FELSEFE PROFESÖRÜ AHMET İNAM’DAN SOHBETLER
DEĞER YAŞAMAK-Prof. Dr. Ahmet İNAM
EĞİTİMİN SORGULANMASI İÇİN ÖNERİLER-Prof. Dr. Ahmet İNAM
İNANÇLAR, ÖZGÜRLÜK ÇİÇEKLERİ AÇABİLECEK Mİ?- Prof. Dr. Ahmet İNAM
YAŞAMAK OKUYABİLMEKTİR YAŞADIĞINI- Prof. Dr. Ahmet İNAM
BİLİNÇ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER- Prof. Dr. Ahmet İNAM
AHMET İNAM’LA SÖYLEŞİ: “Düşünmek, göze almaktır.”
AKLIMIZ DUYGULARIMIZIN NERESİNDE?- Prof. Dr. Ahmet İNAM
DEĞER YAŞAMAK-Prof. Dr. Ahmet İNAM
Yaşayıp giden bir insanın sorusu değil, “Nasıl yaşamalıyım?” Yaşayıp giden, hayatındaki soruları silmiş, arada bir aklına takılan her sorunun yanıtını buluveren, yaşamının içine gömülüp, onda kaybolmuş bir insanın, çağımızın yorgun, yılgın, bıkkın, kolaycı, kurnaz, tembel insanının yaşadığı değerlerle ilgili bir sıkıntısı pek olmuyor. “Nasıl yaşamalıyım?”sorusu bizi” hangi değerlerle yaşamalıyım?” sorusuna götürüyor. Değer duyarlığı gelişmiş, değerlerinin farkında, değerlerini gözden geçirebilen, canlı, araştırıcı bir insan bekliyor çağım.
Değer yaşayamayan bir insan nasıl bir insandır? Sorunun yanıtı, değer yaşayamama biçimlerini irdelemeyi gerektiriyor.
Bir anlamıyla her insan değerlerle yaşıyor. Dürüstlük, erdemlilik, adalet insana olan saygı, dostluk, sevgi…değerlerimizden bazıları. Paraya, toplumsal konuma, şana, şöhrete, mala, mülke, en yüksek değerleri uygun gören insanlar, tarihin başlangıcından beri karşımıza çıkar.Toplumda bir arada yaşayan insanların, bu yaşamın sürmesi için yaşam düzenleyen değerlere gereksinimleri vardır. Değerlerle yaşamak, bir arada yaşamanın olmazsa olmaz özelliği. Oysa değer yaşamakla, değerlerle yaşamak arasında derin bir fark var. Değerlerle yaşamak, olağan, sıradan bir yaşamın içindeki insana özgü olabilir. Değer yaşamak ise, değer bilinci gelişmiş insanın bir başarısıdır. Değer yaşayamayan bir insanın, yaşadığı toplum ve kültürdeki değerlerin bilgisine ve bilincine sahip olmadığını söyleyebiliriz. Denizin içinde olup da denizin farkında olmayan balıklar gibi, değerlerle yaşayıp, değer yaşayamazlar. Bilinç ve bilgi sahip olup, değer yaşayamama olasılığı hiç de düşük değildir. Yüksek değerlerin, ahlak, estetik bilim alanındaki işleyişini bildiği hâlde bu değerleri kendi yaşamına katamayan insanlar da vardır. Değer yaşamak, değer bilgisi ve bilinciyle, yüksek değerleri, hayatımıza katarak benliğimizin bir parçası yaparak yaşamaktır. Yalnız değerlerin farkındalığı, bilgisi ve bilinci yetmez; irade gücüyle onların hayata geçirilmesi gerekir. O değerlere göre yaşamayı gerçekleştirebilmek, o değerleri eylemlerimize katabilmek zorunluluğu vardır.
Hangi değerlerimiz yüksek değerlerdir? Bir değeri “ yüksek” kılan nedir? Evrenselliği midir örneğin? İnsan sevgisi , saygısı mıdır? Emeğe, bilgiye, dünyayı güzelleştirme çabalarına saygı mıdır? Yoksa “yüksek”lik, çağdan çağa, kültürden kültüre, inançtan inanca değişen bir kavram mıdır?
Değerlerimizin sıra düzeni (hiyerarşisi) hayatı geliştirmeye, zenginleştirmeye, canlandırmaya katkıları oranında değişir. İnsan cân taşıyan bir varlıktır. Bu cânı, canlılığı geliştirecek bir yaşamın hizmetinde olan değerlerin kültürden kültüre, çağdan çağa bazı değişiklikler gösterse de fazla bir değişikliğe uğramadıklarını düşünüyorum. Cân ahlâkının, cân estetiğinin, cânı geliştirecek, güzelleştirecek bilgilerin sahip olduğu yaşam saygısına odaklanmış değerlerin yüksekliğinden kuşku duymamak gerekir. Örneğin; özgürlük, bağımsızlık yüksek değerlerdir; insanın gönlü bu değerlere çiçek açar. Özgür olmayan bir insan değer yaşayamaz. Özgürlük insana yakışan bir hayatın oluşmasında önemli, onsuz edilmez bir değerdir. Yüksek değerler onları yitirdiğimizde, gerçekleştiremediğimizde, hayatımızın anlamsızlaştığı, sıradanlaştığı, kuru, sığ, çirkin bir hâle geldiği değerlerdir.
Bizim gibi düşünmeyen, yaşamayan, inanmayan insana saygısızlık cân ahlâkını yaşayan bir insan için hayata saygısızlıktır. Hayat farklılıklarla zenginleşir. Oysa, bu gezegendeki binlerce yıllık serüvende insan, farklıyı bir tehdit olarak gördü çoğunlukla. Farklı olandan korktu. Onu, cânın gelişmesini engelleyecek bir düşman olarak gördü. Dünyayı ele geçirip herkesi kendine benzetmeye çalıştı. Farklı olanın hayatına, değerlerine ilgi göstermedi. Farklı olanla ortaklığını, onun da kendi gibi can taşıdığını anlayarak; cânın ancak insanın farklılıkları içinde özgürce yaşayarak gelişebileceğini görme olanağı bu çağda gerçekleşebilir. Çağımızda değer yaşamadığı hâlde karşı tarafı sömürmek, kullanmak için “yüksek” değer propagandası yapan insanlara rağmen, kendi farklılığını içine sindirmiş, insana, hayata saygılı cân sahibi insan, dünyayı değerlerin yaşanabildiği güzel, değerli bir hâle getirmeye çalışıyor.
http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/deger.htm
EĞİTİMİN SORGULANMASI İÇİN ÖNERİLER-Prof. Dr. Ahmet İNAM
Kendini devingen biçimde var etmek isteyen toplum, eğitim düzenine sahip çıkmalı, onu sürekli olarak yeniden değerlendirebilmelidir. Eğitim elbette uzmanca bilgiler isteyen bir işleyişe sahiptir. Eğitimin değerlendirilip gelişmesinde uzmanların görüşleri, çalışmaları önemlidir. Ama, toplumuna, kültürüne, yaşayışına sahip çıkmak isteyen herkes, eğitim uzmanı olsun ya da olmasın eğitim üstüne görüş geliştirmelidir. Eğitimi değerlendirmek, hayatımızı değerlendirmektir. Geçmişimizi, geleceğimizi… Eğitimci olalım ya da olmayalım, yaşarken hepimiz eğitiliyoruz, eğitiyoruz, öğretiyoruz, öğreniyoruz. Kimse okulda okusun ya da okumasın, içinde bulunduğu toplumun eğitim düzeninin dışında olamaz.
Öyleyse, toplumumuzdan, kendimizden, dostlarımızdan, düşmanlarımızdan bile sorumluysak, eğitim düzenimizden de sorumluyuz. Onu değerlendirebilmek hakkına sahibiz. Sorumluluğumuz bu.
Her toplumun bir eğitim düzeni vardır. Zaman içinde varlığını sürdürmek, geçmişteki değerlerini yeniden değerlendirerek geleceğe bağlamak, genç insanlara, deneyim ve bilgi birikimlerini aktarmak, onların da bu birikime katkılarını sağlamak, bu katkılarla toplumun diğer düzenlerini etkilemek, değiştirmek eğitim düzeninin işlevleri arasındadır.
Eğitim düzeni kendi haline bırakılamaz. Nedeni açık: Hayatımız kendi haline bırakılamaz. Bilgilerimiz, bilimimiz, sanatımız, kültürümüz…
Değerlendirilmeli, yeniden gözden geçirilmeli, eleştirilmelidir.
Uzman dostlarımızın karşı çıkışlarına saygı duyuyorum. Uzmanlar, danışmanlarımızdır. Onlarla tartışırız, onlardan öğreniriz. Onlarla birlikte eğitim düzenimiz üstüne düşünürüz. unutmayalım ki, eğitim kimsenin TEKELİNDE OLAMAZ. Bu hayat bizim hayatımızdır. Eğitim de bizim eğitimimiz. Eğitim düzeni, toplumun diğer düzenleriyle eşgüdüm içinde yürüyecekse, bize tepeden inme, hayatımızla bir türlü bağlarını kurama?dığımız malumat yüklemek yerine, içimize sindirebileceğimiz bilgi edinme yollarını gösterecekse, sesimizi dinlemelidir. Burada yeni bir terim önerisiyle geliyorum; Bundan böyle eğitime eğitişim diyelim. Eğitim karşılıklıdır; çünkü etkileşmeye, iletişime dayanır. Eğitim, Türkçe’ mizde “eğmez” sözcüğüyle çağrışım yapıyorsa, eğitişim durumuna geldiğinde, bu, “eğme”nin, biçim vermenin karşılıklı oluşunu gösteriyor demektir. Eğitici bizi eğitir, biz de onu. Eğitişiriz birlikte.
İşte toplumun herhangi bir bireyi olarak, hayatımız eğitim düzeninin içinden geçiyorsa, eğitiliyorsak, değerlendiriliyorsak bu süreç içinde, biz de eğitimimizi değerlendirelim, öyle öğrenciler olalım ki öğrenirken, öğrendiklerimize katkımız olsun bizim de, öğretebilelim. Öğrenim hayatımız, “öğretişim” olsun. Bunu sınıf içindeki hayatımızdan başlayarak, okul sonrası, yaşayışımızın her aşamasında, ölünceye dek uygulamaya çalışalım. Öğrenirken edilgen olmayalım. Değerlendirilirken, öğretmenimizi, sınıfımızı, okulumuzu, eğitim düzenimizi değerlendirelim. Bir defalık değil, sürekli olarak, yeniden, yeniden…
Bakın bize, farkında olarak ya da olmadan temel değerler öğretiliyor. Örneğin, büyüklere saygı, küçüklere sevgi duymamız gerektiğini, vatanımızı sevmemizi, milletimize yararlı evlatlar olmamızı… Oysa, genel ve çoğu kez belirsiz bu görüşlerde, hayatımızın daha derinlerde yatan noktaları unutuluyor: Nasıl “saygı” duyulur? Nasıl “sevilir”? Toplumumuza “yararlı” olmak ne demektir? Bütün bu kavramların anlamları değişiyor. Yeniden değerlendirilmezse anlamlarını yitiriyor. Görünüşte “saygılı”, görünüşte “sevgi dolu” olup da saygısız, sevgisiz yaşayabiliyoruz.
Malumat ediniyoruz. Ders kitaplarımız bunun içindir. Dünyayı, hayatımızı tanımak için gereklidir. Eğitim düzenimiz bize malumat sunarken (özellikle bilgi sözcüğünü kullanmıyorum. Benimseyip, hayatımıza katabildiğimiz, kullandığımız, papağanı olmadığımız, gerekçelerini, kaynaklarını bir ölçüde verebildiğimiz malumata bilgi diyorum.), bu malumatla nayatımız arasında nasıl bir bağı varsaymaktadır? Sana şu malumatı veriyorum; çünkü bunu öğrenirsen şunları kazanırsın diyor mu? Elbette. Ders kitapları böyle yazılıyor. Arada yazılanların, eğitimcilerce gerekçeleri veriliyor. Bu gerekçeleri biliyor muyuz? Bunlar öğrenciye neden söylenmiyor? Ders kitaplarına ayrı bir bölüm olarak neden konulmuyor? O zaman öğrenci, eğer ilgili ve yeterli ise bu gerekçeleri eleştirmez mi? Eğitişim başlamaz mı? Öğretmenine ya da kitap yazarına, “bana bunu okutuyorsunuz, okuyunca şu becerileri, alışkanlıkları, erdemleri kazanacağımı söylüyorsunuz. Özür bende mi, öğretmende mi, kitap yazarında mı, eğitim düzeninde mi?” demez mi?
Saygıdeğer uzmanlarımız burada öğrencinin programını eleştirecek gücü olamayacağını söyleyebilirler. Müfredat programlarını, onların kitaplaştırmasını, aktarımını yalnızca uzmanlar mı eleştirirler?
Eğitim bir cumhuriyettir; egemenlik öğrenenler ve öğretmenler arasında paylaşılır. Eğitim kendi kendini, öğrenen, öğreten, planlayanlarla birlikte yönetir. Onu dışarıdan, toplum hayatının gereksinmelerinden, beklentilerinden, geçmişteki değerlerinden kopuk ilkelerle yönlendiremezsiniz. BELLİ BİR GRUBUN TEKELİ ALTINDA OLAMAZ. OLİGARŞİ YA DA ARİSTOKRASİ DEĞİLDİR, EĞİTİM.
Hayatımızın hızlı değişimine yanıt verebilecek devingen yapıya sahip, kendini yenileyebilen, özürlerini, eksiklerini saklamayan, eğitimle ilgili herkesin değerlendirmelerine, görüşlerine, tartışmalarına açık bir eğitim düzeni, hayatımızı anlamlı kılabilir. Bir parçası, bir üyesi olmaktan utanmayacağımız bir düzen. ‘Bir düzen, diyorum. Yerleşik değerleri olan. Sürekli yenilenmenin yanı sıra, gelişi güzel, keyfimizce değiştiremeyeceğimiz, yaz boz tahtası haline getirilemeyecek, temel ilke-leri olan bir düzen.” Devingen bir biçimde kendini değişen dünyada, değişen görüş ve bilgilere uyarlarken, toplumun temel değerlerine, insan anlayışına, yaşama biçimine saygılı, yerleşik bir yapısı olabilen bir düzen.
İşte böyle bir düzende sesimizi yükselteceğiz. Talep edeceğiz. Bu düzene kavuşmak için eğitim adına yapılıp edilenleri, ortaya konan ürünleri değerlendireceğiz.
Bu sayfalarda, eğitimle ilgili eleştirilerini, beklentilerini, sıkıntılarını dile getirecek genç okullarla eğitim düzenimizin yeniden değerlendiril?mesine ışık tutacağız. Eğitimin bir eğitişim, öğretimin bir öğretişim olduğunu göstermeye çalışacağız. Okur, eğitimin kendi kendine öğrenmeyi öğrenmek, kendini ve öğreticilerini eleştirmek olduğunu görecek. Başta bu yazıyı yazan beni eleştirecek. Okurun bu eleştirisine olanak sağlamak için, düşündüğüm eğitim düzeninin bazı temel noktalarını anlatacağız. Eğitimin boyutlarından söz edeceğiz. Eğitim düzenimiz hangi sorulara yanıt aramalıdır, nasıl bir dünya ve insan için insan yetiştirmelidir? Görüşlerimi söyleyeceğim. Bir tartışma açmak istiyorum. Sağlıklı eğitişim için. Eğitimine sahip çıkacak bir toplum için. Dünyaya sesini duyuracak geniş bilim adamları için. Teknoloji yaratacak, üretecek heyecanlı, tutkulu insanlar için.
Eğitimin Boyutları
Çok boyutlu bir düzendir eğitim. Başka türlü söylersek: Eğitimin birçok bileşeni vardır, önemli gördüğümüz bazılarını tartışmaya açacağım. Sorgulamaya çalışacağım düzeni, bu boyutlarını ele alarak tanımayı deneyebiliriz.
Gençlere ulaştırılmaya çalışılacak bilgilerin teorik temellerinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Eğitimin ilk boyutu olan teorik ya da kuramsal boyut, dünyaya karşı bilim ve düşünce adamlarının takınması gereken bir tavrı da gösteriyor. Eğitim yalnızca pratiğe, uygulamaya, sonuç geti?rici görgü, bilgi ve hünere yönelmeli. Müfredat programları hazırlanırken, kitaplar yazılırken, derslerin iletişim biçimlen göz önüne alınırken, kuramsal tavır, kuramsal bakış öğrencinin düzeyi gereği ayrıntısıyla anlatılamasa da öğrenciye duyurulabilmeli. Öğrenci, öğrendiği bilgileri hayatına uygulamaya çalışırken, onların arkasındaki kuramı sezebilmeli. Kuramsal bakış, bakılan nesneye uzaktan bakıştır. Yoğun, derin düşünce ile yürütülür.
Eğitim hayat içindir. Bizim hayatta karşılaştığımız, çoğu kez “somut” dîye nitelendirdiğimiz sorunları çözmek içindir. Kuramın ne yararı vardır bu sorunların çözümünde? Anlatacağımız konunun yararlı, kolay anlaşılır, pratik yanlarını tartışsak, yalnızca bunları öğretsek ne olur? Önce konuyu (konunun kuramsal temellerinin olduğunu varsayıyoruz) çarpıtmış oluruz. Eksik iletmiş oluruz. “Bunlar kuramsal ayrıntılar, öğrenmeye gerek yok” derseniz, kuramı önemsemeyen bir tavrı, öğrenciye olumlu tavır olarak göstermiş olursunuz. Böyle bir düzen, yaratıcı, sorgulayıcı, bilimin temel kuramlarını kavrayabilen bilim adamlarını yetiştiremez. Taklitçi, uygulayıcı, kendisine verilen bilmeceleri çözen insanlar çıkar ortaya.
Kuramı önemseyen eğitim düzeni, derinliği olan insanların yaratılmasına katkıda bulunur.
İkinci boyut ahlak alanındadır. Bilginin oluşumu da, aktarımı da ahlaksal bir yapı içindedir. İnsanla, toplumla, birey olarak insanların ahlaksal karakterleriyle, birbirleriyle ilişkileriyle ilgilidir. Bilgi, görgü, değerlerin genç insanlara iletimi, onlaria bu yolla kurulan iletişim belli bir ahlak anlayışı içinde gerçekleştirilmelidir, öğrenci, öğrendiği bilgileri toplumun ortadan kaldırması için kullanmamalıdır. Sömürüye, haksızlığa, zulme, sorumsuzluğa izin veren bir bilgilenme, düzenimizin dışında kalmalıdır. Burada bence eğitim düzenimizdeki yeterince tartışılmamış bir konuyu gündeme getirmekte yarar var. Bilgi ahlakı, bilim ve düşünce ahlakı, ahlak dersleri okunarak mı kazanılman yoksa, ahlak, bilginin aktarımında mı ortaya konmalı? Hangi konuyu öğretiyorsak, öyle bir tavırla, öylesine örnek eğiticiler olarak öğretelim ki konunun ahlaksal boyutunu, konu?nun içinde görsün öğrenci. Yoksa, bilgilerin öğretilişi, tartışılışmın dışına düşen, kendi başına bir konuymuş gibi efe alınan ahlak, “havada” kalır. Sıradan öğütler dizgesi olmanın ötesine geçemez.
Coşku boyutunu unutmayalım. Genç insan coşkuludur. Duyarlıdır. Bilgi aşktır. Aşk içinde aktarılmalı, aşk içinde tartışılmalıdır. Anlattığı konuya karşı soğuk, heyecansız eğiticiler, duyarsız, yılgın öğrenciler yok bizim eğitim düzenimizde. Olmamalı. Bir spor karşılaşmasında, bir konserde duyulan coşku, bilgilenirken neden duyulmasın? Neden eğitim bir eğitişim haline gelirken, bir zevk olmasın? Neden ondan keyif alınmasın?
Elbette altyapının yerinde olması gerekir. Damı akan, sobası, kaloriferi yanmayan sınıflarda, geçim derdine, can derdine düşmüş öğretmenden nasıl bir bilim heyecanı bekleyebiliriz ki? Eğitimin coşku boyutunun temel koşullarından biridir toplumsal, ekonomik boyut. Toplumsal çalkantının, huzursuzluğun, ekonomik sıkıntının, eğitim düzenini tümüyle ortadan kaldırıverme tehlikesi vardır. Kısaca altyapısal boyut diyebileceğimiz bu özellik, eğitim düzeninin “olmazsa olmaz” koşuludur. Yeterli altyapıya sahip eğitim düzeni, “teknik” donanıma kavuşturulmalıdır. Laboratuvar mafzemeleri, gerekli araç gereç, bilgisayarlar ve diğer elektronik olanak?lar ve bunlarla öğrenen, bunları kullanabilip, bilgiye erişebilen, teknik teknolojik boyutunun olduğunu söyleyebilir. Öyleyse, teknik olanaklarla, yeterli toplumsal, ekonomik desteğe sahip, toplumuna, kültürüne, tüm insanlığa ve öğrendiği bilgiye karşı sorumluluğu olan, öğrendiklerini yalnızca pratik çıkar amacıyla değil de kuramsal kaygıyla da bakabilen öğrenci, öğretmen, eğitimcilerin oluşturduğu eğitim düzenini arıyoruz.
Bu nitelikleri tamamlayacak boyutlardan biri de, eğitimin tarih boyutudur. Her eğitim düzeninin, içinde yer aldığı kültürle birlikte, bir geleneği vardır. Düzen, bu geçmişi yorumlayabilmeli, şimdiki hayatımıza, düşünce, düşünme biçimlerimize ulaştırabilmelidir.
Bu geçmiş, canlı, yaratıcı bir gelecek beklentisiyle birlikte gitmelidir. Gelecek boyutu, şimdi ve geçmişle birleşerek üç boyutlu bir zaman anlayışıyla zenginleştirilmelidir. Umut zenginleştirilmelidir, umut vermelidir, bir eğitim düzeni, genç insanın neyi umacağı, gelecekten ne bekleyeceği konusunda ışık tutmalıdır ona.
Bilgiyi öyle aktarmalıyız ki, eğitişim öyle yürütülmelidir ki, eğitişimciler (öğrenciler, öğretmenler, uzmanlar…) yaşama sevinci duymalıdırlar yaptıklarından. Geçmiş yeniden gözden geçirilip, gelecekle olan bağı kurulmalıdır, insan zenginleşmen, yılgınlığını, karamsarlığını atmalı, bilginin coşkusunu yaşamalıdır. Düzenin kuramsal boyutunu anlatırken, pratiğe bağlanıp kalma tehlikesinden söz etmiştik. Bilgi, diploma almak, un sahibi, unvan taşıyıcısı olmak için edinilmemeli. Bilgi, kültürümüzün son derece gereksinim duyduğu “iç insarrın doğmasına yardımcı olmalıdır, “iç insan” değerler taşıyan insandır. Salt çıkarlarını gözeten, insanları “dış’tan, toplumsal, ekonomik konumlarına göre ele alan biri değildir. Gönül zenginliğine erişmiş, bilgisiyle aklını, duygularını birleştirmiş, bütünleştirmiş biridir. İlişki kurduğu insanları, çıkarlarına hizmet eden varlıklar olarak görmez. Eğitim düzeninin “iç insan”ı hedefleyen bu boyutunu başka yazılarımda, daha ayrıntılı tartışmak üzere burada kesiyorum. Eğitimin ne kadar da çok boyutu varmış diyen okuru umarım sıkmıyorumdur. Kutuyu açtıkça yeni kutular çıkıyor. Eğitimin iletişim boyutu var bir de. Kendini anlatmayı, başkalarını dinlemeyi, söylemeyi, söyleşmeyi bilen, eleştiri cesaretine sahip, aldığı eleştirilerle kızgınlığa, yılgınlığa kapılmayan, muhabbet insanı yetiştirmeyi amaçlayan boyutu, sohbetin, salt konuşmanın, dinlemenin tadını almış, birbirlerini bir araç gibi kullanmayan, anlamaya, anlatmaya, anlaşmaya yetkin insanların oluşturduğu toplumun kurulmasını sağlayan bir eğitim düzeni, unutmayalım ama: iletişime hazır olma, bir boyun eğme tavrını gerektirmez. Sağlıklı iletişim, sömürmeye, sömürülmeye izin vermez. Başkalarını anlamaya çalışma, onların düşüncelerini kabul etme anlamına da gelmez. Anlarım ama kabul etmeyebilirim. Tartışabilirim. Yoksa gelişme olmaz. Değişme gerçekleşmez. Anlama, art niyeti, kandırmayı, propagandayı sezdirir. Gönül açıklığını sağlayabilir.
Gelelim son boyuta: Eğitimin önemsenmemiş, en can alıcı boyutlarından birinden söz edeceğim. Mizahtan. Mizah eğitimi diri tutar. Eğitime can katar. Mizah duyusu olan eğitişimciler kendi özür ve eksikliklerini belirler. Araştırmanın, bilgilenmenin, yaratıcı olmanın gülümsemeden, gülmeden geçtiğini anlamışlardır. Hiçbir bilgi, ne denli karmaşık, soyut olursa olsun mizahtan uzak değildir. Zorluk, bu mizah öğesini yakalayabilmektedir. Yakalandığında, en çetin bir bilgi sorunu bize yakınlaşır. Bir parçamız olur. Belki ders kitapları sıkıcılıklarını karikatürlerle, ince esprilerle ortadan kaldırabilirler. Burada mizahın dozunu ayarlayabilmek önemlidir.
Eğitim düzeni mizah duygumuzu öldürmemelidir. İnsanın en önemli yanıdır çünkü, umutsuzluklarımızdan, sıkıntılarımızdan arınmadır, çaresizliğimizin yaşama sevinciyle birleşebilmesidır. Bu yazımda dile getireceğim boyutlar bu kadar. Sizler de eğitimin yeni boyutlarını keşfedin. Nasıl bir eğitim düzeni içinde olmak ‘istediğinizi söyleyin. Talep edin. Eğitişimcilerin tümü, öğretmen de olsalar, sonunda talebedir çünkü. http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/egitiminsorgulanmasi.htm
İNANÇLAR, ÖZGÜRLÜK ÇİÇEKLERİ AÇABİLECEK Mİ?- Prof. Dr. Ahmet İNAM
İnsan, inanan bir varlık. Din, insanın ontolojik, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda, bu temel özelliğinin bir sonucu olarak yaşıyor dünyamızda. İnanmamanın olanağı yok, insan için. İnsan, inandığı için insan.
Varoluşsal açıdan, sanki şöyle bir çığlık yükseliyor insandan: Credo, ergo, sum. İnanıyorum, o halde varım. Peki, ama neye? Nasıl ? Neden?
Credo, insanın içine düştüğü boşluktan çıkışı için gerek. Varoluşsal açıdan, örneğin Heidegger’in Geworfenheit dediği fırlatılmışlık, credo öncesi, güven, inanç öncesi, insanın kendini buluverdiği bir hiçliktir. İnsan, kendi varlığının anlamını yakalayabilmek, bu hiçlikten, bu uzlet halinden kurtulabilmek için, kendi ayakları üstünde durmak (ex- sistere) zorundadır.
İnanma, hiçlikle karşılaşabilen insan için özgürlük olabilir. Kendi ayakları üzerinde dikilebilmek, dünya gezegeninde bilinçli, seçimini yapabilen bir varlık olarak ortaya çıkabilmek, kendini insan olarak gerçekleştirebilmek, inancına nasıl sahip çıkabildiğine bağlıdır. İnanç öncesi hiçlikle yüzleşilemediğinde, dayatılmış, ya da alışkanlıklarla edinilen, seçim sonucu gerçekleşmeyen bir tavırla, hiçliğin üstü, inanç bilinci, inanç duyarlılığı yoksulluğu ile örtülmüş olur. Hiçlikle karşılaşmayan inancın, kör, kıstırılmış bir yapı taşıması olasılığı yüksektir.
İnanma, ten ve can taşıyan insanın bilincinden önce gelir. Bilinç yaşantısı, kendini, ten ve can birlikteliğinde, bu birlikteliği olanaklı kılan canlılıkta bulur. Eski Yunan’ın zôê dediği (örneğin, “zooloji” sözcüğünün kökeni !) canlılık, dirim, kendi varlığını sürdürebilmek için, bir anlamda güvene, credo‘ya bağlanmak zorundadır. Yokluk karşısında, onu yok etmeye çalışan güçlere karşı direnebilmek, diri kalabilip, bir dirim olabilmek için, kendi bütünlüğünü korumaya değer bulabilmek için “güven”e gereksinimi vardır. Tek hücreli bir canlı bile besleneceği kaynaklara, kendi iç işleyişine, diğer hücrelerle ilişkisine bir anlamıyla güvenmek durumundadır. Bir dirim, bir zôê olarak, ten-can birlikteliği, yolda yürüyebilmek için, adımını attığında, devrilmeyeceğine, yerin yarılmayacağına inanmak durumundadır. İnanç, yalnızca bilinçli insan için değil, bilinç öncesi insan için de, diğer canlılar için de varoluşları açısından çok önemlidir. Bedenimdeki milyonlarca hücre, benim bilincimin dışında işleyişlerini sürdürüyor, kendilerini korumayı biliyor; yaşayabildiğim sürece, ölüme direnç gösteriyor, bağışıklık düzenimi oluşturuyor. Dirimimde daha, bilinç öncesi, ten-can birlikteliğimde inanç var. Ölüme, yok olmaya direnç buradan geliyor.
İnsanın hiçliğe direnmesi, onun yalnızca dirim taşımasından kaynaklanmıyor: İnsan aynı zamanda bilinç taşıyan bir varlık. Hiçliği, ten-can birlikteliği ile, kısaca dirimiyle, yaşama, hayata “hayy olana” inanarak, credo su ile yenmeye çabalarken, bilinci ona, curo, ergo, sum, özen gösteriyorum, o halde varım diyor (Bu deyimi bana anımsattığı için Erdem Kutlu arkadaşıma teşekkürler ediyorum). Curo, kol kanat germek, yaşama özen göstermek, yaşama doğru hamle yapmak gibi anlamlar içeriyor. İnsan, hiçlikten inancı ve saygısıyla varlığı çıkıyor: “Varolanlar arasında bir var olan olarak yaşamaya değer” sözünü özetliyor curo. Varlığa olan bağımı gösteriyor. Yoksa nasıl çıkardım hiçlikten? Ne adına, nasıl doğrulur yaşamın kendisini yaşamaya değer bulurdum? Yok olma yerine var olmayı seçiyor, varlığıma, ten-can birlikteliğime, dirimime inanıyorum, diğer varlıklara, diğer dirimlere saygı duyup, kol kanat germeye hazır hale geliyorum.
İşte, varoluş düşüncesi açısından, insan inancının kaynağı, pınarı buradan geliyor. Tüm anlamlardan önce gelen anlam yaşamdır, hayattır. Üzerinde titrememiz gereken, bu kainattaki sürüp duran kıpırtıdır:Candır, canlılıktır. Can ahlakı, ten-can birlikteliğine saygı üzerine kurulur. Evrendeki canlardan, canlılıktan sorumluluğu şart koşar. Hiçlikle yüzleşebilmiş ahlak, canlılığın, canın, insanın ne olduğunu sezer, anlamaya, bilmeye, yorumlamaya çabalar. Bu ahlak, her canın, aziz olduğunu, saygın olduğunu, önünde saygıyla eğilmemiz gereken varlık olarak görülmesi gerektiğini buyurur.
Hiçlikle yüzleşebilen ahlak, hiç değil de, anlam taşıyan bir varlık olarak varolabildiği, soluk alıp, düşünebildiği için insanın teşekkür etmek gerekliliğini söyler. Yüzlerce yıldır, Doğu Hikmeti boşluğun, hiçliğin yaşam için anlamını söyler durur bize. Bu boşluğu görmek istemeyen inanç düzenleri, dinler ya da ideolojiler inançlarını bir güvence olarak anlarlar. Din, ideoloji, bir sigorta şirketi görevi yapmaya başlar. İnançlarını kuşku duyulmaz, üstelik kendilerine verilmiş ayrıcalıklı hakikatler olarak anlarlar. “İnanıyorum, o halde üstünüm. İnanıyorum, o halde “en doğru” olanı ben biliyorum. İnanıyorum o halde benim gibi inanmayan yanlış yoldadır, o yanlış yoldaki gâfilleri doğru yola sokmak boynumuzun borcudur” derler. İnanma öldürmeye dönüşür. Oysa “hayy” olana, can olana saygıdan kaynaklanıyordu inanç! İnanan, yaşama saygı temelinde inanan,nasıl öldürebilir? Nasıl düşman olabilir? Diğer canları yok etmek, sömürmek, köleleştirmek amacını nasıl taşıyabilir? İnanan, nasıl olur da, her türlü yaşam düşmanlığını, insan düşmanlığını, kaynağı hayat olan inancının perdesi arkasına saklayabilir?
Yanıt, uzun. Kısaca bir saptamayla başlanabilir: İnsan hâlâ bu gezegende inanmayı bilmiyor. Tanrıya, Allaha inandığını söylüyor. İnancın nesnesini ortaya atmak, inancı yaşayabilmekte yetmiyor ki! Nasıl inanacaktır? İnanç insanı, çirkinleştiriyor; onu dünya çıkarlarına gömülmüş, iki yüzlü, yalancı, düzmece sözlerle kendini ve diğer insanları kandıran bir varlık haline getiriyorsa, bu nasıl bir inançtır? Bu inancın, insanlıkla, bu inancın özgürlükle ne ilgisi olabilir?
Yaşama saygıdan, hiçlikle yüzleşmeden kaynaklanan inanç, inanan diğer insanları incitmemeyi, kendilerinden farklı da olsa onların inandıkları değerler önünde hürmetle, huşu içinde eğilmeyi gerektirir. Bu evrendeki yaşama saygıdan başlıyor herşey. Bu yaşam hiç bir canlının tekelinde değildir. Kimse, bir diğerini kendi inancından ya da karşısındakinin inancından yola çıkarak yok etme, sömürme, özgürlüğünü kısıtlama hakkına sahip degildir. Can, can bulmak durumundadır. Can, kendi ayakları üzerinde, kendi seçimleri ve o seçimleri sonuncunda taşımak zorunda olduğu sorumluluğu ile yaşadığında, özgür olabilir. Özgürlük bir yaşama bilinciyle oluşur. Kendi inancını iç özgürlüğü ile yaşayamayan insan, diğer inançlara saldırır. Her türlü inanca saldırır. İnanmanın bilim karşısında eskiyip, yozlaştığını ileri sürer. Düşünmenin, araştırmanın, soruşturmanın inaçla başladığını anlayamaz.
Dirim kaynağı olan “inanç” inancın en geniş anlamı. Aşkın bir varlığa inanma anlamında din, bu en geniş anlamındaki inanca dayanıyor. Oysa, yeryüzünde semavi dinler, bu ana inançla yüzleşmelerini, hesaplaşmalarını yeterince yapamıyorlar. Dinler, dünyadaki gidişe dur diyemiyorlar. Can ahlakı, canın sürekli yenilenme, tazelenme ile varolabileceğini söylüyor. Oysa, inanç sahibi olduğunu ileri süren birçok kişi, yeniliklerden uzaklaşıp, geleneğini yorumlamaksızın geçmişe saplanıp kalıyor. İnancını, gerçekle yüzleşerek elinde tutamıyor. İnanç düzenlerinin özgürlükleri koruması, bu düzeni yaşayan, ona hayat veren insanların özgür olmalarıyla olanıklıdır. Özgür olmak, özgür düşünebilmeyle can bulur. Özgür düşünebilme inanç bilincine ve inanç duyarlılığına sahip olmayı gerektirir. İnanç bilinci, credo ve curo yüzleşmesiyle gerçekleşir. İnanmanın “korku ve titreme”yle yaşandığının bilincidir bu. İnsanın akıl sınırlarını, bilgi birikimlerini aşan, onu çaresizlikle karşı karşıya getiren bir bilinç durumudur. Bu çaresizliğin yaşanması, insanı, inancıyla yüzleşmeye, inancının ardındaki temelleri anlamaya götürür. Bu bilinçle, inanç duyarılığına sahip olur. Yoklukla, hiçlikle karşılaşmaktan korkmadığı için varlığın değerini anlar, ona saygı duyar. İnanmak, inandığının sınırlarında dolaşabilme özgürlüğüne, bu inancın dışındakilere ve kendi inanç arkadaşlarına karşı sorumluluğa sahip olmakla yaşanır.
İnanmak, inancının gereğini yerine getirmek, inananlarla birlikte bir toplum içinde, o inancın tarihinden gelen törelerle yaşamaktır. Bugün, yeryüzünde dindarlar, inanç bilinci ve duyarlılığı taşımayan bir inanç ortamını yaşıyorlar. Dinlerini hazır buluyorlar. Kendilerine verilen, sunulan, kimi zaman dayatılan inanma biçimlerini sorgusuz kabul ediyorlar. Din, onlar için pazar günleri gidilen kilise, toplumsal dayanışma, ruhsal sorunların çözümü anlamına geliyor. Ruhsal-toplumsal varolma çabalarında çok duyarlı bir noktayı oluşturduğu için, bu kanaldan gelebilecek telkinlerin etkisinde kolayca kalıyorlar. Yaşam değerlerini, bu inanç düzenlerini yöneten insanların çizdiği sınırlar içinde oluşturuyorlar.
Özgürce inancını yaşayamayan, inanç bilinci ve duyarlılığından yoksun biri için, din, tam bir güvence kaynağı oluşturuyor. Bu güvence kaynağının elinden gitmesinden korkan insan, güvenceyi yitirmemek için, güvence kaynağına olan bağını zorlayacak, ortadan kaldıracak düşüncelere, inançlara, yaşam biçimlerine düşman kesiliyor. Dini bir korumacılık, muhafazakarlık tutmuyla yaşıyor. İnanç bilinci ve duyarlılığından yoksun olduğu için, neyi ne adına, hangi değerlere sahip olmak için koruduğunun farkında olamıyor. İnancının altında ezilen, inancıyla özgürleşemeyen, köle olan bir inanç sahibinin mensub olduğu din, özgürlükleri koruyabilir mi? Korumak tazelenmeyi gerektirir. Korumak, koruduğunun bilincinde olan, koruduğu ile yaşama kol kanat geren insanın başarabileceği bir çabadır. İnancıyla özgürleşemeyen, inandığı için özgür olabilmeyi, özgürce araştırıp, soruştura bilmeyi başaramayan bir insanın, diğer insanların özgürlüklerine saygı duyabileceğini düşünemeyiz. Koruyan, sıkı sıkı yapışan, yapışıp kaldığı çerçevenin dışına çıkmaktan korkan,güvence tutkunu, inanmayı köle olmak sanan biri, özgürlügü nasıl anlayabilir de diğer insanların özgürlüklerine değer verir ?
Sorun, inanan insan sorunudur. Sorun, inancıyla, hayatı geliştiren, gezegenimizdeki yaşamı yükseltecek değerleri yaşayabilmek sorunudur. İnanmak, geçmişten körü körüne devraldığımız düşünce ve yaşam biçiminin içinde sıkışıp kalmak; gerçekleri, üstlendiğimiz hayatı, dışımızda olup bitenleri, hiçbir noktasına dokunmadan, tartışmadan, sorgulamadan, kavrama kalıpları içinde, işimize geldiği gibi çarpıtarak yorumlamak demek değildir. İnancımız bizi, bizden farklı olanla yüzleşmeye çağırıyor. İnancımız bizi, kendimizle yüzleşmeye çağırıyor. İnsan özgürlüğünü anlamaya. Ona saygı duymaya.
İnanan, inancıyla özgür, inancıyla güzel, inancıyla özerk, inancıyla kendisi olabiliyorsa, böyle bir dünyada inanç düzenleri tehdit olmaktan çıkar. İnancıyla gelişip, serpilebilen; ruhunu inancıyla besleyebilen, inancını yenileyip, gerçeklerlerle, inancın ardındaki hiçlikle, yoklukla hesaplaşabilen insan, bu gezegendeki güzellikler özgürlükler için bir tehdit oluşturmaz. Böyle bir insanla özgürlükler çiçek açar.
http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/inanclar.htm
YAŞAMAK OKUYABİLMEKTİR YAŞADIĞINI- Prof. Dr. Ahmet İNAM
Okuyunca artık, görebiliyorsun dipsizliğinin dibini, mânâ yokluğunu sözle kapatmaya çalışan edepsizlerin.
* * *
Okumanın okunun kanattığı yaradan akan kandır, bu sefillik metinlerinden ayrılık şerbeti.
* * *
İnişi olmayan bir yaşam yokuşunda, metnime okur gibi okur bakışında.
* * *
Bir pastasın beyaz pantolonunla. Yuvarlak. Sana okudum. Ve yedim.
* * *
Pencerenden kırlangıçlar. Yaz sonu. Sevdâ terinin buharında teninin gizemli alfabesi. Sana okudum. Ve yedim.
* * *
Nasıl çıkılsındı? Sevişme merdiveni. Kuşlar ki onları sen doğurdun. Tohumumdan. Tohumu sana okudum. Ve yedim.
* * *
Sana okumak. Seni okumak. İnsan gibi inlemeyen kitaplar okumadım hiç. Okuduğum her kitap tendi. Tenindi. Yumuşak karnındı, göbek deliğindi. Sana okudum. Ve yedim.
* * *
Okumak bir şehvettir ve şevktir. Sevişince anlıyorum, anlamını kelimelerin. Okumak, geri gelmektir ana rahmine. Bismillâhla yeniden doğmaktır. Ebedi kalçalarına senin. Sana okumaktır ve yemektir seni.
* * *
Yahut da şöyledir: Boynumu dişlerine uzatarak “Ye beni”, “Oku beni”, “Yut beni” demektir. Yenilmektir okumak. Sevdânın mütebessim cadısına. Cadısınca.
* * *
Ama nasıl unuttum çıkınca ruhunun çatısına: “Aç tenini ben geldim. Kapılarını, pencerelerini, bedeninin. Ruhunu havalandırmaya geldim. Aç sayfanı ben geldim. Kendini bana okut.”
* * *
Girişti içlerimiz. Bacalarımızdan tütüştük. Sonra bana elma soydun. Çekirdiği cilveli bir kayısıydı ağzımda. Metnin. Tenin.
* * *
Sonra yazımı çilek reçeliyle yuttun. İncir soyup alın yazıma yedirdin. Biz birbirimizi okumakla ünlendik. Ruhlarımızı tatile gönderip, tenlerimizi sevişme hamamında kaynar şaraplarla yuduk.
* * *
Okuduk. Evren yanımıza geldi. Okuduk, geçmiş şimdiledi. Okuduk başımız göğe erdi. Yıldızlara çiçek ektik.
* * *
Teninin elifi aklımı alıyor. Kalbim, bakışlarının ateşiyle fokurdayıp bu sayfadaki satır aralarına dönüşüyor.
* * *
Ben bir kitabım. Sen bir kitapsın. İkisi aynı yatakta kalem olup hayatı yazıyor.
Beyaz pantolonlu pastaydın. Yuvarlak. Seni üfledim. Okudum. Ve yedim.
* * *
“Afiyet olsun”umdun. Oldun. Kolay okunan zor bir kitap. Buyurdum. Seni içtim. Okudum. Senden geçtim. Hadi bana eyvallah.
Hadi bana hoş geldin.Sayfana. Satırlarına. Beni kitabının okyanusunda yüzdür.
* * *
Bacaklarının arasında dünyanın en eski kütüphanesi.
* * *
Ruhun teninin cildi. Tenin başucu kitabım. Ruhun teninin hapishanesi. Gemiyle gidiliyor, göğüslerine, aktarmalı. Tenini ruhunun altın kafesinden kurtarmak için, seni üfledim. Okudum. Ve yedim.
* * *
Kitaplar aradım. Kitaplar aramak için kitaplar. Sonunda seni buldum. Kitap kutbunda buz kıran. Kitap öte okumasavar. Seni buldum. Kağıtyırtan. Sözbozan. Kitapları teninin ısısında yaktım.
* * *
Kitapları ektim. Bahçene. Yıldızlar bitti.
* * *
Okuma kuşu virân olmuş kalbimde susmuyor.
* * *
Susma kuşu ma’mur beynimde okuyor.
* * *
Okudukça anlam balıkları daha derinde yüzüyor.
* * *
Kitap olsam, yâre varsam. Gözünün nuruyla dolsam.
* * *
Söz elbiseni giy. Okuma aynamda taran.
* * *
Yazı pergelimin bir ayağı gözünün nurunu kesiyor.
* * *
Aşk ateşlerinin yandığı yazı evimde, ilâhî bir fırtınadır beni okuyuşun.
* * *
Yazı kandilimden evrenin dehlizlerine ulaşan gölgeli ışıkta, daha da örtünür tenini saran perde.
* * *
Lûgatine bak, derindeki çelişkilerinin; yazımdan vuran ışık karartınca seni.
* * *
Yükü hafiflerin sayfasından, dehlizlerden söz taşıyan katırlara bindirin beni. Muamma suyunu okuma kuyusundan çekin.
* * *
Çünkü bulutundan yağan harflerle sırılsıklam girdim koynuna.
* * *
Sözümden sevdâ uçtu, sır âlemine göçtü; sanmayın okur sarhoş, şarabı yazım içti. http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/yasamak.htm
BİLİNÇ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER- Prof. Dr. Ahmet İNAM
Bilinç, çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavram. Bu çalışma ne felsefe tarihinde bilinç kavramını açıklayıcı öğretilerin tartışılmasını, ne de çağdaş felsefede bu kavrama ilişkin görüşlerin çözümlemelerini, eleştirilerini içeriyor. Burada, belli bir insan anlayışından kaynaklanan bir bilinç modeli sunuluyor. Bu model, farklı kaygılarla, bilinç araştırmalarına; değindiği sorunlar, verdiği ipuçlarıyla katılmayı deniyor.
Bilinç araştırmalarında, bilinci anlama, yorumlama, sorgulama çabalarında taşınan kaygılar açısından, farklı yönelimleri belli bir sözlükle aşağıdaki gibi saptayabiliriz:
1. Beden işleyişine bağlı olarak bilinç işleyişini felsefece açıklama etkinlikleri (örneğin nöro-felsefe!),
2. Anglo-Amerikan felsefenin zihin-beden ilişkilerini sorgulayan tartışmaları (zihin felsefesi!),
3. Bilincin işleyişini “fenomenolojik” (E. Husserl anlamında!) temelde anlama, betimleme uğraşları (Bilinç Aktlarının fenomenolojik açıdan betimlenmesi!),
4. Beyin ve sinir sistemiyle uğraşan hekimlerin, nörologların, psikiyatristlerin araştırmaları,
5. Yapay zeka araştırmacılarının, bilgisayar programcılarının mühendislik açısından, insan beynini “kopya” etme, “simüle” etme gayretleri,
6. Mistiklerin, din felsefecilerinin, “spiritizma” ile uğraşanların etkinlikleri,
7. Sosyal bilim ve siyaset bilim kuramcılarının ideolojileri, insanın dünyayı, toplumu kavramasını incelerken ele aldıkları bilinç kavramı üstünde geliştirdikleri tartışmalar,
8. Psikologların, sosyal psikologların, antropologların anlama, anlam verme, kavrama etkinliğinde insanı araştırırken dayandıkları bilinç anlayışları,
9. Kültür insanlarının, sanatçıların insanı yorumlarken bilinci sorgulamaları, yorumlamaları.
Bütün bu farklı yönelimlerle gerçekleştirilen çabalar arasında eldeki çalışmanın yeri nedir? Türkiye’de yaşanan hayatın dayandığı zengin birikimden, kültürümüzün canlanıp, Türkçe ile düşünmeye verilecek önemle gerçekleştirilecek dil zenginliğinden yola çıkan, insanımızın eksikli, özürlü yanlarının giderilmesi kaygısı taşıyan bir bakış açısı ve tavırla bir bilinç anlayışı oluşturulmaya çalışılacak bu yazıda. Bu oluşturulan modelin felsefede, bilimde yapılan çalışmalara ters düşüp düşmediği, açıklayıcı olup olmadığı, böyle bir bilinç anlayışıyla geliştirilebilecek insan anlayışının, hedeflenen (yazarın ya da okurun hedeflediği) insan anlayışına uyup uymadığı okurun yargılarına bırakılmaktadır.
Bilinç Modelinin Dayandığı İnsan Anlayışının Temel Özellikleri
“Model” düşüncesine uzak olanlar için, bilincin “bir tek doğru” açıklaması vardır, bu da “bilimsel” verilerle ortaya konan açıklamadır. Elbette geliştirilebilecek bir “model”, bilimdeki araştırmalara, bulgulara ters düşmemelidir. Araştırmaların ve bulguların ortaya koyduklarını farklı kaygılarla, farklı biçimlerde yorumlama olanağı vardır. “Gerçek” onu açıklamaya çalışan kuramlardan, modellerden hep “fazla”dır; dolayısıyla bir çok “modelle”, kuramla açıklanma olanağı vardır.
Buradaki modelde kaygı, bir insan anlayışını tartışarak, irdeleyerek geliştirmeye çabalamaktır. Gönlümüzde, nasıl bir insanın dünya gezegeninde yaşamasını istiyoruz? Yanıtım: Gönlü olan insanın. Gönül sahibi insanın bu yazı çerçevesinde şimdilik on temel onto-ethik karakteri, özelliği içinde taşıdığını düşünüyorum.
1. Özgürdür, gönlü olan insan. Bu özgürlük ona “yalnızca dışarıdan” yasalar ve toplumsal düzenlemelerle sağlanmış özgürlük değildir. İnsanın “iç” özgürlüğünden söz ediyoruz. Kararlarında, seçmelerinde,belirleyiciler altında “özgür” olabilen; kendini belirleyen etkilerin, engellerin, zorlukların neler olduğunu anlamaya gönüllü, açık; anlayabilen insandır özgür insan.
2. Özerktir. Otonom. Özgürlüğünün sağladığı hareket olanağı, onu “kopya çeken”, “özenti” biri yapmamalıdır. Özerk insan, “iç dünyası” egemenliğine, istiklaline kavuşmuş, bağımsız bir kişidir. Özgürlüğünün erki kendindendir. Özerk “başına buyruk” biri değildir, bir anlamıyla. Özerkliğinin diğer insanların özerkliğine bağlı olduğunu bilir.
3. Diğer insanlara bağlılığının, bağımlığının verdiği bir özellik de onun özgül olmasıdır. Özgüllük, bir kültüre, inanç düzenine, yaşam biçimine özgü oluştur. Özgürlük ve özerklik ancak özgüllük içinde gelişebilir. Özgül insan, belli bir toprağın, kültürün insanıdır. Çağımız böyle bir özgül insana pek sıcak bakmıyor. (Globalleşme, dünyanın bir “köy” oluşu savı!)
4. Özgündür. Özgün olmaya çabalayandır. Orijinalliği, özüne uygun etkinlik içinde oluşundan gelir. Sahip olduğu gizil güçleri (potansiyelleri) gerçekleştirmeye, taşıdığı yetenekleri kuvveden fiile çıkarmayla uğraşır. Özünü oluşturmaya, kurmaya, keşfetmeye doğru yönlendirir yaşamını.
5. Özdendir. Burada “özdenliği” kendiliğindenlik, içtenlik anlamında yorumluyorum. Kendi özünden çıktığı için, özgün, “orijinal” olabilir. İki yüzlülük taşımadığından.
6. Özlemlidir. Oluşturacağı “öz”, “benlik”, bilinç düzeni, sürekli üzerinde çalışılması gereken, “inşası bitimsiz” bir özellik taşıdığından, içinde yaşanılanla varılması hedeflenen arasından ortaya çıkan kapatılamaz uçurum, gönlü olan kişiyi özlemli kılar: Özlem, yaşayabileceği özgür, özerk, özgül, özgün, özden… kişilerin bulunduğu dünyayadır. Özlem, bu özelleri edinebilme, taşıyabilme olgunluğuna erişebilmeyedir.
7. Özenlidir. Titiz, çalışkan: Ayrıntıları unutmayan. Akıl yürütmesinde gedikler vermemeye çalışandır.
8. Özverilidir. Değerler yaşayan bir insandır çünkü. Sahip olduğu değerler için tehlikeleri göze alır. Değerleri yaşar, yaşamaya çalışır, yaşadıklarının bedelini öder, ödemeye hazırdır.
9. Özgedir. Bu sözcüğün Türkçe’deki alışılmış anlamları “başka, diğer, yabancı”dır. Ben bu çalışma bağlamında, Kazak, Özbek, Uygur Türkçe’lerindeki anlamını yeğliyorum. Özge, bu anlamıyla “değişik” demektir. Türkçe’de kullanılan anlamlarıyla birlikte özge oldukça zengin anlam renkleri taşıyor. (Örneğin Divan-ü Lugat-it Türk, III, 155-4′ de, -Türk Dil Kurumu, Besim Atalay çevirisi, 1986) özge, “öze” anlamında, bana, kendime, özüme olarak geçiyor; o dönemin, o coğrafyanın telaffuzuyla! Özge, özgül, özden olan insanın bağnazlığını, ruh darlığını önleyen bir özellik: Özünüze özge olabilmek! “Değişik” anlamın özgeyi özge kılan da budur: Hem öze yöneliktir, hem öze yabancı, özden başkadır! Öze varabilmek, bilinç düzenini sağlam kurabilmek özge olmayı gerektirir: Bilinç düzeninin devingenliği, özgelik olmadan öze yürümenin zorluğunu gösterir sanırım. (Kendimizi “ötekiler” yardımıyla öğrenebileceğimiz olgusu!)
10. Özgeliğin öze giden yolda katkısı ancak özümseme ile olanaklıdır: Özümseyendir. Özgeliği özdenlikle, özgüllükle, özgünle birlikte özümlemiştir. Özümseme, bilinci oluşturan öğelerin ahengi; duygu, düşünce ve davranışların bir bütünlük içinde yoğrulması demektir.
Bu saydığım özellikleri anlatan kavramlar beş ayrı kavram çifti oluştururlar: (Özgürlük, Özenlilik), (Özerklik, Özverililik), (Özgünlük, Özgüllük), (Özdenlik, Özlemlilik), (Özgelik, Özümseyenlik).
Her kavram çiftindeki kavramların taşıdığı özellikler, birbirlerini tümlerler; bilinç taşıyan insanın bilinç düzeninin olgunlaşmasına katkıda bulunurlar.
Yaşantı Uzayında Beden ve Öte
Bilinç nerededir? Bir “yer” midir bilinç? Öyleyse nasıl bir yerdir? Bilinci Platoncu bir “idealar alemi”ne yerleştirmiyorum. Bedenin bir açılımıdır. Dünya gezegeninde bedensiz var olamaz. (Parapsiklolojideki tartışmalara kapalı kalmamak koşuluyla: Bilinç bu gezegende bir enerjiyle gösteriyor kendini!) Bedenin işlevlerine indirgenemez, ondan bir anlamda “fazla”dır. Bilinç bedenin olduğu yerde “gösteriyor” kendini. Bu çalışmada onu “benzetme”lerle, metaforlarla anlatmayı deneyeceğim. Metafor, sözcük anlamıyla “taşıma”, dönüştürme, “transfer” demek. Bilinci, böylesi bir anlam dönüşümüyle anlatacağım.
Bilinç yaşantı uzayındadır. Duyduğumuz, duyumsadığımız, düşündüğümüz, düşlediğimiz, anımsadığımız, umduğumuz herşey yaşantıdır. (Erlebnis, Erfahrung) Yaşantılar bilinçte yaşanır. İnsan bilinciyle gerçekliği karşılar. Bilinç, bu anlamda, insanın gerçeklikle karşılaşma yeridir. Bu “uzayda”, yaşantılar işlenir. Yaşantı işliğidir bilinç. Duygular, düşler, düşünceler gözden geçirilir; onlarla, başarılabiliyorsa hesaplaşılır. Yaşantılardan dokunur bilinç, bir ölçüde “inşa” edilir. Bilincin yapısına, bireysel özelliklerine göre bilinç düzenleri oluşturulur.
Beden, bilincin komşusudur. Aralarında çok sıkı bir etkileşim söz konusudur. Bedenle çalışır bilinç. Bedenden çalışır. Beden de, bilinç de açılabilen, alanını genişletebilen, dönüşebilen varlıklardır. Bilinç bedenin açılımıdır, demiştim. Bilinç de, hem bedene hem bedenin dışına doğru açılabilir. Hem bedeni hem dışını bilebilme bölgesini genişletebilir. Bilinç kendi üzerine de açılabilir, birazdan üzerinde duracağım.
Bilinç-beden bütünlüğüne beri, bu bütünlüğün dışına da öte diyorum. Yaşantıların bilince, beden aracılığıyla ulaşan bölümünde, öteden gelen duyulardan (görme, dokunma, işitme, tatma, koklaması gibi), bedenden kaynaklanan duyumlardan örneğin ağrılardan, söz edebiliriz. Bilinç öteyle ilişkisinde bedeni kullanır, kendi içindeki yaşantılardan da yararlanır.
Ötede, çevre ve ortam bulunur. Bilinç, öteyi çevre ve ortamdaki durumlarda yaşar. Çevre, bilinci saran fiziksel özellikler taşıyan nesnelerden oluşur. Doğa, kent, insanın ürettiği eşya, bilince çevre oluştururlar. Ortamsa (çevreye yüklediğimiz anlam ve değerlerden, düşüncelerden, görüş, yorum, model kuramlardan meydana gelir. Bilinç, çevre ve ortam içinde durumları yaşar; durumlar, belli koşullarda, belli etkiler altında, belli zaman süreleri içinde bilincin ortam ve çevreyle etkileşimleridir. Bilinç her zaman bir durum içindedir, bir çevre ve ortam içinde.
Bilinç dışında ne vardır? Beden ve öte! Bilinç temelde üç kaynaktan gelen yaşantıları yaşar demiştim: Bedenden, öteden ve kendisinden. Bilince yaşantı yağar, yaşantı akar. Bilinç, yaşantı uzayındaki işleyişin çok azını bilebilir. Bilincin yaşantılar uzayı olması, yaşantıların bilincine varılıyor demek değildir. Bilinç dışı, bilinçteki akış, işleyiş düzenini etkiler. Beden, bilinç duyarlıdır; bilinç, beden duyarlı, ikisi birden beriyi oluştururlar. Beri, öte duyarlıdır. Bilinç, bilincine varamadığımız, işleyişine, düzenine çoğu zaman egemen olamadığımız bir yapı taşır. Bilinç düzenine egemen olmak, beden düzenine egemen olmaktan daha zordur. Belli alıştırmalar, yoğun bir beden eğitimi, beslenme düzeni ile bir ölçüde bedenin işleyişi denetlenebilir. (Anatomi, fizyoloji, nöroloji ile farmakolojik bilgi bu denetimin güçlendirilmesine katkıda bulunabilir!) Bilinç, hem bedenden hem öteden gelen etkilerin anlaşılmasındaki zorluktan, kendi yapısının, bilinç uzayının ontolojik özelliğinin kavranmasındaki sıkıntılardan dolayı, denetimi çok çetin bir yapı taşıyor.
Yaşantıların akışı, dönüşümü, engellenmesi, bastırılması, kılık değiştirmesi, beden, bilinç ve öte arasındaki kapı ve pencerelerin varlığı ile açıklanabilir.
Önce pencerelerden başlayalım. Yaşantı uzayında, bilinç, beden ve öte arasında altı pencere bulunur. İlki bedenden öteye “bakan” penceredir. Beden bu pencereden öteyi görür, algılar. Bedenden bilince bakan pencereden, beden bilinci görür: Bilinç duyarlı beden, bilinci izler ve işleyişinden etkilenir. Üçüncü pencere bedenin kendine açılan penceredir. İşleyişine duyarlı beden kendini farkeden, duyabilen, yaşayabilen bedendir. Dördüncü pencereden, bilinçten bedene açılan pencereden görünen, bilincin gördüğü bedendir: Bilincin bedenle ilişkisinin yönetildiği pencere. Bilincin bedene sahip çıkmasının değerlendirilmesinin yapıldığı pencere. Bu pencerede görülenlerin her zaman bilincine vardığımız söylenemez. Bilinç pencereden görebildiğini görür, kapılarını ona göre denetlemeye çalışır, kararlar alır.
Beşinci pencere bilinçten öteye bakan penceredir. Bir çok açıdan ilginç penceredir bu: Bilinç öteyle olan ilişkisini çoğu zaman bedenin açtığı pencereden sağlar (duyu verileriyle örneğin…). Oysa öte, yalnız fiziksel bir yapı taşıyan “çevre”den oluşmuyor. “Ortam”, çevrenin anlamı, yorumu, değerlendirilmesi bilincin kendi yaşantılarıyla; duygu, düşünce ve düşlerle yapılır. Bu pencere, sanata, bilime, düşünceye açılan penceredir. Elbette “uzaklardan” bedenin etkileri sürebilir, buradan görüleni anlamaya; yine de pencere, bir anlamda, bilincin öteye “doğrudan” açılan penceresidir, bu pencere.
Alımcı pencere, bilincin kendine açılan penceredir. Bir çok insanda kapalı, yarı kapalı, belki de buzlu camlardan oluşmuş penceredir. Oysa bilinç kendine açılabilen, kendi üzerine derinleşebilen kendi içini araştırabilen, kendini içleyebilen (içini zenginleştirebilen) bir varlıktır.
Pencerelerden görebilmek, yaşantı uzayının ustası, “efendisi” olabilmek, öncelikle pencereleri farketmekle, bedenimiz ve bilincimize “sahip çıkmak”la sağlanabilir. “Bilinç düzeyi yüksek” insan diyebileceğimiz insanın, yaşantı uzayındaki pencereleri, böylesi pencerelere duyarlı olduğu, beden-bilinç-öte bütünlüğünü yaşayabildiği için, bir ölçüde açıktır.
Doğu bilgeliğinin uzun çileli bir “terbiye” ile pencereleri açık kılma etkinliği, hala içinde yaşantı uzayını anlamak açısından, önemli ipuçları taşıyabilir. Ben, pencerelerin yapısının yaşantı uzayının tanınması, araştırılmasıyla giderek anlaşılacağını düşünüyorum. Unutmayalım ki, yaşantı uzayı bilgisi, yaşama deneyimi olmadan kazanılamaz. Beden üzerinden çalışmalar yapmak, araştırıcının kendisinin katılmasını gerektirmediği için (giderek böylesi bir katılım, “öznel” sayıldığından, alışılagelen bilimsel araştırma yöntemlerine ters düşer!) daha kolay; başlangıç için daha uygun görünüyor. Bilinç salt bedensel yolla anlaşılmaz. Nedeni açık görünüyor: Yaşantıların dıştan incelenmesi olanaklıdır; onları ortaya çıkaran durumları “dıştan” araştırabilir, gözlemler yapabilirsiniz ama yaşantılar “içten” yaşanırlar. Örneğin, diş ağrımı ancak ben yaşayabilirim; sevincim, ne denli üleşsem de, benim yaşadığımdır; yaşantılarım “mahremdir”, özeldir (private!). Bilincimin de böyle bir özelliği var; yaşantı uzayında, yaşantıların yaşandığı bir yer olarak: Bilinç, yaşayanın bilincidir: Dışarıda duran bilinç, ötekinin bilinci, sizin bilinciniz değildir, “öte”dir sizin için. Bilinç ve beden “beri” dedir oysa. Bilincimi inceleyen, “öte”deki bilincimi inceleyebilir ancak. Oysa, bilincim, öteden inceleyerek tüketilemez, berim, hep “orada”; yaşama uzayındadır. “Beri” ise özeldir, “bir tek bana” aittir: Ancak, özneler arası iletişimlerle bir ölçüde, “öteye” çıkarılabilir, ötelenebilir, alışılagelmiş deyimlerle nesnelleştirilebilir.
Altı penceresinin yanında, altı da kapısı var yaşantı uzayının. Bedenden öteye, bedenden bilince, bedenden bedene, bilinçten öteye, bilinçten bedene, bilinçten bilince açılan kapılar. Kapılar, pencerelerden farklı olarak, yaşantıların aktığı, süzüldüğü, dönüştürüldüğü yerlerdir. Bilinçte, bilincine varılarak yaşanan bir takım yaşantılar, üç kez dönüştürülmüş, iki kapıdan geçmiş yaşantılardır: Öteden bedene gelmiş, bedenden öteye açılan kapıdan, nice dönüşümlerle geçmiş, sonra bedenden bilince (öte açısından, duyu organlarının sinirler ağından beyine…) açılan kapıdan bilince ulaşmış, bu arada bir kez daha dönüşümden geçirilmişlerdir. Bilinç, kendine ulaşan yaşantıları bir kez de kendisi dönüşüme uğratır. (Dönüşüme uğratma yerine, “kodlama”, “yeniden düzenleme” diyebilirsiniz. Örneğin, psikolojide savunma mekanizmalarının bir bölümü bu tür dönüşümlerle gerçekleşiyor!)
Bilinçteki yaşantıların, yaşantı hareketlerinin neden çok azının farkındayız? Bilinçte neden bilemediğimiz, denetimimiz altında olmayan yaşantı süreçleri yaşanıyor? Neden bilinç bizim elimizde değil? Bir ölçüde elimizde, bir ölçüde bilincimize egemeniz. Neden tümüyle bilincimizde olanların bilincinde değiliz, denetimini ele geçiremiyoruz? Bilinç neden kendi kendisinin bilgisine ulaşamıyor, kendisinde neler olup bittiğinin farkına varamıyor?
Bilinç uzayında, yaşantı uzayının bir parçası olarak bir meydan ve bir haneden söz edebiliriz. Bilinç meydanı, bilince açık, dile getirilebilip, iletilebilen yaşantılarla yüklüdür. Bilinç, kendi meydanında dolaşabilir, meydanı düzenleyebilir. Bilinç, bilinç meydanına egemendir! Oysa, bilinç, yalnızca meydandan ibaret değildir. (Aydınlanma düşüncesi “aklı” böyle bir meydandan oluşmuş sanıyordu, bir bakıma.) Bilincin bir de “kapalı alanı” mahremiyeti vardır. Bilincin hane hayatı, ancak belli bir bilinç eğitimi, terbiyesi ile kısmen farkedilebilecek bir hayattır. Bilinç düzeni, yalnızca meydan düzenlemesiyle sağlanamaz. Hanenin öyküsü, psikanaliz tarafından, farklı psikoloji, psikiyatri kuramlarıyla; felsefede Hegel, Marks, Schopenhauer, Nietzsche ve varoluşçu düşünürlerce anlatılıp duruyor. Öykü biteceğe benzemiyor.
Yaşantı Uzayının Güç Alanları
Yaşantı uzayında bilinç ve bedenle, “beri”yle ilgili dört güç alanından söz edebiliriz. İnsan, bedeni ve bilinciyle çevre ve ortamına güç yayan, buralarda “güç alam” oluşturan bir varlıktır. İnsan nereye gitse bu alanları yanında götürür. Bilincin içinde ve dışında, bedenin içinde ve dışında olmak üzere dört alan, insanın güç alanını ortaya koyar.
Bilincin iç güç alanı, bilinç içindeki yaşantı hareketlerini etkiler, bu hareketlerden etkilenir. Güç alanı, bilinç düzeninin yürütülmesinde bir enerji kaynağıdır. “Benlik”, (self) bilinç içindeki yaşantı akışının trafiğini, işlenişini düzenler, düzenlemeye çalışır. Benlik, bilincin bütünlüğünü sağlayan bir düzendir. Bütünlük, bilincin iç güç alanıyla, kısaca bilinç iç alanının güçlülüğü ile sağlanabiliyor. İç alanın zayıflığı, dağılan yarılan benlik anlamına gelir: Bilinç düzeni kendini sürdürecek enerjiyi bulamaz. Duygu, düşünce, düşler ya şiddetlerini yitirir, ya da şiddetleri arasındaki ahenk bozulur.
Bilincin dış güç alanı, onun bedenle, öteyle ilişkiye geçmesini sağlar. Dış alan, bedene, bedenden öteye uzanır. İnsan, çevre ve ortamında dış alanla diğer insanlarla ilişkiye geçer. İç ve dış alanlar etkileşim halindedirler. İç alan, dış alanı etkileyebilecek özellikte ise, örneğin, bir insana baktığınızda onun iç dünyasından, iç alanından kaynaklanan olumlu yada olumsuz iletiler (mesajlar) ulaşır size. Çağımız dış alanı düzenleyerek, etkili, güçlü görünmeye önem veriyor.
Bedenin de bilinç gibi iç ve dış alanları vardır. Bedenin iç alanı, iç organlarının düzeniyle, işleyişini etkiler, onlardan etkilenir. Dış alan (tam söylersek, bedenin dış güç alanı!) iç alanla etkileşim halindedir; insanlar arası bedensel etkileşimler dış alanların gücü altında gerçekleşiyor. Beden alanları ile bilinç alanları birbirlerine karışırlar, birbirlerini etkilerler; benlik, bu açıdan yalnızca iç bilinç alanının etki alam içinde değildir; bedenin iç ve dış alanlarından, kendi dış alanından da güç dalgaları alır. Bilincin bedenle eş güdümü, alanlar arasındaki “sağlıklı” etkileşimi gerektirir. Beden-bilinç-öte üçlüsü, güç alanlarının can verdiği yaşantı uzayında var olur.
Nedir güç alanlarının kaynağı? Fiziksel güç müdür güçleri? Ontolojik yapıları nelerdir?
Güç alanlarının yaşantı uzayında olduğunu anımsayalım.
Yaşantı uzayı, çevre ve ortam içindedirler. Öyleyse güç alanlarının hem fiziksel hem de “düşünsel”, “anlamsal” özellikleri var: Bilincin iç ve dış alanları, fiziksel, çevresel özelliklerini beyinde, sinir sisteminde, bedenin tümünde akan enerji dalgalan olarak “dışa” vururlar: Bu açıdan, bu dalgalar, şu anda tıbbın “psiko-somatik” dediği bir “enerji” taşırlar. Bedenin iç ve dış alanları “çizgilerini”, bilince, bilincin iç ve dış alanlarıyla karışmak üzere gönderirler. Alan “çizgileri” birbirlerini keserler: Bu alanların birbirlerinin içine girerek “çalkantısı”, beden-bilinç-öte arasındaki ayrılamaz bütünlüğün varlığını gösteren önemli bir gösterge.
Yaşantı Ayrışımları
Yaşantı uzayındaki yaşantıların bir kısım özelliklerini bu yazı çerçevesinde kısaca sıralayabiliriz:
1. Yaşantılar zamansal (temporal)dır. Zaman içinde bir sürekliliğe sahiptirler.
2. Her yaşantı bedene ve bilinçteki etkileriyle var olur. Nedir yaşantı olmak? Bilinçte, bilinç uzayında “izi” olmaktır. Bilinçte sürüp giden, olup biten yaşantılardır. Yaşanan yaşantılar kendilerini yansıtabilme (reflectibility) özelliğine sahiptirler. Örneğin, seyrettiğimiz bir manzaranın yaşantısı yıllar sonra bize kendini yansıtır, kendini sunar. Seyrederken seyrettiğimizin bilincine varmasak bile, seyretmiş olmamız onun kendisini yeniden bize sunmasını, yansıtmasını sağlayabilir. Yaşanan yaşantının yansıtabilme özelliği, dönüşüme uğrasa da onun kalıcılığını gösterebilir.
3. Yaşantı uzayında hiçbir yaşantı yitmez. (Unuttuklarımız, anımsamadıklarımız onların yok olduğunu göstermez). Onların “yansıtma”, kendilerini gösterme “bölge”lerine ulaşamadığımızın bir işareti olabilir. Bilincin düzeni “gereği”, yitip gittiğini düşündüğümüz, ya da bedensel yapımızın içinde bulunduğu durumlar sonucu yaşayıp da anımsayamadığımız yaşantılar, yaşantı uzayında “ebedi” yerlerini almışlardır aslında.
4. Her yaşantının salt yaşayan bilincin bilebileceği bir bileşeni (özel bileşen) ile kendini diğer bilinçlere yansıtabildiği bileşeni (kamusal bilinç) vardır.
5. Belli bir bilinç açısından yaşantılar, yaşanan ya da yaşanmayan yaşantılar olarak ikiye ayrılabilir. Yaşanmayan yaşantılar, bilince ulaştığı halde bilincin farketmediği yaşantılardır. (Belli dalga boyunun altındaki ışık ışınlarını göremesek de bilinçte yerlerini alırlar, beden-bilinç bütünlüğüne etkileri olabilir!)
6. Yaşantılar bilinç düzeninde oluşturdukları etkiler açısından belli şiddetlere sahiptirler. Büyük felaketlerde, travmalarda yaşantı şiddeti bilincin yerleşik düzenini alt üst edebilir. Örneğin “huzur” yaşantısı sıfır alınırsa, şiddeti, artı ve eksi olmak üzere niceliksel olmasa da kabaca nitelik açısından değerlendirebiliriz.
7. Yaşanan yaşantıların bir bölümü, bilincine varılmış, üzerinde durulmuş, gözden geçirilmiş bir bölümüyse düpedüz yaşanıp gitmiş yaşantılardır!
Bilinçteki yaşantıları belli bir açıdan sınıflamayı deneyebiliriz. Bedenden geçerek ya da bedenden kaynaklanan duyu ve duyumdan sözederek, yaşantıları ayrıştırmaya başlayabiliriz. Öteden bedene ulaşan, günlük dilde “beş duyu” gibi adlar alan görme, işitme, dokunma, tatma, koklama yaşantıları, duyuları oluştururlar. Duyum sözünü bedenin kendi içinden kaynaklanan, doğrudan öteden gelmediğini düşündüğümüz, ağrı, sancı, sızı gibi adlar verdiğimiz yaşantılar için kullanıyorum.
Duygu, bedenle bilinç arasında ilginç bir yeri olan yaşantıdır. Çoğu kez “akılla” (aklı, modelimiz açısından bilincin meydanında düzenlenen, açıklayıcı, yorumlayıcı, anlaşılmayı sağlayıcı yaşantılar dizgesi (sistemi) olarak yorumlayabiliriz, ilk bakışta!) anlaşılıp, denetlenemediği için filozofların çok fazla ilgisini çekmemiş, sanatın, edebiyatın konusu yapılmıştır.
Düşünce bilincin meydanında ise, duygular çoğu zaman bilinç hanesinde bulunurlar. Düşünce yaşantıları yansıtabilme, ifade edilebilme, düzenlenebilme özellikleri taşıyıp, içeriklerinden soyutlanarak biçimsel hale getirilebildikleri için “yüksek” bilinç yaşantıları sayılmışlardır. Batı düşüncesinin Lagos‘u değerli sayılmış, giderek, dinsel, kutsal anlamlar taşımıştır.
Buraya kadar dile getirdiğim yaşantı çeşitleri, yaşadığımız olağan yaşamın, kimi felsefe çevrelerinin “halk psikolojisi” (folk psychology) dediği sınıflaması sayılabilir. Beden-Bilinç-Öte bütünlüğü açısından, bu psikolojinin pek farketmediği bir yaşantı çeşidi üstünde durmak istiyorum. Türkçe’de bu yaşantıya yörelence, bu yaşantının yaşanma sürecine yöreleme diyorum. (Türkçe’de yer bulmamış bir sözcük. Batı diliyle buna sırasıyla, Eski Yunanca’dan çıkarak oikoima, oikoisis diyebiliriz; noema, noesis sözcüklerine benzeterek).
Yöreleme eylemini bilinç nasıl gerçekleştirir? Yöreleme bir öteleme eylemidir. Bilincin alanını güçlendirmesi, uzayda “kapladığı” yeri genişletmesidir. Yöreleyen bilinç, beden-bilinç-öte bütünlüğünü gözeterek işler. Düşünce bilinç içinde kalırsa, “spekülatif”, edilgindir; Marks’ın dünyayı değiştirmediğini düşündüğü düşünce olur. Oysa yöreleme böyle bir bilinç etkinliği değildir: Bilincin yöreyi dönüştürme eylemidir. Yöre, bilinci ve bedeni saran ortam ve çevredir, ötedir, ötenin bilinç-beden bütünlüğüne katılmış parçasıdır. Öte, bilincin ulaşamadığı, ulaşamayacağı bilinemez bölgeleri de taşır. Oysa bilinç-bedenle birleştiğinde yöre adını alır: Öteyi yöreleştirme, bilincin atılımlarından kaynaklanan bilinç-beden bütünlüğünün bir başarısıdır. Yöreleme, alışılmış terimlerle söylendiğinde arzu-irade-eylem bütünlüğüdür. Bilinç, iç ve dış güç alanlarının sağladığı potansiyelle yörede “varolmaya” çalışır, yöreler. Yöreleme ürünleri, yörelencelerdir. (Düşünme, düşünce gibi…) Dil bir yörelencedir, yörelenceler yeniden bilince yaşantılar olarak alınır, bu sayede insan düşüncesi daha yetkin, daha düzenli, daha açık, belirgin, tanımlı yürüyebilir. Teknoloji ürünleri, düşünce, efsane, folklor, sanat… ürünleri yörelencelerdir. Yöreleme, dünyayı yaşanır kılma, insanın kılma, deyim yerindeyse insanlama çabasıdır. Yöreleme ile bilim, sanat, din, felsefe, teknoloji (çeşitli mühendislik dallarıyla, tıp, ziraat, hayvancılık…), yönetim düzenleri, hukuk, gelenek, töre, ahlak… oluştu. Kültür, insanın yöreleme etkinliği sonucu geliştirdiği yörelencelerden, kültür ürünlerinden oluşur. Bilinç, ahlak açısından yöreleme ile ötekiyle ilişkiye geçer. Yöreleme, bilincin “dışına”, bütünlüğüne, beden ve öteye uzanma, kavuşma, onlarla bütünlenme uğraşıdır.
Bilinç Düzenini Anlamaya Doğru
Bilinç uzayında yaşantılar “başıboş” dolaşmıyor. Düzenleniyor. İşleniyor: bilinç, bir bakımdan yaşantı işliği. Peki, bilinçte yaşantıdan farklı ne var ki “düzenleme” gerçekleşiyor? Bilinç, boş bir uzay olarak verilmiyor bize. Doğuştan, bilinç, belli bir ön-coğrafya ile geliyor. Bedensel bir alt yapı ile donanım kazanıyor bilinç. Bu alt yapının genetik tarihi, belki Jung’cu bir yorumla çok eskilere gidebiliyor. Belli çevre ve ortamda bilincin binlerce yıllık serüveni, tarihsel, kültürel, bedensel dönüşümlerin izlerini taşımasına yol açıyor. Yaşantılar, bilincin bedensel ve kültürel tarihinin oluşturduğu coğrafyası içinde akıyor, odaklanıyor, yönleniyor. Bilince uğrayan yaşantılar, oranın düzeni içine giriyor. Bilinç alanı, bilincin bedensel alt yapısı, bilincin geçmişten devraldığı işleyiş biçimi, bilinç düzenini oluşturuyor. Ön-coğrafya deyimi, bilinç uzayının belli geometrik yapıyı, “engebeli” özelliklerini taşımasını anlatan benzetmeli bir ifade. Yaşantı akışı, bir nehrin akışına benzetildiğinde, nehir yatağının önceden bir ölçüde verildiğini söylemek istiyorum bu deyimle. Yaşantı trafiği zamanla bu ilk verilen coğrafyayı değiştirir, yaşantılar geldikleri kapılardaki dönüşümleri bilince aktarır, bilinç uzayının yapısını dönüştürürler. Bilinç, bedenin değişimlerinden, içinde bulunduğu durumların farklılaşmalarından, zaman içindeki gelişimlerinden, oluşumlarından etkilenir. Bilinç işleyişi, bilincin “oturmuş”, yerleşmiş coğrafyasında fazla bir değişiklik göstermese de, karşılaştığı yaşantı fırtınaları, afetlerinde, değişen bilinç coğrafyası, işleyişi değiştirecek özellikler taşıyabilir.
Yaşantılar, bilince uğrar; bilinç, yaşantılara maruz kalır. Bilinç pencere ve kapılarının durumuna göre, uğradığı yaşantılara karşı koyar, onları kabul eder, alır, “red eder”, görmezden gelir. Kapı ve pencerelerden bilince ulaşan yaşantıları bilinç “gerisin geri yollayamaz”, içine alır ve dönüştürür. Bilincin yaşantıları “red etmesi”, kovması demek değildir; onu coğrafyası içine yerleştirirken, “meydanından” uzak tutmaya çabalamasıdır. Bunda ne denli başarılı olabilir, bu kuşkuludur. İstenmeyen yaşantılar, bilinç alanının gücü, işleyiş düzeninin uygunluğu, içinde bulunulan “durum”un yapısına bağlı olarak etkisiz hale getirilmeye çalışılabilir. Bu sürecin bilinç ne denli farkında olabilir, bu da önemli bir soru olarak duruyor karşımızda.
Bilincin kendisine ulaşan yaşantılara hazırlıklı olabilmesi, beklenilmeyen yaşantı afetleri karşısında gerekli dönüşümler yaratabilmesi, onun yaşantılardan “öğrenebilme” özelliğini gösterir. Batı düşüncesinin Pathemata mathemata ya da experientia docet sözleriyle dile getirdiği yaşantılardan öğrenme, yöreleme etkinliğinin bileşenlerinden biridir. Örneğin Gademer’in Alman dilinde yaptığı Erlebnis-Erfahrung ayırımını Türkçe’mizde de yapma olanağı vardır. Üzerinde çalışılmamış, bilincin işleyip öğrenmediği yaşantıya ham yaşantı (Erlebnis) öğrenilen yaşantıya da deneyim (Erfahrung) diyebiliriz. Aristo, Emperia’dan, deneyimlerden genç insanların yararlanamayacağını; başka türlü söylersek, gençlerin yaşantıları deneyime çeviremediğini söylüyor. Genç insan yaşantılar, (yaşantılama, yaşantıları yaşama anlamında) ama onları deneyime dönüştüremez. Bilincin yaşantıları alabilip, işlemesiyle ilgili bir başarısıdır, deneyim.
Bilinç, devir aldığı bedensel alt yapı ve bilinçsel ön coğrafya ile, içinde yaşadığı durumlarla, yaşantıları karşılar. Öte, beden, bilinç kaynaklı yaşantılar, kendisi de düzenleyici, işleyici yaşantılar üreten bilinç tarafından işlenir.
Bilinç, gelen yaşantılarla, karşılayan bilinç yaşantılarının buluştuğu bir uzaydır, bir coğrafyadır. Bilinç cansız, ölü bir uzay değildir; canlı bir uzaydır; yaşantı duyarlı bir “organizma”dır, deyim yerindeyse. Yaşantılar, yansıtabilme özellikleriyle kendilerini ortaya koyarlar, karşılayıcı bilinç yaşantıları onlara yönelir. Karşılayıcı yaşantıların nereye, nasıl, neden dolayı yöneldiği bilincin yapısına, tarihine, içinde bulunulan duruma bağlıdır. (Edmund Husserl’in “akılar”la açıkladığı bilinç düzeninden farklı bir açıklama!) Onlarla etkileşir. Kimilerini tutar. Bilincin belli bölgelerine yerleştirir. Zaman içinde, bilinç içindeki yerleşim düzeni, bir benzetmeyle uzaya kurulmuş, bilincin işleyip tutup, yerleştirip, düzenlediği kentler oluşturur. (Bilincin, ruhun, kente, şehre, benzetilmesi, ortaçağ filozoflarının, Platon’un başvurduğu bir anlatım yoludur!) Deneyimler arttıkça, kentler, kentler arasındaki yaşantı trafiği yoğunlaşır. Bilinç düzenine güç veren alanın desteğiyle gelişmiş benliğin yönetimiyle bilincin çok karmaşık işleyişi, işleyişin sorunlarının üstesinden gelinmeye çalışarak başarılır. (Bilinç yönetimi ilginç bir konu, psikagoji adıyla üzerinde çalışılabilir) Bilincin, yönelme, tutma, yerleştirme, düzenleme işlevlerinin yanında türetme işlevinden de söz edebiliriz. Bilinç yaşantılar türetebilir. Düşünme ve düş kurmada, “dıştan gelen” yaşantılardan farklı yaşantılar ortaya konabilir,.Bu yazıda bilincin “gelen” (dıştan ve içten!) yaşantıları karşılayan, karşılayıcı yaşantılardan söz etmeyeceğim. Bilinç, kendi kendine yaşantılar yollayan, yaşantı kaynağı ve yaşantı alıcısıdır.
Peki, bilinçteki bu oluşumlardan, bilinç ne kadar “haberli”dir? Bilincin, yaşantıları yaşaması, onlardan “haberli” olması şimdileştirme dediğim bir süreçle gerçekleşir. (Edmund Husserl’in kendi sistemi içinde Vergegenwârtigung terimiyle dile getirdiği işleyişe bir açıdan benzer bir süreç!) Yaşantı yaşanması hep “şimdi” içinde olur. Anımsamak, örneğin, yerleştirilmiş yaşantılara yönelip onları şimdiye çekmektir, şimdileştirmektir. Şimdileştirebildiğimiz yaşantıları farkedip, yaşayabiliriz.
Bilince uğrayan yaşantılar, şimdileştirilebildiğinde, aralarındaki farklar görülüp, tanınabilirler. Yaşantıya maruz kalıp, aralarındaki farkları ayırt ederek tanıma, bilincin henüz edilgin süreçleridir. Etkinlik, bilincin yoğun bir yönelmeyle (odaklanma diyorum buna!), gelen yaşantılara anlam verme, yorumlama, değerlendirme işlemlerini uygulamasıyla ortaya çıkar. Bu odaklanmadan değerlendirmeye uzanan süreç, başarıldığında, yine yörelemenin bir parçası olur. Bilimde kavram oluşturma, açıklama, sanatta, felsefede yorumlama, yaşam içindeki ahlak ilişkilerindeki değerlendirme bu sürecin farklı işleyişleridir.
Modelin kaba çizgileriyle çizmeye çalıştığım kavramsal resmini burada kesiyorum. Geliştirmeye çabaladığım bilinç modeli içinde bir çok belirsizlikler ve boşluklar taşıyor. Yazımın başında sözünü ettiğim kaygılarla yürüdüğüm yolda, bu model, gelecekteki olası düzeltmelerle daha ayrıntılı işlenmeyi bekliyor.
http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/bilinc.htm
AHMET İNAM’LA SÖYLEŞİ: “Düşünmek, göze almaktır.”
Halil Turan – Sinan Kadir Çelik
Halil Turan: Hocam, ikimizin de hocasısınız. Felsefe öğrenciliğinin sonu var mıdır? Buna bağlı olarak şunu da soralım: “İyi” felsefe öğrenciliği ne demektir? Bu konuda bir tanımınız var mı?
Ahmet İnam: Felsefeyle uğraşmak, bana sorarsanız, zaten “öğrenci” olmayı bilmek demektir. Öğrenci olamazsan, felsefeye olan ilgin dışardan bir ilgi olarak kalacaktır. Her zaman dışarlıklı bir felsefe uğraşıcısı olursun. İçten bir şekilde felsefeyle ilişkiye girmek ise öğrenci olmayı bilmekle olanaklı; çünkü, sonsuz bir öğrenme çabası var öğrencilikte ve bu çaba biter gibi de görünmüyor. Daha önce yaşamış olanlardan, düşünülmüş olanlardan bir şeyler öğreniriz. Aynı zamanda kendimizin onlarla olan ilişkisinden de bir şeyler öğreniriz. Bir üçüncü öğrenme daha var ki, bu kendi yaşamımızdan, başımızdan geçmiş olanlardan öğrendiklerimizdir. Çünkü felsefe kendi kişiliğimizi katmadan ilişkiye geçebileceğimiz, tarafsız bir tutumla veya soğukkanlı, yansız bir bakışla ilişkiye girebileceğimiz bir alan değil diye düşünüyorum. Belki bilim için de geçerlidir bu söylediğim.
Halil Turan: Ama sanırım, felsefenin nesnel olması gerektiğini savunanlar, hatta felsefeyi nesnel bir biçimde yaptıklarını iddia edenler var.
Ahmet İnam: Hayır, hayır, ben hiçbir şeyin öyle yapılabileceğini düşünmüyorum. En yansız etkinlik dediğimiz bilimde bile yansız olma tavrının da senin kişiliğinle ilgili olduğunu düşünüyorum. Kişilik bizde genellikle öznellik olarak görülür; öznellik de olumsuz bir kavram olarak yorumlanır. Öznelliği bir tür laubalilik, karşındaki nesneyle ilgilenmek yerine kendi özel çağrışım dünyana girip bir sürü laf söylemek olarak anlıyorlar. Benim burada sözünü ettiğim ise kendini katma meselesidir. Yani dışımızdaki problemlere, herkes için ortak olan problemlere, herkesin, görebileceği, ele alabileceği problemlere kendi bakış açımızdan, kendi duruşumuzdan, kendi deneyimimizden yola çıkarak, yani öznelliğimizden ziyade kendi özgüllüğümüzden, yani bize özgü olandan yola çıkarak bakabilme işidir ki bu sanıyorum, zaten bütün bilim insanlarının, bütün düşünen insanların da yapageldiği bir şeydir. Elbette herkes için ortak olan bir alan vardır. Ama o ortak alana biz kendimiz olarak giriyoruz. Ve kendimiz olarak girdiğimiz zaman bakışımız anlamlıysa, o bakış herkesi ilgilendiren, herkesle ortak bir şey oluyor. Herkeste ortak olan bir şey bile kendi gözümüzle gördüğümüz, gösterdiğimiz bir şeydir. Sadece felsefede değil, ama sanatta da, bilimde de bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, kendi özgüllüğünü yakalayabilmiş bir öğrenciliğin felsefe için çok gerekli olduğunu, ama bunun aynı zamanda çok zor başarıldığını düşünüyorum. Bunun çok büyük tehlikeleri de var. Bunun patolojik hali, kötü bir megalomani ve gaflettir; kendini bir matah sanmaktır ve her söylediğinin de özgün bir şeyler olduğunu düşünmektir. Bu, akademik hayatta gençken çok izin verilmeyen bir şeydir; çünkü gençken kendinize özgü laflar zaten ettirmiyorlar. Ama bir biçimde denetim mekanizmalarından kurtulup, deyim yerindeyse palazlandığınızda ve bir takım rütbeler alıp ağzınıza gelen her şeyi söylediğinizde, sizi denetleyecek bir güç olmadığı için kendinizi bir insan sanmaya başlıyorsunuz. Şakşakçılar da olduğu sürece “Bastır hoca”, “Helal olsun hoca”, “Ne güzel söyledin hoca” dedikçe, üfürüğün bir fırtınaya dönüştüğünü görebilirsiniz. Bu durum çok tehlikeli. Çünkü felsefede öğrenci olabilmek, kesinlikle bir özeleştiriyle yürüyen bir şeydir. Bu, öylesine zalimane bir özeleştiri olmalıdır ki kendini yerin dibine sokup o soktuğun yerin üzerinde tepinmen gerekebilir. Ama bunun hastalıklı hali de “ben akılsızım”, “ben aptalım”, “dur bakalım” falan deyip hiçbir şey söylemeden, sonunda söylediklerini totolojik hale getirip sağlamlaştırmaya çalışmak da bazı akademik çevrelerin yaptığı bir şeydir. Yani felsefede çok güvenceli bir yol izlersen, söylediklerini öyle teknik ve analitik bir biçimde söyleyeceksin ki söylediklerinde herkes bir şeyler var sanacak. Tabii, örtük totolojiler olur bunlar da. Birçok akademik makalenin de böyle olduğunu düşünüyorum. Akademik rütbelerin koşullandırmaları da eklendiğinde insanlar, o bir takım dergilerde makaleler yazmak için böylesine hiçbir anlamı olmayan bir sürü laf söyleyebiliyorlar ve yazdıklarını galiba bir kendileri bir de hakemler okuyor. Onun dışında, bu yazılara, arada bir göndermeler, anlaşmalı ya da şaşkınlıkla yapılan göndermeler de olabilir. Çağımızdaki felsefe öğrenciliğinin zorluğu, felsefenin günümüzde geldiği yerle ilgili. Felsefe bir meslek haline geldiği için, akademik bir birimin içinde çalışan ve sırf maaş aldığı için onla uğraşan insanlar var; yani içinden geldiği için, başka bir şey yapamayacağı için değil. Hasbelkader bir felsefe bölümüne kapağı atmış ve oradan da ekmek parası kazanabilmek için terfi etmek zorunda olan insanlar var ve bu insanların da belli bir üretimde bulunmaları gerekiyor. Bu üretimin de ortalama, sıradan ve çok saçma laflar etmeyen bir üretim olması lazım.
Halil Turan: O halde, tanımlarınıza göre, “Böyle kişiler öğrenci olamazlar” diyebilir miyiz?
Ahmet İnam: Aslında bunlar da öğrenci olabilirler. Konuyu biraz saptırdım. Ama, evet bunlar da öğrenci olabilirler. Herhalde bunlar da kendi teknik felsefe anlayışları içinde bir şeyler öğreniyorlardır. Öğrenci olmak yaptıklarından bir şeyler öğrenmekse, bu kişiler de öğrenebilirler. Ama burada anlatmaya çalıştığım öğrenmenin biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Kendimizi öğrenmekle ilgili bir öğrenmeden söz ediyorum. İyi bir felsefe öğrencisi olmak demek, kendini felsefe problemlerinin içine katabilmek demektir. Dolayısıyla, o yolculuğun doğuracağı sıkıntılara katlanabilmek, o cesareti bulmak, hatta dalga geçilmeye, eğlenilmeye, dışlanılmaya katlanabilmek demektir. Felsefeciler çevresinden sürülebilirsin de, alay edilebilirsin, dalga geçebilirler, insan yerine konmayabilirsin; ama benim olduğum gibi ünlü, popüler de olabilirsin. Bunlar çok tehlikeli şeyler ve hakiki bir öğrenmenin ve iyi bir öğrenci olmanın göstergeleri değiller. Çünkü, iyi bir öğrenci olmanın göstergesi, kendi yaşamıyla felsefe problemlerinin iç içe oluşundan bir şeyler öğrenebilmektir. Öğrenci, bu öğrenme sürecinde kendi sorunlarıyla felsefe problemlerini elbette karıştırmayacak. Ama onun yaşam sorunlarıyla felsefe problemlerinin koşut olduklarını görebilen biri olması gerekir. Bunların ötesinde, felsefe sorunlarını tamamen kendi dışında olduğunu düşünen, “yaşamım ayrı, felsefe sorunları ayrı” diye bakan bir gözün öğrenmesinin bir felsefi öğrenme olmayacağı, bunun teknik ve mesleki bir öğrenme olacağını düşünüyorum. Bu biçimde felsefe yapan insanların sayısı çok fazladır. Ama bunlar yanlış yapıyorlar da diyemem. Çünkü böyle insanlar, felsefe de bir meslek olduğuna göre, her meslekte vardır. Her mesleğin teknisyeni vardır. Bu teknisyenlerin bir kısmı işlerini iyi yapabiliyorlar. Bazıları iyi teknisyenlerdir; bazıları ise değildirler. Teknisyenlerin çoğunun teknisyen olduklarının farkında olduklarını sanmıyorum; çünkü bu iş böyle yapılır diye öyle yapıyorlar. Bunların çoğunun da dürüst insanlar olduğunu düşünüyorum. Bir de, tabii, teknisyen olmayıp, felsefeyi kendi varoluş sorunu haline getiren insanlar var. Bunların her birinin ürettiği felsefi ürünlerin anlamlı olduğunu da savunamam; bunların çoğu saçmadır. Çünkü çok tehlikeli bir yoldur kendini katarak gitmek. Söylediğin her sözün bir matah olduğunu sanmanın dışında, kendi özel cinsel problemlerinin, duygusal problemlerinin büyük felsefi sorunlar olduğunu sanma tehlikesiyle karşılaşılabilir. Bu da kendi başına büyük bir sorundur. Galiba sağlıklı felsefe öğrenciliği şu: Herkesin kendi özgüllüğü içinde sorunlarla ilişkiye geçtiği, ama birlikte konuşulabilen, tartışılabilen, birlikte öğrenebilmenin gerçekleşebildiği bir öğrencilik. Felsefe hiçbir zaman bir kişilik bir etkinlik olmadığı için, felsefe etkinliğinin birlikte yürütülebilecek, yani agora’da sürekli tartışmalarla öğrenilebilecek bir şey olması gerek.
Sinan Kadir Çelik: Peki o zaman hocam, beraber neyi öğreneceğiz? Yahya Kemal’in “Bir aşk oluverdi aşinalık” dizesinden yola çıkarsak, aslında felsefe dediğimizin bize malum olanı mümkün kılma çabası olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ahmet İnam: Sanırım, evet. Fenomenologlar, şaşırtıcı olarak ? Husserl’de olduğu gibi Wittgenstein’ da da bu vardır ? derler ki, “Hiçbir şey gizli değildir. Her şey önümüzdedir. Her şey önümüzde, her şey aşikar olduğu için onu görmek zordur”. Çünkü onlar bir yerlere saklanmış olsa, bir saklambaç oyunu haline döner felsefe ve biz onları bir yerlerde ararız. Asıl gizli olansa gözümüzün önünde olandır. Gözümüzün önünde olanı görebilmek çok çok zordur. Ve elbette bu başarılabilirse, fenomenolojiyle başarılacaktır. Fenomenolojinin “fenomen”i zaten görünendir; yani görünen üzerine konuşacağız. Söylediklerimiz gözümüze görünenler hakkında olacak. Görünmeyenler üzerine ahkam kesmek dayanaksız bir konuşma anlamına geliyor. Felsefeci konuşurken sürekli olarak gördüğü, duyduğu, yaşadığı şeyle ilişkili olarak konuşacaktır. Öbür türlü sadece bir yerlerde okuduğu ama göremediği bir şeyler hakkında konuşur. Çünkü okumak, soyut olarak anladığını sanmak, malumat sahibi olmak görmek anlamına gelmiyor. Görmek, problemleri görebilmek, Husserl’in sayfalar boyu, yıllar boyu anlamaya çalıştığı bir şeydi. Belki de Husserl görmeyi görmeye çalışıyordu; görmenin kendisinin nasıl bir şey olduğunu. Dolayısıyla mesele bir görme çabasıdır ve elbette bu görme de gözümüzün önünde olanı görmektir. Ama “neden gözümüzün önünde olanı görmüyoruz?” diye sorarsak, bunun cevabı “Çünkü gözümüzün önünde olanın nasıl bir şey olduğu bize öğretilir” olur. Aşinalıklar hep verilmiş aşinalıklardır; edinilmiş aşinalıklardır. Bizim kendi özgüllüğümüzden çıkan değil de, yaşadığımız kültürle, tarihle, dille öğretilen, yaşamdaki insan ilişkileri içinde edindiğimiz aşinalıklardır. Bu aşinalıkların çoğu gözlerimizi kör eder; çünkü bu aşinalıklar bir alışkanlığın ürünüdürler ve kolaycılıktırlar. Veciz sözler, atasözleri, basmakalıp düşünce şekilleri ve bunlarla yürünen araştırma yolu da herkese malum olanın ilamından başka bir şey olmayacaktır. İngilizce’de buna “belabour the obvious” diyorlar; yani açık (obvious) olanın üzerine konuşmaktan başka bir şey değil. Felsefe bu değil. Felsefe tam da bu açık gibi görünenin açık olmadığının farkına vardığın zaman başlayan bir şeydir. İşte o zaman Aristotelesçi anlamda şaşma da başlar. O zaman karşındaki kaleme “vay be!” diyerek bakabilirsin. İşte o zaman “hayret” başlar ve işte o zaman “aşk” başlar. İşte o zaman aşinalık aşka dönüşmüş olur. Felsefe sapına kadar bir aşk işidir; erotik bir iştir.
Sinan Kadir Çelik: Hocam, size iki sözünüzü hatırlayacağım. Birincisi, “Mutsuzluk ahlaksızlıktır” ki, bu sözünüz neredeyse bir motto oldu. Diğeri ise, “Bazıları uçup uçup düşecekler ki yürüyenler nereye gittiklerini görebilsin”. İşte bu iki sözün hayatınızın temel izlekleri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ahmet İnam: Aslında ben hayatımla düşüncelerim arasında çok paralellik olduğunu düşünmüyorum. Sağda solda, evet, öyle konuşuyorum. Ama kendimin öyle olduğunu düşünmüyorum. Uçuk kaçık şeyler söylüyor gibi görünsem de, hayatıma baktığımda son derece ihtiyatlı olmaya çalışan bir insanım. Ama galiba bu ihtiyatlılığın bir hesabiliğe dönüşmesi beni rahatsız ediyor. Tabii, bir ihtiyat var ki felsefeci için bir anlamda gereklidir; çünkü uçmak bile belli bir ihtiyatla yapılabilen bir şey. Uçma derken alıkça bir uçmadan söz etmiyorum. Çünkü gidip kendini alıkça Galata Kulesi’nden atan bir adama benim hürmetim olamaz. Ama birisi kendine özgü bir aerodinamik teorisi geliştirir, ona göre kanatlarına özen gösterir ve hatta kanatlarını farklı renklere boyar… İşte böyle adamların uçamayışı çok anlamlıdır. Çünkü uçma üzerine düşünmüştür; uçma hakkında bir fikri vardır; uçmayla kendi yaşam deneyimlerini biriktirmiştir ve uçamamıştır. Yanındaki sevgilini etkilemek için kendini aşağı atabilirsin. Yahut ilaç alıp aşağı atlarsın. Bunlar bize bir şey öğretmez. Bir felsefe öğrencisinin, “hangi uçuculara saygı duyulmalıdır?” diye sorması lazım. Çünkü hakikaten bir saygın olanlar gibi, beş para etmez uçucular da var. Tabii bunların yanında piyadelerden de bahsedebiliriz. Gerçekten eli öpülesi piyadeler de vardır, alık piyadeler de. Bu alık piyadeler sürekli elinde kalkan olan birinin arkasından giden, onun bacağına yapışıp “bana ok gelmesin” diyen piyadelerdir bunlar. Diğerleri de “ben gidiyorum gelen var mı?” diyenlerden. Ötekiler de buna diyecektir ki “sen git, bir şey olmuyorsa biz de gelelim.” Bu doğuluların mayın tarlasına önce eşeklerini sürmelerine benziyor. Evet, böyle, mayın tarlasına girebilen piyadeler var. Yaratıcı düşünür ikiye ayırdık; uçarak düşünenler ve piyade olarak düşünenler diye. Bu iki düşünme biçiminde de ortak olansa risk almaktır; yani bir şeyleri göze almaktır. Çünkü, düşünmek göze almaktır. Heidegger buna “Wagnis” diyordu. Yani Wagnis tavrı içinde değilsen, ister uçucu ol ister piyade ol, eli öpülesi bir insan olacağını sanmıyorum. Mesela bizim akademik çevrelerde şöyle yürünür: Ciddi bir ifadeyle biri el çırpar ve tok bir sesle “Toplanın, yürüyeceğiz” der Sonuçta birilerini önden yürütüyorlar. O kişi alık bir asistan olabilir ya da meczup biri olabilir. “Sen bir yürü bakalım” derken de, yani “Sen bir makale yolla bakalım bir dergiye basılıyor mu?” demektir o. Ya da “Sen bir kitap yaz da alık gibi görünüyor musun yoksa, Nobel mi ödül mü alacaksın, akademik çevreler seni nasıl görecekler bakalım?” demektir. Bu insanların da ihtiyatları sigortalı bir ihtiyat oluyor; çok fazla garantili oluyor. Bu, çok anlamsızdır demek istemiyorum; zaten çoğunluk böyle yürüyor. Belki de, Viyana Çevresi’nin kurucuları ve bu düşünce akımının oluşturucuları kesinlikle iyi piyadelerdi. Onların eli öpülesi piyadeler olduklarını düşünüyorum; mesela Carnap. Wittgenstein zaten uçucudur ve daha Tractatus’dan anlarsınız bunu. Çünkü, rezil olabilirdi. Russell gibi bir insan olmasaydı, Moore gibi bir insan olmasaydı, Wittgenstein kolaylıkla rezil olabilirdi. Wittgenstein’ın akademik çevrede hiçbir şansı olmayabilirdi; adı sanı duyulmayabilirdi diye düşünüyorum. O tam bir uçucuydu; ama onun dışında bir Carnap gibi, Hempel gibi insanlar da çok saygın, eli öpülesi piyadelerdi. Mesela hocamız Teo Grünberg’i düşünürsek, o da saygın bir piyadedir. Fakat o çok titiz bir piyadedir. Titiz olması kendisinde cesaretsizliğe yol açmamıştır. Teo Bey’in dürüstlüğü bence şuradadır: Neyi nasıl yürüyeceğini baştan söyler. Gerçi son zamanlarda kendisinin de uçmaya kalktığı söylense de, ki uçmaya karar vermişse de hak etmiştir; hoca uçsa bile saygınlığını kaybedeceğini sanmam. Çünkü hoca, piyade yürüyüşlerinin tekniğini anlamaya çalışmıştır ve çok da anlamlıdır bu. Analitik okulda yürümek çok iyi bir şekilde yürüyüş tekniği üzerine düşünmekle olanaklıdır. Yürürken aynı zamanda “nasıl yürüyorum?” üzerine de yürüyüş yapmak lazım. Bir yandan sorunların üzerine giderken, “sorunların üzerine nasıl gidiyorum?” sorununun da üzerine gitmek lazım.
Halil Turan: Sizi çok sevenler, izleyenler olduğu gibi eleştirenler, yerenler de var. Size karşı bu farklı iki tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ahmet İnam: Önce beni öven, sevdiğini söyleyenler için bir şeyler söyleyeyim; oradan başlayayım. Ne yapmaya çalıştığımın iyi anlaşıldığını sanmadığım için, bu övgülerin de çok anlamlı olduklarını düşünmüyorum. Övenlerin çoğu da zaten felsefeden anlamıyorlar. Dolayısıyla da beni övmeleri bir felsefeci olarak değildir. Belki bir Karagöz olarak övüyorlardır; belki Kavuklu diye övüyorlardır; yani meddah olarak övüyorlardır. Belki de sadece Türkiye’de yaşayan bir kültür insanı olarak övüyorlardır. Olmadı, suratımızı beğenmişlerdir filan da, onun için övüyorlardır. Bu övgülerin yazdıklarımın içeriğiyle ilgili olmadığını, dolayısıyla onların övgülerinin, onlardan özür dileyerek çok da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Yerenlere gelince, yerenlerin bir kısmının beni anlamadıklarını düşünüyorum. Beni yerenler arasında farklar var. Mesela, bunların bir kısmı beni bir akademisyen olarak görüp “Yahu, bir felsefecinin bu tür laflar etmemesi gerekir”; “Bu türden etkinliklere girmemesi lazım”; “Bu türde yazılar yazmaması gerekir” diye yeriyorlardır. Ama ben oralarda bir felsefeci olarak dolaşmıyorum. Benim bir felsefeci olarak görünmem, daha çok bir meslek sahibi olmakla ilgilidir. Felsefe üzerine konuşurken girdiğim tavırların laubaliliğinden dolayı beni yererlerse, o anlamlıdır. O yermeyi haklı bulurum ve haklı oldukları noktalar da vardır. Ama ben aşk üzerine konuşurken, bu konuşmayı bir felsefeci olarak yapmıyorum. Bu daha çok benim edebiyatçılığımla ilgili bir şey. Kaldı ki edebiyatla olan ilişkim felsefeden çok önce, daha 15-16 yaşlarındayken dergilerde yazmamla başlar. Söylediklerimin, yazdıklarımın çoğu edebi denemelerdir. Yazdığım kitapların çoğu da edebiyattır. O kitapları “felsefe” diye yutturduğumu da sanmıyorum. Eğer beni öyle eleştiriyorlarsa, o eleştiriler doğru değil. Ama beni felsefi tavrımla ilgili olarak eleştiriyorlarsa, orada benle ilgili bir sorun var; bu henüz kendimi anlatamamış olmakla ilgili bir sorun. Beni eğer Batı’daki bir takım kalıplara koyarak eleştiriyorlarsa, “işte postmodernist!”, bilmem ne diye, bu yanlış. Çünkü, hangi izleğin ardında olduğumu çok iyi bildiklerini sanmıyorum. Beni Heidegger çizgisinde, Levinas çizgisinde veya bir fenomenolog olarak görüp onların peşlerinden gitmeye çalışan, ama onu da beceremediği için işi meddahlığa vurmuş biri olarak görüp eleştiriyorlarsa, bu yanlış bir şeydir. Çünkü ben böyle bir şeyi felsefe yazılarımda yapmadım. Felsefe yazılarımda henüz Batılı düşünürlerle hesaplaşmadım; onları kritik bir bakış açısıyla gözden geçirmedim. Levinas üzerine yazdığım son yazıda bile başka bir kaygı var. Oysa ben bu kültürden açılan bir kapıdan yürümek istiyorum ve bu yürüyüşte yalnız olduğum için, şaşkın görülüp, birçok eleştiri okunu çekmem anlaşılır bir şeydir. Ama bu bilerek kendimi maruz bıraktığım bir şeydir ve bu tarz eleştirilere de söyleyeceğim bir şey yoktur. “Bir şey” deniyorum ben. Takla atmayı denerken, diyelim ki “Beceremedi”, “Atamadı”, “takla böyle atılmaz, çünkü atalarımız şöyle atıyorlardı” diyerek eleştirenler var; ama ben “şöyle de takla atılabilir” iddiasında bulunan, ama henüz o taklayı atamamış biriyim. Taklayı attığım zaman da bir sürü insan yine beğenmeyecek. Yerenlerime o açıdan da teşekkür edebilirim. Hepsini de okuduğumu söyleyemem. Yerenlerimin bir kısmından da hoşlanmadığımı söyleyebilirim. Bu eleştiriye kapalı olduğum anlamına gelmiyor. Çünkü beni yerenlerin ? bu belki bir hüsnükuruntudur, kendimi aldatıyor da olabilirim ama ? beni anlamadıklarını düşünüyorum. Ama tabii bu bir kaçış da olabilir. Onun için bana dair söyledikleri bana yararı olacak şeyler değil. Fakat hem yerenleri hem övenleri saygıyla selamlıyorum.
Sinan Kadir Çelik: Hocam nedense felsefeciler felsefeyi hep ikiye ayırırlar; ayrılmasa da ayırırlar. Derler ki, mesela, felsefe idealist-materyalist olarak ikiye ayrılır; Anglo-Sakson ve Kıta Avrupa felsefesi olarak ikiye ayrılır; Kartezyen ve Kartezyen olmayan olarak ikiye ayrılır; Doğu- Batı olarak ikiye ayrılır; vs. Örneğin Nietzsche de benden önce ve benden sonra diye felsefeyi ikiye ayırır. Ben de mesela felsefeyi şu şekilde ikiye ayırabilirim: Bir tür felsefeci “Bana bir sorun söyleyin onu çözeyim” der ki bu sizin deyiminizle “piyade” olacak herhalde; diğer tür felsefeci de “bana sorunsuz bir şey söyle sana onun ne kadar sorunlu olduğunu söyleyeyim” der ki “uçucular” da bunların arasından çıkıyor olsa gerek. Ama herhalde en basitinden felsefecileri “felsefe ikiye ayrılır” diyenler ve “Felsefe ikiye ayrılmaz” diyenler olarak ikiye ayırabiliriz. Herhalde bu önerme doğruluğundan şüphe edilmeyecek bir önerme olur. Peki hocam siz bu ayırmak meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ahmet İnam: Düşündükçe oldukça gülünç gelir bana, ben uzun yıllar taksonomi peşinde koştum. Şimdi düşündükçe de ne kadar saçma bir şey olduğunu fark ediyorum. Otuzlu yaşlarımda oluyor bunlar. Dedim ki tarafsız ve müthiş bir sınıflandırma yolu bulursam, yani bilim, felsefe, hayat ilişkisini anlatan içerikler üstü bir taksonomi yapabilirsem, problemi çözerim. Sonra uzun zaman düşündükçe saçmalığını anladım ? ama tabii bunlar da hep ustasızlıktan oluyor. Benim gibi insanlar cami avlusuna bırakılmış çocuklardır. Gerçi o cami avlusundan Cemal Yıldırım olsun, Teo bey olsun bizi almış. Onların da karakol olduğunu düşünüyorum; ayrıca Nermi Hoca, mesela, saygıyla andığım… Bu insanlar bizim ustalarımızdı ama hiçbirinin evinde oturamadığımız için öyle cami avlusunda kaldık. O cami avlusuna bırakılan, yetiştirme yurtlarında büyüyen kişiler bir aile sevgisi alamadığı için, Oxford’da Strawson’un yanında okusaydım veya Almanya’da bir filozofun, mesela Jaspers ekolünden birinin yanına gitseydim… Gerçi Takiyettin Bey’in ilgisini hep görmüşümdür; ama onun da sonuçta evine fazlasıyla giremedim. Çünkü, çocuk yuvasında yetiştiğimiz için böyle aile ortamları da bana hep bir huzursuzluk verir. Masasına oturunca çatal kaşık tutmayı bilmediğimiz için “elimizle yemeyelim” diye doğru dürüst yemek de yiyemedik. Dolayısıyla onların masasında da oturamadığımız için şaşkın olduk. Fakat, yaşım ilerledikçe bu şaşkınlığın bir olanak olduğunu düşünmeye başladım. İyi ki öyle olmuşum; bunun sonucu olarak farklı bir yolda yürünebileceği vehmine kapılıp yürümekteyim. Tabii, Aristoteles gibi düşünmek lazım: Henüz ölmedik, hala yaşıyoruz ve can çıkmadıkça da neler yaptığımızı anlamak zor, bunu ben bile anlayabilmiş değilim. Şu anda yüzlerce yayınlanmış yazım olduğu gibi, yayınlanmamış, dosyalarda duran bir sürü yazım var. Bu durumda ben de ne yaptığımı çok iyi bilemiyorum. Yapmış olduklarıma bakarak nerede olduğumu anlamam da zor. Onun için de yazdıklarımı okumuyorum. (Beni eleştireceklere ne denli çok malzeme veriyorum değil mi ?)
Halil Turan: Böyle bir taksonomi yapmalı mı?
Ahmet İnam: Tabii, yanlış olduğunu anladım. Taksonomi biraz Husserl, biraz da analitik felsefenin, mantık eğitimin getirdiği bir şey. “İçerikler üstü bir form bulabilir miyim?”; “Hangi içerik olursa olsun o formu yakalayabilir miyim?” diye soruyordum.
Halil Turan: Nasıl bir sonuca ulaştınız? Bulunamaz mı bu form? Hâlâ bulunabileceğine inananlar var.
Ahmet İnam: Evet, tabii, hâlâ var. Mathesis universalis, yani formlar üstü, biçemler üstü bir form elbet aranabilir. Ama ben bunun bulunabileceği fikrinden vazgeçtim. Ama ben vazgeçtim. Burada söylemek istediğim benim vazgeçtiğimdir. Bu biraz da özel yaşamımla ilgili bir şey. Ama arayan aramayı sürdürüyor. Zaten felsefenin en temel motiflerinden biri de budur. Felsefe sevdalısı tam da buna vurulur: “Bir form var” der; form aşığıdır yani. Platon’dan bu yana biz formların vurgununu yediğimiz için koşuyoruz bu işin peşinde. Ben kendi adıma konuşayım, bunu bulamayacağım düşüncesine kapıldım. Çünkü, konuşmanın başında da söylediğim gibi bu form meselesi, form arayışı kesinlikle tekillikten çıkıyor. Benim singularité’min içinden çıkan bir form. Bu form elbette ortaklaşa bir insanlık formudur. Bu form, bulabilirsem, evrensel olan bu form, kendi özel yaşantılarım, özel tecrübelerim sonucunda ortaya çıkmış bir formdur; ama bu form bulunmuş başka formların yanında çok cılız ya da anlamsız kalabilir. Dolayısıyla, bu formla hiç kimse ilgilenmeyebilir.
Halil Turan: Felsefeyi tanımlama çabası çok da verimli bir iş değil o halde, öyle mi?
Ahmet İnam: Bu daha çok şu anlama geliyor; form aramak yanlış değil. Ama form aramanın bedeli kendi yaşantılarımızdır. Kendimizi ortaya koyarak form bulabiliriz. Mesela Husserl bir takım formlar aradı. Russell olsun, Wittgenstein olsun bir takım formlar aradılar. Ama onların ortaya koyduğu formlarla, Leibniz’in ortaya koyduğu formlarla ? Monodoloji’de ortaya koyduğu formlar ? bunların ortaya koyduğu formlarla kendi yaşamları, yaşantı deneyimleri veya bütünlükleri arasında kesinlikle ilginin olduğunu ve bunun çok sıkı bir psikanalitik okumayla bulanabileceğini düşünüyorum.
Halil Turan: Fikirlerin kendileri açısından baktığımızda, bunların bir önemi var mı? Düşüncelerin kendi başına değerlerinden söz edemez miyiz?
Ahmet İnam: Tabii ki, kesinlikle söz edebiliriz. Bu düşüncelerin kendi başlarına bir değerleri var. Gödel’in nasıl bir psikolojisinin olduğu önemli değildi. Ama ortaya attığı tezleri ve yaptığı ispatlarla önemli bir insan. Dolayısıyla aynı şekilde bunu Husserl için söyleyebiliriz; Popper için de söyleyebiliriz. Fakat benim felsefi duruşuma göre, bu ikisi arasındaki bağ çok önemli. Benim yapmaya çalıştığım felsefi etkinlik, bu ikisi arasındaki köprüde cereyan ediyor. Benim kim olduğum ve psikolojik problemlerimle aradığım formlar arasındaki ilişki bizzat benim en büyük felsefe problemimdir. Ben bunu dert edinmiş bir insanım. Ama herkes bunu yapmalıdır diye bir şey söylemiyorum.
Halil Turan: “Yaratıcı olmak için psikolojik açıdan özürlü olmak gerekir” düşüncesi uzun zamandan beri gündemdedir.
Ahmet İnam: Hayır, ben bunun psikolojik bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Psikoloji bu işin görünüşüyle ilgili bir şey. Çünkü, temel duruş, insanın iç dünyasıyla, duygularıyla yarattıkları arasındaki ilişki problemi kesinlikle psikolojik, psiko-sosyolojik bir şey değil. Öyle de anlaşılabilir ama benim anladığım bu değil. Neden öyle değil derseniz, varoluşçuların “Angst” kavramı, “anxiété” kavramı ve diğer kavramları emosyonel kavramlarmış gibi gözükür. Ama onlar ontolojik kavramlardır. O, sana ait olmakla birlikte insan olarak aittir; bu, bütün insanlara ait bir şeydir. Kierkegaard’ın korkusu, titremesi sadece tuhaf bir rahip olan Kierkegaard’a ait değildir. O, tüm insanlığa ait olan korku ve titremeyi anlatmış ve onu dert etmiş bir insandır. Buradaki dert psikolojik bir saplantı, obsesyon olarak anlaşılmamalı, ontolojik bir obsesyon olarak anlaşılmalı. Ama keskin bir psikiyatrist diyebilir ki “Bu adam da her psikolojik problemini ontolojik bir problem haline getiriyor.” Ben öyle olmadığını düşünüyorum. Çünkü, bu fenomenolojiden sonra müthiş bir akıma, varoluşçuluğa yol açmış. Aynı şekilde, Heidegger’lerin yürüdüğü yola baktığımızda, Levinas gibi insanlara baktığımızda, örneğin, bu insanların psikolojik gibi gözükebilen, hatta teolojik gibi gözükebilen problemlerin çok derin ontolojik ve etik karşılıklarının olduğunu anlamış insanlar olduklarını düşünüyorum. Bu, köprü dediğim şey Halil, bir üslup, bir biçem, bir felsefe yapma tarzı. Durduğum noktadan, o anlamda bahsettim.
Halil Turan: Bazen Türkiye’de felsefe ve bilim etkinliğinin sığ ve bağımlı olduğunu söylüyorsunuz. Felsefecilerin de bilimcilerin de kendilerine bakmadıklarını söylüyorsunuz. Nedir “dönüp kendine bakmak”?
Ahmet İnam: Bunu söylerken bir hakkı teslim etmek lazım. Herkes kendi kişiliği içinde ve kendi yürüyüş yolu içerisinde, formlarla ilişkiye geçebilir. Dolayısıyla, ben kendi yürüyüş yolumdan yola çıkarak “Herkes böyle yürümeli” diyemem. Ama bu yürüyüş yolu içerisinde hangi yoldan yürürsen yürü, o yürüdüğün yolla ilgili bir kaygının olması, yani yol, sen ve yolunun götürdüğü yerle ilgili böyle bir triad ortaya koyarsak, bu triad’la ilgili bir kaygının olması gerektiği gibi bir saplantım var. Bu yanlış mıdır, doğru mudur, onu bilemiyorum. Burada dayandığım bir kaç şey var. Biri, gerçekten bilim alanında yaratıcı olmuş insanlarda böyle bir trilojinin ön planda olduğunu düşünüyorum. Newton’da olsun, Einstein’da olsun, daha az ünlü fizikçilerde olsun… Tabii, çok daha trajik deneyimler yaşayanlar var. Boltzmann gibi fizikçilerin daha ilginç yaşamları vardır; kimi matematikçilerin de öyle. Bu insanların problemlerle olan ilişkisi bir yaşam problemiyle, bir varoluş problemiyle kurulan ilişki gibidir. Çağımızda belki de bilimcilerin sayısının son derece artması, aynı şekilde felsefecilerin sayısının artması ve bunun bir meslek haline gelmesiyle teknisyenlik ön plana çıktı. Belki de bu çağ belli bir döneme kadar böyle gidecek. Bilim, felsefe ve sanat alanında o trilojiyi içselleştirmiş insanlar yerine, ufak tefek teknik meselelerle, Nermi Bey’in deyimiyle “bölük-pörçük” çalışan insanlar olacak ve bu insanların katkılarıyla bilim, felsefe ve sanat gelişecek. Hiçbir itirazım yok buna. Belki de benim itirazım çok gecikmiş, aslında modası geçmiş, romantik bir itirazdır. Evet, romantik deyimini burada kullanabiliriz. Herkes kendi gönlüyle problemlerle ilişkilensin, kendi duygu yaşamını katabilsin; kendi iç dünyasıyla çözeceği matematik problemi arasındaki bağlantıyı duysun. Bazıları duyar, bazıları duymaz; belki duymazsa daha da başarılı olur. Belki de duyan da alıklaşıyordur. Ama ben meseleye insan olmak açısından yaklaşıyor ve onu arıyorum. İnsan olmanın bilincine felsefeci, sanatçı olmakla varılamayacağı gibi bir iddiam var. Bunun akademik çevrelerde öğretilebilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Biz öğretmenlerin ele aldığımız sorunları öğrencilere anlatırken, o sorunları nasıl yaşadığımızı öğrencinin görmesinin çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben bazı öğretmenleri gördüğümde çok acı çekmiştim. Şöyle demiştim kendime: “Ben bu adamın öğrettiklerini öğrendiğimde bu adam gibi olacaksam, gergin, sinirli, kompleksli, takıntılı biri olacaksam; ben felsefeyi öğrenip bunun gibi bir adam olacaksam, okumuyorum, ben oynamıyorum”. Çünkü, ben bunun için felsefenin ardında değilim. Ama diyebilirsiniz ki “Sen adamın kendisine bakma da söylediğine bak.” Ama gençler ondan etkileniyorlar. Gençler senin sınıfta duruşundan etkileniyorlar. Ağzın müthiş laflar etse de, otuz beş kitap yazmış da olsan da, dünya çapında ünün olsa da, dünya bilmem ne birliği başkanı olsan da, sonuçta sen nasıl bir insansın o etkiliyor insanları. “Yaşamla felsefe arasında hiçbir bağ yokmuş” diye de etkileyebilir. Dünyanın bir çok yerinde, Rusya’da, Polonya’da, Fransa’da, orada burada karşılaştığım felsefeciler arasında ortalama felsefeci tipi olarak obsesif ve büyük ölçüde de paranoyak olduklarını düşündüğüm, gergin, sinirli, buzlu camın arkasından bakar gibi bakan, belki içlerinde büyük bir yaşama coşkusu olsa da onu derinlere itmiş, bir şeyler yapamayan, muzdarip insanlar karşıma çıktı. Belki tespitim ucuz bir tespittir. Ama ben felsefenin insana yaşama sevinci veren bir etkinlik olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de hep bir mizah, espri anlayışıyla beraber yürütülebilecek güzel bir şey olduğunu düşünürüm. Eh, tabii, bunu da Heidegger’den öğrendim. Heidegger aslında bu sözünü ettiğim tipe aykırıdır. Soğuk, yanına varılmaz, ters birisi olmasına rağmen, demek ki insan onun yazılarından böyle şeyler de öğrenebiliyor.
Sinan Kadir Çelik: Son soru olarak “Türkiye’de felsefe nereye gidiyor?” diye soralım.
Ahmet İnam: Hemen tespitlerimi söyleyeyim. Birincisi, sayı olarak felsefeci akademisyenler artıyor, felsefe bölümleri, felsefe dergileri, yayınları, kitapları artıyor. Nicel bir yükseliş kesinlikle var. İkincisi, felsefeyle ilgilenenlerin sayısı da artıyor. Türkiye için son derece olumlu bir durum bu. Ama yine de Türkiye’deki entelektüellerin en büyük problemi taklitçi oluşlarıdır. Bir mühendis, arkadaşı Nietzsche okumuşsa gider o da Nietzsche alır; “Ben senden daha akılsız ve daha az entelektüel değilim; onun için ben de Nietzsche okuyorum” demek için. Yalomlu malomlu şeyleri kütüphanesine koyabilir. Ama her ne olursa olsun, müthiş bir sayı artışı var. Ayrıca, başka bir saptamam da, felsefenin ilgi alanlarının çok arttığı. Yurt dışına gönderdiğimiz, buralarda değişik felsefe bölümlerinde çok değişik alanlarda yetişen insanlar var. Bu son derece olumludur. Bazı genç arkadaşların ihtiyatlı ve saygın felsefe piyadeleri olduklarını görmekteyim. Bu da beni gururlandırıyor. Uçucu olanlarsa henüz gözükmüyor etrafta. Belki profesör olduktan sonra uçmayı deneyebilirler. Ama erken uçmak iyi değildir, ciddi şekilde yaralanabilirsin, uçmayı hak etmek lazım.
Sinan Kadir Çelik: Evet, Nietzsche, Heidegger, Derrida gibi uçucu felsefecilerin doktora tezlerine baktığımızda hep dönemlerinin ana akımı içinde kalan tezler yazdıklarını, belirli bir noktadan sonra uçmaya başladıklarını görüyoruz.
Halil Turan: Öte yandan, çok genç yaşta “uçanlar” da var. Örneğin, genç yaşta ortaya önemli metafizik görüşler, çok önemli ontolojik görüşler koymuş filozoflar vardır.
Ahmet İnam: Bizim akademik hayatımız ona pek izin vermiyor. Çünkü, siz daha yüksek lisans tezinizden itibaren o felsefi topluluğun beklentilerine uygun bir şeyler üretmek zorundasınız. Tabii, bu felsefi toplulukların, akademik toplulukların sayısının ve rengini artırması da iyi bir şeydir. Eskiden felsefe birkaç kişinin tekeli altındaydı. Terfiler falan da onlara bağlıydı. Onlar da, Deli Dumrul gibi, terfileri bir biçimde engellemeye çalışıyorlardı. Ama bu engellemeler ve zıtlaşmalar hep sürecek. Bu zenginliğin ve çeşitliliğin içerisinde beni kaygılandıran, kendi öznel bakış açımdan beni üzen, buralı olmakla ilgili felsefi kaygısı olanların sayısının az oluşu. Çünkü ben buradan, Anadolu topraklarından, Türkçe’den evrensel formları arıyorum. Dolayısıyla bu bilinci ben her zaman diri tutmalıyım. Bu bilince sahip arkadaşların sayısının çok az olduğunu düşünüyorum. Hatta bu bilincin küçümsendiğini bile görüyorum. Nereden bakıyorsun? “Anadolu topraklarından, yani içimden bakıyorum, kendi öznel, otobiyografik yaşamımdan bakıyorum” demek, aslında Anadolu topraklarından ve Türkçemden bakıyorum demektir. Bu inanılmaz bir tehlikeyi de içinde taşıyor. Ama hiç aşılmaz bir şey gibi de görünmüyor bu tehlike. Kaldı ki bu bakışın kaygısını yaşayan, bu zorlukları aşmaya çalışan Hilmi Ziya gibi, Nurettin Topçu gibi insanlar da yaşamıştır. Ama nedense dinle ilgisi olmayan veya kendisini sol çizgide gören arkadaşlar, belki dini ve siyasi kaygılardan dolayı Hilmi Ziya Hocayı, hem de belki Nurettin Topçu Hocayı dudak bükerek okurlar. Ama bu iki zat da, özellikle Hilmi Ziya Ülken, çok çalışkan biriydi ve müthiş şeyler üretti. 1930’larda daha Türk düşüncesine dair ciddi kaygıları vardı ve Türkiye’de Düşünce Tarihi diye bir kitap yazmıştır. Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası düşünürlerini anlatan ve ihatalı bir insandı. Kuşatıcı insanlardı bunlar. Böyle kaygılara sahip arkadaşların sayıca az olduklarını görüyorum. Diğer yandan dini terbiye almış, felsefeyle ilişkili olan mesela ilahiyat çıkışlı arkadaşların geldikleri kökenin etkisinde çok fazla kaldıkları ve felsefeyi de biraz kendi yaşamlarını meşrulaştırmak için yaptıklarını düşünüyorum. Bunların da, maalesef, Türkiye’de felsefeye çok katkıları yok. Çünkü kafalarının biraz daha değişmesi lazım. Yoksa bizim klasik kültürümüzü bilmelerine rağmen, Osmanlıca okuyabilmelerine rağmen, İslamı iyi bilmelerine rağmen, maalesef bunları anlatabilecek evrensel donanımları eksiktir. Evrensel olanı bilen, çağdaş felsefenin sorunlarını bilenler de buralı olmakla ilgili kaygılardan ve dertlerden yoksun oldukları için bunu es geçmektedirler. Türkiye’de felsefe elbet gelişir; ama Türkiye’deki felsefe bir Meksika’daki felsefe gibi gelişmemeli. Türkiye’deki felsefe “no man’s land”deki bir felsefe gibi gelişmemelidir. Türkiye’deki felsefe Türkçe’nin yüzyıllardır biriken zenginliğine bir katkı olarak gelişmelidir. Türk şiirine, Türk düşüncesine, felsefe dışı düşünceye, siyasi düşünceye, Türk yaşam biçimini etkileyecek biçimde gelişmeli. Buradaki Türkçe’nin ve bize özgü yaşam biçimiyle yapılan felsefenin evrensel olarak yapılan felsefeye katkılar yapacak şekilde gelişmesi gerekir diye düşünüyorum. Bunun için daha zamana ihtiyaç var. Ama bu kaygı ne kadar yaşar bilemiyorum. Bunun daha muhafazakar bir çerçevede ayakta tutulabileceğini, daha milliyetçi veya daha dinci bir çerçeveyle geliştirilebileceğini de sanmıyorum. Böyle bir felsefeyi öncelikle bir dil, Türkçe’yi duyma heyecanıyla gerçekleştirebilirsiniz. Bu da bizim masallarımız, öykülerimizi, türkülerimizi, Yunus’u duymakla gerçekleşebilen bir şeydir.
Halil Turan, Sinan Kadir Çelik: Felsefe Yazın okurları adına teşekkür ederiz.
http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/felsefeyazin.htm
AKLIMIZ DUYGULARIMIZIN NERESİNDE?- Prof. Dr. Ahmet İNAM
Akıl ve duygu ilişkisi hayatımızın çok önemli ilişkilerinden. Çünkü, biz insanlar hayatımızdaki yaşam serüvenimizde aklımız ve duygumuzla yaşıyoruz. Aklımız ve duygularımızı taşıyan maddi dayanak da bedenimiz. Bedenimiz, aklımız, duygularımız ve diğer insanlarla, çevremizle girdiğimiz ilişkilerimiz bizi oluşturuyor. İnsanlık tarihine baktığımızda, akıl duygu ilişkisinin çok düşündürücü olduğunu görebiliriz. İnsanlar, akılları ve duygularıyla, kendi kapasiteleri oranında, güçleri oranında yaşamayı bilmiyorlar. İnsanın geçmişine baktığımızda, sanki daha iyi bir hayat yaşayabilirdi gibi geliyor. Daha iyi olabilirdi. İnsanın donanımı, yeteneği buna daha uygundu. Ama, öyle değil de, böyle oldu. (Belki de böyle olması zorunluydu. Bu da bir tartışma konusu.) Başka türlü olamazdı; çünkü insanın, hayatını düzeltebilecek birtakım donanımlara sahip olduğunu anlaması için uzun yüzyıllar geçmesi gerekiyordu. Şimdi öyle bir noktada bulunuyoruz ki, İsa’nın doğumundan bu yana geçen süre içinde ve ondan önce insanların yazıya geçişi, uygarlıkları oluşturuşu, yerleşik düzene geçişi, teknolojiyi ve bilimi başlatışı. Bütün bu tarihleri içerisinde insanın bu serüvenini düşündüğümüzde, oldukça zengin bir birikime sahip. Yani insan için umutsuz olmak için sebebimiz yok. İnsan çok yanlış yapmış ve hâlâ yapmakta. Çok acı çekiyoruz. Çoğumuz mutsuzuz bu dünyada. Ama bu günkü mutsuzluğumuzla, geçmişteki mutsuzluğumuz arasında fark var. Belki bu gezegendeki hayat bitinceye kadar böyle problemler sürecek. Belki insanın hayatı dediğimiz serüven bundan başka bir şey değil. Yani hep acılarla, mutsuzluklarla, eksikliklerle, özürlerle süren bir yaşam; ama yine de dönüp baktığımızda bir şeyler öğrenmekte olduğumuzu görüyoruz. O yüzden geçmişteki yanlışlarımız ve mutsuzluklarımız; yaşadığımız haksızlıklar, zulüm ve çirkinlikler, şimdiki yanlışlardan, mutsuzluklardan, zulümlerden ve çirkinlikten farklı. Hiç değilse matematikçilerin deyimini kullanırsak, epsilon kadar bir farkı var.
İnsanın kendisini tanıması çok önemli. Çünkü yaşadığımız mutsuzluklar ve sorunların ardında, çirkinliklerin, eksikliklerin ardında biraz da kendimizi tanıyamamak, kendimizle yüzleşememek, geçmişte yaptıklarımızla hesaplaşamamak yatıyor. O yüzden aklımız ve duygularımız arasındaki ilişkinin, insan olarak bizim kendimizi daha iyi tanımamızda yol gösterici olabileceği gibi bir umudum var.
Akıl, bizim elimizde olanlardır. Aklımız, bizim yönetimimiz altında olan, farkına vardığımız, bir ölçüde dilediğimizce yönlendirebildiğimiz gücümüz. Tabi aklımızla her sorunu çözemiyoruz; ama nerede çözemediğimizi biliyoruz. Nereye kadar çözebildiğimizi biliyoruz. Aklımız kendi üzerine de düşünebiliyor. Dolayısıyla akıl, hem dünya hakkında hem kendisi hakkında bilebiliyor; bilgi sahibi olabiliyor. Dünyadaki sorunların üstesinden gelebiliyor. Aklımız deyince sadece bilim yapan, teorik düşünen, felsefe yapan aklımızı anlamıyorum. Aklın çok değişik boyutları var. Teori yapan, anlayan, sorgulayan, düşünen yanının yanında, aklımızın duygularımıza yakın özellikleri de var. Mesela sanat yapan yanımız da bir ölçüde aklımızla başarılır. Hatta insanın aşkı yaşamasında da aklın payı olabilir. Hatta bana sorarsanız aşk, akılla yaşanan bir şeydir. Genellikle akılsızların yaşadığı durumlar olarak anlaşılır; ama akılsızların yaşadığı aşka ben “şk” diyorum. “A” sı yok. Çünkü akıl olmayınca “a” harfi de aşktan kalkıyor. “şk” gibi bir şey kalıyor. Aklı bu kadar geniş algılarsak, belki biraz çarpıtmış oluyorum anlaşılagelen anlamı da, ama biraz da genişletmiş oluyorum. Yani gayet bilinçli, farkına vararak, isteyerek, planlayarak, umut ederek, bekleyerek, tasarlayarak, hazırlayarak gerçekleştirdiğimiz yaşam atılımlarının kendisinde aklımızın payı var. Tabi aklımızın gücü her şeye yetmiyor. Tanrı dediğimiz bir güç omnipotent bir şeydir; yani her şeye gücü yeten, kadiri mutlak olabilir. Ama bizim öyle bir gücümüz yok insan olarak; yine de bir gücümüz var. İşte insan bu gezegendeki hayatı daha güzel yaşayabilirdi ya da yaşabilir ya da yaşayabilecek dediğimizde insanın akıl gücünü gözönüne alarak bunu söylüyorum. İnsanda böyle bir güç vardır; ama böyle bir gücü harekete geçirebilmesi, böyle bir gücün her şeyden önce ayırdına varmasıyla, bilincine varmasıyla olanaklıdır. Yoksa bu güç, potansiyel halinde, uyku halinde, eskilerin deyimiyle atıl olarak bizde bulunur; aslında akıllıyızdır, ama aklımızı kullanamadığımız için kimse bize akıllı diyemez.
Hayat tamamen tesadüflerle, rastgele, bir derenin üzerindeki kurumuş bir yaprağın akışı gibi, tamamen dış güçlerin eline bırakılmış bir akış değildir. Hayatımızı bir ölçüde elimizde tutma olanağımız vardır. İşte bu gücün tam kendisine değilse, bile bu gücün büyük bir bölümüne akıl diyorum. Bu gücü kullanamayışımızın ardında duygularımızla ilişkilerimiz yatıyor olabilir; çünkü yaşam korkağı insanlarsak, risk almıyorsak, kullanmadığımız aklı potansiyel halinden etkin hale geçiremiyoruzdur; aslında gücümüzün içinde bulunanı, bizim farkına varmadığımız ve yeterince cesur, yeterince yiğit olamamaktan kaynaklanan korkaklıktan dolayı, gerçekleştiremediğimiz bir enerji olarak, bir güç olarak, bir yeti olarak, bir yetenek olarak, içimizde hareketsiz bırakıyoruzdur.
Duygularımız nasıl bir şeydir? Duygular, genellikle elimizde olmayan, aklımızın dışında, eski deyimle söylersek “maruz kaldığımız” şeylerdir. Yani bizim dışımızdan, v bir rüzgar gibi, yağmur gibi gelirler. Bize uğrarlar, biz onlara uğrarız. Kazaya uğramak gibi bir şey. “Ben şimdi biraz sonra kıskanıyım” deyip, kıskanma durumunu, kıskançlık duygusunu yönetemeyiz. Etrafa belli etmeyebilirsiniz de, ama o duygu içimizde olup biter. Nereden geliyor bu? Maruz kalıyorsunuz, uğruyorsunuz, üzerinize geliyor. Belki bundan dolayı, yüzlerce yıl düşünürler duyguların akıl dışında bir alanda olup bittiklerini söylemişlerdir.
Ne aklımızın ne düşüncemizin bizi hiç bırakmadığını, sürekli akış halinde olduğunu, bu akışın kimi zaman da durgun, durağan olduğunu düşünüyorum. En soyut matematik problemini çözerken bile duygularımızla birlikte çözümü yapıyoruz.
Soyut düşünmemiz veya bilimsel araştırmada düşünme biçimimiz hep duygularla olan bir şey. Belki de duygu durumlarımız, duygu dünyamız, duygu sağlığımız yerinde olmadığı için, düşünce akışımız engelleniyor olabilir.
Bütün yaşam sorunlarını çözmedeki gücümüz nereden geliyor? Aklımız mıdır sadece? Düşünme bizim farkına varmadığımız biçimde de iç dünyamızda devam ediyor. Aklımızın bir yanı düşünmeye devam ediyor; ama biz onun farkında değiliz. Demek ki, gözümüzden yahut bilincimizden, aklımızın ışığından kaçan yalnız duygularımız değildir; aklımızın işleyişinin bir kısmı da aklın ışığından uzaktadır. Karanlık bölgede cereyan eder. Duygularımız da aynı biçimde bizim dışımızdadır. Ama aklımızın egemen olduğumuz kısmıyla, işte bu bilemediğimiz yanlarla ilişkiye geçme olanağı vardır.
Duygularımızın o akılsal bileşenini yakalayabilecek akıl keskinliğine sahip miyiz? Bunun için aklı bileylemek gerekiyor. Aklımızı keskinleştirmenin imkanı vardır. Keskinleştirerek, duygularımızı tanımayı olanaklı kılabiliriz. Bunun için de aklın gücü içerisine alışılagelmiş anlamıyla iradeyi de katmak gerek. Duygu, akıl ve eylem bütünlüğünü kurabilmek gerek.
Duygularımızı dinleyebilen, duyguların sesini aklın ve iradenin kulağıyla anlayabilen, akıl dışı sesleri aklın kulağıyla dinlemeyi bilen bir insan için, eyleme geçebilme gücü de varsa, akıl dışı olanı adım adım tanıma ve aklın alanına katma olanağı da vardır.
(10 Mart 2004 Tarihinde TÜBİTAK’da yapılan konuşma özeti)
http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/duygu.htm