar, insan zihninin fonksiyonlarının matematiksel olarak ifade edilebileceği ve bu yüzden de yapay zekalar tarafından taklit edilebileceği iddiasını taşır. Oysa daha önce belirttiğimiz gibi bilinç halleri maddeye indirgenemez, yani matematiksel olarak ifade edilemez; bu, yapay zekaların, insanlardan çok daha iyi satranç oynasalar da hiçbir zaman bilinçli olamayacakları anlamına gelir. Dünyanın yaşayan en iyi matematikçi ve fizikçilerinden biri olarak kabul edilen Roger Penrose’un bu konudaki yaklaşımları, yapay zekaların insan zihnini hiçbir zaman taklit edemeyeceklerine ilave delil oluşturmaktadır. Penrose, matematiksel anlayışın kendisinin bile matematiksel olarak ifade edilmesine olanak olmadığını söylemektedir. Ona göre ‘anlayış’ hesaplamadan farklı bir şeydir. Bu yüzden, matematiksel algoritmalara dayalı yapay zekalar hiçbir zaman insan zihnini taklit edemezler.[46] Penrose, ‘Turing makinesi’ adı verilen sınırsız bellekli, işlemleri hiç hesap hatası yapmadan sonsuza dek sürdüren ideal bir bilgisayarı ele alıp; insan zihnini, böylesi bir makinenin bile taklit edemeyeceğini göstermeye çalışır. Penrose’un verdiği örneklerden biri sonsuza giden hesaplamalarla ilgilidir: Lagrange Teoremi’ne göre; her sayı, dört tane tam kare sayının toplamına eşittir. Fakat bir bilgisayar sonsuza dek işleme dalacağından böylesi bir teoremi oluşturamaz. Penrose, bu ve benzeri örneklerden hareketle ‘matematiksel içgörü’nün, doğruluğundan emin olunabilecek bir hesaplama biçiminde kodlanmış olamayacağını söyler.[47] Böylesi bir içgörüyü matematiksel olarak ifade edememek ise bu özelliğin yapay zekaya hiçbir şekilde aktarılamayacağı anlamını taşır.

Penrose, Gödel’i takip ederek, doğal sayıların özelliklerinin anlaşılmasının da hesap kurallarıyla gerçekleşmediğini söyler. Çocukların, hiçbir hesaplama yöntemiyle nitelenemeseler de doğal sayıların ne olduğunu anlayabilmesini bu görüşüne örnek olarak verir. Çocuğa verilen hesaplama kuralları değildir, fakat doğal sayıları ‘anlamasını’ sağlamaktır. Buna bağlı olarak Penrose, matematiksel anlayışın hesaplamaya dayanmadığını; olup bitenlerin ‘farkına varmaya’ bağlı olduğunu söyler. Bu ise anlayışsız bilgisayarlara aktarılabilecek bir özellik değildir.[48]

Bilincin anlaşılmazlığını ve yapay zekaların insan zihnini taklit edemeyeceğini savunan Penrose da Searle gibi gelecek bir zaman diliminde bu konunun çözülmesine ihtimal vererek şöyle demektedir: “Ortalıkta bizi son derece şaşırtan bir şeyler dönüyor olması, bunu hiçbir zaman anlayamayacağımız anlamına gelmemektedir.”[49] Oysa biz, Penrose ve Searle’ün gösterdiği örneklerin bu konuya şimdilik agnostik kalmamızdan çok daha fazlasını gerektirdiğini; bu konudaki agnostik durumdan sahip olduğumuz algılarımız, becerilerimiz ve araçlarımızla hiçbir zaman çıkmamızın mümkün olmadığını düşünüyoruz. Searle’ün açıklamaları gibi Penrose’un açıklamaları da bu konunun anlaşılmasının epistemolojik duvarlarla engellendiğini göstermektedir. Ne bilincin birinci şahıs ontolojisi olmasıyla ilgili epistemolojik duvarı aşabiliriz, ne de matematiksel olmayan ‘matematik anlayışı’nı matematikleştirip, zihnin nasıl çalıştığını matematiksel programlı bir yapay zekayla taklit edebiliriz.

 

DUALİZM VE ZUHUR ETME

Buraya kadar insan zihninin sadece maddi cevherle açıklanabildiğini savunan yaklaşımın iddialarının yanlışlığını göstermeye çalıştık. Birçok kere bizim yaptıklarımıza benzer eleştiriler, ‘karşı kampın’ yetersizliklerinin gösterilmesi suretiyle dualizmin bunun yerine teklif edilmesi için ifade edilmiştir. Bu yüzden, daha önceki sayfalardaki yaklaşımlarımızı okuyan birçok kişi “Peki neden ruhun ayrı bir cevher olduğuna da agnostik kalıyorsunuz” diye sorabilir. Öncelikle, zihnin materyalist bir yaklaşımla başarılı bir şekilde açıklandığını ifade eden yaklaşımın yanlışlığını göstermeye çalıştığımızı, oysa zihnin sırf maddeden (tek cevherden) oluştuğu iddiasını yanlışladığımız iddiasında bulunmadığımızı belirtmeliyiz. Biz, insan zihni sırf maddi cevherden oluşmuşsa bile bunun başarılı bir şekilde gösterilemediğini ve de gösterilemeyeceğini savunuyoruz. Bu yüzden, buraya kadar yanlışlığı gösterilmeye çalışılan, materyalist yaklaşımı başarıya ermiş bir proje olarak sunan yaklaşımdır; yoksa zihnin bir tek maddi cevherden oluştuğunu kabul eden yaklaşımın kendisi değildir.

Bilimsel ve felsefi açıdan doğruluğu gösterilemediği için zihne materyalist yaklaşıma agnostik kalıyoruz. Diğer yandan, insan ruhunun ayrı bir cevher olduğu, insan zihninin özelliklerinin sadece ayrı bir cevher ile açıklanabileceği iddiasının doğruluğu da bilimsel veya felsefi açıdan gösterilemediği için, bu yaklaşıma da agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğunu düşünüyoruz. Dualizmi savunanların en çok izlediği yol materyalist yaklaşımdaki boşlukları göstermek ve bu boşlukları ayrı bir cevher (ruh) ile doldurmaktır.[50] Materyalist yaklaşımın boşlukları vardır, fakat bu boşlukların varlığı, bu boşlukların ayrı bir cevher ile doldurulması gerektiğini göstermez. Dualist yaklaşımı savunanlar da birbirinden farklı iki cevherin nasıl ilişki kurduklarını gösterememektedirler.[51] Nitekim maddeci yaklaşımı benimseyenlerin birçoğu dualizmin bu yüzden reddedilmesi gerektiğini söylemektedirler. Sonuçta dualist yaklaşımlar da boşluğa sahiptirler; eğer boşluklardan dolayı bir görüşü reddedeceksek insan zihni hakkında (aslında buna hayvan zihni de eklenebilir) ortaya atılmış bütün görüşleri reddetmemiz gerekir. Zaten bu yüzden, bu konuda agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğunu savunuyoruz.

Bilinci önemsemeyen veya yok sayan materyalist yaklaşımların yanlışlığının gösterilmesi, ruhun ayrı bir cevher olduğunun ispatı olarak kabul edilemez.  Zihne yaklaşımda eleyici materyalizmin tamamen yanlış, davranışçılığın ise epistemolojik açıdan yanıltıcı olup, bilincin ontolojik gerçekliğini kavramayı sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Bunlara karşılık, eleyici materyalizmin ve davranışçılığın hatalarına düşmeden, zihnin sadece maddi cevherden oluştuğunu savunan yaklaşımların da var olduğunu bilmeliyiz. Bahsettiğimiz yaklaşımlarda, zihnin ‘zuhur eden’ (emergent) bir özellik olduğu savunulur: Bu yaklaşımlara göre zihin, kendini oluşturan nöronların veya atomların özelliklerine indirgenemez, fakat madde-dışı bir cevher de ihtiva etmez. Bu yaklaşımlarla savunulan iddia “Bütün, kendini oluşturan parçalardan daha fazla bir şeydir ve kendini oluşturan parçalarla açıklanamaz” şeklinde özetlenebilir.[52] Bu açıklama tarzında bütünün parçalardan bağımsız bir cevher  taşıdığı reddedildiği ve fizik yasaları ihlal edilmeden zihinsel olayların açıklandığı savunulduğu için, bu yaklaşım materyalizm ile uyumludur. Zihnin ‘zuhur eden’ bir fenomen olduğunu, indirgemeci materyalistlere ve dualistlere karşı savunanlara örnek olarak  günümüz felsefecilerinden Philip Clayton’u ve Arthur Peacocke’u verebiliriz. Clayton, sinirbilimsel teorilerin insan zihnini açıklayabileceğine karşı çıkarken insan zihninin fenomenlerini bilimsel çalışma dışı bırakan dualizme de karşı çıkar. Clayton, ‘zuhur etme’ ile ilgili yaklaşımın teolojik yorumlara açık olduğunu ama teist olmayanların da bu yaklaşımı benimseyebileceğini belirtir. Clayton’a göre de sinirbilim, sadece birinci şahıs tarafından yaşanan bilinç hallerini üçüncü şahıs bakış açısıyla ele alamayacağı için; hiçbir zaman bilincin açıklanması mümkün olamayacaktır.[53] Fakat Clayton, bize göre bu düşüncesinin gerekli sonucu olan agnostik yaklaşımı benimsemeden ‘zuhur etme’ yaklaşımını benimser.

Peacocke ise genel dünya görüşü olarak ‘zuhur etme’yi benimser ve doğadaki üst seviyelerin alt seviyelere indirgenemediğini savunur. Onun insan doğasına yaklaşımı bu genel ‘zuhur etme’ yaklaşımıyla uyumludur. Peacocke, birçok filozoftan farklı olarak zihinsel olanla ilgili ‘zuhur etme’yi sadece beyin özellikleriyle ilişkilendirmez; o ‘sosyal toplumun içindeki bedendeki beyinsel özellikleri’ bir bütün olarak değerlendirir.[54] Bizce, zihin eğer sadece maddi cevher ile açıklanmaya çalışılacaksa ‘zuhur etme’ gibi fizikalizmin indirgemeciliğine karşı bir yol izlemek gerekir. Çünkü materyalizmin bunun dışında izlediği yollarda, ya zihnin en önemli özelliği olan bilinç yok kabul edilmiştir, ya da bilinç yokmuşçasına yaklaşımlar gösterilmiştir. Oysa bu yaklaşımlar sağduyuya ve birinci şahıs olarak sürekli tanıklık ettiğimiz bilincin inkar edilemeyecek önemine aykırıdır. Fakat diğer yandan bilincin indirgenemeyen ve ‘zuhur eden’ bir özellik olduğu söylendiğinde ne kadar az şey söylendiğinin ve maddenin belli bir şekilde birleşiminden adeta sihir gibi bilincin açığa çıktığı gibi bir izah yapıldığı da gözden kaçmamalıdır.

Bu açıklama yetersiz bir açıklama olsa da ruhun maddeden ayrı bir cevher olduğunu söyleyen dualist yaklaşımın fenomenleri açıklamakta bundan daha başarılı olduğu söylenemez. Sonuçta bilinci yok kabul eden maddeci yaklaşımların ve ruhla maddi beden arasındaki bağlantıyı zayıf gören dualist yaklaşımların yanlışlığının belli olduğunu söyleyebiliriz; bu konuda agnostik kalmaya gerek olmadığı ve net tavır belirlenebileceği görüşündeyiz. Fakat zihnin maddi cevherden zuhur eden bir özellik olduğu ile zihnin madde-dışı bir cevherle ilişkili olduğunu söyleyen ve bunları söylerken aslında zihnin doğasının anlaşılması adına pek az şey söylemiş yaklaşımların hangisinin doğru olduğuna karar veremeyeceğimiz kanaatindeyiz.[55] Bize göre, bu konuda kanaate varanların kanaatlerinin asıl oluşmasını sağlayan bilimsel olarak ispatlanmış veriler değildir; fakat daha ziyade, bu konu ele alınmadan önce apriori olarak kabul edilmiş metodolojiler, felsefeler veya teolojilerdir.

 

ESKİ AHİT VE YENİ AHİT’TE İNSANIN DOĞASI

   Buraya kadar bilimsel ve felsefi açıdan insanın sırf maddi cevherden mi yoksa iki cevherden mi oluştuğu sorununa agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğunu savunduk. Diğer yandan, “Teolojik[56] açıdan bu konuya yaklaştığımızda tavrımızda bir değişiklik olmalı mıdır” diye sorulabilir. Üç dinin tarih içinde oluşan teolojileri, geniş kitlelerin bu konuya yaklaşımlarının oluşumunda büyük etkiye sahip olmuştur. Özellikle geniş halk kitlelerinin inançlarının belirlenmesinde büyük mezheplerin açıkladığı doktrinlerin belirleyiciliği çok önemlidir ve bu mezheplerin görüşleri genelde dualizm yönündedir. Fakat birçok teist düşünür insanın bir tek maddi cevherden oluştuğu fikrini kabul etmiş ve bu görüşün dinlerinin teolojisine daha uygun olduğunu ifade etmişlerdir.[57] Bu konuyla ilgili olarak Kutsal Metinlerin nasıl anlaşılması gerektiği teolojik tartışmaların önemli bir yönünü oluşturur.

Joel Green, İbranice (nephes, basar, leb ve ruah gibi) ve Yunanca (soma, psyche, pneuma ve sarx gibi) terimlere yüklenen farklı anlamlarla insanın doğası hakkında farklı görüşlerin oluştuğuna dikkat çekmiştir. Green, ‘nephes’ kelimesine genelde ayrı cevher anlamında ‘ruh’ (soul) manası verilse de ‘yaşam’ (life), ‘kişi’ (person), ‘nefes’ (breath), ‘insanın özü’ (inner person), ‘benlik’ (self), ‘istek’ (desire), hatta ‘gırtlak’ (throat) anlamında çevrilmesinin mümkün olduğunu ifade etmektedir. ‘Basar’ kelimesinin ‘ten’ (flesh), ‘vücut’ (body), ‘deri’ (skin), ‘insanoğlu’ (human kind) veya ‘hayvanlar alemi’ (animal kingdom) olarak çevrilebileceğini söylemektedir. ‘Leb’ kelimesinin ‘kalp’ (heart), ‘zihin’ (mind), ‘vicdan’ (conscience) ve ‘iç dünya’ (inner life) olarak çevrilebileceğini belirtmektedir. ‘Ruah’ kelimesinin ise ‘rüzgar’ (wind), ‘nefes’ (breath), ‘idrakın ve/veya iradenin bulunduğu yer’ (seat of cognition and/or volition), ‘tabiat’ (disposition) veya ‘can’ (spirit) olarak çevrilebileceğini ifade etmektedir. Green, İbranice’de ‘nephes’ kelimesinin ‘insanın bütünlüğü içinde algı ve duyguları’nı ifade ettiğini, fakat insanın maddi vücudundan ayrı bir cevhere işaret etmesi gerekmediğini belirtmektedir. Eski Ahit’in Leviler bölümündeki 2:1, 4:2, 7:20 ayetlerinde ‘nephes’in ‘kişi’ olarak tercüme edilebileceğini, genelde tüm insanlar için bu kelimenin kullanıldığını fakat Tekvin bölümü 1:12 ve 24, 2:7, 9:10 ayetlerinde bu ifadenin hayvanlar için de kullanıldığını belirtir. ‘Basar’ kelimesinin insanın maddi bedenini genelde ifade ettiğini Mezmurlar 119:73 ve İşaya 45:11 ve12 ayetlerinden anlayabileceğimizi söyler. ‘Roah’ ifadesinin ise insanın yaşayan halini belirtmek için kullanıldığının Tekvin 2:7, Eyüp 12:10, İşaya 42:5 ayetlerinden belli olduğunu ifade eder. Green bu çok anlamlılık sorununun, İbranice kelimeler için olduğu gibi Yunanca kelimeler için de geçerli olduğunu; ‘soma’nın ‘vücut’ (body), ‘fiziki varlık’ (physical being), ‘kilise’ (church), ‘köle’ (slave), hatta ‘gerçeklik’ (reality) olarak; ‘psyche’nin ‘iç benlik’ (inner self), ‘yaşam’ (life), ‘kişi’ (person) olarak; ‘pneuma’nın ‘can’ (spirit), ‘hayalet’ (ghost), ‘iç benlik’ (inner self), ‘düşünme şekli’ (way of thinking), ‘rüzgar’ (wind), ‘nefes’ (breath), olarak; ‘sarx’ın ise ‘ten’ (flesh), ‘vücut’ (body), ‘insanlar’ (people), ‘insan’ (human), ‘halk’ (nation), ‘insan doğası’ (human nature) ve ‘yaşam’ (life) olarak çevrilebileceğini söyler. Green, Eski Ahit’te ve Yeni Ahit’te maddeden ayrı bir cevher anlamı yüklenen kelimelerle ilgili bu açıklamaları yaparak, bu kelimelerin maddi insan bedeninden ontolojik olarak ayrı bir cevher anlamında anlaşılmaları için bir neden olmadığını savunur. ‘Nephes’ ve ‘psyche’nin ontolojik olarak farklı bir cevhere işaret edip etmediklerinin Eski Ahit’teki ve Yeni Ahit’teki kelimelere anlamlar yüklenerek savunulamayacağını söyler.[58]

Eski Ahit ve Yeni Ahit’teki bahsedilen ifadelere ayrı bir cevher anlamı yüklenmesinin yanlış olduğunu savunanlar, bu yoruma Platon’un erken dönem Kilise üzerindeki etkisinin sebep olduğunu söylemektedirler. Helen dünyasındaki Gnostik, Yeni-Platoncu ve Manişeist akımların, maddi olanın kötülüğü ve ölümün ruhu bedene hapsolmaktan kurtardığına dair fikirleri -bu akımları Kilise reddetse de- Kilise üzerinde etkili olmuştur. Bu fikirlerin Hıristiyanlığa yerleşmesindeki en önemli figürlerden biri Augustinus[59] olmuştur.[60]

Hz. İsa’nın dünyadaki dirilişi ve tüm insanların ahiretteki diriliş ile ilgili Hıristiyan dünyadaki şüpheler, Hıristiyan teolojisinde, ruhun ölümsüzlüğüne vurgu yaparak ahiret yaşamını temellendirmeye çalışan yaklaşımı öne çıkardı.[61] Felsefe alanındaki Descartes’ın dualizmi ve Kant’ın ruhun ölümsüzlüğünü pratik aklın postulası[62] olarak temellendirilen yaklaşımı da Hıristiyan dünyada ruhun ayrı bir cevher olduğuna vurgu yapılarak teolojik sorunların (yeniden yaratılış gibi) ele alınmasında etkili oldu. Ruhun ayrı bir cevher olduğu görüşünün yerini tek cevherci yaklaşımın almasında ise evrim teorisinin geniş kabul görmesinin önemli etkisi vardır. Birçok teolog, evrim teorisi ile çelişmeyen bir teoloji oluşturmaya gayret ettiler ve insanı bir tek maddi cevher ile açıklayan yaklaşımların bu teoriyle daha uyumlu olacağını düşündüler. Diğer yandan, Katolik aleminin eski lideri Papa II. John Paul, Hıristiyanlıkla evrim teorisinin çelişmediğini, fakat ruhun yaratılışının evrim-dışı bir süreçle gerçekleştiğini savunmuştur.[63] Ayrıca, Richard Swinburne gibi ruhun ayrı bir cevher oluşuyla evrim teorisini uzlaştıran düşünürler de olmuştur.[64] Descartes ve Kant’ın yaklaşımları, modern dönemde iki cevherci yaklaşımı savunanlarda önemli bir etkiye sahip olsalar da özellikle son yüzyılda teoloji ve Kutsal Metin (Eski ve Yeni Ahit) çalışmalarında dualizmin yerini ‘kişinin bütünlüğü’nü vurgulayan yaklaşımlar almıştır.[65] Son yüzyılda, Hıristiyan düşünürler arasında, insanın, ruhun ayrı bir cevher olmadığı yaklaşımla ele alınmasını ve bu inancın, özgür irade ve yeniden yaratılış gibi temel Hıristiyan doktrinlerle çelişkili olmadığını savunanların sayısı artmıştır.

 

KURAN VE İNSANIN DOĞASI

İslam dünyasında ilk dönemlerden itibaren, beden ile ruhun iki ayrı cevher olduğunu savunan yaklaşımı benimseyenler olduğu gibi, insan ruhunu ayrı bir cevher olarak değerlendirmeden sadece maddi cevherle açıklayanlar da olmuştur. Bu iki farklı yaklaşımı benimseyenlerin içlerinde de birçok konuda itilaflar vardır. Ayrıca ‘ruhun latif cisim olduğu’ şeklinde, nasıl anlaşılması ve kategorize edilmesi gerektiği hususunda zorluklar olan ve itilaflar çıkan görüşler de olmuştur. Fakat genel eğilim, İslam dünyasında da dualist yaklaşımın benimsenmesi yönünde olmuştur. Eski Yunan’dan gelen etkiler Hıristiyanlıkta dualist görüşün yaygınlaşmasında etkili oldukları gibi İslam dünyasında da bu görüşün yaygınlaşmasında önemli olmuşlardır.[66] Farabi, İbn Sina gibi birçok ünlü isim ruhun ayrı cevher olduğunu kabul etseler de bu fikrin İslam dünyasında en etkili olmuş savunucusunun Gazzali olduğu söylenebilir.[67] Aslında ne Eski Ahit’te, ne Yeni Ahit’te, ne de Kuran’da ‘cevher’ kavramı geçmektedir;[68] ‘cevher’ kavramı Yunan felsefesinden ithal edilmiştir. Dualist görüşü Kuran’la desteklemeye çalışanlar, Kuran’da geçen özellikle ‘ruh’ ve ‘nefis’ kavramlarıyla ayrı birer cevher kastedildiğini ifade etmişlerdir;[69] muhalif görüşü savunanlar ise bunların ayrı birer cevher olmadığını, ‘nefs’ ile bir şeyin özünün veya bireyin, ‘ruh’ ileyse ilahi mesajın veya bu mesajı getiren meleğin veya Allah’ın emrinin kastedildiğini savunmuşlardır.[70] Kuran’daki kimi ayetler dualist yaklaşımı ve karşıt fikrini benimseyenler arasında tartışma konusu olmuştur. En çok tartışma konusu olmuş ayetlerden ikisi şunlardır:

Allah ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefat ettirir, ölmeyenleri de uykularında. Ölümüne hükmettiklerinin canlarını (nefs) alır, diğer canları (nefs) da belli bir süreye kadar bedenlerine salar.[71]

Bu ayeti dualizme delil olarak gösterenler; uyku anında ‘nefs’in alıkonmasının ve sonra bedene gönderilmesinin ‘nefs’in beden-dışı bir varlık olduğunu gösterdiğini söylerler.[72] Diğer yandan, dualizme karşı çıkanlar; hayallerinde canlandırdıkları durumla bu ayeti yorumlayanların yanlış neticeye vardıklarını, bu ayetten çıkarılacak anlamın, ölümle uyku arasındaki kısmi benzerlik ve Allah’ın bir lütfu olarak insanın uykudan sonra sanki dirilir gibi uyanması olması gerektiğini savunmaktadırlar.[73] Tartışma konusu olan diğer ayet ise şöyledir:

Onun şeklini tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın.[74]

Ayette Hz. Adem’in çamurdan yaratılmasından sonra Allah’ın ‘ruh üflemesi’nden bahsedilir. Ayeti iki cevherci yaklaşımla açıklayanlar; buradaki ‘ruh’un ayrı bir cevheri kastettiğini ve ayetin farklı iki cevherin birleştirilmesini açıkladığını savunmuşlardır. Diğer yandan, bu izaha karşı ‘ruh üflenmesi’ ile bir varlığın canlandırılmasının ve bu varlığın meydana gelmesi için Allah’ın emrinin kastedildiği söylenmiştir.[75]

Bu konudaki kanaatimiz -genelde- ayetlerden çıkartılan anlamların, İslam düşünürlerinin dualist veya karşıt düşünceden birini benimsemesinde asıl etkili unsur olmadığıdır. Daha çok başka düşüncelerden/felsefelerden veya kendi döneminin hakim anlayışından alınan etkiler, ayrıca ölümden sonra yaratılışın hangi yaklaşımla daha rahat anlaşılabileceği gibi endişeler kişilerin tercihini belirlemiştir. Tercihini belirleyen düşünürlerin daha sonra ayetleri kendi anlayışları doğrultusunda anlamaya çalışmalarının farklı yorumları çıkardığını düşünüyoruz. Bize göre, Kutsal Metinlerdeki ifadeler, iki görüşten birinin seçilmesini mecbur etmemektedir. Kutsal Metinlerde ‘cevher’ diye bir kavramın bulunmaması da böyle bir ayrımı yapamayacak olmamızın nedenlerinden biridir. Pekala birçok kişi, Kutsal Metinlerde ayrı cevhere işaret olarak kabul edilen ifadeleri, cevher yerine insanın maddi bedenine verilen canlanma, yaşam gibi özellikler olarak veya insanın kişisel bütünlüğü olarak anlayabilmektedirler. John Locke, ruhsal yetenek olarak değerlendirdiğimiz özellikleri, Tanrı’nın, maddi cevhere mi yoksa başka bir cevhere mi bağışlamayı uygun bulduğunu, Tanrısal bir bildiri olmadan çözmemizin mümkün olmadığını söyler.[76] İnsanlara yollanan Tanrısal bildirilerin teist dinlere göre Kutsal Metinlerde olduğunu düşündüğümüzde, bu konuda Tanrısal hikmeti çözmemizin mümkün olmadığı sonucuna varırız. Tanrısal hikmete, insan doğasının tek veya iki cevherden yaratılması şıklarından birisi daha uygun düşüyor olabilir; fakat bizim, bu hikmeti anlayacağımızdan dolayı, teolojik agnostik tavrı benimsememizin en doğrusu olacağını düşünüyoruz. Kuran’da ‘ruh konusundaki bilgisizliğimizi’ ifade eden şu ayetle, bu konudaki yaklaşımımızın uyumlu olduğu söylenilebilir:

Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki “Ruh Rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.”[77]

 

TANRI KAVRAMI VE ÖZGÜR İRADE SORUNU AÇISINDAN DUALİZM VE TEK CEVHERCİ YAKLAŞIM

Teolojik açıdan ruh ve bedenin iki ayrı cevher olup olmadığı sorununu ele almak için Kutsal Metinlerde bu konuyla ilgi kurulmuş ifadeler dışında, teist dinlerin teolojileri açısından önemli bazı hususların bu konuyla ilgisini de ele almak faydalı olacaktır. Bunun için önemli bulduğumuz üç tane konuya temas edeceğiz; ilk olarak teist dinlerin ontolojisinin merkezinde yer alan Tanrı kavramı açısından bu konudaki tercihin ne ifade ettiğini değerlendireceğiz, daha sonra özgür irade sorununun bu konuyla ilgisini ele alacağız ve en son olarak da bu konuyla arasında en çok bağlantı kurulmuş sorun olan yeniden yaratılış sorununu irdeleyeceğiz.

Teist dinlerin bütün sistemleri ontolojilerinin merkezinde yer alan Tanrı kavramına göre oluşmuştur. Kutsal Metinlerin, belli pratiklerin ve belli bir ahlakın takip edilmesinin zorunluluğu, bunların Tanrı’nın iradesi olmasına dayandırılır. Tanrı’nın ezeliliği, ebediliği, bilgisi, kudreti ve yaratıcılığı gibi sıfatları teist dinlerin en temel öğretileridir. Teist dinlerin teolojileri açısından tüm kabullerin, Tanrı’nın varlığı ve sıfatları ile ilgili en temel öğretiler ile uyumlu olması gerekir. Konumuz açısından önemli olan husus, dualist görüş ve karşıt fikrinden herhangi birinin, Tanrı’nın varlığı ve sıfatları açısından uygunsuz bir öğreti olup olmadığıdır. Dualist yaklaşımla adı özdeşleşen Descartes, Tanrısal cevherin yanında ruh ve beden cevherlerinin önemsizliğini ve bunların Tanrı’ya olan bağımlılığını vurgulamıştır.[78] Tanrısal cevherin yanında ruh ve beden cevherlerinin önemsizliği kabul edilince; bunların iki farklı cevher veya tek cevher oluşlarının, Tanrısal cevherin varlığı ve sıfatları açısından bir şey değiştirmeyeceği de tasdik edilmiş olunmaktadır. Ruhu ayrı bir cevher olarak kabul eden bir teistin “Tanrı isterse insanın bütün özelliklerini, insan doğasını, tek cevherden yaratarak da var edebilir mi” sorusuna “Elbette” diye cevap vermesi gerekir. Eğer bu soruya olumsuz cevap verilirse Tanrı’nın kudretinin sınırsızlığı gibi teist dinlerin en temel bir inancıyla çelişilmiş olunur. Aynı şekilde, insanın bir tek maddi cevherden yaratıldığını savunan teistlerin de Tanrı eğer isterse, mevcut insani özellikleri madde-dışı bir cevherle maddi cevheri birleştirerek yaratabileceğini kabul edebileceklerine göre, bu makalede tartışılan iki fikirden hangisinin doğru olduğu hususu Tanrı’nın varlığı ve sıfatları ile ilgili inançlar açısından bir şey değiştirmiyor demektir. İnsan doğasının iki veya tek cevherden yaratılmasıyla ilgili şıklardan biri doğruysa Tanrı’nın daha yüce, diğeri doğruysa Tanrı’nın daha az mükemmel bir varlık olduğunu kimsenin iddia edebileceğini sanmıyoruz. Bu ise dualizmin veya onun karşıtı inancın, tektanrıcı dinlerin teolojilerinin en temel inancına bir şey eksiltip katmaması demektir. Sonuçta, teolojinin en temel inancı açısından da agnostik tavrımızı sürdürebiliriz.

Doğanın yasalarının mekanik işleyişindeki determinizmin özgür irade ile bağdaşmayacağı ile ilgili sorun birçok felsefeciyi meşgul etmiştir. Kant da bunların arasındadır ve o, saf aklın bu sorunu çözemeyeceğini ‘üçüncü antinomi’sinde işler.[79] Birçok kişi, insan ruhunun ayrı bir cevher olduğunu söyleyerek insanın özgür iradeye sahip olduğunu ve maddi evrenin mekanik yasalarına göre madde-dışı cevhere sahip insanın bir otomatmış gibi değerlendirilemeyeceğini savunmuşlardır. Bu yaklaşıma yapılan eleştirilerden biri, bu yaklaşımın ruhun ne olduğunu değil fakat ne olmadığını (mekanik değil) söylemesidir.[80] Bu eleştiri doğrudur, fakat diğer yandan, bilincin sadece maddi cevherin bir ürünü olduğunu söyleyenlerin de ‘bilincin neliği’ konusunda bir şey söyleyemedikleri gözden kaçmamalıdır.

Maddi cevherden oluşan evrende ‘özgür sebep’ olamayacağı şeklindeki yaklaşımın felsefi açıdan tartışılır olduğu hatırlanmalıdır. Kant ve onun döneminin birçok filozofu Newton fiziğinin etkisindeydiler; bu fizik anlayışına göre evrende aynı sebeplerin hep aynı sonuçları belirlediği determinist bir yapı hakimdir. Fakat 20. yüzyılda maddi evrenin objektif indeterminist yapıda olduğu iddia edilmeye başlandı.[81] Heisenberg kuantum teorisine dayanarak,[82] Prigogine ise kaos teorisi bağlamında evrenin objektif indeterminist yapıda olduğunu savundular.[83] Hala çok tartışılan bu yaklaşımlar geniş bir taraftar kitlesi de bulmuştur. Bu yaklaşımlar, özgür sebeplerin olamayacağına determinist evren anlayışına dayanılarak yapılmış itirazların geçersizliği, teoloji veya felsefe için özgür sebeplerin varlığını kabul etmenin tek yolunun madde-dışı bir cevheri sisteme dahil etmek olduğuna dair kanaatin yanlış olması anlamlarına gelmektedir.

Ayrıca determinist evren ile özgürlüğün uyuşmaz olduğuna dair görüşe – Spinoza gibi temsilcilerinin olduğu – bağdaşabilircilik (compatabilism) görüşü ile bunların uyuşabileceği savunularak karşı çıkılmıştır.[84] Determinist bir evrende özgür iradenin olamayacağını Kant’ın ‘antinomi’sinde olduğu gibi savunanlar, determinist bir evrende gelecekteki her şeyin hesaplanabilir olduğunu, gelecekteki her şeyin belli olduğu bir durumda özgür iradenin varlığından bahsedilemeyeceğini söyleyerek karşı çıkmışlardır. Penrose matematikteki ‘polyonimo kümeleri’ni örnek vererek, genelde zannedildiği gibi determinist olan her sistemin hesaplanabilir olmak zorunda olmadığını, bu kümelerde olduğu gibi determinist bir yapının hesaplanamaz nitelikli olabileceğini belirtir. Penrose, evren ve bilinç için ‘determinizm ve hesaplanabilme’ arasındaki bu farkın felsefi tartışmalarda dikkate alınmadığını, ama böylesi bir yaklaşımın özgür irade sorununu ele alırken faydalı olabileceğini düşünmektedir.[85] Bu yaklaşım eğer kabul edilirse, maddi tek cevherden oluşan insanın özgür olamayacağına determinist evren modellinden yola çıkılarak yapılan itirazın gözden geçirilmesi gerekmektedir.

İnsan doğasının maddi tek cevherden oluştuğu görüşü ile özgür iradenin varlığını uzlaştırmanın bir yolu ise bilincin, maddenin bir şekilde birleşimi sonucu ‘zuhur ettiğini’ savunurken, özgür iradenin de bilinç ile beraber  ‘zuhur ettiğini’ savunmaktır. Böylesi bir iddia, ruhun ayrı bir cevher oluşu ile özgür iradenin açıklanmasında olduğu gibi çok az şey söylemektedir. Fakat, diğer yandan, yanlışlanamayacak, bilimsel araştırmanın konusu olamayacak olsa da, böylesi bir yaklaşımla; maddi cevherden başka bir cevherle ilişkilendirilmeden de insanın özgür iradeye sahip olduğuna dair alternatif yaklaşımların oluşturulabileceği gözükmektedir. Eğer dualist yaklaşıma sahip bir teiste “Tanrı isterse, maddi tek cevherle özgür iradeye sahip bir varlık oluşturabilir mi” diye sorsak, bu soruya “Evet” dışında bir cevap verileceğini sanmıyoruz. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz madde-dışı bir cevherin marifetiyle özgür iradeyi temellendirmek veya hakkında bir şeyler bildiğimiz maddi cevherde görünmeyen bir marifetin (özgür irade oluşturma) belli şekilde bir bileşik sonucu ‘zuhur ettiği’ iddiası arasında seçim yapmak zorunda kalınca; biz bu seçimi yapamayacağımızı söyleyerek bu konuda agnostik kalmayı tercih ediyoruz. Polkinghorne’un dediği gibi; modern bilim saat gibi mekanik yasalara bağlı evren fikrini sarsmış bile olsa, aslında bilimin özgür irade sorununa yapabileceği bir katkı yoktur, bu sorun metafiziktir ve metafiziksel seçimlerle alakalıdır.[86]

Ayrıca teolojik açıdan teist dinlerin mezheplerinin ve düşünürlerinin özgür iradeye yaklaşımlarında büyük farklar olduğu hatırlanmalıdır; birçok mezhep ve düşünür insanların özgür iradesinin olmadığını da savunmuştur, kimi teolojik yaklaşımlar açısından özgür iradeyi temellendirmek arzu edilen bir şey bile değildir. Aslında özgür iradenin ne olduğunun hem felsefi hem de teolojik açıdan uzlaşılmış bir tarifi bile yoktur. Özgür iradenin varlığına inanmayı teolojilerinin bir zarureti olarak görenlerden, özgür iradenin varlığını temellendirmek için ayrı bir cevhere gereksinim olduğu iddiasında bulunanların ise hatalı olduğunu düşünüyoruz. Tanrı’nın isterse, tek cevherle de iki cevherle de insan doğasında özgür iradeyi gerçekleştirebileceğine inanmak teist dinlerin ‘her şeye kudreti yeten Tanrı’ inancı ile uyumludur; o zaman ikinci bir cevherin varlığına inanmanın teolojik zaruretinden bahsedilemez. Diğer yandan, maddi cevheri yaratmış olan Tanrı’nın, bu cevher dışında ayrı cevherler yaratmış olabileceğini düşünmekte de akıl açısından bir çelişki yoktur; bu yüzden teist dinlerin teolojilerden birine bağlı bir kişinin ‘metodolojik natüralizm’i yegane bilimsel metot olarak benimsediği için madde-dışı cevherleri baştan yok sayması da doğru bir yaklaşım olmamaktadır. Dualist ve tek maddi cevherci görüşlerden birinin seçilmesiyle ‘özgür iradenin neliği ve nasıl gerçekleştiği’ ile ilgili sorunun çözülemeyeceği; teolojik açıdan asıl sorunun Tanrısal kudretle insanın özgür iradesi arasında sınır çizmekte olduğunu düşünüyoruz. Sonuçta özgür irade sorununun da bu konudaki agnostik tavrımızı bozmamızı gerektirmediği kanaatindeyiz.

 

YENİDEN YARATILIŞ SORUNU AÇISINDAN DUALİZM VE TEK CEVHERCİ YAKLAŞIM

Teolojik açıdan bu konuyla ilgili tavırları en çok etkileyen ise yeniden yaratılış sorunu olmuştur. Dualist yaklaşımı savunanlardan bir kısmı, eğer insan sadece maddi bedenden oluşuyorsa, ölüm fiziksel bir süreç olduğundan ölümle beraber kişinin de yok olacağını ama fiziki olmayan bir cevhere sahip insanın fiziksel ölümü aşacağını kabul etmek için yeterli sebebimizin olduğunu ifade etmişlerdir.[87] Teolojik açıdan ruhun ayrı bir cevher olduğu konusunda ısrar edilmesinin en önemli sebebinin, ayrı cevher olan ruhla ölümsüzlüğün daha rahat temellendirilebileceğinin zannedilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Çağdaş düşünürlerden Ellis Mc Taggart yüzyıl önce yokluk isek yüzyıl sonra da yok olabileceğimizi inkar etmek için bir sebep olmadığını söyler. O, Platon ve Hint düşüncesinde olduğu gibi sadece ruhun ebediliğini değil, ruhun ezeliliğini de savunmak gerektiğini söylemiştir. Aslında Tanrı’nın varlığına ve Tanrı’nın yaratıcılığına merkezi rol vermeyen sistemlerdeki reenkarnasyon düşüncesi için insan doğasının maddi cevher dışında bir cevhere sahip olmaması sistemlerinin çöküşü anlamına gelmektedir.[88] Ezeli ruha inanç insan merkezli dünyaya bakış açılarına yol açıcı nitelikteyken, teizmin en önemli özelliği Tanrı merkezli yapısıdır.[89] Teist ontoloji ve eskatoloji açısından yeniden yaratılışın Tanrı’nın kudreti ve lütfu ile gerçekleştiğine ve ruh ile maddenin yaratılmış varlıklar olduğuna dair inançlar asıldır. Teist dinlerin Kutsal Metinleri’nde ‘yeniden yaratılış’ bütün insanların Tanrı’nın kudreti ile yaratılacağı söylemi ile aktarılır; ‘ruhun ölümsüzlüğü’ sayesinde insanların yeniden yaratılacağı şeklinde ifadelere rastlanmaz. Teizmi, yeniden yaratılışı temellendirmek için  ‘ayrı cevher olan ruh’ inancına  muhtaçmış gibi göstermek; teizmin, eskatolojiyi Tanrı’nın kudretine vurgu yaparak temellendiren yaklaşımı ile çelişir. Tanrı’ya vurgu yapmadan ‘ruhun ölümsüzlüğü’nü savunan öğretiler; birbirinden farklı iki cevherin nasıl ilişkiye geçtiklerini, hem ruhların nasıl bedenlere girdiklerini, hem de nasıl maddi bedenle bir bütünmüş gibi etkileşimde bulunduklarını izah edemez.[90] Aslında dualist öğretilere en çok yöneltilen itirazlardan biri farklı iki cevherin nasıl etkileşimde bulunacağı ile ilgili sorunla ilgilidir. Teist dinlerin teolojileri açısından farklı iki cevherin etkileşimi veya etkileşiyormuş gibi görünmeleri -ister Leibnizci paralelizm ister Malebrancheçı vesilecilik gibi farklı yaklaşımlarla açıklansın- ontolojinin merkezindeki Tanrı inancı ile temellendirilir. Kısacası, farklı iki cevherin nasıl uyum içinde bulundukları yönündeki sorunlar nedeniyle bir teistin dualistik inancından vazgeçmesi gerekmez; diğer yandan eskatolojik inançları temellendirmek için bir teistin dualistik bir inanca gereksinimi de bulunmamaktadır.

Yeniden yaratılışı dualist yaklaşımla açıklamaya çalışanlara karşın, bunun, insanın doğasının tek bir cevherden oluştuğunu kabul etmemiz durumunda da mümkün olduğunu göstermeye çalışanlar olmuştur. Örneğin Paul Davies bunu bir analoji ile açıklamaya çalışır; bir romanın manyetik bir teypte veya bilgisayarda kodlu olduğunu ve başka bir yere aktarılabildiğini söyleyerek, beyni ölmüş bir zihnin de bu şekilde transfer edilebileceğinin düşünülmesini ister.[91] Dean Zimmerman, dünyadaki vücudumuzu oluşturan maddi parçaların, Tanrı’nın yarattığı bir sistem sayesinde, iki ayrı mekanla nedensel ilişkide bulunduğunu düşünmemizi ister; bunlardan biri dünya, öbürü ahiret mekanı veya gelecek zamandaki herhangi bir mekandır. Zimmerman, dünyadaki vücut parçalarının nedensellik ilişkileriyle, buradaki bedenimizi ölüme dek takip etmesiyle beraber, öbür mekan veya zaman boyutuyla da nedensellik ilişkisiyle bir kopya oluşturabileceğini söyler.[92] Ayrıca, yeniden yaratılışla ilgili  gelecekteki olayların oluşumu üzerinde, hep zaman mutlakmış gibi düşünme yanlışından kendimizi kurtaramadığımızı göz önünde bulundurmalıyız. Einstein’ın zamanın izafi olduğunu gösteren teorisinin, yeniden yaratılışı düşünürken zihin açıcı olabileceği ve en azından bazı anlaşılmazların neden anlaşılmaz olduğu için bir ipucu verebileceği kanaatindeyiz. Zamanın izafiliği görüşü, zamanın evrene bağımlı olması ve evrenin yaratılışını savunan teizmin, zamanın da yaratılışını savunması demektir. Oysa, birçok kişi, zaman adeta Newtoncu yaklaşımdaki gibi mutlakmış ve Tanrı da bu mutlak olan zamana bağımlı bir şekilde evrenle ilişkiye geçiyor ve yeniden yaratılışı da zamana bağımlı olarak gerçekleştirecekmiş gibi düşünmektedir. Zamanı yaratan Tanrı anlayışı ile zamanın içinde ölen ve yeniden yaratılan insan düşüncesi bir araya getirilirse; zamana bağımlı bir süreçte insanın başına gelecek olaylar ile ilgili kararın -insan bir tek maddi cevherden oluşuyorsa bile- Tanrı’nın kudretinde olduğunu görmek ve araya giren zaman sürecinin yol açacağı vehimlerden kurtulmak daha kolaylaşır. Bir teistin, tanık olunan tüm yaratılışı, Tanrısal kudretin bir tezahürü olarak gördüğü için, Tanrı’nın yaptıklarını yapabileceklerinin teminatı olarak görmesi, yeniden yaratılışın imkanına dair inanca, bu saydıklarımız gibi akıl yürütmelerden  bağımsız olarak da sahip olmasını mümkün kılmaktadır.

Ted Peters, Hıristiyan teolojisinde ‘ölümsüz ruh’ ile ilgili kavramlar yer almış olsa da insanın kurtuluşunun maddi bedenin yeniden yaratılışı üzerine bina edildiğini söyler. Peters, Kartezyen dualizmi yanlış bile olsa bunun Hıristiyan inancını etkilemeyeceğini, Hıristiyan inancının bedenden bağımsız bir cevherin veya beyin işlemlerinin devamı gibi felsefi veya bilimsel bir nedene bel bağlamadığını, Tanrı’nın eylemi ile eskatolojik transformasyonun oluşacağına inanmanın asıl olduğunu söyler.[93] Turan Koç, teizm için, yeniden yaratılış imkanı bakımından ruhun ölümsüzlüğünün tek çıkar yol olmadığını; hatta yeniden yaratılışı kabul eden teistik bir kültür çevresinde yetişmiş biri için, bedenli diriliş yanında böyle bir şeyin arzu edilmeye bile değmeyeceğini ifade eder.[94]  Koç, İslam düşüncesinde bedenin dirilişinin imkanı tartışılırken asıl vurgunun Tanrı’nın bilgisine ve kudretine olduğunu ve Tanrı açısından bu konuya bakıldığında problem oluşturacak herhangi bir yönün bulunmadığını söyler.[95]

 

  SONUÇ

     Beyin hakkındaki bilimsel araştırmalar ne kadar ilerlerse ilerlesin, insan zihninin sadece maddi cevherle açıklanabileceğini söyleyen yaklaşımın doğrulanması mümkün gözükmemektedir. Her şeyden önce zihnin en önemli özelliği olan bilinç maddi süreçlere indirgenememektedir. Bilincin öznelliği, kendine mahsus epistemolojik durumunu oluşturmaktadır; bilimsel araştırmanın konusu nesnel olmalıdır, oysa bilinç durumları birinci şahıs ontolojisi olarak yaşanırlar ve nesnel araştırmanın konusu olamazlar. Searle’ün dediği gibi, daha da kötüsü, kendi öznelliğimizi biz bile gözlemleyemeyiz, çünkü gözlenmesi beklenen ile gözlem aynıdır ve ayırt edilmeleri imkansızdır. Ayrıca Penrose’un gösterdiği gibi ‘matematiksel anlayış’ın kendisi bile matematikleştirilememektedir. Bu ise, insan zihnini maddeci yaklaşımla anlamada en çok umut bağlanan yapay zekaların hiçbir zaman insan zihnini taklit edememesi demektir, çünkü matematikleştirilemeyen bilgisayarlara yüklenemez. Bunlar, insan zihninin maddi süreçlerle anlaşılmasının imkansız olması demektir (insan zihni sadece maddi cevherden oluşuyorsa bile); ne bilincin öznelliğini nesnelleştirmek, ne de matematiksel olmayanın matematikleştirilmesi mümkündür. Burada karşımıza çıkan epistemolojik barikatın aşılmasının insani yetenekler ve araçlarla mümkün olmaması yüzünden ‘güçlü bir agnostik tavır’ (ilerleyen zamanla da bu sorunun çözülemeyeceğini savunan bir tavır) benimsiyoruz.

Diğer yandan insan doğasının materyalist bir yaklaşımla açıklanamaması dualist bir yaklaşımın kabulünü gerektirmez. Dualist iddialarla insan zihninin neliğinin anlaşılmasına ciddi bir katkıda bulunulamamakta, bunun yerine açıklanamayan boşlukların ayrı bir cevherle doldurulması önerilmektedir. Fakat zihnin açıklanmasında -varlığını bizim de savunduğumuz- boşlukların, ayrı bir cevherle doldurulmasının tek yol olduğuna dair iddianın temellendirilmesi mümkün değildir. Nitekim, eleyici materyalizmin yanlışlarına düşmeden, bilincin, maddenin belli bir bileşimde bir araya geldiğinde ‘zuhur eden’ bir fenomen olduğunu söyleyen ve bilincin maddenin parçaları ile açıklanamayacağını, fakat madde-dışı bir cevherle de ilgili olmadığını savunan yaklaşımlar da vardır. Bu yaklaşımlar, zihnin doğasının anlaşılmasına ciddi bir katkı yapmasa da, diğer maddeci yaklaşımların göstermeye çalıştığımız hatalarını tekrarlamamaktadır, diğer yandan dualist yaklaşım da zihnin doğasının anlaşılmasına daha fazla katkı yapıyor değildir. Bilinci yok sayan ve önemsemeyen tek maddi cevherci yaklaşımlar ile beyin fonksiyonlarıyla ilgisiz veya az ilgili bir cevher olarak ruhu kabul eden yaklaşımların yanlış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ama ‘zuhur etme’ yaklaşımı ve insanın bedeniyle ruhunun sıkı irtibatını reddetmeyen dualist yaklaşım arasında -aslında zihnin doğası adına çok az şey söyleyen bu yaklaşımlar arasında- karar vermenin mümkün olmadığını ve bu hususta agnostik tavır benimsemenin en tutarlı yol olduğunu düşünüyoruz.

  Felsefi ve bilimsel açıdan agnostik kaldığımız bu konudaki tavrımızı sürdürmekte teist dinlerin teolojileri açısından da bir sorun olmadığı kanaatindeyiz. Öncelikle teist dinlerin Kutsal Metinleri’nde ‘cevher’ kavramı geçmemektedir ve bu metinlerde ‘ayrı cevher’ anlamına geldiği söylenen ifadeleri kişi, can, yaşam veya ayrı özellik gibi anlayan birçok düşünür ve yorumcu da bulunmaktadır.

Teizmin bütün sisteminin üzerine inşa edildiği ‘Tanrı inancı’ açısından da dualist veya karşıt görüşten birinin benimsenmesi herhangi bir fark oluşturmayacaktır; bu görüşlerden biri doğruysa Tanrı’nın daha mükemmel olduğu, diğeri doğruysa Tanrı’nın daha az yüce olduğu iddia edilemez.

Teolojik açıdan özgür iradenin ne olduğu, hatta olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Eğer özgür iradenin varlığına inanmayı teolojik bir zaruret olarak görüyorsak bile, bunun ancak ruhun ayrı bir cevher olması durumunda mümkün olduğunu savunmak hatalı olacaktır. Genelde, sadece maddi olanda özgürlük olamayacağına dair iddialar Newton fiziğine bağlı bir determinizm anlayışıyla savunulmuştur, oysa bu anlayışa günümüzde kuantum ve kaos teorileriyle karşı çıkılmaktadır.[96] Ayrıca bilinç ile beraber özgür iradenin de ‘zuhur ettiği’ savunulabilir; bu yaklaşım yine dualist yaklaşım gibi çok az şey söyler nitelikte olmasına karşın, sadece maddi cevher içinde kalındığında da özgür iradenin savunulmasının mümkün olduğunu gösterebilmektedir.

Yeniden yaratılışın savunulabilmesi için de insan doğasının madde-dışı bir cevher ihtiva etmesi gerektiği iddiası hatalıdır. Her şeyden önce teizmin eskatolojik anlatımları, Tanrı’nın bilgisine ve kudretine bağlanarak temellendirilir; yeniden yaratılış için Tanrı ayrı bir cevher yaratmaya muhtaçmış gibi bir yaklaşım, teist teolojinin en merkezi inançlarından olan Tanrı’nın kudretinin sınırsızlığı ile çelişkili olacaktır. Tanrı’nın merkezde olmadığı Hint düşüncesi açısından ruhun ayrı bir cevher olmaması sistemin çöküşü anlamına gelecek olsa da, yeniden yaratılışın, ruhun ezeliliği gibi ruhun sıfatlarına değil de Tanrı’nın sıfatlarına bağlandığı teizm için bir sorun olmayacaktır. Teist ontolojiye göre, farklı iki cevherin irtibatı Tanrı’nın bunu düzenlemesiyle mümkün olduğu için, bir teistin bu irtibat sorunu yüzünden -materyalistler ve metodolojik natüralizmi benimseyenler gibi- dualizmi imkansız görmesi gerekmez. Diğer yandan, bir teist ‘Tanrı isterse her şey mümkündür’ inancından dolayı Tanrı’nın iki cevherle yapabileceği her şeyi (yeniden yaratılış gibi) tek cevherle de gerçekleştirebileceğine inanır ki bu da teist teolojinin yeniden yaratılışın imkanı için dualizme ihtiyacı olmaması demektir.

   . Bütün bunlar bizi -bilimsel ve felsefi yönden olduğu gibi- teolojik olarak; Kutsal Metinler’deki ifadeler, Tanrı kavramı ve özgür irade sorunu açısından olduğu gibi yeniden yaratılış sorunu açısından da, insan doğasını, dualizmle ve sadece maddi cevherle açıklayan yaklaşımlar karşısında agnostik kalabileceğimiz sonucuna -hatta en tutarlı yolun böylesi bir tavır belirlemek olduğu sonucuna- ulaştırmaktadır. Tanrısal kudret açısından mümkün olan farklı alternatifler varsa ve bu şıklardan birininin seçilmesinin Tanrısal hikmete daha uygun olduğunu belirleyemiyorsak, Tanrı’nın bunlardan hangisini gerçekleştirdiği ile ilgili sorulara “Bilemiyoruz” demek hem tutarlılık, hem de teolojik tavır açısından en uygunu olacaktır. Böylesi bir tavır, hem Tanrı’nın bütün hikmetleri çözülebilmiş gibi iddialarda bulunmanın kibrinden sakınılmasına; hem de din ve bilim arasında bu konuda çıkartılan çatışmanın, dinen bu şıklardan birinin tercih edilmesinin zarureti olmadığı gösterilerek, çözümlenmesine vesile olabilir. (Caner Taslaman) http://www.canertaslaman.com/bedenveruh/caner_taslaman_makale_bedenveruh.pdf

 


[1] Platon, Phaidon, Sosyal Yayınları, İstanbul  (2001), s. 35-42.

[2] Ian Barbour, When Science Meets Religion, Harper Collins, New York (2001), s. 130.

[3] Descartes, Metod Üzerine Konuşma, çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınları, İstabul (1984), s. 46.

[4] La Mettrie, İnsan Bir Makine, çev: Zehra Bayramoğlu, Havass Yayınları, İstanbul (1980).

[5] Arda Denkel, İlkçağda Doğa Felsefeleri, Özne Yayınları, İstanbul (1998), s. 54.

[6] Friedrich Albert Lange, Materyalizmin Tarihi ve Günümüzdeki Anlamanın Eleştirisi 1, çev: Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul (1998), s. 36-46.

[7] Friedrich Albert Lange, age, s. 47-49.

[8] Richard Dawkins, The God Delusion, Black Swan, Berkshire (2007), s. 209-210.

[9] Georges Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri, çev: Enver Aytekin, Sosyal Yayınları, İstanbul (1999), s. 129-165.

[10] George Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine, çev: Halil Turan, Bilim Ve Sanat Yayınları, Ankara (1996).

[11] Doğadaki her şeyin farklı düzeyde bile olsa bilinçli olduğuna dair görüş. Bakınız: The Cambridge Dictionary Of Philosophy, Editör: Robert Audi, Cambridge University Press, Cambridge (1995), ‘panpsychism’ maddesi, s. 555-556.

[12] Benedictus de Spinoza, Tractatus Theologica-Politicus, çev: Samuel Shirley, Brill Academic Publishers, Leiden (1997).

[13] Roger Penrose, Us Nerede? Kralın Yeni Usu 3, çev: Tekin Dereli, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara (2006), s. 89.

[14] Ian Barbour, Religion In An Age Of Science, Harper And Row Publishers, New York (1990), s. 194.

[15] Ian Barbour, Issues In Science And Religion, Harper And Row Publishers, New York (1971), s. 323.

[16] Francis Crick, Şaşırtan Varsayım, çev: Sabit Say, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara (2000), s. 179-194.

[17] Francis Crick, age, s. 284.

[18] John Searle, Akıllar Beyinler Ve Bilim, çev: Kemal Bek, Say Yayınları, İstanbul (1996), s. 10.

[19] Patricia Smith Churchland, From Neurophilosophy: Toward A Unified Science Of The Mind-Brain’, (editörler: Eleonore Stump ve Michael J. Murray, Philosophy Of Religion: The Big Questions içinde) Blackwell Publishing, Malden (2006), s. 376.

[20] John Cottingham, Descartes Sözlüğü, çev: Bülent Gözkan ve diğ., Sarmal Yayınevi, İstanbul (1996), s. 96.

[21] Alvin Plantinga, ‘Methodological Naturalism’, (editör: Jitse Van Der Meer, Facets Of Faith And Science içinde), University Press of America, Lanham (1996).

[22] Hint kültüründeki gibi  -Tanrı’ya vurgu yapmadan- ruh ve bedenin buluşması ile ilgili inançların, rasyonel açıdan savunulamayacağı kanaatindeyiz.

[23] Jerome A. Shaffer, Zihin Felsefesi, çev: Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul (2005), s. 103.

[24] Belki de gerçekten telepati ve psikokinesise dair iddialar saçmalıklardan ve sahtekarların düzenlerinden ibaret olabilir. Fakat burada önemli olan naturalist ön kabullerin, düşünceleri ve araştırmaları nasıl belirlediğini görebilmektedir. Naturalist yaklaşım, kendine aykırı gördüğü olguları araştırma konusu bile yapmayarak kendisinin yanlışlanmasına olanak tanımamaktadır.

[25] Jerome A. Shaffer, age, s. 119.

[26] John Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, çev: Muhittin Macit, Litera Yayıncılık, İstanbul (2004), s. 27.

[27] Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev: İlknur Ata ve İbrahim Turan, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul (1998), s. 130-135.

[28] John Searle, age, s. 13-44

[29] Bu, ontolojideki yargılardan (olan) ahlaki yargılar üretilmesini (olmalı) ‘doğalcı yanlış’ (naturalistic fallacy) olarak niteleyerek eleştiren yaklaşıma benzetilebilir. Fakat bu sefer belli bir metodolojinin seçilmesinden ontolojiye dair yargılar (olan) üretilmeye kalkılmaktadır.

[30] ‘Paradigma’ bilim insanlarının dünyaya bakış açılarını belirleyen, yapılan bilimsel çalışmaların temel ön kabullerini dikte eden, ayrıca bilimsel faaliyetin oluştuğu ve kontrol edildiği sosyolojik ortamı ifade eden genel çerçevedir. Günümüzde dualizmin gözden düşmesinde mevcut paradigmanın etkisi olduğu gibi; Ortaçağ’da, dualizmin hem teolojik hem de bilimsel bir kanaat olarak yaygın olmasında, o dönemin paradigması belirleyici olmuştur. Paradigma kavramı için bakınız: Thomas Kuhn, The Structure Of Scientific Revolutions,The University of Chicago Press, Chicago (1970).

[31] Turan Koç, Ölümsüzlük Düşüncesi, İz Yayıncılık, İstanbul (2005), s. 77.

[32] Francis Crick, age, s.4.

[33] John Searle, age, s. 36,96.

[34] John Searle, age, s. 131-132.

[35] Daniel Dennett, Conciousness Explained, Little-Brown, Boston (1991).

[36] John Polkinghorne, Science and Theology, Fortress Press, London (2003), s.59.

[37] Aslında Searle bu konuda bizden daha iyimserdir. Şu an hayal bile edilmeyen bir indirgeme kavramını bize sağlayacak olan büyük bir entelektüel devrimin olabileceğinin reddedilmemesini ister. Bakınız: John Searle, age, s.159. Aslında bu yaklaşım da bildiğimiz indirgeme kavramlarıyla bunun hiçbir zaman başarılı olamayacağı anlamını taşır. Bu yüzden Searle, bilimin normal gelişmesiyle değil fakat hayal bile edilemeyen bir devrimle bu sorunun çözümüne ihtimal verir.

[38] Roger Penrose, Büyük Küçük Ve İnsan Zihni, çev: Cenk Türkman, İzdüşüm Yayınları, İstanbul (2005), s. 112.

[39] John Searle, age, s. 131.

[40] Ned Block-Gabriel Segal, ‘The Philosophy Of Psychology’ (editör: A. C. Grayling, Philosophy 2 içinde), Oxford University Press, Oxford (1998), s. 14.

[41] Ian Barbour, Neuroscience, Artificial Intelligence, And Human Nature: Theological And Philosophical Reflections’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 262.

[42] Ian Barbour, Issues In Science And Religion, s. 353-354.

[43] John Searle, age, s. 32.

[44] John Searle, Akıllar Beyinler Ve Bilim, s. 44-49.

[45] Ned Block, Gabriel Segal, age, s. 6.

[46] Roger Penrose, Bilgisayar Ve Zeka: Kralın Yeni Usu 1, çev: Tekin Dereli, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara (2000), s. 35-85.

[47] Roger Penrose, Büyük Küçük Ve İnsan Zihni, s. 123-130; Roger Penrose, The Road To Reality, Jonathan Cape, London (2004), s. 374-378.

[48] Roger Penrose, Büyük Küçük ve İnsan Zihni, s. 133,134.

[49] Roger Penrose, age, s. 157.

[50] Richard Swinburne, The Evolution Of The Soul, Clarendon Press, Oxford (1997), s. 21-141.

[51] Aslında maddeci yaklaşım da bilincin maddi bedeni nasıl etkilediğini; örneğin zihinsel bir sıkıntının (sıkıntının sebep olduğu kimyasal değişimlerin değil) nasıl tansiyonu yükselttiğini veya kolu kaldırma iradesinin kolu nasıl kaldırdığını açıklayamamaktadır.

[52] Ian Barbour, age, s. 326.

[53] Philip Clayton, ‘Neuroscience, The Person And God: An Emergentist Account’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 181-214.

[54] Arthur Peacocke, ‘The Sound Of Sheer Silence: How Does God Communicate With Humanity?’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 215-247.

[55] Biri tek cevher ve biri iki cevher kabul eden bu yaklaşımlar, bilincin indirgenemezliğini kabul etme noktasında ortak tavır içindedirler. Zaten bu yüzden de ‘zuhur etme’ ile ilgili yaklaşımı savunanları gizli-dualist (crypto-dualist) olarak niteleyenler olmuştur (kendileri bu tanımlamayı kabul etmeseler de). Bakınız: Philip Clayton, age, s. 212.

[56] Teoloji ifadesi ile özellikle üç tektanrılı dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) teolojilerini kastediyoruz.

[57] Kimi zaman üç tektanrıcı dinin teolojilerinde ‘üçleme’ konusunda olduğu gibi  çok derin farklar olabilmektedir. Fakat bu konuda, büyük mezheplerin dualizmi benimsemesinden, her bir dinin içindeki birçok düşünürün buna muhalefetine, hatta Kutsal Metinler üzerindeki benzer yorumlara benzer itirazlara kadar yapılan tartışmalarda üç din arasında büyük benzerlikler vardır.

[58] Joel B. Green, ‘Restoring The Human Person: New Testament Voices For A Wholistic And Social Antropology’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 4-5.

[59] Augustinus’un, Katoliklikten Protestanlığa tüm Hıristiyan dünyada en etkin birkaç isimden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.

[60] Ian Barbour, When Science Meets Religion, s. 130.

[61] Nancey Murphy, ‘Introduction’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri; Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 5.

[62] Immanuel Kant, Critique Of Practical Reason, çev: J.M.D. Meiklejohn, William Benton, Chicago (1971), s. 344.

[63] John Paul II, ‘Message To The Pontificial Academy Of Sciences On Evolution’, (Origins 26 içinde), (1996), s. 414-416.

[64] Richard Swinburne, The Evolution Of The Soul.

[65] Nancey Murphy, age, s. 7.

[66] Muhit Mert, İnsan Nedir? İnsanların Tanımlanmasına Dair Kelami Bir Yaklaşım, Ankara Okulu Yayınları, Ankara (2004), s. 72-80.

[67] Gazzali, Filozofların Tutarsızlığı, çev: Mahmut Kaya ve Hüseyin Sarıoğlu, Klasik, İstanbul (2005), s.178-224 (18.,19. ve 20. meseleler). Gazzali burada Farabi ve İbn Sina’nın konuya yaklaşımlarını eleştirmekte, bedenle yaratılışa inancın önemini ve bu konunun ancak dini kaynaklar vasıtasıyla bilinebileceğini vurgulamakta ve kendisi de eleştirdiği filozoflar gibi ruhun soyut bir cevher olduğunu savunmaktadır.

[68] Turan Koç, Ölümsüzlük Düşüncesi, s. 42.

[69] Yusuf Şevki Yavuz, İslam İnancında Ruh Problemi, www.yusufsevkiyavuz.com.

[70] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara (2000), s. 205.

[71] Kuran-ı Kerim, Zümer Suresi-39/42, Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir içinde, hazırlayanlar: Hayrettin Karaman ve diğerleri,Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara (2004), cilt 4, s. 540.

[72] Yusuf Şevki Yavuz, age.

[73] Muhit Mert, age, s.21.

[74] Kuran-ı Kerim, Hicr Suresi-15/29, age, cilt:3, s. 314. Kuran’da Sad Suresi-38/72. ayette de Adem’e ‘ruh üflenmesi’ geçer; Secde Suresi-32/9. ayette ise insanlara ‘ruh üflemesi’nden bahsedilir.

[75] Erkan Yar, age, s. 81-82.

[76] Voltaire, Felsefe Sözlüğü, çev: Lütfi Ay, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul (2001), s. 354.

[77] Kuran-ı Kerim, İsra Suresi-17/85, age, cilt:3, s.441. Bu ayetteki ‘ruh’ ifadesine, insanın sahip olduğu bir şey (canlılık özelliği veya ayrı cevher) anlamının yanında Cebrail, ilahi mesaj anlamları da verilmiştir.

[78] Descartes, Meditasyonlar, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul (1996), s. 159.

[79] Kant, The Critique Of Pure Reason, çev: J.M.D. Meiklejohn, William Benton, Chicago (1971), s. 140-141.

[80] Paul Davies, God And The New Physics, Simon Schuster, New York (1984), s. 79-80.

[81] 20. yüzyılda evrenin objektif indeterminist yapıda olduğuna dair görüş üzerinde büyük tartışmalar çıkmış ve hiçbir zaman bu yaklaşım, Newton fiziğinin 18. ve 19. yüzyıllardaki determinist yorumu kadar geniş kabul görmemiştir. Einstein, Penrose, Planck gibi ünlü isimler indeterminizmin bizim cehaletimizden kaynaklandığını, ontolojik bir durum olmayıp sadece epistemolojik bir durum olduğunu söylemişlerdir. Heisenberg, Popper ve Prigogine gibi ünlü isimler ise ontolojik indeterminizmin varlığını savunmuşlardır. Bu konuda bakabilirsiniz: Ian Barbour, Religion In An Age Of Science, s. 101-104.

[82] Werner Heisenberg, Fizik ve Felsefe, çev: M. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, İstanbul (2000).

[83] Ilya Prigogine, Kesinliklerin Sonu, çev: İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları, İstanbul (2004).

[84] The Cambridge Dictionary Of Philosophy, ‘free will problem’ maddesi, s. 281.

[85] Roger Penrose, age, s. 135-142.

[86] John Polkinghorne, age, s.58.

[87] Michael Peterson ve diğerleri, Akıl Ve İnanç, çev: Rahim Acar, Küre Yayınları, İstanbul (2006), s. 284.

[88] Turan Koç, age s. 28.

[89] Ian Barbour, When Science Meets Religion, s. 131.

[90] Turan Koç, age s. 56.

[91] Paul Davies, age, s. 86-87.

[92] Dean W. Zimmerman, ‘Materialism And Survival’, (editörler: Eleonore Stump ve Michael J. Murray, Philosophy of Religion: The Big Questions içinde), Blackwell Publishing, Malden (2006), s. 384-385.

[93] Ted Peters, ‘Resurrection Of The Very Embodied Soul?’, (editörler: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person içinde), Vatican Observatory Publications, Vatikan (2002), s. 326.

[94] Turan Koç, age, s. 74.

[95] Turan Koç, age, s. 144-145.

[96] Doğa yasalarının neliği ile ilgili konu, hem özgür irade sorunu hem de dualizm ve karşıt görüşü açısından önemlidir.  Bu konu, makalemizin planlanan uzunluğunu fazlasıyla aşacağı için bu konuya giremiyoruz.

posted in RUH-BEDEN | 0 Comments

6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TÜRKÇE KUR’ÂN ÇEVİRİLERİNDE
“NEFS – RÛH”
KELİME ÇİFTLERİNDEKİ KAVRAM KARGAŞASI

1. Kur’ân-ı Kerîm Nefs ve Rûh kavramlarının eşanlamlı olmadıklarını ve olamayacaklarını apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Buna rağmen bu fark, çoğu kez, avâm tarafından da okumuş zümre tarafından da idrâk edilemeyebilmektedir. Bu iki kavramın yalnızca Arapça’da değil, diğer dillerde de eşanlamlı olmadığının en güzel kanıtı bu kavramlara verilen isimlerin farklılığıdır:

Dil Nefs’in karşılığı Rûh’un karşılığı
1. Eski Yunanca’da psuhe (ψυχή) nous,pneuma (νοΰς, ςνεϋμά)
2. Lâtince’de anima spiritus
3. Almanca’da die Seele der Geist
4. Arapça’da en-nefs er-rûh
5. Farsça’da nefs ruh
6. Felemenkçe’de de ziel de geest
7. Fransızca’da l’âme l’esprit
8. İngilizce’de the soul the spirit
9. İspanyolca l’alma el espíritu
10. İtalyanca’da l’anima lo spirito
11. Osmanlıca’da nefs rûh
12. Rusça’da duşa (душа) duh (дух)
13. Türkçe’de can tin1

Eski Yunanca’da psuhe (nefs) ve logon (bilim) kelimelerinden türetilmiş olan Psikoloji’nin delâlet ettiği etimolojik anlama riâyet edilirse bunun, aslında, “Nefsbilim” diye tercüme edilmesi gerekir. Nitekim bu ilim dalı Cumhûriyet’in ilânına kadar medreselerimizde ve Dârülfünûn’da, arapça kalıba uygun olarak, “İlmü-n Nefs” diye okutulagelmiştir. 1933 yılında yapılmış olan Üniversite Reformu’ndan sonra ismi, maalesef kalıcı bir kavram kargaşası ihdâs edecek şekilde, “Rûhbilim”e dönüştürülmüştür. Ve buradan yola çıkılarak da: “rûh hastalıkları”, “rûh hastalıkları hekimi” ve “rûh hastalıkları hastahânesi” gibi terimler türetilmiş ve bunlar, maalesef, umûmun artık kabûl etmiş olduğu standartlar olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bu durumda, avâmın diline pelesenk olmuş olan: rûhu bile duymamak, rûhunu şâd etmek, rûhunda güneş açmak, rûh çöküntüsü, rûh hâleti, rûhun derinlikleri,  rûh karmaşası, rûh sağlığı, rûh çağırmak, rûh göçü (reenkarnasyon), rûh ötesi, rûh hastası, rûh hekimi, rûhuna işlemek, rûhunu karartmak, rûhunu okşamak, rûhunu okumak, rûh bahş (rûh bağışlayan), rûh efzâ (rûha canlılık veren), rûh fersâ (rûhu yıpratan), rûh nüvâz (rûhu okşayan), rûh perver (rûhu besleyen) ve benzerleri gibi deyimler, ancak “rûh” yerine “nefs” ikame edildiği zaman gerçeği yansıtabilecek bir anlam kazanan “galat-ı meşhûrlar”dır, yâni meşhûr yanlışlardır.

Terminolojide Cumhuriyet döneminde vuku bulan bu ânî değişiklik, sanki, Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Ve sana Rûh’dan sormaktalar. De ki: Rûh Rabb’imin emrindendir. Ve size de ilimden pek az verilmiştir” (XVII/85) âyetine karşı bir çeşit meydan okuma gibidir. Rûh hakkında insanlara pek az bilgi verilmiş olduğunu telkîn ve te’yid eden bir husus da Kur’ân-ı Kerîm’de “nefs” ya da onun çoğulu olan “enfüs” kelimesinin 268 kere yer almış olmasına karşılık “rûh” kelimesinin “rûhü-l kuds” (4 kere) ve “rûhü-l emîn (1 kere) terkibleriyle birlikte yalnızca 20 kere yer almış olmasıdır.

İşin ilginç yanı: “rûh” kelimesinin gramer açısından çoğulu olan “ervâh” kelimesinin Kurân-ı Kerîm’de hiç bulunmamasıdır. Denilebilir ki Allah indinde yalnızca “Rûh” vardır, “ervâh” yoktur. Ervâh insanların ihdâs etmiş olduğu beşerî bir izâfettir.

Cenâb-ı Hakk VII. A’râf sûresinin 172 âyetinde bile: “Ve iz ehaze rabbüke min benî âdeme min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu belâ şehidnâ…” yâni: Ve Rabb’in Âdemoğulları’nın sulbundan soylarını çıkardığı zaman onların nefslerini şâhid tutarak: ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ demişti de onlar da ‘Evet, şâhidiz’ demişlerdi…” buyurmaktadır. Halk arasında bu hâdise “Elest Meclisi” ya da “Rûhlar Meclisi” diye yayılmıştır ki bizzât âyetin lafzı bunu yalanlamakta ve söz konusu mecliste rûhların değil nefslerin bulunduğunu beyân etmektedir.”

Dikkat edilmesi gereken önemli iki ipucu Kur’ân-ı Kerîm’de XXXIII. Ahzâb sûresinin: “Biz Emânet’i göklere, Arz’a ve dağlara arzettik. Onlar bunu yüklenmekden kaçındılar. Ve bunu insan yüklendi…” meâlindeki 72. âyeti ile XXXVIII. Sâd sûresinin: “Rabb’in meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Onu şekillendirip içine Rûh‘umdan üfürdüğümde sizler de ona secde edenlerden olun!” şeklindeki 71. ve 72. âyetlerinde bulunmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın insandan başka herhangi bir mahlûka daha Rûh‘undan üfürmüş olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur2. Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husûs da şudur ki Cenâb-ı Hakk, beşere Rûh’undan üfürür üfürmez bütün meleklerin beşere secde etmelerini yâni beşere tevdi edilmiş olan bu İlâhî Emânet‘e karşı, tıpkı Allah’a gösterilmekte olan üstün saygı gibi, bir saygı göstermelerini emretmektedir…

Her insan potansiyel olarak, yâni bilkuvve: 1) bu şerefe sâhiptir, ve 2) Allah’ın Arz’daki potansiyel (bilkuvve) Halîfesi’dir. Ama bunu potansiyel olmakdan reel olmaya, yâni bilkuvve olmakdan bilfiil olmaya dönüştürmek ise herkesin kârı değildir.  (Prof. Ahmed Yüksel Özemre)

[1] Rûh’un eski Türkçe’deki karşılığı: “Tın”, Türk Dil Kurumu Türkçe’sindeki karşılığı ise: “Tin”dir.
[2] Târih boyunca bâzı yazarların hayvanların ve bitkilerin de sanki rûhları varmış gibi “rûh-i hayvânî” ve “rûh-i nebâtî”den söz etmiş olmaları, yalnızca, hayâl ve vehimlerinin telkin ve etmiş olduğu terimlerdir. Ontolojik temeli bulunmayan bu terimler bu zevâtın bir sürü spekülâsyonuna temel teşkil etmiştir..

http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=215&Itemid=57

posted in RUH-BEDEN | 0 Comments

6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN DA RUH

Ruh kavramı bugüne kadar dinli veya dinsiz, Müslim veya gayrimüslim birçok kişinin ilgi alanına girmiş, cahil veya bilgin birçok kimse tarafından ruh hakkında yüzlerce kitap kaleme alınmıştır. Bu eserlerde genellikle şu konular işlenmiştir:

 

97Kadr 4-Melekler (haberciler), içlerinde ruh olduğu halde, Rabblerinin izniyle iner dururlar dururlar; her bir işten.

 

RUH:

  • Ruh nedir?
  • Ruh kaç tanedir?
  • Ruhlar nerede bulunur?
  • Ruh ve nefis aynı şey midir?
  • Ruh cisim midir, mahlûk mudur, enerji midir, kozmik bilinç midir, melek midir, varlıkların aslı mıdır?
  • Ruh şeffaf, billûr, cins-i lâtif midir?
  • Ruh mu yoksa ceset mi önce yaratılmıştır?
  • Ruh ölür mü?
  • Ruh kabirde cesede geri döner mi?
  • Dirilerin ruhları ölülerin ruhlarıyla buluşur mu?
  • Her şey ruhtan mı meydana gelmiştir?
  • Hayatı, hareketi, idraki sağlayan güç ruh mudur?
  • Ruhun insanî, hayvanî, nebatî olmak üzere çeşitleri var mıdır?
  • Olgun ruh ile geleceği görebilmek, gelecekten haber verebilmek, zaman ve mekân dışına çıkmak mümkün müdür?
  • Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili bu eserlerde ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir ve reenkarnasyon [ruh göçü] gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır.

Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili eserlerde ayrıca, ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir, reenkarnasyon gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır.

İnsanlık çok eski çağlardan beri bu konuların ardına düşmüş, psikoloji biliminin gelişmediği ve kuramlaşmadığı bu uzun süreçte vahyin doğrulamadığı, modern psikoloji biliminin de desteklemediği pek çok görüş ve anlayış ortaya çıkmıştır. Vahiy kontrolü dışında gerçekleşen zihin işçiliğinin en belirgin örneklerinden biri olan eski Yunan Felsefesi kendi döneminde çok etkili olmuş, bu vahiy dışı felsefenin zihnin gizemli labirentlerindeki akıl sürçmeleri VIII . Yüzyılın ortalarında başlayan tercüme hareketleri sonrasındaki süreçte bazı Müslüman bilginleri de etkisi altına almıştır. Dolayısıyla evrensel merak konularından biri olan ruh ve ruha ilişkin konular İslâm dünyasının da ilgi alanına girmiştir. Bazı Müslüman düşünürler eski Yunan-Lâtin kabullerini güya İslâmileştirerek kitaplarında İslâmî bilgiler olarak takdim etmişler, ruhun mahiyeti ve çeşitleriyle ilgili olur olmaz düşüncelerle dolu yüzlerce risale ve ciltlerce kitap yazmışlardır. Bu konuda yazılan en ciddî eser, İbn Kayyim el-Cevziyye [1299–1351, Hicrî 691–751] tarafından kaleme alınan Kitâbu’r-Rûh ‘dur. Ayrıca İmam Gazâlî de eski Yunan felsefesinden derlediği bilgileri muhtelif eserlerinde dile getirmiştir. Ancak bunların hepsi de Kur’ân’ın ifade ettiği “ruh” kavramından çok uzaktır. Sonuç olarak bugüne kadar bu konuda Kur’ân kaynaklı ciddî bir çalışma yapılmamış, tabir yerinde ise asırlardan beri havanda su dövülmüştür. Ne var ki, yazarlarının isimlerinin önünde saygınlık belirten unvanlar bulunan bu kitaplardaki bilgiler hem doğru, hem de İslâmî kabul edilmiştir. Fakat asıl esef edilmesi gereken konu, bin dört yüz seneden beri yazılmış olan “tefsir” adlı kitapların hiç birinin Kur’ân’a dayandırılmamış olması ve bu kitaplarda hep “Rivayet Tefsiri”nin ön plâna çıkarılmış olmasıdır. Her bakımdan açık ve mufassal olan Kur’ân’ın bir takım asılsız rivayetlere ve İsrailiyat kaynaklarına kurban edilmesi Müslümanlar için çok acı bir durumdur. Öyle ki, rivayetlerin çokluğu ve farklılığı zihinleri iyice karıştırmış, gerek temel kavramlarımız ve gerekse inanç ve amel konularındaki bilgilerimiz çoğu zaman bu rivayetler doğrultusunda şekillenmiştir.

 İnsanlar, tümü psikoloji bilimi kapsamında olan ve İslâmî olmayan bu konuların arkasına, eski çağlardan başlamak üzere, yani psikoloji biliminin gelişmediği, kuramlaşmadığı dönemlerden itibaren düşmüşlerdir. “Bilgin” etiketli bazı Müslümanlar da, Eski Yunan-Lâtin kabullerini kitaplarında İslâmî bilgi gibi lânse etmişler ve ruhun mahiyeti, çeşitleri vs. ile ilgili, olur olmaz düşüncelerle dolu ciltlerle kitap, risale yazmışlardır. Bu konuyla ilgili en ciddî eseri İbn Kayyim el-Cevziyye (1299-1351, hicrî 691-751) “Kitab-ür-Ruh” adıyla yazmıştır. İmam-ı Gazâlî de Eski Yunan felsefesinden derlediği bilgileri muhtelif eserlerinde dile getirmiştir. Ancak bunların hepsi de, Kur`an`ın ifade ettiği “ruh” kavramından çok uzaktır. Sonuç olarak bugüne kadar bu konuda Kur`an kaynaklı ciddî bir çalışma yapılmamış, tabir yerinde ise asırlardan beri havanda su dövülmüştür. Ama bu eserleri yazanların isimlerinin önünde “imam” veya “hazret” gibi unvanlar bulunduğu için, bu kitaplarda yazılanlar da maalesef hem İslâmî bilgi sayılmış hem de doğru kabul edilmiştir. Fakat bu gibi kitaplardan önce esef duyulması gereken asıl konu; bin dört yüz seneden beri yazılmış olan “tefsir” adlı kitapların hiç birinin Kur`an`a dayandırılmamış olması ve bu kitaplarda hep “Rivayet Tefsiri”nin ön plâna çıkarılmış olmasıdır. Bunun sonucu olarak ise, açık ve mufassal olan Kur`an, onun bunun rivayetine (söylentisine) özellikle İsrailiyat kaynaklılarına kurban edilmiş, dolayısıyla temel kavramlarımız, inanç ve amellerimiz rivayetler doğrultusunda şekil almıştır. Rivayetlerin çokluğu ve farklılığı ise yanlış yönlendirilmiş kafaları iyice karıştırmıştır.

Tekrar “ruh” konusuna dönülecek olursa, öncelikle şunun belirtilmesi gerekir ki, yukarıda sayılan konular arasındaki “ruh” kavramının araştırılıp incelenmesi dinin değil psikolojinin konusudur. Psikoloji ilmi geliştikçe Kur’ân’ın bu alandaki müteşâbih sözcüklerinin de muhkemleşeceği kesindir. Kur’ânî ve bilimsel olmamasına rağmen sırf saygın unvanlı isimlerce ileri sürülüp kitaplara geçirilen bir takım ilkel görüşler, bu tür müteşâbih konuların teviline(öncelik sırasına konmasına)  katkı sağlaması bir yana, meselelerin daha da kördüğüm olmasına yol açacak bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle o tür görüşlerin nakli ve tahlili yerine, Kur’ân’daki “ruh” kavramının yine Kur’ân ile açıklanması yoluna gidilmelidir. Amacımız Kur’ân’ı belirsiz rivayetlerle değil, Kur’ân’ın kendi iç imkânlarıyla anlamaya ve açıklamaya gayret etmektir.

Ruh sözcüğünün esas anlamı “can” demektir. Bu sözcük “vücuh” ifade eden yani eş anlamlı bir sözcük olup, hakikat ve mecaz olarak birçok anlamda kullanılır.

Sözcük, ansiklopedik anlamda ise; “Genel olarak varlığın maddî olmayan boyutu ya da özü” olarak tarif edilmiştir (Ana Britannica, cilt:26, s:383). Bu anlam ile, uyku anında geçici olarak, ölüm anında ise sürekli olarak bedenden ayrılan “nefis”, yani beyindeki ana fonksiyon olan bilinç kastedilmiştir.

“Ruh” sözcüğü, yukarıda verdiğimiz hem sözlük hem de ansiklopedik anlamlara uygun olarak, “manevî benlik” ve “can” kavramları ile eş anlamlı kabul edilmiştir. Geniş anlamda; “canlılık, duygu” demek olan ve ayrıca “karakter” anlamına da gelen “ruh” sözcüğü, mecazen bir şeyin en önemli, en can alıcı noktası, özü için kullanılır. Meselâ pasif kimseler hakkında kullanılan “ruhsuz” sıfatı sözcüğün geniş anlamına, “meselenin, bütün ruhu buradadır” şeklindeki deyimleşmiş cümle de mecaz anlamına birer örnek teşkil eder. Sonuç olarak, “ruh” sözcüğü ile yukarıdaki anlamlar merkezli yüzlerce deyim meydana getirilmiştir.

“Ruh” sözcüğü dinî terim anlamında çok genel şekilde; “İnsan bedeni yaratıldıktan sonra, tanrı tarafından üflenmek suretiyle varlığa kazandırılan canlılık” (!) olarak tanımlanmaktadır.

 

RUH SÖZCÜĞÜNÜN KUR`AN`DAKİ KULLANIMI:

Ruh” sözcüğü Kur`an`da; “İlâhî esinti, vahy/ bilgi” anlamında kullanılmıştır. Vahyin, bilgisizlikten ölü sayılan kalbe hayat verdiği, canın bedendeki işlevi ne ise vahyin de kişiler ve toplum için işlevinin aynı olduğu, yani kişileri ve toplumu kokuşmaktan koruduğu düşünülürse, “ruh” sözcüğünün sözlük, ansiklopedik ve dinî terim anlamlarıyla Kur`an`daki anlamı arasında bir paralellik var gibi gözükebilir. Ama sözcüğün kullanıldığı ayetler incelendiğinde, bu paralelliğin “ruh”un ne olduğunda değil de, sadece insan üzerindeki etkileri konusunda olduğu anlaşılmaktadır.

Kur`an`da bahsedilen “ruh”, yani “ilâhî esinti, vahy (bilgi)”, sadece isteyerek bu “ruh”a sahip olan ve bu “ruh”u hayatına geçiren kişilere ve toplumlara anlamlı bir canlılık veren, onları kokuşmaktan koruyan bir şeydir. Fakat asla, ölümün dışındaki canlılığı temsil eden ve her türlü rezilliği de kapsayan sihirli bir nefes değildir:

İsra; 85: Ve sana ruhtan sorarlar. Deki: “Ruh Rabbimin emrindendir (işindendir). Size ise az bilgiden başka, bir şey verilmemiştir. ”

Mümin; 15: O Refi`dir, dereceleri yükseltendir, Arş`ın sahibidir. Buluşma
günü hakkında uyarmak için kendi emrinden/ kendi işinden olan ruhu kullarından dilediğine ilka eder (bırakır).

Not: Bu ayette ruhun inişi “İlka (bırakmak, koymak)” sözcüğüyle ifade edilmiştir. Nitekim Âdem`e yapılan vahyler (Bakara; 37) ve Kur`an`ın inişi için “ vahy” veya “ inzal” yerine “ilka” fiili kullanılmıştır (Neml;6).

İsra suresinin yukarıda verdiğimiz 85. ayetinden 93. ayetine kadar olan pasaj bozulmadan, bir bütünlük içerisinde değerlendirilirse burada konu edilen ruhun, rivayet tefsirlerinde anlatıldığı gibi insan ya da herhangi bir canlının ruhu olmayıp “vahy” olduğu açıkça görülür. Ancak, İsra suresinin 85. ayetinde belirtildiği gibi, ruh konusu ile ilgili bize verilen bilgiler; vahyin mahiyeti, şekli, miktarı gerçekten azdır. Dolayısıyla bu konuda verilen bilgi ile yetinmek, kendi kafamızdan bilgi üretmeye kalkmamak gerekmektedir.

Bu ayetlerde ve ruhun indirildiği bildirilen bir çok ayette, ruhun Rabbimizin emrinden olduğu da belirtilmektedir. Bizim genellikle “buyruk” anlamında kullandığımız “ emr” sözcüğü, “iş (oluş)” anlamında da kullanılmaktadır. Nitekim Kur`an`da 153 kez yer alan “ emr” sözcüğünün “iş (oluş)” anlamındaki çoğulu olan “ümûr” sözcüğü, Hud suresinin 97. ve Âl-i Imran suresinin 128. ayetlerinin de aralarında bulunduğu 13 ayette geçmektedir. Bu bilgiler ışığında “emrimizden bir ruh vahyettik” ifadesi; “Allah`ın işlerinden olan ruh vahyetme işi, Allah tarafından yapılmıştır” anlamına gelmektedir. Yani Necm suresinde de değindiğimiz gibi, “ruh”, sadece Allah`ın işlerinden biridir ve ruh indirilmesi de sadece Allah`a aittir.

 

RUH/ VAHY NİÇİN İNDİRİLİR VE KİME İNDİRİLİR?

Şûra; 52: İşte böylece sana da kendi emrimizden (kendi işimizden) olan
ruhu vahyettik.
Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz
onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur (ışık) yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola kılavuzluk etmektesin.

Mücadele; 22: Allah`a ve ahiret gününe inanan bir topluluğu, Allah`a ve
elçisine karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurmuş olarak bulamazsın. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden olan ruh (güvenli bilgi) ile desteklemiştir. Onları, sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah`tan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah`ın hizbidir (yandaşlarıdır). Dikkat edin, Allah`ın hizbi (yandaşları) başarıya ulaşanların ta kendileridir.

Şuara; 192-194: Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla “güvenilir ruh” indi. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.

Bu ayetler üzerinde yeterince tefekkür edildiği takdirde, buradaki “ ruh” kavramının “orijinal (güvenilir) bilgi” demek olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Çünkü Mücadele suresinin 22. ayetinde bu ruh ile, yani Allah`tan gelen güvenilir, sağlam bilgi ile tüm inananların güçlendirildiği, desteklendiği açıkça ifade edilmekte ve Şuara suresinin 193. ayetinde de bu ruhun, “er-ruh-ul-emin” tamlaması ile ifade edilmek suretiyle “en güvenli, en yararlı bilgi” olduğu vurgulanmaktadır. Şuara suresinin 193. ayetinde geçen “er-ruh-el-emin” ifadesini kişileştirerek Cebrail olarak yorumlamak ve bir çok tefsir ve mealde olduğu gibi bu ayeti; “onu ruhul emin (Cebrail) indirdi” diye çevirmek yanlıştır. Zira ayetteki “ nezele” geçişsiz fiilini, geçişli imiş gibi anlamlandırmak, işin erbabının bileceği gibi, ilk başta ayetin lâfzî manasına aykırılık demektir. Ayrıca böyle bir çeviri, onu (Kur`an`ı) âlemlerin Rabbi Allah`ın indirdiğini bildiren 192. ayet ile de çelişmektedir.

 

RUHUN ÜFÜRÜLMESİ:

Sad; 72: Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp ruhumdan içine üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın.

Hicr; 29: Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp ruhumdan içine üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın.

Secde; 9: Sonra da ona bir biçim verdi ve ona ruhundan üfledi. Sizin için
işitme gücü, gözler ve gönüller (bilgiye ulaşma yolları) var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

Allah`ın gerçek anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, “üfürmek” ifadesinin mecaz olduğu hemen anlaşılmaktadır. Mecazen “üfürmek” ise, bir başkasına verilen şeyin en az miktarını ifade eder. Türkçe`de bu eylem “koklatmak” olarak yer almıştır. Bu durumda “ruhun üfürülmesi”; “çok az miktarda bilgi verilmesi, bilginin koklatılması” anlamına gelmektedir. Nitekim İsra suresinin 85. ayetinde de; “De ki: Ruh Rabbimin işindendir. Ve size bilgiden ancak çok az verilmiştir. ” denilerek, bu husus açıkça belirtilmiştir.

 

RUHUN ÂDEM`E ÜFÜRÜLMESİNDEN NE KASTEDİLDİĞİ DE YİNE KUR`AN`DA  AÇIKLANMIŞTIR:

Bakara; 30-34: Ve bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde Bir
halife kılacağım” demişti de onlar; “Orada bozgunculuk yapan ve kan döken birini mi kılacaksın? Oysaki bizler, seni hamd ile tesbih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz. ” demişlerdi. O; “Şu bir gerçek ki ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim. ” dedi. Ve Âdem`e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sundu ve “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz. ” dedi. Dediler ki: “Yücedir şanın senin. Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok bizim. Sen, yalnız sen Alim`sin, her şeyi en iyi şekilde bilirsin; Hakim`sin, her şeyin bütün hikmetlerine sahipsin. ” Dedi: “Ey Âdem, haber ver onlara onların adlarını. ” O onlara onların adlarını haber verince, “Dememiş miydim Ben size! Ki Ben, göklerin ve yerin gaybını en iyi bilenim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı da sakladıklarınızı da en iyi biçimde bilmekteyim. ” dedi. Ve o vakit Biz meleklere, “Âdem`e secde edin” demiştik de İblis dışında melekler hemen secde etmişti. İblis yan çizmiş, kibre sapmış ve nankörlerden olmuştu.

Dikkat edilecek olursa Sad suresinin 72. ve Hicr suresinin 29. ayetlerine göre meleklerin secde etmesi, Âdem`in belirli aşamalardan geçirilerek (amaçlanan düzgünlüğe ulaştırılarak) nihaî şekle getirilip, kendisine ruh üfürülmesinden sonradır. Bakara suresinin 30-34. ayetlerinde ise meleklerin secde etmesinden önce Âdem`in geçirdiği değişim ya da aşama; “Âdem`in bilgilendirilmesi ve bilgisinin meleklerle karşılaştırılması” olarak açıklanmıştır. Yani, Sad ve Hicr surelerinde kullanılan “ruh üfürme” tabiri, Bakara suresinde yerini “bilgi ile bilgilendirmek” tarifine bırakmış, böylece “ruh üfürme” tabirinin, “bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği açıklanmıştır.

Ruh üfürülmesi” tabiri ile, Âdem`e verilen bilginin “koklatma” mertebesinde (ölçüsünde) olduğunun kanıtı ise İsra suresinin 85. ayetidir. Burada hemen belirtmek gerekir ki, Âdem`e verilen bilginin azlığı, sadece Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetledir.

Şöyle ki:

Kehf;109: De ki: Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi hatta bir o kadarını daha getirsek bile.

Lokman; 27: Şayet yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de
arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah`ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah Aziz`dir, Hakim`dir.

Durum böyle olunca Rabbimizin ilk peygamberden son peygambere kadar hepsine yapmış olduğu vahy (kitaplar ile bildirdiklerinin toplamı) koklatmadan (üfürmeden) başka bir şey değildir.

Sonuç olarak, melekler/ yönetim güçleri, sıradan insana değil, kendisine ruh üfürülmüş (Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş), yani ADAM/ ÂDEM olmuş insana secde etmişlerdir (boyun eğmişlerdir).

 

KUR`AN`DA MERYEM’E DE RUH ÜFLENDİĞİ BİLDİRİLMİŞTİR:

Enbiya; 91: Ve o, ırzını titizlikle koruyan kadın. Ona ruhumuzdan üfledik de onu ve oğlunu âlemler için bir mucize yaptık.

Tahrim; 12: Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan Imran kızı Meryem`i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi ve içten bağlananlardan oldu.

Nisa; 171: Ey ehlikitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah`ın elçisi ve kelimesidir. Ki Meryem`e ilka ettiği (ulaştırdığı) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Artık Allah`a ve elçilerine inanın. “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah Vahid`dir, tek ve biricik ilâhtır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O`nundur göklerdekiler ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter.

Bu ayetlerden, Meryem valideye bazı özel bilgilerin lütfedildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu konunun teferruatı, Âl-i Imran, Meryem ve Enbiya surelerindeki ilgili pasajlardan alınmalı ve bu olay Kur`an`daki pasaj bütünlüğü içinde, Zekeriyya`nın durumunu açıklayan ayetler ile birlikte ele alınmalıdır. Çünkü yaşlı bir adam olan Zekeriyya ve kısır eşinin çocuk sahibi olması ile Meryem`in erkeksiz çocuk doğurması, birbirini takip eden dönemlerde meydana gelmiştir. Daha evvelki ayetlerdeki “ruh üfürme” tabiri, Nisa 171`de “ilka (bırakma, ulaştırma)” tabiri ile açıklanmaktadır.

“Ruh üfürme” tabirinin, “az bir bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği artık bilindiğine göre, yukarıdaki ayetlerde Meryem`e üflendiği bildirilen ruhun da; onun hamile kalması için rahmine (dölyatağına) yapılan fizikî bir üfürük olmadığı, Zekeriyya`nın himayesinde bulunduğu mabette kendisine lütfedilen bilgi olduğu bellidir. Kur`an`a göre bu bilgi önce Zekeriyya`ya verilmiş ve Zekeriyya`nın hem yaşlı hem de kısır olan karısı bu bilgi ile Yahya`yı doğurmuştur. Daha sonra bu kutsal bilgiyi/ mesajı Meryem`e iletmekle Allah tarafından görevlendirilen Zekeriyya, Allah`ın elçisi olarak görevini yapmış ve kutsal bilginin/ mesajın doğruluğuna kanıt olarak da, bu bilgi sayesinde “sapasağlam” bir insan olarak doğan Yahya`yı göstermiştir. Bu konuda daha detaylı açıklama inşallah Meryem suresinde yapılacaktır.

Kadr suresinin başından buraya kadar olan ve melekler ile ruhun indirilmesini de içine alan mesaj şöyle özetlenebilir:

Kim ki Allah`a teslim olur, O`nu kendisine Rabb edinir (terbiyesini ve hayat akışını Allah`ın kurallarına göre ayarlar), kendisine bir Kadir gecesi tayin edip o andan itibaren hayatını Kur`an`a göre tanzim etmeye başlarsa, Allah`tan gelen ve içlerinde kutsal bilgiler (ruh) olan ayetler o insana iner, yani insanın içine (aklına, benliğine) girer, iyice yerleşir. Böylece o insan, kendisine rehber, destek, müjdeci … olan ayetler sayesinde Allah`tan başka ilâh edinilmemesinin, sadece O`na kulluk edilip O`ndan sakınılmasının bilincine varır, mutlu olur ve gerçek başarıya ulaşır. İşte, meleklerin ruh ile inişi, girişi budur. (Hakkı Yılmaz) http://www.istekuran.com/index.php?page=kadr

posted in Anasayfa | 1 Comment

6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

YOZLAŞTIRILIP TAHRİF EDİLEN KUR’AN KAVRAMLARINA BİR ÖRNEK: “NEFS”

NEFS KAVRAMININ ANLAM VE MÂHİYETİ

‘Nefs’, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir.

‘Nefs’, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Şeriat ilminde ise, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmektedir. Nefs kelimesi zaman içerisinde birçok anlam kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi.

‘Nefs’, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, isteklerin merkezidir. İnsan, şekil yani cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın rûhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın, sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur.

İslâm’ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar. Nefs bazen şeytanın kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya başlar. O noktada kendini ve işlevini unutur. Sahibini azgınlığa ve isyâna sürükler. Aslında nefse isyanı da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır (91/Şems, 7-8). Ancak insan bu noktada sınanmaktadır. İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile, gayrı meşrû arzular arasına sınır koyuyor (91/Şems, 9-10). (1)

Allah, Kitab’ında iki ayrı yerde nefse yemin etmekte, ona dikkatimizi çekmektedir: “Nefse ve onu şekillendirene; ona fücûrunu (bozukluğunu/isyânını) ve takvâsını (korunmasını/itaatini) ilham edene yemin olsun. ” (91/Şems, 7-8). Yine, kıyâmet gününün hemen ardından nefse (kendini hesaba çeken, levvâme özelliğindeki nefse) de yemin etmektedir (75/Kıyâmet, 1-2). Allah Teâlâ, direkt olarak nefse hitap edip, onu cennetine dâvet etmektedir: “Ey mutmain (huzura eren) nefis! Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön!” (89/Fecr, 27-28)

Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona “fücur” ilham etmiştir. Fücur Arapçada, “doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması” anlamına gelir. Dinî terim olarak fücurun anlamı ise şöyle verilir: “Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü…”

Şems Sûresi’ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah’ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak… Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir.

Kur’ân-ı Kerim’den nefse fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz (91/Şems, 7-10). İnsanı Allah’a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır.

Kur’an, nefsin sadece olumsuzluğa meyilli ve tek yönlü olduğunu kabul etmez. Kur’an’a göre, insanı daima kötülüğe çağıran nefsin hevâsına karşın, onu daima iyiliğe çağıran nefsin vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan denilen nefsin bu yönü, bir anlamda doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kur’an’da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.

Nefs-i emmârenin, Yusuf (a. s. ) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bütün insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a. s. ): “…Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir” (12/Yusuf, 53) diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, her nefsin tabiatındandır. Ancak Allah’ın emirlerine yönelen ve böylece İlâhî rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibâret kalır. Zira Yusuf (a. s. ) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah’a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. ” Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır. (2)

Sûfilerin (Tarikatçıların) nefsi çeşitli mertebelere ayırıp en düşük mertebesinin nefs-i emmâre olduğunu belirtmesini Kur’an’dan ve bir peygamberden yola çıkarak doğru bulmak mümkün değildir. Bu mertebe anlayışına göre, Hz. Yûsuf’un nefsi, demek ki en aşağı mertebede olmakta ve Hz. Yusuf’a devamlı kötülüğü emretmektedir. Hâlbuki, Hz. Yûsuf, nefsin bir özelliğinden bahsetmektedir. Her insanın nefsi, ne kadar terbiye ederse etsin, yine de kötülüğü emretmektedir. Önemli olan nefsin bu emrini yerine getirmemek, nefsin hevâsının bu arzusunu kişinin reddetmesidir ki, Yûsuf (a. s. ) da böyle yapmıştır. Nefsin bu kötülüğü emredici (emmâre) özelliği, bir peygamber için bile sözkonusudur.

Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup İlâhî âleme yöneldiği zaman nefis, “nefs-i mutmainne” olarak adlandırılır. Şehvete tâbi olup üzerine gazap hâkim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157). Taberî; “kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir” demektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1).

Nefsin mertebeleri/merhaleleri olarak merdiven basamağı ve sınıf atlama şeklinde çıkılan makam olarak kabul edilen bu yaklaşımların, Kur’an’la sağlaması yapılmadan, daha çok tasavvufî anlayışa dayandığını hatırlatmamız gerekiyor. Nefisle ilgili Kur’ân-ı Kerim’deki ifâdeleri, nefsin özellikleri olarak anlamak gerekmektedir.

 

KUR’ÂN-I KERİM’DE NEFS KAVRAMI

“Nefs” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 298 yerde geçer. “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir?

“Nefs”in Allah’a ıtlak olunduğu âyetler, ya bizzat Allah Teâlâ’nın kendi sözleriyle veya başka birinin ağzından dile getirilmiştir. Bu âyetler hep “Allah’ın zâtı” mânâsını ifâde etmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya hitâben: “Seni nefsim (kendim) için seçtim. ” (20/Tâhâ, 41) buyuruyor. Başka bir âyet-i kerîmede de, bu defa Hz. İsa’nın ağzından “nefs” sözcüğü Allah Teâlâ için kullanılmaktadır: “(Ey Rabbim!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem. ” (5/Mâide, 116).

Bazı âyetlerde Allah Teâlâ, “nefs” kelimesini kendisi için kullanır: “O (Allah) rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 12); “Rabbiniz rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 54); “Allah sizi nefsinden (Kendisinden) sakındırır. ” (3/Âl-i İmrân, 28 ve 30).

Nefsin Diğer İlâhlar Hakkında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’dan başka, putperestlerin tapındıkları tanrılar için de iki ayrı yerde “nefs” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir (25/Furkan, 3; 13/Ra’d, 16).

 

KUR’ÂN-I KERİM’DE NEFS KELİMESİNİN FARKLI ANLAMLARDA KULLANILMASI

Nefsin Ruh Anlamında Kullanılması: “Nefs” ile “ruh”un aslında aynıdır; terbiye edilmemiş rûha “nefs”, terbiye edilmiş nefse de ruh denilir. Kur’an’da “nefs”in en çok “ruh” anlamında kullanıldığını görüyoruz (6/En’âm, 93); 39/Zümer, 42; 75/Kıyâmet, 2; 91/Şems, 7-10 vb).

Nefsin “Kalp, Gönül, İçdünya” vb. Anlamlarında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde nefs kelimesinin, “insanın kalbi, gönlü, içdünyası” gibi mânâlarda da kullanıldığı görülmektedir (2/Bakara, 87, 109, 235; 3/Âl-i İmrân, 154; 11/Hûd, 31; 12/Yusuf, 77; 27/Neml, 14 vb).

Nefsin “İnsan Bedeni” Anlamında Kullanılması: (12/Yusuf, 32, 51; 3/Âl-i İmrân, 61, 145; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 33; 2/Bakara, 240; 16/Nahl, 7 vb).

“Nefs”in “Bedenle Birlikte Ruh” Anlamında Kullanılması: (16/Nahl, 111; 3/Âl-i İmrân, 25, 151; 11/Hûd, 105; 21/Enbiyâ, 47; 36/Yâsîn, 54; 82/İnfitâr, 5; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitâr, 5, 19 vb).

Nefsin “Kötülüğü Emredici” Anlamında Kullanılması: İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan nefs-i emmâre ile ilgili âyet-i kerîmede Hz. Yusuf şöyle konuşuyor: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin merhamet ettiği hâriç…” (12/Yusuf, 53). İnsan nefsi, kötülük yönüne meyledicidir ve bütün gücüyle kötü işleri telkin edicidir. Genel olarak, insan nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. Nefis, kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle başbaşa kalırsa kötülüğe sürüklenebilir. Ancak, yukarıdaki âyet-i kerîmeden de anladığımız üzere Allah Teâlâ’nın koruduğu, yani Hz. Yusuf (a.s.)’un nefsi gibi Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş, başka bir deyişle terbiye edilerek rûhânî ve mânevî özellikler kazandırılmış nefisler bundan müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın himâyesi nefsin kötülüğü emredici özelliğini etkisiz kılar. Kur’ân-ı Kerim’de nefsin insanı aldatıcı ve kötü işlere sürükleyici özellikleri, özellikle şu âyetlerde belirtilir: 12/Yusuf, 18; 20/Tâhâ, 96; 5/Mâide, 30; 14/İbrâhim, 22; 50/Kaf, 16; 59/Haşr, 9 vb.

Nefsin “İnsan, Cin, Melek, Hayvan veya Bitki İçin Zât (Kişi, Kimse, Kendi, Şahıs vb. )” Anlamında Kullanılması: Nefsin bir yönüyle de, “bir şeyin zâtı ve hakikati, yani varlığı” mânâsına geldiğini biliyoruz. İşte bu anlamda Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin insanlara, cinlere, hayvanlara veya bitkilere, kısacası yeryüzündeki canlı varlıklara ıtlak olunarak, onların zâtı, varlığı mânâsında kullanıldığına şâhit oluyoruz: (2/Bakara, 48; 31/Lokman, 28, 34; 74/Müddessir, 38)

Nefsin, “Cins, Tür” Anlamında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’in zengin kullanım biçimlerinden biri de “nefs”in geçen tüm mânâlarının yanısıra, bir de “cins, tür” anlamında kullanılmış olmasıdır (9/Tevbe, 128; 30/Rûm, 28; 7/A’râf, 189; 16/Nahl, 72; 42/Şûrâ, 11).

Nefsin Diğer Kullanılış Biçimleri: Kur’ân-ı Kerim’de, “nefs”in, ana başlıklar altında toplamaya çalıştıklarımızdan başka kullanılış şekilleri de vardır. Meselâ Fahreddin Râzî, “nefs”in Kur’an’da “akıl” mânâsında da kullanıldığını söyler. Ona göre: “Odur ki; geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün de ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir…” (6/En’âm, 60) âyetinde geçen bu durum, akıl dışındaki hallerin, uyku durumunda etkisini sürdürmesi nedeniyledir. Akıl, uyku ile uyanıklık ânında değişen bir haldir. Demek ki; Râzî, uyku ânında insanın aklını kullanamaması nedeniyle, bazı âlimlerin “ruh” olarak anladıkları “nefs”i, burada “akıl” olarak kabul etmiştir. Uyku ânında aklın fonksiyonlarını yitirmesi gözönünde bulundurulursa, bu âyet-i kerîmedeki “nefs”ten “akıl” da anlaşılabilir.

Kur’an’da nefsin işkence ve cezâlandırma (3/Âl-i İmrân, 28, 30), gayb (5/Mâide, 116) nefes, gırtlak, boğaz (9/Tevbe, 118) gibi başka anlamlarda kullanıldığı da görülür.

Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de nefis, sadece kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmez. Kur’an, nefsin terbiye edilerek güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline getirilebileceğini ifade ederek bunu tavsiye eder. İnsanın gönlüne, kalbine, iç dünyasına da delâlet eden nefis, insanın bedenden oluşan cüssesini ve bedeniyle birlikte rûhunu da ifâde etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, nefs kelimesinin 298 yerde kullanılması ve nefs üzerine yemin edilmesi, Allah Teâlâ’nın bu kavrama ne derece önem verdiğini göstermektedir. (3)

 

HADİS-İ ŞERİFLERDE NEFS KAVRAMI

Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)

Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz. ” (Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45)

Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû’ 2; Buhârî, Târih)

Vâbisa ibn Ma’bed (r. a. )’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle dedi: “Rasûlullah’ın huzuruna varmıştım. Bana: “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. “Evet” dedim. O zaman şunları söyledi: “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve başkaları sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî, Büyû’ 2)

“Seni işkillendirip huzursuz edecek, sana şüphe veren şeyleri bırak, işkillendirmeyen, şüphe vermeyene bak!” (Buhârî, Büyû’ 3; Tirmizî, Kıyâmet 60; Nesâî, Kudât (Kazâ) 11)

 

NEFİSLE İLGİLİ UYDURMA HADİSLERDEN BAZILARI

Nefsi, Kur’an’da kullanılan anlamlarından soyutlayıp günah keçisi haline dönüştüren mutasavvıflar(tasavvufçular), bu konuda sağlam delil bulamayınca, hadis uydurmaktan da çekinmemişlerdir. Bunlardan sık sık tekrar edilip, halka mal edilen ve araştırma yapmayan nice hocanın bile kulaktan dolma bilgilerle doğru olduğunu zannederek hadis diye sunduğu meşhur rivâyetlerden birkaçını belirtelim:

Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur. ” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, mevzû (uydurma) olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı sâbittir’ dedi. Denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini anlamış olur. ” Bu sözün, Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r. a. )’e âit olduğu beyan edilir (Nehcü’l-Belâğa, Hz. Emir Ali bin Ebî Tâlib, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Kum, 1989, s. 419; A. Yıldırım, 229-230). Anlam bakımından bu sözün tersi daha doğru olmalıdır: “Rabbini bilen nefsini/kendini bilmiş olur.” Allah’ı tanımadan insanın kendini/nefsini doğru tanıyabilmesi hemen hemen mümkün değildir (Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T. Diyanet Vakfı Y. , Ank, 2000, s. 229-230; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Y. , Konya, 2001, s. 326-332).

Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” Hz. Peygamber böyle deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir. ” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî (a. g. e. I/187)ve Hucvirî (a. g. e. 314) bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile ilgili olarak eserlerine almıştır. Bu rivâyet, ikinci el kitaplarda yer almaktadır. Rivâyeti Irâkî, “bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirtir (Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132). İbn Hacer, bu sözün hadis değil; İbrâhim bin Able’ye ait, dillerde dolaşan bir söz olduğunu söylemiştir (İbn Hacer, Tesdîdu’l-Kavs; Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211). Hz. Peygamber’in Tebük Gazvesi dönüşü buyurduğu rivâyet edilen bu söz hakkında İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İbn Teymiyye, görüşünü âyet (4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20) ve hadislere (bkz. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128) dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir (Mecmûu Fetâvâ, c. 11, s. 197-200). Gerçekten, Kur’an’da kâfirlere karşı cihadın önemini anlatan birçok âyet vardır. Kur’an, büyük cihad olarak kâfirlere karşı cihadı göstermektedir (25/Furkan, 52). İsnâdı problemli olan bu rivâyetin metninin de âyet ve sahih hadislere ters olduğu anlaşılmaktadır (Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 227-228; Muhittin Uysal, a. g. e. , s. 324-325).

Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir. ” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir (A. Yıldırım, s. 228; M. Uysal, s. 325-326).

Nefsine düşman ol. Çünkü o Bana düşmanlığa kalkışmıştır. ” İmam Rabbânî, bu rivâyeti nefs-i emmâreyi zemmetmek bâbında zikretmiştir (Mektûbât, I/66, Mek. No: 52). Ancak, buradaki dipnotta bu rivâyetin Hz. Dâvud (a. s. )’dan rivâyet edilen kudsî hadislerden olduğu belirtilmektedir. Hiçbir hadis mecmuasında, Kitab-ı Mukaddes’te ve zühd kitaplarında bu rivayet yoktur, kaynaklarda bulunamamıştır. Hadis kaynaklarında yer almayan bu rivâyetin uydurma ihtimâli çok yüksektir. (A. Yıldırım, s. 231-232; M. Uysal, s. 325)

Ölmeden önce ölünüz. ” Aliyyu’l-Karî şöyle der: “Askalânî, sâbit olmadığını söylemiştir. Aslında bu, tasavvuf ehli sofilerin sözüdür. Ölmeden önce nefis ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kendinizi kurtarınız, demektir. ” (Aliyyu’l-Kari, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İst. 1986, s. 122; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 291, no: 2669). Genellikle tasavvuf literatüründe bulunan ve bu literatürde hadis diye kabul edilen bu vecîze, hadis kitaplarında tesbit edilememiştir. Ancak, mevzû(uydurma) ve zayıf hadisleri toplayan eserlerde mevcuttur (A. Yıldırım, s. 263). Yaptığımız araştırmalara göre Hz. Peygamber (s.a.s.)’den böyle bir söz rivâyet edilmemiştir. Kesin olan husus, bu sözün hadis olmadığıdır (M. Uysal, s. 340-342). Ölmeden önce ölmek, ölü gibi yaşamak yerine; öldükten sonra yaşamanın, ölümsüzleşmenin, şehâdet ehli şehid olmanın yolu bulunmalıdır.

 

MÜSLÜMAN NEFSE HAKARET EDİLEBİLİR Mİ?

Merhum Çekmegil, “Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?” diye sorup bu başlık altında şöyle diyor: (Başta tasavvuf kültüründen etkilenenler olmak üzere, nice müslümanın ağzından ya da kaleminden nefse hakaretler yağdırıldığına şâhit olmuşuzdur. ) “İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. ” Onun için “herkes kendi nefsiyle savaşmalıdır”, hatta bu işe “büyük cihad” denir şeklinde ifadelere rastlamayan yok gibidir. Hatipler kürsüde, imamlar minberde, yazarlar kitap ve makalelerinde, büyük çoğunlukla nefsin büyük düşman olduğunu telkin edegelmişlerdir. Bu kontrolsüz telkinler, tekrar edile edile insan zihninde öyle yer etmiştir ki, değil bu söylenenlerin kritiğini yapmak, hatalı olabileceğini bile hatırına getirmez.

Nefsi suçlama ve ona hakaret konusunda aşırıya giden, “benim nefsim Firavundan aşağıdır” diyen, “ah şu köpek nefsim” şeklinde nefsini suçlayan insanlar, toplumda bu sözleriyle takvâ sahibi olduğunu göstermiş kabul edilir.

Peygamberimizin şu hadisi konunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği husûsunda ölçü verir: “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)

Kur’ân-ı Kerim’de, kişinin kendi nefsine zulmetmesinin kınanmış olduğunu (35/Fâtır, 32; 2/Bakara, 57; 3/Âl-i İmrân, 117; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 33; 18/Kehf, 35; 23/Mü’minûn, 209; 29/Ankebût, 40; 30/Rûm, 9; 34/Sebe’, 19; 39/Zümer, 53; 37/Sâffât, 113; 65/Talak, 1), “… Nefsinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) emrini görüyoruz.

Kaynaklara baktığımızda, nefs, insanın bizzat kendisi, kendi rûhudur. Kur’an’da nefs, daha çok, insanın kendisi anlamında karşımıza çıkar (82/İnfitâr, 5, 19). İnsanın şahsiyetini meydana getiren zâtı, özüdür. (…) Bizzat, nefsi “düzenleyen” Yaratıcısının bildirdiği gibi, nefs, kötülüğe düşme tehlikesiyle de karşı karşıya olduğu halde, takvâya da tâlip olacak bir tercih hakkıyla şereflenmiştir (91/Şems, 7-8). Bu şerefe şükretme vücûbiyetine imanla “itmi’nâna, huzur ve tatmine ermiş nefs” (89/Fecr, 27) o kadar mesuttur ki, artık o, Yaratıcısından râzı olarak huzurdadır. Bu huzurlu kul Allah’ından; O’nun kendisine lâyık gördüğü fıtrattan ve imtihanındaki takdirlerden râzı ve Allah da o nefsin itmînânından râzı olduğu halde saâdete dâvet olunmaktadır (89/Fecr, 28-30). Ki, nefsin kendisini tertemiz yapmanın mükâfatı olarak umduğuna ermiştir (91/Şems, 9).

Bu kadar şerefli bir fıtratla yaratılarak en büyük saâdete namzet kılınan nefs, elbette ki ayıplanamaz, kınanamazdı. Hattâ, söz konusu her nefse, kendi nefsî kişiliğine saygı göstermesinin ve nefsini en önde beslemesinin, bazı Usûl-i Fıkıh âlimleri bu saygının vâcip olduğu kaydeder (Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, çev. Abdülkadir Şener, 1973, s. 356).

Kimse ‘nefsim pis oldu’ demesin” ayıplamasın diye mü’minleri sakındıran Allah Rasûlü, üstelik iyilik yapmaya “önce kendi nefsinden başla…” (Müslim; Fî Zılâl, Hikmet Y. c. 1, s. 458) diye emretmesi, dikkat edilmesi gereken husustur. Cenâb-ı Hak, insan nefsindeki âyetlerden (41/Fussılet, 53) haber vererek “nefsini bilmeyen, nefsini aşağılık yapanlardan başkasının” tevhid dininden yüz çevirmeyeceğini vahyetmiştir (2/Bakara, 130).

İslâm fıkhına göre, “bir kimse ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir. ” Onun için bir mü’minin kendi nefsini “Allah’tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir. ” Bir kimse birini haksız yere öldürürse büyük bir günah işlemiş olur (4/Nisâ, 93). Katilin dünya ve âhirette cezâsı çok ağırdır. Fakat bir kimse, bizzat kendi nefsini öldürürse intihar etmiş olur ki, onun cezâsı ebedî hayatta daha da ağırlaşır (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, 1344). “Kendinizi tehlikeye atmayın. ” (2/Bakara, 195), “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29). Aynı zamanda nefsinize eziyet de etmeyin. Değil nefsi eziyetlere lâyık görmek; tam aksine, onun meşrû ihtiyaçlarını temin ederek, hayatiyetini muhâfaza etmektir iş. Nefsin korunması, İslâm’da aslî görevler arasında zikredilir. Din, nefis, akıl, ırz, mal gibi temel haklar insanın vazgeçemeyeceği vazifelerindendir. Hatta, nefsi korumak, dini korumaktan hemen sonra ikinci sırada yerini alır. Nefsi her çeşit tecâvüzden koruyarak onu izzette tutmak, hayatî bir görevdir.

Böyleyken “nefsi öldürmek”ten bahsetmek, hele hele “ölmeden önce ölünüz” ve cihadın en büyüğü, nefse karşı olanıdır”, “küçük cihaddan büyük cihada döndük” gibi sözleri Allah Rasûlüne mal ederek delillendirmeden söylemek, değişik mânâlarla da olsa, insanı hadis uydurmuş olmanın vebalinden kurtaramayacağı gibi, diğer insanları da yanıltmaya götürebilir.

Başkasına hakaret eden kötülük etmiş olur da, bizzat kendi nefsine hakaret eden insan, nasıl kınanmaz? Şüphesiz nimet ne kadar büyük olursa, onu veren Allah’a şükretmeye yanaşmayan nankör insan da o kadar hakir olur. Bu imtihan âleminde fıska da, takvâdaki şerefe de tâlip olma hürriyetiyle yaşayan her nefse, bu fırsatı izzette tutmak için bazı hudutlara dikkatle yaşaması tavsiye edilmiştir. Yaratıcımız bizlere iyiye, güzele, doğruya, kişiliği muhâfazaya kabiliyetli bir nefis vermiştir. Buna şükreder halde bulunmak saâdete götürür insanı. Diğer yaratılmışlardan ayrı olarak da tâlip olma hürriyeti verdiği bu nefse, kötüyü arzulama meylini, yani hevâ ve hevesini kontrol altında tutmak için yine vahiyle çizilmiş sınırlar göstermiş; onları aşmanın tehlikesine işaret buyurmuştur (Bk. 9/Tevbe, 112; 4/Nisâ, 13-14; 2/Bakara, 187, 229; 65/Talâk 1; 58/Mücâdele, 4). Elbette bu çok önemli bildirilerin ışığı altında nefsi kötülüklere düşmekten korumak her nefse fert fert aslî bir görevdir ki, takvâ da işte budur. Bu hudutlar, izzete yetenekli, zillete temâyüllü her nefis için konulmuş sınırlardır; büyük rahmettir.

Kim bu merhamete lâyık olmak için, ihtiraslarından kendi nefsini korumuşsa kurtuluşu müjdelenmiştir (Bk. 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16; 91/Şems, 9). Hatta sevmediği halde, istemeyerek bu rahmet hudutlarını aşan, “bilmeyerek bir fenâlık” yapan, ancak sonradan pişman olarak nefsini tekrar sınırlar içerisinde muhâfazaya alan kimse, yine bu rahmete lâyık görüleceği şefkatle haber veriliyor (Bk. 6/En’âm, 54). İşte bu büyük rahmeti unutarak Allah’ın zikrinden gaflete düşersek, o zaman sadece -bizden hiçbir zaman ayrı olmayan- nefsimiz kötülüğe düşmez; topyekün bütün insanlığımızla beraber helâk olmayı hak etmiş oluruz demektir. Şüphesiz ki insanlardan “iyi hareket edeni (muhsin) de vardı, nefsine apaçık zulmedeni de” vardır (37/Sâffât, 113). Ve bu imtihan âleminde daima var olması da yadırganamayacaktır.

Kötü arzularından rahatsız olan her insan için meşrû görülmeyen hevâ ve hevesler kendi öz nefsinde bile olsa, “Ben nefsimi tebrie etmem/temize çıkarmam” (12/Yusuf, 53) diyerek haksızlığın müdâfa edilmemesi gerektiğini, bir Peygamber ifâdesiyle veriliyor. Bu haberden şunu da anlayabiliriz: Bir insan, peygamber de değilse, yaratanı tarafından özel olarak ikaz edilmiyorsa, günahsız kalacağı garantisine hiç sahip değildir. Şüphesiz ki irâde sahibi insan, şükürsüzlüğe râzı olarak yaşarken bir fenâlık ederse, kendi nefsine kötülük etmiş olur (35/Fâtır, 18). Kim ihsân eder, güzellik ve iyilik sergilerse, ancak kendi nefsi için yapmış olur (17/İsrâ, 7). Ebedî hesap gününde “artık onlardan kimi şakıy, kimi de saîd” olarak hesaplarını kendileri verecektir (11/Hûd, 105). Müslümanı günah işlemez bir melek, ya da koyun telâkkî etmek sünnet anlayışına uymaz.

Emmâreleşerek, yani Allah’ın emirleri dairesine girmeye çalışmayarak kendi kendisini diktatörleştiren; mutlak âmir olabileceğini zanneden her insan, hudutlara dikkat eden değil; sınırları tesbit etme hakkının kendisinde olduğunu vehmeden ahmaktır. İşte bu tipler, her istediğini illâ da yapmaya kalkar ki, bunlara nefs-i emmâre diyebiliriz. Hudûdunu tanımadan “kötülükleri emreden” her nefis ölmeden evvel, “kendini alabildiğine kınayan (levvâme/levm eden) nefs” (75/Kıyâme, 2) haline inkılâp ederek tevbe ibâdetini yapmaya başlarsa kurtuluşa yönelmiş olur. Yüce Allah, böylesi bir nefsin önemini anlatmak için “Kasem ederim o pişman cana (nefs-i levvâmeye)” (75/Kıyâme, 2) buyurarak yeminle bir iman esasını açıklıyor. Söz konusu emmâreleşen nefis, bir kimsenin kendi öz nefsi de olsa, babası, atası, evlâdı veya kavmi de bulunsa, İlâhî hudutları aşar halde ise elbette ki cezâlandırılmalıdır. Çünkü suçludur o haliyle.

Eğer bir nefis, ister kendisinde, isterse başkalarında bulunsun; vahyî tebliğlerle açıklanmış olan günahları âdilâne ölçülerle karşılayarak kınayabilecek bir kişiliğe yükselebilmişse, yine de takvâya tâlip olarak azizleşebilir. Hem nefsini hem de ailesini, “acı azaptan koruyun!” (66/Tahrîm, 6) emrine uyarak kim “nefsini hevâdan alıkoyduysa” muhakkak onun yeri cennettir (79/Nâziât, 40-41). Çünkü onun yaratıcısı, nefislerin zaaflarını bildiğinden tevbelerini kabul buyurarak “bağışladı” (2/Bakara, 187).

Kısacası, insan nefs olarak kerîm ve şerefli yaratılmıştır. Ve bu lutfedilmiş nefis, Kur’ân-ı Kerim’de bizzat insanın kendisi olarak zikredilir (82/İnfitâr, 5). Ayrıca, kibrin düşürdüğü zulümle kendisini ezenlerin dışında, doğruları kabullenen nefis, iyiye, güzele; takvâya kabiliyetini mahfuz tutmuş bulunur ki, müjdelenmiş olur (91/Şems, 7-9). Özellikle bu yetenek ve müjdelere şükrederek yaşıyorsa bir nefis, artık Allah’ın kendisinden râzı olduğu mutmain bir nefistir (bk. 89/Fecr, 27).

Ruh, can, nefis, yani insan, eğer Allah’ın zikrinden gafletle, kendi kendisinin emrine giren bir gâfil gibi; “Hem ogan (tanrıyız), hem kullarız” mısrâlarıyla, böbürlenen Ziya Gökalp gibi bir nefs-i emmâre olmuşsa, yani mutlak “emretmek ve hükmetmek Allah’a mahsus” olduğu halde gafletle kibirlenerek, kendi adına fermanlar çıkaran, savaşlar açan modern putperest bir nefis olmuşsa, tabiatıyla kötülüğü emreden olur. Ancak, bu kınanacak hal, nefsin kötülüğü emretmek için yaratılmış olduğundan değil; İlâhî hudûda dikkate lüzum görmeyen insanın kendinden çıkar olduğundandır. Bir kimse bu halden pişman olarak “nefs-i levvâme” haline gelemiyorsa, bu onun gafletinin, ya da küfrünün eseri olabilir. Böyle olunca da “mutmain nefis” olmaya çalışmayan hiçbir kimse elbette temize çıkarılamaz.

Aslında nefis, mükerremdir. Ve İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan malıyla olduğu gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır. “Sabredenlere müjdeler!” (2/Bakara, 155)

Bütün bu özellikleri düşünebilirse, Rasûlullah’ın, “Sakın nefsinizi kötülemeyin”, “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118) şeklindeki uyarısını daha iyi anlamış oluruz. Hele İslâm’da edâ edilmesi emredilen en büyük ibâdetin dahi insanın “… ancak nefsi için…” (29/Ankebût, 6) yapar olduğunu Kitab-ı Kerim’de görünce, herhangi bir delil göstermeden, mü’minin öz nefsini düşman olarak ilân etmesinin izahını bulamıyoruz.

İnsanın kendi nefsine haksızlık etmiş olmasının ne olduğunu, daha çok ahmak münkirlerin hakkında “Onlar nefislerine zulmedenlerdir” (11/Hûd, 21) mealindeki âyetten anlayabiliriz. İbâdet maksadıyla da olsa, nefse eziyet vermenin tasvip edilmediğini, Rasûlullah’ın bu husustaki ikazlarını da görünce, İslâmiyet’in fıtrata uygun yegâne ve tek din olduğunu bir daha idrâk ederek şükrediyoruz. Budistlerin ve benzerlerinin, nefse eziyet çektirerek, onu güya ıstıraplarla terbiye etme metodundan ilham alınan davranışlarla, nefsi, İslâm’ın sunmuş olduğu kolaylıklardan, helâl nimetlerden; hakkı bulunan meşrû hazlardan mahrum bırakmanın sünnete uymadığını görüyoruz. Allah Teâlâ, gerek lezzetleri, gerek iştihaları “zarûret miktarından daha azaltan kişileri de kınadı. ” Ebû’d-Derdâ (r. a. ) şöyle söylüyordu: Allah Teâlâ, bütün lezzetleri ve her türlü iştihaları, “aslında tamamıyla mahlûkatın yararlanması için yaratmıştır; Gadabı/kızmayı kendilerine zarar veren şeyi onunla defetsinler için yarattığı gibi. Doğudaki ruhu öne çıkaran Budizm ve benzeri dinler, nirvana kelimesiyle ifâde edilen kurtuluşa ermek için nefse eziyet vermeyi ibâdet sayan mistisizmin etkisindeki bazı kimseler, Buda’nın altı yıl oruç tutarak kendisine eziyet edip duruşunu taklit eder olmuşlardır.

Kişinin kendi nefsini kötülüklerden bizzat korumasının “vâcip” olduğunu anlayan ve “müslümanım” diyen bir kimsenin kendisini, “köpek nefsim”, “alçak nefsim”, “kâfir nefsim” gibi gereksiz hakaretlerle kötülemesi ve bizzat kendi nefsini “en büyük düşman” zannetmesi yakışık almaz; aynı zamanda, “mü’minim” deyişiyle açık bir çelişki teşkil eder ki, günahtır. Bir kimse, kendisinin hem mü’min ve insan olduğunu iddiâ edecek, hem de aynı zamanda kendisinde bir de ayrıca, kâfir bir nefsin, köpek bir nefsin bulunacağına inanmış olması, olacak şey midir? Ölçüsüzlüğün ortaya koyduğu bu nevî tezatlara ne denir ki? Cenâb-ı Hak “insanın (bizzat) kendi nefsine karşı bir şâhit (75/Kıyâmet, 14) olduğunu haber veriyor. Bizlere, İbn Kuteybe’nin “Bir şeyi kendi nefsine isnâd eden kimse, onunla anılmalıdır” vecîzesiyle hareket etmek hoş gelmiyor. Yücelerden yüce Allah, hepimizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun. (4)

Müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak için, Kur’ânî terimlerin aslından, özünden uzaklaştırılmasını önleme gayreti gerekmektedir. Tasavvufçular, nefis kavramını çok açık bir şekilde tahrif etmişlerdir. Tasavvufçular, nefis kavramını sürekli olumsuz çağrışımlarla izah etmişlerdir. Oysa Kur’an’da bu kavram, tek boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de vardır; Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de. Kur’ân-ı Kerim’de insan, bir yanda olumlu, diğer yanda olumsuz özelliklerle değerlendirilir.

“Nefis” terimi, başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece, insanın bizzat kendisini ifâde eder. Nefis kelimesi, insan için kullanıldığında insanın nefsi, onun benliği, özüdür. Yaşayan canlı varlık, hayat özü, şahsî kimlik, insanlık, insan niteliklerinin toplamı gibi tanımlamalar da nefsi anlatmaktadır. Kur’an’da nefis, insan için kullanıldığında; “benlik, kişilik, fıtrat, şâkile” anlamlarında değerlendirilimiştir; hem iyiliğin hem de kötülüğün taşıyıcısı olabilen bir vasfa sahiptir. Kur’an’da nefis, genellikle zât, şahıs, kişi anlamında kullanılmıştır (18/Kehf, 74; 2/Bakara, 72, 286; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 19, 33). Kur’an’daki ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür, takvâ ve fücur ilham edilen öz, benlik.

Kur’ân-ı Kerim’e göre nefsin tüm arzuları kötü değildir. Nefs, insan yapısındaki tabiî eğilimlerin toplamıdır. Nefsin hevâ ile ilgili istekleri önlenmelidir. Ölçüsüz isteklerde gündeme gelen hevâ, nefsin olumsuz yönüdür.

Tasavvufta Nefis: Kuşeyrî’ye göre nefis, kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen isimdir (Kuşeyri, Risâle, I/305). Nefis, tasavvufta bütünüyle yok edilmesi gereken bir şeydir. Nefis, tümüyle olumsuzdur ve öldürülmelidir. Tasavvufta nefsin ölümlü ve iğretiden ölümsüze doğru yükselişi şeklinde yorumlanan yedi aşama vardır. Nefsin merteberini mutasavvıflar şöyle sıralarlar:

1- Emmâre: Yabancılarla dolu karanlıklar mekânı,
2- Levvâme: Nurlar makamı,
3- Mülhime: Sırlara mazhariyet makamı,
4- Mutmainne: Kemal, olgunluk makamı,
5- Râdıye: Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı,
6- Mardıyye: Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı,
7- Kâmile: Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı

(Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Âlem Tic. Y. İst. 1996, s. 556).

Nefis Tezkiyesi: Tezkiye; temizlemek, arındırmak demektir. Nefsimizdeki kötü yönelimleri temizlemenin yollarını Rabbimiz bize öğretmiştir. Müridi şeyhe kul yapan, insanın hürriyetini mürşid lehine yok eden, miskinleştiren, irâdeyi yok eden, şeyhi yükseltip mâsumlaştıran tasavvuf anlayışıyla nefsin kötü eğiliminden kurtulmak mümkün değildir. Nefis tezkiyesi, ney ve kaval üfleyerek, şiş batırarak, sihirbaz ve canbazların yaptığı gibi ateş avuçlayıp kızgın demirler tutarak, râbıta yaparak ve silsile ezberleyerek, ibâdet yerine danslar yaparak, posta oturup el öptürerek olmaz. Nefis tezkiyesi, Allah’a gereğince kulluk yaparak olur.

Nefislerini tezkiye ettiklerini iddiâ eden bazı mutasavvıflar, ulûhiyete, rubûbiyete kalkışmakta, bazıları Allah’ın zâtını müşâhede ettiğini, kimisi öldükten sonra da dirilere tasarrufta bulunacağını iddia etmekte, kimi levh-i mahfûza hükmettiğini, oradaki yazıları değiştirdiğini, melekût âlemine çıktığını söyleyebilmektedir. Oysa, nefsini tezkiye eden kula kulluk yapmaktan, hevâsına kulluk yapmaktan kurtulandır. Yoksa, kendine kulluk yapmaya çağıran biri, nefsini tezkiye etmiş değil; şirkini arttırmış olur. Tezekkî, şahsiyetin kötülüklerden temizlenmesi, arındırılmasıdır. “(Nefsini/kendini) arındıran kurtuluşa ermiştir. ” (87/A’lâ, 14).

Nefis, insanın kendisidir. İnsan ise, iki yönlü bir varlıktır. İyiye de eğilimlidir, kötüye de. Kur’an’da nefis, felsefecilerin dediği gibi ruh demek değildir. Tasavvufçuların iddiâ ettikleri gibi de nefis, bütünüyle mücâdele edilmesi gereken bir şey değildir. Nefsin fücur boyutuna karşı fıtrî ve vahyî âyetlerle mücâdele etmeli, benliğimizi arındırarak takvâ eylemlerinin ortaya çıkmasını sağlamalıyız. (5)

 

NEFS KAVRAMINININ YOZLAŞTIRILMASI VE “NEFSİN MERHALELERİ” TÂBİRİ

“Kur’ân’ı Kerim’de nefsin çeşitli merhalelerinden bahsedilir mi, yoksa bunu tasavvuf mu böyle anlamıştır?” Merhale, hedefe ulaşmak için ge­çilmesi gereken konak yerine denir. Kur’ân-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Ama, tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıye ve nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye çalışılır.

Nefsin mânevî yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münâfığı pek yüksek bir mertebede göremez mi? Nitekim Kur’ân-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münâfıkları tanıyamadığını bildir­mektedir (9/Tevbe, 101; 63/Münâfikûn, 4).

Şimdi nefsin merhaleleri ile ilgili ifadelere ba­kalım: Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şey­leri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Tasavvufa göre emmâre nefis, ilk merhaledir. İnsan bir mürşide bağlanarak bu aşamayı geçer, nefs-i emmâreden kurtulur. Hâlbuki nefs-i emmâre her insanda olur. Âyete göre Hz. Yusuf gibi büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur?

Âyetin metni de önemlidir. Nefis kötülüğü emreder durur” diye tercüme edilen, “İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sû’ ” isim cümlesidir. Arapça’da isim cümlesi sübût ve devam ifâde eder. Yani isim cümlesi ile ifade edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Yani âyet, nefsin, kötülüğü emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder.

Tasavvuf, ikinci merhaleye nefs-i levvâmeyi, üçüncü aşamaya nefs-i mülhemeyi koymuştur. Tasavvuf anlayışına göre; “Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar ol­maya başlayan; neyin hayır, neyin şer olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip, şehvet istekle­rine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. ” Adını “And olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene. ” (91/Şems, 8 )âyetinden alır.

Nefsin, bir noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı yapar. Şeytanın vesvese ve saptırma­ları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayı­lır ve tartışmasız kabul edilir. Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların kutsallaştırılmasına yol açmıştır.

İçe doğan şey, şeytan ves­vesesi de olabilir. Çünkü o, “insana ves­vese veren, onların içini karıştıran” (114/Nâs, 5) varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bazısını yola getirdi, bazısı da sapıklığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliyâ edindiler. Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar. ” (7/A’râf, 30)

Aslında, nefs-i mülheme, tasavvufçuların iddia ettiği gibi olgunlaşıp ilham ve keşfe, kerâmete mazhar olan nefsin bir aşaması değildir. Mü’min-kâfir, her­kesin nefsi, nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyan­kârlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka şey­leri de ilham eder.

Dördüncü merhaleye nefs-i mutmainne, be­şincisine nefs-i râdıye, altıncısına da nefs-i mardıye adı verilmiştir. “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs! Dön Rabbine, sen O’ndan râzı olarak. ” (89/Fecr, 27-28) âyeti bu makama işaret kabul edilir. Hâlbuki Fecr sûresinin bu son âyetleri, Kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın müslüman kuluna yapacağı hitâbı bildirir. Bunla­rın öncesine bakan hiç kimse bu konuda şüphe edemez. (Bk. 89/Fecr, 21-30). Yedinci ve son merhaleye nefs-i kâmile kon­muştur. Tasavvufçular bunu şöyle ifâde eder: Nefs-i kâmile: Bu makamda sâlik, bütün ma­rifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yük­selir. Bu makam vehbîdir. ” Bu iddiaları iliştirecek bir âyet veya hadis bu­lunamaz. Allah’ın ve Rasulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir?

Yukarıda belirtilen nefsin makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir makamla ilgili akaid açısından çok tehlikeli ifâdeler vardır… (6)

Tasavvufa göre, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geli­yor ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. Nefs-i râdıye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir? (7)

91/Şems, 7-10 âyetlerinden anlaşıldığı gibi, herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.

12/Yusuf, 53’de belirtilen Hz. Yusuf (a. s. )’un sözleri, mü’minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü’min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.

 

İZZET-İ NEFS:

Evet, bazılarınca hep “zillet”le ilgili vasıflar yüklenip zelil kılınan “nefs”in izzeti vardır, olmalıdır. Nefsin onurunu korumaya izzet-i nefs denilir. İzzet-i Nefs; İnsanın insanlık, şeref ve haysiyetini koruması demektir. İzzet kelimesi kuvvet, üstünlük, şeref ve gâlibiyet anlamlarını dile getirdiği gibi, insanı zillete düşmekten alıkoyan iyi nitelikler anlamına da gelir. İzzet’in zıddı zillettir. İnsan, nefsinin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah’a iman etmek, hayatını O’nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete düşürür. Mü’min, imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini(nefsini) küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır. “Nefsini temizleyip yücelten kazanmıştır, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. ” (91/Şems, 9-10)

Önemine binâen tekrar edelim: “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir, yani O nefsiyle kaimdir, kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir.

 

İFRAT VE TEFRİT;

Kur’an referanslı düşünüp yaşamayanların en temel problemiKimi boşvermişlik, kimi de takvâ adına aşırılıklar sırât-ı müstakîmin önünde engel olmaktadır. Nefis konusunda da, nefsin oyununa gelip aşırılıklardan birini seçme durumunda kalıyor insanlar. Nefsin emmâre özelliğini, kötü arzularını, yani Kur’an’ın tâbiriyle hevâyı alabildiğine tatmin etme arzusuyla yanıp tutuşan halk yığınlarının bu tavrına Kur’an hevâyı putlaştırma diyor (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). Buna tepki de, nefsi öldürülesi bir canavar görme şeklinde tarihten bu yana ortaya çıkmış. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah; “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29) diye emrettiği halde.

Allah, nefsi insana zulüm olsun diye yaratmamış. Tam tersine insanın olgunlaşması ve derecesinin yükselme için bir araç olarak ihsan etmiş. Zâten nefis olmadan, insanın imtihana tâbi tutulması, yaratıkların en güzeli ve en hayırlısı olmasına da imkân yoktur. Kur’an, insana kendi kusurlarını ve nefsin problemlerini sayarak nasıl tedbir alınması gerektiğini belirtir. Nefsin isteklerine mubah istikametler çizmesi ve arzularına sınır koyması gerektiği halde, nefisten şikâyet edip onu yok etmeye (ki, bu mümkün de değildir) çalışıp olmayacak işlerle uğraşır nice insan.

Kur’an’ın beyanlarına göre “nefsine zulmetmek”, günahkârların ve daha çok da kâfirlerin özelliğidir. Peygamberimiz’in ifâde ettiği gibi, cesedinin/nefsinin senin üzerinde hakkı vardır (Müslim, Sıyâm 193). Hadis-i şeriflerde nefsini müdâfaa için öldürülenin şehid olduğu vurgulanır (bak. S. Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, Sönmez Y. c. 2, s. 7). Kur’an’da “…Nefislerinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) diye emredildiği halde, nefisler suçlanır hep. Halbuki nefis, insanın kendisidir. Suç ve günah varsa, insan kendisi işlemiştir onu. Ve suçu yükleyecek bir yer arayacağına kendi hatasını kabul ve itiraf edip hemen tevbeye sarılmalı, Allah’ın affına mürâcaat etmelidir. Şeytanın bir oyunu da, kişinin yaptığı suçu kabullenmesini engelleyip bir günah keçisi aratmasıdır. Bir günah veya bir dinî görevi ihmal varsa, suçlu “ya yahûdidir, ya düzendir, veya çevre, ya da nefis.” Böyle düşünen kimse tevbe kapısına yaklaşamayacak ve temiz bir sayfa açıp olgunlaşamayacaktır; kısır döngü içinde suçu bir yerlere yamayıp rahat edecektir… Ve kolaycılık bu konuda da kendini gösterecektir: “Nefis merhale merhaledir, sınıf sistemi gibi basamak basamaktır. En alttaki nefis, emmâre olan nefistir…” Bazı yaptırımlarla (ki, bunların en kolayı bir şeyhe bağlanıp, her şeyi ona havâle etmektir) insan, nefsine sınıf atlattıracak, râdıye, mardıye, kâmile gibi zirvelere tırmandıracaktır. O durumdaki nefis de kötülüğü artık hiç emretmeyeceğinden iş otomatiğe bağlanmış, kendiliğinden kurtulma yolu sonuna kadar açılmış olacaktır. Artık nefis öldürülmüş olmakta, kişi ölmeden önce ölmüş bulunmaktadır. (!)

Hâlbuki nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmâre vasfı, Hz. Yusuf tarafından dillendirilmiştir (12/Yusuf, 53). Buna göre Yusuf (a.s.), hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şiddetle emrettiğini, günahlardan hevânın zevk alacağını vurgular. Âyetin başında da nefsin tümüyle tebrie edilip temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Bu, tevhid şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır. Demek ki, insan peygamber bile olsa, hem de ölünceye kadar nefsi, bazen takvâdan râzı olurken, bazen kötülüğü de isteyip emredecektir.

Nefis altı-yedi tane değil; bir tanedir. İnsan nefsi, zaman zaman uysallaşır, kendisine ilham edilen takvâ ağır basar; zaman zaman azgınlaşır, kendine ilham edilmiş fücur isteği ile dolar. “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücûru (kötülükleri) ve takvâyı (iyilikleri) ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. ” (91/Şems, 7-10). Nefis, devamlı terbiye ve ıslah edilmeye ihtiyaç hissettirir. İnsan hangi yaşta ve hangi seviyede bulunursa bulunsun, yine insandır, beşerdir. Hata yapma ihtimali ve meyli hâlâ olacaktır. Hevâsının bazı kötülük ve günahlardan zevk alması devam edecektir. Kur’an talebesi müslümana düşen görev, ibâdet ve ihsan çizgisini sürekli yaşayarak, takvâya da meyilli olan nefsini ölünceye kadar ıslah etmeye ve onun isteklerine karşı uyanık ve dikkatli olmaya gayret etmektir. Nefsini, hevâsını aklının ve imanının kontrolünde tutmaktır. Bu dikkat gösterilmezse, hangi yaş ve hangi seviyede olursa olsun hevâ insanı mahvedebilecek, hatta insanın tanrısı olabilecektir. Nefsine hâkim olan, kimseye mahkûm olmaz. İnsan gâlibiyeti içinde kazanır veya mağlûbiyet, onu kendi içinde yakalar.

Tasavvufun etkisiyle insanlarımıza hâkim olan yanlış nefis anlayışının Kur’an’daki nefis kavramıyla sağlaması yapılmalı, ifrat ve tefritten kaçınılarak hayat boyu bize kötülüğü emredecek olan nefsin oyununa gelmeden ona hâkim olmaya gayret edilmelidir. Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Bunun yanında, nefse karşı da âdil olmak, nefsimizin de bizim üzerimizde hakkının olduğunu unutmamak gerekmektedir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı hüdâya, tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Nefsin kötülüğü emreden özelliğine, iman ve takvânın imkânlarıyla cevap verebilmektir. Esselâmu alâ men ittebea’l-hüdâ. Hevâya değil; Hüdâya tâbi olanlara selâm olsun!

Konumuzu birkaç âyet meâliyle noktayalım:

“Ancak nefsini aşağılık yapan kimse İbrâhîm (’in tevhid) dininden yüz çevirir…” (2/Bakara, 130)

“…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29)

“Velâ telmizû enfüseküm / Nefislerinizi ayıplamayın. ” (49/Hucurât, 11)

“Ey huzura kavuşmuş nefs! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl. Gir Cennetime!” (89/Fecr, 27-30)

“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. ” (7/A’râf, 32) (Ahmed Kalkan)

Dipnotlar:
1- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. , s. 492-494
2- Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 74
3- Nefs kelimesinin Kur’an’da kullanımlarıyla ilgili geniş bilgi için; Ahmed Ögke’nin, Kur’an’da Nefs Kavramı (İnsan Yayınları) adlı kitabına, özellikle s. 23-37’ye bakılabilir.
4- M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkid, Sanih Y. Ank, 1979, s. 104-112
5- Fevzi Zülaloğlu, “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Hak Söz, sayı 69, Aralık 1996
6- Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Y. , İst. 2001, s. 91-103
7- A. Bayındır, a. g. e. , s. 187-189

 http://www. mutefekkir. com/?vuslat=yazi&id=1627&k=61  

posted in RUH-BEDEN | 4 Comments

6th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’ANDA RUH KAVRAMI

Kur’anda ruh kavramı hiç bir ayette insan ile ilgili olarak geçmez. Ruh kavramı vahyin diğer bir adıdır. Dolayısıyla Kur’anda ruh; vahiy ve vahyi taşıyan cibril hakkındadır.

 

“CİBRİL” ANLAMINDA RUH KAVRAMNIN GEÇTİĞİ AYETLER

Bakara 87- Celâlim hakkı için Musa’ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa’ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu’l-Kudüs ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?

Bakara 253- O işaret olunan resuller yok mu, biz onların bazısını, bazısından üstün kıldık. İçlerinden kimi var ki Allah, kendisiyle konuştu, bazısını da derecelerle daha yükseklere çıkardı. Biz Meryem oğlu İsa’ya da o delilleri verdik ve kendisini Rûhu’l-Kudüs (Cebrail) ile kuvvetlendirdik. Eğer Allah dileseydi, bunların arkasındaki ümmetler, kendilerine o deliller geldikten sonra birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat ihtilâfa düştüler, kimi iman etti, kimi inkâr etti. Yine Allah dileseydi, birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.

Meyem 17- Sonra ailesiyle kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz ona ruhumuzu gönderdik de ona tam bir insan şeklinde göründü

Bu ayetlerde vahyi taşıyan meleğe yani cibrile RUHUL KUDUS =KUTSAL RUH ifadesi kullanılmıştır. Bizlerde aynı ifadeleri kullanırız.

Mesela bir tarih profesörüne, AYAKLI TARİH ifadesini kulllanırız. Aynı şekilde Son peygamber Hz Muhammed’e YÜRÜYEN KUR’AN, AYAKLI KUR’AN dediğimiz gibi

 

VAHYİ TAŞIYAN “CİBRİL” ANLAMINDA RUH KAVRAMI GEÇEN AYETLER

Nebe 38- O gün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân’ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler

Kadr 4- Melekler ve Ruh o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler

Mearic 3- O, derece ve makamlar Allah’tandır. Mearic 4- Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.

Bu ayetteki “ila” (ona) zamiri dil bilim ve gramer kurallarına göre bir önceki kelimeye atfetmek gerekir ki o da önceki ayetteki son kelime olan meariçtir. Dolayısıyla burdaki ona zamirini kalkıpta Allah’a atfetmenin ona mekan isnadı anlamına gelir ki böyle bir düşüncenin tevhide aykırı olduğunu düşünüyoruz

Meariç; miraç kelimesinin çoğuludur. Miracın ise gerçek anlamda ne olduğu kesin olarak bilmek imkansız. Ben mahiyetini sadece Allah’ın bildiği ve meleklere ait derece veya makamlar olduğunu söylemekle yetinmeyi uygun görüyorum. En doğrusunu Allah bilir.

 

RUH KAVRAMININ, VAHİY ANLAMINDA OLDUĞU İLE İLGİLİ AYETLER

İsra 82- Biz Kur’ân’dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır. İsra 83- Biz insana nimet verdiğimiz zaman, Allah’ı anmaktan yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe kapılır. İsra 84- De ki: “Herkes bulunduğu hal ve niyetine göre iş yapar. Bu durumda kimin en doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir. İsra 85! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” İsra 86- Yemin olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bize karşı kendine bir vekil (koruyucu) bulamazsın. İsra 88- Ey Muhammed! De ki: “Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir. “

Ayetler gurubu dikkate alındığında görüldüğü gibi isra 85 teki ruhtan maksat vahiydir. Bulunduğu toplumda insanlara Allahın elçisi olduğunu ve Allahtan vahiy aldığını söyleyen peygambere bir takım insanlar vahyin mahiyeti hakkında sorular sordukları görülmektedir. Onların bu sorusuna ise Allah cevap vermiştir.

ANAHTAR KELİME: ALLAHIN EMRİ, ALLAHIN EMRİ İSE ŞÜPHESİZ VAHİYDİR

İşte Allah’ın sonsuz ve sınırsız ilminden bizlere bildirilen bu az bilgi Kur’an’daki olan kadardır.

Burayı biraz daha açalım. Asırlardan beri resullük taslayan insanlar olagelmiştir. Nitekim günümüzde de böyle insanlar vardır. Örnek olarak Ali İskender Mihr’i gösterebiliriz. Bu sahte resule hiç bir insan gidipte insanın ruhu var mı diye sormaz. Ya neyi sorar?

Sen kendine vahiy geldiğini iddia ediyorsun arkadaş; anlat bakalım bu işin mahiyeti nedir?

İşte aynen bunun gibi kendi içlerinde 40 yıl yaşamış ve onlara göre sıradan biri olan insan olan Hz Muhammed günün birinde aniden Allah’ın resulü olduğunu ve Allah’tan vahiyler aldığını ve bunlara uymazlarsa onlara ahiret azabıyla korkutuyordu. Dolayısıyla bu insanlar Hz Muhammedin bu konuda güvenilir olduğunu tesbit amacıyla vahyin mahiyeti (ruhtan) hakkında sorular soruyorlardı. Yoksa bu kişilerin insanın ruhu var mıdır yok mudur gibi bir dertleri ve sıkıntıları yoktu.

 

RUH KAVRAMININ VAHİY ANLAMINDA KULLLANILDIĞI İLE İLGİLİ DİĞER AYETLER

Mümin 15- O dereceleri yükselten Arş’ın sahibi Allah, o buluşma gününün (kıyametin) dehşetini haber vermek için kullarından dilediği kimseye emrinden Ruh indiriyor.

Nahl 2- Kendi emrinden Ruh ile melekleri, kullarından dilediği peygamberlere indirip şu gerçeği insanlara bildirin, buyuruyor: Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak benden korkun.

Nahl 102 Onlara de ki: “, iman edenlere sebat vermek, müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbin Ruhu katından hak olarak indirdi.

Mücadele 22. Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları bir Ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah’ın hizbidir.

RUHTAN ÜFLEME

Enbiya 91- Irzını koruyan Meryem’e ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu, âlemler için bir mucize kılmıştık.

Hicr 28 Rabbinin meleklere şöyle dediğini hatırla: “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş kokuşmuş çamurdan bir insan yaratacağım.” Hicr 29- Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın. “

Secde 7- Yarattığı her şeyi güzel yaratan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayan O’dur. Secde 8- Sonra da onun soyunu süzülmüş bir özden, değersiz bir sudan yaratmıştır. Secde 9- Sonra onu düzenli bir şekle sokup, ruhundan üfürdü. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. Siz pek az şükrediyorsunuz!

Sad 71- Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım.” Sad 72- “Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın. “

Tahrim 12-Irzını korumuş olan, İmrân kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendi.

RUHTAN ÜFLEME NE ANLAMA GELİR?

Suda boğulmuş bir insana canlılık kazandırmak için, nefes üflenir. Aynı şeklide sıcakların etkisinde bunalan insanlar serin yeller estiğinde, üflediğinde” oh be hayat varmış” derler. Allah’ın ise yarattığı bir varlığa canlılık kazandırması, hayat vermesi için üflemeye, püflemeye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla üfleme ifadesi tamamen mecazidir

Yasin 81- Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kâdirdir. Çünkü o her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir. 82- O’nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.

Enam 73 O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. “Ol!” dediği gün herşey oluverir. O’nun sözü gerçektir. Sur’a üflendiği gün de hükümranlık O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

KUN FEYEKUN

Alllah ol der olur yani vahyeder. İşte Allah’ın ruhundan üfürmesi demek, yarattığı varlığa vahyederek CANLANDIRMASI anlamındadır ki şu ayet açıkça buna delalet etmektedir

Ali İmran 59- Doğrusu Allah katında İsa’nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem’in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona “ol!” dedi, o da oluverdi.

Buraya kadar gördük ki Kur’an’da insanın ruhu olduğuna dair tek bir ayet yoktur. İnsan ölünce ruhu çıkar diyorlar.

Peki, olmayan bir ruh nasıl çıkıyor? Kur’an insanı NEFS olarak tanıtır. İnsan hayata gelmeden nasıl mutlak bir yokluk idi ise ölüm olayında da bir bütün olarak yok olmaktadır. İnsandan çıkan herhangi bir şey yoktur.

İnsan bir bütündür. Bir bütün olarak dünyaya gelmekte ve bir bütün olarak ölüm olayı ile yok olmaktadır. Dolayısıyla insanlar yaratılmadan önce ruhlarını yaratıldığı ve Allah’ın bu bedensiz hayaletlere ruhlar âleminde soru sorduğu “Kalu Bela” ilgili ayetin tamamen Yunan patentli ruh anlayışına göre yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Allah insanları taksit tasit yaratmadığı gibi taksit taksit öldürmesi düşünülemez. Eski Yunan mitolojisine göre insan; beden ve ruhtan meydana gelen bir varlıktır. Ölüm olayında ise beden yok olmakta ruh ise ölümsüz olduğundan başka âlemlerde yaşamına devam etmektedir. Hatta başka bir insanın bedenine girip bu şekilde yaşamına devam edebilmektedir.

 

REENKARNASYON

Bakara 28- Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.

Bu ayeti kerimede Allahu Teala yaratılış öncesini ölüm olarak tarif etmektedir (ve kuntum emvaten) işte ölüm olayı da aynen bunun gibi salt bir yokluktur.

 

Yaratılış ve dirilişle ilgili diğer ayetler

Yasin 78- Yaratılışını unutarak bize bir de örnek fırlattı: “Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?” dedi. 79- De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir. “

Hac 66- Size (ilk defa) hayat veren, sonra öldürecek olan, sonra da yeniden diriltecek olan O’dur. İnsan gerçekten pek nankördür.

Mümin 11- Kâfirler diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı?”

İKİ ÖLÜM VE İKİ DİRİLME

Dünyaya gelmeden önceki durum. 1. inci ölüm

Dünya hayatındaki ölüm. 2. inci ölüm

Dünya hayatına gelme. 1. inci diriliş

Kıyametten sonra dirilme 2. inci diriliş

Peygamberin vefatından kısa bir süre sonra Yunan eserlerinin Arapçaya tercüme edilmiş ve dolayısıyla Yunan mitolojisine ait bu tür inançlar Müslümanlar arasında revaç bulmuş ve halen de bu anlayış toplumun geneli tarafından kabul görmektedir.

Oysaki Kur’an bunların tamamen aksini söylemektedir

Araf 172 Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şahit olduk, dediler.

Allahu Teala’nın bu ayette insanlara yaratılmadan önce kalıpsız ruhlara seslendiği ile ilgili hiç bir işaret yoktur Ademoğullarının bellerinden nesillerin alınması aşağıdaki ayette bildirildiği gibidir

 

Hac 5 Ey insanlar, eğer, tekrar diriltileceğinizden bir şüpheniz varsa size açıkça gösterelim diye sizi topraktan yarattık, sonra spermden, sonra embriyodan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Dilediğimizi adı konmuş bir süreye kadar rahimlerde tutar ve sizi bebek olarak çıkarırız. Sonra siz yetişip, erginlik çağına gelirsiniz. Kiminizin canı alınır, kiminiz de bildiği şeyleri bilmez olsun diye ömrünün en düşkün dönemine ulaştırılır. Yeryüzünü kupkuru görürsün de biz ona su indirince harekete geçer, kabarır ve her çeşit güzel bitkiyi çift çift bitirir ya .

Allah’a verdiğimiz bu misak ise, yani “Kalu Bela” insan doğuştan ve iyiyi ve kötüyü ayırt edebilme çağına ulaştığında gerçekleşmektedir. Her insan yanlışı ve doğruyu anlayabilecek bir özellikte yartılmıştır

“Fe elhemeha fucuraha ve takvaha”

Şems 8 (Nefse) İsyankarlığını ve iyiliğini ilham edenin hakkı için”

Zariyat 56- “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler” diye yarattım.

 

Diğer bir ayette ise şöyle buyurulmaktadır

Rum 30 Öyleyse sen yüzünü bir hanif olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında hiç bir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.

Her insan belli bir yaşa geldiğinde çevresini ve etrafındaki kültürü Allah’ın kendine vermiş olduğu bu özellikten esinlenerek sorgular. Kainattaki bu muhteşem düzeni, yaratılış harikasını idrak ettiğinde, yaratıcısı Allah’ı sanki görüyormuş gibi, bütün benliğiyle KALU “BELA”; “EVET” DER.

Evet, yarabbi sensin herşeyi sonsuz kudretinle yaratan SENSİN SEN DER.

Bir insanın çevresindeki kültürü ve evrendeki Allah’ın ayetlerini sorgulayarak dünya hayatında “Kalu Bela”ya ulaşmasını Hz İbrahim’le ilgili şu ayetlerde dahada net görebilmekteyiz.

Enam 75- Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. 76- Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü:”Rabb’im budur” dedi. Yıldız batınca da:” Ben batanları sevmem” dedi. 77- Ay’ı doğarken gördü: “Rabb’im budur” dedi. O da batınca: “Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum” dedi. 78- Güneş’i doğarken görünce: “Rabb’im budur, bu hepsinden büyük” dedi. O da batınca dedi ki: “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım”. 79- “Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben asla Allah’a ortak koşanlardan değilim“.

İşte dünya hayatında gerçekleşen “Kalu Bela” ve Hz İbrahim’in çevresindeki kültürü sorgulamasıdır.

Enbiya 51- And olsun ki biz daha önce İbrahim’e de rüşdünü vermiştik . Biz onu biliyorduk. 52- O zaman o, babasına ve kavmine: “Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti. 53- Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapar bulduk” dediler. 54- İbrahim: “And olsun ki sizler de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi. 55- Onlar : “Sen bize gerçeği mi getirdin (Sen ciddi mi söylüyorsun), yoksa şaka mı ediyorsun?” dediler. 56- O şöyle dedi: “Hayır Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben de buna şahidlik edenlerdenim. “

İşte dünya hayatında gerçekleşen ”KALU BELA”

Enbiya 57- “Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza elbette bir tuzak kuracağım.” 58- Derken o, bunları parça parça etti. Yalnız kendisine başvursunlar diye onların büyüğünü sağlam bıraktı. 59- (Kavmi) “Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o zalimlerden biridir.” dediler. 60- (Bazıları) “İbrahim denen bir gencin, onları diline doladığını duymuştuk” dediler. 61- “O halde onu insanların gözleri önüne getirin, olur ki (aleyhinde) şahidlik ederler” dediler. 62- (İbrahim gelince ona) “Ey İbrahim! bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler. 63- İbrahim: “Belki onu şu büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun” dedi. 64- Bunun üzerine vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) dediler ki: “Doğrusu siz haksızsınız.” 65- Sonra yine (eski) kafalarına döndüler: “And olsun ki (ey İbrahim!) bunların konuşmayacağını (sen de) bilirsin.” dediler. 66- (İbrahim) dedi: “O halde, Allah’ın yanısıra size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?” 67- “Size de, Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun, siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?”

En koyu ateist bile her ne kadar dilinden söylemese bile kalbinin derinliklerinden Kalu Bela’yı söküp atamaz. Hayatın içinden çıkılmaz gibi görünen problemleri karşısında o kopkoyu materyalist ateist, bakarsınız çözülüverir ve AMAN ALLAHIM diyerek Allah’a sığınıverir.

Yunan kaynaklı ruh ve beden ayırımının getirdiği Kur’ana taban tabana ters olan inançlardan biride ölüm sonrası kabir hayatıdır. Azap veya mükafat.

Kur’anın bu konudaki mesajını anlayamamış ve hadislerle kalpleri körelmiş insanlar bu sakat inancın bıraktığı psikolojik rahatsızlıktan dolayı ölmüş yakınları için Kur’an okurlar. Ne yapsın zavallılar şimdi orda toprağın altında en sevdiği kişi belkide azap görmektedir. Bundan dolayıda belkide bir parça olsun onun azabını hafifiletebilmek için bir şeyler yapmak çabasındadır. Onun için hiç bir şeyden haberi olmayan çürümüş cesetlere Kur’an okurlar.

Kur’an’a göre ölüm sonrası hayat kabirde değil, Kıyametten sonra ahirette olacaktır. Biz yine biz olacağız hem de ta parmak uçlarına kadar eskisi gibi.

Kıyamet 4 Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.

Kuran dışı yanlış bir inanç, sadece inanç boyutunda kalmaz. Mutlaka ve mutlaka günlük yaşama olumsuz bir çok şekilde yansır.

Ruh kavramının ne kadar büyük felaketlere yol açdığına, maddelere halinde değinmek istiyorum.

1-Ruhun ölmeyeceği düşüncesiyle, mahşer günü ayetleri nesh edilmiş ve kabir azabı fikri ortaya atılmıştır.

2-Ölmüş ataların bizi izledikleri fikri çıkmışdır.

3-Adem’e ruh(vahiy) üfledik ayetleri çarpıtılırak insanın ALLAH’IN bir parçası olduğu, “Enel hak” sapkınlığı ortaya atılmıştır.

4-Reenkarnasyon sapkınlığı ortaya atılmıştır.

5-Ruhulkudüs Hristiyanlarda vahiy meleği Cebrail olmakdan çıkartılıp ALLAH’IN ayrı bir ruhu olduğu yani 2. tanrı olduğu iddia edilmiştir.

6-Ruhul kudüsün Meryem’e verdiği İsa da 3. bir tanrı olup teslis inancı ortaya atılmıştır.

7-Ruh çağırma seansları gibi saçmalıklara milyarlarca insan inandırılıp müşrik edilmiştir.

8-Ruh ölmediğinden ölmüş şanlı atalar ilahlaşmıştır. Herkese yardım eden geylani, hızır, vs ortaya çıkmıştır. İnsanların ALLAH’tan başka yardımcıları olduğu yaygınlaşmıştır.

9-Hz Muhammed’in her an bizi izlediği varsayılarak ona selam gönderme şirki ortaya atılımıştır.

10-Şefaat mitolojisi oluşturulmuştur.

11-Kalu bela ruhlar alemi safsataları ortaya atılmıştır.

12-Gavslar kutuplar olduğu dünyayı yöneten fikri ortaya atılmıştır.

13-Ruhlar aleminde evliyalar türemiştir.

14-Ölümsüz bir varlık haline gelen insan kendi kendini ilahlaştırmıştır.

15-Türbelerde mezarlarda hazır ve nazır ilahlar ortaya çıkmıştır.

16-Kuran ayetleri çarpıtılmıştır.

17-Sır kapısı adlı tv programında milyonlarca insan şirke sürüklenmiştir.

18-Piramitler inşa edilmiştir.

19-Binlerce tevhid akidesini bozan mitos-söylence ortaya atılmıştır.

20-Milyarlarca insan şirke sürüklenmiştir.

Velhasıl bu ruh konusunu asla küçümsemeyelim, şirkin her türlüsünün beslendiği kaynak bu inançdır ve inananları kesinlikle şirke götürür.

http://www.hanifdostlar.net/forum_posts.asp?TID=117

posted in RUH-BEDEN | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bireyden Cemaatleşmeye Geçiş: Âile Hayatı

Aile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. Aile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Aile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi sosyal hayata, cemaatleşmeye hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedâkâr lık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.

Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır. Ailelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâ mî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması evlilikle başlayan aile hayatıdır. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, öğretmenliği ve cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir.    

İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur’ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz. 

Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, aile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. “İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah’ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır.” (30/Rûm, 21). “Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim.” (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)

İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine yardımcı olunmasını da öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz, bülûğ yaşını aşmış ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin hükümlerini öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva kurmalarını ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl yolda tatmin olacaktır. Bugün batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik kurumunun, çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler 20 yaş civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta evlenmek isteyen bazı müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla kaplı engelleri aşıp kolay yolla yuva kuramıyorlar. Böylece ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.

Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları süslemesi, kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve mânevî nice hastalıkların artmasına sebep teşkil ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık parası, bir ev dolusu gerekli gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla (yeni lira olarak binlerle) ifade edilen düğün ve eğlence masrafları gibi İslâm’ın reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına engel oluyor. Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır. İslâm, şer’î bir mâze ret olmaksızın evlenmekten kaçınmayı ve yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah saymıştır. İslâm, evliliği övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî olmayan bir şekilde gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Aile hayatı, korunmak isteyen mü’minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm’ın bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim, her konuda olduğu gibi aile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz (s.a.s.) gençlere şu tavsiyede bulunuyor: “Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun.” (Buhâri, Savm 10)  

“Allah’ın emri, Peygamber’in kavli-sünneti” diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve aileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine uygun olmalıdır. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min erkek ve mü’mine hanıma o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

Nikâh, bir ibâdettir.  Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır. Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah’ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir. Eş seçerken, çeyiz ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan kaçınıp farzlara riâyette… imanını ispat edecektir mü’min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi sebebiyle de nikâh  gidecek, eşler birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü’min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü’min kalmak, müslüman olarak ölmek, bizim gibi İslâm’ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.

Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda  özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü’minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, aile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına, devletine… karışmayan bir Allah’a inanmak, kişiyi mü’min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya; dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah’a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil’ler de inanıyordu. 

Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım şiarları-sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları, gelenek ve görenekleri, artist, şarkıcı ve futbolcuları, liderleri, efendileri, parti ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler uğruna büyük fedâ kârlıklarda bulundukları, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir.  Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın dinine tümüyle zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri  gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik değil de; mü’min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.

Aile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur’an’ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin nikâhla, talâkla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider.         

Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurur:  “Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır.” (24/Nûr, 26). Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz, stressiz, birbirine bağlı, huzurlu yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. “İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik/ putperest bir kadından imanlı bir câriye/köle kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin.” (2/Bakara, 221). “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez…” (24/Nûr, 3). Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâ mussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil;  bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişe ve nâmussuzdur. Kızda aranan iman ve edep/nâmus, damat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.  

Allah, ilk insan Âdem (a.s.)’i topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır (4/Nisâ, 1). Havvâ’sız Âdem eksiktir; Âdem’siz Havvâ’nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. “Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz.” (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A’râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.

Gözlerin benzerini görmediği, gönüllerin hayal bile edemediği ırmaklara, köşklere, her çeşit rızıklara sahip olan cennette bile Hz. Âdem, Havvâ vâlidemizle huzur buluyor; Havvâ annemiz de Hz. Âdem’de mutluluğu yakalıyor. Rûm suresi 21. âyeti böylece tecellî ediyor. İkisinin huzurundan rahatsız olan şeytan, onların çıplak olması için bütün planlarını kuruyor ve cennetten çıkarılmalarına sebep oluyor. Ama Hz. Âdem’le Havvâ anamız bu dünya evinde birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulunuyorlar, örtünüyorlar ve Allah da onları affediyor. “Ey Adem oğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın.” (7/A’râf, 27)      

İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip’te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve  cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor.

 

Çocuk: Cennet Kokusu, veya…

Aile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önem lidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslam’da evlenmenin, ailenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Ailenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir, fitnedir.

Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah’ın bu narin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve aileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, ailenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne ve baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevabına nâil olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alırlar, sevâbına ortak olur. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilir. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (66/Tahrîm, 6). “Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitnedir/sınavdır.” (64/Teğâbün, 15). Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.” (Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.   

Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir” diyor.

İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. “Allahu Ekber = En büyük Allah’tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin “en büyük benim” sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenâze namazında yine Allahu Ekber’le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda  en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsi (hatta müşrik) yapar.” (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25)  buyuruyor.  “Müslüman yapar” demiyor. Çünkü çocuk zaten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Biz, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ailede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı  müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

İslam’da çocuk sahibi olmak, büyük sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâmiyet, bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Ailenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakım ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk alanına girmektedir (Bkz. Buhârî, Rikak 17; Müslim, İmâre 5). Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu, onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır. Çocuğun ana baba üzerindeki hakları, bir başka deyişle ana ve babanın görevlerinin başlıcaları şunlardır: Güzel isim, müslümana yakışır terbiye, kardeşleri arasında eşit muâmele ve evlendirme. 

Bunların yanında, unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Ço cuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158). Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir (20/Tâhâ, 132). Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri (Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182) bu konuda başta anne ve babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve iknâ gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.            

 Aile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. “Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız.” (2/Bakara, 187). Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helâl yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. “İyilikte ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.” (5/Mâide, 2)

Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur’ân-ı Kerim’de “ibâdet” olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gâyenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.

Ailenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine im kân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, aile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saâdet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü’min kadın ve erkeklerin bir arada ailece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.

Ailenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.

Kadının En Saygın, En Mübarek Konumu; Annelik: Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde “bir” iken; annenin hakkı “üç”tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâ dını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz. Öyleyse, haydi evlerimizi kurs, mektep, okul ve mescid yapmaya! (Ahmed Kalkan)

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1476&k=57

posted in SALİH AMEL | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Mutluluğa ve Ahirete Yatırımın Diğer Adı: İnfak

Para, madde, eşya insanı yöneten efendi olmuş, insana hizmet etmesi gereken bunlar, insanı kendisine kul köle yapmış. Çağdaş insan bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor, bunlar için âhiretini ve huzurunu mahvediyor. Bunlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Taksitlere, ay sonuna kafayı takan modern insan, dünyada varoluş gâyesini düşünemiyor; para kazanma koşturmacasından ibâdete, okumaya, düşünceye sıra gelmiyor. 

Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı  parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam denilen şeytanî câzibe; aslında dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış ve büyük pişmanlık demek. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lügatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin ve basit arzuların hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar. Dünyevîleşmiş çağdaş insan tipinin dini ekonomi, imanı para, kitabı çek koçanı, mâbedi bankadır artık.
 İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır… Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez.

En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor, insanın kendisi tükeniyor. Bunca varlık içinde şükretmiyor, şikâyetten sadistçe zevk alıyor. Dünyayı yakalamak için hayat boyu kovalamaca oynayıp koşturan insan, helâkı ve dehşetli kıyâmeti yaşadığının farkına varmıyor. Tuvalete yaptığı yatırım kadar âhirete, Cennet köşklerine yatırım yapamadan ölüp gidiyor.
 Bütün bu ve benzer problemlerin tek çözümü var: İnfak. Ne-fe-ka kökünden türeyen infak kelimesi; lügat olarak tükenmek, azalmak anlamlarına gelir. “Nafaka”; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfak ise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak, tüketmek demektir. Allah yolunda harcamaya infak denir. Terim olarak infak: Gerek akrabalardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak onların geçimini sağlamak, Allah için her çeşit hayır yapmak demektir.

“İnfak”; malın elden çıkarılması, harcanması ve sarfedilmesi demektir. İnfakın farz, vâcip, mendup kısımları vardır. Zekât ve diğer sadakaları içerdiği gibi, gerekli yerlere ve uygun tarzda Allah için yapılmış her türlü bağış, yardım ve hayırları, kendi ailesine ve yakınlarına yardım gibi bütün mal ile yapılan ibâdetleri de içine alır. İnfak, mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirilir. İlim öğretme ve benzeri mânevî şeyleri, davranış biçimlerini de kapsar. Genelde infak; mü’minin kendisinde mevcut her nimeti başkalarına yansıtması, başkalarını o nimetlerden yararlandırması demektir. İnfak; paradan, maldan olduğu gibi, ilimden, güzel sözden, güler yüzden de olur. Ayrıca sağlığın, saâdetin, gençliğin de infakı vardır. Ve infak, farz olan cihadın bir şûbesidir. “Sana infak’ı (Allah yolunda ne harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: ‘Verdiğiniz hayır, anababa, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak Allah bilir.” (2/Bakara, 215)

İnfak, Allah’a ibâdetin öyle bir parçasıdır ki, onsuz din olmaz. Bir insanın gönlünde yaktığı iman ışığının devamı, ancak namaz-infak ikilisiyle yürür. Cömertliğin göstergesi olan “infak” kavramı, Kur’anda türevleriyle birlikte 73 yerde geçmektedir. Muaz bin Cebel ile Sa’lebe, Hz. Peygamber’e “kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım?” diye sorduklarında, şu âyet inmişti: “Sana hangi şeyi infak edeceklerini, nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı verin.” (2/Bakara, 219). Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu âyete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı (S. Buhâri, Tecrîdi Sarih Terc. 11/ 371). Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde varlıklı mü’minlere “Allah yolunda infak” emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.

Verilen maddî bir varlığın infak olabilmesi için her şeyden önce onun Allah rızâsı için verilmesi gerekmektedir. Cömertlik vasfının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (59/Haşr, 5; 57/Hadîd, 1118; 5/Mâide, 13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfat beklenilmemesi (76/İnsan, 8l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (2/Bakara, 263264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (3/Âl-i İmrân, 92) şarttır.

Kur’ân-ı Kerîm’de cömertlik, cihad ile aynı seviyede tutulmakta; Allah’ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir (2/Bakara, 254). Cömertliğin, kıyâmet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir (2/Bakara, 222). Cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ’ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir (2/Bakara, 244; 5/Mâide, 13; 57/Hadîd, 11).

Kalpler Allah yolunda infak ile, cömertçe davranış sâyesinde temizlenir (bk. 92/Leyl,1720). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de; “Serveti de düşkünce seviyorsunuz.” (89/Fecr, 20) buyurulur. İşte bu sevgi ile insan, “ben bu malı sarf edersem bana bir şey kalmaz” korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder.” (2/Bakara, 268). Oysa ki Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre, “mal ve servet insan için bir imtihandır.” (39/Zümer, 49-52). Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertçe Allah yolunda infak etmektir (64/Teğâbün,1517).

İnfak, mutluluğun merdivenidir. Alan kimse, nimetlerden geçici ve sınırlı bir şekilde yararlanırken; veren mü’minin haz zı kısa sürede sona ermez. Mü’min kalp, mal ile değil; iman ile mutmain olur. Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendisi hiçbir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah’a aittir. Öyle ise Allah’a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızası için malını infak etmekten çekinmez.

 İnfakın Faydaları, Hikmetleri

 Namaz ve oruç, bireysel ve kişisel gelişme ve yükselişe; infak ise, ferdî cimrilik, bencillik gibi kötü huylardan arındırma yanında, toplumsal bünyeye girmiş zararlı mikroplardan arınmaya, toplumsal bünyenin sağlıklı bir şekilde serpilip büyümesine, gelişmesine hizmet eder. Bakara sûresinin girişinde (2/3) Kur’ân’ın hidâyet vereceği muttakîlerin özellikleri anlatılırken imandan sonra iki amele vurgu yapılır: Namaz ve Allah’ın verdiği rızıktan infak. Namaz, kişinin Allah’a karşı görevlerini belirten bir başörnek, infak da topluma karşı vazifelerin prototipi ve simgesidir. İnfak, toplumsal ibâdettir. “Onların mallarından sadaka al. Onunla kendilerini temizlemiş ve tezkiye etmiş olursun.” (9/Tevbe, 113). Temizleme ve tezkiye; bu iki kelime, zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme ve arınmasını içine almaktadır. İnfak eden, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır.

İnfak, Allah’ın verdiği nimetlere, özellikle mal ve para cinsinden maddî nimetlere şükürdür. Bu anlayışla infak eden mü’ min, her nimetin, mesela sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin de o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.

Her türlü infak, malı ve malın bereketini artırır. Yoksul zümrelerin eline geçen para, her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini arttırır. İnfak sâyesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. İslâm kardeşliği de bu yollarla hayata geçer.

Mü’min, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Her çeşit malı ve nimetleri, asıl kaynağı olan Allah’a nisbet eder. İnfakın emredildiği âyetlerde geçen “Onlara rızık olarak verdiklerimizden…” (2/Bakara, 3) ifadesi mü’minin  özel mülk ve gerçek mâlik anlayışını düzenler. Böylece infak eylemi, dağıttığı şeylerin kendi özel malı olmadığını, kendi özel mülkiyetinden tasarrufta bulunmadığını hatırlatarak onun bağış bencilliğini kırar. Mü’minlerin tüm yaptıkları, Allah’ın verdiği rızıktan infak etmektir. Bir postacıdır, bir veznedardır, bir emanetçidir mü’min. Bu telkin, asıl verenin, asıl sahip olanın Allah olduğunu hatırlatır. Böylece mü’min, Allah’ın kendisine verdiği rızıklardan sorumlu olduğunu anlar. Mü’min, malını (kendisine emânet ve sınav olarak verilen nimetleri) dilediği şekilde özgürce harcayamaz.

İnfak, paranın, mal ve mülkün gerçek sahibini hatırlatır ve kişinin emânet ve imtihan bilincini güçlendirir. Mü’min, canını yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O’nun yolunda mal ve canıyla cihad eder. Mülk Allah’ın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, mü’min için en makul bir olay olarak değerlendirilir.

İnfak, zekât ve her türlü cömertlik, kişiyi maddeperestlikten korur; kalpteki dünya sevgisine karşı bir ilâç olur. İnfak, insanı özgürlüğe kavuşturur; mala bağlanmak, ona boyun eğerek esir olmak ve paraya tapmak zilletinden kurtarıp hürriyete eriştirir. Allah’tan başkasına kulluğu sonuçlandıran paraya tapmak gibi öldürücü zehirden Peygamberimiz şöyle sakındırır: “Altın ile gümüşe (paraya) tapanlarla kadifeye (lüks yaşayışa) tapanlar helâk olmuştur.” (Buhârî, Kitabü’lCihad; İbn Mâce, K. Zühd). Burada kadifeden maksat, giyim-kuşam ve evlerin tefrişindeki/döşemesindeki aşırılıktır.
 İnfak ve cömertlik ihtiras zincirini kırar, insanı hırstan korur, nefsin hastalıklarını tedâvi eder. Hırs, insanı aşırı mal kazanmaya ve dünya için daha çok çalışmaya iter. Ölüm gelmeden bunun sonu da gelmez. İşte İslâm, bu sonu gelmeyen ihtiras kısır döngüsüne kesilecek bir nokta, insanın kurtulacağı bir fren vermiştir; o da infaktır.
 İnfak, isrâf ve lüks gibi şeytanî eğilimleri azaltır. İnfak kalbin katılaşmasını önler; kalbe sevinç, mutluluk ve huzur verir. İnfak insanlara şefkat ve merhameti arttırır, dost kazanmaya sebep olur. İnfak, insanı bir şeye muhtaç olup onsuz olamama tiryakiliğinden kurtarır; Allah’tan başkasına ihtiyaç duymama faziletine yükseltir. İnfak, insanların sevgi ve muhabbetini kazandırır. Zenginle fakir arasında kin, nefret ve kıskançlığı gidererek, birbirlerine sevgi bağı oluşturur.

Allah için infak, malı ebedîleştirir; yok olmayacak cennet nimetlerine dönüştürür. Yatırımı en kârlı yere ve kaybolmayacak şeye yapmak, en kârlı ticarettir. Kur’ân-ı Kerim, “ticâret” kavramını, bildiğimiz alışveriş anlamında kullandığı gibi, aynı zamanda Allah’la yapılacak mânevî ticâret için de kullanır. Allah Teâlâ, zâten kendisinin verdiği, dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği emâneti olan mal ve mülkü (3/Âl-i İmrân, 26), nefsi/canı Cennet karşılığında mü’min kullarından satın almak ister. Bu ticâret, hem insanın Allah’la ilişkisi yönüyle çok büyük şeref, hem de büyük bir ihsandır; çok kârlı bir ticârettir.    

İnfak malı çoğaltır, bereketini arttırır. “Allah, fâize verilen malı noksanlaştırır; sadakaları, zekâtı verilen malı ise çoğaltır.” (2/Bakara, 276). İnfak, malı âfetlerden, kişiyi belâlardan korur. Fakirin kıskançlık duygusunu körletir. İnfak, zenginin şahsiyetini geliştirir, müslümanı mal fitnesinden korur, ruh ile beden arasında bir denge sağlar. Müslümanı mâlî disipline sokar. Cömertlik, toplumun ruhî değerlerini takviye eder.

 

İnfakın Sosyal Hayattaki Yeri ve Toplumsal Hikmetleri

İnfak, fakirzengin uçurumunu önler, orta sınıf oluşturur. Dilencilik ve başa kakma gibi onur kırıcı davranışlardan insanları korur. Kapkaççılık, hırsızlık, soygun, terör gibi  olaylara giden yolu tıkar. Toplumu etkileyen ahlâksızlıkların bir kısmı açlık belâsı yüzündendir. Karnı aç olan bir insan, hele imanı da sağlam değilse, her suçu işleyebilir. Günümüzdeki suçların artışında ekonomik problemlerin yeri hayli önemlidir.
 İnfak, kapitalizmin bencilliğinden, komünizmin zulmünden sakındırır. Allah için yapılan infak; kapitalizme, sömürüye, fakirin daha fakirleşeceği düzenlere son verir, komünizm ve sosyalizme giden yolu tıkar.

İnfak ve zekât, sosyal dayanışma ve sosyal güvenlik sigortasıdır. İnfakla, sosyal çatışma problemlerine giden yol tıkanacaktır. İnfakla, evlenmeye güç yetiremeyen bekârların evlendirilerek fuhuş ve cinsel ahlâksızlığın önü tıkanacaktır.
 İnfakla, fakirlik ve işsizlik problemi en aza indirilecek, günümüzde olduğu gibi geçim derdi problemlerin ilk sırasını almayacaktır. İnfakla, iktisâdî hayat canlanacak, aynı şekilde toplumun rûhî, mânevî değerleri de yeniden ihyâ edilecektir. 
 İnfak sâyesinde insan, yarınım ne olacak kaygısını taşımayacak, ihtiyarlığı ve muhtaç olacağı zaman için para biriktirme mecbûriyeti bile hissetmeyecektir. İnfakla, doğal âfetlerin (deprem, sel, salgın hastalık vb.) açtığı yaralar sarılacaktır. Bakıma muhtaç insanların huzur içinde hayatlarını geçirmeleri sağlanacaktır.

İnfakta İslâm’ı yaymak ve kelimetullah’ı yüceltmek vardır. İnfak açısından unutulmaması gereken bir husus şudur: İnsanların midesini doyurmaktan daha önemlisi; onların gönüllerini imanla, zihinlerini ilimle doyurmaya çalışmaktır. Bu da infakı cihad ve ilim hedefine çevirmekle olur. İslâm’ın toplum plânında yayılıp hâkim olması için cihad dediğimiz fedâkârlık şarttır. Zengin, malı ile bu cihada katılmak zorundadır. İster yakın çevrede, ister ülke içinde, isterse tüm dünyada İslâm’ın kitlelere ulaştırılması için, fitne ve zulmün kaldırılmaya çalışılarak tüm beşerî zulüm düzenlerinin insanları perişan etmesine karşı Allah için yapılacak maddî fedâkârlık, önemli bir cihad aracıdır. İnfak İslâm’ı insanlara ulaştırma ve sevdirme aracıdır. O yüzden zekât verilecek sınıflardan biri Allah yolunda cihad edenler, biri de kalpleri İslâm’a ısındırılacak müellefei kulûbdur (9/Tevbe, 60).  

İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise infak köprüsü kurarak dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimizin hevâsı veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat, veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Bunlardan birini seçmemiz gerekiyor. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!               

Ne mutlu tüm mülkün ve malın Allah’a ait olduğunu, kendisinin emânetçi olduğunu unutmayıp, parayla imtihanı kazanıp Allah’la alışveriş yapanlara! Yazıklar olsun paranın kulu olan cepleri paralandıkça gönülleri de paralananlara! “Param, param!” diye param parça olanlara! (Ahmed Kalkan)

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1321&k=52

posted in ZEKAT | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Sanat Dallarına Bakış Açımız

“De ki: ‘Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) güzel sanat yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (18/Kehf, 103-104)

Sanatı ve sanat kabul edilenleri değişik biçimde tasnif etmek, farklı bölümlerde incelemek mümkündür. Güzel sanatlar, zanaatlar, göze hitap eden sanatlar, kulağa hitap edenler, fonetik sanatlar, plastik sanatlar, el sanatları, süsleme sanatları, halk sanatları, grafik sanatlar, tatbiki güzel sanatlar gibi.

Batıda mimarlık, heykeltıraşlık, resim, müzik ve edebiyat sanatın ana dalları; diğer türler bunların birer kolu kabul edilir.

Müslümanlara göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır kanaatindeyiz. Kur’an ve Sünnet’in hem edebiyat şaheserleri olmaları, hem edebiyatı, yani güzel sözü teşvik ve tavsiye etmeleri, hem de dinin tebliğine en müsâit sanat dalları olmaları hasebiyle şiir, hikâye, hiciv, edebî sanatlar ve her türlü dallarıyla edebiyat. Sonra mimarî, süsleme sanatları. Tabii ki hat, kıraat, tezhip, ebru…

Resim, müzik, tiyatro ve sinema çok sıkı kayıt ve şartlarla kabul edilebilecek dallar (Bu sanat dallarının aslının kötü olduğundan değil; özellikle günümüzde çok çeşitli haram ve hatta küfürlere bulaşmasından dolayı bu sanatlara biraz soğuk bakıyor, sıcak ortamları bekliyoruz). Heykelin özellikle soyut olanı, resmin daha çok minyatür ve karikatür şeklinde ya da figür halinde tezâhürü, zanaat denilen el sanatlarının hemen her çeşidi. Ölçü belli: Allah’ın hudûdu.

Put amaçlı veya tâğutların putlaştırılmasına hizmet eden insan ve hayvan figürlerine âit heykellerin ve dans, bale gibi etkinliklerin sanat kabul edilmesi bizim açımızdan mümkün değil. Herhangi bir şirke, küfre veya harama âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah’a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah’tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.
   Sanat deyince dejenere edilip yozlaşmış toplumun aklına gelen iki şeyden biri müzik. Müziğin helâl ve haram türleri var. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yere ve icrâ edildiği maksada göre de hükmü değişir. Haddi aşmadığı ve herhangi bir günaha sebep olmadığı takdirde çoğu âlimlerce mubah görülen müziğin günümüzdeki durumu dikkate alınmadan değerlendirme yanlış olur. Günümüzde müziğin içkili gazinolarda, fısk u fücuru ihtivâ eden, haramla birleşerek icrâ olunan, hayvanî duyguları öne çıkaran, cinsiyet ve seksin ön planda olduğu, şarkı sözlerinin çoğunun İslâmî edep ve hayâyâ ters düşmesi bir yana, küfür lafızlarını da içermesi değerlendirilince (böyle bir müziğe) mubah damgasını vurmak mümkün değildir. Vakit israfı, para israfı, sayılanların yanında daha küçük problem. Bu problemlerin hiçbiri yoksa, salt olarak müzik, insanı şeytanî düşüncelere yaklaştırmıyor ve müslümanlığını unutturmuyorsa o takdirde helâl denilebilir. Günümüzde adına yanlış olarak dinî mûsikî denilen ilâhî, marş ve ezgileri, yeşil pop denilen parçaları buna örnek verebiliriz.

Sinema için de benzer şeyler söyleyebilir, aynı hükümleri tekrarlayabiliriz. Hep kadın ve çıplaklık, gayri meşrû ilişkiler, sevgililer, kâfirlerin câhilî hayatlarının reklamı… Türk filmleri de Batı hayatının ve Batı filmlerinin hem de çok kötü birer taklidi. Konular bizim insanımıza tümüyle ters olduğu halde, izleye izleye insanımızın hayatı da film oldu. Bugünkü ortamda sinemaya gitmeyene, film seyretmeyene tavsiye edilecek, onu filme alıştıracak, yani içinde hiçbir çirkin ve haram unsur bulunmayan bir film var mı, bilmiyorum. Bana sorarsanız, bugünkü şartlarla (tevhidî ve Peygamberî) tebliğe pek müsâit görünmüyor sinema. Çünkü çözümü bugünkü şartlarla çok zor olan onlarca problemi var sinemanın. Meselâ bayan eleman, yani aktrist problemi var. Oyuncu kızcağızın kıyafetinden zarâfetine dişiliğinin ortaya çıkmaması nasıl mümkün olacak? “Bâtılı tasvir, saf zihinleri saptırır.” Müşrik veya günahkârları, kötüleri tasvir etmeyen, onların çirkefliklerini gözler önüne sermeyen film biliyor musunuz? Bu rolleri müslümanın mı, bir başkasının mı oynayacağından ve “nasıl”ından tutun, elfâz-ı küfrü ve ef’âl-i küfrü rol icabı da olsa söyleyip yapmaları… Bunların ibret alınabileceği kadar bazıları açısından kötü örnek de teşkil etmesi, bazılarını olumsuz yönde etkilemesi gibi birçok sakıncalar. Oyuncu, senaryo yazarı, yönetmen ve diğer teknik elemanların gerçek anlamda müslüman, hele dâvâ adamı olup olmamaları; olaya tüccarca mı, sanatçı olarak mı, yoksa tâvizsiz dâvâ adamı olarak mı baktıkları, bunların genel olarak İslâm’ı, Kur’an’ı ve yaptıkları işle alâkalı teferruatlı hükümleri ne oranda bildikleri, yaşadıkları değerlendirilmeli. Bütün bu problemlerin aşılması için ortam, bağımsız ve helâl finansman temini, hangi televizyonda veya hangi salonlarda oynanabileceği, rejimin sansür kurumlarını nasıl geçeceği… Film seyretmeyeni sinemaya alıştırma tehlikesi, muayyen/belirli bir şahsın taklidinin hükmü, hayalde büyük yeri olan bir zâtın veya bir peygamberin basit bir artist tarafından canlandırılması (ne demek canlandırma?), yani rol olarak taklidi. Sözgelimi gençlere Hz. Hamza dediğinizde akıllarına Yunan asıllı Amerikalı kâfir Anthony Quinn geliyor; Züleyha denilince Fatma Girik vb.

Bütün bu problemler aşılsın, ortaya gerçekten ve her şeyiyle müslümanca bir film konulsun, sonra konuşalım hükmünü.

Tiyatro için de aşağı yukarı aynı problemler sözkonusu. Hükmü de benzer.

Peki, öyleyse bunlardan İslâm adına yararlanmayalım mı? Yararlanma yollarını arayalım, ama nasıl? Din, “ille yararlanın, haram veya büyük günahlar önemli değil!” diyorsa, tamam. Haramlarla İslâm’ a hizmet ve tebliğ olmayacağını, alkolle abdest alınmayacağını bilelim. Şu anda öncelikle ilimle mi, filmle mi uğraşmalıyız, din bizden ne bekliyor, bu ortam içinde tekrar değerlendirelim. Dünyaya hizmet için değil; kulluk için geldiğimizi hesap edelim. Kulluğun içine ne kadar hizmet giriyorsa, yani yaptığımızın ne kadarı ibâdet ise, ancak o kadarını yaratılış amacımız, diğerlerinin ise nefsin aldatmacası, şeytanın sağdan yaklaşarak bizi kandırması olarak düşünelim. Biz böyle düşünüyoruz. Olaya başka açılardan bakanların delillerini ve güzel örnek olarak ortaya koydukları şeyleri tartışmaya hazırız ve önyargılı olmadığımızın bilinmesini istiyoruz.
   Edebiyata gelince… Haramlara ve küfre vâsıta olması, günahkâr yalancılar elinde şeytanî ilhamlarla küfre hizmet edilmesi Kur’an’ın dikkatleri çektiği büyük günah. İslâm için kullanılması ise Kâ’b bin Züheyr için olduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e cübbesini çıkartıp ikram ettirecek ölçüde teşvike şâyân.

Müslüman açısından sanatlar içinde ilk sırada sayılabilir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında, hitâbet ve edebiyatta söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, “İnsanlara güzel söyleyin” (2/Bakara, 83) emrine uyulmasıdır bu.

Kur’an, müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına rağmen, bundan çok az yararlanılmıştır.

Sadece müslümanlara has orijinal sanatlar daha çok Kur’an’la direkt ilgili sanatlardır. Hat sanatı bunlardan biridir. Yasaklanan put amaçlı canlı resimlerine karşı, yazıdan tablo gibi resim yapar müslüman sanatçı. Hem tebliğdir hüsn-i hat, hem süs. Tabii, Kur’an harflerine ve bu harflerle oluşan eserlere yabancı şimdiki insana ne oranda tebliğdir, hatta güzel ve sanat eseri gibi geliyordur, orası ayrı bir kanayan yara. 

Kur’ân-ı Kerim tilâveti, müslümanlara has orijinal sanatlardan bir diğeridir. Rasûlullah (s.a.s.)’ın ” Kur’an’ı seslerinizle süsleyiniz.” (Buhârî, Müslim) emri ve teşviki, bu sanatın gelişmesine en büyük etken olmuştur.

Hayber’in fethi sırasında bir sahâbî, nağme ile şiir (ilâhî-ezgi) okumaya başlayınca Rasûlullah (s.a.s.) ona duâda bulunmuşlardı (Buhârî, Müslim). Ezanı güzel sesli ashâbına okuturlardı. Güzel sesli bazı sahâbîden Kur’an dinlerlerdi. Dinin bu teşviki hoş sadâ ile Kur’an tilâvetinin, makamla ezanın ve meşrû müziğin gelişmesi açısından büyük rol oynamıştır.

“Güzel sesin ne önemi var, okunan Kur’an’ın mesajı yeterli” diyemezsiniz. Güzel ses, mesajın etkisini arttırır. Bir divan şâirinin “Bozulmaz mâni-i Kur’an, olursa bed sadâ hâfız” demesine nazîre yaparak Bağdat’lı Rûhî şöyle cevap veriyordu: “Uçar te’sîr-i Kur’an olursa bed sadâ hâfız.” (Yani, bir şâirin, “Hâfızın sesi kötü olursa, Kur’an’ın mânâsı bozulmaz” demesi üzerine şâir Rûhî: “Hâfızın sesi kötü olursa, Kur’an’ın etkisi uçup gider.” Yani “Kur’an’ın tefsiri değilse de tesiri bozulur” diye cevaplamıştır.) 

Resim ve heykele gelince… Canlı resmi, özellikle insan figürü resimde müslümanların tarihi boyunca soğuk karşılanmış. Özellikle heykel için bu soğukluk, haram ve put hükmü verilerek yasaklık yönüyle daha ileri boyutta algılanmıştır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasaklanması için diğer hikmetleri kabul edilir.

Ama, klasik değerlendirmelerin aksine, Kur’an’dan yola çıkarak put özelliği taşımayan resim ve heykellerin câiz olacağı görüşünü benimsemek daha doğru olur diyebiliriz. Çünkü;

İbrâhim (a.s.) döneminde, put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini ister. Vahyin emriyle bütün peygamberler ve muvahhid mü’minler, put-heykellerle mücâdele etmek zorunluluğunu hissetmiştir. “İbrâhim babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti.” (21/Enbiyâ, 52). Ve heykellere tapınma şeklinde saygı duyanlara şöyle haykırır: “Yuh olsun size ve Allah’ın dışında tapmakta olduklarınıza (put heykellere), siz aklınızı hiç kullanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67). Elbette, yaşadığı dönemde yine put görevi üstlenip saygı duyulan heykellere Hz. Muhammed (s.a.s.), kendisi gibi tevhid önderi olan putkıran dedesi İbrâhim Peygamber gibi onları yeryüzünden kaldırmak için savaşları göze almış, her türlü mücadeleyi yaparak putları devirmiştir. Bununla birlikte, Kur’ân-ı Kerim, Süleyman (a.s.) döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakar, eleştirmez (bkz. 34/Sebe’, 13). Biricik önderimiz Peygamberimiz’in de Hz. Âişe’nin küçük yaşlarda iken oyuncak olarak oynadığı kanatlı at heykeli gibi put özelliği taşımayan ve saygın konumda bulunmayan eserlere hiçbir yasak koymadığını değerlendirebiliriz. Ölçüyü şu şekilde güncelleştirebiliriz: Saygı duyulup putlaştırılan heykelleri ve hatta resim ve fotoğrafları bırakın sanat eseri olarak kabul etmeyi, kişiyi dinden çıkarıp müşrik yapan bir araç, put olduğu için çok çirkin ve yıkılıp yok edilesi bir nesne olarak görmek zorundadır muvahhid müslümanlar. Fakat, hiçbir put özelliği taşımayan ve salt sanat eseri kabul edilen ve başka haramlara da yol açmayan, tâğut ve küfür önderlerini de çağrıştırmayan fotoğraf, resim ve hatta heykellere Kur’an ve Sünnet, haram hükmünü koymaz (Bu konuyla ilgili olarak gerekiyorsa, İslâm’da Helâl ve Haram konusunu işleyen kitaplara ve “put” kavramına bakınız). Ama bir harama sebep oluyorsa hükmünün haram, bir şirke sebep oluyorsa hükmünün şirk olacağı da unutulmamalıdır.   

İslâm’da canlı resim ve heykellerin müslümanların tarihi boyunca tümden yasak kabul edilmesinin, bazı iddiâların aksine, sanat için çok olumlu etkileri de olmuştur. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ bir âmânın hâfızası ve hassâsiyeti normal insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer sahalarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatındaki müslüman sanatçının başarıları bunun delilidir. Resim ve heykelin soyut olanına İslâm’ın yasak koyduğunu zaten hiçbir kimse iddia etmez. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen için soyut resim ve heykelin kapıları tarihten bu yana ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Meselâ Allah’ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan ve canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.

Sanat konusunda çok az yasak vardır. Yeme-içme konusundaki birkaç yasak gibi. Geniş olan alan, meşrû olan alandır. Yasakların çoğu putçuluk, seks, fitne, fesat, israf gibi, sanatın aslına âit olmayan unsurlardır ki, şeytanın süsleyip güzel gösterdiği ârızî dış etkenlerle ilgilidir. Bunlar sanatla birlikte olmasa da yasak olan inanç ve ahlâk dışı çirkinliklerdir. Müslüman sanatkârın önünde, kabiliyetini gösterebileceği çok geniş saha vardır. Ancak, oynamasını bilmeyen gelin “yenim dar, yerim dar” der.
“Müslümanım” diyen sanatçı, Kur’ an’a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur’ an’dadır… (Ahmed Kalkan)

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1749&k=65

posted in SANAT | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. MUHAMMED  

Evrenin ve tüm varlıkların yaratıcısı Yüce Allah, yaratılanları başıboş, sahipsiz ve kılavuzsuz bırakmamış, yaşam öykülerini ilâhî bir sisteme bağlamıştır. İnsanlara da peygamberler vasıtasıyla yasa larını bildirerek onları aydınlatmaktadır. Elçilerin sonuncusu Hz. Muhammed, ilk gönderilen ilâhî kitap Tevrat ve İncil’i tasdik etmek ve bazı yeni hükümler ilâvesiyle Kur’an’ı Kerim’i tebliğ etmek üzere insanlara gönderilmiş evrensel bir peygamberdi. O yalnız bir öğretici değil, insanlığın en mükemmel temsilcisi olmuştu. Gerçek ahlâkını, sözlerini, ibadetlerini, insanlarla olan ilişkisini esas almak, Allah Sevgisi’ne de kavuşmak demekti. Ali İmran 3/31: «Resulüm de ki : Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…»

Mekke’de doğan Hz.Muhammed 40 yaşında iken peygamber oldu ve hayatının sonuna kadar 23 yıl bu görevi devam etti. 13 yıl Mekke’de, 10 yıl da Medine’de yaşadıktan sonra 63 yaşında iken bu dünyadan ayrılmıştı. Kabri Medine’de bulunmaktadır.

 

ÇOCUKLUK, GENÇLİK VE EVLİLİK DÖNEMİ

Doğumu
Yüce Allah’ın son elçisi Hz.Peygamber, 20 Nisan 571 yılında Mekke’de dünyaya geldi. Babası Abdullah iki ay önce vefat ettiğinden, dedesi Haşimoğulları’ndan Abdülmuttalib torununun ismini, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok çok övülen anlamında Muhammed koymuştu. Annesi Âmine ise Allah’ı yüce sıfatlarıyla öven, hamdeden manasında Ahmet ismini verdi.

Hz.Muhammed’in ailesi, ataları, Hz.İbrahim ve oğlu Hz.İsmail’e kadar bağlanmaktadır. Bu aileler birbirinden gelme soylar olarak; Yüce Allah tarfından itina ile süzülerek seçilmiş, örnek özelliklerle donatılmış en mükemmel varlıklardı. Ali İmran 3/33, 34: «Şu bir gerçek ki; Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesi’ni ve İmran Ailesi’ni bir kısmı bir kısmından gelme soylar olarak, alemler üzerine seçip yüceltmiştir. »

Çocukluk Dönemi
Çocuğun emzirilmesi; önceleri annesi Âmine tarafından yapıldı. Sonra da süt yetmeyince çölde yaşayan Hevazin kabilesinin kollarından Halime‘ye verildi. Çok iyi bir süt anne olan Halime, çocuğu evlat gibi sevip bağrına basmıştı. Çölün havası Mekke’ye göre daha temiz ve doğası çok daha güzeldi. Ayrıca orada Arapça, saf ve bozulmamış bir tarzda konuşuluyordu. Allah’ın Elçisi, hem bedenen ve hem de ruhen ilerde alacağı ilâhî göreve mükemmel hazırlanmaktaydı. Çocuk 4 yaşındayken süt anne Halime, onu alıp Mekke’ye götürerek annesi Âmine’ye teslim etti. Hz.Muhammed, 6 yaşına kadar annesinin yanında kalmış, ancak Medine’ye gittikleri bir seyahat dönüşü annesi de vefat etmişti. Doğumundan iki ay evvel babasını, sonra da sevgili annesini kaybeden Allah’ın Elçisi, küçücük yaşında büyük acıları yaşamış oldu. Dedesi Abdülmuttalib, yetim ve öksüz kalan torununu 8 yaşına kadar büyüttü. Kendisi 80 yaşını geçmiş yaşlı bir insandı. O da bu dünyadan ayrılınca vasiyeti gereği çocuğun yetiştirilmesini, amca olan oğlu Ebu Talib üstlendi.

Gençlik Dönemi
Hz.Peygamber (s.a.s)’in hayatının 8 yaş ile 25 yaşına kadar olan bölümüne gençlik dönemi denir ki, bu dönemi amcası Ebu Talib’in yanında ve himayesinde geçirmişti. Ebu Talib zengin bir insan değildi, iyi ahlâkı ve gönül yapıcılığı ile toplumun saygısını kazanmıştı. Yeğenini çok seviyor, onu evlâtlarından ayırmıyordu.

Mekkeliler, iklimi ziraate elverişli olmadığı için ticaret ile uğraşmaktaydılar. Ebu Talib kervan ticareti ile meşgul oluyor, Şam’a ve Yemen’e kadar gidiyordu. Allah’ın Elçisi 12 yaşındayken amcasının ticarî kervanına katılmış, Şam yakınlarında Busrâ kasabasında mola verilmişti. Burada bir manastırda bulunan Bahirâ ismindeki Hıristiyan rahip, Hz.Muhammed ile yakinen ilgilenmiş, ona sorular sormuştu. Aldığı cevaplarla çok şaşırmış, onun Tevrat ve İncil’de bir çok vasıfları yazılı bulunan Son Peygamber olacağı kanaatine varmış, bu görüşünü etrafındakilere samimiyetle belirtmişti. Ancak yıllar sonra bazı Hıristiyan yazarları, İslâm Peygamberi’nin ilâhî yasaları bu rahipten öğrendiğini ileri sürecek kadar gülünç duruma düştüler.

Hz.Muhammed geçim sıkıntısı çeken amcası Ebu Talib’e yardım amacıyla ücret karşılığında çobanlık da yapıyordu. Tabiat ile başbaşa kalıyor, Yüce Allah’ın büyüklüğünü, sonsuzluğunu doya doya hissediyor, ruhen olgunlaşıyordu. Zaten Yaratıcı Kudret’in bütün peygamberleri, doğanın en güzel bölgelerinde çobanlık yaparak kemale ermişlerdi.

Güvenilir Kişi
Hz.Muhammed, 25 yaşındayken amcası Ebu Talib ile birlikte ticaret yapıyordu. Dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, güvenirliliğiyle tanınmıştı. Verdiği sözün arkasında durur, hiçbir kimseyi kırmaz ve asla yalan söylemezdi. Yüksek ahlakı ve doğruluğu ile Mekkeliler arasında örnek bir insan olarak tanınıyor, bu bakımdan kendisine el Emin = Güvenilir kişi diyorlardı.

Birbirine hiçbir zaman güvenmeyen Mekke halkı, kendi aralarında çıkan bazı soruları Hz.Muhammed’in dürüst kişiliğinde birleşerek çözmüşlerdi. Örneğin, Allah’ın Evi Kabe‘nin yeniden inşaatı sırasında, kutsal Hacerül-esved (karataş)’ın yerine konmasında çıkan büyük tartışmanın çözümü için, onun hakemliğini oy birliği ile kabul etmeleri, kendisine olan güvenirliğin göstergesiydi. Sorunu dahiyane bir şekilde çözmesi de, Mekkelileri son derece memnun etmişti.

Allah’ın Resulü’nün Hz.Hatice’yle Evlenmesi
Hz.Hatice; Allah’ın Resulü’nün sevgili eşi, ilk iman eden, bütün malını mülkünü İslâm‘a ve Eşi’ne veren, müminlerin annesi ünvanını alan asil bir kadındı.

Kureyş’in zengin hanımlarından olan Huveylid kızı Hatice, ticaretle uğraşıyordu. Hz.Muhammed ile tanışmadan önce evlilik yapmış ve iki çocuğu da olmuştu. Mekke’nin ileri gelenlerinin kendisiyle evlenmek istedikleri akıllı, şerefli ve dürüst bir insandı. Hz.Muhammed’in ahlâkını ve güvenirliliğini öğrenince, ona ticaret ortaklığı teklif etmiş ve kervan ticareti yapmaya başlamışlardı. Allah’ın Elçisi köle Meysere’yle birlikte, ticaret mallarını develerle komşu şehirlere getirerek satıyordu.

Gayreti, çalışması ve dürüstlüğü Hz.Hatice’nin dikkatini çekiyor ve onu etkiliyordu. Karşılıklı her iki ailenin isteği ile nikâhlandıkları zaman, Hz.Muhammed 25 ve Hz.Hatice de 40 yaşındaydı.

Allah’ın Rasulü bu evlilikten çok memnun olmuş, mutlu bir yuva, kendine derin bir sevgi ve saygı ile bağlı güvenli bir hayat arkadaşı kazanmıştı. Beraberlikleri 15 yıl Hz.Hatice’nin vefatına kadar devam etmiş, 6 çocukları olmuştu. O devirde çok evlilik adet halindeydi ve aralarında yaş farkı olmasına rağmen Allah’ın Elçisi başka bir eş almamış, vefatından sonra da onu hep saygıyla anmıştı.

Hz.Peygamber’in Çocukları
Hz.Muhammed’in Hz.Hatice ile evliliğinden ikisi erkek, dördü kız 6 çocuğu olmuştu. Erkek olanlar Kaasım ve Abdullah, kızlar Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma‘dır. Erkek çocuklar küçük yaşta ölmüşler, kızlar ise babalarından daha önce bu dünyadan ayrılmışlardı. Yalnız Hz. Fâtıma, babasından 6 ay sonra vefat etti.

Küçük kızı Hz.Fâtıma Allah’ın Elçisi’ne çok benziyordu ve ona çok düşkündü. Kızını, evlâdı gibi yanında büyüttüğü sevgili yeğeni Hz.Ali ile evlendirdi. Bu evlilikten Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin doğmuş, böylece nesil devam etmişti. İslâm bilginlerinin ortak kabulüne göre; Hz. Peygamber’in en yakınları olan Ehlibeyt, geniş anlamda ev halkı olmakla beraber, dar anlamda da Hz.Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’den oluşmaktaydı.

Allah’ın Elçisi, İslâm Dini’nin yayılması için başka evlilikler de yapmış, Mısırlı Eşi Mâriye’den İbrahim doğmuş, o da iki yaşındayken vefat etmişti.

 

PEYGAMBERLİK VE MEKKE DEVRİ

Kâbe(Allah’ın Evi)’nin yeniden inşaatı sırasında Hz. Muhammed’de ruhsal ve manevî bir şuur uyanışı başlamıştı. Burası Yücelerin Yücesi Allah’ın eviydi. Hz.İbrahim zamanından beri milyonlarca insan, evrenin ve tüm varlıkların sahibi ve yaratıcısının büyüklüğünü ve kudretini düşünerek Kâbe’yi Tavaf (Kâbe etrafında 7 defa dönüş) etmişlerdi. RAB ile başbaşa kalma arzusunu şiddetle hissetmeye başlayan Allah’ın Rasulü’nde kendisini toplumdan uzaklaştırarak, sessiz ve sakin bir yerde yalnızca Yüce Yaratıcı’sını düşünerek ve hissederek yaşamak istiyordu.

Hira Dağı’nda İnziva (Yalnız kalma)
Mekke’de ki müşrikler, hem Allah’a inanıyor ve hem de Kâbe etrafında ki 300 den fazla puta; adak adıyor, kurban kesiyor onlara da tapınıyordu. Hz.Muhammed’in büyük babası Abdülmuttalib gibi Allah inancı daha kuvvetli olanlar recep (ramazan) ayında Hira Dağı’nda inzivaya çekilme alışkanlığına sahiptiler.

Ruhsal sükûnet arzusu dolup taşan Hz.Muhammed, 35 yaşındayken ramazan ayında Mekke yakınlarında ki Hira Dağı mağarasında inzivaya çekildi. Günlerce orada kalıyor, Yücelerin Yücesini gönlünde duyuyor, O’na dua ve ibadet ediyordu. Orada gördüğü rüyaların, günün ışıması gibi açık ve berrak olduğu kaydedilir. Bu hal, 40 yaşına kadar her ramazan ayında devam etti. Yüce Allah; bu inziva günlerinde Elçisini, hikmet ve ilimle olgunluğa eriştirerek kemale erdirmiş olduğu, İslâm bilginlerinin genel görüşüdür.

İlk Vahiy ve Peygamberlik
Allah’ın Elçi’si 40 yaşına geldiği zaman, Ramazan ayında beşinci defa yine Hira Dağı’nda yalnızlığa çekildi. Ruhsal doyum ve ibadetle geçen günlerden sonra Ramazan ayının 27. gecesinde, ışık saçan göksel bir varlık göründü ve ona hitap etmeye başladı. İslâmiyetin en büyük mucizesi gerçekleşiyordu. Bu olayı Hz. Muhammed’in bizzat kendisinden dinleyelim :

«O bana Cebrail adını taşıyan melek olduğunu, Allah’ın kendisini Peygamber olarak seçtiğini bildirmek üzere kendisini gönderdiğini bildirdi. Melek bana abdest almayı öğretti; bedenin tamamen arınmış hale gelince, benden okumamı istedi… Ben ise, okuma bilmediğimi cevaben bildirdiğimde beni kolları arasına alıp kuvvetle sıktı ve hemen bırakıp, bir defa daha okumamı istedi, ben ise okuma bilmediğimi yeniden cevaben bildirince yeniden beni kucakladı ve daha da kuvvetle sıktı ve sonra okumamı istedi: Okuma bilmediğim cevabını verdim. Yeniden beni kolları arasına alıp bütün evvelkilerden daha şiddetli sıktı ve gevşeterek şöyle dedi: «Yaratan RAB’binin ismiyle oku! O insanı bir kan pıhtısından yaratandır. Oku! Zira senin RAB’bin Pek Asil, Pek Kerîm olandır; kalemle öğreten O’dur. Bilmediklerini insana öğreten O’dur.» (Alak Suresi 96/1-5) Bunun üzerine melek çekilerek kayboldu. Hz.Muhammed ürpererek, titreyerek evine döndü ve olanları eşi Hz. Hatice’ye anlattı.

Yüce Allah’ın ilk vahyi oku emri ile başlamıştı. Okumanın, bilgi ve ilim sahibi olmanın büyük önemi vurgulanıyordu. Okuma, yazma bilmeyen Elçisinden öncelikli olarak okumayı öğrenmesi ve sonra da kalem ile yazarak insanlara öğretmesi emredilmişti. Sonra ki vahiylerde de ilim ve bilginin gerekliliği tekrar tekrar belirtiliyordu. Zümer 39/9: «Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?…» Diğer bir ayette de Taha 20/114: «…Şöyle de, RAB’bim ilmimi arttır.»

Vahyin oluşma tarzı ve şekli konusunda bizzat Hz.Muhammed, etrafındakilere şöyle diyordu :«Bazen vahiy bana çınlamakta olan bir çan sesi gibi geliyordu ki bu tarz tahammülü en zor olanıydı; bunun kesilmesinden sonra, hafızama tamamen işlemiş olan söylenenlerin hepsini alabiliyorum. Bazen de benimle konuşmak üzere melek bana bir insan biçiminde görünüyor ve ben de onun söylediklerini iyice tutuyorum.»

Birçok vahiyler; sahabelerin (arkadaşlarının) yanında olduğundan onlar, bu olağanüstü durumların görgü tanığı olarak bazı gözlemlere şahit olmuşlardı. Şöyle anlatıyorlardı: Vahiy geldiğinde: «Onu bir hareketsizlik hali kaplıyor» Yahut : « Ona vahiy geldiğinde, kısa bir an için sanki zehirlenmiş, hipnotize edilmiş gibi hareketsiz kalıyordu » Ve yahut da : « Pek soğuk bir havada bile şayet ona vahiy gelecek olsa, onun alnından şakır şakır terler boşandığı görülüyordu.» Yahut: «Birgün henüz vahiy gelmeye başlarken o başını sırtında ki örtünün içine çekti ve işte o sırada Resulullah’ın yüzü kıpkırmızı bir durum aldı ve hırıltı sesleri çıkarmaya başladı; sonra bu hal kendiliğinden kayboldu.» Veya : «Vücudu kaskatı kesiliyor ve dudaklarını kımıldatıyordu. » Vahyi getiren Cebrail’i, Hz. Peygamber’den başka kimse görmezdi. Melek ona vahyi tamamladıktan sonra ayrılırdı.

Hz. Peygamber tebliğ etme görevine başladığı sıralarda, verileni ezberinde saklamak maksadıyla, hatta bir vahyin alınışı henüz tamamlanmamış bir durumdayken bile yüksek sesle tekrar etme alışkanlığındaydı. Fakat daha Hicretten önce Mekke’de iken bu adeti bir kenara bıraktı ve vahiy son bulup kesilinceye kadar kendisini sükûnet içinde ve sessiz tutmaya başladı. Hemen sonra da ilâhî vahyi etrafındakilere tebliğ ediyor ve özel katiplerine de vahyi yazıyla tespit ettiriyordu. Kur’an’ı Kerim, gelen vahiyler hakkında Hz. Muhammed’i şöyle ikaz etmişti. Kıyamet 75/16: «Vahyedileni hemen okuyasın diye dilini hareket ettirip durma.» Diğer bir ayet ile de şöyle buyruluyordu. Taha 20/114 : «…Vahiy sana gelip tamamlanıncaya kadar, Kur’an’ı okumada acele edip durma ve şöyle söyle: Ey RAB’bim ilmimi arttır.» (Bkz.Prof. Dr. Muhammad Hamidullah, İslâm Peygamberi, s.74,77)

Gizli Davet ve İlk Müslümanlar
Yüce Allah, Hz.Muhammed’e ilk vahyi göndermiş ve ona Peygamberlik görevi vermişti. Fetih 48/8 :«Şüphesiz, Biz seni bir tanık, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.» Cenab-ı Allah’tan açık bir emir geldiğinden Hz.Muhammed, 3 yıl çok güvendiği kimseleri gizlice İslâm’a davet etti. İslâmiyet belirli bir topluluk için değil, bütün insanlığın hayrı ve mutluluğu için gönderilen açık bir dindi. Davetin gizli sürdürülmesi, Mekke’de yaşayan müşriklerin (putperestlerin) cahil ve acımasız olmalarından kaynaklanıyordu.

Davete önce kendi ailesinden başladı. İlk iman eden sevgili eşi Hz.Hatice oldu. Onu yanına aldığı ve öz evladından daha çok sevdiği, 10 yaşındaki yeğeni Hz.Ali takip etti. Sonradan evlat edindiği azatlı kölesi Zeyd ise üçüncü Müslüman olmuştu. Allah’ın Elçisi’nin ailesi dışında en yakın ve samimi arkadaşı, Kureyş kabilesinden büyük tüccar Hz.Ebu Bekir‘i İslâm’a davet etti. O, bu daveti hiç tereddüt etmeden hemen kabul etti. Böylece İslâmiyet onun girmesiyle büyük bir güç kazanmış oluyordu. Hz.Ebu Bekir’in aracılığıyla Mekke’nin eşrafından Affan oğlu Hz.Osman, Avf oğlu Abdurrahman, Ebu Vakkas oğlu Sa’d, Avvam oğlu Zübeyr, Ubeydullah oğlu Talha da Müslüman’lığı kabul etti. Hz.Hatice’den sonra Müslüman olan bu 8 zata İlk Müslümanlar denir.

Hz.Peygamber, üç yıl boyunca yakın akraba ve dostlarını İslâm’a davet etmişti. Ancak bu zaman zarfında iman edenlerin sayısı 30 kişiyi geçmemiş olmasına rağmen, birbirlerine kenetlenen çok inançlı bir kadro oluşmuştu. Onlar, inen ayetleri ezberleyip yazıyor, ibadeti gizli olarak kendi evlerinde yapıyorlardı.

İslâm’a Açık Davet
Nihayet peygamberliğin dördüncü yılı olan 614 tarihinde beklenen ayet gelmiş, Hz.Muhammed’e resmen halkı İslâm’a davet etmesi buyrulmuştu. Hicr 15/94 : «Sana emredilen şeyi açıkça tebliğ et, müşriklerden korkma» Bunun üzerine Hz.Muhammed halkı açıkça İslâmiyet’e davet etmeye başladı. İnen ayetleri (Kâbe’de) Harem’i şerif’te halka okuyordu.
Araf 7 /158 :« De ki : Ey İnsanlar! Ben sizin hepinize gelen Allah’ın Elçisi’yim. Göklerin ve yerin mülkü o Allah’ındır. İlâh yoktur O’ndan başka. O diriltir, O öldürür. O halde Allah’a ve Elçisi’ne iman edin; Allah’a ve O’nun sözlerine inanan o ümmî Peygamber’e iman edip uyun ki, doğruya ve güzele ulaşabilesiniz.» Bu sözlerle bütün halk Allah’ın Dini’ne davet ediliyordu. Ümmi; okuma, yazma bilmeyen demektir. Kur’an’da ki karşılığı ise, Kitap sahibinin elindeki Tevrat ve İncil’i okumamış, onların bilgileriyle beslenmemiş kişidir.

Yüce Allah’tan yakın akrabalarını da İslâm’a çağırması için yeni bir buyruk geldi. Şuara 26/214: «En yakın akraba ve hısımlarını uyar.» Bunun üzerine Hz.Peygamber, akrabalarını toplayıp etkili bir konuşma yaptıktan sonra, onları İslâm’a davet etti. Amcalarından biri olan Ebu Leheb dışında ki akrabalar, genellikle kendisine karşı çıkmamışlardı. Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği Din, yavaş yavaş Mekke ve civarında duyulmaya başlanmıştı.

Sevgi, Eşitlik ve Bağışlayıcı Olma
Hz.Muhammed Allah’ın Dini’ni tebliğ ederken öncelikle insanlarda eşitlik ilkesini esas aldı. Kadın-erkek, siyah-beyaz, zengin-fakir, asil-asil olmayan diye ayırt etmeksizin, bütün insanların doğuştan eşit olduğunu vurguluyordu. Bunun kanıtı olarak yanındaki köleleri azad etti ve diğer kölesi Zeyd’i de evlat edindi. Böylece toplumun farklı bütün insanları, Allah’ın Elçisi’nin kılavuzluğunda birbirlerini sevmeye ve saymaya başladılar.

Hz.Peygamber sevgi ile doluydu ve kendisine yapılan yanlışlıkları hep bağışlamaktaydı. Mekke’de ki müşriklerin düşmanca davranışlarına rağmen, o ve ona inananlar Cenab-ı Allah’ın her yarattığını ve bütün insanları seviyorlardı. Ali İmran 3/119: «Ey iman edenler! Siz öyle kimselersiniz ki, inanmayanlar sizi sevmedikleri halde, siz onları seversiniz.»
Hz.Muhammed tebliğinde; Allah’ın rıza ve sevgisine erişebilmek için, yalnız ve yalnız Yaratıcı Tek Kudret’e ortak koşulmadan iman edilmesini ve insanlara da onların iyiliklerine yönelik işler yapılmasını öneriyor, kazanılması gereken özellikleri şöyle vurguluyordu:

3/134 : … Takva sahipleri(korunanlar)… İnsanların kusurlarını affederler. Allah’ta iyilik edenleri sever.
2/195: … Güzel düşünüp güzel işler yapın. Çünkü Allah, güzellik sergileyenleri sever.
19/96: … İman edip insanların hayrı ve mutluluğuna yönelik iyi işler yapanları, Rahman sevgili kılacaktır.
2/222: … Allah, çok tövbe edenleri sever.
3/146: … şüphesiz ki Allah, sabredenleri sever.
3/159: … Allah, Kendisini vekil edenleri sever.
49/9: … şüphesiz ki Allah, adil olanları sever.
2/222: … Allah, temizlikte titizlik gösterenleri sever.

İman edenlerde kazanılması gereken bu sıfatların yanında, bütün sevgilerin üstünde olan Allah Sevgisi‘ni de şöyle açıklıyordu: Bakara 2/165: « … İman sahipleri, Allah’a sevgide çok şiddetlidirler…» şiddetli sevgi, sevginin en üst basamağı olan aşktır. Allah sevgisi, kemal mertebesinde erişilen en büyük sevgidir. Allah’ın sevdiği sıfatları kazanmak, iman edenlerin hedefini teşkil etmeliydi. Böylece işlerini Allah rızası için yapan, iyi ahlâklı, birbirini seven ve sayan örnek bir toplum meydana gelmişti.

Hz.Muhammed, ayrıca elçi sıfatıyla Allah’ın sevmediği sıfatları da tebliğ ediyor, bunlardan korunulması uyarısını yapıyordu :
3/57: … Allah, zalimleri sevmez.
3/32: … Allah, inkâr edenleri sevmez.
5/64: … Allah, bozguncuları sevmez.
16/23: … şüphesiz Allah, kibirlileri sevmez.
4/36: … Allah, kasılıp böbürlenen şımarıkları sevmez.
8/58: … Allah, hainlik edenleri sevmez.
6/141: … Allah, israf edenleri sevmez.

Hz.Peygamber çok bağışlayıcı ve hoşgörülüydü. Hayatı boyunca şahsına yapılan kötülüklerden dolayı hiç bir kimseden intikam almamış, bütün düşmanlarını da affetmişti. Bunun en çarpıcı örneğini Mekke şehri’ni fetih ettiği zaman vermiş, eline esir düşen bütün düşmanlarını bağışladığı gibi, sevgili amcası Hz.Hamza’yı hunharca şehit eden müşriklerin lideri Ebu Süfyan ve onun gaddar eşi Hint ile tetikçi kölesi Vahşi’yi bağışlamakla göstermişti. Ali İmran 3/159 ayeti ile Yüce Allah, Elçisi’ne hitaben şöyle buyurmuştu:

« Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz dağılır giderlerdi. Artık sen onları bağışla, Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dile…» İslâmiyet’te hoşgörü kelimesinden ziyade ve bazen onun yerine bağışlayıcı olma kavramı kullanılmaktadır.

Hz.Muhammed Allah’ın Dini’ni şöyle tebliğ ediyordu: Araf 7/199: «Sen bağışlamayı esas al…» Kötülüğün cezası ona denk bir kötülük olmasına rağmen, bağışlayıcı olmanın ödülünü bizzat Allah vermektedir. Şûra 42/40: «Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür.Fakat bağışlayıp barışmayı esas alanın ödülünü bizzat Allah verir…»

Hz.Muhammed; peygamberlik görevinden başka Medine devrinde, İslâm Devlet Başkanlığını da üstlenmişti. Her zaman olduğu gibi saygılı ve alçak gönüllü olma özelliği değişmedi. Toplantılara kendisine özel bir yer ayrılmasını hiç bir zaman istememiş, herkesin oturduğundan farklı bir yer seçmemişti. Arkadaşlarının toplandığı bir mahalle geldiğinde, neresi boş ise oraya otururdu. Zamanın devlet başkanları ve krallarına hiç benzemiyordu. Yanına gelen bütün ziyaretçilerini saygıyla ağırlardı. Onlara oturtacak bir yer bulamadığı zaman, hırkasını çıkarıp yere serer ve onun üzerine oturmasını sağlardı. Çocukları da çok sever, onları hediyelerle sevindirirdi. Torunları kucağından inmez, camide namaz kılarken omzuna çıkmalarını hoşgörü ile karşılardı.

Müşriklerin Müslümanlara Eziyet ve İşkencesi
Mekke;
Kâbe ve etrafında ki 300 den fazla puttan dolayı, puta tapıcıların merkeziydi. Şehir; her gün civar kabilelerce ziyaret ediliyor, böylece müşrikler onların ticari alışverişinden büyük gelir elde ediyorlardı. İslâm Dini’nin yayılması ile bu önemli menfaatlerini kaybedeceklerinden ve ata dinlerine de çok bağlı olduklarından Müslümanlara şiddetle karşı çıkmaya başlamışlardı. Onlara her türlü eziyet ve işkenceyi yapıyor, memleketten çıkartıp öldürmeye kadar zulüm yapmaktan çekinmiyorlardı. Korumasız fakir Müslümanlara, özellikle köle ve cariyelere vahşice işkenceler yapılıyordu. Habeşli Bilâl’i; elbiselerini çıkartarak kızgın çölün ortasında saatlerce bekletip, sonra da sokaklarda sürüklemişlerdi. Köle Ammar’ın babası Yâsir. ayaklarından iki ayrı deveye bağlanıp ters yönlerde yürütülmüş, bacakları ikiye ayrılarak öldürülmüştü. Cariye Sümeyye, Ebu Cehil’in attığı ok ile şehit edildi. Bütün bu vahşice, acımasız işkencelere rağmen, Allah’a ve O’nun Elçisi’ne içtenlikle inanan insanları yollarından döndüremiyor, İslâmiyet’e girenler azalacağına gittikçe çoğalıyordu.

Habeşistan’a Hicret
Müşriklerin Müslümanlara zulmü zamanla artıyordu ki, Yüce Allah’tan gelen ayet üzerine Hz.Muhammed, 615 yılında isteyenlerin Habeşistan’a gitmelerine izin verdi. Nahl: 16/41: «Zulme uğradıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yerde yerleştireceğiz, ahiret ödülü ise mutlaka daha büyüktür…» Müslümanlar Habeşistan’a iki defa hicret etmişler; ilk kafile16 kişi, ikinci kafile de 90 kişi olmuş, Mekke’den gizlice ayrılmışlardı. Çünkü müşrikler, Müslümanlar’ın yayılmasını istemediklerinden onların gitmesine karşıydılar. Hicret edenler; Habeşistan hükümdarı Hıristiyan olmasına rağmen güven içinde idiler ve serbestçe ibadet yapabiliyorlardı. Hicret edenler Habeşistan’da bir müddet kalmışlar. Hz.Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra da, O’nun yanına dönmüşlerdi.

Hz.Hamza ve Hz.Ömer’in Müslüman Olması
Mekke’nin aşırı müşriklerinden Ebu Cehil’in Hz.Muhammed‘e sataşması, şahsiyeti ve kuvveti ile ünlü amcası Hz.Hamza’yı çok öfkelendirmiş, ona gereken cezayı verdikten sonra Müslüman olmuştu. Onu güçlü kişilik sahibi Hz.Ömer takip etti. Mekke müşrikleri; Hz.Muhammed’i görevinden caydıramayacaklarını anlayınca onu öldürmeye karar verdiler. Tetikçiliğini üstlenen Hz. Ömer bu fiili işlemeye giderken, Cenab-ı Allah’ın yönlendirmesiyle kendisini kız kardeşinin evinde buldu. O sırada Müslüman olduğunu bilmediği hemşiresinin evinde Kur’an okunuyordu. Ayetten o kadar çok etkilendi ki hemen Hz.Peygamber‘e giderek ona biat etti. Biat, el tutarak bağlılığı açıkça bildirmedir.Bu çok önemli katılımlarla Müslümanlar, büyük güç kazanmıştı.

Müslümanlar Toplum Dışı Bırakılıyor
Müşrikler, birçok yolları deneyerek İslâm’ın yayılmasını önleyememişlerdi. Bunun için çok etkili bir yaptırım gerekiyordu. Ebu Cehil’in başkanlığında toplanarak önemli bir karar aldılar ve yaptıkları anlaşmayı Kâbe’nin duvarına asarak dinsel bir etkinlik de kazandırdılar. Buna göre Haşim Oğulları’yla ekonomik ve sosyal her türlü ilişkileri kesilecekti. Görüşülmeyecek, alışveriş yapılmayacak, kız alıp verilmeyecekti. Bu abluka kararı eksiksiz üç yıl 616 dan 619 yılına kadar uygulandı. Bunun neticesinde büyük sıkıntı ve açlık çekilmiş, bir kısım küçük çocuklar gıdasızlıktan ölmüştü. Hz.Peygamber tebliğ görevini, kan dökülmesi yasak olan 4 ay içinde, ancak dışarıdan gelen kabilelere yapabiliyordu. Büyük sıkıntı çekmelerine rağmen Müslümanlar azalmamış, bilakis yeni katılımlar olmuştu.

Kureyş’liler bu boykottan istedikleri neticeyi elde edemediler. Peygamberliğin onuncu yılında, Ebu Cehil’in aldırdığı ünlü karar iptal edilerek, bu insanlık dışı kuşatma da sona erdirildi.

Ebu Talib ile Hz. Hatice’nin Vefatları ve Taif Olayı
Müşriklerin boykotunun sona ermesinden bir müddet sonra,Hz.Peygamber iki büyük yakını olan amcası Ebu Talib’i ve üç gün sonra da sevgili eşi Hz.Hatice’yi kaybetti. Bütün Müslümanlar Allah’ın Elçisi’nin üzüntüsüne katıldılar ve Peygamberliğin bu onuncu yılına hüzün yılı denildi. Sağlığında Ebu Talib’in müşrikler üzerinde saygınlığı vardı, korumasına aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Koruma durumu ortadan kalkınca sataşmalar ve kötülükler de başlamış, tebliğ görevi çok zorlaşmıştı.Bunun için Allah’ın Dini’ni yayabileceği yeni insanlara ve yeni ortama ihtiyaç vardı.

Bu düşünce ile evlatlığı Zeyd’i de yanına alarak 620 yılında putperest olan Taif kasabasına gizlice gitti. Onlara İslâmiyet’i anlatmak için büyük gayret gösterdiyse de, katılaşmış kalpleri Allah’ın Hz.Muhammed ile onlara yaktığı ışığı göremediler. Netice olarak Taif’i terketmek mecburiyetinde kalmış, babaları tarafından kışkırtılan çocukların taş atmalarıyla da hafif yaralanmıştı.

İsra Mucizesi

[LÜTFEN DİKKAT!!! İSRA-MİRAC İLE İLGİLİ OLARAK MESCİD-İ AKSA’NIN NERESİ OLDUĞU KONUSU TARTIŞMALIDIR. ÇÜNKÜ HZ. MUHAMMED DÖNEMİNDE KUDÜS’TE MESCİD-İ AKSA DİYE BİR BİNA YOKTUR. TARİHSEL VERİLERE GÖRE ŞU AN MESCİD-İ AKSA DİYE BİLİNEN YER ÇÖPLÜK OLARAK KULLANILMAKTA İDİ. KONUHAKKINDA DAHA FAZLA DETAY İÇİN ŞU LİNKE BAKINIZ: http://www.erdemyolu.com/isra-mirac/isra-mirac-prof-suleyman-ates.html veya http://www.erdemyolu.com/isra-mirac/isra-ve-mirac-hakki-yilmaz.html   ErdemYoluSitesi]

Hz.Muhammed ilâhî tebliğ görevinde çok acı çekiyor, büyük güçlüklerle karşılaşıyordu. Sevgili eşi Hz.Hatice’yi ve yanında büyüdüğü amcası Ebu Talib’i de kaybetmişti. Bilhassa son Taif olayında yaralanmasına rağmen, sarsılmaz inancı ve kararlılığı her zaman olduğu gibi devam ediyordu.

İşte böyle bir durumdayken, onu çok mutlu eden İsra mucizesi gerçekleşmişti. Bu İslâmîyet’in Kur’an’ı Kerim’den sonraki ikinci büyük mucizesiydi. İsra 17/1: «Muhammed’i, bir gece Mescid’i Haram’dan (Kâbe’den) kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini kutsal kıldığımız Mescid’i Aksa’ya (Kudüs’e) götüren Allah, her türlü noksanlardan arınmıştır.» İsra Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye götürülmesine, Mirac da göklere çıkarılmasına, yükselmesine denir. Yüce Allah Elçisi’ni teselli etmek ve ödüllendirmek için Mekke’den Kudüs’e kadar gece yürüyüşüne çıkarmış, önemli ayetlerinden bazılarını da bu olağan üstü yolculukta göstermişti.

Kur’an’ı Kerim’de İsra mucizesi ile ilgili ayet budur. Ancak olayın detayı ile ilgili başka bir bilgi verilmemiştir. İsra mucizesi; Mekke Devri’nin sonlarına doğru, Taif olayından sonra inen İsra Suresi’nin birinci ayeti ile bildirilmişti. Mirac mucizesi de İsra Suresi’nde değil, ondan önceki bir zamanda inen Necm Suresi‘nde anlatılımıştır. Her iki olay ayrı ve başka zamanlarda gerçekleşmişti. Fakat Kur’an tefsircilerinden bir kısmı bu iki ayrı olayı karıştırıp birleştirmişlerdir. Sonradan bununla ilgili uydurma hadisler üretilmiş, İslâmiyet’in esası, arılığı bozulmak istenmiştir. Örneğin bu olayı anlatan uydurma bir hadiste de şöyle denilmiştir :« Hz.Peygamber melek Cebrail’in getirdiği Burak isimli hayvana binerek Kudüs’te ki Mescid’i Aksa’ya gelmiş, burada namaz kıldıktan sonra Mirac denilen alete binerek göğe yükselmiş, göğün 1.katında Hz.Adem 2. katında Hz.Yahya ve Hz.İsa, 3.katında Hz.Yusuf, 4.katına Hz.İdris,5. katında Hz.Harun, 6.katında Hz.Musa ve 7.katında Hz.İbrahim ile karşılaşmış, sonra da yedi kat göğün üstünden arşa çıkıp haşa Allah ile yüzyüze görüşmüştür.»

İslam bilginleri, Hz. Muhammed’in Allah ile yüzyüze görüştüğünü kabul etmezler. Peygamber de olsa bir insanın Cenab’ı Allah ile perdesiz konuşması Kur’an’a aykırıdır. Enam 6 / 103 : « İnsanın bakışları Allah’a varamaz…» Şuara 42 / 51 :«Allah bir kimse ile ya vahy yoluyla, yahut bir örtü arkasından konuşur. Ya da bir elçi göndererek izni ile ona dilediğini vahyeder.» (Bkz. Prof.Dr. Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsiri, Cilt 5, S.195)

Mirac Mucizesi
Yüce Allah’ın Elçisi‘ni göklere yükselterek bazı büyük ayetlerini göstermesine Mirac denir. Bu mucizeyi Hz.Muhammed’in birkaç kez yaşamış olduğu kabul edilir. Kur’an’ı Kerim’in Necm Suresi 1 ila 12 ayetleri yükselişi (Mirac’ı) şöyle anlatmaktadır : «Battığı zaman Süreyya Yıldızı’na hamdolsun. Arkadaşınız Muhammed sapmamıştır, azmamıştır da. O arzusuna göre konuşmaz. O ancak kendisine vahyedilen bir vahiydir. O’na çok üstün güce sahip olan (Melek Cebrail) öğretmiştir. Üstün akıl sahibi (Melek) doğruldu. Kendisi yüksek ufukta iken sonra yaklaştı, sarktı. (Muhammed ile arasındaki mesafe) İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı. Kuluna vahyettiğini vahyetti. Gönül, gördüğünde yanılmadı (yalan söylemedi, gerçeği gördü). Onun gördüğü şeylerden şüphe mi duyuyorsunuz? »

Ayette; Hz.Muhammed’in sapmadığını, doğru yoldan ayrılmadığını, havadan konuşmadığını, söylediği sözlerin yani kendisine gelen vahiylerin büyük güçlere sahip, ışıktan yaratılmış ve gönüllere hidayet ışığı getirmiş bulunan melek Cebrail tarafından kendisine öğretildiğini, önce yüksek ufukta görünen o meleğin, aşağı sarkarak Hz.Muhammed’e iki yay uzunluğu kadar bir mesafe kalıncaya dek yaklaştığını, kuluna vahyettiğini, Hz. Muhammed’in gözünün gördüğü şeyde asla yanılmadığını, onu gerçekten gördüğünü vurgulamaktadır.

Hz. Peygamber’in İsra ve Mirac olayının manevî mi yoksa bedensel mi olduğunda İslâm bilginleri arasında anlaşmazlık olmuştur. Gece uyanıkken ruhsal bir yolculuk yaptığı görüşü daha yaygın olmakla beraber bedensel olduğunu düşünenler de bulunmaktadır. Tasavvufta; Allah sevgisi ve zikir ile vücudun yoğunluğu kaybolarak nur olan, ışık olan insanın birkaç saniyede gökleri dolaşmasının mümkün olabileceği kabul edilir. Muhakkak ki doğrusunu Cenab’ı Allah bilir. (Bkz.Prof.Dr. Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsir Cilt 9 s.101)

Medine’nin İslâm’a Girişi
Hz.Peygamber Hac mevsiminde Kâbe’yi ve etrafında ki putları ziyarete gelen putperest Arap kabilelerine Kur’an’dan ayetler okuyarak onları İslâm’a davet ederdi. Böyle bir zamanda Medine’den gelen bir gurup onunla görüşmüş Kur’an’dan etkilenerek Müslüman olmuşlardı. 620 yılında gerçekleşen bu olayda İslâm’a giren bu altı kişiye Medineli İlk Müslümanlar denir. Onlar Medine’ye döndükten sonra orada Müslümanlığı yaymaya başladılar. Bir yıl sonra Hac mevsiminde Medine’den gelenlerin sayısı iki katına çıktı ve hepsi de Müslüman oldular. Medine’ye giderlerken Allah’ın Elçisi yanlarına Umey oğlu Mu’sab’ı vermiş, onlara Kur’an’ı Kerim’i öğretmesi için görevlendirmişti. Bunun neticesinde Medine’de Müslümanlar’ın sayısı hızla çoğalmaya başladı. İki kabile başkanının da İslâm’a girişiyle, Medine’de ki Arapların pek azı hariç hepsi Müslüman olmuştu.

Ertesi sene yani Peygamberliğin 12.yılında Medine’den Kâbe’ye bir kısım Müslümanlar gelmişti. Allah’ın Elçisi ile Medineliler bir gece, Mekke’nin Akabe tepesinde gizlice buluştular. Medine’liler ısrarla Hz.Peygamber’lerini memleketlerine davet ettiler, başlarına geçmesini Allah’ın ve Elçisi’nin yolunda gerekirse canlarını bile seve seve vereceklerine ant içtiler. Azgın ve sapık Mekke müşriklerinin Müslümanlara karşı yaptıkları kötülükler bardağı taşırmış, yeni insanlara ve yeni ortama ihtiyaç çok büyümüştü. Hz.Muhammed beklemekte olduğu bu teklifi hemen kabul ederek o da ant içti. Bu önemli toplantı ile Müslümanların Medine’ye hicret etmesi de kararlaştırıldı.

 

MEDİNE DEVRİ
Müslümanların göç etmesi ile ilgili buyruk İsra Suresi’nin 80. ayeti ile gelmişti : «Şöyle yakar : RAB’bim, beni gireceğim yere (Medine’ye) doğrulukla, çıkacağım yerden (Mekke’den) de doğrulukla çıkar. Bana katından düşmanlarımla başa çıkacak yardımcı bir kuvvet ver.»

Medine’ye Hicret
Müslümanlar; Hz.Peygamber’in izni ile 622 senesi ve Peygamberliğin de 12. yılında Medine’ye hicret etmeye başladılar. Bütün maddî varlıklarını Mekke’de bırakarak, Allah ve Elçisi için guruplar halinde gizlice şehri terk ediyorlardı. Medine’ye geldiklerinde de civar köylere yerleştiler.

Mekke‘de hicretleri engellenmiş olanların dışında yalnızca Hz. Muhammed kalmış, o da Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ali’yi yanında alıkoymuştu. Müslümanların bir güç olarak Medine’de toplanması müşrikleri fevkalâde endişelendirmişti. Ebu Cehil, Ebu Süfyan gibi şehrin ileri gelenleri toplanarak Hz.Peygamber’i yok etmek için öldürme kararı aldılar. Ancak bu gelişmeyi melek Cebrâil Allah’ın Elçisi’ne haber vermişti. Enfal 8/30: «İnkâr edenler seni hapsetmek, yahut öldürmek, ya da yurdundan çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar sana tuzak kurarken, Allah da onlara tuzak kurdu…»

Cebrâil’in uyarısı üzerine Hz.Muhammed, arkadaşı Ebu Bekir ile geceleyin Mekke’yi terk etti. Mekke putperestleri eve saldırdıkları zaman Allah’ın Elçisi’nin yatağında yatmakta olan yeğeni Hz. Ali ile karşılaşmış, şaşkına dönmüşlerdi. Böylece müşriklerin insanlık dışı kararı boşa çıkmıştı.

Deve sırtında tehlikeli geçen uzun bir yolculuktan sonra Medine’nin Kubâ köyüne geldiler. Medineliler’in Hz.Peygamber’i karşılamaları çok candan ve içten olmuş, büyük küçük herkes yollara dökülmüştü. Allah’ın Elçisi’ni bütün halk misafir etmek istiyordu. O da kimseyi incitmemek için devesinin oturduğu yerin en yakınında ki evde kalacağını söylemiş ve Ebu Eyyûb Halit’in evinde Mescid-i Nebî’nin inşaatının bitimine kadar, 7 ay misafir olmuştu.

Mescid-i Nebî ve Devlet Binası
Hz.Muhammed, büyük sıkıntılardan sonra bir vatana ve bir de Müslüman halkına sahip olmuştu. Toplumun ibadet yeri ihtiyacı çok büyüktü. İlk mescit Kubâ’da yapılmıştı, ama Medine’de mescit yoktu. İnşaata hemen başlandı. Hz.Muhammed, mescidin yapılmasında bir işçi gibi çalışıyordu. Duvarlar kerpiçten, direkleri hurma ağacındandı. Çatısı da hurma dallarıyla kaplandı, zemin topraktı. Mescidin bir duvarına bitişik olarak Allah’ın Elçisi’nin ve ailesinin oturması için küçük odalar ilâve edildi.

Mescidin başka bir duvarına yine bitişik olarak, üstü hurma dallarıyla örtülü bir gölgelik (çardak) yapıldı. Burası çok fakir Müslümanların içinde kalabilecekleri bir mahaldi. Onları bizzat Hz. Peygamber eğitiyor, Mescit de dershane görevi görüyordu. Masraflarını ashabın zenginleri karşılıyor, yapılan yardımların hepsini onlara veriyordu. Her akşam bir bölümünü kendi sofrasında misafir eder, diğerlerini de ashab arasında dağıtırdı. Böylece fakir, zengin tüm Müslümanlar arasında tam bir eşitlik ve kardeşlik sağlanmıştı.

Mescid, halkın ibadet ihtiyacını karşıladığı gibi, kurulmakta olan İslâm Devleti de ayni binadan idare edilmekteydi. Toplumu teşkilatlandırmak, komşu ülkeler ile ilişkileri sağlamak va asıl temel hedef olan İslâm’ı yaymak için güçlü bir devlete ihtiyaç vardı.

Ensar ve Muhacir Kardeşliği
Mekke’li Müslümanlar; Allah’ın ve Hz.Peygamber’in rıza ve sevgisini her şeyin üstünde tutmuşlar, mallarını mülklerini bırakarak Medine’ye hicret etmişlerdi. Onlara Muhacir, Medine’li Müslümanlara da Ensar deniyordu. Muhacirler, olanaklarını Mekke’de bıraktıklarından bazı imkânlardan yoksun kalmışlardı. Her nekadar Medinelileri; fevkalâde misafirperver buluyor, fakat onlara bağımlı oldukları için de üzülüyorlardı. İşte bu sırada Haşr 59/9 ayeti inmişti : «Muhacirlerden önce Medine’yi yurt ve iman ocağı kabul edenler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin hırsından korunursa, işte kurtuluşa erenler onlardır.» Ensar; yiyeceklerini muhacirlerle paylaşıyor, ayni iman bütünlüğü içinde birbirlerine sevgi ve saygı gösteriyorlardı. Daha sonra bu yakınlık, bir ayet ile kardeşliğe dönüşerek bütün topluma yayıldı. Hucurat 49/10: « Müslümanlar ancak kardeştirler…»

Bunun üzerine Hz.Muhammed muhacirlerle ensarı topladı, onları iki iki ayırarak kardeş ilân etti. Birlikte çalışıyor, yetiştirdikleri mahsulü de bölüşüyorlardı. Cins, ırk, renk, zengin, fakir ayırımı olmadan bütün insanlar eşit ve kardeşti. Allah’ın Elçisi’nin önderliğinde birleşmişler. Sevgi, saygı ve hoşgörü ile birbirlerine bağlanmışlardı. Kazandıkları yüksek ahlâk, onları dün yanın en medeni ve huzurlu örnek bir toplumu haline getirmişti. Tevbe 9 / 100 : «İyilik yarışında öne geçen muhacir ve ensar ile, bu güzel amelde onlara uyanlardan Allah razı olduğu gibi, onlar da Allah’tan razı olmuştur. Allah onlara…cennetler hazırlamıştır.»

 

Hz.Peygamber’in Çok Evlilik Sebepleri

[LÜTFEN DİKKAT!!! 1)HZ. MUHAMMED’İN ÇOKEŞLİLİĞİ İLE İLGİLİ BİLGİLER RİVAYETLERE (HADİS VE SİYER) DAYANIR. BU KONUDA ELİMİZDE KESİN BİLGİ YOKTUR. 2) HZ. MUHAMMED’İN ÇOKEŞLİLİĞİ, İLAHİ KİTAPTA MÜSLÜMANLAR İÇİN ÖRNEK BİR KONU OLARAK GÖSTERİLMEMİŞTİR. 3) HZ. MUHAMMED’İN ÇOKEŞLİLİĞİ BİREYSEL BİR TERCİHTİR; ONUN BU TERCİHİ, ONUN DÜŞMANLARI TARAFINDAN KINANMADIĞI GİBİ ALLAH TARAFINDAN DA KINANMAMIŞTIR. ALLAH BU TERCİHİNİ MÜSLÜMANLARA ÖRNEK OLARAK DA GÖSTERMEMİŞTİR. 3)ÇOKEŞLİLİK, ALLAH TARAFINDAN İDEALİZE EDİLMEMİŞTİR. TAM TERSİNE NİSA, 3’DE TEKEŞLİLİK İDEAL EVLİLİK OLARAK ÖĞÜTLENMİŞTİR. 4)ÖYLEYSE BİLİNMELİDİR Kİ HZ. MUHAMMED’İN ÇOKEŞLİLİĞİ; TARİHSEL, SOSYO-KÜLTÜREL VE KONJONKTÜREL BİR DURUMDUR. NİTEKİM 100 YIL, 300 YIL, 500 YIL VEYA 1000 YIL GERİ GİDİLDİĞİ ZAMAN BÖYLESİ EVLİLİKLERİN AHLAKİ BİR SORUN OLMADIĞI GÖRÜLÜR. ErdemYoluSitesi]
Allah’ın Elçisi, Hz.Hatice ile evlenerek tek evlilik yapmış, 6 çocukları olmuş, 25 yıllık mutlu bir beraberlikten sonra sevgili eşini kaybetmişti. Sağlığı ve gücü yerinde mutlak seçme hakkı olduğu halde, Hz.Hatice’nin üzerine ikinci bir eşi hiçbir zaman almamıştı. Ancak 53 yaş sonrası gibi ileri bir çağda, Yüce Allah’ın isteği(vahyi) doğrultusunda İslâm’ı yayma nedeni ile başka evlilikler yaptı.

Çok eşliliği Hz.Peygamber getirmemişti. Eski çağlarda Kur’an’ı Kerim’in inmeye başladığı devirlerde, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Arabistanda da birden fazla evlilik, çok yayılmış normal bir adetti. Kişilerin birçok eşleri olsa dahi evlilik bağı, o devrin insanları arasında bir akrabalık ve en etkili dostluk olarak algılanıyordu. İslâmiyet’in yayılması için bu desteklere büyük ihtiyaç vardı. Hz.Muhammed’in bu amaca uygun eşler alarak, yaşamında fedakârlık yapması gerekiyordu. Toplumlarda nüfusun yarısı kadın olduğuna göre, Kur’an’ı Kerim’i de onlara öğretecek hanımları seçmeliydi. 53 yaşından vefatı olan 63 yaşına kadar bir çoğu yaşlı ve çocuklu olan dul hanımlar ile evlendi. Böyle ileri bir çağda nefsinin hoşlandığı duygularının veya cinsel isteklerinin tatmini için eşler alsaydı; mutlaka genç, çekici ve güzel hanımları tercih ederdi. Bu evlilikler Din’in yayılmasında çok etkili olmuş, birçok düşman kabile böylece İslâmlaştırılmıştı.

Yüce Allah’ın buyruğu doğrultusunda Allah’ın Elçisi’nin yaptığı evliliklerin yöntemi, 4 başlık altında toplanmıştır.

1- İslâm uğruna çekilen sıkıntılara karşılık, onları ödüllendirme. Hz.Sevde örnek olarak verilebilir.

Hz.Sevde.
Hz.Peygamber’in 2. eşiydi. İlk iman eden Müslümanlardandı. Mekke’de ki müşriklerin Müslümanlara yaptıkları zulümlere dayanamayarak kocası ile Habeşistan’a sığındı. Orada eşi ölen Hz.Sevde tekrar Mekke’ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Müslüman saflarında savaşırken 16 yaşında ki oğlunu da kaybetti. Allah’ın Elçisi, İslâmiyet uğruna çektiği bunca sıkıntılara karşılık onunla evlendi. Bu sırada o, bir kadın için geçkin bir çağ olan 50 yaşında bulunuyordu.

2 – Kocası savaşta şehit olan kimsesiz dul hanımları koruma altına alma. Örnek olarak Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Zeynep verilebilir.

Hz.Ümmü Seleme.
Hz.Peygamber’in 5.eşiydi.Kocası Uhud savaşında şehit olunca 4 çocuğu ile dul kaldı. Allah’ın Elçisi kimsesiz kalan Hz.Ümmü Seleme ile evlenerek, onu ve çocuklarını koruması altına aldı. O; İslâm’ın azılı düşmanı, müşriklerin komutanı Halid’in de yakın akrabasıydı. Halid, bu evlilikten çok etkilendi ve iki yıl sonra İslâmiyet’e girdi.

Huzeyme kızı Hz.Zeynep
. Hz.Peygamber’in 8.eşiydi. İlk kocası Bedir savaşında, ikinci kocası da Uhud Savaşı’nda şehit oldu. Kimsesiz kalan Hz.Zeynep, Allah’ın Elçisi tarafından nikahlanarak koruma altına alındı.Ancak kendisi bu evlilikten üç ay sonra vefat etti.

3 – En yakın dostlarının kızları ile evlenerek aileyi onurlandırma. Hz.Âişe, Hz.Hafsa ve Cahş kızı Hz.Zeynep örnek olarak verilebilir.

Hz.Âişe.
Hz.Muhammed’in 3. eşi ve en yakın dostu birinci halife Ebu Bekir’in kızıydı. İyi bir terbiye ile yetişmiş çok zeki ve akıllı bir hanımdı. Allah’ın Elçisi, dostu Ebu Bekir Ailesi’ni şereflendirmek için daha çocuk yaşında iken Hz.Âişe ile nikahlandı, onu ancak büluğ çağında iken evine aldı. Peygamber eşi olarak birçok görevleri başarı ile yerine getiriyordu. Çok sayıda hadisin günümüze kadar gelmesine sebep oldu.

Hz.Hafsa.
Hz.Peygamber’in 4.eşi ve dostu ikinci halife Hz.Ömer’in kızıydı. Uhud savaşında kocası şehit olunca dul kaldı. Babası Hz.Ömer’in isteği ile kızını eş olarak almış ve böylece akrabalık bağı ile onları onurlandırmıştı.

Cahş kızı Hz.Zeynep.
Hz.Muhammed’in öz halasının güzelliği ile ünlü kızı ve 7. eşiydi. Arabistan’da azat edilen kölelere ikinci sınıf insan gözüyle bakılıyordu. İşte bu kötü geleneği silmek ve onların da diğer insanlara eşit olduğunu göstermek için Allah’ın Elçisi, azat ederek evlat edindiği eski kölesi Zeyd’i hala kızı Zeynep ile evlendirdi. Ancak eşler anlaşamıyor ve uyumsuzlukları devam ediyordu. Zeyd evliliği sona erdirince Hz.Zeynep’in gururu incinmiş ve çok üzülmüştü. Bir müddet sonra Hz.Peygamber’e Zeynep ile evlenmesi için vahy yoluyla emir (Ahzab 33/37) geldi. Böylece Zeynep koruma altına alınarak mutsuzluğuna son verilmiş ve hem de Arap geleneğine göre : «Evlatlığın boşadığı kadını onun babalığı alamaz.» adeti de sona ermişti.

4 – Düşman kabilelerden kadın alarak İslâmiyet’e kazandırma. Örnek olarak Hz.Cüveriye, Hz.Ümmü Habibe, Hz.Safiyye, Mısırlı Hz.Mariye ve son eşi Hz.Meymune verilebilir.
Hz.Cüveriye.
Düşman Mustalik Kabilesi reisinin dul kızı ve Hz.Peygamber’in 6. eşiydi. Kocası Müslümanlarla yaptığı savaşta vefat etmişti. Esir düşen Hz. Cevriye cariye olacağı yerde, Allah’ın Elçisi’nin eşi olmuştu. Bu evlilikle akrabalık bağı oluştuğundan, düşman kabilesi mensupları da İslâmiyet saflarına geçmekte gecikmemişlerdi.

Hz.Ümmü Habibe.
Mekke putperestlerinin lideri, Hz. Muhammed(s.a.s.)’in baş düşmanı Ebu Süfyan’ın kızı ve 9. eşiydi. Babasına rağmen kocası ile Müslüman olmuş ve Habeşistan’a hicret etmişti.Orada bir çocuğu olmuş, kocasını da kaybetmişti. Hz.Ümmü Habibe, içtenlikle İslâm’a sadık kalmış ve babasının lideri olduğu Mekke şehri’ne geri dönmemişti. İşte bu vefanın karşılığı olarak Allah’ın Elçisi, Habeşistan’ın Hırstiyan olan dost kralı Necasî’yi vekil yaparak Ümmü Habibe’yi nikahladı. Bu evlilikten önce şu ayet inmişti. Müntehine 60/7 : «Allah sizinle düşman olduklarınız arasında dostluk ve sevgi meydana getirmesi mümkündür.» Bu evlilik sonrası baba Ebu Süfyan’ın düşmanlığı azalmış, Mekke’nin fethinden sonra o da Müslüman olmuştu.

Hz.Safiyye.
Hayber’li Yahudi kızı ve Hz.Peygamber’in 10. eşiydi. Müslümanlar veYahudiler arasında geçen Hayber Savaşı’nda kocası ölmüş, kendisi de esir düşmüştü. Allah’ın Elçisi’nin : «Kendi dininde kal seni memleketine göndereyim, eğer istersen İslâmiyet’i kabul et, seninle evleneyim.» teklifine hemen olumlu cevap verdi. Bu evlilik; savaşta mağlup olan Yahudiler arasında etkisini göstermiş, bazılarının İslâm’a girmesine sebep olmuştu.

Mısırlı Hz.Mâriye.
Hz.Muhammed’in 11.eşiydi. Mısır kralı Mukavkıs tarafından hediye olarak gönderildi. Allah’ın Elçisi’de onu cariye değil, eş olarak kabul etti ve nikâhladı. Bu evlilik Mısır Halkı’nın İslâmiyet’e sıcak bakmasında çok etkili olmuştu.

Hz.Meymûne.
Hz.Peygamber’in son ve 12.eşiydi. Allah’ın Elçisi, putperest Mekke’liler ile münasebetlerde düşmanlığın ortadan kalkmasını istiyordu. Mekke’li dul bir hanım olan Hz. Meymûne’nin muhtelif kabilelerin hatırlı kişileri ile evli 8 kızkardeşi bulunuyordu. Bunların kocaları Mekke’de sözü geçen hatırlı kişilerdi. Bu evlilik, Mekke’liler ile gerginliğin azalmasına sebep olmuştu.

Eşlere Ahiret Ödülü
Hz.Peygamber’in eşlerinin yaşadığı mahaller
, dünya nimetleri ile değil, mahrumiyet ve sıkıntılarla doluydu. Oturdukları yer bir saray değildi. Yaşadıkları evleri Mescid duvarına dayalı küçücük odalardan ibaretti. Duvarlar kerpiçten, tavan hurma ağacı ve yapraklarından yapılmış, yağmurdan korunmak için tavanın üzerine kilim serilmişti, yeri ise topraktı. Hz.Muhammed sahip olduğu nimetleri toplumuna dağıtıyor; kendisine, eşlerine ve çocuklarına az pay ayırdığından, ashabından daha fakir bir hayat yaşıyordu. Bu fedakarlıkları Allah’ın Elçisi ile birlikte bütün aile bireyleri göğüslemekteydi. Çoğu bolluk ve varlıklı bir yaşam içinden gelen eşler, yoksulluktan zaman zaman şikayetçi olmuşlarsa da, ilâhî görevini eksiksiz yapan Hz.Peygamber tavrını hiç değiştirmemişti.

Yüce Allah, Peygamber Hanımları’na şöyle uyarıda bulundu. Ahzab 33 / 28,29 : « Ey Peygamber! Eşlerine söyle: Eğer siz, dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedelinizi vereyim ve sizi güzellikle salayım. Eğer siz; Allah’ı, Elçisi’ni ve ahiret yurdunu istiyorsanız, biliniz ki Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir ödül hazırlamıştır.» Eşlerin hiçbiri ayrılmayı kabul etmemiş, Hz.Peygamber’i ve ahiret hayatını içtenlikle tercih etmişlerdi. Birer kat elbiseleri ve toprak zeminli odaları içinde, Yüce Yaratıcı’nın sevgili Elçisi’ne ve insanların kurtuluşunu sağlayan İslâmiyet’e hizmet etmenin mutluluğunu yaşıyorlardı. Onlar sıradan bir kadın değil, Hz.Peygamber’in eşi ve müminlerin de anneleri idi. Ahzab 33/32: «Ey Peygamber Hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz…» Ahzab 33/6: «…Peygamberin eşleri müminlerin anneleridir…»

Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları
İslâmiyet’in temel prensibi barış içinde yaşamayı esas almaktır. İslâm kelimesinin anlamı da barış, güven ve huzur demektir. Ancak savaş, saldırı durumlarında zalimlere karşı yapılmalıdır. 13 yıl süren Mekke Devri’nde Müslümanlar çok zulüm görmüşler, ülkelerinden çıkarılmışlardı. Bütün bu haksızlığa rağmen onlara sabırlı olmaları, Allah’ın Dini’ni güzellikle yaymaları emredildi. Çok eziyet ve işkence görmelerine rağmen, ancak Medine’ye hicretten sonra savaş izni çıkmıştı. Hac 22/39,40: «Zülüm ve haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan müminlere savaş izni verildi. Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar, RAB’bimiz Allah’tır, dediler diye haksız yere yurtlarından (Mekke’den) çıkarıldılar.»

Bedir Savaşı.
Mekke putperestleri; 624 yılında Medine’ye hicret eden Müslümanları yok etmek için, 1000 kişilik bir ordu ile hareket ettiler. Müslüman kuvvetleri ise 300 kişiden ibaret ve savaş aletleri de yeterli değildi. Bu savaşta ayni kabilenin insanları baba, oğul ve kardeş birbirleriyle savaşacaktı. Örneğin Hz.Muhammed(s.a.s.)’ın amcası Hz.Hamza Müslümanlarla beraberdi, diğer amcası Abbas ise karşı taraftaydı. Cenab’ı Allah, Elçisi’ne savaşı kazanma müjdesini daha önceden vermişti. Kamer 54/45: «O topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.»

Savaş Bedir mevkiinde başladı. Bir avuç Müslüman, tam silahlı putperest kuvvetleriyle karşı karşıya geldiler. Hz.Peygamber ellerini havaya kaldırarak Yüce Allah’a yakarıp dua etti. Savaş bütün hızıyla devam ediyordu. Allah’ın lütfuyla müşrikler yenilgiye uğratılmış, geride birçok ölü ve esir bırakmışlardı. Komutanları Ebu Cehil ölüler arasındaydı. Enfal 8/17: «Siz öldürmediniz onları, Allah öldürdü onları. Attığın zaman sen atmadın, Allah attı. İnananları kendisinden güzel bir imtihanla denemek için yaptı bunu. Allah; işitendir, bilendir.»

Uhud Savaşı.
Mekke müşrikleri Bedir Savaşı yenilgisini unutamamışlar, Medine’yi basıp Hz. Muhammed ve beraberindekileri yok etmeyi planlıyorlardı. Bedir Savaşı’ndan bir yıl sonra, Ebu Süfyan komutasında üç bin kişilik güçlü bir orduyla Medine’ye yürüdüler. Allah’ın Elçisi’nin kuvvetleri, onların dörtte biri kadardı.Savaş, Medine yakınlarında ki Uhud Dağı eteklerinde başladı. Başlangıçta müşrikleri bozguna uğrattılar. Kaçan ve bozguna uğramış Mekke’lileri takip etmek yerine, ganimet toplamaya başlamışlar ve okçuları da görev yerlerini terketmişlerdi. Toparlanan düşmanın saldırısıyla mağlup duruma düştüler. Müslümanlar hafif yaralı olan Hz. Peygamber’in etrafında toplandıktan sonra, direnmeleri ile putperestlerin saldırılarını durdurmuşlardı. Bu savaşta bazı kayıplar verildi. Allah’ın Elçisi’nin amcası Hz.Hamza bu savaşta şehit düşmüştü.

Üstünlük müşriklerde olmasına rağmen, Allah’ın kalplerine korku salmasıyla savaşa devam etmemişler, tek bir esir bile almadan Mekke’ye geri dönmüşlerdi. Yüce Allah bu olaydan sonra Elçisi’ni şöyle teselli ediyordu. Ali İmran 3/139: «Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız üstün gelen sizsiniz.»

Hendek Savaşı.
Medine’yi savunmak için etrafına hendek kazıldığından bu savaşa Hendek Savaşı denmiştir. Hz. Muhammed ve Müslümanları ortadan kaldırmayı gaye edinen Mekke müşrikleri, büyük bir güç toplayarak son zaferlerini kazanmayı hedefliyordu, 4 bin kişilik kuvvet oluşturdular ve komşu Bedevi kabilelerin birleşmesiyle bu ordu 12 bin kişiye ulaştı. Bu tarihe kadar böyle bir kuvvet görülmemişti. Hz. Peygamber bu durumu öğrenince, ashabını toplayarak alınacak önlemi kararlaştırdılar ve Medine’nin çevresine derin bir hendek kazmaya başladılar. Allah’ın Elçisi de bizzat çalışıyor, etrafına gayret veriyordu.

Müşrikler büyük güçleriyle 627 yılında Medine’ye geldiklerinde hendeği görünce şaşırdılarsa da şehri kuşattılar. Savaş karşılıklı ok atımıyla başladı. Günler, haftalar geçmesine rağmen kuşatma devam etti. Müslümanlar için zor günler başlamıştı, yiyecek ve su sıkıntısı çekiliyordu. Medine’de birlikte yaşadıkları Beni Kurayza Yahudileri de aralarında ki anlaşmayı bozarak müşriklerle işbirliği yapınca, Hz. Peygamber çok rahatsız oldu. Yüce Allah’a dua ediyor ve yakarışta bulunuyordu. Çok geçmeden üzüntüsü sevince döndü. Ahzab 33/9 : «Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Üstünüze ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular (melekler) göndermiştik…» O akşam esmeye başlayan fırtına ordugahlarını altüst etti, çadırları söktü, atlar, develer dağıldı, hepsi paniğe kapıldılar. İçlerini korku kaplamış, maneviyatları bozulmuştu. Bir ay süren kuşatmanın henüz neticesini de alamamışlar, Mekke’ye dönmekten başka seçenekleri kalmamıştı. Ahzab 33/25: «Allah inkar edenleri, hiçbir zafer elde edemeden kinleriyle geri çevirdi. İnananlara savaşta Allah’ın yardımı yetti. Allah yegane kuvvetli ve galip olandır.»

Mekke Müşrikleriyle Barış Anlaşması
Mekkeli Müslümanlar; Kâbe’yi, doğup büyüdüklere yeri çok özlemişlerdi. Hicret edeli 6 yıl gibi uzun bir zaman geçmişti. Mekke’li müşrikler ise, onları ve Hz. Muhammed’i yok etmek için Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarını yapmışlar, fakat hedeflerine ulaşamamışlardı.

Medine dışında birçok putperest Arab kabilesi yaşıyordu. Bunlar Müslümanlığın ne olduğunu bilmiyorlardı. Eğer Mekke’lilerile sulh anlaşması yapılırsa, İslâmiyet bu kabilelere rahatlıkla tebliğ edilebilirdi.

Hz. Muhammed 628 yılında ashabından 1400 kişi ile Kâbe’ye gitmek üzere yola çıktı. Sulh için gittiklerinden yanlarına silah almamışlar, savaş yapılması yasak olan Zilkade ayını seçmişlerdi. Hudeybiye’ye kadar ilerleyerek orada konakladılar. Müşrikler Hz. Muhammed’in Mekke’ye geleceğini öğrenince telaşlanıp, savaş hazırlığına girdiler.

Barış görüşmelerinde ilk elçi müşriklerden gelmiş; teklif edilen ağır şartlar hemen geri çevrilmişti. Bu defa Allah’ın Elçisi, ashabından Hz.Osman’ı Mekke’ye gönderdi. Müşrikler gelen teklifi kabul etmedikleri gibi Hz.Osman’ı hapsettiler. Hz. Peygamber bu tutuma çok üzülmüş ve hemen savaş hazırlığını başlamıştı. Kararlı tutum karşısında müşrikler anlaşmaya yanaştılar ve yapılan bu barışa da Hudeybiye Barışı ismi verildi. Anlaşma gereği bir yıl sonra Kâbe’ye ziyaret yapılacağından Hz. Muhammed ve beraberindekiler Medine’ye geri döndüler. Bu sırada da Fetih Suresi inmişti. 48/1: « Ey Muhammed, Biz sana apaçık bir zafer sağladık. »

Hudeybiye Barışı, Müslümanların aleyhinde gibi görünmesine rağmen, aslında bir zaferdi. Allah’ın Elçisi İslâm’ı Arab kabilelerine rahatça yayıyordu. Bu tarihten Mekke’nin fethine kadar Müslüman olanlar, bugüne kadar girenleri birkaç defa katlamıştı.
Hudeybiye Anlaşması iki yıl sonra müşrikler tarafından bozulunca, Mekke fethinin zamanı da gelmiş oluyordu.

Mekke’nin Fethi
Hudeybiye Anlaşması’nı bozan Mekke müşrikleri pişmanlık duymuşlar, tekrar geçerli kılınmasını temin etmek için, liderleri Ebu Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Mekke’de her sözü yerine getirilen Ebu Süfyan’a, Hz. Muhammed’in eşi olan kızı Ümmü Gülsüm dahi gerekli alakayı göstermemiş, Müslümanlarla anlaşmayı yapamadan geri dönmüştü.

Hz. Peygamber Mekke seferi için ashabına hazırlık yapılması için emir vermiş, Allah’ın Evi Kâbe’nin putlardan temizleme zamanı gelmişti. Savaş olmasını istemediğinden fethin gizli yapılması için gerekli tedbirleri aldırıyordu. Mekke ile Medine arasında ki yollar kesilmiş, müşriklerin fetih ile ilgili bir duyum alması da önlenmişti. Seferden müşriklerin haberi olmayınca savunma için silahlanmayacaklar, böylece kan da dökülmeyecekti. Allah Elçisi, İslâm’a giren bütün Arab kabilelerine haber salarak Medine’de toplanmalarını istedi.

Sefere, 630 yılında 12 bin kişilik güçlü bir ordu ili çıkıldı ve Mekke yakınlarında konaklandı. Gece yakılan ateşin büyüklüğü Mekke’lileri çok korkutmuştu. Müşrikler, durumun ne olduğunu öğrenmek için liderleri Ebu Süfyan’ı gönderdiler. O; anlaşma teklifi yerine, Allah’ın Elçisi ve ordusunun ihtişamı karşısında hemen Müslüman olmayı tercih etti. Hz. Peygamber; karşı konulmamasını, bütün Mekke’lilerin bağışlanacağını halka ilân etmesi için, onu elçi olarak Mekke’ye geri gönderdi. Bu teklife müşriklerin büyük bir bölümü sessiz kaldı. Ordu Mekke’ye girerken bir olay hariç, karşı koyan olmamıştı. Yüce Allah’ın yardımı ve lütfu ile Mekke şehri nihayet fethedilmişti.

Kâbe‘nin içinde ve etrafında üçyüzden fazla put vardı. Hz. Peygamber bütün putları parçalatarak imha ettirdi. Sonra etrafında endişe ve korku ile bekleyen Mekke halkına hitap ederek etkili bir konuşma yaptı ve onlara Yusuf Sure’sinin 92. ayetini okudu : «Bugün size geçmişten dolayı azarlama yok diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbessiniz.»

Öğleyin namaz vakti geldiğinde Habeşi Bilâl Kâbe’nin üstüne çıktı. Gür ve güzel sesiyle okuduğu ezan, Mekke şehri’nde yankılanıyordu. Allah’ın Elçisi öğle namazını onbini geçen muhteşem topluluğa kıldırdı. Öğleden sonra bütün Mekke halkı el ele tutuşarak Hz. Peygamber’e biat etmiş, Müslüman olmuşlardı.

Arabistan’ın Tümü Müslüman Oluyor
İslâm’a girmemiş bütün Arab kabileleri, Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye gelerek Hz. Muhammed’e biat ettiler. Arabistanda Müslüman olmayan hiçbir kabile kalmamıştı. Yalnızca küçük Hıristiyan ve Yahudi toplulukları vardı. Allah’ın Elçisi; kitapları olduğu ve tek Allah’a inandıkları için onları İslâm’a girmelerine mecbur etmemiş, kendi dinlerinde kalmalarını sağlanmıştı. Ankebut 29/46: «…Kitap sahiplerine şöyle deyin: Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim Tanrı’mız da, sizin Tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olmuş kişileriz. » yalnızca cizye (vergi) alarak onları koruması altına aldı. Kur’an’ı Kerim, insanların Allah’ın Dini’ne yönelişlerini şöyle anlatıyordu. Nasır 110/1,3 : «Ey Muhammed! Allah’ın yardımı ve fetih günü gelip, insanların akın akın Allah’ın Dini’ne girdiklerini görünce, hemen RAB’bini hamd ile tespit et. şüphesiz O, tövbeleri kabul edendir.»

İslâm Bütün Dinlere Üstün Kılındı
«Allah, Elçisini hidayet ve hak dinle gönderdi ki, o Dini bütün dinlere üstün kılsın. Tanık olarak Allah yeter.» Fetih 48/28. Bu ayet ile Hz. Peygamber’in getirdiği Kur’an’ı Kerim’in zafere ulaşacağı, bütün dinlere üstün geleceği açıklanmaktadır. Müşrikler istemese de, Kur’an’ı uydurma saysalar da Hz. Muhammed’in gerçek peygamber ve Kur’an’ın da Allah sözü olduğu ve bütün dinlerden üstün kılındığı, daha önce inen Saf Suresi 9, ve Tevbe 33 ayeti ile de vurgulanmıştı.

Sizinle Bir Daha Beraber Olamayacağım
«…Bu gün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak, size İslâm’ı seçtim…» Maide 5 / 3. Dini hükümlerin tamamlandığını bildiren bu son ayet; Hz.Muhammed’in hicretinin onuncu ve miladi 632 yılında Hac için gittiği Mekke’de söylediği Veda Hutbe’sinden hemen sonra inmişti. Ayette Yüce Allah İslâm Dini’ni tamamladığını bildiriyordu. Dinin tamamlanması; Hz. Muhammed‘in ilâhî görevinin sona ermesi ve vefatının da yaklaşması demekti. Allah’ın Elçisi son hutbesinde ashabına şöyle veda etmişti: «Belki burada sizinle bir daha beraber olamayacağım.»

Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed, bu hutbeden 82 gün sonra 63 yaşında iken vefat etti. O da her peygamber gibi Allah’ın yüce makamına (melekût alemine) yükseldi.

http://www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/bolum28/baslik3.htm

posted in *PEYGAMBER | 1 Comment

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Hz. İSA ve KUTSAL RUH’UN TANRILIĞI
Rahip Arius’un Eylemleri
Bir rahip olan Arius, 310 yıllarında İskenderiye’nin İlçesi Banealis’te göreve başlamıştı. Dini görüşleri bakımından Hz.İsa’nın meşru mirasçıları Nasraniler ile ayni düşünceyi paylaşıyordu. Ona göre, sonsuzdan beri var olan Tanrı Bir ve Tek’tir, İsa ise sonradan Tanrı tarafından yaratılmıştır. Buna kanıt olarak Matta İncili’nde ki 5/9 ve 5/44,45 ayetlerini : « Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek.» gösteriyordu. Arius tutarlı görüşlerini halka aktarıyor, onların da beğenisini ve takdirini kazanıyordu. Geniş bir halk kitlesini arkasına alan Arius’un eylemlerinden, İskenderiye piskoposu Alexander çok rahatsız oldu. Pavlus’un öğretisini kabul eden Roma Kilisesi gibi Alexander de Hz.İsa’nın tanrı olduğu tezini benimsemişlerdi. Ancak Arius görüşlerini ısrarla savunmaya devam etti. Taraftarları zamanla çoğaldıkça Ariusçuluk hareketi büyüyordu. Bu anlaşmazlıkta halk ikiye bölündü ve ülke için büyük bir sorun olmaya başlayınca, İmparator Konstantin devreye girdi.

İmparator Konstantin Tartışmaya El Koyuyor
Roma İmparatorlarından birincisi olan Konstantin, 306 yılında imparator oldu. İstanbul şehri bir Bizans kasabası iken, onu büyütüp genişletmekle ün yapmış ve bu şehre Konstantinopolis ismini vermişti.

Konstantin; Roma’nın resmi dini Sol İnviatus diye bilinen Güneş Tanrı’sına tapan bir putperest iken, politik nedenlerle Hıristiyanlığı kabul etmişti. Böylece 250 yıldan beri Romalılar’ın büyük zulmü altında ezilen Hıristiyanlar, işkence görmekten kurtulmuştu. Öncelikle ülkesinin bütünlüğünü düşünen İmparator, hem eski inancını devam ettirmiş ve hem de iki din arasında bir uzlaşma, bir kaynaşma temin etmişti. Bu arada Roma Kilisesi’ni de himayesi altına aldı. Ariusçuluk hareketi ile günden güne büyüyen dini karışıklık, memlekete zarar verebilirdi. Bu sorunu, bir konsey kurarak kendi inanışına uygun şekilde çözmeye karar verdi.

İznik Konseyi
Bu konsey, Hıristiyanlık tarihinin en önemli toplantısı olmuştu.
Konstantin bir konsey kurmak için bütün olanaklarını kullandı. 300’ü aşkın piskopos ve kilise yetkililerinin davet edildiği toplantının bütün giderleri, İmparatorluk tarafından karşılandı. 325 yılında İznikte, bugün yıkılmış olan bir kilise bu büyük anlaşmazlığın ev sahipliğini yaptı. 20 mayısta başlayan oturumlar 25 temmuza kadar sürdü. İmparator Konstantin bütün oturumlara katıldı. Onun ülkede büyük bir saygınlığı vardı. Roma – Yunan kültürü ile yetiştiğinden çok tanrılı dinlere karşı sempati duyuyordu. Himayesi altındaki Roma Kilisesi’nin tarafını tutuyor, Arius’a karşı çıkıyordu. Konseyin aldığı karar, onun desteklediği tarafın lehine olacağını tahmin etmek zor değildi.

Arius ile Athanesuus Tartışması
Toplantıda Hıristiyan halkı gibi iki karşı gurup oluşmuştu. Bir tarafını Arius (Ö.336) ve taraftarları, diğerini de Roma Kilisesi’nin desteklediği Athanasius (Ö.373) vardı. Arius, Hz. İsa’nın varisi Nasrani Hıristiyanlığın öğretisini savunuyordu. Ona göre: «İsa’da ezeli yaratılmamış Kelâm değil, bir yaratık beden almıştı. Tanrı tarafından zaman içinde yaratılmıştı.» Athanasius ise Pavlusçu Hıristiyanlığın görüşünü koruyordu. (Bkz. Bu Kitap Pavlus’un Hz. İsa’yı Tanımlaması) Ona göre :«İsa beden alan Kelâm, yani Tanrı Sözü, ezeliydi, yaratılmamıştı ve baştan beri Tanrı’yla birlikteydi.»
Bu anlaşmazlık uzun süren tartışmalarla devam etti.

Rahipler İsa Mesih’in Tanrılığını Onaylıyor
Neticede Roma Kilisesi’nin ve İmparator Konstantin’in desteklediği Athanasius’un benimsediği doktrin onaylandı. Ariusçuluk; sapkın bir öğretiş olarak ilân edilmiş ve Arius’da Roma Kilisesi tarafından afaroz edilmişti. Konseyde Hz.İsa’nın Tanrı olduğu kabul edilmiş, bu karar tanrısal vahiy yerine, insan eliyle din görevlilerinin oy çokluğu ile alınmıştı. Oysa rahip Arius’un açıklamaları ve Yuhanna dışındaki İnciller’de Matta, Markos ve Luka’nın belirttiği gibi, İsa Mesih Tanrı değil, sonradan yaratılan bir Peygamber’di. Bu husus Sinoptik İnciller’de birçok ayet ile vurgulanmıştı. Markos 12/29 : «İsa şöyle karşılık verdi: En önemlisi şudur. Dinle ey İsrail! Tanrımız Rab Tek Rab’dir.» Luka 4/8 : «İsa ona şu karşılığı verdi: Tanrın olan Rab’be tap, yalnız O’na kulluk et, diye yazılmıştır.» Matta 13/57: «…İsa onlara şöyle dedi : Bir peygamber, kendi memleketinden ve evinden başka yerde hor görülmez.» Luka 7/16 : «…Aramızda büyük bir peygamber ortaya çıktı ve Tanrı halkının yardımına geldi.»

Ünlü Dinsel Tarih Profesörü Mircea Eliade İznik Konseyi hakkında şöyle yazmıştı. cilt 2, S.462: «Dördüncü yüzyılın başlarında İskenderiyeli bir rahip olan Arius, daha tutarlı ve felsefi bir teslis (üçleme) yorumu önerdi…Ona göre Tanrı tektir ve yaratılmamıştır. Oğul ve Kutsal Ruh daha sonra Baba tarafından yaratılmıştır, dolayısiyle ondan daha alt bir konumdadır…İznik Konseyi’nde Ariusçuluğu reddeden simge benimsendi. Bununla birlikte Arius teolojisinin güçlü savunucuları çıktı ve tartışma yarım yüzyılı aşkın bir süre devam etti.»

İznik Konseyi’nden sonra Nasraniler’in devamı olan Ariusçuluk öğretisi, geniş bir çoğunluk tarafından benimsendi. Tartışma yalnız din bilimcileri arasında kalmamış halkı da çok etkilemişti. Eğer İsa Mesih Tanrı değilse, dünyayı kurtarma gücüne sahip olduğuna nasıl inanılabilirdi? Tartışma Ariusçuluğun sonu olan yedinci yüzyılın sonuna kadar devam etti.

Bugün dahi Hıristiyanlar arasında, Arius’un Tek Tanrı İnancı görüşlerini kabul edip yaşayanlar, ayrı bir mezhep (Unitarien) teşkil etmişlerdi. Konstantin; bu konseyden sonra Roma Piskoposu’na maaş bağladı. Böylece onu diğer kilise papazlarından ayırmış oldu. Kısa süre sonra Roma Kilisesi diğer kiliselerin üzerine hakimiyet kurdu ve bugünkü Papalık müessesesi oluştu.

İsa Mesih’in (Noel) Doğum Gününün Belirlenmesi
Konsey Hz. İsa’yı ilâhlaştırdıktan sonra boş durmadı. Eski bir putperest olan Roma İmparatoru Konstantin ve çevresi bir zamanlar (Sol Invictus) Güneş Tanrısı’na tapıyordu. Onların en büyük bayramları 25 aralık pazar günüydü. O gün Güneş Tanrısı’nın doğduğuna inanıyorlardı. Geleneklerine çok bağlı olan bu insanlar, Hz. İsa’nın doğum gününün aynı gün olmasını, böylece Doğuş Bayramları’nın devam etmesini istiyorlardı. Pazar gününün İngilizce karşılığı Sunday = Güneş Günü demekti. Bütün pazar günleri de ibadet günü olmalıydı.

Hıristiyanlık ile Sol Invictus dinlerini uzlaştırmak isteyen İmparator Konstantin bu arzusunu konseye kabul ettirdi. Bugüne kadar Hz. İsa’nın doğum tarihi 6 ocakta kutlanıyordu, Roma Katolik Kilisesi 325 yılından sonra, 25 aralık tarihini (Noel) doğum günü olarak kabul etti. Doğu Kiliseleri (İstanbul, Kudüs, Antakya, İskenderiye) sonraki ismiyle Ortodoks Kiliseleri, 6 ocak tarihinde Noel kutlaması yapmaktadır. ( kaynak :  Mircea Eliade, Dinsel İnançlar, cilt2, s.464)

İznik Konseyi’nde Hazırlanan İnanç Bildirgesi
325 yılında İznik Konseyi’nde hazırlanan ve bugünkü Hıristiyan mezheplerinin hemen hemen hepsinde kabul edilen inanç bildirgesi şöyledir : « Her şeye gücü yeten, görünen ve görünmeyen, bütün şeylerin yaratanı olan bir tek Baba Tanrı’ya inanıyoruz; bir tek Rab İsa Mesih’e inanıyoruz. Tanrı’nın Oğlu, Baba’dan doğan biricik Oğul, yani Baba’nın öz varlığından oluşan Tanrı’dan Tanrı, Nurdan Nur, gerçek Tanrı’dan gelen gerçek Tanrı, yaratılmış değil, Baba’nın özünden çıkmış, Baba’nın öz varlığına sahip olan, kendi aracılığıyla gökteki ve yerdeki herşeyi yapılmış, biz insanlar ve kurtuluşumuz için gökten inmiş, insan bedeni almış ve insanlar arasında yaşamış, sıkıntı çekmiş ve üçüncü günde ölümden dirilmiş, göğe yükselmiş, dirilerle ölüleri yargılamaya gelecek olan O’dur; Ve Kutsal Ruh’a da inanıyoruz.»

«Buna karşılık, Rab İsa’nın mevcut olmadığı bir devre vardı. O doğrulmadan önce yoktu, hiç yoktan meydana geldi, Tanrı’dan başka bir maddeden veya özden yaratıldı, değişebilir veya başka bir hale gelebilir, diye ileri sürenlere gelince Katolik Kilisesi onları lânetler.»

Bu inanç bildirgesi; daha sonraki konseylerde incelenerek bazı küçük değişikliklerle genişletilmiş olsa da, bugün birçok kiliselerde örneğin Süryani, Rum ve Ermeni Kilise’lerinde de okunmaktadır.

Üçleme (teslis) İnancının Resmileştirilmesi
İznik Konseyi’nde İsa Mesih’in Baba Tanrı’nın özünden çıkmış, O’nun öz varlığına sahip, Tanrı Oğlu olduğu kabul edildikten sonra, Kutsal Ruh‘un da Tanrı oluşu tartışma konusu oldu. Araştırmacılar bu inanca kanıt olarak gösterilen Matta İncili’nde ki 28 / 9 : «Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin.» alıntısı, maalesef İstanbul Konseyi’nden sonra bu İncil’e eklenmişti, görüşündedir. (Bkz. Bu kitap, Matta İncili) Diğer İncillerde üçleme ile ilgili açık bir öğreti yoktu. Ancak Pavlus Mektuplarında bu inancı anımsatan fakat kesin olmayan ifadeler kullanılmıştı. Örneğin 2. Korintliler 13/13,14 : «Bütün Kutsallar size selam eder. Rab İsa Mesih’in lütfu, Tanrı’nın sevgisi ve Kutsal Ruh’un paydaşlığı hepinizle birlikte olsun.»

Luka İncili’nde (1 / 19,26) melek Cebrail konu edilmiş fakat Kutsal Ruh ile Cebrail’in aynı varlık olduğu belirtilmemişti. Kur’an’ı Kerim ise; Kutsal Ruh’un diğer ismiyle Ruhu-l Kudüs’ün Yüce Tanrı’dan peygamberlere vahyi getiren melek Cebrail olduğunu, birçok ayetlerle açıklamaktadır. Bakara 2 / 87 : «… Meryem oğlu İsa’ya da açık-seçik deliller verdik ve kendisini Ruhu-l Kudüs (Cebrail) ile güçlendirdik.» Meryem 19/17, 19: « …Biz de Ruh’umuzu (Cebrail’i) ona (Meryem’e) göndermiştik de o kendisine bir insan şeklinde görünmüştü… Ruh dedi : Ben sadece RAB’bin elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan çocuğu bağışlamak için buradayım.»

Netice olarak 4 İncil’de de Üçleme inancıyla ilgili açık bir öğreti bulunmamaktaydı. Kilise teşkilatı, tanrısal vahye dayalı olmayan üçlemeyi, din görevlileriyle çözmeyi kararlaştırdı.Üçleme inancını resmileştirmek için, 381 tarihinde Birinci İstanbul Konseyi, 186 piskoposun katılımıyla toplandı. Konseyde şöyle karar alınmıştı :

« Kutsal Ruh’un Rab ve Hayat Veren olduğunu, Baba’dan çıktığını, Baba ve Oğul’la birlikte ibadet edilip yüceltildiğini ve peygamberler aracılığıyla konuştuğu gerçeği vurgulandı.»

Böylece Üçlü Birlik doktrini tamamlanmış ve Kutsal Ruh’un Tanrı oluşuyla, Hıristiyan inancının temeli de atılmıştı. Tıpkı İznik Konseyi’nde olduğu gibi tanrısal vahiy yerine, insan eliyle piskoposların kararı ile İsa Mesih gibi Kutsal Ruh da ilâhlaştırılmıştı. Böylece Hıristiyanlık; Bir ve Tek Tanrı inancından çıkarılarak Baba, Oğul ve Kutsal Ruh‘tan oluşan üç kişilikli Tek Tanrı inancına dönüştürülmüştü. Baba da Tanrı, Oğul da Tanrı ve Kutsal Ruh da Tanrı’ydı.

Yine aynı tarihlerde bugün elimizde bulunan ve 27 kitaptan oluşan İncil’e Üçleme İnancına uygun ilaveler yapılarak yeniden basıldı.

www.kurandasevgi.gen.tr/kkitaplar/bolum26/bolum26.htm

posted in KİTABI MUKADDES | 0 Comments