-
29th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir kürsüsü öğretim üyelerinden Prof. Mehmet Okuyan “Kabir Azabı Var mı?” konusunda kapsamlı bir kitap hazırlamıştır. 485 sayfa ve büyük boy olarak hazırlanan bu eserde konu geniş bir biçimde ele alınmıştır.

Prof. Mehmet Okuyan, kabir azabının olacağını iddia edenlerin görüşlerini tek tek zikrettikten sonra delil olarak getirdikleri ayetlerin konuyla alakalı olmadığını, hadislerin ise ya senet (ravi zinciri) açısından veya metin açısından güvenilir olmadığını, kabir azabına delil olarak getirilen rüya ve keşif gibi örneklerin ise istismara açık olduğunu ve delil niteliğini taşımadığını bu konuyla ilgili yazdığı çalışmasında açıkça ortaya koymuştur.

Mehmet Okuyan, İbnü’l-Cevzi’yi referans göstererek kabir azabıyla ilgili hadislerin sahih olmadığını belirtmiştir. Yine o, ölünün kabirde ezanı duyacağını bildiren hadislerin, ölen peygamberlerin 40 gün ruhlarının kendilerine iade edildiği veya ana babasının veya birisinin kabrini Cuma günü ziyaret edip Yasin okuyanın günahlarının bağışlanacağını veya kabirde birbiriyle konuşmalar olacağını bildiren rivayetlerin uydurma olduğunu belirtmiştir. (İbnü’l-Cevzi, Kitabul’l-Mevdû’ât, s.237-238-239) (Prof. Mehmet Okuyan, s.160-161)

MEHMET OKUYAN’IN KONUYLA İLGİLİ DEĞERLENDİRMESİ

3.4. RİVAYETLERİN VE KONUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ

Bundan önceki başlıklarda ele aldığımız rivayetleri ve rüyaları kabir azabına delil sayanlara yönelttiğimiz eleştirilere ilave olarak şu genel değerlendirmeleri de hatırlatmak durumundayız:

Herhangi bir hadisi (rivayeti) bir yerde okuduğumuz veya işitti­riniz zaman, yapılacak ilk iş, onun kaynaklarda, isnadıyla birlikte bulunup bulunmadığını araştırmaktır. Kaynağı zikredilmeyen veya kaynaklarda bulunmayan bir hadis, kaynaklarda bulunup isnadı incelenerek sağlam olup olmadığı tespit edilmedikçe yok hükmündedir ve onun hadis olarak kabul edilmesi asla mümkün değildir. Bu tür kaynaksız ve isnadsız bir hadis, hangi eserde bulunursa bulunsun, eserin yazarı kim ve ne kadar ünlü olursa olsun sonuç fark etmez. Hele hele rüya, keşf, ilham gibi sübjektif ve istismara tamamen açık yollardan alındığı iddia edilen hadislere asla ve katiyen itibar edilmemesi gerekir.(Kırbaşoğlu, Hadis Metodolojisi, s.182)

a) Kabir azabı konusu gaybî bir konudur; yani bilinemezler arasında yer almaktadır. Dolayısıyla bilinemez diye belirlenen bir konuda normal konular gibi haber verildiğinin iddia edilmesi ihtiyatla karşılanmalıdır.

b) Kabir azabı, yukarıda ele aldığımız çeşitli rivayetlerden de anlaşıldığına göre büyük günahlar nedeniyle uygulanmamakta, küçük günahlarla ilişkilendirilmektedir. Kabir azabına uğratılan kişi eğer büyük günahları da olan biri idiyse bu defa kabir azabı hafife alınmış olacak, caydırıcılık özelliğini kaybedecektir. Çünkü yakın tehditten kaçınmaya çalışmanın gerekçesi basit hatalarla sınırlı tutulamaz; yakın tehdit daima daha büyük hatalardan kaçınmayı amaçlamalıdır. Zaten Yüce Allah da küçük günahları silmeyi, örtmeyi veya affetmeyi büyüklerinden kaçınmaya bağlamıştır. İlgili âyetlerde şu bilgileri görmekteyiz:

“Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” (Nisa, 4/31) İşte bu âyette Yüce Allah, insanların seyyiât denen hatalarını örtmesini ve sahiplerini değerli bir yere, yani Cennete koymasını tartışılmaz bir şekilde -insanların, yasaklanan hataların büyüklerinden kaçınmaları şartınına bağlamaktadır.

“Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah’ındır. Bu, Allah’ın, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir. Ufak tefek kusurları dışında; büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır.” (Necm 53/31-32) İşte burada da durum benzer bir şekil arzetmektedir. Yani Yüce Allah, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınıp el-lemem denen ufak tefek hataları işleyenleri engin mağfireti gereği bağışlayacağını bildirmektedir. Demek ki büyük günahtan kaçınanların küçük günahları Yüce Allah tarafından örtülecektir. Dolayısıyla kabir azabıyla ilgili bu ve benzeri rivayetler ilgili ayetler çerçevesinde yeniden değerlendirilmek zorundadır; çünkü bu âyetlerin mesajı karşılığında söz konusu rivayetler sorunlu bir hal almaktadır.

Diğer taraftan genelde bilindiği ve bazı rivayetlerde de ifade edildiği üzere idrarını üzerine sıçratmak gibi diğerlerine göre daha küçük görülen günahlardan bu şekilde azap görülürse daha büyük günah işleyenlerin, inançsızların veya münafıkların durumu hakkında neden bilgi verilmediği ya da hiç olmazsa diğerleri kadar yaygın bilgi verilmediği de merak konusudur. Bazı nakillerde Hz. Peygamberin kabir hayatını en önemli durak olarak tanımladığı iddia edilmektedir. Eğer bu iddia doğru ise o zaman en önemli durağın en hassas inanç aykırılıklarını ihmal edeceği sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaz mı?

Rivayetlerde yer alan iddialara göre Hz. Peygamberin ağaç dalı dikmesiyle azap durduruluyorsa bütün ağaçları kesip mezarlara dikmek ya da mezarları ormanlarda kazmak, pratik bir çözüm olacaktır. Burada eğer “fidanı diken kişi azaptan kurtarmada veya azabın hafifletilmesinde etkilidir” denirse “Hz. Peygamber’den sonra ölenlerin suçu nedir ki onların mezarına fidan dikilemiyor?” sorusu akla gelir. Kaldı ki o dönemde küçük günah sahibi olarak ölen herkesin mezarına fidan dikilip dikilmediği de mevcut rivayetlerden anlaşılamamaktadır. Eğer, “o dönemde ölenlerin küçük günahları da yoktu” denirse bu ifadeye söyleyecek bir sözümüz yoktur.

Kabirdeki sorulara verilecek cevaplara göre âhiretteki mekanın değişeceğini söylemek de dünya hayatının bir imtihan alanı olduğu şeklindeki Kur’ânî gerçeğe aykırıdır. Kur’ân’da kabirlerden na­sıl kalkılacağı söylenirken oradaki, yani varsa kabirdeki azaptan söz edilmez mi? Bu kadar ciddî bir konuda Yüce Allah’ın söylemediğini Hz. Peygamber söyler mi? Eğer kabir azabı varsa bunu gerçekleştirecek olan Yüce Allah’tır. O zaman bu konudaki bilgileri de Yüce Allah’ın kitabında aramak zorundayız.

Kabirde yaşananların insanlar tarafından duyulduğundan söz eden rivayetler hakkında şu kadarını söylemekle yetinmek istiyoruz. İlk muhatap Hz. Peygamber de dahil olmak üzere kabirlerdeki insanların hiçbirisinden herhangi bir şeyin hissedilemeyeceği Kur’an’da şöyle beyan edilmektedir: “Biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Sen, onlardan herhangi birinden (bir varlık işareti) hissediyor veya onlara ait cılız birses işitiyor musun?” (Meryem 19/98) Şüphesiz bu âyetteki asıl anlam, eski kavimlerin helak olduğunu, artık ses anlamında onlara ait herhangi birvarlık işaretinin bulunmadığını beyandır; ancak özellikle son cümledeki, “onlara ait cılız bir ses işitiyor musun?” ifadesi, bizim işlediğimiz konuya da delil olabilir. Hz. Peygamber’in, geçmiş din mensuplarına meselâ Yahudilere ait kabirlerden ölülerinin sesini duyduğu ifade edilen rivâyetlerdeki bilgiler, işte bu âyetin son cümlesivle açıkça çelişmektedir. Çünkü buradaki, mutlak anlamda “herhangi bir kimse” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla buradaki anlamıyla geçmiş nesillerden hiç kimsenin sesinin duyulamayacağı bu şekilde ifade edilmiş olmaktadır.

g) “İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler”(Enbiya 21/1) âyeti, hesabın herkesi içerdiğini ve bunun kıyamet sonrası dönemde gerçekleşeceğini açıkça belirtmesine rağmen ilgili kabuller bu ve benzeri âyetlerle çelişmektedir. Bu arada hesabın kabirde başladığım gösteren bunca rivayet, senet bakımından veya metin açısından eleştiriye tabi tutulmadan bazılarınca kabul edildiği için hesabın başlama zamanını bildiren âyetlerin anlamı da kapalı kalmaktadır. Bu âyetten de anlaşıldığına göre tekrar vurgulamak gerekirse “hesabın görülme yeri âhirettir; kabir değildir.” Eğer iddia edildiği gibi kabirde de hesap olsaydı bu âyette yaklaştığı bildirilen “hesab”ın tekil değil çoğul olması gerekirdi.

Yukarıdaki bilgiler ışığında kıyamet öncesi dönemde kabirde, sorgulanma ve azap olmayacağı açıktır. Bununla birlikte insanların dünyada yaptıklarının hesabının sorulmayacağı da zannedilmemelidir. Peki sorgulama, azap veya ödül ne zaman ve nerede gerçekleştirilecektir? İşte bundan sonraki bölümde, bu soruların cevaplarını ortaya koymak üzere, ölüm sonrası kıyamet-âhiret süreci Kur’ân’dan delillerle açıklanmaya çalışılacaktır. (Okuyan, s.305-308)

(Prof. Mehmet Okuyan, Kur’an- Kerim’e Göre Kabir Azabı Var Mı?, Etüt Yayınları, Samsun, 2007)

posted in KABİR AZABI | 87 Comments

29th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Şeytanın itirazı

Bayram yazısına, Kur’an-ı Kerim’in Sad suresiyle başlayalım… (71-78) Allah’ın, Ademoğlunu yaratmak kararını meleklere açıkladıktan sonra şeytanın itirazı şöyle anlatılıyor…

“Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman derhal ona secdeye kapanın!

Bütün melekler toptan secde ettiler. Yalnız İblis (şeytan) secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah… Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin dedi. İblis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın dedi.”(*)

………………………

Bu sureyi “ırkçılığın, bütün kötülüklerin simgesi şeytanla örtüşmesi” gibi algılamak önemlidir. Kitlelere ırkçılık karşıtı düşüncenin ulaşmasında ve algılanmasında inanç yoluyla iletişim elbette etkili olur.

Bir başka mesaj, “renk, dil, din, statü, coğrafya, kültür farklarımız olsa da hepimizin aynı çamurdan yaratıldığımız…”

Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Öte yandan… “Ate”ler (Allah’ı tanımayanlar) ve “agnostik”lerin de (bir büyük gücün var olduğuna inanmakla beraber din, peygamber, kutsal kitap tanımayanlar) çoğunlukla “ırkçı sapmalara” girmedikleri ve insani değerlere saygıları bir gerçektir.
O boyut, bir bayram sohbeti olan satırlarımın bugünlük dışında.

………………………

Ayrıca…

İslam dininin dışında tek Tanrılı dinlerin İslam kadar “insanların eşit yaratıldıkları” mesajını verdiklerini söyleyemem. “Tanrı’nın seçtiği kavim” olmak ya da “Peygamberini Tanrılaştırmak” yani bir “Ademoğlunu, Allah’ın oğlu” mertebesinde ayrıştırmak örneklerinin ayrıntısına da girmiyorum.

………………………

Ancak…

“Aynı çamurdan yaratılmış eşit insanları, tek bir ümmet haline getirmek ve ulusal değerleri aşındırarak millet kavramını yok etmek” tehlikesine de işaret etmeliyim. Bu, abartılmış bir yorum olur.
Gene İslamın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’den bir sure: “Ey insanlar, sizi bir erkek ve bir kadından yarattık; birbirini tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan en uzak olanınızdır. Allah, bilendir ve haberdar olandır” deniliyor. (Hucurat, 13)

Yani…

Allah, “milletleri” öngörmüştür. Onaylamıştır. “Milletleri, devlet hudutlarını, milli değerleri” yok etmeyi amaçlayan “ümmet” zihniyeti, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ölümünden yüzyıllar sonrasının siyasi oluşumudur.

Dinin siyaset için kullanılış örneklerinden biridir.
Farklılıklar… Yani… Dil, renk, ırk, coğrafya ve kültür hatta din farklılıkları husumet değil, birbirini anlamak, sevmek, barış içinde bir arada yaşamak gereğidir.

Ulusumuza ve tüm insanlığa bir arada “eşitlik, sevgi, barış, özgürlük, demokrasi, mutluluk” diliyor, okurlarımın Ramazan Bayramı’nı kutluyorum.

………………………

http://www.milliyet.com.tr/2006/10/24/yazar/civaoglu.html

posted in GÜNCEL | 0 Comments

29th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Futbol Denen Oyun İçinde Oyuna Tevhid Penceresinden Bakış

İçi boş şeyleri yüceltmenin, boş şeyler peşinde koşmanın tipik bir örneğidir futbol. Hani kimi yörelerde atasözü gibi tekrarlanan bir tekerleme vardır: “İçi hava, dışı deri; arkasından koşar yirmi iki serseri” diye. Arkasından koşanların kimi, spor yapıyordur veya iş icabı koşuyordur; o yüzden bu tekerlemeyi şöyle değiştirmek daha uygun olur: “İçi hava, dışı deri; arkasından bakar yirmi iki milyon serseri” ya da dünya çapında olayı değerlendirirsek; “… iki milyar serseri.” Evet, insanımızı, boş şeylerle avutup uyutmak, tâğutların klasik yöntemi. Toplumları serserileştirme rolünü futbol üstleniyor; çağdaş toplumların afyonu, uyuşturucusu. Her biri usta birer illüzyonist olan egemen güçler, futbol ve benzeri eğlencelerle halkı hipnoz ediyorlar. Gözleri bağlanmış, başka bir şeyi görüp düşünemeyen halk sürüleşecek, çoban rolündeki kurtları fark edemeyecektir.

Meşhurdur: İspanya’yı 1935-1975 yıllarında tam 40 yıl yönetmiş olan General Franco; “bu kadar uzun yıllar iktidarda nasıl kaldın?” diyenlere bu işin sırrını şöyle açıklamıştı: “Üç F sayesinde; halkı üç F ile meşgul ettim…” Üç F dediği şeyler: Futbol, Fiesta (eğlence), Femenino (kadın). Evet, çağdaş yönetimler iktidarlarını halkı müzikle, sinema ile, TV., internet, atari, playstation türü eğlencelerle gütmenin dayanılmaz hafifliğini sergiliyor. Bunlara, at yarışları ve başına milli kelimesini bile eklemekten çekinmedikleri piyango diye adlandırdıkları her çeşit kumarı da eklemek gerekiyor. Ama bütün bu problemlerden daha fecisinin, anaç ve doğurgan olanının top olduğunu kabul etmek gerekiyor. Halkı top kafalı yapmaya çalışıyorlar. Köşeli düşünemeyen, her şeyi göbekleri gibi yuvarlak olan, içi boş olan anlamında mecâzî anlamda top kafalı olduğu kadar, gerçek anlamda da top kafalı; yani kafa görüntüsünde omuzlarının üstünde bir top taşıyan varlıklar, toptan başka bir şey düşünemeyen toplaşmış kafalar…

Dünyanın öküzün üzerinde durduğunu söyleyenler hâlâ var mı bilmiyorum; eğer bir zamanlar böyle söyleniyor idiyse, bu söz, mecâzî anlamda kullanılıyor, öküzün temsil ettiği çiftçiliğin önemi vurgulanıyordu. Şimdi, bu anlamda dünya paranın, kadının üzerinde duruyor dense yanlış olmaz; ama daha da vahim gerçek o ki, dünya artık topun üzerinde duruyor. O yüzden iki yuvarlağın üst üste durmasındaki hassas dengelerin zorluğundan ötürü her alanda sarsılmalar ha bire sürüyor. Hatta, devamlı artan futbol sevdasına bakıp bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki: Dünya top haline geldi, ya da top dünya haline. “Top”tan oluşmuş bir dünya içinde yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Ve böyle bir dünya bizim fıtratımıza ve inancımıza tümüyle ters geldiği için yabancılaşıyoruz, dünya bize yabancılaşıyor. Büyük toplulukları bir araya sadece top toplayabiliyor artık. Sabah-akşam “top” tan başka bir şey konuşmayan top kafalı insanlara neyi nasıl anlatacaksınız? Dünyaya top gözlüklerinin arkasından bakan insan, top oyunundan başka ülkesinde ve dünyada yıkıcı güçlerin hangi oyununu görecek, şeytanın hangi oyun ve hilesini sezecek? Hani S. Kuper’in meşhur sözüdür: “Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir.” Bu oyunun içinde ve çevresinde öyle oyunlar var ki…

Bir namaz vaktinde bir büyük câmide kaç kişi Allah’a ibâdet için toplanabiliyor, bir de maç zamanında stadyum denilen bir tapınakta kaç kişi bir araya geliyor? Maça gidemeyen yüz binlerin (hayır, milyonların) TV.lerin içine girecekmiş gibi kendini kaptırarak izlemeleri… ” Bu nasıl sevgidir, nasıl huşûdur, nasıl gönül verip bağlılık sergilemedir?” gibi soruları “ibâdet /tapınma” kelimeleriyle ancak açıklayabilirsiniz. Maçta trans hali diyebileceğimiz şekilde kendinden geçme, başka bir kimliğe soyunma, takımında ve takım taraftarlığında fenâ bulup yok olma, fenâ fi’l-futbol olma halidir. Hırsızlar, önemli maçları büyük bir fırsat biliyormuş, en kolay hırsızlık derbi denilen maçlarda oluyormuş. TV.lerde naklen yayınlanan maç saatlerinde, ev halkı kendilerini öyle kaptırıyorlar ki, oturdukları odaya hırsız girip ceplerine elini uzatsa farkında olmayacaklar. Yanındaki karısını, çocuğunu maç ânında göremeyen adam, hırsızı nasıl görecek ki… Ve Allah duygusu, hayatın anlamı, yaratılış gâyesi, cennet-cehennem… kimsenin umurunda olmuyor; yani şeytan adlı hırsız, böyle bir gafletteki insanın gönlünden öyle önemli şeyleri çaktırmadan çalıyor ki… Milli pilli maçlar da ayrı bir problem. Milsiz maçlara ilgi duymayan nice abdestli-namazlı insan bile milli (aslında ulusal demek gerek, millî “dinî” demektir) maç olunca “yıkılası düzen” dediği devletin kutsallarına putperest insanların mantıksızlığıyla sarılabiliyor, namazında ve varsa cihadında tadamadığı heyecanı yaşıyor. İnsanların millî hisleri nasıl galeyana getiriliyor millî maçlarda. Son İsviçre maçı bunun küçük bir örneği. Sanki savaş, sanki Allah için cihad var ve kendi takımı hakkı, karşı takım da bâtılı temsil ediyor. Çocuklar bile oyun oynarken bu kadar kavga etmezler, ne de olsa oyundur deyip geçerler. Sahi, futbol bir oyundan ibârettir değil mi? Oyundan zevk alanlar da çocuklar ve çocuk akıllılar. Ama, oyunu hayatın merkezine almak, kulluk görevlerini unutup oyunu ibâdet/tapınma haline getirmek gibi feci durumları çocuklukla filan izah etmek mümkün değil; bunlar şeytan işi pisliklerdir.

Ahlâka verdiği zararlar, sporcu ahlâkının ne seviyede olduğunu sporla içeriden ilgilenenler iyi bilir. Bundan daha yaygını bir futbol klübü taraftarlığının, özellikle de fanatikliğin ahlâka olumsuz etkileridir. Televole türü programlar bunun TV.lerden yansıması ve yaygınlaştırılması demek oluyor. En uysal bir vatandaş tipinin bile maçlarda, ağza alınmayacak küfürler ettiğini, karşı takıma ve onun taraftarına, bazen de hakeme karşı ne kadar agresif tutumlar aldığını bilmeyen mi var?

Bağnazlık da böyle başlıyor: Takımı her ne pahasına olursa olsun tutmak, suçu hakeme veya başka şeylere yüklemek… Üç-beş yaşındaki çocuklar bile fanatik bir taraftar yapılıyor. Artık bayanlar da takım tutuyor. Duyuyoruz kendisine dünürcü gelen bazı kızlar, dâmat adayı rakip takımı tuttuğu için, sırf bu gerekçe ile evlenmek istemiyor. Evlerde baba-oğul arasında olduğu gibi, anne-kız arasında da taraftar tartışmaları yaşanıyor.

 

 

 

Olayın Müslümanın Akaidine Verdiği Zarar

Bütün bu problemlerin en büyüğü olayın akaid yönüdür, İslâm inancına verdiği zarardır. Dâvâsı olmayan insanların dâvâsı, dini olmayan insanların dini olmuş futbol. Allah’ı tek ilâh kabul etmeyenlerin ilâhı, gerçek dinden uzak olanların sanal ve sahte dini halini almıştır futbol. Açlık hisseden bir bebeği yalancı meme ile ve oyuncakla oyalayan bakıcı gibi, gerçek dinden uzaklaştırdıkları ve çocuklaştırıp oyun ve oyuncaklarla meşgul ettikleri vatandaşları yapay dinlerle oyalamak tâğut adlı bakıcıların klasik tavırlarıdır. Futbolun bu konuda çok büyük rolü olduğu değerlendirilmelidir.

Kimlik haline geldi, taraftarlık şeklindeki âidiyet anlayışı. “Elhamdü lillâh müslümanım” der gibi, bir takımın taraftarlığıyla övünüyor artık yeni nesiller. Kişiler, tuttuğu takımın boyasına, rengine girip takımıyla kişiliğini bulmakta. Anket yapılsa, kendinizi hangi kimlikle tanımlarsınız diye, “filan takım taraftarı” sözü herhalde birinci sırada yer alır.

Allahu ekber’in futbol diline kâfirce tercümesi şeklindeki “En büyük filan takım, başka büyük yok!”sloganı ağızlarda cıvık sakız gibi dolaşmaya devam ediyor. “Filan takım sana tapıyoruz”; “Haftada bir sana tapmaya geliyoruz.”; “Yenmeye, yenmeye, yenmeye geldik. / Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik.”; “Mutluluk iki kale ve bir toptur. / Bundan başka cennet yoktur.”; “Sen bizim ilâhımızsın”; “Sen bizim için her şeysin.”; “Biz bu klübün iyileşmez hastasıyız.” “Bu maçı alacağız, başka yolu yok. Burası Sami Yen (Kadıköy, İnönü), buradan çıkış yok.”; “Bu stad filan takım için cehennem” gibi sloganlar/sözler. Yani elfâz-ı küfür ve ef’âl-i küfürler. Elfâz-ı küfürle ilgili kitap yazan yazarlar, futbol tapınaklarında ya da gazetelerin her yıl arttırdığı futbolla ilgili sayfalarında öylesine bol malzeme toplarlar ki…

Günümüzde futbol evrensel bir dünya dini halini almıştır. Alınıp satılan cinsten baldırı çıplak râhiplerin icrâ ettikleri âyinler, geleneksel dinî törenlerin yerini almıştır artık. Toplumların en saygın ve en kutsal kişileri kabul edilmektedir klüplerde top oynayanlar. Farklı ülkelerdeki top cambazları, bir futbol azizi, bir evliyâ, bir yarı tanrı kabul edilmektedir. Başarıya ve güce tapmanın, sevdiği takımın meşhur oyuncusunu bir ilâh gibi görmenin en tipik göstergesi olmuştur futbol. Yüceltip dünyalara sığdıramadığı futbol “yıldız”ını rüyasında, hayalinde, düşünce ve konuşmasında en kutsal yere koymak; hele bir bayansa onunla neleri düşünüp hayal etmek… Bunlar, futbolu günümüzdeki şekliyle bir din olarak değerlendirmeye yeterlidir. Mânevî boşluğu gerçek dinle doldurup aç gönüllerini ibâdetle beslemeyen insanlara uyutucu, uyuşturucu, teskin edici bir din sunulmaktadır. Kutsal olan şeylerle bağlarını kesmiş insanlara müteâl/aşkın duygu verecek modern kutsallar gerekmektedir. İşte bu ihtiyaca cevabı düzenler ve egemen çevreler, futbolda görüp göstermektedir. Futbol esiri haline gelmiş top kafalı gençlerin, kendi taktıkları isim ile adına “futbol ilahları” dediği yüce insanları bir-iki saat yakından görmek için maddî ve mânevî nice fedâkârlıklara katlanarak kavurucu sıcak, dondurucu soğuk, yağmur, fırtına demeden saatler öncesinden, hatta bazen gece yarılarında statların kapılarına sığınmaları “din”den başka nasıl izah edilebilir? Düzenler ve tâğutlar için, kendi koltukları ve zulüm icraatları yönüyle tehlikesiz bir din lâzım; seküler bir din. “Hangi din mensupları günümüz dünyasında en çoktur?” cinsinden bir soru, “futbolseverler” kavramı olmadan doğru cevaplanamaz. Dünyanın en fazla taraftarı olan ideolojisidir futbol. Bugün Birleşmiş Milletler’in 186 üyesi var; Paris’te 1904 yılında kurulan Uluslar arası Futbol Federasyonu demek olan FİFA’nın ise 198. “Dinin ne?” sorusuna cevap veremeyecek yaşta ve kültürde bir çocuğa sorun bakalım: “Hangi takımı tutuyorsun?” diye, nasıl bülbül gibi şakıyacak, hemen nasıl bir heyecanla neler anlatacak?! Goool sesi, ezan sesinden, Kur’an kıraatinden daha tatlı geliyor yeni nesle. Futbolseverliğin ahlâkî, sosyal, felsefî, kültürel sonuçları var, ama esas sorun inanca etkileri. Futbolseverlerin, yaşadıkları gibi, sevdikleri gibi inanmaya başladığını görüyor, giderek futbolperest olduklarını ve bazı putları devirmenin çok daha zor olduğunu anlıyoruz. Çokça para olsaydı günümüz gençlerinin cebinde, kendi gönüllerine sorsunlar, Mekke’ye Kâbe’yi seyretmeyi mi, yoksa Dünya kupasının oynandığı Almanya’ya maç seyretmeyi mi tercih ederlerdi? Günümüz gençliğinin kaçta kaçı hangi tercihi yapardı dersiniz?

Put; kişinin Allah dışında hayatının amacı kıldığı maddî, mânevî, somut veya soyut her şeydir. Putçuluk herhangi bir şeyi dünyanın merkezine almak, bir şeye aşırı önem vermektir. Bir şeyi endâd edinip Allah’a benzetir şekilde onu yüceltmek, sevgide aşırı gitmektir. Allah’ı bırakıp birtakım armaları, sloganları, bayrakları, heykelleri, önemli görünen bazı insanları, meselâ futbolcuları, futbolu yüceltip bu değerler uğruna çokça fedâkârlıklar yapıp malını, zaman veya enerjisini seve seve harcamak o şeyi putlaştırmak demektir. Futbol fanatikliğinde bunların eksiksiz bulunduğunu görmek zorundayız. Öyle huşû ile sahadaki âyine kaptırıyor kendini izleyici ki, namaz kılan bir mü’minin o kadar kendinden geçmesi çok zor. Öyle konsantre oluyor ve yapılan âyin, ruhunu öyle etkiliyor ki, âyin sırasında değişik bir insan oluyor. Sloganlarla, marşlarla kendinden geçiyor. Gol olunca ona cennet müjdesi gibi geliyor. Karşı takım goller atmışsa, küfürler savuruyor, hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyor, canavarlaşıyor. Top denilen bir yuvarlak meşin parçasının büyüsüne bakın siz! Ey top sen nelere kadirmişsin! Hayır, top değil kadir olan, top karşısında bu kadar küçülen, âcizleşen, edilgen hale gelenler top kölesi zavallılar, kendi alçaldıkları en alt seviyedeki pencerelerinden bakınca topu yüce bir mâbud gibi görüyorlar. Kıymetli saatlerini, hatta günlerini onun yolunda feda etmekten çekinmiyor, uğrunda mallarını infak ediyor, takımlarının gönüllü askeri olmayı Allah’ın askeri olmaya tercih ediyorlar. Totemleri çağrıştıran aslan, kartal, kanarya gibi simge ve maskotları yüceltip çağdaş ikonları gönlüne yerleştirerek bunlarla rûhî tatmine ulaşıyorlar. Özel makamlarıyla ilâhî okur gibi bir coşkunluk ve içtenlikle amigo denilen müezzinler organizatörlüğünde icrâ edilen slogan ve marş şeklinde toplu zikirler, toplu top âyinleri…

Fanatizm/fanatiklik, bir inanca, partiye veya kuruluşa çok aşırı bir coşku ve ölçüsüz bir tutkuyla bağlanmanın adıdır; fanatik de buna âlet olan insanlara verilen isim. Futbol maçlarına baktığımızda maçla ilgilenenlerin belki yarısından çoğunun fanatikleştiğini, takım tutma dalgasının kişiyi farkında olmasa da kısa bir zaman içinde fanatiklik sahillerine sürüklediğini görüyoruz. Artık bu bağnaz futbolperestler, takımları yense de yenilse de kendini gerilmiş bir ok gibi hissetmekte, maç sonunda yaydan boşalarak statta ve sokakta her türlü taşkınlığı yapabilmektedir. Fanatikliğin, endâd edinmek ve putperestlik gibi kavramlarla ilişkisini söylemeye gerek var mı, bilmiyorum.

Futbol, fanatizmi ve şiddeti besler, insandaki canavarlığa meyilli rûhu (nefsin bu yöndeki hevâsını) açığa çıkarır. Niye demir parmaklıklarla ayrılır stad denilen arenalarda seyircilerle oyuncular? Bir oyun, eğlence ve spor için böyle bir tedbire niye gerek duyulur? Cevabı basit: Her futbol maçı, bir oyun ve eğlence olmaktan çok bir savaştır; maç adlı karşılaşmalar, fî sebîli’l-futbol bir cihaddır. Eskiden savaşlarda toplar atılırdı, düşmanlar topla mahvedilirdi. Şimdi de düşman kabul edilen rakibi yenmek için top tepiliyor. Eskiden toplar düşmanların kalesine düşünce bu zafer alâmeti sayılırdı, şimdi de karşı tarafın kalesine topu ulaştırıp gol atılarak zafer elde edilmiş sayılıyor. Hele ulusal maçlarda sözgelimi Yunanlılarla maç yapıyorsa Türk takımı, olay her vatandaşın gönlünde nasıl bir anlam kazanıyor! Futbol denilen bu savaş, başka uluslar için olduğu gibi, özellikle “cengâver” bir toplum olan Türk halkı için daha büyük bir cihaddır. Maç denilen modern savaş, doğuştan asker doğduğuna şeksiz şüphesiz iman edilen Türk gençliğinin askerî duygularının ortaya konulma sahnesidir. Savaş sahasında 11 kişilik ordu, teknik direktör denilen komutanlarının verdiği plan doğrultusunda kıran kırana çarpışır. Onlara destek veren tribünlerdeki çarpışmalar da buna eklenir: “Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik…” diye tempo tutularak savaşa yardımcı olunur. Karşı ordunun mânevî gücünü zayıflatmak için “bir baba hindi” diye başlayan nâralarla hücuma destek verilir ki, düşman askerin savaşacak morali kalmasın. Savaş, hep dış güçlere karşı olmaz; içeride de düşmanlar/rakipler vardır. Onlara karşı da iç cihad aynı ruh ve heyecanla, ibâdet ve âyin coşkusuyla ortaya konulur. Eskiden ecdât, kılıçlarla savaşırmış, o ecdâdın asil torunları da sırf atalarının yolunu sürdürmek için (diğer silahlardan önce) döner bıçaklarıyla savaşa katılır. Savaş olur da yaralananlar, ölenler olmaz mı? Futbol adlı bu evrensel savaşta da yaralananlar, futbol şehidleri(!) olur. 17 Eylül 1967’de Kayseri-Sivas maçında 40 kişi öldü, 600 kişi yaralandı. 20 Ekim 1982’de Moskova’da oynanan bir maçta 340 kişi öldü. Brüksel’deki maçta İngiliz holiganları 39 kişiyi öldürdü. 15 Nisan 1989’da İngiltere’deki bir maçtaki olayların bilânçosu 95 ölü, 200 yaralı. 13 Ocak 1991’de Güney Afrika’nın Okney şehrindeki maçta 40 kişi öldü, 50 kişi yaralandı. 16 Haziran 1996’da Zambia’da Sudan’a karşı alınan galibiyeti kutlarken 15 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. 16 Ekim 1996’da Guatemala ile Kosta Riko arasında oynanan ulusal maçtaki izdihamda 83 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bu listeyi uzatmak mümkün; 1995 yılındaki son Türkiye-İsviçre maçındaki olaylar gibi onlarca savaş sahnesi hatırlanabilir.

Senelerdir hep bir maça gitmek istemişimdir. Biraz da, tümüyle ağarmış sakalımdan çekinmiş olmalıyım ki, bir türlü gerçekleştiremedim bu arzumu. Yok, yanlış bir şey yapmış olmayacağım için sakalımdan utanmak değil bu; başkaları benim niye maça gittiğimi anlayamayacağı için, onlara kötü örnek olmak korkutmuştur beni. Siz de mi futbol büyüsüne kapıldığımı, maç heyecanını yakından tatmak istediğimi düşündünüz yoksa? Evet, maça gitmek istiyorum; futbolu değil, futbol seyredenleri seyretmek için. On binlerce insanın ibâdet coşkusuyla doldurduğu bu çılgın âyin esnâsındaki değişimleri görmek, huşû ile kendinden geçenleri, sevinenleri, üzülenleri, ama bütün bunları cân u gönülden yapan kalabalıkları gözlemlemek için. O toplum topu seyretsin, ben de onların topunun top için nasıl toplandığını, top karşısında topluca nasıl hopladığını, topyekûn bir cemaat haline gelip toptan topu nasıl yücelttiklerini seyredeyim ve dersler çıkartayım. Onlardaki coşku kadar coşkunun müslüman topluluklarda niye olmadığını anlamaya çalışayım. Öyle gönülden “gooool” sesi çıkıyor ki, en radikal kabul edilen cemaat mensuplarından çok heyecan verici bir durumda bile “Allahu ekber” sesi bu denli yürekten çıkmıyor. Onlar heyecanlarını, taşkınlıklarını sokaklara kadar nasıl taşıyabiliyorlar da müslüman gençler onlar kadar sevgilerini, diriltici mesajlarını böyle dışa yansıtıp haykıramıyorlar. Bu nasıl bir inanç, nasıl bir teslimiyet, nasıl bir bağlılıktır ki, tevhid eri cemaatlerde bile yoktur? Bütün bunları daha iyi anlayıp karşılaştırabilmek için maç denen âyindeki atmosferle fenâya ulaşmış kimselerden ibret almak için maç atmosferini gözlerimle görmek istiyordum. Çünkü ibâdet psikolojisinin câmilerden daha çok, stad adlı tapınaklarda ortaya çıktığını düşünüyorum. Sevgi, bağlılık, kendinden geçme, konsantre denen huşû, fedâkârlık, cemaat/takım ruhu, rakiplere/düşmanlara karşı birlik ve ortak tavır gibi birçok yönden, câmi cemaatinin futbol cemaatinden öğreneceği, örnek alacağı çok şey olmalı.

Evde oturuyor veya bir yerde derse katılmışsınız, ya da ne bileyim cemaatle namaz kılıyorsunuz. Birden bir gürültü, sanki yer yerinden oynuyor… “Deprem mi oluyor, yine ihtilâl mi oldu?” gibi soruların cevabını ararken, az sonra durum açığa çıkıyor: Gol olmuş, gol; falan takım filan takımın kalesine gol atmış. Anlamayan kaldı mı şu iletişim denilen fitne çağında bilinmez ama, anlamayan bir ihtiyar sorar: Ne demek oğlum gol? Daha konuşmasını yeni öğrenmiş 5 yaşındaki torun dedesine öğretmenlik yapar; “dede, sen de ne kadar câhilmişsin! Hem gol deyip geçme…” diye anlatmaya başlar. Bunun ne kadar hayatî öneme sahip olduğunu; hele gol atanların filan takım olduğunu, ha bire izlediği TV.lerdeki maç profesörlerinden, gazetelerin yarısını kaplayan spor sayfalarından veya futbol için özel olarak hazırlanan gazetelerden, arkadaşlarından edindiği o kadar bilgi vardır ki… Dede nihayet anlamıştır: Üç tane direğin arasından içi hava dolu yuvarlak bir meşin parçasını bir delikanlı teperek geçirmiştir. Anlamıştır ama, bütün bu olanlara, sokaktaki gürültülere, atılan tabanca kurşunlarına bir anlam verememiştir: “Evlâdım biz yirmi yaşlarımızda tüfeklerimizi düşmana karşı…” diye anlatmaya başlar. Bu sefer de “barış, Avrupa’daki dostlarımız, Dost ve müttefik Amerika, Avrupa Birliği” gibi masallarla büyüyen çocuk dedesini anlayamamaktadır.

Hindistan’da, kendisine tapınılan inek, caddeye yatmışsa, kimse bu tanrıyı rahatsız edemeyeceği için, ineğin keyfi gelip kendiliğinden kalkıncaya kadar trafik duracak, felç olacaktır. İneğin yerini Batı dünyasında ve bu konuda çoktan Batılılaşmış yaşadığımız bu ülkede top almıştır. Heykelden putlara, ineklere tapanları kınayan nice insan, kendisinin parayı, devleti, vatanı, artisti, şarkıcıyı ya da topu ve topçuyu putlaştırdığını düşünmemektedir bile. Gol mü oldu, maç mı kazanıldı, (sanki İslâm devrimi oldu, ona seviniyor bu müslümanlar diyeceğiniz şekilde) İstanbul’un önemli semtlerinde trafik saatlerce aksayacak, caddelerde hayat felç olacaktır. Bir iftar saatinde veya bayram namazı vaktinde bile caddeler o kadar sakin değildir; önemli bir maç olduğunu caddelerin ıssızlığından hemen kestirmek mümkündür (Hacı amca, sen hâlâ “en iyi müslümanlık bizim memlekette” ninnilerini söyleye dur!). Günümüzde hiçbir güç, insanları top kadar kendine çektirememekte, kendine baktıramamaktadır artık. Bir eğlence, boş zaman faâliyeti olmaktan çoktan çıkmış, küresel bir tapınmaya dönüşmüştür bu çılgınlık.

Yeni yetişen nesil ciddi konulara karşı “boş vermiş” görüntü çizebilir; ama onun da kutsalları vardır; söz popa ve topa geldiğinde görün siz delikanlıyı, tutabilene aşk olsun! Meselâ on tane ashâbın ismini sayan genç bulamazsınız ama, İtalya’daki falan takımın futbolcularının isimlerini forma numaralarıyla birlikte ezbere sayar. Dedesinin hayatını, hangi yılda öldüğünü bilmez, ama tuttuğu takımın oyuncularının hangi gün hangi kızla nerede kaç saat ne halt ettiğini, yani onun siyerini hayranlıkla anlatır. Örnekleri artistler, şarkıcılar ve futbolculardır gençlerin. Onlarla bütünleşir, konuşma ve hayal dünyasında hep onlarla yatıp kalkar. Popüler kültür budur. Gençlerin derslerde başarılı olmasını istiyorsanız, matematik, fen ve benzeri lüzumsuz dersleri kaldırın; zaten İnternetkafelerde, kahve sohbetlerinde gençlerin hiçbir işine yaramıyor bu dersler. Bunların yerine Fener oyuncularını, Galatasaray’ın Avrupa zaferlerini, Beşiktaş’ın kupalarını, Barcelano’yu, Juventus’u, Chelsea’yi, Bayern’i, Milan’ı, Anadolu kaplanlarını, futbol felsefesini, maç psikolojisini anlatan dersler koyun; bakın başarısız öğrenci kalıyor mu?

Modern gençlik, hayatı bir futbol topunun içine sığdırmaya çalışmaktadır. Oyun ve eğlenceyi en önemli, en hayatî şeyleri de oyun saymaktadır. Bu tabloda, haklarını yemeyelim; düzenin ve medyanın büyük katkısı var, övünebilirler istedikleri kadar. İnsanların acılarını geçici olarak dindirir afyon; ama kalıcı hasarları varmış, insanın geleceğini harap edermiş kimin umurunda? “Din afyondur” diyen Marx, muharref Hıristiyanlığa bakarak böyle demiş olmalı; ama futbolun şu aşamalarını görseydi, sözünü “futbol afyondur” diye değiştirmez miydi acaba? Bundan daha büyük sosyal hipnoz, uyutma operasyonu olabilir mi? On binlik beşiklerde kitleler futbol ninnisiyle nasıl uyutulmaktadır, uyumayan insan bunu rahatlıkla görür. Bütün zamanını alıp insanın enerjisini israf ettiren ve boş şeyler uğruna bu kadar paralar harcatan başka bir şey var mıdır, merak ediyorum. Kim demiş futbol 90 dakikadır diye? Günde 24 saat, haftada yedi gündür futbol. Hep onunla oturulup onunla kalkılır. Cuma, Cumartesi, Pazar maç vardır; son yorumlar yapılır, kadrolar konuşulur, hazırlıklar tamamlanır, maç heyecanla beklenir ve görev başına koşulur. Pazartesi, Salı maçlar dakika dakika tahlil edilir, oyuncular, hakem ve teknik heyetler değerlendirilir. Bu konularda gazete ve TV. nasslarından kaynaklar, deliller getirilir. Sevinçler paylaşılır, rakip takımlar ve onlarla birlikte onların taraftarı arkadaş ve akrabalar alaya alınır, hakaretler edilir veya savunmaya geçilir, üzüntüler ve stresler, suçu birilerine yıkma telâşları içinde teselliler aranır. Çarşamba kupa maçları, ya da Avrupa takımlarının maçları varsa onlar gündeme gelir. Yoksa, totolar oynanmaya başlanır, hafta sonu maçları konuşulur. Perşembe yorumlar kızışır, gazetelerdeki açıklamalar değerlendirilir, heyecanla maç beklenir. Totolar, sayısallar, iddaalar ve arkadaşlar arası iddialar kazaya bırakılmadan son anda kuyruklara girerek bu haz ve lezzetler tadılır

Futbol sevgisi, fanatiklik böyle tedavisi bulunmayan bir hastalıktır. Hayatta hiç güçlü olma fırsat ve şansına erişememiş olanlar güce ve başarıya saygı duyar, hatta taparlar ve güçlüler liginden bir takım tutarak gölge oyununa katılırlar, takımları yendiyse “biz yendik” derler, âidiyet hissiyle taraftar olma bilinci bir kimliğe dönüşür.

 

 

Kur’an ve Sünnet’ten konuyla ilgili bazı ilkeleri görelim:

İçki, kumar, put, fal ve şans oyunlarının şeytan işi birer pislik olduğunu belirttikten sonra, Kur’an, içki ve kumarın yasaklanma hikmetlerini şöyle belirtir: “Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister.” (5/Mâide, 90, 91). Bu illetler, yani düşmanlık, kin, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyma özellikleri futbol tutkunluğunda tümüyle var olduğuna göre, bu tutkunluğun hükmü de içki ve kumarın hükmü gibi olacaktır.

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak Hâkim ve Hak olan Allah, çok yücedir. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, kerîm arşın rabbi, sahibidir. Kim Allah ile birlikte başka bir tanrıya taparsa -ki bu hususla ilgili hiçbir delil yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin yanındadır (cezasını O verecektir). Şurası muhakkak ki kâfirler iflâh olmaz, kurtuluşa ermez. De ki: Rabbim, bağışla ve merhamet et. Sen, merhametlilerin en hayırlısısın.” (23/ Mü’minûn, 115-118)

Üçü hâriç, müslümanın her türlü eğlencesi haramdır: Hanımıyla oynaşması, atını eğitmesi ve atış yapması.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad 11; İbn Mâce, Cihad) (HADİS DİNE KAYNAKLIK EDİNCE YAZININ BÜTÜNLÜĞÜNE TERS BİR DURUM ORTAYA ÇIKTI. NE YANİ? TUTKUNLUK DÜZEYİNDE DEĞİLSE BUNLARIN DIŞINDA İNSANLAR EĞLENEMEZ Mİ? ÖRNEĞİN, SATRANÇ, TOPLA OYNANAN HER ŞEY, MÜZİK, YÜZMEK, GEZMEK GİBİ)

 

“Allah’a tâatten alıkoyan her eğlence bâtıldır.” (Buhârî, İsti’zân 52).

 

Futbol, vücudun ihtiyacı olan spor gâyesi ile yapılır ve din açısından başka sakıncalar içermezse mubah bir eğlence sayılabilir. (ŞİMDİ HATA DÜZELTİLDİ) Bu sakıncalar; futbolu spor ihtiyacından fazla oynayarak zaman nimetini ve enerji, güç ve kuvvet nimetini israf etmek şeklinde olabilir. Bilindiği gibi her çeşit israf haramdır. Yine oyun sebebiyle ibâdetleri aksatmak, dünyevî görevleri ihmal etmek, oynarken avret yerlerini tümüyle örtmemek, örtmeyen kimselere bakmak, başkasına (rakibe) zarar verecek davranışta bulunmak, çirkin sözler söylemek, futbolu bir kazanç aracı görmek gibi mahzurları varsa futbol oynamak câiz olmaz. Bugünkü şekliyle futbol, ne kadar salt spor olarak yapılabilmektedir, bunu değerlendirmek gerekir. Ayrıca, seyredenler açısından futbolun herhangi bir faydasından bahsetmek mümkün değildir. Seyreden için futbol kesinlikle bir spor değildir; insanı hareketsiz bırakan ve vücudu faydalı spordan alıkoyan bir tembelliktir. Seyredenler hele takımların yenmesinden ya da yenilmesinden fazlaca etkileniyorsa, yukarıdaki mahzurlardan biri veya birkaçı varsa, seyircinin vebali daha yüksek olur. Hele seyirciler, takım tutuyor, takımının maçlarından müteâl/aşkın bir heyecan duyuyor, ibâdettekine benzer bir zevk alıyorsa; bu, haram olmaktan çıkar, şirk kapsamına doğru yol alır. Dinin esası, bir ilah edinmeye dayanır. İlah edinme, bir şeyi aşırı sevme, bir güce gönüllü olarak ve kayıtsız şartsız şekilde boyun eğme demektir. Tuttuğu futbol takımını her şeyden önde görmenin, onun başarısını insanların İslâmlaşmasından bile önemli gibi görüp aşırı sevinmenin ve müslümanlara yapılan zulümlerden daha fazla takımının mağlûbiyetine üzülenlerin durumu, fıkhı değil; akaidi ilgilendirir.

Simon Kuper’in dediği gibi, futbol asla futbol olarak kalmamaktadır. Bugünkü haliyle bir spor olmaktan bile çoktan çıkmış, oyun içinde oyunların oynandığı nice olumsuzluklara âlet edilen ve insanın onunla değil, onun insanla oynadığı bir bumeranga dönüşmüştür. Kapitalizmin insanları tüketime yönlendirmede futbolu çok yönlü bir araç olarak kullandığını da görmemek mümkün değildir.

2001 yılında Veri Araştırma’nın verilerine göre 15 yaş ve üzerindeki yetişkinlerin yüzde 74’ü bir futbol takımının taraftarı; hiç takım tutmayanların oranı yüzde 26. Bu demektir ki, her dört Türk vatandaşından üçü, bir takım tutmakta. (Ahmed Kalkan- http://www.vuslatdergisi.com/?vuslat=yazi&id=1599&k=60 )

posted in MITOLOJİ | 1 Comment

28th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Doğumdan sonra yaşam var, ya sonrası?

Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları,iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

“Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi?
Hayat ne güzel şey be kardeşim!”

Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler.

“Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan herşeyi gönderiyor.”

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terkedeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.

Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: “Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?” Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir alemi arzuluyormuş. O cevap vermiş:

“Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor”.

Ve eklemiş: “Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.”

“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi. “Hep burada kalmak istiyorum.”

“Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.”

“Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış öteki.

“Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden once başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemis ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu herşeyin sonu olacak.”

Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş: “Hem, belki de anne diye birşey de yok!”

“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi. “Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”

“Sen hiç anneni gördün mü?” diye üstelemiş öteki. “O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.”

Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış.

İkizler dünyalarını terkettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş…

(Anthony de Mello’dan) http://www.gebelik.org/dosyalar/hikaye.html

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

27th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tasavvuf konusunda yazdığı en meşhur kritik.

Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Soffaya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa Müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayıla gelmiştir. Araştırmacılar tasavvufun en erken hicri ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.

Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Peygamber’in şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Ebu Bekir ve Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kuran’ı ahlak edinen Peygamber’de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur’an’da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir. Her ne kadar peygamberin bazı arkadaşlarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sufiliğin İslamla alakası bulunmamaktadır. Hatırlayacağınız gibi Peygamber’in arkadaşlarından bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemadiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber’in: “Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah’ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum” dediğini kaynaklar aktarıyor. Bize gelen rivayetlerde böyle davranan sahabeden bazılarının, bu ibadetleri süresince hanımlarıyla da temasta bulunmadıklarından Peygamber, bu hanımların şikayetleri vesilesi ile haberdar olmuştur. Cevabı sözlerinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır durumun böyle olduğu.

İslam “Lailahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan “La mevcude illallah” (Allah’tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı “VAHDETİ VÜCUD” (Vücud Birliğidir)

Allah Kur’an’da: “Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez.” (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf, yaratılanların tümünün Allah’ın benzeri olduğu inancındadır. Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddini Arabı Füsüsul Hikeminde: “Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır” (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla kitabında: “Şu halde Firavnun iddia ettiği “Ben sizin yüce Rabbınızım sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk’ın aynı ise de Firavnun suretinde tecelli etmiştir.” diye sürdürmektedir inançlarını açıklamayı.

Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür. Yalnızca akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din, tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından ortaya koymaktadır.

Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler.

Birinci olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte, biri diğerinin aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir. İslam akidesinde Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan Yaratıcıdır. Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok idi: Ve Allah, yarattıklarından hiçbirine benzememektedir. Tasavvufta ise Allah ve yarattıklarının tümü bir varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, saliklerini İslam’dan uzaklaştırmıştır. Esas sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır. İslam dininde kainat yoktan yaratılmıştır; gelip geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan var eden Allah kalıcıdır. Kainat ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır. Tasavvuf bu görüşü benimsemez. Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü yaratılan, yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın görüş alanına çıkmasından başka bir şey olmadığı için, ikisi arasında öz ayrılığı yoktur. Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir, birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah’ta vardır (vahdeti vücud). Yaratılma olayı Allah’ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır; yoktan var ediş değildir.

Vahdeti Vücud anlayışı, Anadolu’da gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides’tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun’un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) j üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.

Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran’dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur’an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.

Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran’da tutunmakla kalmadığını, bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir.

Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din salikleriyle karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf zamanla dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır. Kaynakların belirttiğine göre müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı şöyle olmuştur: Suriye’nin Ürdün’e yakın bölgelerinde daha yoğun bir hıristiyan kitle ile birarada yaşayan müslümanların bazılarının komşusu hıristiyanlardan: “Sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır” sorusuna aldıkları “Kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah’a adar” cevabı, soru sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol gösterici olmuştur.

Peygamber “Kitab nedir, iman nedir bilmezken” (42/52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu. Lakin kendisine Rabbi Allah tarafından “Ne yapacağını bilmez iken bulunup doğru yol gösterildikten” (93/7) sonra ömründe (hicreti sırasında yalnızca düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya yani inzivaya, yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında yaşayarak, hayatının vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli bunun tam tersini ahlak edinmişlerdir.

İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İs1am’da ise insan için en olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından bir müslümanın hiç bir sebeble kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak müslümanın böylesi bir dünyadan el etek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiç bir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir müslüman olarak. İslam’da sevap böyle dünyadan eletek çekerek değil, insanların içinde, toplum halinde yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek Allah’ı razı etmekle kazanılır. İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni almış gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah’ın emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledirki Peygamberin gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de uydurmadır.

Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma, kanaatla yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir davranıştır. Zira Allah Kur’an’da bir çok kere “Yiyiniz, içiniz!…” buyurmaktadır. Olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir ki İslam’da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır. Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır. Mesela oruç bir ay boyunca müslümanlara, daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış, lakin güneş battıktan sonra da yiyip, içmek de (yani dünya nimetlerinden yararlanmak da) gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte, işi kişinin kendine bırakmamaktadır.

Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin nefsini terbiye edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna vücudlar halsiz ve takatsız bırakılmakta, hatta kendilerinin hanımları üzerindeki haklarına riayetten onları alıkoyduğu gibi, hanımlarının de kendileri üzerindeki haklarını onlara vermelerinden bunları alıkoymaktadır. Yani haksızlık etmeyi takva yolu kabul etmektedirler. Kimisi takvasından ve hayası nedeni ile yıllardır hanımı ile ünsiyet etmemesiyle övünebilmektedir. Kişiyi tamamen bir rahib hayatına sevkeden (budist rahibi veya hırıstiyan keşişi olsun) bu tür davranışların bir benzerini Peygamber’in hayatında görmek mümkün olmadığı gibi Kur’an’dan da buna yol bulabilmek kabil değildir. Kişiyi ruhbanlığa götürecek bu yollar İslam ile kapatılmıştır. Zira ruhbanlık yasaklanmış ve Peygamber dahil kimseden böylesi davranışlar istenmemiş, aksine var olan dünya nimetlerinden onlara esir olmadan kabil olduğunca yararlanılması ve bunun için Allaha çokça şükredilmesi istenilmiştir.

Allah’a teslim olmamış insan elbetteki yürümesi gereken doğru yolu bulamamakta, yolun dışına çıkmaktadır. Allah buna “Fahşa-aşırılık” diyor. Ve insanları aşırılıktan sakınmaya çağırıyor. Doğruyu tesbit insanın kendine kalınca her önüne gelene doğru demesinin önüne geçilememektedir. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımız da yani inziva ve riyazet de kişinin hevasına uyarak kurduklarını doğru kabul etmesi sonucu ortaya çıkarılmış şeylerdir. Rabbi olan Allah’a teslim olanın ise bu gibi kulluk yollarından uzak durmaları gerekir. Zira insanlara doğru yolu bildiren gerçekten Allah’tır.

Tasavvufun bir yandan İran eski dini ile Hind dinlerinden etkilenerek ortaya çıktığı, diğer yandan hıristiyanlarla temas neticesi onlarda bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini yukarıda anlatmaya çalıştık.

Şimdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara devam edelim. Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden ne denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka hususlarda karşılaştırmalar yapalım.

İslam’da zahire göre hüküm verilir. Zahir, insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir. Örneğin İslamın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir. Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir.

Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın; gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda “Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir” demektedirler. Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen hatırlayıvereceği gibi mesela “mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kimbilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatında hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır.” Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması, zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla doğrulaşmaktadır.

Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri çekecektir. İslamda insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır. Akidevi bakımdan mübtedi bir mutasavvıf “Ben Hakk’ım” diyemezken, seyri sülukta ilerledikçe “Ben Allahım” diyebilmektedir. Bayezidi Bistami “Kendimi tesbih ederim. Benim şanım ne yücedir.” derken, İbni Arabi “Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim” diyebilmekte, buna paralel olarak da, Yunus “Bir ben vardır, bende, benden içeru…” diye sürdürmektedir. Ve giderek namazı, niyazı küçük gören, cenneti istiskal edip istemediğini söyleyen ve isteyenlere verilmesini söyleyerek “Bana seni, gerek Seni…” diyenler de bunlardır. Ve yukarıdaki sözlerimizi doğrulayan tasavvufi tezahhürlerdir. Akidevi açıdan işi o denli ileri götürürler ki “Hatta ‘Füsüs ve Fütühatı Mekkiyye’ isimli eserlerin sahibi Muhyiddini Arabi “hırıstiyanlar tanrılığı sadece İsa ve annesine hasretmelerinde yanıldılar”‘1′ demektedir. Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami’de “Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar… Fakat abdal tabakasına girdikten sonra o işi terketmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin”‘2’.

Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise bunların tümünde yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce örnek bulmamız mümkündür’3′. Akidesi, kabul ettiği ana ölçüleri, ana kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din; İslam ve tasavvufun görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin dışında tutanlar için aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır. Biri, diğerinin yerine ikame edilmek istenilen şeylerin herşeyden çok birbirine benzemeye ihtiyaçları vardır. Hiç değilse görünürde sağlanacak bu benzerlikler, düşünce seviyesi düşük olanları kolay kandırabilmektedir. Allah katında kabul görmeyecek nice sapık dinde de bazı doğruların bulunduğu bilinen bir husustur. Zira her şeyiyle sapık olanların tefriki kolay olması, tefriki güçleştiren unsurlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Mesela bugün demokrasinin ve hatta laikliğin islamlaştırılması, İslamın tümüyle reddedilmediğindendir. Mademki bu başarılamamaktadır o takdirde demokratik İslamdan ya da laik islamdan bahsetmek gündeme getirilmekte, demokratik ve laik kavramlar İslam’da yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki ne demokrasi, ne de laiklik uzaktan yakından İslam’la ilgilidir. Hiç bir surette birbirine yakınlığı bulunmayan bu kavramlar tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve kalplerinden çıkarılmayan İslama sokulmaya, orada yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kadir olsa idiler mutlaka İslam’ı tümüyle, ismi dahil ortadan kaldırmayı ve yerine kendi dinlerini ikame etmeyi isterlerdi. İstemişlerdir de. İktibas Dergisi/Sayı: 141

(1) Bkz. iktibas Dergisi, 104. sayı, 26. Sayfa, 1. sütunda Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin Vahdeti Vücud isimli makalesi.

(2) Bkz. Nefahafül Üns; Molla Cami, Osmanlıcaya çeviren: Bedir Yayınevi, Yayıncısı: Mehmed Şevket Eygi, 1. baskı, 1971, İstanbul, Sayfa: 42.

(3) 1. Nefahat’ül Üns: Molla Cami, Bedir Yayınevi, 1. baskı, 1971, İstanbul.

posted in MITOLOJİ | 1 Comment

27th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Müslüman Ahiret Anlayışları Hakkında Kısa Bir Tenkit Yazısı
-Kabir Azabı Üzerine-

Ahiret hakkındaki bilgilerimizin kaynağı nedir? Ahiret inancımızı kim/ kimler belirlemektedir? Bu düşünce ve anlayışların kaynağını veya doğruluğunu araştırdık mı? Veya bu konuyu düşündük mü hiç? “Büyüklerimiz halletmiştir” mi diyoruz? Onların “halletmesi” ve bizim ona uymamız bizi sorumluluktan kurtaracak mıdır?

Bu soruları sorup, cevaplarını araştırmamız, en azından kendi yerimizi tesbit etmek açısından önemidir. Doğru veya yanlış ondan sonrasını belli ilkeler üzerine oturtarak götürmek daha tutarlı olacaktır. Tabii ideal ve doğru olanı, kişinin bu sorulardan sonra inancını ve yaşayışını Kur’ân’a göre yönlendirmesidir.

 

 


Kabir Azabı Meselesi

Kabir azabı, veya kabir hayatı herşeyden önce gaybi bir konudur. Gerçek anlamda böyle birşeyin olup olmadığını ancak Rabbımız bilir. Allah-u Tealâ Kur’ân’da sık sık müslümanları gaybe iman edenler olarak tanımlar. Bu hiçbir zaman, müslümanlar gelecekte veya ahirette olacağı iddia edilen her habere inanırlar anlamına alınmamalıdır.

Kur’ân’ı incelediğimiz zaman, gaybe imandan kasdın, Kur’ân’ın bizden inanmamızı istediği gayb haberleridir. Başka bir deyişle inanmamız gereken gayb; Kur’ân’da anlatılan gayb’tır.

Bu nedenle kabir azabı konusuna da bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü bu konu; söylenen sözler dışında müşahade edilmiş değildir.

Sadece kabir azabı olduğunu söyleyen sözler vardır. Bunların, bir kısmı hemen hemen müslümanlarla ilgili her konuda olduğu gibi Peygamber’e ait olduğu iddia edilen sözlerdir. Yine her zaman yapıldığı gibi Kur’ân’dan destek aranmış, kendilerince bu destekler bulunmuştur da.

Biz önce kabir azabından ne kastedildiğini anlatmaya çalışalım:

İnsanlar ölür ölmez kabir diye bir çukura konuyorlar. Hemen sonra munker-nekir melekleri geliyor, soru sormaya başlıyor: Rabbın kim? Dinin ne? Peygamberin kim? gibi sorular… Müslümanlar bu sorulara: Rabbım Allah, dinim İslam, Peygamberim Hz. Muhammed diye cevap veriyor. Kafirler ise.- Hah, hah anlamadım diyorlar. (Fıkhul Ekber, Aliyyul Kari Şerhi).

“Kabir, mü’minler için cennet bahçelerinden bir bahçe, kafirler için ise cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

Kabirde kime soru sorulacağı konusu da tartışılagelmiştir. Bu konuda Hanefiler arasında bile ittifak yoktur. Bir kısmı, müslümanların çocuklarının da sorguya çekileceğini söylerken bir kısmı, Peygamberler, çocuklar ve şehitlerin sorgudan muaf tutulacağını söylemişlerdir.

“Kılıçlarının parıltısı onlar için şahid olarak yeter” hadisinin bu sözlerinin delili olduğunu iddia etmişlerdir. (Kitabın mütercimi Y.V.Yavuz bu hadisin kaynağını bulamadım diyor.)

Müslüman çocukların kabirde sorgulanmasına rağmen cennete gireceği, kafir çocuklarının ise durumunun daha karışık ve müslüman çocuklarından farklı olarak “cennet ehline hizmetçi olacaklarına hükmedilmiştir.” denilmektedir.

Kabirlerde azabın nasıl olacağı da tartışılmaktadır. Cesede mi yapılacaktır. Ruha mı yapılacaktır, yoksa hem ruha hem de cana mı yapılacaktır? Bu durumda kabirde ruhların cesede dönmesi konusu gündeme gelmektedir. Tabii ki bu da tartışılmıştır. Kabirde ruhlar cesedin tümüne mi, yahut bir kısmına mı, topluca yahut ayrı ayrı olarak mı iade edilecektir? Kabirde soru sorulma işi ruhların bedene iade olunmasından sonra olduğu iddia edilmiştir. (Bizimruh konusundaki anlayışımız daha farklı. Üstelik bu yazı içerisinde tartışma imkanımız da yok. Ayrı bir yazı konusudur.)

Ehli sünnet azabın hem bedene hem ruha olduğu, bunun da ruhların bedene dönmesiyle olacağı inancındadırlar.

Kabir azabı konusu Ehli sünnete göre iman edilmesi vacip olan konulardan biridir, ilmihal kitaplarında olsun, akaid kitaplarında olsun konu hep bu şekilde ortaya konmuştur.

“Ahirete ait bazı ahvali bilip bunlara iman etmek vaciptir, inanılması icap eden hallerden bir kısmı şunlardır: 1) Cennet-cehennem haktır, ve el’an yaratılmış varlıklardır. 2) Kabirde kafirlerin ve bazı günahkar müslümanların azab çekmesi, salih mü’minlerin nimete ve rahata kavuşması haktır.” (İslam Fıkhı ve Hukuku. A. Fikri Yavuz)

“Deriz ki vuku bulması aklen mümkün olan birşey hakkında nas varid olunca onu kabul etmek ve ona inanmak gereklidir. Bunlardan birisi de ölümden sonraki (Münker ve Nekir meleklerinin kabirde soru soracakları) kabir azabıdır. Bunlar ehli sünnete göre haktır. Vuku bulacaktır. Mu’tezile ise muhalefet etmiştir.

Kabirde sual ve azab ruhun cesede iade edilmesiyle mümkündür. Gazali dahil ehli sünnet alimleri bu görüştedir.” (Maturidiye Akaid, N.Es Sabuni, İslam Dini İlmihali, Prof. M.Aydın)

Konu bir kısım Ehli Sünnet uleması tarafından çok ilginç boyutlara kadar vardırılmıştır.

Örneğin, Konevî: “Ölü asi ise kabir azabı vardır. Ancak Cuma günü ve Cuma gecesi azab ondan kaldırılır ve bir daha kıyamete kadar azab iade edilmez. Eğer bir mü’min Cuma gecesi öldüğü takdirde eğer asi ise bir an kabir azabı ve kabir sıkıştırması olur. Sonra kıyamete kadar bir daha azab edilmez.” (Fıkhul-Ekber Aliyyul Kari Şerhi)

Kabirde bir hayatın, dolayısıyla azab ve mükafatın bulunduğunu iddia edenlerin görüşlerini aktardıktan sonra bu görüşlerine kaynak gösterdikleri hadis ve ayetlere geçelim…

 

 

Kabir Azapçılarının Delilleri


A) Hadisler:

1- Peygamberimiz mezarlıktan geçerken: “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz. Çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir” demiştir. (Sünen-i Ebu Davut)

2- “İdrardan sakınınız, zira kabir azabının çoğu ondandır.” (Camiussağir)

3-“Şüphesiz kabrin sıkıştırılması vardır. Kabrin sıkıştırılmasından kimse kurtulamaz. Kurtulacak olsaydı, ölümünden dolayı arşın titrediği Said b. Muaz kurtulurdu.” (Fıkhul-Ekber Aliyyul Kari Şerhi, Kaynağı bulunamamıştır.)

4- Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizi)

5- Şüphesiz kabir ahiret konaklarının ilkidir. Eğer ölü bu konaktan kurtulursa ondan sonrası daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonrası daha zordur. (A.i. Hanbelin Müsnedi)

6- Hz. Peygamber Hz. Aişe’ye sordu: “Kabirde halin nedir.” Kendisi cevap verdi: Ya Hümeyra şüphesiz kabrin mü’mini sıkıştırması, ananın çocuğunun ayağını sıkması gibidir. Münker-Nekir meleklerinin soru sorması da; göz kamaştığı zaman ona sürme çekmek gibidir.” (Fıkhu-l Ekber, Aliyyul Kari Şerhi, Kaynağı bulunamamıştır.)

7- Hz. Peygamber, Hz. Ömer’e: “Kabirde halin nicedir?” demiş. Hz.Ömer de- “Aklım başımda mı olacak ?’ demiş. Resulullah ‘Evet’ demiş. Hz. Ömer de ‘O taktirde hiç aldırmam’ cevabını vermiş (Fıkhul Ekber, Aliyyul Kari Şerhi, Kaynağı bulunamamıştır.)

 

 

B) Ayetler:

1- O sabah akşam ateşe sunulur. Kıyamet koptuğu gün de “Fir’avn ailesini azabın en çetinine sokun denilir.” (40/46)

2- Hatalarından dolayı boğuldular. Ateşe sokuldular. Kendilerine Allah’tan başka yardımcılar da bulamadılar.” (71/25}

3- “Allah inananları dünya hayatında da ahirette de sağlam sözle tesbit eder. Allah zalimleri de saptırır. Ve Allah dilediğini yapar. “(14 727)

4- “Ona cennete gir denilince ne olurdu dedi kavmim bilseydi. Rabbımın bana bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını. “ (36/27)

5- “Sonra onu öldürdü kabre koydu.” (80/2 1 )

6- “Belki dönerler diye, mutlaka onlara o büyük azabtan ayrı olarak yakın azabı da taddıracağız. “ (32/ 21) (Ayrıca Bakınız: 3/169, 20/124, 6/98, 9/84)

 

 

İddia ve Delillerin Değerlendirilmesi:

l- Genel Değerlendirme:

1) Şu ana kadarki yazdıklarımızdan da anlaşıldığı gibi kabirde bir hayat olduğunu savunanlar; konunun nasıllığı ve niceliği konusunda bir fikir birliğine sahip değillerdir.

2) Kendi iddiaları arasında çelişkiler vardır.

3) Hatta bu iddiaların bir çoğu dinin genel ilkeleriyle de çelişmektedir.

a. Azabın hem ruhlara hem cesetlere olacağı ve kabirde ruhların cesetlere döneceği iddiası bunlardan biridir. Ruhların cesetlere dönmesi demek ölünün dirilmesi demektir. Kur’ân-ı Kerim, dirilmenin kıyametten sonra olacağını açıkça ifade etmiştir.

b. Kafir çocuklarının cennet ehline hizmetçi kabul edilmesi de bu çelişkilerden biridir. Kafir çocuklarıyla, mü’min çocuklarının sorumluluk açısından ne gibi farkları vardır. Kafir bir anne babadan olmak çocukların cezalandırılması veya ikinci sınıf bir statüye tabi kılınmasını haklı kılar mı?

c. Yine kabirde sorgulanma hadisesi de bizce Kur’ân’la çelişmekledir, Çünkü hesapların kıyametten sonra sorulacağı konusunda çok sayıda ayet vardır. Ahirete hesap günü denmesi de bundandır.

Azabın nasıl olacağı , ruhların cesetlere nasıl ve ne kadar iade edileceği konusundaki tartışmaları okuyunca, bunların üstüne, ünlü ulemaların konuyla ilgili olarak Cuma ile ilgili iddiaları da eklenince bu insanların mantıklarını daha iyi kavrayabiliyoruz.

Bu mantığın ne tür hadislerin arkasına sığındığını, Kur’ân ayetlerini, siyak-sibaka ters olarak nasıl kullandıklarını anlayabiliyoruz.

Zaten önemli olan da bu zihniyetin mantığını kavramaktır. Kafir çocuklarını hizmetçi, mü’min çocuklarını efendi kılan zihniyetin ne kadar Resulullah’ın yolundan gittiğini, ne kadar Kur’ân’ı anladığını daha net görebiliyoruz.

Bu zihniyetin mantığını keşfettikten sonra ayetlere ve hadislere yaklaşım biçimlerini kavrayabiliyoruz. Bu mantık Kur’ân’a göre yönlendirilmiş, Kur’ân’a teslim olmuş, Kur’ân’ın şekillendirdiği bir mantık değildir.

 

 


2) Hadislerin Değerlendirilmesi:

Bu sözlerin ne kadarı Resulullah’a aittir bilemiyoruz. Belki bir çoğu uydurmadır, belki bir kısmının başından çıkarılmış sonuna eklenmiştir veya tersi olmuştur, bilemiyoruz.

Daha önceki yazılarımızı takibedenler bilir, biz Resulullah’ın kendisine Kur’ân’da bildirilenler hariç gaybı bilmediği inancındayız.

Bu nedenle Resulullah’a atfedilen bu sözlerin ona ait olmadığı kanaatini taşıyoruz.

 

 

Hadislerin içeriğini azıcık irdeleyenler, aşırı abartıları hemen farkedeceklerdir.

Örneğin “idrar” hadisi… yani Kabir azabının çoğunun idrardan olduğu iddiası. Akıl sahipleri konunun, dinin özünü oluşturan Tevhid-Şirk mücadelesinden nasıl uzaklaştırıldığını, dinin asıl amacından nasıl kaydırıldığını göreceklerdir. Oysa ceza ve mükafatı belirleyen asıl öğe tevhid ve şirktir.

 

 

3) Ayetlerin Değerlendirilmesi:

Daha önce de dediğimiz gibi hangi mantığın bu ayetleri iddialarına delil olarak getirdiğini bilmek çok önemlidir.

Ayetleri siyak-sibak içerisinde, konu ve Kur’ân bütünlüğüne göre değerlendirmemek verilmek istenen mesajı amacından saptırır.

Üstelik Kur’ân’ın kendine özgü üslubunu yok saymak, Kur’ân’ın mesajını muhatabına anlatmakta kullandığı ifade biçimlerini ve teknikleri görmezlikten gelmek veya bundan habersiz olarak konuya yaklaşmak tehlikenin boyutlarını göstermek için yeterlidir.

Biz, kabir azabına veya kabirde bir hayat olduğuna dair delil olarak ileri sürülen ayetlerin konuyla ilgisi olmadığı kanaatindeyiz.

Kur’an’dan bilgisi olan insanlar bunu hemen farkedeceklerdir. Az sonra örneklerini vereceğimiz gibi dolaylı olarak ilgi kurulmaya çalışmanın faydasız bir zorlama olduğuna inanıyoruz.

Örneğin; aşağıdaki ayetler bunun ilginç örnekleridir:

Nuh Suresinin 25. ayetinde geçen “fe-udhilu” kelimesindeki “fa”nın takibiyye olduğu bu nedenle “boğulur boğulmaz ateşe sokulmuşlardır” anlamını verdiği, bu da gösteriyor ki kıyametten evvel Nuh’un kavmi ateşe sokulmuşlardır denilmektedir.

Oysa sûre bir bütün olarak ele alındığında, iddia edildiği gibi kıyametten önceki bir ateşe sokulmayı değil, onların boğulmaları ile kıyametten sonraki ateşe sokulmaları arasında bir hayatın olmadığını anlatır.

Boğulan insanlar için ateşe atılmak o kadar yakın ki… Arada herhangi bir zaman dilimi de yok.

Boğuldular ve hemen cehennem ateşine girecekler. Dirilme ile ilgili ayetlere baktığımızda ne kadar uyum içerisinde olduğunu görürüz. Burada bir de muhataplara bir mesaj vardır. Ateş.. İşte bu kadar hakikattir. Ve mutlaka gelecektir. Ölen için hayat kıyamete kadar bitmiştir. Ölen için kıyamet hemen kopacaktır. Ve tabii hemen ateşe gireceklerdir.

İbrahim Suresinin 27. ayetinde geçen “ahiret” kelimesinden muradın kabir hayatı olduğu iddiası ise laf olsun diye söylenen bir sözden öte bir anlam taşımamaktadır. Çünkü herhangi bir mesnedi olmadığı gibi Kur’ân gerçeğine de terstir. Çünkü Kur’ân’a göre dünya hayatının devamı ahiret hayatıdır.

Yasin Suresinin 27. ayetinde kabir hayatıyla ilgili herhangi bir ifade yoktur. Elçilerden birinin temennisisinin 46. ayetidir. Konuya 43. ayetten itibaren okuyarak girelim.
Mü’min kişi Fir’avn ailesine konuşuyor:

“Sizin beni çağırdığınız şeye kesinlikle ne dünyada ne de ahirette davet olunmaz. Bizim dönüşümüz Allah ‘adır. Müsrifler, işte onlar ateş halkıdır. Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları görür.”

“Allah onu, onların kurdukları tuzaklardan korudu. Ve Fir’avn ailesini azabın en kötüsü kuşattı. Ateş..Sabah akşam ona arzolunurlar. Kıyamet çattığı gün Firavn azabın en ağırına sokun.

“Ateşin içinde birbiriyle tartışırlarken zayıf olanlar, müstekbirlere dediler ki, biz size uymuştuk, şimdi siz şu ateşin küçük bir parçasını savabilir misiniz? Müstekbirler de dediler ki: Hepimiz onun içindeyiz. Allah kullar arasında hüküm verdi. (40 / 43 – 48 )

Şimdi ayetler bir bütün olarak ele alındığında, 46. ayet kabir azabına nasıl delil olarak getirilebilir. Biz ayetleri biraz daha etraflıca tetkik edelim;

1- 43. Ayette; müsriflerin ateş halkından oldukları anlatılıyor. Burada müsrif olarak adlandırılanlar Fir’avn ve adamları da dahil olmak üzere tünraşırı gidenlerdir. Ateş halkından (Ashabunnâr) kasıt ise cehennem ehlidir. Müsriflerin cehennem, yani ateş halkı olduğu anlatılıyor. Kur’ân’da “Ashabunnar” deyimi yalnızca cehennemle ilgili olarak kullanılmaktadır. (2/ 39,81,217,257,275,_3/116, 5/29)

2- 44. Ayette “söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız” ifadesinin “yakında görecekler”, “yakında bilecekler” türünden benzer ifadeleri de kullanılmaktadır. Bu ifadelerin hepsinin anlattığı şey ahiretteki hesaplaşmadır. Kafirlerin sonu ise zaten dünyadayken bellidir. Kur’ân’da bunun birçok örneği var. (Bkz.: Tekasür Sûresi)

3- 45. Ayette “yakında hatırlayacaksınız” ifadesi Kuran’ın kendine özgü üslubuyla dile getirilmektedir.

“Ona cennete gir denilince keşke dedi, kavmim bilseydi. Rabbınıın beni bağışladığını ve ağırlananlardan kıldığını. ”

Elçinin bunu cennete girerken söylemesi ayetin sağa sola çekilmesine zaten imkan vermemektedir. Dedik ya.. Mantık çok önemli.. Hangi mantık bu ayetleri kullanıyor?

Kabir azabçılannın üzerinde düşünmeye değer tek delilleri,-ki buna sıkı sıkıya sarılıyorlar- Mii’min Surenin cevabını buluyoruz. Evet, Allah onu korudu ve Fir’avn ailesini kötü azab (suel azab) kuşattı. Kur’ân’da “suel azab”tan kasıt ta yine cehennem azabıdır. (Bkz: 6/157, 27/5, 39/24,47)

Aslında suel azab’ın cehennem azabı olduğunu anlamak için, hemen-arkadan gelen ayeti okumak da yeterlidir.

Ayet numaralarını gözönünde bulundurmadan 45 ve 46. ayetleri birlikte okuduğunuzda Fir’avn ailesini kuşatan kötü azabın ateş olduğu ve sabah-akşam ona girecekleri (arzolunacakları) anlatılıyor. “Ennar” (ateş) kelimesi Kur’ân’da hep cehennem veya cehennemdeki ateş anlamında kullanılmıştır. (Bkz: 2/24, 3/131, 4/56, 7/38-41, 9/35 gibi.)

4- Bazı meal ve tefsirlerde “yuridune” kelimesi; “gösterilir”, “sunulur” şeklinde tercüme edilmiş. Kelimede herne kadar gösterilme, sunulma anlamı varsa da, bu ve benzeri kullanımların da yaslanmak, girmek anlamı ön plandadır. Gösterilerek cehenneme girmeleri de ifade edilmiş olabilir. Şimdi konu ile ilgili ayetleri görelim. “Yuridune” kelimesinin hangi anlamda kullanıldığına bakalım.

Şûra Sure’si’nin 45. ayetinde ibare aynen, Mü’min 46. ayetteki gibidir: “Yuridune aleyhe”, aşağıda görüleceği gibi açıkça cehenneme atılmaları anlatılmaktadır.

“Yine onları görürsün; aşağılıktan başlarını öne eğmiş vaziyette arzolunurlarken, göz ucuyla, gizli gizli bakarlar, inananlar da işte işte hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini hüsrana sokanlardır. Bakın, gerçekten zalimler sürekli bir azab içindedir derler.“


Şimdi benzer ayetlere göz atalım:

Kafirler ateşe arzolunacakları (girecekleri) gün.- Bu gerçek değil miymiş? ‘Rabbımız hakkı için, ‘evet’ derler, öyleyse inkar etmenizden dolayı azabı tadın.” (46/34)

“Kafirler ateşe arzulanacakları (girecekleri) gün: Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz, yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandınlacaksınız.” (46/20}

Ayetlerden de açıkça görüldüğü gibi burada ateşin insanlara, (Mü’min: 46 ile ilgili olarak da Fir’avn ailesine) gösterilmesinden değil, insanların o ateşin içine girmesinden söz edilmektedir.

5- Oysa kabirde cehennem ateşinde yanmak diye birşey söz konusu değildir. Üstelik kabirde azab olduğunu iddia edenlerin de böyle bir görüşü yoktur. Dolayısıyla buradaki ateşe sunulma kabir azabı ile değil, kıyametten sonraki cehennem azabı ile ilgilidir.

6- 46. Ayette “sabah-akşam” diye tercüme edilen “Ğuduvven-aşiyyen” kelimeleri Arapçada bir deyimdir. Ve sürekliliği, sonsuzluğu anlatır. (Zemahşeri’nin Keşşafında konuyla ilgili çok malzeme vardır. Hatta bu ayetin nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili de ilginç yorumlar da mevcuttur.) Benzer ifadeler Kur’ân’ın değişik surelerinde kullanılmaktadır. Örneğin Hud Suresi’nin 107 ve 108. ayetlerinde: Kafirlerin gökler ve yer durdukça cehennemde, mü’minlerin de gökler ve yer durdukça cennette kalacaklarından söz edilmektedir. Yani cennette ve cehennemde bizim bildiğimiz gökler ve dağlar mı vardır ki böyle deniyor, bilemiyoruz. Üstelik kıyamet günü her şeyin parça parça olacağı anlatılmıyor mu? Oysa bu ayetlerde insanların nazarında göklerin ve yerin büyüklüğüne, yüceliğine, sağlamlığına, sonsuzluğuna dikkat çekilerek bir benzetme yapılıyor. İnsanın cennette ve cehennemde sonsuza değin kalacağı vurgulanıyor.

Konu bu anlatımla pekiştiriliyor “sabah-akşam” kelimesi de böyle, azabın sürekliliğini ve sonsuzluğunu anlatıyor,

İşte bu ayette “ğuduvven-aşiyen” kelimelerinin geçmesi de buradaki azabın kıyametten sonraki cehennem azabı.olduğunu anlatıyor. Çünkü iddia edilen kabir azabı sürekli değildir. Ayrıca (78/23) de cehennemde çağlar boyu (yani ebe-diyyen) kalınacağı anlatılıyor.

7- 46. Ayetin devamında “saat çattığı gün, Fir’avn ailesini azabın en çetinine sokun” cümlesi önceki anlatılanları pekiştirmek ve destekleme içindir. Anlatılanların “saat’ten sonra meydana geleceğini vurgulamak içindir.

Kur’ân’ın bir çok yerinde benzer anlatımlar vardır.

Biz sadece ahiretle ilgili olanlardan örnekler vereceğiz. .

”Ve her ümmetin âyetlerimizi yalan sayanlarından bir cemaati toplayacağımız gün, artık onlar bir arada tutulup (hesap yerine) sevkedilirler.Geldikleri zaman der: Ayetlerimi anlamadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yaptınız ? Zulmetmeleri yüzünden o söz başlarına gelmiştir.

Artık konuşmazlar. Görmediler mi biz geceyi içinde istirahat etmeleri için yarattık. Gündüzü de aydınlık yaptık. Şüphesiz bunda inanan bir kavim için ayetler vardır. Sur’a üflendiği gün göklerde ve yerde bulunanlar-hep korku içinde kalır. Meğer Rabbın dileye. Hepsi boyun bükerek onage/ir/er…”(27/83-90)

“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar tanrı olsalardı oraya girmezlerdi. Oysa hepsi orada ebedi kalacaklardır. Onlar için bir inleme ve soluma vardır. Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar işte onlar ondan uzaklaştırılmışlardır. Onun uğultusunu duymazlar. Ve canlarının çektiği içinde ebedi kalırlar. O en büyük korku onları asla tasalandırmaz. Melekler onları; ’size söz verilen gün işte bugündür’ diyerek karşılarlar. O gün göğü kitap gibi düreriz. İlk yaratmaya nasıl başladıksa onu yine öyle çeviririz, üzerimize söz bunu mutlaka yapacağız.” (21798-104) Ayrıca 237 99-110 ayetlerine bakınız.

Şimdi bu ayetlerde de önce cehennem azabından, cennet nimetlerinden söz ediyor, daha sonra kıyametin kopmasına geçiliyor.

Şimdi bu ayetleri bir bütünlük içinde, siyak-sibakına uygun olarak, Kur’ân’ın ilkelerini ve üslubunu göz önünde bulundurmadan, cennet nimetlerinin ve cehennem azabının kıyametten önce olduğunu mu söyleyeceğiz?

Ayrıca Kehf Suresi’nin 52-53, ayetlerinde suçluların ateşi görmelerinin ahirette (kıyametten sonra) olacağı anlatılıyor.

Allah-u Tealâ Kur’ân’ı parça parça edenlere (15/91) lanet ediyor. Aynı şekilde Rabbımız Kur’ân’ı terkedenlere (25/30) de lanet ediyor. Onları korkunç azabla korkutuyor. O halde gelin inancımızı ve yaşantımızı Kur’ân’a göre yönlendirelim.

 

 

Kabirde Hayat Olmadığını Gösteren Ayetler

Kur’ân-ı Kerim’deki dirilişle ilgili ayetlere baktığımızda, kabirlerde herhangi bir hayat izinden bahsedilmiyor.

Kabirde, yıllarca kalan insanların, herhangi bir ceza ve mükafata çarptırıldıklarının da izine rastlanmıyor. Aksine insanlar şaşkın şaşkın bakıyorlar. Mükafat ve cezaya hiç de hazırlıklı değiller. Mezarlarda ne kadar kaldıklarından haberleri yok.

 

 


Eğer orada bir acı ve nimet tatsalar onları hatırlamaları gerekmez mi?

Öldükten hemen sonra dirildiklerini sanıyorlar. Üstelik insanlar ne durumda olduklarını ancak yeniden dirildikten sonra anlıyorlar.

İnfitar Suresi’nin 4 ve 5. ayetleri çok açık:

“Kabirlerin içi dışına getirildiği zaman, her can ne öne sürdüğünü ne geri bıraktığını bilir.” (82/4-5}

Ayrıca kitaplarını (amel defterlerini) alan insanların şaşkınlıklarına ne demeli. (69/25)

O zaman insan kaçacak yer arar. (70/10)

Eğer iddia edildiği gibi kabirden kolay geçenin hayatı kolaylaşacak, zor geçenin hayatı daha da zorlayacak olsaydı, insan niye böyle telaş etsindi ki?

Zaten sonunu biliyor. Boynunu büker otururdu. Kendisine durum açıklandıktan sonra, nasıl sonuca teslim olduysa, kabirdeki durumunu bildiği için de herhangi bir telaşa gerek kalmazdı.

Üstelik, sorgu madem kabirde yapıldı, herkesin ne olduğu ortaya çıktı, mahşerde yeniden sorgulamanın ne anlamı kalırdıki?

Biz şahsen, insanların sorgulamalarının ve ebedi hayatın kıyametten sonra başladığı kanaatindeyiz. Gayb olan bir konuda> daha fazla tartışmaya girmek istemiyoruz. Biz Rabbımızın, Kur’ân’da bildirdiği gerek gaybi olsun gerekse görünürdeki bütün anlattıklarına iman ediyoruz. Çünkü gaybı bilen yalnızca Allah’tır. Şimdi konu ile ilgili ayetlere geçelim:

“Sura üflendi, işte onlar Bahirlerden rablerine koşuyorlar. Dediler; Vah bize yattığımız yerden kim kaldırdı, İşte Rahmanın va’dettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş.” (36/51-52)

“O gün Sur’a üflenir, ve o gün suçluları gömgök süreriz. Kendi aralarında gizli gizli konuşurlar. ‘Sadece on gün kaldınız. Onların dediklerini biz daha iyi biliyoruz. En akıllıları sadece bir gün kaldınız‘ der.” (20/ 102-104)

Rabbımız tüm bu ayetlerinde ölülerin diriltilmesinden bahsediyor. Acı çeken, nimetlenen insanlara, şahsiyetlere, üstelik akıl sahibi kişilere nasıl ölü denir.

Eğer mezardakiler ölü değil iseler, Allah’ın kıyamet günü dirilteceği ölüler neyin nesidir.

İster bedene ister ruha, isterse her ikisine birden olsun, azab ve mutluluk veriliyorsa ve bunlar sorulan sorulara aklı başında kişiler olarak cevap veriyorlarsa bunlara ölü demek mümkün değildir. Bunların dirilmeye de ihtiyaçları yoktur.

Çünkü zaten onlar bu durumda canlı değiller midir? Eğer bunlar canlılık alameti değilse, canlılık alameti nedir?

 

 

Sonuç

İnsanların bir şeye var demesi, o şeyi var kılmıyor. Aynı şekilde var olan bir şeye de insanların yok demesi, o şeyi yok etmiyor. Bu nedenle Kur’ân’da hakkında herhangi bir bilgi olmayan bir konuda, hem de gaybî olan bir konudar üstelik insanların bilgi ve tecrübelerinin de olamıyacağı bir konuda, bu konu vardır ve haktır. Buna inanmak vaciptir, imanın gereğidir demek İslâmî bir tavır olmadığı gibi bunun mantıkî bir açıklaması da yoktur. İnsanlann Kur’ân gibi bir ölçeri yoksa, üstelik düşünmüyorlarsa da, bunlar için inanma’ nın da yaşamanın da ölçülecek ve üzerinde durulacak bir yanı yoktur.

“Kabir hayatı” düşüncesinin arkaplanına baktığımızda, tartışılanları incelediğimizde bu konunun müslümanların inancına sonradan girdiğine hükmedebiliriz. Bizi bu şekilde düşünmeye iten konuların başında ruh beden tartışması yatmaktadır. Çünkü toplumun şu an sahip olduğu ruh anlayışı da Kur’ânî değildir. Felsefenin müslümanlara zehirli bir armağanıdır.

Antik Yunan felsefesinin ruh anlayışı özünde fazla bir şey kaybetmeden “müslümanların” malı olmuştur.

İşte kabir hayatında anlatılan, zaman zaman tartışılan ruh, Antik Yunan felsefesindeki ruhtur. Bu nedenledir ki kabir hayatı anlayışının bize felsefenin girdiği veya sonrakityılların bir armağanı(!) olarak görüyoruz. Bu düşüncemizi pekiştiren daha bir çok şey var. Bu düşünceye varmamızın kaynağı dediğimiz gibi kabir hayatı ile ilgili iddialardır, tartışmalardır. Söylenen sözler, konuşulan, tartışılan konular, ne zaman konuşulduğunun, ne zaman tartışıldığının ipuçlarını da verir.

Konu ile îlgili söylemek istediklerimizi kısaca özetlemek istersek:

1- Kabir hayatı için ileri sürülen görüşler arasında büyük çelişkiler var. Görüşlerde bir birlik olmadığı gibi, hemen hemen her konuda ihtilaf mevcut.

2- Kabir hayatının nasıl ve niceliği ile ilgili görüşler Kur’ân ilkeleriyle çelişmektedir. Islâmın anlam ve içeriğinin yozlaşmasına ortam hazırlamaktadır.

3- Konunun delili olarak, hadis diye ileri sürülen sözlerle Kur’ân çelişmektedir. Üstelik ileri sürülen hadislerde kabir hayatı birbirinden çok farklı şekilde, hatta birbirini tekzip edecek şekilde anlatılmaktadır.

4- Kabir hayatına delil olarak gösterilen ayetlerin konu ile herhangi bir ilgisi mevcut değildir. Kur’ân’da; kabir hayatı olduğunu gösteren bir ayet yoktur.

5- Kur’ân dirilmenin kıyametten sonra, hesabın kıyametten sonra, ceza ve mükafatın kıyamettensonra olduğunu söylemektedir.

6- Allah, ahirette ölüleri diriltecektir. Ceza çeken, sefa süren, aklı başında kimseleri değil. Kısacası biz Kur’ân ayetlerinin kabirde bir hayat olmadığını ortaya koyduğu inancındayız, isteyen inanır, isteyen inanmaz. Nasıl olsa sur’a üflenip herkes toplandığında gerçek ortaya çıkacaktır. Bekleyelim, görelim.

(İktibas Dergisi, M. Yaşar Soyalan, Sayı: 147-148, Mart/Nisan 1991.)

posted in KABİR AZABI | 20 Comments

25th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Sünnet Anadilde İbadete İzin Veriyor mu?

Arapça bir sözcük olarak sunna deyimi “işlek yol” anlamına gelen bir sözcüktür.

Sünnet, Hz. Peygamber’in bizzat yaptıkları (fiilî), yapılmasına sözle izin verdikleri (kavlî), yapıldığını gördükleri halde yasaklamadıkları (sükûtî) eylemlerin adıdır.

Kavlî Sünnet Kur’ân-ı Kerîm’in Başka Dillere Çevrileceğine İzin Vermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm Kureyş lehçesi ile inmiştir. Bu lehçeyi okuyamayan Araplar, Hz. Peygamber’e başvurmuş ve kendi lehçeleri ile Kur’ân okunmasında dinsel sakınca bulunup bulunmadığını sormuşlar. Hz. Peygamber başvuranlara kendi lehçeleri ile Kur’ân okuyabileceklerini söylemiştir. Bundan sonra da birkaç lehçe ile Kur’ân okunmaya başlanmıştır. [1]

İmâm Buhârî Hz. Peygamber’in bu sünnetinden hareketle şunları yazmıştır: “Arapların Kur’ân’ı değişik lehçelerle okuması câiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları câizdir.” [2]

Sükûtî Sünnet Kur’an’ın Çevirisine İzin Vermektedir.

“İranlılar Selman-ı Fârisî’den, Kur’ân’ın birinci sûresi olan Fâtiha’yı Acemce (Farsça) yazıp kendilerine göndermesini istemişler. Selman’da bu sûreyi Acemce yazıp kendilerine göndermiş ve bunlar dilleri Arapçaya yatıncaya kadar namazlarda Fâtiha’yı Farsça okumuşlardır.” [3]

Selman-ı Fârisî hakkında Hazret-i Peygamber şunları buyurmaktadır:

“Ruhum elinde olan Rab Teâla’ya yemin olsun! Eğer ilim Süreyya (Ülker) Yıldızı’na asılmış olsa, Fâris’ten (yetişecek) kimseler ona yine de ulaşırlar.” [4]

“Cennet üç kişiye iştiyak (şiddetli arzu) duymaktadır: Alî, Ammâr ve Selman”[5]

“Resulullâh, Selman’ı, Ebu’d-Derdâ ile kardeşlemiştir.” [6]

“Hz. Alî’ye Selmân’dan sorulunca: “Evvelki (önceki) ve âhirki (sonraki) ilmi bilir, tükenmez bir denizdir. Ehl-i Beyt’tendir (Ev Halkındandır). diye cevap vermiştir.” [7]

“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Selmân’ın teklifini kabul ederek hendek kazımını emrettiği zaman Ashab, Selmân’ı daha iyi takdir eder ve Ensar’la Muhacirün “Selmân bizdendir.” diye aralarında paylaşamazlar. Resûlullâh araya girip; “Selman bizden Ehl-i Beyt’tendir.” buyurur ve ihtilafı halleder (uyuşmazlığı çözer).” [8]

Hem Hz. Peygamber’in ve hem de Hz. Alî’nin yukarıda aktarılan buyrukları Selmân-ı Farisî’nin Ev Halkı’ndan olduğunu ve Peygamber’le iç içe yaşadığını kanıtlamaktadır.

Ev Halkı’ndan olan Selmân’ın, Hz. Peygamber’in iznini almadan, Fâtiha Sûresini Farsçaya çevireceğini düşünmek, eşyanın doğasına aykırıdır. Bu nedenle, Selmân aracılığı ile bir sükûtî sünnet oluşmuştur.

Kaldı ki Selmân İslâma, tıpkı yol kardeşi Ebu’d-Derdâ gibi, içtenlikle bağlıdır. Bu bağlılık nedeniyle, İran’ın fethinde kendi soydaşlarına kılıç çekmiş ve İran’ın zaptına ve İslamlaşmasına önemli katkıda bulunmuştur. Bu nedenle O’nun İslama aykırı bir işi yapması asla düşünülemez.

“Sahabenin en seçkin Kur’ân ehli olanlarından Abdullah b. Mes’ud (Ölm 32/652), Ubey b. Ka’b (Ölm 30/650), Enes b. Mâlik (Ölm 90/708) Kur’ân lafızlarının (sözlerinin) müterâdifleri (eş anlamlıları) ile okunmasına (yani başka kelimelerle tercüme edilerek okunmasına) cevaz vermişlerdir. Örneğin “Günahkârların yemeği” (Duhân Sûresi 44) âyetindeki “günahkâr” anlamına gelen “esîm” kelimesini telaffuz edemeyen kişiye İbni Mes’ud “Esîm” yerine “Fâcir” kelimesini kullanarak okumasını söylemiştir. Aynı zat, Bakara 20 âyetteki “Meşer” (yürüdüler) yerine “Merrû” denmesine, Müzemmil 6 âyetteki “etkili – isabetli” anlamına gelen “akvem” yerine “asdak” kelimesinin kullanılmasına cevaz vermiştir.” [9]

İmâm-ı A’zam Ebû Hanife ve Hanefîlik, Anadilde İbadete İzin Veriyor mu?

Türk ve İslâm dünyasının büyük bir bölümü, İmâm-ı A’zam Ebû Hanife’ye bağlıdır. O’nun fetvaları Hanefî Mezhebi’ne bağlanan Müslümanlar için bir buyruktur. Bu nedenle Ebû Hanife’nin anadilde ibadetle ilgili görüşünü, önemi nedeniyle açıklamak gereklidir.

Önceki Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ord. Prof. Şerâfeddîn Yaltkaya [10] ve Ord. Prof. İsmail Hakkı İzmirli [11] Ebû Hanife’nin şu fetvayı verdiğini açıklamaktadırlar: [12]

“… Ebû Hanife’ye göre Kur’ân lâfız (söz) değil, belki lâfzın açıkladığı anlamdır.[13]

Bunun için Kur’ân’ın Arapça, Türkçe ve Acemce (Farsça) gibi herhangi bir dile ihtisası yoktur. Anlamdan ibaret olan Kur’ân’ın herhangi bir dil ile açıklanması müsavidir (eşittir).[14]

Ebû Hanife’nin bu konudaki (yargısının) kanıtları şunlardır:

1. “Şüphe yoktur ki Kur’ân; önden (önceden) gelip geçen peygamberlerin kitaplarında var idi.” [15]

2. “Şüphe yoktur ki bu Kur’ân; ilk kitaplarda var idi.” [16]

Pek açıktır ki Kur’ân; (Hz. Peygamber’den) önce yaşayan peygamberlerin kitaplarında Arapça değildi. Oysa ki bu âyetlerle kesin surette Kur’ân’ın bu kitaplarda mevcut olduğu açıklanmakta olduğundan Kur’ân sözcüğünün önceki peygamberlerin kitaplarında olan ile Peygamberimize indirilmiş olan (yani Kur’ân-ı Kerîm) arasında iştirak noktasını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu iştirak noktası ise, yalnız Arapça değildir. Belki Arapçanın ifade ettiği anlamı bildiren herhangi bir dil ile terkib-i hususîdir.

Bundan dolayı namazda okunması emredilmiş olan Kur’ân; bu iştirak noktasını oluşturan Kur’ân’dır. Bu ise yukarıda söylenildiği gibi Arapçanın ifade ettiği anlamı bildiren herhangi bir dil ile olan terkib-i hususîdir. Kesilen bir hayvanın kesildiği sırada çekilen besmelenin herhangi bir dil ile çekilmesi icma[17] ile caiz (dine uygun) olduğu gibi, namazda dahi herhangi bir dil ile olursa olsun Kur’ân’ı kıraat (okumak) caiz olur.[18]

Bundan dolayı Kur’ân’ın yalnız namazdan ibaret olduğunu kabul eden İmam Ebû Hanife’ye göre bu kitabın Arapça olan özel nazım ve terkibini güzelce telâffuz (söyleme) kudreti olanları ile bu nazm-ı Arabiyi (Arapça şiiri) telaffuza (söylemeye) kudreti olmayanlar (yeteneği bulunmayanlar) bir fark gözetmeye bir mahal kalmadığından Nazm-ı Arabîyi teleffuz kudreti olsun olmasın, herhangi bir kimsenin namazda Kur’ân’ı herhangi bir dille okuması caiz (uygun) dir. [19]

Namazın başlangıcında dahi İmam Ebû Hanife’ye göre Arapçadan başka herhangi bir dil ile Allah zikretmek, örneğin “Tanrı uludur…” demek caiz olur. Çünkü [Kur’ân-ı Kerîm 87. A’lâ Sûresi 15. âyeti şunu buyurur]: “Rabbının adını anar anmaz namaza durdu.” [Bu âyetle] sabit olduğu gibi namazın başlangıcında maksud (amaç) olan, Tanrı’nın anılmasıdır. Bunun ise hiçbir dile ihtisası yoktur. Tanrı’yı herhangi bir dil ile anmak diğer bir dil ile anmaya müsavidir (eşittir).[20]

Sonuç: İmam Âzam’a göre Arapçadan başka herhangi bir dil ile namazın başlangıcında Tanrı’yı anmak, namazın içinde Kur’ân’ı kadelerde teşehhütleri okumak ve Cuma günleri hutbe irat (okuma) etmek uygun (caiz) olur.” [21]

İmam Âzam’a göre, “ezanda muteber (geçerli) olan örf” [22] tür.” [23]

[İmam-ı Âzam’ın] öğrencilerinden Hasan b. Ziyad’ın İmam’dan rivayetine göre bu nokta şöyle açıklanıyor: Örneğin, Acemce (Farsça) ezan olduğunu anlayacak olursa bu ezan caizdir, anlamayacak olurlarsa caiz değildir. Çünkü ezandan amaç vaktinin gelmiş olduğunu halka bildirmektir.[24]

Açıklama yerinde ise, Hanefî mezhebinin üç önderi (imamı) vardır. Bunlar İmam-ı Âzam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’dir. Bu mezhebe mensub olanlar dilerlerse Ebû Hanife’nin, dilerlerse Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in fetvalarına uyarlar. Bu nedenle İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in içtihatları (fetvaları) önem kazanmaktadır.

Acaba adına imameyn (iki imam) denilen Ebû Yusuf ile İmam Muhammed bu konuda neler söylediler?

“… Kur’ân yalnız anlam (mana) değil; anlam ile birlikte nazm-ı Arabînin toplamından oluşmaktadır (ibarettir). [Bu yargının] delilleri şunlardır:

1. “Biz o kitabı Arapça Kur’ân kıldık.” [25]

2. “Açık bir dil ile olan Arapça ile sana indirdik” [26]

İmameyn (iki imam) bu âyetlerden Kur’ân’ın sadece anlamdan değil; lafz (söz) ve anlamdan mürekkeb olduğunu anlatmışlardır. Bunlara göre lâfız ve mana (anlam) Kur’ân’ın ayrı ayrı birer rüknüdür (olmazsa olmazıdır). Şu kadar var ki lâfız rüknü (koşulu) zait olmakla acz zamanında sakıt olur. [27]

Oysa ki

“Biz o kitabı hükm-ü Arabî olmak üzere indirdik” [28] buyurulduğu halde yine bu âyet; hükmün Arabî diline ihtisasına delâlet (işaret) etmiyor. Çünkü Acemce (Farsça) ile olan hüküm dahi bu kitap ile hükümdür. [29]

Bununla beraber bu iki imam, Kur’ân’ın hususi (kendisine özgü) nazmı olan Arapçayı telafuzdan (söylemekten) aciz olan kimseler hakkında Arapçadan başka herhangi bir dil ile Kur’ân’ın okunmasını caiz görmüş olduklarından üstadları (Ebû Hanife) ile bu iki öğrenci arasındaki uyuşmazlık kalkmış olur.” [30]

Yurdumuzda yaşayan 70 milyon insanın milyonda biri, Arapça konuşma ve anlama yeteneğine sahip değildir. Bu durumda İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, Türkiye’de yaşayanların Arapça değil de Türkçe ibadetini buyurmaktadırlar.

“İmam Ebû Hanife’nin daha sonra öğrencilerinin fikrine katıldığı (rücu ettiği), diğer bir öğrencisi Nuh b. Meryem Mervezî’den aktarılmışsa da bu nakil (aktarma) hilâfiyat (tartışmalı konularla ilgili) kitaplarında görülmüyor. Yalnız hilâfiyata ait manzum bir eser yazan Ömer b. Muhammed Nesefî (vefatı H. 357) Ebû Hanife ile tilmizleri (öğrencileri) arasındaki yukarıdaki uyuşmazlığı bildirdikten sonra şu [sözleri söylemektedir]: “Ebû Hanife’nin daha sonra tilmizlerinin kavline (sözlerine) döndüğünü kendisinden güvenilir olan raviler rivayet etmiş olduklarından aralarında uyuşmazlık kalmamıştır.”

Ve bu âyetin açıklamasında Zevzenî, İmam-ı Âzam’ın bu rücu (düşünceden vazgeçme) rivayetini Ebû Bekir Razî’ye atfetmektedir.[31] Oysa ki:

“Ebû Bekir Razî, Ahkâmü’l-Kur’ân [adlı yapıtında] Şuarâ Sûresindeki yukarıda zikrettiğimiz, “Şüphe yoktur ki Kur’ân; önden gelip geçen peygamberlerin kitaplarında var idi.” [diyen] âyetinde: Bu âyet; Kur’ân’ın bir dilden başka bir dile naklonulmasının (çevrilmesinin) Kur’ân’ı Kur’ân olmaktan çıkarmayacağına bir kanıttır. (…) diyerek İmam Âzam gibi Kur’ân’ın mânâdan ibaret olduğunu beyan etmekte olduğundan, İmam Âzam ile aynı düşüncededir. Ve bu rücuu (vazgeçmeyi) rivayet etmediği meydandadır. Bundan başka bu rücu rivayeti kesin olmak için H. 370′te vefat etmiş olan Ebû Bekir Razî’ye değil; ilk asırlara kadar çıkarılmak, daha açığı İmam Âzam’a mülaki olan (görüşen) kimselerden veya tek bir kimseden inkıtaa (kesintiye) uğramaksızın müselselen (kuşaktan kuşağa) rivayet edilmek lâzım gelirken biz bu rivayeti imam Âzam’dan iki üç asır sonra yazılmış olan kitaplarda görüyoruz.

Ebû Bekir Razî’den sonra (H. 490) sıralarında vefat eden Serahsî Mebsût [adlı] kitabında asla bu rücudan bahsetmiyor…” [32]

Büyük din bilginleri İsmail Hakkı (İzmirli) ile M. Şerafeddin (Yaltkaya) tezlerini şöyle bağlıyorlar:

“Özetle: İmam-ı Âzam Nazm-ı Arabîyi rükün (koşul) olarak kabul etmediği ve kendisinin rücu ile sonradan şuyu’ bulduğu halde, daha sonra gelen fakihler imameyn ile beraber Nazm-ı Arabî’nin rüknü aslî (vazgeçilemeyecek koşul) ancak rüknü zait (fazlalık) olduğunu ve acz [33] zamanında sukut (ortadan kalkmak) edebileceğini ileri sürmüşler ve bu noktada iki yanın uyuşumu meydana gelmekle artık Hanefî imamları arasında bir uyuşmazlık kalmamıştır.”[34]

“Kaldı ki çeviri ile namaz kılmaya cevaz veren mutlak müçtehid sadece İmam-ı Âzam değildir. Tâbiûn nesli[35] bilginlerinin tartışmasız hocası ve önderi olan ve tüm alanlarda müçtehid ve otorite kabul edilen Hasan el-Basrî (ölm. 110 / 728) ile Sûfî-bilgin Habîb el-Acemî de (öl. 120 / 737) bu konuda imamı Âzam gibi düşünmektedir.

Ensarî (Abdülali Muhammed b. Nizamuddîn), Fevâtihu’r- Rahamût adlı eserinde bize şunları söylüyor: “Mazeret halinde Kur’ân tercümesi ile namaz kılmak konusunda imameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) de İmam-ı Âzam’la aynı görüştedir. Velilerin ve âriflerin tacı, tarikat silsilelerinin halkalarından biri ve muhaddislerle (hadis ilmi ile uğraşanlarla), müçtehidlerin baş tacı Hasan el-Basrî’nin yakın dostu Habîb el-Acemî, Arapçaya dili çok yatkın olmadığı için namazlarında Kur’ân’ın Farsça tercümesini okurdu.”[36]

İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidî’de Anadilde İbâdete İzin Vermiştir.

İmam Mâturidî İslâm dünyasının büyük çoğunluğu tarafından önder kabul edilmiş bir din bilginidir. O’nun anadilde ibadete yaklaşımı şöyledir:

“Kur’ân Allah kelâmıdır. Allah’ın kelâmı zatı ile kaim, ezelî bir sıfattır. Harf ve ses cinsinden değildir, O Bir’dir, bölünmez (tecezzî etmez), Arapça da değildir, Süryanice de. Şu kadar ki insanlar, bir olan Kur’ân’ı değişik ibarelerle okurlar; nitekim Allah’ın zatı türlü adlarla, keza zat sıfatlarından olan hayat, irade, beka sıfatları türlü türlü ibareler ile dile getirilmiştir”.[37]

Bu sözleri yorumlayan dil bilgini Prof Dr. Yusuf Ziya Yörükhan, şöyle demektedir:

“Burada müellif (yani İmam Mâturidî), Kur’ân’ın muhtelif dillerde okunacağını açıklıyor. Kur’ân harf ve ses cinsinden değildir. Arapça da, Süryanice de değildir. İnsanlar bunları kendi dillerince dile getirirler; nasıl Allah’ın zatına her dilde ayrı bir ad konur, hayat ve irade sıfatları her dile göre başka tabirlerle ifade edilirse, Allah kelâmının da, Allah’ın ezeli sıfatıve O’nunla kaim bir mana olması bakımından, lâfızlardan ibaret olması caiz olmaz, dillerin ve ibarelerin ayrılığı, O’nun birliğine zarar vermez. Mâturidî’nin bu görüşü, Ebû Hanife’nin koyduğu esaslara dayanmaktadır”.[38]

Sahabeler ve Tâbiûn Bu Konuda Ne Düşündüler ve Nasıl Uyguladılar?

İslâm fıkhında, bilginin kaynaklarından biri de Sahabe, yani Hz. Peygamber’e arkadaşlık etmiş onun davranışlarını görmüş ve yargılarını bizzat işitmiş insanların açıkladığı kurallardı. Sahabelerin verdikleri bilgiden, dinsel âdetlerin yollarına ve ilâhî yasaların ayrıntısına dair sonuçlar çıkarılabilirdi.

Bu ilk kuşak kaybolunca şu ya da bu sorun için onların verdikleri bilgilerin toplanılması ile yetinildi. Daha sonra da sahabelerle ilişkisi olan kuşaklardan (tâbiûn) elde edilen bilgiler toplandı, böylece kuşaktan kuşağa, en yeni zamanlara değin gelindi. Bir yargı veya bir hareket tarzı kesiksiz ve sağlam bir an’ane ile herhangi bir sahabeye bağlanırsa doğru sayılıyor ve o olay şeriatın kuralı haline geliyordu. [39]

Bu açıklamadan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur’ân-ı Kerîm’in başka dile çevrilmesi ve ana dilde ibadet konusunda bir şer’i bir kural oluşmuştur:

Narşahî,

“Emir Küteybe Hicri 94 tarihinde Buhârâ Zerdüşt ateşkedesini [yıktırdı]. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Fars lisanıyla yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namazda bir adamın “Niktaniknet – nikünya nikünü” komutasıyla kılınıyordu. [40] Daha sonra Irak içtihat medresesi, Kur’ân’ın yanlışsız ve tam tercemesi (çevirisi) ile her dilde ibadetin caiz olduğuna ilişkin Fetvayı verdi.” [41]

“Farsça çeviri ile namaz kılma ruhsatının (izninin) öncüsü olan Selmân-ı Fârisî’nin bu işi bizzat yaptığı Fâtiha çevirisi ile fiilen başlattığını, daha önce görmüştük. Selman’ın ölüm (Hakk’a yürüme) tarihi H. 36′dır. Onun Fâtiha çevirisini hayatının son günlerinde yapılmış saysak bile, Kuteybe olayı ile Selmân çevirisi arasında 60 yıl vardır. Demek oluyor ki, Farsça tercüme ile namaz, Buhara ve civarında – Kuteybe olayı ile bittiğini varsaysak bile – 60 yıl gibi bir zaman uygulanmıştır. Selman’ın çeviri için Hz. Peygamber’den izin aldığı yolundaki rivayeti dikkate alır, Kuteybe olayına da hiç değilse birkaç yıl devam etmiş gözü ile bakarsak Farsça çeviri ile namazın bir asırlık bir uygulamasını tarihsel bir gerçek olarak öğrenmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. Hem de öyle bireysel ibadetlerde, evde odada değil, kamunun ibadet ettiği camilerde ve Cuma gibi namazda…”.[42]

Benzer bir uygulama Endülüs Emevi devletinde de yapılmıştır. İspanya’nın fethinin ardından, camilerde İspanyolca namaz kılınmasına izin verilmiştir.

Günümüz İslâm bilginlerinin (ulemânın) otoriteleri de Kur’ân-ı Kerîm’in başka dillere çevrilmesinde ve ibadetin ulusal dillerde yapılmasında sakınca görmemişlerdir. Nitekim Şeyh Muhammed Abduh, El Ezher başkanı Meragî ve Tantavî bu doğrultuda görüş bildirmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bunca açık hükmüne, Hz. Peygamber’in sünnetine ve müçtehitlerin duragan (istikrarlı) içtihatlarına karşın anadilde ibadete karşı çıkıp çıkılmayacağını, Tanrı’dan başka Sevgili olmadığına inananların vicdanına bırakıyorum.

Notlar

[1] Ebû Davud, Vitr, 22 ve Nesaî, İftitah. 37′den aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Agy, s. 107.

[2] Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, 1/24′den aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Agy, s. 108.

[3] Serahsî, Mebsûd, I, 36′dan aktaranlar: İsmail Hakkı İzmirli ve Şerafeddin Yaltkaya, Mustafa Kara, Hikmet bayur, Kurân dili Üzerine, Belleten, 22/88′den aktaran İsmail Kara, Türkiye’de İslâmlık Düşüncesi, Risâle Yayınları, İstanbul 1987, c. II, s. 133 – 134.

[4] Tırmizî, Tefsir, Muhammed, 3256 – 3257′den aktaran: Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları, Ankara 1995, c. 12, s. 552.

[5] Prof. Dr. İbrahim Canan, Agy, c. 12, s. 553.

[6] Agy, c. 12., s. 553.

[7] Agy, c. 12, s. 553.

[8] Prof. Dr. İbrahim Canan, Agy, c. 12, s. 554.

[9] Kurtubî, Tefsir, 16/149′dan aktaran: Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbâdet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 111-112.

[10] Ord. Prof. Şerafeddin Yaltkaya Darülfünun İlâhiyat Fakültesinde Kelâm Müdürlüğü yapmıştır. Darülfünunun kapatılmasının ardından kurulun İstanbul Üniversitesi’nde İslâm Tetkikleri Direktörlüğü’ne atanmıştır. Börekçizâde Rifât Efendi’nin vefatından sonra 1938 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilmiştir. 1947 yılında vefat etmiştir. Yayınlanmış yetmiş dört adet kitap ve makalesi vardır.

[11] Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, Dârülfünun Felsefe Müderrisliği yapmıştır. Dârülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüşünce Hukuk Fakültesi’nde Felsefe Hocalığı yapmıştır. Bir ara da İstanbul Ün. İlâhiyat Fakültesi’nde Dekanlık da yapmıştır. Kırk dokuz tane yayınlanmış kitabı vardır.

[12] Bu Fetva için bakınız: Hikmet Bayur, Kur’ân’ın Dili Üzerine, Belleten, 22/88′den Aktaran: İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi (Metinler – Kişiler), Risale Yayınları, İstanbul 1987, c. II, s. 132 vd. Dili Fakîr tarafından arılaştırılmıştır.

[13] Ebu’l-Leys Semerkandî, Kitabu’l-muhtelif, Üçüncü mesele.

[14] Hüsamüddin Buharî, Şerhu’l- Camii’s-sağir.

[15] Tırnak içindeki bu sözler 26. Şuara Sûresi 196 âyetinin Türkçe mealidir.

[16] Tırnak içindeki sözler 87. A’lâ Sûresi, 18. âyetinin Türkçe açıklamasıdır.

[17] İcma’ (İcmâ-ı Ümmet): Kur’ân ve hadislerle açıkça çözümlenemeyen hukuk (Fıkıh) konularında ulemânın (bilginlerin) uyuşmasıdır (oybirliğidir). Böyle bir oybirliği sağlanan konularda ulaşılan sonuç bütün Müslümanlar için uyulması zorunlu bir yasa (kural) oluşturur. İcma-ı Ümmet, Hz. Peygamber’in “Benim ümmetim kesinlikle hatada birleşemez.” hadisine dayalı olarak bir İslâm hukuku kuralı olmuştur.

[18] Zevceni, Şerhu Manzume-i Nesefi.

[19] Hüsamûddin Buharî, Şerhul-Camii’s-sağir.

[20] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefi.

[21] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.

[22] Örf: İnsanların üzerinde birleşerek kural üretmesidir. Sözcük Türkçede gelenek, görenek (âdet) şeklinde kullanılır.

[23] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî,

[24] Serahsî, Mesbût, I, 36.

[25] Tırnak içindeki sözler 43. Zühruf Sûresi 3. âyetinin sözleridir.

[26] Tırnak içindeki sözler 26. Şuarâ Sûresi 195. âyetinin sözleridir.

[27] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.

[28] Tırnak içindeki sözler 13. Ra’d Sûresi 37. âyetinin sözleridir.

[29) Ebu’l-Leys Semerkandî, Kitabu’l-muhtelif.

[30] Hüsameddin Buharî, Şerhu Camiî’s-sagir’den aktaranlar Şerafeddin Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli. Aktaran: İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, Risâle Yayınları, c. II, s. 133 ve 134.

[31] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.

[32] İsmail Kara, Agy, s. 134-135. Ek bilgi için bakınız: Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet, Kitabevi yayınları, İstanbul 1999.

[33] Arapçanın bilinmemesi ya da aslına uygun bir şekilde söylenemeyeceği halinde.

[34] M. Şerafeddin (Yaltkaya) ve İ. Hakkı (İzmirli)’nin 8 Mart 1936 tarihli açıklamaları. Aktaran İsmail Kara, Agy, c. II., s. 135.

[35] Tâbiûn nesli: Sahâbelerle birlikte yaşayan kuşak.

[36] Ensârî, Fevâtih, 1/16′dan aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbâdet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 122.

[37] Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükhan, İslâm Akaid Sistemlerinde Gelişmeler (İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidî, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 238.

[38] Agy, s. 238′de yer alan 242 numaralı dipnot

[39] Ignaz Goldziher, İslâmda Fıkıh ve Akaid, Çeviren Prof. Dr. İlhan Başgöz, Ardıç Yayınları, Ankara 2004, s. 41 vd.

[40] Nerşahî, Tarih-i Buhara, 78′den aktaran Tahir Harimi Balcıoğlu (Önsöz Hilmi Ziya (Ülken)), Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, Kanaat Kitabevi, s. 118.

Benzer bir uygulamayı Hint prenslerinin paralarının üzerinde görüyoruz. Bu paralara İslâmiyetin en önemli ilkesi olan Kelime-i şahâdet şöyle yazılmıştır: “Hak birdir, Muhammed O’nun Avatarıdır.”

Avatar: Hindu dininde, genel olarak Tanrıların bedenleşmesi insan şeklini alması özel olarak Tanrı Vişnu’nun insan kılığında inmesi demektir. Bakınız İgnaz Goldziher, İslâmda Fıkıh ve Akaid, Ardıç Yayınları, Ankara 2004, s. 332.

[41] Fetva-yı Gıyasiye’den aktaran: Tahir Harîmî Balcıoğlu, Agy, s. 118. Ayrıca Bakınız: Yaşar Nuri Öztürk, Ana Dilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, Eylül 2002, s. 121.

[42] Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 121.

http://www.turkceibadet.net/?page_id=351

posted in NAMAZ | 1 Comment

25th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Arap Dilini Kutsallaştırma Çabaları-Cengiz Özakıncı, Dil ve Din

Ayı, yavrusunu severken, vura vura öldürürmüş. İşte kimi ulusçuların ulus sevgisi de böyle, ayının yavrusunu severken öldürmesine benzer.

Bağnaz ulusçuluk, ulusların kimi üyelerinde görülen bir tutarık, bir manyaklıktır. Bu kişliler kendi uluslarını öteki uluslardan yüce, kutsal sayarlar. Böyle kişiler için, kendi uluslarının dili de, öteki ulusların dilinden yücedir. Bunu kanıtlayabilmek için didinirler. Yapay gerekçeler uydururlar. Kendi dillerinin en eski, en yetkin, en engin dil olduğunu kanıtlama çabasına düşmüş Türkler olduğu gibi, Araplar da vardır.

Aşırı Arap ulusçuları, Arapçanın öteki dillerden yüc bir dil olduğunu kanıtlayabilmek için; ”Tanrı’nın kişioğullarına – özellikle!- Arap diliyle seslendiğini” öne sürerler. Bu onların en sağlam(?) gerekçeleridir. Öteki uluslardan çoğu müslümanları da, bunun doğruluğuna kandırmışlardır. Doğaldır ki ancak kandırabileceklerini kandırmışlardır;hepsini değil! Örneğin müslüman Türk bilgini Biruni, Arap dilinin, yazısının yüceliğini yadsımıştır.Ona göre Arap yazısı, bilim dili olarak kullanılamaz niteliktedir. Çünkü bir matematik kesinlikten yoksundur. Ben, Biruni’nin bu gerekçesini doğru bulmuyorum. Arap diliyle bilim yapılabileceği, Arap yazısıyla bilimsel yapıtlar verilebileceği, verildiği kanısındayım. Ancak, benim açımdan önemli olan, Biruni’nin sağlam bir müslüman olmasına, öyle sayılmasına karşın, Arap dilinin yazısının diğer yazılardan, dillerden daha kutsal, daha üstün, daha yüce olduğu savına inanmayışıdır ki, ben de bu kanıdayım.

Gerçek şu ki; ”Tanrı’nın kişioğullarına Arap diliyle seslendiği, bu nedenle de Arap dilinin kutsal bir dil olduğu” düşüncesine kapılmak için, Arap ulusçusu olmak dahi gerekmez. Bilinç düzeyi yetersiz bütün müslümanlar böyle bir düşünceye saplanabilirler. ”Bilinç düzeyi yetersiz müslüman” nitelemesini özellikle kullanıyorum. Çünkü eğer bilinç düzeyleri yeterli olsaydı, bağlandıkları kutsal bildirgede, Kuran’da böyle bir niteleme bulunmadığını bilirlerdi. Müslümanlığın kutsal bildirgesi Kuran’da, Tanrı’nın pek çok topluluğa, çok çeşitli dönemlerde, pek çok elçi gönderdiğini; Tanrının bu elçilere özel bir dille değil, kendi uluslarının o yıllarda kullanageldikleri dille bildirimde bulunduğunu bilirlerdi. Tanrının elçisi Musa, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi İsa, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Yusuf, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Nuh Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi İbrahim Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Muhammed Arapça konuşan ilk, tek elçi olduğuna göre, öteki elçilerin tümünün dilleri başka başkaydı. Tanrı, son elçisi Muhammed dışındaki bütün elçilere, içinde yaşadıkları toplumların konuştuğu Arapçadan başka dillerde bildirimde bulunduğuna göre, Tanrının Arap dilini diğer dillerden daha üstün, diğer dillerden daha kutsal saymadığı apaçıktır. Dinsel bilinç düzeyi yeterli bütün Müslümanlar, bu gerçeği bilmektedirler. Ancak yine de Arap yazısını, dilinin kutsal olduğu, kişioğlunun Tanrıya yalnızca Arapça seslenmesi gerektiği, eğer Tanrıya Arapçadan başka dille seslenirse, bağışlanması olanaksız bir suç işlemiş sayılacağı düşüncesi, bilgisi yetersiz müslümanlarda egemendir. İşte, Türk diline Arapça sözcüklerin girmesinin bir nedeni de bu yanlış inanış olmuştur…

Bir önceki yazımızda, Türklerin öz dillerini korumaya Müslüman olduktan sonra bile özel bir önem verdiklerini;Müslümanlığı benimsemelerinin üzerinden iki yüzyıl geçtikten sonra XI. Yüzyılda bile, dillerinin arılığını büyük ölçüde korumuş olduklarını; benimsedikleri dinin kutsal bildirgesi Kuran’ı bütünüyle Türkçeye çevirdiklerini belirtmiştim. Türklerin yabancı dilleri benimsemeye karşı yadırgayıcı tutum içinde olduklarını da sergilemiştim. ”Sonra ne oldu ki bugün Türklerin dilleri böylesine yoğun bir biçimde Arapça Farsça sözcüklerle doldu?” sorusunun yanıtlarından biri de, Türklere Arapçanın kutsal bir dil olduğu savının benimsetilmesidir. İlginçtir, bu benimsetme işinde Araplardan çok, Türk seçkinlerinin etkisi büyük olmuştur. Sözgeliimi ünlü Türk dilcisi Ali Şir Nevai, Türkleri Arap dilinin üstünlüğüne inandırmaya çalışmış kişilerden biridir.

Ali Şir Nevai’ye göre:

Arap dili, seçkinlik ve yükseklik bakımından dilleirn en ilerisidir. Bu nokta üzerinde hiç kimsenin aykırı düşündüğü ve aykırı bir dava güttüğü yoktur. Çünkü Tanrı, Kuran’ı bu dille indirmiştir; peygamberlerimizin hadisleri gene bu dil ile söylenmiştir; büyük velilerin, din ulularının ileri sürdükleri gerçek ve değimli düşünceler gene bu dil ile meydana gelmiştir.

Ali Şir Nevai, Farsçanın biricik yazı dili larak benimsendiği bir dönemde tüm gücüyle Farsçayı kötüleyip, Türkçeyi yüceltmeye çalışmış; ancak söz Arapçaya gelince Farsçaya karşı dikilen boynu, Arapça önünde eğilmiştir. Arapça deyince, akanlar sular durmuştur. Nevai, Arap dilinin üstünlüğünü benimsemesine bir gerekçe olarak, Kuran’ın bu dille yazılmış olduğunu söylemektedir. Ancak Arapların başlangıçta Kuran ayetleri kendilerine okunduğu zaman, bu ktsal buyruklara da, Tanrı’nın elçisi Muhammed’e de, yine o Arap diliyle sövdüklerini unutuvermiştir. ”Peygamberimiz hadisleri bu dille söylemiştir.” derken, dinden dönenlerin de yine o Arapçayı konuşan Araplar olduğunu unutuvermiştir. Nevai, bir yandan Farsçanın üstünlüğünü yadsıyıp, Türkçenin üstünlüğünü savunurken; öte yandan Arapçanın Türkçeden de, bütün öteki dillerden de üstün olduğunu söylemiştir. Biruni ise, tersini düşünmektedir. O, ”Arapçanın kötülenmesini, Farsçanın yüceltilmesine yeğ tutmaktadır.” Arapların öteki uluslara, Arapçanın öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları cahillikle (bilgisizlikle), kafirlikle (Tanrı’ya bağıtlanmamakla) suçlandıran İbn Kuteybe’ye karşı çıkan Biruni, gerçekte Arapların daha cahil (bilisiz) olup, İslam’a ayak diremede öteki uluslardan daha şiddetli olduklarını, Kuran’dan alıntılarla kanıtlamıştır. Biruni’ye göre, ulusların birbirlerine üstünlük taslamaları, boş bir davranıştır, kötüdür…

Gelgelelim, yanlış düşünceler, bilgisiz kişileri çabuk etkiliyor. Ne denli uygar, ne denli ileri olursa olsun, bütün toplumlarda aydınlar azınlıkta, bilgisizler çoğunlukta oluyor. Bütün öteki toplumlar gibi çoğunluğu bilgisizlerden oluşan Türkler de, Arap dilinin kutsal olduğu gibi yanlış bir düşünceyi, dinbilgiçlerinin dayatmasıyla, süreç içerisinde benimsemişlerdir. Sonuçta, Türkler, pek çok arapça sözcüğü dillerine dolamış, bu sözcükleri kullanırken kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. Kendi dillerinde var olan kimi yerli sözcükleri atıp, yerina Arapçasını getirmişlerdir.Anlamını bilerek, yüreklerin de duyumsayarak kullandıkları: ”Ol bağırsak Tanrı’nın adıyla!..” sözünün yerine; anlamını içlerinde o denli duyamadıkları, kendilerine bir tekerleme gibi gelen, salt kutsal bir anlamı olduğuna inandıkları için söylenmesinde yarar olduğunu düşündükleri ”Bismillahirrahmanirrahim” sözünü kullanmaya başlamışlardır. Türkler, kendi dillerince; ”Yaratgan, türütgen, bağırsak Tanrı” dediklerinde; evreni yaratan, nesneye yaşam veren; kişioğluna da, yaşayan bütün canlı varlıklara da özdevinim gücü veren; onların yaşaması için bütün gereksinimerini sağlayan; ana karnında bebeğin tüm yaşamsal gereksinimlerini karşılayan göbek bağı gibi, yarattıklarını besleyen, büyüten, türeten bir tanrıyı düşünüyorlardı. Bu Türkçe sözlerin yerine Arapça ”Rahman, Rahiym Allah” sözlerini geçirince, Türkün imgeleminde bir boşluk oluşuyor, kökü belleğinde bulunmadığı için düşünü de kuramadığı bu Arapça sözlerin, yalnızca kutsal olduğuna inanarak avunuyordu. Kutsal, ancak yabancı; imgelemde etkisi yok…Bir Arap, ”Rahiym Allah” dediğinde, bu sözcüklerin kökü onun belleğinde imgeler olarak var bulunduğu için anlamı anında gözünde düşleyebiliyor; gelgelelim, bu sözleri kökleri Türk’ün söz dağarcığında olmadığı için ”Rahiym Allah” sözleri Türk’ün imgelemini devindirtmiyor, ışıldatmıyor, sisle kaplıyor; Türk, Tanrı’nın Arapça seslenişlerden sevinç duyduğuna inandırılmış olduğu için, Arapça söylemekle Tanrı’ya kendini beğendirdiğini sanarak, göneniyor…

900 yıl önce Türkler, kendi öz dillrindeki ”idhi” sözcüğünü kullanırken; imgelemlerinde ”eğitici”, ”öğretici”, ”bildirici”, ”buyurucu”, ”doğru yolu gösterici”, ”ana-babaların kendi çocukları üzerine titrediği gibi kişioğlunu kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliklere yönelten” soyut bir varlık ışıldıyorken; Türkler bunu yerine Arapça ”rab” demelerinin Tanrı’yı sevindireceğine kandırıldıktan sonra; ”idhimiz yarlığı” diyecekleri yerde; ”rabbimizin fermenı” demeye başlamış; ancak, Arapça ”rab” sözcüğünü kullandığında, Türk’ün düşünde, öz dilindeki ”idhi” sözcüğünün çağrıştırdığı anlam yüklü imge uyanmamıştır. ”Rab” sözcüğünü dutduğunda, Arap’ın imgeleminde oluşan kesin anlam; ”rab” sözcüğünü duyunca Türk’ün imgeleminde oluşamıyor. Çünkü Türk’ün dilinden kendi öz sözcüğü olan ”idhi” koparılıp atılmış; yerine Türk için anlamı bulanık Arapça bir sözcük konulmuştur. Sonuçta; Türklerin Tanrı’yla ilişkileri, kutsallık uğruna bulandırılmıştır.

Kişioğlunun kendisini Tanrı’nın önünde duruyor varsayarak, ona karşı saygısını davranışlarıyla, sözleriyle göstermesi olgusuna, Arapçada ”es-salat”, Farsçada ”namaz adı verilir. Bu edime girişen kişinin, elini yüzünü ayaklarını yıkaması, giyimini düzeltmesi, kendisine bir çeki düzen vermesi gerektiği denli; ağzından çıkanı kulağı duyacak, ne dediğini bilecek ölçüde ayık olması da gerekir. Öyle ki, Kuran’da, içkili (esrik) olanların, ne dediklerini bilecek denli ayılmadıkça, bu edime girişmemeleri, böyle bir davranışa kalkışmamaları buyurulmuştur. Öyleyse, Türklerin Tanrı’ya, anlamını bilmedikleri sözlerle, ne dediklerini bimeden yakarmaları, Tanrı’ya sevimli gelebilir mi? Düşünmek gerek…

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren, dildir. Bu nedenle, Türklerin dillerinden, kendi anladıkları yerli sözcüklerin atılıp, yerine anlamını gözlerinde yetkince düşleyemedikleri yabancı Arapça sözcüklerin sokulması olgusunun nedenleri, nasılları, çünküleri üzerinde duruyoruz. Türklerin Mslüman olduktan sonra iki yüzyıl boyunca dillerine sokmadıkları Arapçayı, sonra nasıl, ne için dillerine soktuklarına yanıt arıyoruz. Bu sorunun yanıtlarından biri de ”Arapçanın kutsallığına inandırılmış” olmalarıdır.

Gerçekten de bu etken, Türk diline Arapça, Farsça sözcükler doluşmasında, öteki etkenlerden daha çok iş görmüştür. Yan etkileri de ötekilerden çok olmuştur. Yan etkileri derken; ”Türklerin düşünsel gelişiminin kösteklenmesi” gibi, oldukça ölümcül bir etkiden söz ediyorum.

Arap dilini, Arap yazısını kutsallaştırma edimi; ”Türkler anlamasalar bile, kutsal edimlerinde Arapça sözcükleri kullanmalıdırlar; çünkü tanrı kendisine Arapçadan başka bir dille seslenilmesini sevmiyor; Arapçadan başka bir dille istenirse, vermiyor,” kandırmacasıyla kişilere benimsetilmiştir. Öyle ki, Arapça sözcüklere kimi sayrılıkları iyileştirici bir etki dahi yakıştırılmıştır. Anlamı: ”Ey büyüğü küçülten, küçüğü büyülten Allah’ım! Bu bendekini küçült!” diye verilen Arapça bir yakarı, ‘’sivilce duası” adıyla belletilmekte; etkisinin ise bu sözlerin ancak Arapça söylenmesi durumunda gerçekleşeceği vurgulanmakta!… Kişioğlunun yıldığı sayrılıklarında, gücünün sınırsızlığına güvendiği Tanrı’ya yakarması, ondan yardım beklemesi çok doğaldır. Ancak, Tanrı’ya yalnızca Arapça sözcüklerle seslenirse ondan yardım geleceğine inanması, Türkçe yakarırsa, Tanrı’nın kendisine yardım etmeyeceğini sanması, doğal değildir. Kişioğlunu Tanrı’ya kendi öz diliyle yakarmaktan alıkoyan bu gibi çabalar, Türklerin dillerinde niçin bu denli çok Arapça, Farsça sözcük bulunduğunu bize açıklar. ”Borçtan kurtulma duası”, ”okuyan zengin olur duası”, ”diş ağrısı için dua”, ”karınca, bereket duası” adları verilerek, ancak Arapça söylenmesi koşuluyla işe yarayacağı belletilen bu yakarılar, dindarlara ”Eğer Türkçe söylenirse Tanrı bu yakarıları işleme koymaz; kesin sonuç almak istiyorsanız, bu duaları Arapça yazın, söyleyin,” denilerek öğretilmektedir. Oysa, bir Türk, bu yakarıları Arapçayı gereği gibi seslendirerek yapamaz. Arap dilinde öyle sesler vadır ki, -bunlara boğaz sesleri denir- ancak Arap olanlar söyleyebilirler. İçinde böylesi Türk gırtlağına yabancı sesler olan Arapça sözcükleri bir Türk söylemeye kalkıştığında, o sesi çıkartamayacağı için, onu andıran başka bir ses çıkarır. Bu durumda, Arapça sözcüğün anlamı da değişir. Tıpkı ‘’sevmek”, ‘’sövmek” sözcüklerinde olduğu gibi, Arapçada da küçük bir ses değişimianlamı tersine dönüştürebilmektedir; çünkü bütün dillerde olduğu gibi, Arapçada da böylesi yakın sesli, ters anlamlı sözcükler vardır. Bir Arap, Türkçe konuşurken nasıl ‘’sev” diyeceği terde ‘’söv” diyebilirse; bunun gibi, bir Türk de Tanrı’ya Arapça sesleneyim derken ”fağfir lena” (bizi yarlıga, koru) diyeceği yerde, ”fakfir lena” (Bizimle ilişkini kes, bizi boşver) diyebilir. Çünkü, Arapçada bulunan ”ğ” sesi, çok özel bir sestir. Türk dilinde bu ses yoktur. Bir Türk, özel eğitim almadıkça, bu iki sözcüğün söylenişini birbirina karıştıracaktır.

Görüleceği üzere, Türk’ün Tanrı’ya kendi diliyle değil de, seslendirmeyi beceremeyeği Arapça sözcüklerle yakarması, her açıdan yanlıştır. Ancak Arapçayı tüm vurgularıyla konuşabilenlerin becerebileceği bir edimi, Türklerin tümüne buyurmanın dayanağı yoktur.

Türkçe sözcüklerin Tanrı’yı ululamakta yetersiz olduğu savı da çürüktür. ”Allahu ekber” deyiminde geçen ”ekber” sözcüğü, Arapçada yalnızca kutsal bir büyüklüğü göstermekte kullanılan dine özgü bir deyim değildir. Araplar ”ekber” sözcüğünü gündelik toplama çıkartma işlemlerinde, söz gelimi 4 sayısının 3 sayısından büyük olduğunu belirtmek için de kullanmaktadırlar. Arapça ”Allahu ekber”in Türkçe karşılığı ”Ulu Tanrı”dır; burada Arapça ”ekber”in Türkçesi olarak kullanılan ”ulu” sözcüğü, Türkçede sayısal bir büyüklüğü nitelemek için kullanılmaz; Türkçede 4 sayısı 3 sayısında ”ulu”dur denmez; çünkü ”ulu” sözcüğü sayısal değil tinsel, kutsal bir büyüklüğü anlatır. Araplar için, br yandan 4 sayısı 3 sayısından ”ekber”dir; öte yandan ”Allah ekber”dir. Arapçadaki ”ekber” sözcüğünün, o dilde yalnızca Yaradan’ın büyüklüğünü dile getiren kutsal alana özgü bir sözcük olmadığı bilinip dururken; bu sözcük Türklere, sanki Arapçada yalnızca Yaradan’ın büyüklüğünü dile getirmekte kullanılırmış gibi yutturulmuştur. Arap dili üzerinde uzmanca bilgisi bulunmayan iyi niyetli Müslüman Türkler de, bu gibi yanıltmacalara kanmıştır. Duyuru (ezan) Türkçe kunduğu yıllarda; çoğu dinbilgiçleri bu girişime ”Allah ekberdir, siz nasıl Arapça ‘ekber’ yerine Türkçe ‘ulu’ diyebilirsiniz? ‘Ulu’ sözcüğü küçültücüdür,” diye karşı koymuşlardır. Oysa, Türkçe ”ulu” sözcüğü, Arapça ”ekber” sözcüğünden küçültücü değil; tersine, daha yücelticidir.

İşte böyle böyle, Türk diline Arapça sözcükler doldurulmuştur. Bu arapça sözcükler, Arap dilinde taşıdıkları anlamlar bozularak dilimize sokulmuştur. Türk diline sokulan o Arapça sözcüklere de, kullanımdan düşürülüp unutturulan o Türkçe sözcüklere de, yazık edilmiştir.

Türk analarının çocuklarıyla ilişkilerine dek sızan Arapça, Farsça sözcükler, durup dururken dilimize girmiş değildir. Bundan 900 yıl önce, kimi Arap, kimi Türk kandırıcı kişiler, Tanrı ile Türklerin arasına dilden bir engel koydular. Türklerin Tanrı’ya Türkçe seslenmesinin Tanrı’yı kızdıracağını söyleyerek, Türkleri bu yalana inandırdılar. Türkler, Tanrı’nın yalnızca Arapça seslenişlere ilgi göstediğine, kandırıldılar. Tanrı’nın yalnızca Arapça dilekleri, Arapça yakaroları işleme koyduğunu söyleyen bu tilkilere inanan Türkler, bin yılı aşkın bir süredir ağızlarını Arapça sözcüklerle açtıklarında kullanımdan düşürdükleri Türkçe sözcükleri peynir gibi yitiren kargalar konumuna düşmüş; dilleri bozulmuş, imgelenmeleri bulanmış, anlama anlatma yetileri devingenliğini, diriliğini, türetgenliğini tüketmiş durumdadırlar.

O tilkilerin torunları, şimdi de iş başında.

O kargaların torunları şimdi de kandırılmakta…

Dilimizdeki Arapça, Farsça sözcüklerin büyük bir çoğunluğu, işte bu delikten dilimize girmiş bulunuyor.

http://www.turkceibadet.net/?page_id=270

posted in DİL VE TARİH | 0 Comments

25th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Gerçeğe saygısı olmayan insanın kişisel bütünlük içinde kalması mümkün değildir.

-Farz edelim ki söylediklerimi dinleyecek yerde, şu anda başka şeylere ilgi göstermeye başladınız. İlk koşul der ki, “Arif öğretmen, konuşmalarımı dinlemiyor.” Bu benim için bir gerçektir. Bu yokmuş gibi davranamam. Bu yokmuş gibi davranırsam kişisel bütünlüğüm yok olur. Yani içimden, “Arif bey konuşmalarımı dinlemiyor,” derken, dışımda hiç ipucu vermeyeceğim ve sanki siz dinliyormuş gibi konuşmama devam edeceğim. Bu kendi gerçeğime saygı ile ilgili ilk koşula örnek.

 

Bir insan ancak kişisel bütünlüğü kadar kendisidir. Kendisi olmayan insanın etkileme gücü de yoktur.

-Hepimiz özü sözü doğru insana güveniriz ve onun dediğine inanırız. İki birey arasındaki ilişkide, ailede, şirkette, toplumda özü sözü doğru insan, yani kişisel bütünlük içinde olan insan daha etkilidir. Kişisel bütünlük içinde olmayan insan kendi gücünyok eder.

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.

İnsanın kaçamayacağı en büyük otorite kendi vicdanıdır.

Sıradan bir insan olmaktan uzaklaştıkça, sıradan insanlar arasında kendinizi yalnız hissedersiniz.

Siz sadece diğer insanlarla beraber yaşamıyorsunuz; kendinizle de sürekli beraber yaşıyorsunuz. Sıradan insanları sizden uzaklaştıran süreç, sizi kendinize yakın getirecek olan süreçtir.

Savaşçı gibi yaşamak, muhteşem bir başarıdır. Sıradan insanın ha deyince omuzlayacağı bir şey değildir.

Kişisel bütünlük içinde olmayan insan kendisini sürekli zehirliyor demektir.

Bir insanın en önemli ilişkisi onun kendisiyle olan ilişkisidir.

Kişinin kendisiyle ilgili vardığı sonuçlar, kendisiyle ilişkisindeki tutarlılık, onun kendi özdeşim yasasının, “ben kimim” tanımlamasının temelini oluşturur.

Söz vermenin önemlisi önemsizi yoktur. Haklı nedenler olmadan tutulmayan her söz, sizin kendi gözünüzde kim olduğunuzu derinden yaralar.

-Doğan Bey, bir insan kişisel bütünlüğünü arttırmak için nelere dikkat etmeli?

-Verilen sözlerin önemli olduğu bilinci yerleştirilmeli. Kişinin verilen sözleri tutmayla ilgili bilincini keskinleştirmesi ve uyanık tutması gerekir.

-Herhalde ancak tutabileceği sözler verilmeli.

-Evet, bu en önemli ilk adım: Ancak tutabileceği sözlerin verilmesi gerekir. Fakat kişisel bütünlüğü mekanik bir olay olarak almamalı. Mekanik bir söz verdim, yaparım anlayışı ile Nasrettin Hoca alay eder. Hocaya yaşını sormuşlar, kırk dört demiş. Çevresindeki biri “hocam beş sene önce yaşını sorduklarında da kırk dört dedin, bu nasıl iştir” deyince Hoca, “erkek adam sözünden dönmez” demiş.

“Böylesine bir mekanik sözünü tutmadan söz etmiyoruz. Ancak tutabilecek sözlerin verilmesinden söz ediyoruz. Bunu yapabilmesi için kişinin “hayır” demeyi öğrenmesi gerekir. “Hayır” demek cesaret ister; başkaları kırılır mı, alınır mı, beni sevmezler mi, hakkımda olumsuz düşünürler mi gibi sorular içinde yaşamını düzenleyen biri “hayır” diyemez. Çünkü henüz yaşamında neye “evet!” dediğini keşfetmemiştir.

Eğer akvaryumdaki su hasta ise, içindeki balıklar eninde sonunda hasta olurlar.

Kişisel bütünlüğün bir anlam ifade edebilmesi için evrensel değerlerin toplumun kültüründe yaşaması gerekir. Geleceği yaratmak, değerleri yaşamak ve yaşatmakla mümkündür.

 

Güç

Ben ‘güçlü bir insanım, benim gücüm var,’ diyen insan, yaşamının direksiyonunu elinde tutan insandır. ‘Düşünürüm, isterim, yaparım’ duygusu içinde yaşar.

Hayatlarını tribünlerden seyreden insanların kendilerini güçlü hissetmeleri çok zordur.

Balığın okyanusta yaşadığı gibi biz insanlar da kültür okyanusu içinde yaşarız. Bu kültür okyanusunda birçok inançlar, varsayımlar, felsefi mesajlar bize zaman içinde, biz farkına varmadan verilir, öğretilir.

Savaşçı ‘ben varım’ı bilinçli olarak söyleyebilen kişidir. Gücünden gelir.

“Ait olma ve birey olma dansının bilinci içinde savaşçı kendi yaşamının dokusunu oluşturmaya başlar. Sıradan, kalıplaşmış, mış gibi bir yaşamı olan insanın kendine özgü, kendi geliştirdiği, bu benim diyebileceği inançları, değerleri ve bilgisi olmadı için, başkalarının sunduğu inançları, değerleri ve bilgileri hemen kabul eder.

Çünkü var olabilmesi için bunlara ihtiyacı vardır. Yani, bu insanın yaşamını yönetenler, diğer insanlar ya da daha genel ifadeyle, toplum ve toplumun inançları, değerleridir. Birey kendi yaşamına, kendi içinden gelen bir şey katmamaktadır. On altısında öldü, altmışında gömülü dediğimiz kişilerdir, bunlar Tamamıyla ait olma içinde geçen bir hayat; kendi hayatlarının anlamlarını başkalarının vermelerini beklerler. Bu insanlar için diğer insanların algılamalarının dışında başka bir realite yoktur; başka insanların ne dediği, ne gördüğü onların gerçeklerini tayin eder.

Savaşçı gözlemleyen bilincini geliştirmiş olduğu için diğer insanların gördüğü, inandığı gerçekliği gördüğü gibi, onun ötesinde olan kendi gözleriyle görebildiği gerçeği de algılar. Kendisi, kültürün verdiğinin ötesinde vardır.savaşçı ben varımı bilinçli olarak söyleyebilen kişidir. Gücü bundan gelir.

-Sıradan kalıplaşmış insanın güçlü olma ihtiyacı yok mu?

-Var. Kalıplaşmış insan, herkesin takdirini kazanmak için işler yapar, ve onlar aferin! Dendiği sürece kendini güçlü hisseder. Ama herkes aferin derken bile, içinde bir yerde korku vardır:”Ya biraz sonra aferin demeyi keserlerse” diye korkar. O nedenle yaptığı işlerde hep sonuca önem verir. “bak ben pekiyi aldım” “bak ben oyunda 3 gol attım” “bak ben çocuğuma dükkan açtım” demeye önem verir.

 

Sürece önem vermez, çünkü süreç ancak kendisinin gözlediği, bildiği bir oluşumdur.

O nedenle şöyle düşünmez ve söyleyemez: “dersten pekiyi aldım, ama en önemli tarafı zevk alarak yeni bilgiler öğrenmemdi, bu ders bana yeni ufuklar açtı”, “oyunda hiç gol atamadım ama beraberce çok iyi vakit geçirdik”…

Değerlerden kaynaklanan güç, insanı ezmeyen insan onurunu küçültmeyen, aksine insan onurunu yücelten bir güçtür.

Korkudan gelen disiplin, korku kaynağı yok olduğu zaman kaybolur. Ama, kişinin kendi içinden gelen disiplin hiç kaybolmaz; kişi kendini o geleceğe adadığı sürece devam eder.

Kişisel bütünlüğü yüksek olan insanın bakışı, oturuşu, duruşu kendine özgü bir gücü ifade eder.

Bilinçlenmiş bireylerin sayısı çoğaldıkça, toplum daha bilinçli algılayıp, düşünüp, daha bilinçli davranmaya başlar.

-Bireyin bilinci donanınca, zenginleşince, onun algılaması değişir. Algılaması değişen insan otomat olarak davranmaktan vazgeçer, daha çok yönlü düşünmeye başlar. Daha çok yönlü düşününce, davranışlarını daha gelişmiş bir planlama içinde gerçekleştirir. Bireyin bilincinin donatılmasının değişmesinin onun düşünüşün değiştireceğini, bireyin düşüncesinin değişmesinin de onun eylemini değiştireceğini söylüyorsunuz.

İnsanların birbirine güvenmediği yerde olumlu sonuç alınamaz

Çoğunluğun doğru demesi, benim bunu yanlış görmemi etkilemez.

Kültürün temelini değiştirmeden, o kültür içinde yaratılacak gelecek, değerler üzerine kurulu bir gelecek olamaz.

Savaşçı gücün kendini adadığı gelecekten alır.

Niyetin saflığı içinde verilmiş kararlar, savaşçının en önemli güç kaynağıdır.

 

Sorumluluk

İnsan bir şeyi yapmaya karar verdi mi, sonuna kadar gitmeli; ama yaptığı şeyden sorumluluk almalı (Don Juan)

Ölümün avcılık yaptığı bir dünyada, kuşku ve pişmanlık için zaman yok. Ancak kararlar için zaman var (Don Juan)

Bir insanın kararlarının sorumluluğunu kabul etmesi demek, o kararlar uğruna ölmeye hazır olması demektir (Don Juan)

Bir insanın sorumlu olması için, o insanın sorumlu tutulacağı konuda bir farkındalığı, bir bilinci olması gerekir.

Sorumluluk almış insan hesap verir; kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları içinde olaya sahip çıkar.

Arif Beyle bu noktada şu soruyu ele almak istedik: “Bir insanın eyleminden sorumluluk alması ne demektir? Yani eylemlerinden sorumluluk almış bir insanla, sorumluluk almamış bir insan arasındaki fark nedir?” sorusu, bilen ve istediğini yapabilme özgürlüğolan insanlar arasında ayırım yapmak üzere sorulmuş bir soru.

-Sorumluluk almış insan hesap verir; kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları içinde olaya sahip çıkar. Burada kişinin kendi yaşamına sahip çıkması var.

-Evet anlıyorum. Sorumluluk almamış kişi, söz konusu olan her ne ise, ona sahip çıkmaz. Konuyu kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları dışında tutar.

“Doğan Bey bu söyledikleriniz, masum kelimeler gibi görünüyor, ama, aslında insanın büyük farklar yaratacak güçlü farkındalıklar. Şu anda tüylerin diken diken. Ben çoğu kere sorumluluktan kaçış görüyorum. Üniversite hocası öğrencinin sorunlarının kaynağını onların lisede iyi yetişmemesinde görüyor. Lise öğretmenleri sorumluluğu ortaokul eğitimindeki eksikliğe, ortaokul öğretmeni ilkokul eğitimindeki yetersizliğe yüklüyor ve ilkokul öğretmeni de aileyi sorumlu tutuyor. Tabii ailede bütün kabahati devlete atıyor.

Özgürlük ancak sorumluluk temeli üzerinde yaşayabilir. Sorumluluk olmadan, özgürlük yaşayamaz

-Sorumluluk özgürlüğün diğer yarısıdır. Yani sorumluluk ve özgürlük el ele baş başa gitmek zorundadır.

-Sorumluluğun olmadı yerde özgürlük, özgürlüğün olmadığı yerde sorumluluk olmaz diyorsunuz.

-Evet. Bugün toplumumuzun içinde bulunduğu sorunların temelinde yatan nedenlerin biri de, insanlarımızın yetişkin özgürlüğü isterken, çocuk sorumluluğu içerisinde kalması.

Sorumluluk bilinci, kişinin olgunlaşma sürecinde nerede olduğunun en iyi göstergeci

-Bir çift düşün, aralarında bir çatışma olmuş, ondan sonra her ikisi de surat asarak birbirleriyle konuşmamaya başlamışlar. Çocuklar küserler, birbirlerine surat asarlar; ama, yetişkinlerin sorunları konuşarak çözüm aramaları beklenir. Böyle durumlarda “haydi çocuklaşmayın aranızdaki sorunu konuşarak çözün” deriz.

“24-25 yaşların bir genç bayan kendi yaşamıyla ilgili kararları hala annesine bırakıyorsa “henüz daha çocuk gibi annesine bağlı” deriz. Çünkkendi yaşamından sorumluluk almamakta, kendi yaşamının sorumluluğunu annesine bırakmaktadır.

Kişinin yetiştiği ortamda kendine seçim yapma ve yaptığı seçimin sonuçlarından sorumlu olma fırsatı verilmemişse, sorumluluk duygusu gelişmez.

Beni diğerlerinden ayıran özellik, benim diğerlerinin sormadığı soruları sormam, ve sormaya devam etmemdir. (Vernon)

…Aslında şu dört konu birbiri ile sıkı sıkıya bağlantılı: 1. Seçim yapabilme. 2. Özgürlük. 3. Sorumluluk. 4. Kişisel bütünlük.

Ne kadar seçeneğim varsa, o kadar özgürlüğüm var demektir.

Sorumluluk almayan insanın neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl yapacağına dair sınırları belirgin değildir.

-Sorumluluk duygusu gelişmemiş bir insanda kişisel bütünlüğün bir anlamı yoktur. “Bu benim yaşamım” diyebileceği bir hayatı olmadığı için, yaşadığı bu hayat, başkalarının beklentilerini gerçekleştirme temeli üzerine kurulu olduğu için, kendi özüyle ilişkisi kesilmiştir. O nedenle özü, sözü, eylemi birbirini tutmuş, tutmamış, bir anlam taşımaz.

Çevreme bakıyorum, birçok insan var, ve bir şeyin farkına varıyorum: bu kadar insan buraya gelip oturuyor ve gerçekten tamamen oturmak için geliyor ve gerçekten oturuyorlar; hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden zamanlarını burada geçiriyorlar

Sorumluluğun gerçek temeli kişinin ortama getirdiği bilinç düzeyinde yatar.

Kendi sınırlarının dışında olan bir sorumluluğu aldığında, kişi, kendine karşı sorumsuzca davranmış olur.

Niyetimiz yaşamımızın pusulası olmalı.

Savaşçı, niyetinin saflığı içinde neyi değiştirmek istediğini tanımlar ve gücü çerçevesi içinde kendini ve zamanını verir

Ben sorumlu bir insanım diyen kişi önce içinde yaşadığı gerçekleri algılamaktan sorumlu olduğunu bilir.

Bilincini geliştirmeye kendini adamışsan, bilincin zaman içinde gelişir.

 

Ölüm Bilinci

Yaşamımın tüm anları tek ve kendine özgüdür.

Sıradan insanları savaşçı olmaya götüren ilk adımlardan birisi ölüm bilincidir.

Eğer ölümün her an ve her yerden gelebileceğini kabul edersem, bencilliğimden gelen “şimdi ve burada” ya ilişkin tembelliğim kaybolur. (Martin Heidegger)

Sıradan insan sonsuz yaşamı zemin kabul ederek, günlük yaşamını anlamlandırırken, savaşçı, her an ölüm bilincini zemin kabul ederek, günlük yaşamını anlamlandırıyor.

Ölüm düşüncesi insanoğlunun ruhuna çeki düzen veren tek şeydir (Don Juan)

Savaşçı kafası karıştığı zaman ölümü düşünür (Don Juan)

Bir savaşçı her eylemi dikkatle inceler, çünkü o eylem onun bu dünyadaki son eylemi olabilir. (Don Juan)

Ölüm bizim dostumuzdur; onu evine misafir etmek istemeyen zaten evde değildir. (Francis Bacon)

 

Değişim

Her şeyin gerçekleştirmek istediği bir varoluş amacı vardır ve değişim, bu amacın gerçekleşmesi için doğal olarak ortaya çıkar.

Değişim varoluşun içinde potansiyel olarak vardır.

Tüm dünya birbirleriyle ilişkisi olan parçalardan oluşur ve her bir parçanın kendine özgü amacı, hedefi vardır.

Gerçek evrensel bilince erişmeden önce, sahip olduğunuz tek şey istektir (Hegel)

Bir tek insan öyle bir düşünce ve eylem düzeyine girebilir ki, kendinden sonra gelen çağı tamamıyla farklı bir yöne yönlendirebilir.

Bilinçte meydana gelen değişimler, diğer tüm değişimlerin esasını oluşturur.

İnsanın gerçeğini onun algıladığı dünya oluşturur. İnsanın algılamasını etkileyen en önemli faktörlerden biri, o insanın dünyaya bakarken hangi niyetle baktığıdır.

Zaman içinde yer alan her şey değişir. Var olmak demek, değişmek demektir.

Değişimi bilinçli olarak yapmayı göze almak için gayret ve cesaret ister.

Hayatını anlamlı bulan veya bulmayan kişinin kendisidir. Anlamsız bulduğu zaman arayışa geçen de kendisidir.

Savaşçı kendi değişiminin peşindedir. Başkalarını değiştirmek onun amacı içine girmez.

 

-Savaşçı başkalarını değiştirmek istiyorsa ama gerçekten istiyorsa onların değişmine katkıda bulunur. Bu kadar. Savaşçı yaşamının kendi seçtiği anlamı içinde, olabileceğinin en iyisini olmaya kendini adamıştır.

“Bu adama sadece zihinsel bir adama değil, gönlünde kapsayan bir adamadır. Bunu özgür iradesiyle seçmiştir ve bu seçimin yaratacağı gelecekten kişisel bütünlük içinde sorumluluk alır. Ve bu andan itibaren niyetinin saflığı içinde, hayatını stratejik olarak yaşar. Her bir düşüncesi ve eylemi, niyetinin saflığı içinde kişisel bütünlüğünün ve sorumluluğunun damgasını taşır.

Kendimiz hangi sınırlar içinde tanımlayacağımız, nelere dost, nelere düşman gözüyle bakacağımızı belirler.

Kendini önemsemek insanı ağırlaştırır, hantal ve mağrur yapar. Bilge kişi olmak için insanın hafif ve akıcı olması gerekir (Don Juan)

Bu dünyada en önemli şeyin sen olduğunu düşündüğün sürece, çevrende seni kuşatmış olan dünyanın farkına vararak onları anlaman mümkün değil (Don Juan)

Her melankoli nöbetinin altında kendini önemseme yatar (Don Juan) Savaşçıda hüzün duyar ama o hüznüyle alay edebilecek ve gülüp geçecek güce ermiştir.

İnsan gerçek potansiyelini ancak savaşçı olarak sağlayabilir.

İnsan ancak bir savaşçı ruhu içinde özgün bir yaşam oluşturabilir.

İnsan yaşamın belirli alanında yaptığı işi en iyi şekilde yapmaya çalışırken savaşçı olma yoluna girer.

 

Bitmemiş İşler

İnsanoğlu öyle muhteşem bir potansiyel ki, kırdaki otlar gibi özgürce büyüme imkanı bulursa, kendi özü yönünde gelişir ve özgün bir insan olur.

-Japon bahçesini gezerken dikkatimi en çok çeken şu oldu: Bazı bonzai ağaçlarının önüne plaketler koymuşlar. BU plaketler ağacın geçmişi hakkında bilgiler veriyor. Ağaca bakıyorum bodur bir ağaç ama okuduğum plakette 150 yaşını aşmış olduğu yazıyor. Ağaçları budama tekniği geliştiren kimseye Japonlar büyük saygı duyuyor. Ağacın doğal olarak büyüyüp, gelişip, ulu bir ağaç olmasını önleyen ve bodur bir ağaç olarak kalmasını sağlayan kişiye üstat olarak bakılıyor.

-Yani Hocam, bizim ana babalarımızda birer bonzai üstadı mı?

-Ve kim çocuğunu daha bodur bırakıyorsa ona “vallahi bravo o anaya babaya öyle bir çocuk yetiştirmişler ki, çocuğun ağzından hiç laf çıkmıyor, her yerde çok hanım hanım veya paşa paşa oturuyor” gibi laflarla onları taltif ediyoruz.

-Evet doğan bey şimdi anlıyorum ne demek istediğinizi. Bizimkiler bizi kırdaki otlar gibi özgür bırakmıyorlar. Bonzai ustadı gibi dürekli buduyorlar. Bence bizim ezikliğimizin ve çekingenliğimizin kaynağı bu. Budanmışız yani…

Önemli olan şu: kendi hayatımla ilgili ne yapıyorum?

Bitmemiş işler bizim şimdi ve şu anı algılamamıza ve yaşamamıza sürekli engel teşkil eder.

Savaşçı bitmemiş işler taşımaz, sürekli işlerini bitirerek yaşamına devam eder.

Varoluşun temel boyutları kişinin kendi algılaması içinde oluşur.

İnsan ancak ilişkileri içinde var ya da yok olabilir.

Temel varoluş boyutlarından biri de kişinin kendisini doğal görmesidir.

İnsan sürekli farkında olabilen bir yaratıktır.

Savaşçı ait olmaya önem verir ama ait olma tarafından kullanılmaya izin vermez

İnsan yürekten affetmeyi öğrenmeden bitmemiş işlerini bitiremez

 

Savaşçı Olmak İçin

Savaşçı karar vermeden önce düşünür, inceler, gözden geçirir, acele etmez, her şeyi hesaba katar

Savaşçı kararını verirken özgür iradesi içinde verir yani onun kararı bir seçimdir

Savaşçı verdiği karardan pişmanlık duymaz savaşçı sabırla bekler; beklediğini bilir ve ne için beklediğini bilir

Savaşçı hiçbir şeyin müptelası olmaz

Savaşçı seçimini yaparken gönlünün sesini dinler.

Dinlemek en iyi iletişim eylemidir.

Diğer insanların yaptıkları şeyler ancak biz izin verirsek bizim ruhumuzu zedeler. Ruhun zedelenmemesi için savaşçı her durumda uygun duygusal tavrını alır

Savaşçının duygusal durumu başkalarının söyledikleri, davranışları ile değil, kendi bilinçli seçimiyle oluşur

Savaşçı tüm evrenle biz bilinci içinde ilişki kurar

Savaşçı sağlığına özen gösterir

Savaşçı yaşamına katkıda bulunan her şeye ve herkese teşekkür duygusu besler.

 


 

posted in PSİKOLOJİ | 7 Comments

20th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BAKIŞ AÇINIZ, GÖZLERİNİZ VE KALBİNİZ

DÜNYAYA AÇILAN PENCERENİZ, GÖNÜL KAPINIZ

SİZİ FARKLI KILAN ÖZELLİĞİNİZ VE FARKINDALIK

“Herkese şefkat gözü ile bakmalısın. Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan halka müderris olsa da; Hakk’a âsîdir.” Hacı Bektaş’a atfediliyor.

Hacı Bektaş, bu sözüyle insanlara şefkatle yaklaşmaktan söz etmektedir. Evet, insanlara şefkatle yaklaşmak doğru bir yöntemdir. Türk Dil Kurumu, “şefkat” sözcüğünün karşılığını, ‘Koruma, acıma ve sevgi duygusu’ diye vermektedir. İnsanlara yaklaşırken koruma, acıma ve sevgi duygusuyla yola çıkmadan onlara yardımcı olmak zordur. Aslolan herkese bu gözle bakmak, bu gözle yaklaşmaktır. Yoksa sahtekarlarla dürüst insanları, canilerle hayat kurtaranları, bozgunculuk yapanlarla barış ortamını hakim kılmaya çalışanları, bölücülerle birleştiricileri, hırsızlarla emekleriyle kazananları, önüne geleni ayartmak isteyenlerle iffetli olanları, teröristle Mehmet Akif’’i, dini inançlarını zor ve şiddet kullanarak kabul ettirmek isteyen kişilerle peygamberlerin yakın dostlarını, peygamberlerle savaşanlarla peygamberleri aynı kefeye koyamayız, onların her birine aynı gözle bakamayız. Bunun aksini iddia edenlere Allah bilemeyeceğimiz, kestiremeyeceğimiz öylesine olaylar yaşatır (42Şura, 30; 4Nisa, 79) ki ilahi adalet gereği acıları tadınca söylediklerine bin pişman olurlar.

Ancak insanlar yalancı da olsalar, hırsız da olsalar, iffetsiz de olsalar, ne tür inanç ve davranışa sahip olurlarsa olsunlar onlara şefkatle yaklaşmadan onların sorunlarını çözmek kolay değildir. Şefkat duygusu, koruma amacını güden dostça, arka planında sevgi olan bir yaklaşım biçimidir. Yoksa insanları ve onların niteliklerini erdemli görme eğilimi değildir. Zaten baskı ve şiddete başvurmadan din konusunda konuşanlar, yazanlar, başkalarının da duyması için emek harcayanlar, isterse yanlış bir inanç üzere olsunlar, bu şefkat duygusuyla hareket etmektedirler. Tam tersine bu konularda konuşmayanlar, yazmayanlar, bunlara kulak vermeyenler, söylenenleri rafa kaldıran veya es geçenler, bu konuda emek verenleri kınayanlar işte bu şefkat duygusundan yoksundurlar. Asıl onlar, bırakın insanları kategorize etmeyi, onlara yaklaşımda bile, yöntem olarak bile ayrımcılık yapmaktadırlar. Cinsiyet ayrımcılığı yapanlar, ırk ayrımcılığı yapanlar, etnik ayrımcılığı yapanlar, sınıf ayrımcılığı yapanlar, din ya da milliyet faşizmi yapanlar gerçek ayrımcılar ve bölücülerdir. Sahtekâr, yalancı, ahlaksız, katil, hırsız hangi dine, hangi inanca, hangi milliyete, hangi etnik gruba mensup olursa olsun sahtekârdır, yalancıdır, ahlaksızdır, katildir, hırsızdır. Bizim toplumun en kötüsü başkalarının en iyisinden daha iyidir anlayışı gerçek ayrımcılıktır, gerçek bölücülüktür. Oysa ilahi kitap KUR’AN, ‘Kendi aleyhine, en yakın dostlarının aleyhine bile olsa adaletli olmayı’ yalnızca ahlaki bir buyruk olarak değil ilahi bir hüküm olarak ortaya koymuştur. (Bk. 4Nisa, 135) Yine KUR’AN, “düşmanın bile olsa adaletli davranmayı, gerçek takvanın (dindarlığın) bu olduğunu” öğütlemiştir. (Bk. 5Maide, 8 )

Olumsuz olaylarda, olayın aktörlerini görmezden gelerek herkese aynı gözle bakmak paranoyadır. Düşünün ki birisi yalan söylüyor, cinayet işliyor ve hırsızlık yapıyor. Sizden buradan hareketle herkese yalancı, katil veya hırsız gözüyle, ‘tek bir gözle’ bakıyorsunuz. Düşünün ki birisi dürüstlük örneği vererek çok önemli olaylarda adaletli davranıyor; böylece oldukça ciddi bir risk üstleniyor, bu kişi oldukça yardımsever veya oldukça çalışkan… Siz bu olaydan yola çıkarak herkese, dürüst veya yardımsever ya da çalışkan gözüyle, ‘tek bir gözle’ bakıyorsunuz. Yaptığınız doğru mudur? Yapanla yıkanı ayırt edemiyorsunuz. Dost ile düşmanın veya dostluğa daha yakın olanla düşman olma eğilimi olanın farkına varamıyorsunuz. Dostunuza düşman düşmanınıza dostunuzmuş gibi davranıyorsunuz. Evet, kişi nasılsa etrafındakileri de öyle görüyor, onlara öyle davranıyor.

Sizi farklı kılan yönünüzün farkında oluşunuz veya olmayışınız sizin bilinç düzeyinizi ortaya koyar. Gerçek farkınız; ırkınız mı, diliniz mi, cinsiyetiniz mi, boyunuz mu, kilonuz mu, yaşınız mı, gözünüzün ve saçınızın rengi mi, fiziğiniz mi, mesleğiniz mi, kariyeriniz mi, paranız mı, işiniz mi, babanızın mesleği mi, dostunuz mu? Eğer ilkeleriniz ve değerleriniz varsa bunun da insanlığa barış, saygı, sevgi ve kardeşlik getireceğine inanıyorsanız bunları dile getiriyorsanız, zaten bu durum, muhataplarınızdaki eksikliğin farkındalıktan kaynaklanmaktadır. Sürü psikolojisi ile yaşıyorsak herkes çoban bellediğinin arkasından gidecek, ilk koyun kendisini kayalardan atınca diğerleri de benzer bir tutum içine girmekte tereddüt etmeyecektir. Buna engel olmak isteyenleri de yol kesmekle suçlayabilecektir.

Yeni tanışılan insan hakkında onun masum (suçsuz) olduğu karinesi geçerlidir. Onun hakkında suçlu veya erdemli yakıştırması ise bir gerçeğe dayanmaz, böyle bir davranışın sağlam bir dayanağı yoktur. Birinin ahlaklı ve inançlı olması da sonradan kazanılan bir durumdur. Durup dururken kimse şu ahlak veya bu inanç üzere olmaz. İnanç ve ahlak, bir bilginin doğruluğundan emin olmak ve bunu davranışlara yansıtmaktır. Oysa suçsuzluk doğuştan getirilen bir durumdur. Aksi ispat edilinceye kadar herkese suçsuzdur (masumdur). Suçsuz insana şefkatle yaklaşılır, eğer onda bir hayır varsa o hayır paylaşılır. Onun bilgisinden yararlanılır, ahlakı ve karakteri örnek alınır. Eğer onda birtakım eksiklikler varsa ona şefkatle yaklaşılır; bunun giderilmesine, sorunlarını çözmesine ve gelişimine katkı sağlamaya yardımcı olunur.

Kim olursa olsun herkesin doğru yolda olduğunu iddia etmek ve yukarıdaki sözü böyle anlamak ve bunu yaymaya çalışmak istismara girer. Değerleri istismar etmek kimseye hayır getirmez. Mistik ve New Age gibi bazı akımlar, evrensel ilkeler ve standart ahlaki değerler olmadığını iddia ederek tüm değerlerin ve özellikle ilahi dinlerin içini boşaltmak istemektedirler. Bu ilkelerin dönemsel veya yöresel olduğunu, arka planında değerlere bağlı olmayan bir kurallar bütünü olduğunu sabuklamaktadırlar. Oysa tarihin her döneminde ve dünyanın her ülkesinde ve herkese göre yalan söylemek, kandırmak, aldatmak, ihanet, kula kulluk, cinayet, hırsızlık, insana zarar veren yiyecekler, içecekler, sözler ve davranışlar kötüdür. Kimse kendisinin böyle bir muameleye tabi tutulmasına rıza göstermez. O yüzden ‘evrensel ilkeler ve değerler yoktur’ diyenler insanlık düşmanıdırlar, insanlığa en büyük zararı bunlar vermektedirler. Evet, en azından herkesçe bilinen ve kabul edilen ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ gibi evrensel bir mutabakat metni vardır. Nitekim değerleri merkeze alan dünyadaki tüm din mensupları bu anlayışlara karşı mücadele vermektedirler. Öyleyse her akıllı insan ayartıcıların bu tuzağına düşmemelidir. Çünkü bu, şeytanın en büyük tuzağıdır. “Kötülüğe ve yanlışa yaklaşma/yanaşma” buyruğu için şeytan atalarımızı, “Aslında o kötülük değil. Senin sonsuza kadar eksik ve muhtaç yaşaman için kurulmuş bir tuzak veya tezgahtır” diyerek kandırmıştır.

Ne dersiniz? Yazı yazarak emek verenler, bu yazıları okuyacak olan insanların hepsini tanıyor mudur? Asıl şefkat, verilen bu emek değil midir, yoksa?

GÖZLERİNİZ

Nasıl bakıyor sizin gözleriniz?

Kilitli bir kapı gibi mi, hiçbir ışık sızdırmayan?

Karanlık ve kapalı mı?

Hiç merak ettiniz mi, nasıl bakıyor sizin gözleriniz…

Oğlu kaybolmuş bir anneyi gördüğünüzde, gözleriniz nasıl bakıyor?

Bir zengin gördüğünde gözleriniz nasıl bakıyor?

Bir general gördüğünde…

Çocukları yerlerde sürüyen polislere nasıl bakıyor?

Ya kocasını arayan bir kadının kederli gözlerine nasıl bakıyor gözleriniz?

Ağaçlara nasıl bakıyor?

Denize, bulutlara, çiçeklere…

Martılara…

Çocuklarınıza nasıl bakıyor gözleriniz?

Gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi?

Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan?

Korkuyla mı, elemle mi, çaresizlikle mi, sevgiyle mi, acıyla mı, sevinçle mi? ..

Nasıl bakıyor gözleriniz?

Ne görüyorsunuz kendi bakışlarınızda?

Size yalan söyleyenlere nasıl bakıyor gözleriniz…

Sizi korkutanlara…

Size saldıranlara…

Cellatlara nasıl bakıyor gözleriniz?

Uçurtmalara, sandallara, faytonlara, havai fişeklere…

Otobüslere, arabalara…

Denize nasıl bakıyor gözleriniz?

Dağlara nasıl bakıyor?

Çöplükten ekmek toplayan bebeklere…

Banka kapılarında sıra bekleyen yaşlılara…

Sahipsiz hastalara…

Bir mahkum arabasının dar ve demirli penceresinden el sallayan genç kızlara…

Gözleriniz nasıl bakıyor?

Hiç merak ettiniz mi?

Baktınız mı hiç kendi gözlerinize?

Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan…

 

Çıplak kadınlara nasıl bakıyor gözleriniz?

Sevişenlere nasıl bakıyor, öpüşenlere…

Vurulmuş bedenlere nasıl bakıyor?

Parlak kravatlara, şık tayyörlere, rüzgarlı eşarplara nasıl bakıyor?

 

Nasıl bakıyor gözleriniz, gözlerinize hiç baktınız mı?

Ne var sizin gözlerinizde, elem mi, keder mi, çaresizlik mi, korku mu, sevinç mi, ümit mi, bezginlik mi?

Kilitli bir kapı gibi mi yoksa?

Şehir ışıklarına nasıl bakıyor gözleriniz?

Bulutlara, doğan güne, akşam kızılına…

 

Silahlara nasıl bakıyor gözleriniz?

Üstünüze tutulan silahlara…

Kelepçelere, hapishanelere, darağaçlarına…

Sokak çocuklarına…

‘Hakkımı istiyorum’ diye bağıran o ihtiyara…

‘Yalnız değilsin kızım’ diye hapishaneye giden kızının ardından hıçkıran anaya…

‘Nerede benim kocam’ diye soran yaşlı kadına…

Sizi korkutan eski generallere nasıl bakıyor gözleriniz?

Dünyaya, hayata, dostlara ve düşmanlara…

 

Nasıl bakıyor sizin gözleriniz?

Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan?

Gözleriniz, bir aynada gözlerinize değdiğinde, nasıl bakıyor?

Utançla mı, ıstırapla mı, korkuyla mı?

Sizin gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi?

Nasıl bakıyor o gözleriniz şu yaşadığınız hayata?

Ahmet Altan



ŞERÎAT VE TARÎKAT YOBAZLIĞI NEDİR?

Soru 98 : Şerîat ve tarîkat yobazlığı nedir?

Her ikisi de birbirinden beter iki onulmaz yara, iki sağlaşmaz hastalıktır. Şerîat yobazı, karıncayı çiğnemekten çekinir; Kur’ân-ı Kerîm «size selâm vererek sizinle buluşan kişiye müslüman değilsin demeyin» buyurduğu (IV, 94), kitap ehline bile dokunmadığı, onları dinlerinde serbest bıraktığı, Hz. Peygamber, Allah’ın birliğine inananın cennete gireceğini bildirdiği halde, en küçük müsamahayı bile kabul etmez, din uğruna, Allah aşkına adam boğazlamayı cihad sayar; kendi gözündeki merteği görmez, âlemin gözündeki çöpe takılır gözü. Tarîkat yobazı, her şeyi Tanrı tecellîsi görür, herkese aynı gözle bakmayı söyler; fakat kendi yoluna uymayanları «avâm, zâhid, Yezid, yabancı» sözleriyle kınar; adam yerine saymaz. Şerîat yoba¬zına göre müslüman, yalnız kendisidir, kendine uymayanlar dinsizdir. Hele başını ustura ile tıraş ettirmeyen, sakalını çenbervârî bırakmayan, başına bere giymeyen kişiyi gâvur sayar; her yeniye, her yeniliğe düşmandır; rahmetli Neyzen Tevfik’ın dediği gibi,

Yobazın mantıka ermez berelenmiş kafası!

Tarîkat yobazı, esmâya(isimlere: zikirlere virdlere) kaptırır kendini, rüyalara dalar, hayal âlemlerine girer; dünyayı sanki boşlamıştır; ama aklı mangırdadır, gönlü dünyaya bağlı. Fakat kerametler satar, gaybden haber verir, dünyayı tasarruf eder aklınca. Gene rahmetli Neyzen, bu rûhî hâletleri anlatırken demişti ki:

«Bunlar, ya garezdir, ya maraz.»

Gerçekten de öyledir. Ya çıkarına göre lâf eder, iş görür yobaz; ya da devrini anlamayacak, muhitini farketmiyecek kadar kendini sâbit fikirlere kaptırmıştır, aklını yitirmiş bir hastadır yobaz.

Her iki yobaz da toplum için tehlikelidir. Gerçek dinle ilgilenen, dünyayı da, ahireti de dengede tutan, insan şerefini gözeten, bağımsızlığı toplum için temel sayan, bunu sağlamak için savaşı koyan, insanları bir gören, yardımlaşmayı, sevişmeyi buyuran, aklı ön plâna alan, iktisâdî düzeni en ileri bir görüşle amaç edinen, yaşayışı takdis eden, bir hak bilen, hürafeleri reddedip bâtıl bulan, hikmeti, inanan kişinin yitik malı bilip nereden ve kimden olursa olsun almayı emreyleyen, dinlerin sonuncusu ve en mütekâmili olan İslâm diniyle peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’in buyruklarına uyar ancak. Onun dini de en gerçek dindir, inancı da, yalanlarla, dolanlarla, hayallerle örülmüş bir inancı olamaz.

Gerçek din inancına sahip olan şerîatçı bundan vazgeçip de, Hz. Peygamber’in nehyettiği muskayı yazamaz (Câmi’, II, s. 152), üfürükle hasta tedavisine kalkamaz (aynı, I, s. 67); «Bize karşı silâh taşıyan bizden değildir» diyen (II, s. 153) Peygamber’in emrine karşı gelemez; «Müslümanları ayıran benden değildir» (II, 161) buyruğunu çiğneyemez.

Gerçek din inancına sahip olan tasavvufçu bundan vazgeçip de, gaybın, ancak Allah tarafından bilindiğini açıkça anlatan Kur’ân-ı Kerîm’in (7/188, 31/34) hükmüne karşı çıkıp gelecek zamanda olacak şeyleri bilmek dâvasına girişemez; cifrle(sayıları kutsamak) uğraşamaz, geleceğin, Tanrı ışığıyla bakıp gören inanan kişinin anlayışından başka bir şeyle bilinip anlaşılmayacağına inanır (Câmi’, I, s. 7); hele «inananlar, bir yapı, bir duvar gibidir; birbirlerini kuvvetlendirirler» ve «Müslüman, müslümanların, elinden, dilinden emin oldukları kişidir» meâllerindeki hadislere karşı (II, s. 172) birisini öldürmek için kahriye okuyamaz, «Yâ Kahhâr» diye zikre koyulup onun ölümünü isteyemez; sevdiği kişinin vuslâtına erişmek için celbiyye okumaya dili varamaz.

Gerçek şeriatçı, olgun insandır; gerçek irfan sâhibi, âlemlere rahmettir. Gerçekler, varlıklarını insanlığa veren, ferdiyetlerinden geçen kişilerdir.” (Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, s.171, Gerçek Yayınevi)

Yetmiş İki Millete Bir Gözle Bakmak

(Turgut ÇİFTÇİ)

posted in AHLAK | 0 Comments

11th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İlmihâl Dindarlığının İmkânı Üzerine- Prof. M. Hayri KIRBAŞOĞLU

_Klasik fıkıh literatürünün bir bölümünü oluşturan taharet, namaz, oruç ve hac gibi konuların, başına akaid konularının da eklenmesiyle, bağımsız eserler hâlinde ortaya çıkışının tarihi bizde 15. yüzyıla kadar geri götürülmektedir.(1) Halk arasında ‘Namaz Hocası’ veya ‘İlmihal’ olarak bilinen bu tür eserler, sözlü kültür yanında, halkımızın temel dini bilgilerinin başlıca kaynağını teşkil etmektedir. Bu bakımdan ülkemiz insanının din konusundaki bilgilerinin büyük ölçüde namaz hocaları veya ilmihaller tarafından şekillendirildiğini söylemek mümkündür. Bu kadar etkili olmalarına rağmen, bu tür eserlerin bilimsel değeri üzerinde yeterince durulduğu söylenemez. Bunların sunduğu bilgilerin ne derece sağlıklı ve yeterli olduğu meselesi bir yana, bu bilgilerin ne tür bir dindarlığa yol açtığı üzerinde ise, neredeyse hiç durulmamıştır. Halbuki milyonlarca insanın dine dair bilgilenme sürecinde muhtemelen okuyup okuyacağı yegane kaynak konumundaki bu tür eserlerin, devamlı surette gözden geçirilmesi ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gerekli değişikliklerin yapılması, ihmale gelmeyecek kadar önemi haiz bir meseledir. Konunun böylesine kapsamlı bir biçimde ele alınmasının çok yönlü bir incelemeyi gerektireceği aşikardır. Dolayısıyla, bu sınırlı incelemede cevabı aranması gereken en önemli soru, kanaatimizce, ilmihallerin bir dindarlık tasavvuruna sahip olup olmadığı, sahip ise, bunun ne tür bir dindarlık tasavvuru olduğudur. Aşağıda işte bu sorunun cevabı aranacaktır.(2)

_İlmihallerin konumuz açısından dikkat çeken ortak özelliklerine işaret ederek incelememize başlayabiliriz. Bu özelliklerin başında “İslam’ın şartı beştir” anlayışının belirleyiciliği gelmektedir. Zira ilmihallerin neredeyse tamamı, “İslam’ın şartı beştir” anlayışını merkeze almış durumdadır. Bu i1mihaller, iman, namaz, oruç, hac ve zekattan oluşan İslam’ın beş şartı (?) dışında bazı konulara da yer vermiş olsalar da, bunların, ilmihallerin temel ilgi alanını oluşturduklarını söylemek mümkün değildir. Bu durum karşısında, İslam’ın kuşattığı alanlarla mukayese edildiğinde “İslamın şartı beştir” anlayışının, İslam’ı son derece dar bir alana hapsettiği açıkça görülmektedir. Bu ise, ilmihallerin dindarlığı dar bir alana sıkıştırarak ‘daraltılmış’ bir dindarlık önerdiği şeklinde yorumlanabilecek bir durumdur.


Daraltılmış Dindarlık

_Tekrar hatırlatalım ki, Müslümanın bilmesi, inanması ve yapması-yapmaması gereken hususları, yani İslam’ı bu beş hususa hasretmek, son derece yanlış ve yanlış olduğu kadar, vahim sonuçlar doğurabilecek bir anlayıştır. Zira İslam, kesinlikle bu beş husustan ibaret değildir.(3) Yusuf Ziya Yörükan’ın da dediği gibi, İslam binasının ilkeleri yalnız bunlar değildir.

_Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın birçok buyrukları vardır. ( … ) Bu hadiste gösterilen dört ibadet [namaz, oruç, zekat, hac] emrinden yalnız namaz emri ilk emirlerdendir. Oruç emri Medine’de gelmiştir. Milleti savunma [cihad] emri dahi zekat ve hac emirlerinden önce gelmiştir. Batıl adetleri terk etmek, hurafelerle mücadele etmek, taassubu kaldırmak emirleri de Mekke’de ilk zamanlarda gelen emirlerdendir. Şüphe yok ki bunların Kur’an’da ötekilerden önce gelmesinin bir sebebi ve manası vardır. Kaldı ki Müslümanlık bir bütündür, yalnız ibadetlere dair olanları alıp, diğerlerini bırakmak olmaz [vurgu bize ait, M.H.K.]. Şu halde, Peygamber’in bu dördünü diğerlerinden ayırması, ibadetlerin imanı kuvvetlendirmekte ve ahlakı yükseltmekteki tesirini göstermek maksadını güder. Nitekim ötekilerini de diğer hadislerde aynı suretle bildirmiş bulunuyor. Peygamber diyor ki: ‘İslam, insanların senin dilinden ve elinden emin olmalarıdır.’ Diğer bir hadiste de, ‘İslam kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmenizdir.’ deniliyor.(4)

_Kaldı ki, İslam’ın, kendisine gönül veren müminlerine yönelik taleplerinin, sadece İslam’ın şartının beş olduğu anlayışında ifadesini bulan hususlardan ibaret olduğunu ileri sürmenin, tabir caizse, İslam’ı adeta kuşa çevirmek anlamına gelebileceği de sağduyu sahiplerinin dikkatlerinden kaçmayacaktır.

_İlmihallerin öngördüğü din(darlık) anlayışının dinin alanını nasıl daralttığını daha net görebilmek için, İslami öğretiler manzumesinin bir şema halinde gösterilmesi oldukça aydınlatıcı olacaktır.

1: Metafizik ilkeler alanı (Allah, ahiret, nübüvvet, evrenin, hayatın, insanın anlamı)

2: Ahlâki ilkeler alanı (adalet, eşitlik, kardeşlik, yardımlaşma, iyiliği emretmek, kötülükle mücadele etmek)

3: Ritüeller alanı (namaz, oruç, hac, kurban)

4: Normatif düzenlemeler alanı (cemiyet, hukuk, siyaset ve ekonomi alanı)

_Şemada konuların sıralanışı, aynı zamanda önem sırasını da göstermektedir. Buna göre, ilmihallerin III. sırada yer alan konuları ön plana çıkaran, II. ve IV. sıradaki konuları ikinci planda gören bir yaklaşım içerisinde oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bu hususu, ilmihallerin ele aldıkları konulara ne kadar yer ayırdıklarına baktığımızda da kolayca görmek mümkündür. Burada bir örnek olarak Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’ndeki konuların yoğunluk oranlarına bakmak yeterli olacaktır. Bu ilmihalde belli başlı konulara ayrılan sayfa sayısını şöyle gösterebiliriz (Timaş Yayınları, İstanbul 1995):

Namaz 250 sayfa
Oruç 50
Zekat 50
Hacc 35
Kurban 15
Kerahet-İstihsan 30
Ahlak 30
Siyer 60

Toplam 520

_Doğrudan İslami öğretiyle ilgili görünmeyen siyer kısmı dışta bırakılacak olursa, toplam 460 sayfanın 400 sayfasının namaz, oruç, zekat, hac ve kurbana ayrıldığı halde, ahlaka ve davranışlarla ilgili kurallara sadece 60 sayfa ayrılmış olması, tespitimizin doğruluğunu gözler önüne sermektedir. Bu tespitin, hemen bütün ilmihaller için geçerli bir tespit olduğunu burada hatırlatmakta yarar vardır. Ortadaki bu durum, söz konusu daraltılmış din anlayışının, aynı zamanda, İslami öğretinin önemli yönlerinin cılız kaldığı, “zayıflatılmış bir din anlayışı” şeklinde de nitelendirilebileceğini göstermektedir.

Daraltılmış Kulluk

_Allah’a teslim olmak anlamına da gelen İslam’ın, Allah’ın isteklerine boyun eğip, O’na itaat etmek şeklinde özetlenmesi mümkündür. Kur’an-ı Kerim, insan ile Allah arasındaki bu ilişkiyi, ilk muhataplarının anlayacağı bir dille ‘ubudiyye-‘ibade(t) (kulluk) benzetmesiyle ifade etmiş olup, Allah’ın Müslümanlara yönelik talepleri ise, bireysel, toplumsal ve evrensel boyutları olan taleplerdir. Böyle olunca da, ‘ibadet’in, her konuda Allah’a itaat etmek anlamına geleceği de açıktır.(5) Mantıken de, Allah’a kulluk etmek ve O’nun isteklerini yerine getirmek anlamına gelen ‘ibadet’in, İslami öğretinin bütün alanlarını kapsaması gerektiğini anlamak zor olmasa gerektir. Ama buna mukabil, bütün ilmihallerin, İslam düşüncesinin hemen her alanında da görüldüğü üzere, ibadet kavramını da bir tür anlam daralmasına maruz bıraktıklarını görmekteyiz. Zira ilmihaller, neredeyse ittifakla, ibadeti; namaz, oruç, zekat, hac, kurban, Kur’an okuma vb. birtakım ritüellerle sınırlandırmış durumdadır. Halbuki bunlar, zekat hariç yukarıdaki şemada III no’lu alanda yer alan hususlardan ibarettir ki, sadece bunların ifasına ‘ibadet’ adını verip de, diğer üç alanı dışarıda bırakmak, hem kelimenin Arap dilindeki anlamına, hem de Kur’an’ın bu kavramı kullanışındaki kapsayıcılığa aykırı bir tasarruftur. Bu yanlış anlayış yüzündendir ki, aslında fenomenolojik olarak insanın iman ve salih amele yönelmesini sağlamak amacıyla vazedilmiş olan bu ritüeller, ibadet kapsamında değerlendirildiği halde, asıl amaç olan, her türüyle ‘salih amel’i ibadet kapsamı dışında mütalaa etmenin izahı mümkün değildir. İslam geleneğinde egemen olan bu yanlış ve eksik ibadet anlayışının, İslami öğretinin sınırlı bir alanını ibadet olarak telakki edip, geniş ve son derece önemli pek çok alanı ibadet kapsamı dışında bırakmakla sonuçlanacağı açık; bunun Allah’ın istediği ibadet (kulluk) olamayacağı ise ortadadır. Sanırız bugün ülkemizde de İslam dünyasının diğer bölgelerinde de, Müslümanların içinde bulundukları durumun bir bütün olarak İslami öğretiyi içeren ‘ibadet’ kavramının bazı ritüellere indirgenmesiyle ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Böylesi daraltılmış bir kulluk/ibadet anlayışına dayalı bir dindarlığın, İslam’ın hedeflediği bir dindarlık olamayacağını söylemeye bile gerek yoktur.

Derinliksiz Dindarlık

_Dinin, özünde Allah ile insan arasında gerçekleşen derinlikli bir iç tecrübe olarak nitelendirilmesi de mümkündür. Ne var ki, ilmihallerin böylesi derin bir dindarlık vurgusuna sahip olmadıkları da gözden kaçmamaktadır. Aslında, zaten alanı daraltılmış bir ibadet/kulluk anlayışının, derinlik (deruni) boyutunun da ihmal edilmesiyle, artık bir ‘dindarlık’tan bahsedilip bahsedilemeyeceği bile tartışmalı bir hal almaktadır. Hele Kur’an’ın, kulluk bilincinin tezahürleri olan namaz, oruç, zekat, hac vb.den ziyade, bizatihi bu bilince ve onun’ derinleştirilmesine yönelik sık ve ısrarlı vurgularıyla mukayese edildiğinde, ilmihallerin ‘öz’ün önemini yeterince kavrayamadıkları sonucuna varmak kaçınılmaz olmaktadır.(6) Bu açıdan, ilmihallerin arz ettiği eksiklikleri daha yakından görebilmek için, en azından namaz, abdest, oruç, hac vb. ritüellerin klasik tasavvuf literatüründeki ve bazı çağdaş eserlerdeki ele alınış biçimlerine bakmak ve ilmihallerle bir mukayese yapmak yeterli olacaktır.(7)


Şekilci-Mekanik Dindarlık

_Dinin bu ‘derin bilinç’ boyutunun ihmalinin, şekilci ve mekanik bir dindarlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır. Aslında bu açıdan bakıldığında, önceki dinlerin başına gelenler İslami öğretinin de başına gelmiş ve tasavvuf ehlinin, fukaha/ulemaya yönelik ‘zahir ehli’ eleştirisini haklı çıkarırcasına, formalite ve şekilcilik, oldukça erken dönemlerde zuhur edip yayılmış ve varlığını bugüne kadar etkili bir biçimde sürdürmeye devam etmiştir. İlmihaller de işte bu olumsuz gelişmenin pek çok ürünlerinden birisi olarak önümüzde durmaktadır. Zira mevcut ilmihallerin hemen hepsi, aslında ortaçağda yazılmış fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinin çevirisine dayalı derlemeler olduğundan, aynı zamanda ortaçağ düşünce ve yaklaşımlarını da temsil ettiklerini söylemek yanlış olmasa gerektir.

_Burada ilmihallerin sergilediği şekilcilik örneklerini tek tek saymak mümkün değildir; zira bu takdirde neredeyse ilmihallerin büyük bir kısmını aktarmak gerekecektir.(8) Bunu yapmak yerine, ilmihallerde namaz, abdest, sular, oruç, hac, zekat, hac vb. konular şekle ilişkin detayların, çok büyük bir kısmına, ne Kuran’da ne de zayıf ve uydurmaları dahil hadis rivayetlerinde rastlandığını dikkatlere sunmak yeterli olacaktır. Bunun anlamı ise, ilmihallerin verdikleri bu muazzam detayların büyük bir kısmının Hz. Peygamber ve ashabınca bilinen şeyler olmadığıdır. Bu noktada sorulması gereken soru ise şudur: Bu kılı kırk yaran detayları bilmeden de, Hz. Peygamber ve ashabı birtakım kulluk görevlerini rahatlıkla yerine getirebildiklerine göre, bugün Müslümanları bunlarla mükellef tutmanın gereği ve yararı nedir? Bizce bu sorunun cevabı da, üzerinde uzun uzun durmayı gerektiren çok önemli bir meseleyle karşı karşıya bulunduğumuzu gözler önüne serecektir.

Anakronik Dindarlık

_İlmihallerin, kullanılan dil, kavramsal çerçeve ve verilen örnekler açısından, keza zihniyet ve bakış açıları bakımından bugüne ait olmadıkları hemen ilk bakışta göze çarpmaktadır. Mesela bugün için hiçbir anlamı olmayan ‘köleler’le ilgili pek çok hükme ilmihallerde yer verilmesi, buna iyi bir örnek teşkil etmektedir.(9) Keza savaşlarla alınmış bir beldede hatibin sol elinde tutacağı bir kılıca dayanarak hutbe okuması gerektiği (Bilmen, s. 158) seferilikten söz ederken, yelkenli gemilerle seyahatten, kafile halinde develerle yolculuktan dem vurulması (s. 166), ancak ana dili Arapça olanlar için anlamlı olan ‘zelletu’l-kari’ konuları (s. 206, vd. 209, vd.), mescit lambalarında kirli yağ kullanmaktan (s. 233) yeni fethedilen bir yerdeki gayr-i müslim kabirlerini açmaktan (s. 255), kadının evinde oturup dışarı çıkmamakla yükümlü olduğundan (s. 268) rü’yet-i hilal konusunda iki kadının şahitliğinin ancak bir erkeğinkine denk olduğundan (s. 269), fakire kefaret olarak “boylu bir entari, kısa bir gömlek veya yalnız bir don” verilebileceğinden (s. 292), devletin amil, aşir, sai denilen zekat toplama memurlarının bulunduğundan (?) (s. 319), zekat ve sadaka-i fıtır vb. konuları ilgilendiren ölçülerle ilgili olarak, ortaçağa ait uzunluk, ağırlık, hacim ölçülerinden -mesela, arşın, fersah, mil, dirhem, sa’, vesk, rıtl, ok atımı mesafesi, yaya yürüyüşü- bahsedilmesi, burada örnek verilebilir. Benzer şekilde, fitre sadakasında, buğday, arpa, hurma ve kuru üzümün değişmez ölçüler olduğu (10) iddiasına da bu çerçevede yer verilebilir. Yine bugünkü Irak topraklarının ‘haraç arazisi’ olduğundan dem vurulması (s. 334), Hz. Peygamber soyundan gelenlere ‘hazinedeki’ (?) ‘ganimet’ (?) paylarından verileceği (s. 341), hacı adayının beraberinde Mekke’ye kurbanlık götürmesi (s. 368, 369), en faziletli kazanç yolunun önce cihad, sonra sırayla, ticaret, ziraat ve sanat şeklinde belirlenmesi (s. 417, 418), ihtikardan [karaborsacılık] söz edilebilmesi için malların asgari kırk gün depolanması gerektiği (s. 420), borçlanma konusuna örnek olarak buğday, arpa, yumurta ve ceviz borçlanılmasından dem vurulması (s. 422), ameliyat amacıyla hastaya, onun aklını giderecek (?) temiz bir ilaç içirilmesinde [narkoz] bir ‘sakınca görülmemesi’ (?) (s. 426), erkeklerin etekli elbise giymesi ve elbiselerinin eteklerinin, bacaklarının yarısına kadar uzatılabileceği (s. 428), pek yüksek binalar yaptırmanın ‘mekruh’ olduğu (s. 429), oyun ve eğlence denilen birtakım zararlı ve ‘faydasız’ eğlencelerin caiz olmadığı, yararlı eğlencelerin ise kişinin ailesiyle eğlenmesi, atını eğitmesi ve ok yarışı olduğu ve at terbiye edip, silah eğitimi görmenin fazileti (s. 433), tavla, satranç gibi oyunların harama yakın mekruh olduğu, zira bunların zaman kaybına sebep ve kumara itici olduğu (s. 433-434), ameliyatların bazı zaruretlere binaen ‘caiz’ olduğu (?) (s. 435), on üç yaşına giren çocukları namaz kılmazlarsa dövmek, on altı yaşına giren çocukları da evlendirmek gerektiği (s. 444), kadının kocasının dine uygun ’emirlerini’ tutması gerektiği (s. 444) gibi hususlar da burada zikredilebilir.

_Bu ve benzeri örnekler, ilmihallerin bize bir gelecek perspektifi sunmak şöyle dursun, bugünün ihtiyaçlarına bile cevap vermekten uzak olduğunu, hatta daha da vahimi, adeta bizi asırlar öncesine sürüklediğini açıkça gözler önüne sermektedir. Okuyucusunun zihnini ve bakışlarını geçmişe, asırlar öncesine çeviren ilmihallerin sunacağı dindarlık anlayışının bugüne ait bir dindarlık olamayacağı aşikardır.

_Çağın gerçeklikleriyle ilgisi olmayan bu gibi hususlara ilmihallerde bol bol yer verilmiş olması, tekrar ifade edelim ki, bu ilmihallerin aslında ortaçağ toplumsal şart ve ihtiyaçlarına göre yazılmış olan Arapça fıkıh kitaplarının, bugünün şartlarına uyarlanmaksızın, aynen Türkçe’ye tercüme edilmesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa aklı başında hiçbir kimsenin, yukarıdaki örnekleri, ciddiye alarak ve hiçbir rahatsızlık duymadan 21. yüzyıl insanına sunması mümkün değildir. Bu bakımdan çağdaş insana, çağdaş bir dille ve çağdaş duruma ait örneklerle Müslümanları geçmişten bu çağa getirecek, hatta gelecekteki muhtemel gelişmeler konusunda da onları techiz edecek ilmihallere ihtiyaç olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Eksik ve Yanlış Bilgi, Eksik ve Yanlış Bir Dindarlık Doğurur

_Eksik ve yanlış bilgiler üzerine sağlıklı bir dindarlık bina etmek mümkün değildir. Ne yazık ki, mevcut ilmihallerin yapmaya çalıştığı şey, bundan pek de farklı değildir. Bunu da fazla garipsememek gerekir, zira biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu ilmihaller çağdaş durumların esas alındığı ve bilimsel araştırmalardan beslenen eserler olmayıp, ortaçağa ait fıkıh kitaplarının aynen tercümesinden, yani bir başka ifadeyle, geçmişte üretilmiş olan yorum ve bilgilerin, hiçbir tenkit süzgecinden geçirilmeksizin bugünün insanına sunulmasından başka bir şey değildir. Nitekim yine Bilmen’in ilmihalinden seçtiğimiz aşağıdaki örnekler, durumu yeterince açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak, detaylara geçmeden önce, bu ilmihalde zikredilen hadis rivayetlerin hiçbirinin, ne kaynağının, ne de isnadının bulunduğuna, birçoğunun araştırıldığında hiçbir hadis kaynağında yerinin tespit edilemediğine dikkat çekmek yerinde olacaktır.(11) Keza müellifin Miraç konusundaki rivayetlerin arzettiği muazzam problemler yumağından(12) habersiz olduğunu gösteren ifadelere de rastlanmaktadır (s. 103). Yine mesela, on yaşına geldiğinde namaz kılmayan veya Ramazanda oruç tutmayan çocuğa, üç tokattan ziyade olmamak üzere, velisi tarafından hafifçe elle vurulması veya dövülmesi gerektiğine dair iddianın (s. 104, 282, 444) dayanağı olan hadis rivayetlerinin sıhhati araştırılmamış ve tabiatıyla problemli bir rivayet olduğu(13) gözden kaçmıştır.

_Gelelim detaylı örneklere: Kadınların imama uymasının sahih olabilmesi için, imamın kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesinin zorunlu olduğu ifade edilmiştir ki (s. 118), bunun şer’i bir delili mevcut değildir. Namazların sünnetlerinin -doğrusu nafılelerin- hak görülmemesinin, boş ve hikmetten uzak sayılarak küçümsenmesinin ‘küfür’ olduğu iddiası da (s. 129) ağır bir hüküm olup, bu konuda yeterli inceleme yapılmadan, eski kitaplara uyularak olduğu gibi aktarılmıştır. Kadınların cemaatle kılınan namazlara katılmalarının “kerahatten sayıldığı” iddiası (s. 147) birtakım rivayetlerle desteklenmeye çalışılırken, asr-ı saadetteki uygulamaların bu iddiayı nakzettiği ise, nasılsa dikkatlerden kaçmıştır. Buna bağlı olarak, sabah namazının iki rekat farzı için kametin sadece erkeklere mahsus olmak üzere getirileceği iddiasının da (s. 148) neye dayandığı meçhuldür. Namazların cemaatle kılınışına dair verilen bilgilerin bir kısmının doğruluğu şüpheli, bir kısmı ise, o konudaki farklı uygulamalar içerisinden sadece belli tercihleri yansıttığı halde -mesela cemaatle kılınan namazda Fatiha suresinin sonunda amin’in gizlice söylenmesi gerektiği (s. 153) gibi- bunların toptan “Peygamber efendimizden şüphe götürmeyen bir rivayetle sabit olmuş ve zamanımıza kadar geçen yıllarda bütün ümmetin ittifakı ile kararlaştırılmıştır.” şeklinde mutlaklaştırılması (s. 154) da, rivayetler konusunda yeterli araştırmanın yapılmadığının açık bir göstergesidir. Hele Hz. Peygamber’in teravih namazını yirmi rekat olarak kıldıkları iddiası (s. 164) hiçbir delile dayanmayan, dolayısıyla, tarihi gerçeklere aykırı bir iddiadır. Arafat ve Müzdelife dışında, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarının birleştirilerek kılınmasının caiz olmadığı iddiası da, Hanefi fıkıh kitaplarındaki bir hükmün, doğru olup olmadığı araştırılmaksızın, aynen tekrarlanmasından kaynaklanmaktadır (s. 170). Halbuki araştırıldığında, diğer mezheplerde olduğu gibi, Hanefilerin de gerektiğinde namazları bu şekilde birleştirerek kılmanın mümkün olduğu kolayca görülmektedir.(14) Kişinin uyuyakalmak, unutmak veya dalgınlık dolayısıyla kılamadığı sayılı namazlar dışında, aylar, hatta yıllar boyunca kılmadığı geçmiş namazların kaza edilmesi gerektiği iddiası da (s. 172, vd.) sağlam bir delile dayanmayan, üstelik Hz. Peygamber dönemindeki uygulamaya da ters bir iddiadır. Bilhassa, on dört secde ayetini bir mecliste okuyup, her biri için ayrı ayrı secde yapan, ardından da hepsine birden on dört secde yapan kimsenin, dünya ve ahiret işlerinde, Allah’ın kendisini üzüntü ve kederden koruyacağına dair, kaynağı meçhul bir rivayetten bahsedilmesi ve bu rivayetin güvenilirliğinde hiçbir kuşku yokmuşçasına, herhangi bir araştırma ve incelemeye gerek görülmeksizin okuyucuya sunulması da (s. 193) kanaatimizce son derece yanlıştır. Aynı şekilde, sağlam hiçbir rivayete dayanmayan, “Kandil gecelerinin ve bu gecelerde yapılacak ibadetlerin faziletine” dair görüş ve kanaatler de (s. 196-197) yanlış bir dindarlık anlayışının doğmasına yol açmaktadır. Halbuki klasik dönem ulemasının, bu konudaki rivayetlerin son derece güvenilmez olduğunu ortaya koyan eserlerine(15) vakıf olunsaydı, bu gibi bir yanlışın ortaya çıkmasına fırsat verilmezdi. Benzer şekilde, istihareden sonra rüyada beyaz ve yeşil görülmesinin hayra, siyah ve kırmızı görülmesinin ise şerre işaret olduğu iddiası da (s. 199), ‘mushafa bakma’nın bir ibadet olduğu iddiası da (s. 215) dini bir temelden yoksundur. Kaldı ki, Hz. Peygamber’in, kendi döneminde olmayan bir mushafın faziletinden söz etmesi de mümkün olmasa gerektir. Iskat-ı salât denilen uygulamanın da dinde hiçbir temeli olmadığı halde, uzun uzun nasıl yapılacağı anlatılmıştır (s. 227-230). Bir mescidin içi ve arsası mescid olduğu gibi, semaya kadar olan üst tarafının da mescid hükmünde olduğu, onun için mescidlerde yapılması mekruh ve yasak olan şeylerin, bunların üstlerinde de mekruh olduğu iddiası (s. 230), hem temelsiz, hem de mantıksızdır. Aynı şekilde, en faziletli mescid sıralamasında Kabe, Mescid-i Nebevi ve Beytu’I-Makdis’den sonra, sırasıyla en eski mescidlerin, daha sonra da en büyük mescidlerin geldiğine dair ifade de (s. 231) dini temellerden yoksundur. Hele hele recm ve irtidaddan dolayı verilen ölüm cezasının kesin dini temelleri varmışçasına,(16) taşlanarak öldürülenin cenaze namazının kılınıp kılınılmayacağının tartışılması (s. 245) ve mürtedin cenaze namazının kılınmayıp, cesedinin boş bir arazideki çukura gömüleceği iddiası (s. 246) da öncekilerden farksızdır. Bugün de uygulanmakta olan şekliyle “ölülere telkin verme”nin (s. 249) de hiçbir sağlam dini dayanağı yoktur.(17) Ölünün yakınlarının ilk hafta içinde fakirlere sadaka verip, sevabını ölüye bağışlamalarının Sünnet olduğu iddiası da (s. 253) asılsızdır. Ölülere Yasin suresi okunmasının sevap olduğu iddiası da (s. 254) temelsizdir.(18) Suda boğulan, ateşte yanan, enkaz altında kalan, veba, taun, ishal, sıtma ve zatülcenb hastalıklarından birisiyle veya akrep sokması ile ölen, nifas halinde veya gurbet elinde veya ilim yolunda veya Cuma gecesinde ölen kimselerle; sevabını Allah’tan bekleyen müezzinin ve doğru alışveriş yapan Müslüman bir tüccarın, ailesinin geçimini kazanmak için, hak üzere bir çalışma sonunda ölenin ‘şehid’ sayılacağı iddiası da (s. 257) son derece çürük rivayetlere ve zorlama te’villere dayalı bir iddiadan başka bir şey değildir. Uyku halinde bir şey yiyip içme’nin orucu bozacağı görüşü ise (s. 276) İslam’ın mükellefiyet anlayışıyla uyuşmayan bir görüştür.(19) Benzer bir durum, oruçlunun vücuduna saplanıp kaybolan odun ve demir benzeri bir şeyin, orucu bozacağı iddiası (s. 279) için de söz konusudur. Ramazan orucunu bozanın peşpeşe iki ay (altmış gün) oruç tutması gerektiği görüşü de (s. 282, 290-291) doğruluğu yeterince araştırılmadan verilmiş acele bir hükümdür.(20) “Allah için bir gün oruç tutayım” diyeceği yerde yanılarak “Bir ay oruç tutayım” diyen bir kimsenin, bir ay oruç tutması gerektiği şeklindeki görüşün (s. 306) de, İslam’ın mükellefiyet anlayışıyla bağdaşıp bağdaşmadığı oldukça tartışmalıdır. Kurban sahibinin elinin hayvanı kesenin eli üzerinde olduğu bir durumda, her ikisinin de besmele çekmesi gerektiği, birisinin bile besmeleyi terk etmesi durumunda, hayvanın etinin yenmeyeceği hükmü (s. 392) incelemeden verilmiş acele bir hükümdür; zira yenmesi yasak olan, Allah’tan başkası -mesela putlar- adına kesilen kurbanlardır. Besmele çekilmemesi ise, onun Allah’tan başkası adına kesildiğini göstermez. Kaldı ki, bir başka yerde, besmele çekip çekmediği belli olmayan Ehl-i Kitaptan birinin kestiğini yemenin caiz olduğunu söyleyip de (s. 399), yine besmele çekmeyi terk eden bir Müslümanın kestiğinin yenmeyeceğini söylemenin açık bir çelişki olduğuna da bu vesileyle işaret etmek gerekir. Aynı çelişki, besmelenin kasden terk edilmesi durumunda avın etinin yenmeyeceği, hatta haram olduğu yönündeki hükümde de (s. 401) söz konusudur. Halbuki müellifin de işaret ettiği, besmeleyi şart görmeyen İmam Şafi’i’nin, bugünün şart ve ihtiyaçları bakımından rahatlatıcı olan görüşünün esas alınması daha isabetli olurdu. Yüce Allah’ın kitapları ve peygamberleri yanında, ‘velilerinin’ de kudsiyet kazandığını söylemenin (s. 410) dini bir temele dayanması şöyle dursun, bu, İslam’a taban tabana zıt inanç ve uygulamalara davetiye çıkarmak anlamına gelecektir. Öte yandan, abdestsiz Kur’an okuyabilmek ve mushafı abdestsiz ele almakla ilgili olarak, bunun caiz olabileceği yönünde de görüşler varken, aksi yöndeki görüşleri esas almak da (s. 411) bugünün şart ve ihtiyaçları yönünden insanların Kur’an ile olan bağlarını zayıflatıcı bir işlev görmektedir. Keza bir suyun temiz olmadığını, fasık veya gayri müslimin haber vermesi halinde, bu bilgiye itibar edilmeyeceğini söyleyip (s. 413), birkaç paragraf sonra, aynı fasık ve gayri müslimin sözlerinin alım-satım ve benzeri muamelelerde geçerli sayılması da (s. 413) açık bir çelişkidir. Kur’an’ın belli bir bağlamda ve belli tarihsel şartları gözeterek, vadeli borçlanmalara ilişkin muamelelerde iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olduğu yolundaki hükmü, herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin, nikah şahitliğine de teşmil edilmiştir (s. 413) ki, bu hükmün bugünün şartlarında geçerli olup olamayacağı hiç düşünülmemiş,(21) muhtemelen bu konuda klasik fıkıh kitaplarının körü körüne taklidiyle yetinilmiştir. Bir doktorun tedavi edeceği bir hanımın herhangi bir organına zaruret miktarı bakabileceği, fakat onun tedavisini bir kadına öğreterek ona yaptırmasının daha uygun olacağı hükmü de (s. 417) bugünün şartlarında pek pratik görünmemektedir. Yeme-içme konusunda, insanın kuvvetlenmek için doyuncaya kadar yiyip içebileceği, bundan fazla yemenin ise haram olduğu hükmü (s. 427) şer’i dayanaktan yoksun, çok da sert bir hükümdür. Yemeğe tuzla başlayıp, tuzla bitirmenin ‘Sünnet’ olduğu iddiası da (s. 428) tamamen temelsiz bir iddiadır.(22) Aile planlaması ve gebeliği önleyici tedbirler alma konusunda takınılan olumsuz tavır da, konunun iyice incelenmemiş olmasından ve bu uygulamaların mutlaka Müslümanların nüfusunu azaltma gibi olumsuz bir amaca hizmet edeceği varsayımından kaynaklanmaktadır (s. 434). Ölen bir kadının rahminde canlı bir bebek bulunduğu takdirde, bu bebeği kurtarmak için kadının karnını sol taraftan yarmak gerektiği hususu ise (s. 435) ilmihalden ziyade tıbbın karar vereceği bir konu olsa gerektir.

_Aileyle ilgili görevlerden bahsedilirken, kocanın başlıca görevleri arasında, eşiyle güzel geçinmek, onu korumak ve geçimini sağlamaktan dem vurulduğu halde (s. 443) ‘eşini sevmek’ten söz edilmemesi, aynı şekilde kadının kocasını sevmesinden bahsedilmemesi, Hz. Peygamber’in Sünnet’inin yeterince incelenememiş olmasından kaynaklanmış olmalıdır. Keza on altı yaşına giren çocuğun, bir manisi olmadığı takdirde evlendirilmeye çalışılması gerektiği görüşü (s. 444), dinle doğrudan ilgisi olmayan, bugün için ise pek de anlamlı olmayan bir açıklama olarak nitelendirilebilir. İtaat başlığı altında, üst amirin dince yasak olmayan emirlerini dinleyip ona itaatten bahsedildiği halde, onların İslam’a aykırı uygulama ve emirleri karşısında gösterilmesi gereken tepkiden söz edilmemesi (s. 453), bugün İslam dünyasında sivil muhalefetin ve eleştirel düşüncenin niçin gelişmediği konusunda bizlere ipucu vermektedir.

_Öte yandan, peygamberler tarihine tahsis edilen bölümde yer alan birtakım bilgilerin de, araştırma mahsulü olmayıp, geçmiş kaynaklardan aynen derlenmiş bilgiler oldukları görülmektedir (Mesela, s. 476, 477, 478, 479, 480, 485, 486, 492, 496, 497, 498, 506). Bu konuda yeterli araştırma yapılmadan, önceki ulemanın kanaatlerinin aynen sürdürüldüğüne dair tipik bir örnek olması bakımından, Hz. İsa’nın (a.s.) göğe yükseltildiği iddiasını burada zikretmek yerinde olur.(23) Yine sahabe tanımı ve sahabenin tamamının mübarek, mukaddes ve her yönden saygıya değer oldukları yönündeki ifadeler (s. 500) de araştırmaya dayalı olmaktan ziyade, geçmişi toptan tezkiye ve takdis eden bir zihniyetin ürünü olarak görülmelidir. Aynı şekilde ay’ın bölünmesi ve Miraç mucizelerine tahsis edilen bölümde verilen bilgiler, konuyla ilgili rivayetlerin çelişki, problem ve zaafları görmezlikten gelinerek, muhtemelen de böyle bir durumun varlığından habersiz bir şekilde sunulmuştur (s. 504-505) ki, konuyla ilgili araştırmaların sonuçları, burada verilen bilgileri doğrulamak şöyle dursun, sıhhatleri konusunda ortada son derece ciddi kuşkuların bulunduğunu göstermektedir.(24)


Erkek Egemen ve Yetişkin Merkezli Dindarlık

_İlmihallerin bilgi kaynaklarının ortaçağ fıkıh literatürü olduğu(25) tekrar hatırlanacak olursa, geçmişte ve günümüzde hakim anlayış olan erkek egemen bakış açısının, fıkha, oradan da ilmihallere yansımasını garipsememek gerekir. Halbuki Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in kadın konusundaki bakış açısını yansıtan bazı rivayetlerden yola çıkılarak, tam tersine, kadın-erkek eşitliğini esas alan bir yaklaşımı da savunmanın mümkün, hatta daha isabetli olacağına dair yapılmış pek çok çağdaş araştırma karşısında, ilmihallerin bu açıdan da gözden geçirilmesi cihetine gidileceği yerde, maalesef bu yönde ciddi bir adım henüz atılmış değildir. Cuma namazının ve teşrik tekbirlerinin kadınlar için gerekli görülmemesi (s. 163), asr-ı saadetteki uygulamalar görmezlikten gelinerek, kadın ve çocukların bayram namazlarına katılmalarının teşvik edilmesi şöyle dursun, bunun tamamen sükutla geçiştirilmesi (s. 164), kadının kocasının niyetine göre mukim ve misafir olacağı (s. 169), kocasının izni olmadan, kadının nafile oruç bile tutamayacağından dem vurulurken, aksi durumda kadının izninin gerekli görülmemesi (s. 261), ancak erkeğin, hasta, oruçlu veya hac ve umre için ihramlı olma durumunda karısını nafile oruç tutmaktan menedemeyeceği (s. 262), Şevval ve Zilhicce hilalleri konusunda iki kadının şahitliğinin bir erkeğinkine denk olabileceği (s. 269-270), asr-ı saadetteki uygulama tam ters yönde olduğu halde, kadınların kendi evlerinde namaz kılmalarının mescidlerde namaz kılmalarından daha hayırlı olduğu (s. 308) kadının itikafının kocasının iznine bağlı olduğu -ki kocasının da itikaf için karısından izin alması gerektiği akla bile getirilmemektedir- (s. 308), Kur’an’da hacca gitmek için, kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın, sadece maddi imkan ve yol güvenliği şart koşulduğu halde, kadının -güvenlik tehlikesinin bulunmadığı durumları da kapsayacak şekilde- mutlak olarak mahremsiz yolculuğa çıkamayacağı (s. 353), telbiye getirirken seslerini yükseltmemeleri, remel ve hervele gibi bazı uygulamaları yerine getirememeleri sebebiyle kadınların haclarının -akıl ve dinlerinin eksik olduğu iddiasının bir uzantısı olarak- erkeklere kıyasla ‘noksan’ olduğu (s. 378), hac yolunda kocası veya mahremi ölen kadının ‘muhsar’ sayılacağı ve hac yapmayarak ihramdan çıkması gerektiği (s. 381), Müslüman ve Ehl-i Kitaptan olanların “kadın dahi olsalar” (?) kestiklerinin yenebileceği (s. 399), -yine asr-ı saadetteki uygulamaların hilafına olarak- İslam kadınlarının abdest, namaz ve oruç gibi dinle ilgili birtakım meseleleri, ya kocaları ve mahremleri aracılığıyla ya da “kocalarının izni ile” ve “arasıra bir ilim meclisine giderek” öğrenmeye çalışabilecekleri, ama kocalarının rızası olmadıkça bir ilim meclisine katılamayacaklarının ileri sürülmesi(26) (s. 407), ancak kocası bir meseleyi çözemediği veya sorup öğrenmekten çekindiği takdirde, gidip ehlinden sorma hakkının olabileceği (s. 407), yine evlilik konusundaki şahitlikte de iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahit- liğine denk sayılacağı (s. 414), kocanın karısına karşı görevleri arasında “zevcesi ile güzel geçinmek” zikredilirken, kadına kocasının dine uygun ’emirlerini’ tutma mükellefiyetinin düşmesi (s. 443-444) gibi hususlar, yukarıda sözü edilen erkek egemen bakış açısının birer yansıması niteliğindedir.

_Öte yandan, çocuk ve gençlerden ziyade yetişkinlerin esas alınması, çocuk ve gençlerin, hele kız çocukların ve genç kızların dışlanması, namaz haricinde çocukların camiye sokulmaması yönündeki telkinler (s. 232) çocuğun dayakla namaza ve oruca alıştırılmasının tavsiye edilmesi (s. 282), şu anda İslam dünyasının -ve de ülkemizin- nüfusunun çok önemli bir kısmını oluşturan genç nesillerin yok sayılmasından başka bir anlama gelebilir mi? İslam dünyasının geleceği kendilerine bağlı olan gençliğin, ilmihallerde tamamen ihmal edilmesinin izahı mümkün olmasa gerektir.

Psikopatolojik Dindarlık

_İlmihallerin belki de en zararlı yönlerinden birisi, psikopatolojik bazı davranışlara yol açabilecek birtakım bilgileri okuyucularına çekinmeden sunabilmiş olmalarıdır. Bu konuda verilebilecek en yaygın ve tehlikeli örnek, temizlikle ilgili vesvese ve obsesyonlara yol açan, gusülle ilgili -hemen her ilmihalde karşılaşılabilecek- şu tür açıklamalardır:

_Vücut yıkanırken iğne ucu kadar bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilecek, kulaklar ve göbek oyuğu yıkanacak. Su saçların, sakalların, kaşların ve bıyıkların aralarına ve altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar sık olsa bile suyun ulaşması sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri kuru kalırsa, gusül tamamlanmış olmaz. (…) Kapanmış olan küpe deliklerinin içini de yıkamalıdır. İçlerine zorla su geçebilecek olan küpe deliklerini de, içlerine su geçecek bir şekilde el ile ıslatıp yıkamalıdır.(27)

_Bu satırları okuyan birinin vesveseci olmaması mümkün değildir. Nitekim hemen hepimiz özellikle abdest ve gusül konusunda, bu gibi ifadelerden kaynaklanan ve bazen son derece ciddi sonuçları da olabilen obsesyon örneklerini çevremizde bol bol görebiliriz. Yukarıda anlatılanlar bir yandan dini dayanaklardan yoksun iken, öte yandan da bazı rivayetlerin lafızcı bir şekilde anlaşılması gibi bir yanlıştan kaynaklanmaktadır. Bu bilgilerin hiçbirisinin Hz. Peygamber’in hayatında yeri ve karşılığı yoktur. Kaldı ki, Hz. Peygamber dönemindeki kısıtlı su ve banyo imkanları düşünüldüğünde, bu açıklamaların hiç de gerçekçi olmadığı kolaylıkla anlaşılır.

_Bu noktada ilmihallerin dindar insanların psikolojilerini bozmakla mı, yoksa onlara sağlıklı bir ruh hali sağlamakla mı yükümlü olduklarını sormanın zamanının gelip geçtiği kanaatindeyiz.

_Elbette ilmihallerin olumsuz yönleri bunlarla sınırlı değildir. İlmihallerde verilen bilgiler arasındaki çelişki ve tutarsızlıklar,(28) gereksiz ve anlaşılmaz açıklamalar,(29) şekilciliğin tabii bir sonucu olan “kılı kırk yarma” mantığı(30) ve araç niteliğindeki hükümlerin ve hususların, amaçlan gölgede bırakması,(31) mezhepçilik ve ırkçılık sayılabilecek bazı ifadelerin mevcudiyeti(32) gibi hususlar, ilmihallerin hepsinde şu veya bu ölçüde görülen olumsuzluklara dair verilebilecek bazı örneklerdir. Hemen hemen Türkçedeki bütün ilmihallere büyük ölçüde teşmil edilebilecek olan bu gibi tespitleri daha da çoğaltmak her zaman mümkündür. Şimdi bu tespitlerin ışığında, şu nihai soruyu sorma zamanı gelmiştir: Durumu bu olan ilmihaller, okuyucularında nasıl bir dindarlığa yol açabilir?

_Bu soruya verilecek cevap kısa ve nettir: Mevcut ilmihallerin, ‘nasıl’ı bir yana, herhangi bir dindarlık ‘geliştirmesi’ dahi söz konusu değildir. Zira bu ilmihallerin, derinlik ifade eden ‘dindarlık’ geliştirmesi şöyle dursun, standart bir Müslüman tipi yetiştirmesi bile mümkün görünmemektedir. Çünkü bu ilmihaller her şeyden önce, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’ı, “İslam’ın şartı beştir” şeklindeki dar ve yanlış bir anlayışa hapsetmekte, buna bağlı olarak da, hayatın her alanında sergilenmesi gereken ibadet=kulluğu; namaz, abdest, oruç, hac, kurban vb. ibadat-ı mersumeye hasretmektedir. Yine bu yaklaşımın bir uzantısı olarak ilmihaller, derinliksiz, şekilci ve mekanik bir ‘formalite Müslümanlığı’na, ister istemez yol açmaktadır. Dinin şekil kadar, hatta ondan da önemli olarak, ‘ruh ve öz’ olduğu unutulmuş, bu formalite Müslümanlığı, şer’iliği tartışmalı pek çok fıkhi detaylara boğulmak suretiyle ilmihaller, adeta bir ‘talimatname’ye dönüştürülmüştür. O kadar ki, Allah’a kulluk görevlerinin bir kısmını teşkil eden, namazı kılmak, orucu tutmak, zekatı vermek, hacca gitmek, kurban kesmek vs. için bir Müslümanın bilmesi gerekenler (?) dört cilt (toplam 1800 sayfa) tutacak kadar teferruata boğulabilmiştir.(33) Tam da bu noktada insanın aklına ister istemez şu soru tekrar gelmektedir: Acaba namaz kılan, oruç tutan, zekat veren, hacca giden, kurban kesen Hz. Peygamber ve ashabı, bu 1800 sayfalık bilginin ne kadarını biliyordu? Kuşkusuz çoğu yorum ve ictihad ürünü olan bu detayların çok büyük bir kısmını bilmiyorlardı, buna rağmen kulluk görevlerini en iyi şekilde yerine getirebiliyorlardı. Hem de bunları sadece formalite olarak değil, gerçek bir dindarlığa ve gerçek bir İslamî bilince dönüştürerek bunu başarıyorlardı.

_Bu noktada ilmihallerin topluma sunduğu, dönemi geçmiş, yanlış, eksik, temelsiz ve hatta bazısı zararlı bilgileri de bir tarafa bırakacak olursak, Müslümanda bireysel, toplumsal ve evrensel boyutlarıyla İslamî bir bilinç doğuracak, derinlikli, özü formalitelere feda etmeyen, insanı özellikle ahlakî alanda olgunlaştırıp dönüştürmeyi amaçlayan, sağlam bilgi temeline dayalı, psikolojik ve pedagojik boyutları ihmal etmeyen, çağın ruhuna hitap edebilecek bir ilmihale – özellikle de geleceğimizin teminatı olan genç nesiller açısından- acilen ve şiddetle ihtiyaç olduğunda en ufak bir şüphe olmadığını belirtmek bir zorunluluktur.

Dipnotlar:

1. TDV İslam Ansiklopedisi “İlmihal” maddesi

2. Literatür taramasına dayalı bu incelemede, toplumdaki yaygınlık ve etki düzeyleri sebebiyle, Mızraklı İlmihal, Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali, Ahmet Hamdi Akseki’nin İslam Dini, DİB’ğının ilmihali ile TDV’nın ilmihali esas alınmış, örnekler ise Bilmen’den verilmiştir. Ancak, bu örneklerin hemen tamamının bütün ilmihallerde şu veya bu ölçüde tekrarlandığını da burada vurgulayalım.

3. “İslam’ın şartı beştir” anlayışınınn geniş eleştirisi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, “Bir Hadis ve Yorumu: İslam’ın Şartları”, Diyanet Gazetesi (Ocak, 1989),sayı: 359, s. 3 ve 27.

4. Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları, Ankara 2002, s. 65-66.

5. Nitekim İbn Manzur (Ö. 711/1311) da el-ibadetu: et-ta’atu demek suretiyle bu hususa işaret etmektedir. Bkz. Lisanu’l -‘arab, Beyrut t.y., III. 272.

6. Hakkı itiraf etmek gerekirse, bu bakımdan Ahmet Hamdi Akseki’nin Müslümana Büyük İlmihal adlı eserinin (İstanbul 1971) mevcut i1mihaller içerisinde en iyi durumda olduğunu da belirtmeden geçmemek gerekir.

7. Böyle bir mukayese için konuyla ilgili en geniş eserlerden olması itibarıyla İmam Gazali’nin (ö. 505/1111) İhya’u ‘ulümi’d-din adlı eserinin tamamına, keza Şah Veliyullah ed-Dehlevi’nin Huccetu’llahi’l-baliğa’sına ve Ali Şeriati’nin Hac adlı eseri ile Garaudy’nin İslam ve İnsanlığın Geleceği, İslam’ın Vaat Ettikleri, Yaşayan İslam gibi eserlerinde yer yer yaptığı konuyla ilgili yorumlara başvurulabilir.

8. Mamafih burada. yine Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’nde (İstanbul 1995) tespit ettiğimiz bazı örneklerin yerlerine işaret etmeden de geçmeyelim: Bkz. s. 121-122, 123, 129, 130, 131, 132, 136, 145-147, 157, 162, 189, 216, 222, 223,224, 225, 228, 232, 237, 244, 246, 279, 294, 295, 296, 298, 299, 300, 318, 336, 362, 365, 366, 396, 402, 403, 412, 429, 433.

9. Bkz. Ö. N. Bilmen, age., s. 108, 155, 169, 290, 292, 298, 340, 344,424.

10. Bu yaklaşımın eleştirisi için bkz.M. Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet-Eleştirel Bir Yaklaşım-. Ankara Okulu. Ankara 1999. s. 97-98.

11. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Nihat Koçak, Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihalindeki Hadislerin Tahrici (basılmamış lisans tezi), AÜİF, Ankara 1989.

12. Miraç rivayetlerinin fevkalade problemli durumunu görmek için bkz. Ahmet Molu, Miraç Hadislerinin Hadis Bilimi Açısından Değerlendirilmesi (yayımlanmamış yüksek lisans tezi, AÜİF, Ankara 2001.

13. Bu konudaki rivayetlerin isnad ve metin açısından arz ettiği problemlerle ilgili olarak bkz. Mustafa Ertürk, “Çocuğun Dini Eğitiminde Kullanılan Bir Hadis ve Tahlili”, Marife, II (Konya, 2002), sayı: 2, s. 53-79.

14. Bu konuda geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Namazların Birleştirilmesi, İlahiyat Yayınları, Ankara 2002.

15. Bkz. Ebû Şame el-Makdisi, el-Ba’is ‘ala inkari’l-bida’i ve’l-havadls, Kahire, t.y.; ayrıca bkz. Salih Özer, Hadis Literatüründe Mübarek Zaman/Kutsal An Mefhumu ve Kandiller Örneğinin Tetkiki (yayımlanmamış yüksek lisans tezi), AÜİF, Ankara 1995.
16. Kur’an’da yer almayan ve sadece hadis rivayetlerine dayandırılan recm cezasıyla, mürted için öngörülen ölüm cezasına dair rivayetlerin isnad ve metin açısından arz ettikleri problemler konusunda bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, “İslam’a Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidat Meselesi”, İslamiyat V (2002), sayı: 1, s. 125-132.

17. Bu konuda bkz. Muhammed Ahmed Abdusselam, Kur’an Niçin İndlrlldi?, Fecr Yayınları, Ankara 1989, s. 55-56.

18. Bkz. age., s. 54-55.

19. Bu konuda bkz. Mehmed S.Hatiboğlu, “İslam Mükellefiyet Anlayışı ve Buna Aykırı Bir Maliki- Hanefi Kıyası”, AÜİFD, XXI (1976) s. 185-197.

20. Oruçlu iken cinsi münasebette bulunmak veya yiyip içmek suretiyle olsun, kasden orucunu bozanların iki ay sürekli kefaret orucu tutması gerektiğine dair yaygın hükmün yanlışlığına dair geniş bilgi için bkz. Musa Carullah Bigiyef, Kitabu’s-Sunne, Ankara Okulu, Ankara 2000, s. 115-117, dipnot, 87 (Yazara ait, Uzun Günlerde Oruç, çev. Yusuf Uralgiray, Ankara 1975, s. 213-217’den naklen)

21. Kadının şahitliği meselesindeki değerlendirmeler ve yeni yaklaşımlar konusunda geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, “Kadın Konusunda Kur’an’a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler”, İslami Araştırmalar (Kadın Özel Sayısı), V (1991), sayı: 4, s. 276-277; Hayreddin Karaman, “Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi”, agd. s. 287; Ali Bulaç, “Mekasidu’şŞeria Bağlamında Kadının Şahidiği Konusu”, agd. s. 297, vd. İlhami Güler, “Kur’an’da Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri”, agd. s. 315-316. Süleyman Ateş, “İslam’ın Kadına Getirdiği Haklar”, agd., s. 324. Hüseyin Hatemi, “Modern Mahrem ve İslam’ın Kadına Bakışı”, agd., s. 331.

22. Bu iddianın dayanaklarını oluşturan hadis rivayetlerinin uydurma olduğu konusunda bkz. M.Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet -Eleştirel Bir Yaklaşım-, s. 46.

23. Kökleri asırlar öncesine giden bu kadim telakkinin dayanakları ve eleştirisi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, “Hz. İsa’yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi”, İslamiyat III (2000), sayı: 4, s. 147-168; Mehmet Ünal, “Tefsir Kaynaklarına Göre Hz. İsa’nın Ölümü, Ref’i ve Nüzulü”, agd. s. 133-146.

24. Miraç rivayetleriyle ilgili olarak bkz. dipnot, 12; ayın yarılmasıyla ilgili olarak da bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, Kitabiyat Yayınları, Ankara 2002, s. 341-343.

25. Mesela, Bilmen’in ilmihalinde zikredilen kaynaklar şunlardır: Kur’an-ı Kerim, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Cami’u’s-Sağir, Kirabu’t-Terğib ve’t-Terhib, Şema’il-i Tirmizi, Şifa-i Şerif, Mevahib- i Ledünniye, Akaid-i Nesefiye, Şerh-i Mekasıd, Şerh-i Mevakıf, Mebsut-ı Serahsi, eI-Bedayi, elHidaye, el-Bahru’r-Ra’ik, erDürer ve’l-Gurer, Mülteka, Halebi, Merakı’l-Felah, Haşiye-i Tahtavi, . ed-Dürrü’l-Muhtar, Reddü’l-Muhtar, Mecmu’a-i İbn Abidin, Feteva-yı Hindiyye, Feyziyye, Behçe, Netice, Ali Efendi, Abdurrahim Fetvaları ve Mecmu’a-i Cedide, Muhtasar-ı Ebi’z-Ziya, Şerh-i Ebi’l-Berekat, Haşiye-i Düsüki, Kitabu’l-Ümm, Tuhfetü’l-Muhtaç, Neylü’l-Mera’ib, Keşşafü’l-Kına, Kirabu’l-Muhalla, Bidayetü’l-Müctehid, Nihayetu’l-Muktasit [Bu son isim aynı bir eser değil, Bidayetu’l-Muctehid’in isminin devamıdır.], el-Mizanu’l-Kübra, İhya’u’l-Ulüm, Tarikat-ı Muhammediye, Şerh-i Şir’atü’l-İslam, Siyer-i İbn Hişam, Tarih-i İbn Esir, Siyer-i Halebi.

26. Bu satırlar adeta İncil’deki şu ifadelerin bir yansıması gibidir: “Mukaddeslerin bütün kiliselerinde olduğu gibi, kiliselerde kadınlar sükut etsinler; çünkü onlara söylemek için izin yoktur; ancak şeriatın da dediği gibi, tabi olsunlar. Eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar, çünkü kadıya kilisede söylemek ayıptır” (Korintoslulara I.Mektup, 14: 34-35). Bu anlayışın eleştirisi ve İslam’da yeri olmadığı konusunda bkz. Rıza Tahiri, “İslam’da Genel Haklar ve Masuniyetler”, Yeni Ümit (Ocak-Mart, 2002), sayı: 55, s. 40.

27. Bilmen, age., s. 92-93, no: 186, 187. Hemen hemen aynı ifadeler Diyanet İlmihali’nde (Ankara 1999), s. 108-109’da mevcut olup, ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı bu sağlıksız anlayışı Diyanet Takvimi aracılığıyla (bkz. 08.01.2003 tarihli takvim yaprağı) geniş halk kitlelerine yaymaya çalışmaktadır.

28. Bu konuda bkz. Bilmen, age., s. 118/76; 121/103; 124/122-123; 153-154/5, 6, 7; 167/253; 168/256; 188/363; 196/5, 7, 8; 217/13; 222-223/5; 225/23; 238/534; 273/71 (namaza kıyasla); 341/99 (Burada zekat ve sadakaların insanların yıkantısı [kiri] sayıldığı, dolayısıyla Haşimoğullarının şeref ve kıymetine yakışmayacağı ifade edilirken, bunların sıradan Müslümanların şeref ve kıymetine yakıştığı, dolayısıyla sıradan Müslümanların şeref ve kıymetlerinin pek de önemli olmadığı sonucu çıkmaz mı?); 363/43-1 (Haccı helal mal ile yapmak haccın sadece bir edebi mi, yoksa önemli bir Şartı mıdır?); 372/4; 375/78 413/48-51; 425/109 (Burada verilen bilgilerle, at ve eşek etinin haram olduğu hükmü arasında bir çelişki doğmaktadır.); 430/146; 473 (Dinin kolaylık olduğuna dair burada yer alan açıklamalar, bizatihi bu ilmihaldeki zorlaştırıcı ve kılı kırk yancı hükümlerle bir arada değerlendirildiğinde, ortaya açık bir çelişki çıkmaktadır.)

29. Bkz. age., s. 134 (Türkçe ezanla ilgili açıklamalar); 164/232, 235; 165/241; 176/299; 190/377; 195/403-2; 196/5; 218/30; 227/480; 239/543 (Hunsa-i miişkil’in cenazesinin yıkanmayacağına dair); 315/9-1 (Mürtedin irtidad öncesi zekat borçlarının düşeceği hakkında); 316/3; 319/13 (Bugün söz konusu olmayan zekat memurları hakkında); 375/75; 395/40; 396/47 (Saksağan, kumru, bülbül ve keklik eti yiyenin belaya tutulacağına inanıldığı için yenmelerinin iyi olmadığı hakkında); 398/56 (“Deniz insanı”nın (?) yenmesinin helal olmadığı hakkında); 401/75; 423/102; 427/122-123; 430/142-144; 431/148 vd. 434/165; 465/63 (Taassubu olumlar görünen açıklamalar hakkında).

30. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 190/375-379; 205/406 ve pek çok yerde.
31. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 114/58 (Namaz vakitlerinden bir-ikisi bulunmayınca, o vakit namazlarının ora halkına farz olmayacağı); 271-272/67 (Ramazan hilalinin hesapla tespitinin caiz olmadığı hakkında); 336/77-2, 3 (Kireç, alçı taşı, yakut, elmas, firuze, su, tuz, zift, neft (petrol) gibi maddelerden humus alınmayacağı hakkında).

32. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 217/10 ve pek çok yerde; 496/78-79 (Hz. Peygamber’in ‘nesebinin’, ‘mübarek’ ve ‘yüksek’liği); 527/179 (Kureyş’in asalet ve şerefi).

33. Burada kastettiğimiz eser, Vecdi Akyüze ait Mukayeseli İbadetler İlmihali (İslam Fıkhında İbadetler) adlı, İz yayıncılık tarafından yayımlanan (İstanbul 1995) ve Yeni Şafak gazetesi tarafından promosyon olarak dağıtılan eserdir.

34. Aslında böyle bir ilmihâl yazmanın son derece yararlı olacağını düşünmekle birlikte, bunu, hadis/Sünnet alanındaki problemlerin çözümüne yönelik projemizin tamamlanmasından sonraki bir tarihe tehir ediyorduk. Ancak toplumdan gelen yoğun talepler karşısında, böyle bir ilmihâl yazma işinin daha fazla tehir edilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Cenab-ı Hak’tan bizi bu konuda başarılı kılmasını niyaz ederiz.

(İslamiyat Dergisi, M. Hayri Kırbaşoğlu, c.5 s.109-204, 2002)

posted in İBADETLER | 0 Comments

7th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

FELSEFE PROFESÖRÜ AHMET İNAM’DAN SOHBETLER

 

DEĞER YAŞAMAK-Prof. Dr. Ahmet İNAM

EĞİTİMİN SORGULANMASI İÇİN ÖNERİLER-Prof. Dr. Ahmet İNAM

İNANÇLAR, ÖZGÜRLÜK ÇİÇEKLERİ AÇABİLECEK Mİ?- Prof. Dr. Ahmet İNAM

YAŞAMAK OKUYABİLMEKTİR YAŞADIĞINI- Prof. Dr. Ahmet İNAM

BİLİNÇ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER- Prof. Dr. Ahmet İNAM

AHMET İNAM’LA SÖYLEŞİ: “Düşünmek, göze almaktır.”

AKLIMIZ DUYGULARIMIZIN NERESİNDE?- Prof. Dr. Ahmet İNAM

 

DEĞER YAŞAMAK-Prof. Dr. Ahmet İNAM

Yaşayıp giden bir insanın sorusu değil, “Nasıl yaşamalıyım?” Yaşayıp giden, hayatındaki soruları silmiş, arada bir aklına takılan her sorunun yanıtını buluveren, yaşamının içine gömülüp, onda kaybolmuş bir insanın, çağımızın yorgun, yılgın, bıkkın, kolaycı, kurnaz, tembel insanının yaşadığı değerlerle ilgili bir sıkıntısı pek olmuyor. “Nasıl yaşamalıyım?”sorusu bizi” hangi değerlerle yaşamalıyım?” sorusuna götürüyor. Değer duyarlığı gelişmiş, değerlerinin farkında, değerlerini gözden geçirebilen, canlı, araştırıcı bir insan bekliyor çağım.

Değer yaşayamayan bir insan nasıl bir insandır? Sorunun yanıtı, değer yaşayamama biçimlerini irdelemeyi gerektiriyor.

Bir anlamıyla her insan değerlerle yaşıyor. Dürüstlük, erdemlilik, adalet insana olan saygı, dostluk, sevgi…değerlerimizden bazıları. Paraya, toplumsal konuma, şana, şöhrete, mala, mülke, en yüksek değerleri uygun gören insanlar, tarihin başlangıcından beri karşımıza çıkar.Toplumda bir arada yaşayan insanların, bu yaşamın sürmesi için yaşam düzenleyen değerlere gereksinimleri vardır. Değerlerle yaşamak, bir arada yaşamanın olmazsa olmaz özelliği. Oysa değer yaşamakla, değerlerle yaşamak arasında derin bir fark var. Değerlerle yaşamak, olağan, sıradan bir yaşamın içindeki insana özgü olabilir. Değer yaşamak ise, değer bilinci gelişmiş insanın bir başarısıdır. Değer yaşayamayan bir insanın, yaşadığı toplum ve kültürdeki değerlerin bilgisine ve bilincine sahip olmadığını söyleyebiliriz. Denizin içinde olup da denizin farkında olmayan balıklar gibi, değerlerle yaşayıp, değer yaşayamazlar. Bilinç ve bilgi sahip olup, değer yaşayamama olasılığı hiç de düşük değildir. Yüksek değerlerin, ahlak, estetik bilim alanındaki işleyişini bildiği hâlde bu değerleri kendi yaşamına katamayan insanlar da vardır. Değer yaşamak, değer bilgisi ve bilinciyle, yüksek değerleri, hayatımıza katarak benliğimizin bir parçası yaparak yaşamaktır. Yalnız değerlerin farkındalığı, bilgisi ve bilinci yetmez; irade gücüyle onların hayata geçirilmesi gerekir. O değerlere göre yaşamayı gerçekleştirebilmek, o değerleri eylemlerimize katabilmek zorunluluğu vardır.

Hangi değerlerimiz yüksek değerlerdir? Bir değeri “ yüksek” kılan nedir? Evrenselliği midir örneğin? İnsan sevgisi , saygısı mıdır? Emeğe, bilgiye, dünyayı güzelleştirme çabalarına saygı mıdır? Yoksa “yüksek”lik, çağdan çağa, kültürden kültüre, inançtan inanca değişen bir kavram mıdır?

Değerlerimizin sıra düzeni (hiyerarşisi) hayatı geliştirmeye, zenginleştirmeye, canlandırmaya katkıları oranında değişir. İnsan cân taşıyan bir varlıktır. Bu cânı, canlılığı geliştirecek bir yaşamın hizmetinde olan değerlerin kültürden kültüre, çağdan çağa bazı değişiklikler gösterse de fazla bir değişikliğe uğramadıklarını düşünüyorum. Cân ahlâkının, cân estetiğinin, cânı geliştirecek, güzelleştirecek bilgilerin sahip olduğu yaşam saygısına odaklanmış değerlerin yüksekliğinden kuşku duymamak gerekir. Örneğin; özgürlük, bağımsızlık yüksek değerlerdir; insanın gönlü bu değerlere çiçek açar. Özgür olmayan bir insan değer yaşayamaz. Özgürlük insana yakışan bir hayatın oluşmasında önemli, onsuz edilmez bir değerdir. Yüksek değerler onları yitirdiğimizde, gerçekleştiremediğimizde, hayatımızın anlamsızlaştığı, sıradanlaştığı, kuru, sığ, çirkin bir hâle geldiği değerlerdir.

Bizim gibi düşünmeyen, yaşamayan, inanmayan insana saygısızlık cân ahlâkını yaşayan bir insan için hayata saygısızlıktır. Hayat farklılıklarla zenginleşir. Oysa, bu gezegendeki binlerce yıllık serüvende insan, farklıyı bir tehdit olarak gördü çoğunlukla. Farklı olandan korktu. Onu, cânın gelişmesini engelleyecek bir düşman olarak gördü. Dünyayı ele geçirip herkesi kendine benzetmeye çalıştı. Farklı olanın hayatına, değerlerine ilgi göstermedi. Farklı olanla ortaklığını, onun da kendi gibi can taşıdığını anlayarak; cânın ancak insanın farklılıkları içinde özgürce yaşayarak gelişebileceğini görme olanağı bu çağda gerçekleşebilir. Çağımızda değer yaşamadığı hâlde karşı tarafı sömürmek, kullanmak için “yüksek” değer propagandası yapan insanlara rağmen, kendi farklılığını içine sindirmiş, insana, hayata saygılı cân sahibi insan, dünyayı değerlerin yaşanabildiği güzel, değerli bir hâle getirmeye çalışıyor.

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/deger.htm

 

 

EĞİTİMİN SORGULANMASI İÇİN ÖNERİLER-Prof. Dr. Ahmet İNAM

Kendini devingen biçimde var etmek isteyen toplum, eğitim düzenine sahip çıkmalı, onu sürekli olarak yeniden değerlendirebilmelidir. Eğitim elbette uzmanca bilgiler isteyen bir işleyişe sahiptir. Eğitimin değerlendirilip gelişmesinde uzmanların görüşleri, çalışmaları önemlidir. Ama, toplumuna, kültürüne, yaşayışına sahip çıkmak isteyen herkes, eğitim uzmanı olsun ya da olmasın eğitim üstüne görüş geliştirmelidir. Eğitimi değerlendirmek, hayatımızı değerlendirmektir. Geçmişimizi, geleceğimizi… Eğitimci olalım ya da olmayalım, yaşarken hepimiz eğitiliyoruz, eğitiyoruz, öğretiyoruz, öğreniyoruz. Kimse okulda okusun ya da okumasın, içinde bulunduğu toplumun eğitim düzeninin dışında olamaz.

Öyleyse, toplumumuzdan, kendimizden, dostlarımızdan, düşmanlarımızdan bile sorumluysak, eğitim düzenimizden de sorumluyuz. Onu değerlendirebilmek hakkına sahibiz. Sorumluluğumuz bu.
Her toplumun bir eğitim düzeni vardır. Zaman içinde varlığını sürdürmek, geçmişteki değerlerini yeniden değerlendirerek geleceğe bağlamak, genç insanlara, deneyim ve bilgi birikimlerini aktarmak, onların da bu birikime katkılarını sağlamak, bu katkılarla toplumun diğer düzenlerini etkilemek, değiştirmek eğitim düzeninin işlevleri arasındadır.
Eğitim düzeni kendi haline bırakılamaz. Nedeni açık: Hayatımız kendi haline bırakılamaz. Bilgilerimiz, bilimimiz, sanatımız, kültürümüz…

Değerlendirilmeli, yeniden gözden geçirilmeli, eleştirilmelidir.
Uzman dostlarımızın karşı çıkışlarına saygı duyuyorum. Uzmanlar, danışmanlarımızdır. Onlarla tartışırız, onlardan öğreniriz. Onlarla birlikte eğitim düzenimiz üstüne düşünürüz. unutmayalım ki, eğitim kimsenin TEKELİNDE OLAMAZ. Bu hayat bizim hayatımızdır. Eğitim de bizim eğitimimiz. Eğitim düzeni, toplumun diğer düzenleriyle eşgüdüm içinde yürüyecekse, bize tepeden inme, hayatımızla bir türlü bağlarını kurama?dığımız malumat yüklemek yerine, içimize sindirebileceğimiz bilgi edinme yollarını gösterecekse, sesimizi dinlemelidir. Burada yeni bir terim önerisiyle geliyorum; Bundan böyle eğitime eğitişim diyelim. Eğitim karşılıklıdır; çünkü etkileşmeye, iletişime dayanır. Eğitim, Türkçe’ mizde “eğmez” sözcüğüyle çağrışım yapıyorsa, eğitişim durumuna geldiğinde, bu, “eğme”nin, biçim vermenin karşılıklı oluşunu gösteriyor demektir. Eğitici bizi eğitir, biz de onu. Eğitişiriz birlikte.
İşte toplumun herhangi bir bireyi olarak, hayatımız eğitim düzeninin içinden geçiyorsa, eğitiliyorsak, değerlendiriliyorsak bu süreç içinde, biz de eğitimimizi değerlendirelim, öyle öğrenciler olalım ki öğrenirken, öğrendiklerimize katkımız olsun bizim de, öğretebilelim. Öğrenim hayatımız, “öğretişim” olsun. Bunu sınıf içindeki hayatımızdan başlayarak, okul sonrası, yaşayışımızın her aşamasında, ölünceye dek uygulamaya çalışalım. Öğrenirken edilgen olmayalım. Değerlendirilirken, öğretmenimizi, sınıfımızı, okulumuzu, eğitim düzenimizi değerlendirelim. Bir defalık değil, sürekli olarak, yeniden, yeniden…

Bakın bize, farkında olarak ya da olmadan temel değerler öğretiliyor. Örneğin, büyüklere saygı, küçüklere sevgi duymamız gerektiğini, vatanımızı sevmemizi, milletimize yararlı evlatlar olmamızı… Oysa, genel ve çoğu kez belirsiz bu görüşlerde, hayatımızın daha derinlerde yatan noktaları unutuluyor: Nasıl “saygı” duyulur? Nasıl “sevilir”? Toplumumuza “yararlı” olmak ne demektir? Bütün bu kavramların anlamları değişiyor. Yeniden değerlendirilmezse anlamlarını yitiriyor. Görünüşte “saygılı”, görünüşte “sevgi dolu” olup da saygısız, sevgisiz yaşayabiliyoruz.
Malumat ediniyoruz. Ders kitaplarımız bunun içindir. Dünyayı, hayatımızı tanımak için gereklidir. Eğitim düzenimiz bize malumat sunarken (özellikle bilgi sözcüğünü kullanmıyorum. Benimseyip, hayatımıza katabildiğimiz, kullandığımız, papağanı olmadığımız, gerekçelerini, kaynaklarını bir ölçüde verebildiğimiz malumata bilgi diyorum.), bu malumatla nayatımız arasında nasıl bir bağı varsaymaktadır? Sana şu malumatı veriyorum; çünkü bunu öğrenirsen şunları kazanırsın diyor mu? Elbette. Ders kitapları böyle yazılıyor. Arada yazılanların, eğitimcilerce gerekçeleri veriliyor. Bu gerekçeleri biliyor muyuz? Bunlar öğrenciye neden söylenmiyor? Ders kitaplarına ayrı bir bölüm olarak neden konulmuyor? O zaman öğrenci, eğer ilgili ve yeterli ise bu gerekçeleri eleştirmez mi? Eğitişim başlamaz mı? Öğretmenine ya da kitap yazarına, “bana bunu okutuyorsunuz, okuyunca şu becerileri, alışkanlıkları, erdemleri kazanacağımı söylüyorsunuz. Özür bende mi, öğretmende mi, kitap yazarında mı, eğitim düzeninde mi?” demez mi?

Saygıdeğer uzmanlarımız burada öğrencinin programını eleştirecek gücü olamayacağını söyleyebilirler. Müfredat programlarını, onların kitaplaştırmasını, aktarımını yalnızca uzmanlar mı eleştirirler?
Eğitim bir cumhuriyettir; egemenlik öğrenenler ve öğretmenler arasında paylaşılır. Eğitim kendi kendini, öğrenen, öğreten, planlayanlarla birlikte yönetir. Onu dışarıdan, toplum hayatının gereksinmelerinden, beklentilerinden, geçmişteki değerlerinden kopuk ilkelerle yönlendiremezsiniz. BELLİ BİR GRUBUN TEKELİ ALTINDA OLAMAZ. OLİGARŞİ YA DA ARİSTOKRASİ DEĞİLDİR, EĞİTİM.

Hayatımızın hızlı değişimine yanıt verebilecek devingen yapıya sahip, kendini yenileyebilen, özürlerini, eksiklerini saklamayan, eğitimle ilgili herkesin değerlendirmelerine, görüşlerine, tartışmalarına açık bir eğitim düzeni, hayatımızı anlamlı kılabilir. Bir parçası, bir üyesi olmaktan utanmayacağımız bir düzen. ‘Bir düzen, diyorum. Yerleşik değerleri olan. Sürekli yenilenmenin yanı sıra, gelişi güzel, keyfimizce değiştiremeyeceğimiz, yaz boz tahtası haline getirilemeyecek, temel ilke-leri olan bir düzen.” Devingen bir biçimde kendini değişen dünyada, değişen görüş ve bilgilere uyarlarken, toplumun temel değerlerine, insan anlayışına, yaşama biçimine saygılı, yerleşik bir yapısı olabilen bir düzen.
İşte böyle bir düzende sesimizi yükselteceğiz. Talep edeceğiz. Bu düzene kavuşmak için eğitim adına yapılıp edilenleri, ortaya konan ürünleri değerlendireceğiz.

Bu sayfalarda, eğitimle ilgili eleştirilerini, beklentilerini, sıkıntılarını dile getirecek genç okullarla eğitim düzenimizin yeniden değerlendiril?mesine ışık tutacağız. Eğitimin bir eğitişim, öğretimin bir öğretişim olduğunu göstermeye çalışacağız. Okur, eğitimin kendi kendine öğrenmeyi öğrenmek, kendini ve öğreticilerini eleştirmek olduğunu görecek. Başta bu yazıyı yazan beni eleştirecek. Okurun bu eleştirisine olanak sağlamak için, düşündüğüm eğitim düzeninin bazı temel noktalarını anlatacağız. Eğitimin boyutlarından söz edeceğiz. Eğitim düzenimiz hangi sorulara yanıt aramalıdır, nasıl bir dünya ve insan için insan yetiştirmelidir? Görüşlerimi söyleyeceğim. Bir tartışma açmak istiyorum. Sağlıklı eğitişim için. Eğitimine sahip çıkacak bir toplum için. Dünyaya sesini duyuracak geniş bilim adamları için. Teknoloji yaratacak, üretecek heyecanlı, tutkulu insanlar için.

 

 


Eğitimin Boyutları

Çok boyutlu bir düzendir eğitim. Başka türlü söylersek: Eğitimin birçok bileşeni vardır, önemli gördüğümüz bazılarını tartışmaya açacağım. Sorgulamaya çalışacağım düzeni, bu boyutlarını ele alarak tanımayı deneyebiliriz.

Gençlere ulaştırılmaya çalışılacak bilgilerin teorik temellerinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Eğitimin ilk boyutu olan teorik ya da kuramsal boyut, dünyaya karşı bilim ve düşünce adamlarının takınması gereken bir tavrı da gösteriyor. Eğitim yalnızca pratiğe, uygulamaya, sonuç geti?rici görgü, bilgi ve hünere yönelmeli. Müfredat programları hazırlanırken, kitaplar yazılırken, derslerin iletişim biçimlen göz önüne alınırken, kuramsal tavır, kuramsal bakış öğrencinin düzeyi gereği ayrıntısıyla anlatılamasa da öğrenciye duyurulabilmeli. Öğrenci, öğrendiği bilgileri hayatına uygulamaya çalışırken, onların arkasındaki kuramı sezebilmeli. Kuramsal bakış, bakılan nesneye uzaktan bakıştır. Yoğun, derin düşünce ile yürütülür.

Eğitim hayat içindir. Bizim hayatta karşılaştığımız, çoğu kez “somut” dîye nitelendirdiğimiz sorunları çözmek içindir. Kuramın ne yararı vardır bu sorunların çözümünde? Anlatacağımız konunun yararlı, kolay anlaşılır, pratik yanlarını tartışsak, yalnızca bunları öğretsek ne olur? Önce konuyu (konunun kuramsal temellerinin olduğunu varsayıyoruz) çarpıtmış oluruz. Eksik iletmiş oluruz. “Bunlar kuramsal ayrıntılar, öğrenmeye gerek yok” derseniz, kuramı önemsemeyen bir tavrı, öğrenciye olumlu tavır olarak göstermiş olursunuz. Böyle bir düzen, yaratıcı, sorgulayıcı, bilimin temel kuramlarını kavrayabilen bilim adamlarını yetiştiremez. Taklitçi, uygulayıcı, kendisine verilen bilmeceleri çözen insanlar çıkar ortaya.
Kuramı önemseyen eğitim düzeni, derinliği olan insanların yaratılmasına katkıda bulunur.

İkinci boyut ahlak alanındadır. Bilginin oluşumu da, aktarımı da ahlaksal bir yapı içindedir. İnsanla, toplumla, birey olarak insanların ahlaksal karakterleriyle, birbirleriyle ilişkileriyle ilgilidir. Bilgi, görgü, değerlerin genç insanlara iletimi, onlaria bu yolla kurulan iletişim belli bir ahlak anlayışı içinde gerçekleştirilmelidir, öğrenci, öğrendiği bilgileri toplumun ortadan kaldırması için kullanmamalıdır. Sömürüye, haksızlığa, zulme, sorumsuzluğa izin veren bir bilgilenme, düzenimizin dışında kalmalıdır. Burada bence eğitim düzenimizdeki yeterince tartışılmamış bir konuyu gündeme getirmekte yarar var. Bilgi ahlakı, bilim ve düşünce ahlakı, ahlak dersleri okunarak mı kazanılman yoksa, ahlak, bilginin aktarımında mı ortaya konmalı? Hangi konuyu öğretiyorsak, öyle bir tavırla, öylesine örnek eğiticiler olarak öğretelim ki konunun ahlaksal boyutunu, konu?nun içinde görsün öğrenci. Yoksa, bilgilerin öğretilişi, tartışılışmın dışına düşen, kendi başına bir konuymuş gibi efe alınan ahlak, “havada” kalır. Sıradan öğütler dizgesi olmanın ötesine geçemez.
Coşku boyutunu unutmayalım. Genç insan coşkuludur. Duyarlıdır. Bilgi aşktır. Aşk içinde aktarılmalı, aşk içinde tartışılmalıdır. Anlattığı konuya karşı soğuk, heyecansız eğiticiler, duyarsız, yılgın öğrenciler yok bizim eğitim düzenimizde. Olmamalı. Bir spor karşılaşmasında, bir konserde duyulan coşku, bilgilenirken neden duyulmasın? Neden eğitim bir eğitişim haline gelirken, bir zevk olmasın? Neden ondan keyif alınmasın?
Elbette altyapının yerinde olması gerekir. Damı akan, sobası, kaloriferi yanmayan sınıflarda, geçim derdine, can derdine düşmüş öğretmenden nasıl bir bilim heyecanı bekleyebiliriz ki? Eğitimin coşku boyutunun temel koşullarından biridir toplumsal, ekonomik boyut. Toplumsal çalkantının, huzursuzluğun, ekonomik sıkıntının, eğitim düzenini tümüyle ortadan kaldırıverme tehlikesi vardır. Kısaca altyapısal boyut diyebileceğimiz bu özellik, eğitim düzeninin “olmazsa olmaz” koşuludur. Yeterli altyapıya sahip eğitim düzeni, “teknik” donanıma kavuşturulmalıdır. Laboratuvar mafzemeleri, gerekli araç gereç, bilgisayarlar ve diğer elektronik olanak?lar ve bunlarla öğrenen, bunları kullanabilip, bilgiye erişebilen, teknik teknolojik boyutunun olduğunu söyleyebilir. Öyleyse, teknik olanaklarla, yeterli toplumsal, ekonomik desteğe sahip, toplumuna, kültürüne, tüm insanlığa ve öğrendiği bilgiye karşı sorumluluğu olan, öğrendiklerini yalnızca pratik çıkar amacıyla değil de kuramsal kaygıyla da bakabilen öğrenci, öğretmen, eğitimcilerin oluşturduğu eğitim düzenini arıyoruz.

Bu nitelikleri tamamlayacak boyutlardan biri de, eğitimin tarih boyutudur. Her eğitim düzeninin, içinde yer aldığı kültürle birlikte, bir geleneği vardır. Düzen, bu geçmişi yorumlayabilmeli, şimdiki hayatımıza, düşünce, düşünme biçimlerimize ulaştırabilmelidir.
Bu geçmiş, canlı, yaratıcı bir gelecek beklentisiyle birlikte gitmelidir. Gelecek boyutu, şimdi ve geçmişle birleşerek üç boyutlu bir zaman anlayışıyla zenginleştirilmelidir. Umut zenginleştirilmelidir, umut vermelidir, bir eğitim düzeni, genç insanın neyi umacağı, gelecekten ne bekleyeceği konusunda ışık tutmalıdır ona.

Bilgiyi öyle aktarmalıyız ki, eğitişim öyle yürütülmelidir ki, eğitişimciler (öğrenciler, öğretmenler, uzmanlar…) yaşama sevinci duymalıdırlar yaptıklarından. Geçmiş yeniden gözden geçirilip, gelecekle olan bağı kurulmalıdır, insan zenginleşmen, yılgınlığını, karamsarlığını atmalı, bilginin coşkusunu yaşamalıdır. Düzenin kuramsal boyutunu anlatırken, pratiğe bağlanıp kalma tehlikesinden söz etmiştik. Bilgi, diploma almak, un sahibi, unvan taşıyıcısı olmak için edinilmemeli. Bilgi, kültürümüzün son derece gereksinim duyduğu “iç insarrın doğmasına yardımcı olmalıdır, “iç insan” değerler taşıyan insandır. Salt çıkarlarını gözeten, insanları “dış’tan, toplumsal, ekonomik konumlarına göre ele alan biri değildir. Gönül zenginliğine erişmiş, bilgisiyle aklını, duygularını birleştirmiş, bütünleştirmiş biridir. İlişki kurduğu insanları, çıkarlarına hizmet eden varlıklar olarak görmez. Eğitim düzeninin “iç insan”ı hedefleyen bu boyutunu başka yazılarımda, daha ayrıntılı tartışmak üzere burada kesiyorum. Eğitimin ne kadar da çok boyutu varmış diyen okuru umarım sıkmıyorumdur. Kutuyu açtıkça yeni kutular çıkıyor. Eğitimin iletişim boyutu var bir de. Kendini anlatmayı, başkalarını dinlemeyi, söylemeyi, söyleşmeyi bilen, eleştiri cesaretine sahip, aldığı eleştirilerle kızgınlığa, yılgınlığa kapılmayan, muhabbet insanı yetiştirmeyi amaçlayan boyutu, sohbetin, salt konuşmanın, dinlemenin tadını almış, birbirlerini bir araç gibi kullanmayan, anlamaya, anlatmaya, anlaşmaya yetkin insanların oluşturduğu toplumun kurulmasını sağlayan bir eğitim düzeni, unutmayalım ama: iletişime hazır olma, bir boyun eğme tavrını gerektirmez. Sağlıklı iletişim, sömürmeye, sömürülmeye izin vermez. Başkalarını anlamaya çalışma, onların düşüncelerini kabul etme anlamına da gelmez. Anlarım ama kabul etmeyebilirim. Tartışabilirim. Yoksa gelişme olmaz. Değişme gerçekleşmez. Anlama, art niyeti, kandırmayı, propagandayı sezdirir. Gönül açıklığını sağlayabilir.

Gelelim son boyuta: Eğitimin önemsenmemiş, en can alıcı boyutlarından birinden söz edeceğim. Mizahtan. Mizah eğitimi diri tutar. Eğitime can katar. Mizah duyusu olan eğitişimciler kendi özür ve eksikliklerini belirler. Araştırmanın, bilgilenmenin, yaratıcı olmanın gülümsemeden, gülmeden geçtiğini anlamışlardır. Hiçbir bilgi, ne denli karmaşık, soyut olursa olsun mizahtan uzak değildir. Zorluk, bu mizah öğesini yakalayabilmektedir. Yakalandığında, en çetin bir bilgi sorunu bize yakınlaşır. Bir parçamız olur. Belki ders kitapları sıkıcılıklarını karikatürlerle, ince esprilerle ortadan kaldırabilirler. Burada mizahın dozunu ayarlayabilmek önemlidir.

Eğitim düzeni mizah duygumuzu öldürmemelidir. İnsanın en önemli yanıdır çünkü, umutsuzluklarımızdan, sıkıntılarımızdan arınmadır, çaresizliğimizin yaşama sevinciyle birleşebilmesidır. Bu yazımda dile getireceğim boyutlar bu kadar. Sizler de eğitimin yeni boyutlarını keşfedin. Nasıl bir eğitim düzeni içinde olmak ‘istediğinizi söyleyin. Talep edin. Eğitişimcilerin tümü, öğretmen de olsalar, sonunda talebedir çünkü. http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/egitiminsorgulanmasi.htm

 

 

İNANÇLAR, ÖZGÜRLÜK ÇİÇEKLERİ AÇABİLECEK Mİ?- Prof. Dr. Ahmet İNAM

İnsan, inanan bir varlık. Din, insanın ontolojik, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda, bu temel özelliğinin bir sonucu olarak yaşıyor dünyamızda. İnanmamanın olanağı yok, insan için. İnsan, inandığı için insan.

Varoluşsal açıdan, sanki şöyle bir çığlık yükseliyor insandan: Credo, ergo, sum. İnanıyorum, o halde varım. Peki, ama neye? Nasıl ? Neden?

Credo, insanın içine düştüğü boşluktan çıkışı için gerek. Varoluşsal açıdan, örneğin Heidegger’in Geworfenheit dediği fırlatılmışlık, credo öncesi, güven, inanç öncesi, insanın kendini buluverdiği bir hiçliktir. İnsan, kendi varlığının anlamını yakalayabilmek, bu hiçlikten, bu uzlet halinden kurtulabilmek için, kendi ayakları üstünde durmak (ex- sistere) zorundadır.

İnanma, hiçlikle karşılaşabilen insan için özgürlük olabilir. Kendi ayakları üzerinde dikilebilmek, dünya gezegeninde bilinçli, seçimini yapabilen bir varlık olarak ortaya çıkabilmek, kendini insan olarak gerçekleştirebilmek, inancına nasıl sahip çıkabildiğine bağlıdır. İnanç öncesi hiçlikle yüzleşilemediğinde, dayatılmış, ya da alışkanlıklarla edinilen, seçim sonucu gerçekleşmeyen bir tavırla, hiçliğin üstü, inanç bilinci, inanç duyarlılığı yoksulluğu ile örtülmüş olur. Hiçlikle karşılaşmayan inancın, kör, kıstırılmış bir yapı taşıması olasılığı yüksektir.

İnanma, ten ve can taşıyan insanın bilincinden önce gelir. Bilinç yaşantısı, kendini, ten ve can birlikteliğinde, bu birlikteliği olanaklı kılan canlılıkta bulur. Eski Yunan’ın zôê dediği (örneğin, “zooloji” sözcüğünün kökeni !) canlılık, dirim, kendi varlığını sürdürebilmek için, bir anlamda güvene, credo‘ya bağlanmak zorundadır. Yokluk karşısında, onu yok etmeye çalışan güçlere karşı direnebilmek, diri kalabilip, bir dirim olabilmek için, kendi bütünlüğünü korumaya değer bulabilmek için “güven”e gereksinimi vardır. Tek hücreli bir canlı bile besleneceği kaynaklara, kendi iç işleyişine, diğer hücrelerle ilişkisine bir anlamıyla güvenmek durumundadır. Bir dirim, bir zôê olarak, ten-can birlikteliği, yolda yürüyebilmek için, adımını attığında, devrilmeyeceğine, yerin yarılmayacağına inanmak durumundadır. İnanç, yalnızca bilinçli insan için değil, bilinç öncesi insan için de, diğer canlılar için de varoluşları açısından çok önemlidir. Bedenimdeki milyonlarca hücre, benim bilincimin dışında işleyişlerini sürdürüyor, kendilerini korumayı biliyor; yaşayabildiğim sürece, ölüme direnç gösteriyor, bağışıklık düzenimi oluşturuyor. Dirimimde daha, bilinç öncesi, ten-can birlikteliğimde inanç var. Ölüme, yok olmaya direnç buradan geliyor.

İnsanın hiçliğe direnmesi, onun yalnızca dirim taşımasından kaynaklanmıyor: İnsan aynı zamanda bilinç taşıyan bir varlık. Hiçliği, ten-can birlikteliği ile, kısaca dirimiyle, yaşama, hayata “hayy olana” inanarak, credo su ile yenmeye çabalarken, bilinci ona, curo, ergo, sum, özen gösteriyorum, o halde varım diyor (Bu deyimi bana anımsattığı için Erdem Kutlu arkadaşıma teşekkürler ediyorum). Curo, kol kanat germek, yaşama özen göstermek, yaşama doğru hamle yapmak gibi anlamlar içeriyor. İnsan, hiçlikten inancı ve saygısıyla varlığı çıkıyor: “Varolanlar arasında bir var olan olarak yaşamaya değer” sözünü özetliyor curo. Varlığa olan bağımı gösteriyor. Yoksa nasıl çıkardım hiçlikten? Ne adına, nasıl doğrulur yaşamın kendisini yaşamaya değer bulurdum? Yok olma yerine var olmayı seçiyor, varlığıma, ten-can birlikteliğime, dirimime inanıyorum, diğer varlıklara, diğer dirimlere saygı duyup, kol kanat germeye hazır hale geliyorum.

İşte, varoluş düşüncesi açısından, insan inancının kaynağı, pınarı buradan geliyor. Tüm anlamlardan önce gelen anlam yaşamdır, hayattır. Üzerinde titrememiz gereken, bu kainattaki sürüp duran kıpırtıdır:Candır, canlılıktır. Can ahlakı, ten-can birlikteliğine saygı üzerine kurulur. Evrendeki canlardan, canlılıktan sorumluluğu şart koşar. Hiçlikle yüzleşebilmiş ahlak, canlılığın, canın, insanın ne olduğunu sezer, anlamaya, bilmeye, yorumlamaya çabalar. Bu ahlak, her canın, aziz olduğunu, saygın olduğunu, önünde saygıyla eğilmemiz gereken varlık olarak görülmesi gerektiğini buyurur.

Hiçlikle yüzleşebilen ahlak, hiç değil de, anlam taşıyan bir varlık olarak varolabildiği, soluk alıp, düşünebildiği için insanın teşekkür etmek gerekliliğini söyler. Yüzlerce yıldır, Doğu Hikmeti boşluğun, hiçliğin yaşam için anlamını söyler durur bize. Bu boşluğu görmek istemeyen inanç düzenleri, dinler ya da ideolojiler inançlarını bir güvence olarak anlarlar. Din, ideoloji, bir sigorta şirketi görevi yapmaya başlar. İnançlarını kuşku duyulmaz, üstelik kendilerine verilmiş ayrıcalıklı hakikatler olarak anlarlar. “İnanıyorum, o halde üstünüm. İnanıyorum, o halde “en doğru” olanı ben biliyorum. İnanıyorum o halde benim gibi inanmayan yanlış yoldadır, o yanlış yoldaki gâfilleri doğru yola sokmak boynumuzun borcudur” derler. İnanma öldürmeye dönüşür. Oysa “hayy” olana, can olana saygıdan kaynaklanıyordu inanç! İnanan, yaşama saygı temelinde inanan,nasıl öldürebilir? Nasıl düşman olabilir? Diğer canları yok etmek, sömürmek, köleleştirmek amacını nasıl taşıyabilir? İnanan, nasıl olur da, her türlü yaşam düşmanlığını, insan düşmanlığını, kaynağı hayat olan inancının perdesi arkasına saklayabilir?

Yanıt, uzun. Kısaca bir saptamayla başlanabilir: İnsan hâlâ bu gezegende inanmayı bilmiyor. Tanrıya, Allaha inandığını söylüyor. İnancın nesnesini ortaya atmak, inancı yaşayabilmekte yetmiyor ki! Nasıl inanacaktır? İnanç insanı, çirkinleştiriyor; onu dünya çıkarlarına gömülmüş, iki yüzlü, yalancı, düzmece sözlerle kendini ve diğer insanları kandıran bir varlık haline getiriyorsa, bu nasıl bir inançtır? Bu inancın, insanlıkla, bu inancın özgürlükle ne ilgisi olabilir?

Yaşama saygıdan, hiçlikle yüzleşmeden kaynaklanan inanç, inanan diğer insanları incitmemeyi, kendilerinden farklı da olsa onların inandıkları değerler önünde hürmetle, huşu içinde eğilmeyi gerektirir. Bu evrendeki yaşama saygıdan başlıyor herşey. Bu yaşam hiç bir canlının tekelinde değildir. Kimse, bir diğerini kendi inancından ya da karşısındakinin inancından yola çıkarak yok etme, sömürme, özgürlüğünü kısıtlama hakkına sahip degildir. Can, can bulmak durumundadır. Can, kendi ayakları üzerinde, kendi seçimleri ve o seçimleri sonuncunda taşımak zorunda olduğu sorumluluğu ile yaşadığında, özgür olabilir. Özgürlük bir yaşama bilinciyle oluşur. Kendi inancını iç özgürlüğü ile yaşayamayan insan, diğer inançlara saldırır. Her türlü inanca saldırır. İnanmanın bilim karşısında eskiyip, yozlaştığını ileri sürer. Düşünmenin, araştırmanın, soruşturmanın inaçla başladığını anlayamaz.

Dirim kaynağı olan “inanç” inancın en geniş anlamı. Aşkın bir varlığa inanma anlamında din, bu en geniş anlamındaki inanca dayanıyor. Oysa, yeryüzünde semavi dinler, bu ana inançla yüzleşmelerini, hesaplaşmalarını yeterince yapamıyorlar. Dinler, dünyadaki gidişe dur diyemiyorlar. Can ahlakı, canın sürekli yenilenme, tazelenme ile varolabileceğini söylüyor. Oysa, inanç sahibi olduğunu ileri süren birçok kişi, yeniliklerden uzaklaşıp, geleneğini yorumlamaksızın geçmişe saplanıp kalıyor. İnancını, gerçekle yüzleşerek elinde tutamıyor. İnanç düzenlerinin özgürlükleri koruması, bu düzeni yaşayan, ona hayat veren insanların özgür olmalarıyla olanıklıdır. Özgür olmak, özgür düşünebilmeyle can bulur. Özgür düşünebilme inanç bilincine ve inanç duyarlılığına sahip olmayı gerektirir. İnanç bilinci, credo ve curo yüzleşmesiyle gerçekleşir. İnanmanın “korku ve titreme”yle yaşandığının bilincidir bu. İnsanın akıl sınırlarını, bilgi birikimlerini aşan, onu çaresizlikle karşı karşıya getiren bir bilinç durumudur. Bu çaresizliğin yaşanması, insanı, inancıyla yüzleşmeye, inancının ardındaki temelleri anlamaya götürür. Bu bilinçle, inanç duyarılığına sahip olur. Yoklukla, hiçlikle karşılaşmaktan korkmadığı için varlığın değerini anlar, ona saygı duyar. İnanmak, inandığının sınırlarında dolaşabilme özgürlüğüne, bu inancın dışındakilere ve kendi inanç arkadaşlarına karşı sorumluluğa sahip olmakla yaşanır.

İnanmak, inancının gereğini yerine getirmek, inananlarla birlikte bir toplum içinde, o inancın tarihinden gelen törelerle yaşamaktır. Bugün, yeryüzünde dindarlar, inanç bilinci ve duyarlılığı taşımayan bir inanç ortamını yaşıyorlar. Dinlerini hazır buluyorlar. Kendilerine verilen, sunulan, kimi zaman dayatılan inanma biçimlerini sorgusuz kabul ediyorlar. Din, onlar için pazar günleri gidilen kilise, toplumsal dayanışma, ruhsal sorunların çözümü anlamına geliyor. Ruhsal-toplumsal varolma çabalarında çok duyarlı bir noktayı oluşturduğu için, bu kanaldan gelebilecek telkinlerin etkisinde kolayca kalıyorlar. Yaşam değerlerini, bu inanç düzenlerini yöneten insanların çizdiği sınırlar içinde oluşturuyorlar.

Özgürce inancını yaşayamayan, inanç bilinci ve duyarlılığından yoksun biri için, din, tam bir güvence kaynağı oluşturuyor. Bu güvence kaynağının elinden gitmesinden korkan insan, güvenceyi yitirmemek için, güvence kaynağına olan bağını zorlayacak, ortadan kaldıracak düşüncelere, inançlara, yaşam biçimlerine düşman kesiliyor. Dini bir korumacılık, muhafazakarlık tutmuyla yaşıyor. İnanç bilinci ve duyarlılığından yoksun olduğu için, neyi ne adına, hangi değerlere sahip olmak için koruduğunun farkında olamıyor. İnancının altında ezilen, inancıyla özgürleşemeyen, köle olan bir inanç sahibinin mensub olduğu din, özgürlükleri koruyabilir mi? Korumak tazelenmeyi gerektirir. Korumak, koruduğunun bilincinde olan, koruduğu ile yaşama kol kanat geren insanın başarabileceği bir çabadır. İnancıyla özgürleşemeyen, inandığı için özgür olabilmeyi, özgürce araştırıp, soruştura bilmeyi başaramayan bir insanın, diğer insanların özgürlüklerine saygı duyabileceğini düşünemeyiz. Koruyan, sıkı sıkı yapışan, yapışıp kaldığı çerçevenin dışına çıkmaktan korkan,güvence tutkunu, inanmayı köle olmak sanan biri, özgürlügü nasıl anlayabilir de diğer insanların özgürlüklerine değer verir ?

Sorun, inanan insan sorunudur. Sorun, inancıyla, hayatı geliştiren, gezegenimizdeki yaşamı yükseltecek değerleri yaşayabilmek sorunudur. İnanmak, geçmişten körü körüne devraldığımız düşünce ve yaşam biçiminin içinde sıkışıp kalmak; gerçekleri, üstlendiğimiz hayatı, dışımızda olup bitenleri, hiçbir noktasına dokunmadan, tartışmadan, sorgulamadan, kavrama kalıpları içinde, işimize geldiği gibi çarpıtarak yorumlamak demek değildir. İnancımız bizi, bizden farklı olanla yüzleşmeye çağırıyor. İnancımız bizi, kendimizle yüzleşmeye çağırıyor. İnsan özgürlüğünü anlamaya. Ona saygı duymaya.

İnanan, inancıyla özgür, inancıyla güzel, inancıyla özerk, inancıyla kendisi olabiliyorsa, böyle bir dünyada inanç düzenleri tehdit olmaktan çıkar. İnancıyla gelişip, serpilebilen; ruhunu inancıyla besleyebilen, inancını yenileyip, gerçeklerlerle, inancın ardındaki hiçlikle, yoklukla hesaplaşabilen insan, bu gezegendeki güzellikler özgürlükler için bir tehdit oluşturmaz. Böyle bir insanla özgürlükler çiçek açar.

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/inanclar.htm

 

 

YAŞAMAK OKUYABİLMEKTİR YAŞADIĞINI- Prof. Dr. Ahmet İNAM

Okuyunca artık, görebiliyorsun dipsizliğinin dibini, mânâ yokluğunu sözle kapatmaya çalışan edepsizlerin.

* * *

Okumanın okunun kanattığı yaradan akan kandır, bu sefillik metinlerinden ayrılık şerbeti.

* * *

İnişi olmayan bir yaşam yokuşunda, metnime okur gibi okur bakışında.

* * *

Bir pastasın beyaz pantolonunla. Yuvarlak. Sana okudum. Ve yedim.

* * *

Pencerenden kırlangıçlar. Yaz sonu. Sevdâ terinin buharında teninin gizemli alfabesi. Sana okudum. Ve yedim.

* * *

Nasıl çıkılsındı? Sevişme merdiveni. Kuşlar ki onları sen doğurdun. Tohumumdan. Tohumu sana okudum. Ve yedim.

* * *

Sana okumak. Seni okumak. İnsan gibi inlemeyen kitaplar okumadım hiç. Okuduğum her kitap tendi. Tenindi. Yumuşak karnındı, göbek deliğindi. Sana okudum. Ve yedim.

* * *

Okumak bir şehvettir ve şevktir. Sevişince anlıyorum, anlamını kelimelerin. Okumak, geri gelmektir ana rahmine. Bismillâhla yeniden doğmaktır. Ebedi kalçalarına senin. Sana okumaktır ve yemektir seni.

* * *

Yahut da şöyledir: Boynumu dişlerine uzatarak “Ye beni”, “Oku beni”, “Yut beni” demektir. Yenilmektir okumak. Sevdânın mütebessim cadısına. Cadısınca.

* * *

Ama nasıl unuttum çıkınca ruhunun çatısına: “Aç tenini ben geldim. Kapılarını, pencerelerini, bedeninin. Ruhunu havalandırmaya geldim. Aç sayfanı ben geldim. Kendini bana okut.”

* * *

Girişti içlerimiz. Bacalarımızdan tütüştük. Sonra bana elma soydun. Çekirdiği cilveli bir kayısıydı ağzımda. Metnin. Tenin.

* * *

Sonra yazımı çilek reçeliyle yuttun. İncir soyup alın yazıma yedirdin. Biz birbirimizi okumakla ünlendik. Ruhlarımızı tatile gönderip, tenlerimizi sevişme hamamında kaynar şaraplarla yuduk.

* * *

Okuduk. Evren yanımıza geldi. Okuduk, geçmiş şimdiledi. Okuduk başımız göğe erdi. Yıldızlara çiçek ektik.

* * *

Teninin elifi aklımı alıyor. Kalbim, bakışlarının ateşiyle fokurdayıp bu sayfadaki satır aralarına dönüşüyor.

* * *

Ben bir kitabım. Sen bir kitapsın. İkisi aynı yatakta kalem olup hayatı yazıyor.
Beyaz pantolonlu pastaydın. Yuvarlak. Seni üfledim. Okudum. Ve yedim.

* * *

“Afiyet olsun”umdun. Oldun. Kolay okunan zor bir kitap. Buyurdum. Seni içtim. Okudum. Senden geçtim. Hadi bana eyvallah.
Hadi bana hoş geldin.Sayfana. Satırlarına. Beni kitabının okyanusunda yüzdür.

* * *

Bacaklarının arasında dünyanın en eski kütüphanesi.

* * *

Ruhun teninin cildi. Tenin başucu kitabım. Ruhun teninin hapishanesi. Gemiyle gidiliyor, göğüslerine, aktarmalı. Tenini ruhunun altın kafesinden kurtarmak için, seni üfledim. Okudum. Ve yedim.

* * *

Kitaplar aradım. Kitaplar aramak için kitaplar. Sonunda seni buldum. Kitap kutbunda buz kıran. Kitap öte okumasavar. Seni buldum. Kağıtyırtan. Sözbozan. Kitapları teninin ısısında yaktım.

* * *

Kitapları ektim. Bahçene. Yıldızlar bitti.

* * *

Okuma kuşu virân olmuş kalbimde susmuyor.

* * *

Susma kuşu ma’mur beynimde okuyor.

* * *

Okudukça anlam balıkları daha derinde yüzüyor.

* * *

Kitap olsam, yâre varsam. Gözünün nuruyla dolsam.

* * *

Söz elbiseni giy. Okuma aynamda taran.

* * *

Yazı pergelimin bir ayağı gözünün nurunu kesiyor.

* * *

Aşk ateşlerinin yandığı yazı evimde, ilâhî bir fırtınadır beni okuyuşun.

* * *

Yazı kandilimden evrenin dehlizlerine ulaşan gölgeli ışıkta, daha da örtünür tenini saran perde.

* * *

Lûgatine bak, derindeki çelişkilerinin; yazımdan vuran ışık karartınca seni.

* * *

Yükü hafiflerin sayfasından, dehlizlerden söz taşıyan katırlara bindirin beni. Muamma suyunu okuma kuyusundan çekin.

* * *

Çünkü bulutundan yağan harflerle sırılsıklam girdim koynuna.

* * *

Sözümden sevdâ uçtu, sır âlemine göçtü; sanmayın okur sarhoş, şarabı yazım içti. http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/yasamak.htm

 

 

 

 

BİLİNÇ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER- Prof. Dr. Ahmet İNAM

Bilinç, çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavram. Bu çalışma ne felsefe tarihinde bilinç kavramını açıklayıcı öğretilerin tartışılmasını, ne de çağdaş felsefede bu kavrama ilişkin görüşlerin çözümlemelerini, eleştirilerini içeriyor. Burada, belli bir insan anlayışından kaynaklanan bir bilinç modeli sunuluyor. Bu model, farklı kaygılarla, bilinç araştırmalarına; değindiği sorunlar, verdiği ipuçlarıyla katılmayı deniyor.

Bilinç araştırmalarında, bilinci anlama, yorumlama, sorgulama çabalarında taşınan kaygılar açısından, farklı yönelimleri belli bir sözlükle aşağıdaki gibi saptayabiliriz:

1. Beden işleyişine bağlı olarak bilinç işleyişini felsefece açıklama etkinlikleri (örneğin nöro-felsefe!),

2. Anglo-Amerikan felsefenin zihin-beden ilişkilerini sorgulayan tartışmaları (zihin felsefesi!),

3. Bilincin işleyişini “fenomenolojik” (E. Husserl anlamında!) temelde anlama, betimleme uğraşları (Bilinç Aktlarının fenomenolojik açıdan betimlenmesi!),

4. Beyin ve sinir sistemiyle uğraşan hekimlerin, nörologların, psikiyatristlerin araştırmaları,

5. Yapay zeka araştırmacılarının, bilgisayar programcılarının mühendislik açısından, insan beynini “kopya” etme, “simüle” etme gayretleri,

6. Mistiklerin, din felsefecilerinin, “spiritizma” ile uğraşanların etkinlikleri,

7. Sosyal bilim ve siyaset bilim kuramcılarının ideolojileri, insanın dünyayı, toplumu kavramasını incelerken ele aldıkları bilinç kavramı üstünde geliştirdikleri tartışmalar,

8. Psikologların, sosyal psikologların, antropologların anlama, anlam verme, kavrama etkinliğinde insanı araştırırken dayandıkları bilinç anlayışları,

9. Kültür insanlarının, sanatçıların insanı yorumlarken bilinci sorgulamaları, yorumlamaları.

Bütün bu farklı yönelimlerle gerçekleştirilen çabalar arasında eldeki çalışmanın yeri nedir? Türkiye’de yaşanan hayatın dayandığı zengin birikimden, kültürümüzün canlanıp, Türkçe ile düşünmeye verilecek önemle gerçekleştirilecek dil zenginliğinden yola çıkan, insanımızın eksikli, özürlü yanlarının giderilmesi kaygısı taşıyan bir bakış açısı ve tavırla bir bilinç anlayışı oluşturulmaya çalışılacak bu yazıda. Bu oluşturulan modelin felsefede, bilimde yapılan çalışmalara ters düşüp düşmediği, açıklayıcı olup olmadığı, böyle bir bilinç anlayışıyla geliştirilebilecek insan anlayışının, hedeflenen (yazarın ya da okurun hedeflediği) insan anlayışına uyup uymadığı okurun yargılarına bırakılmaktadır.

 

 

 

Bilinç Modelinin Dayandığı İnsan Anlayışının Temel Özellikleri

“Model” düşüncesine uzak olanlar için, bilincin “bir tek doğru” açıklaması vardır, bu da “bilimsel” verilerle ortaya konan açıklamadır. Elbette geliştirilebilecek bir “model”, bilimdeki araştırmalara, bulgulara ters düşmemelidir. Araştırmaların ve bulguların ortaya koyduklarını farklı kaygılarla, farklı biçimlerde yorumlama olanağı vardır. “Gerçek” onu açıklamaya çalışan kuramlardan, modellerden hep “fazla”dır; dolayısıyla bir çok “modelle”, kuramla açıklanma olanağı vardır.

Buradaki modelde kaygı, bir insan anlayışını tartışarak, irdeleyerek geliştirmeye çabalamaktır. Gönlümüzde, nasıl bir insanın dünya gezegeninde yaşamasını istiyoruz? Yanıtım: Gönlü olan insanın. Gönül sahibi insanın bu yazı çerçevesinde şimdilik on temel onto-ethik karakteri, özelliği içinde taşıdığını düşünüyorum.

1. Özgürdür, gönlü olan insan. Bu özgürlük ona “yalnızca dışarıdan” yasalar ve toplumsal düzenlemelerle sağlanmış özgürlük değildir. İnsanın “iç” özgürlüğünden söz ediyoruz. Kararlarında, seçmelerinde,belirleyiciler altında “özgür” olabilen; kendini belirleyen etkilerin, engellerin, zorlukların neler olduğunu anlamaya gönüllü, açık; anlayabilen insandır özgür insan.

2. Özerktir. Otonom. Özgürlüğünün sağladığı hareket olanağı, onu “kopya çeken”, “özenti” biri yapmamalıdır. Özerk insan, “iç dünyası” egemenliğine, istiklaline kavuşmuş, bağımsız bir kişidir. Özgürlüğünün erki kendindendir. Özerk “başına buyruk” biri değildir, bir anlamıyla. Özerkliğinin diğer insanların özerkliğine bağlı olduğunu bilir.

3. Diğer insanlara bağlılığının, bağımlığının verdiği bir özellik de onun özgül olmasıdır. Özgüllük, bir kültüre, inanç düzenine, yaşam biçimine özgü oluştur. Özgürlük ve özerklik ancak özgüllük içinde gelişebilir. Özgül insan, belli bir toprağın, kültürün insanıdır. Çağımız böyle bir özgül insana pek sıcak bakmıyor. (Globalleşme, dünyanın bir “köy” oluşu savı!)

4. Özgündür. Özgün olmaya çabalayandır. Orijinalliği, özüne uygun etkinlik içinde oluşundan gelir. Sahip olduğu gizil güçleri (potansiyelleri) gerçekleştirmeye, taşıdığı yetenekleri kuvveden fiile çıkarmayla uğraşır. Özünü oluşturmaya, kurmaya, keşfetmeye doğru yönlendirir yaşamını.

5. Özdendir. Burada “özdenliği” kendiliğindenlik, içtenlik anlamında yorumluyorum. Kendi özünden çıktığı için, özgün, “orijinal” olabilir. İki yüzlülük taşımadığından.

6. Özlemlidir. Oluşturacağı “öz”, “benlik”, bilinç düzeni, sürekli üzerinde çalışılması gereken, “inşası bitimsiz” bir özellik taşıdığından, içinde yaşanılanla varılması hedeflenen arasından ortaya çıkan kapatılamaz uçurum, gönlü olan kişiyi özlemli kılar: Özlem, yaşayabileceği özgür, özerk, özgül, özgün, özden… kişilerin bulunduğu dünyayadır. Özlem, bu özelleri edinebilme, taşıyabilme olgunluğuna erişebilmeyedir.

7. Özenlidir. Titiz, çalışkan: Ayrıntıları unutmayan. Akıl yürütmesinde gedikler vermemeye çalışandır.

8. Özverilidir. Değerler yaşayan bir insandır çünkü. Sahip olduğu değerler için tehlikeleri göze alır. Değerleri yaşar, yaşamaya çalışır, yaşadıklarının bedelini öder, ödemeye hazırdır.

9. Özgedir. Bu sözcüğün Türkçe’deki alışılmış anlamları “başka, diğer, yabancı”dır. Ben bu çalışma bağlamında, Kazak, Özbek, Uygur Türkçe’lerindeki anlamını yeğliyorum. Özge, bu anlamıyla “değişik” demektir. Türkçe’de kullanılan anlamlarıyla birlikte özge oldukça zengin anlam renkleri taşıyor. (Örneğin Divan-ü Lugat-it Türk, III, 155-4′ de, -Türk Dil Kurumu, Besim Atalay çevirisi, 1986) özge, “öze” anlamında, bana, kendime, özüme olarak geçiyor; o dönemin, o coğrafyanın telaffuzuyla! Özge, özgül, özden olan insanın bağnazlığını, ruh darlığını önleyen bir özellik: Özünüze özge olabilmek! “Değişik” anlamın özgeyi özge kılan da budur: Hem öze yöneliktir, hem öze yabancı, özden başkadır! Öze varabilmek, bilinç düzenini sağlam kurabilmek özge olmayı gerektirir: Bilinç düzeninin devingenliği, özgelik olmadan öze yürümenin zorluğunu gösterir sanırım. (Kendimizi “ötekiler” yardımıyla öğrenebileceğimiz olgusu!)

10. Özgeliğin öze giden yolda katkısı ancak özümseme ile olanaklıdır: Özümseyendir. Özgeliği özdenlikle, özgüllükle, özgünle birlikte özümlemiştir. Özümseme, bilinci oluşturan öğelerin ahengi; duygu, düşünce ve davranışların bir bütünlük içinde yoğrulması demektir.

Bu saydığım özellikleri anlatan kavramlar beş ayrı kavram çifti oluştururlar: (Özgürlük, Özenlilik), (Özerklik, Özverililik), (Özgünlük, Özgüllük), (Özdenlik, Özlemlilik), (Özgelik, Özümseyenlik).

Her kavram çiftindeki kavramların taşıdığı özellikler, birbirlerini tümlerler; bilinç taşıyan insanın bilinç düzeninin olgunlaşmasına katkıda bulunurlar.

 

 

Yaşantı Uzayında Beden ve Öte

Bilinç nerededir? Bir “yer” midir bilinç? Öyleyse nasıl bir yerdir? Bilinci Platoncu bir “idealar alemi”ne yerleştirmiyorum. Bedenin bir açılımıdır. Dünya gezegeninde bedensiz var olamaz. (Parapsiklolojideki tartışmalara kapalı kalmamak koşuluyla: Bilinç bu gezegende bir enerjiyle gösteriyor kendini!) Bedenin işlevlerine indirgenemez, ondan bir anlamda “fazla”dır. Bilinç bedenin olduğu yerde “gösteriyor” kendini. Bu çalışmada onu “benzetme”lerle, metaforlarla anlatmayı deneyeceğim. Metafor, sözcük anlamıyla “taşıma”, dönüştürme, “transfer” demek. Bilinci, böylesi bir anlam dönüşümüyle anlatacağım.

Bilinç yaşantı uzayındadır. Duyduğumuz, duyumsadığımız, düşündüğümüz, düşlediğimiz, anımsadığımız, umduğumuz herşey yaşantıdır. (Erlebnis, Erfahrung) Yaşantılar bilinçte yaşanır. İnsan bilinciyle gerçekliği karşılar. Bilinç, bu anlamda, insanın gerçeklikle karşılaşma yeridir. Bu “uzayda”, yaşantılar işlenir. Yaşantı işliğidir bilinç. Duygular, düşler, düşünceler gözden geçirilir; onlarla, başarılabiliyorsa hesaplaşılır. Yaşantılardan dokunur bilinç, bir ölçüde “inşa” edilir. Bilincin yapısına, bireysel özelliklerine göre bilinç düzenleri oluşturulur.

Beden, bilincin komşusudur. Aralarında çok sıkı bir etkileşim söz konusudur. Bedenle çalışır bilinç. Bedenden çalışır. Beden de, bilinç de açılabilen, alanını genişletebilen, dönüşebilen varlıklardır. Bilinç bedenin açılımıdır, demiştim. Bilinç de, hem bedene hem bedenin dışına doğru açılabilir. Hem bedeni hem dışını bilebilme bölgesini genişletebilir. Bilinç kendi üzerine de açılabilir, birazdan üzerinde duracağım.

Bilinç-beden bütünlüğüne beri, bu bütünlüğün dışına da öte diyorum. Yaşantıların bilince, beden aracılığıyla ulaşan bölümünde, öteden gelen duyulardan (görme, dokunma, işitme, tatma, koklaması gibi), bedenden kaynaklanan duyumlardan örneğin ağrılardan, söz edebiliriz. Bilinç öteyle ilişkisinde bedeni kullanır, kendi içindeki yaşantılardan da yararlanır.

Ötede, çevre ve ortam bulunur. Bilinç, öteyi çevre ve ortamdaki durumlarda yaşar. Çevre, bilinci saran fiziksel özellikler taşıyan nesnelerden oluşur. Doğa, kent, insanın ürettiği eşya, bilince çevre oluştururlar. Ortamsa (çevreye yüklediğimiz anlam ve değerlerden, düşüncelerden, görüş, yorum, model kuramlardan meydana gelir. Bilinç, çevre ve ortam içinde durumları yaşar; durumlar, belli koşullarda, belli etkiler altında, belli zaman süreleri içinde bilincin ortam ve çevreyle etkileşimleridir. Bilinç her zaman bir durum içindedir, bir çevre ve ortam içinde.

Bilinç dışında ne vardır? Beden ve öte! Bilinç temelde üç kaynaktan gelen yaşantıları yaşar demiştim: Bedenden, öteden ve kendisinden. Bilince yaşantı yağar, yaşantı akar. Bilinç, yaşantı uzayındaki işleyişin çok azını bilebilir. Bilincin yaşantılar uzayı olması, yaşantıların bilincine varılıyor demek değildir. Bilinç dışı, bilinçteki akış, işleyiş düzenini etkiler. Beden, bilinç duyarlıdır; bilinç, beden duyarlı, ikisi birden beriyi oluştururlar. Beri, öte duyarlıdır. Bilinç, bilincine varamadığımız, işleyişine, düzenine çoğu zaman egemen olamadığımız bir yapı taşır. Bilinç düzenine egemen olmak, beden düzenine egemen olmaktan daha zordur. Belli alıştırmalar, yoğun bir beden eğitimi, beslenme düzeni ile bir ölçüde bedenin işleyişi denetlenebilir. (Anatomi, fizyoloji, nöroloji ile farmakolojik bilgi bu denetimin güçlendirilmesine katkıda bulunabilir!) Bilinç, hem bedenden hem öteden gelen etkilerin anlaşılmasındaki zorluktan, kendi yapısının, bilinç uzayının ontolojik özelliğinin kavranmasındaki sıkıntılardan dolayı, denetimi çok çetin bir yapı taşıyor.

Yaşantıların akışı, dönüşümü, engellenmesi, bastırılması, kılık değiştirmesi, beden, bilinç ve öte arasındaki kapı ve pencerelerin varlığı ile açıklanabilir.

Önce pencerelerden başlayalım. Yaşantı uzayında, bilinç, beden ve öte arasında altı pencere bulunur. İlki bedenden öteye “bakan” penceredir. Beden bu pencereden öteyi görür, algılar. Bedenden bilince bakan pencereden, beden bilinci görür: Bilinç duyarlı beden, bilinci izler ve işleyişinden etkilenir. Üçüncü pencere bedenin kendine açılan penceredir. İşleyişine duyarlı beden kendini farkeden, duyabilen, yaşayabilen bedendir. Dördüncü pencereden, bilinçten bedene açılan pencereden görünen, bilincin gördüğü bedendir: Bilincin bedenle ilişkisinin yönetildiği pencere. Bilincin bedene sahip çıkmasının değerlendirilmesinin yapıldığı pencere. Bu pencerede görülenlerin her zaman bilincine vardığımız söylenemez. Bilinç pencereden görebildiğini görür, kapılarını ona göre denetlemeye çalışır, kararlar alır.

Beşinci pencere bilinçten öteye bakan penceredir. Bir çok açıdan ilginç penceredir bu: Bilinç öteyle olan ilişkisini çoğu zaman bedenin açtığı pencereden sağlar (duyu verileriyle örneğin…). Oysa öte, yalnız fiziksel bir yapı taşıyan “çevre”den oluşmuyor. “Ortam”, çevrenin anlamı, yorumu, değerlendirilmesi bilincin kendi yaşantılarıyla; duygu, düşünce ve düşlerle yapılır. Bu pencere, sanata, bilime, düşünceye açılan penceredir. Elbette “uzaklardan” bedenin etkileri sürebilir, buradan görüleni anlamaya; yine de pencere, bir anlamda, bilincin öteye “doğrudan” açılan penceresidir, bu pencere.

Alımcı pencere, bilincin kendine açılan penceredir. Bir çok insanda kapalı, yarı kapalı, belki de buzlu camlardan oluşmuş penceredir. Oysa bilinç kendine açılabilen, kendi üzerine derinleşebilen kendi içini araştırabilen, kendini içleyebilen (içini zenginleştirebilen) bir varlıktır.

Pencerelerden görebilmek, yaşantı uzayının ustası, “efendisi” olabilmek, öncelikle pencereleri farketmekle, bedenimiz ve bilincimize “sahip çıkmak”la sağlanabilir. “Bilinç düzeyi yüksek” insan diyebileceğimiz insanın, yaşantı uzayındaki pencereleri, böylesi pencerelere duyarlı olduğu, beden-bilinç-öte bütünlüğünü yaşayabildiği için, bir ölçüde açıktır.

Doğu bilgeliğinin uzun çileli bir “terbiye” ile pencereleri açık kılma etkinliği, hala içinde yaşantı uzayını anlamak açısından, önemli ipuçları taşıyabilir. Ben, pencerelerin yapısının yaşantı uzayının tanınması, araştırılmasıyla giderek anlaşılacağını düşünüyorum. Unutmayalım ki, yaşantı uzayı bilgisi, yaşama deneyimi olmadan kazanılamaz. Beden üzerinden çalışmalar yapmak, araştırıcının kendisinin katılmasını gerektirmediği için (giderek böylesi bir katılım, “öznel” sayıldığından, alışılagelen bilimsel araştırma yöntemlerine ters düşer!) daha kolay; başlangıç için daha uygun görünüyor. Bilinç salt bedensel yolla anlaşılmaz. Nedeni açık görünüyor: Yaşantıların dıştan incelenmesi olanaklıdır; onları ortaya çıkaran durumları “dıştan” araştırabilir, gözlemler yapabilirsiniz ama yaşantılar “içten” yaşanırlar. Örneğin, diş ağrımı ancak ben yaşayabilirim; sevincim, ne denli üleşsem de, benim yaşadığımdır; yaşantılarım “mahremdir”, özeldir (private!). Bilincimin de böyle bir özelliği var; yaşantı uzayında, yaşantıların yaşandığı bir yer olarak: Bilinç, yaşayanın bilincidir: Dışarıda duran bilinç, ötekinin bilinci, sizin bilinciniz değildir, “öte”dir sizin için. Bilinç ve beden “beri” dedir oysa. Bilincimi inceleyen, “öte”deki bilincimi inceleyebilir ancak. Oysa, bilincim, öteden inceleyerek tüketilemez, berim, hep “orada”; yaşama uzayındadır. “Beri” ise özeldir, “bir tek bana” aittir: Ancak, özneler arası iletişimlerle bir ölçüde, “öteye” çıkarılabilir, ötelenebilir, alışılagelmiş deyimlerle nesnelleştirilebilir.

Altı penceresinin yanında, altı da kapısı var yaşantı uzayının. Bedenden öteye, bedenden bilince, bedenden bedene, bilinçten öteye, bilinçten bedene, bilinçten bilince açılan kapılar. Kapılar, pencerelerden farklı olarak, yaşantıların aktığı, süzüldüğü, dönüştürüldüğü yerlerdir. Bilinçte, bilincine varılarak yaşanan bir takım yaşantılar, üç kez dönüştürülmüş, iki kapıdan geçmiş yaşantılardır: Öteden bedene gelmiş, bedenden öteye açılan kapıdan, nice dönüşümlerle geçmiş, sonra bedenden bilince (öte açısından, duyu organlarının sinirler ağından beyine…) açılan kapıdan bilince ulaşmış, bu arada bir kez daha dönüşümden geçirilmişlerdir. Bilinç, kendine ulaşan yaşantıları bir kez de kendisi dönüşüme uğratır. (Dönüşüme uğratma yerine, “kodlama”, “yeniden düzenleme” diyebilirsiniz. Örneğin, psikolojide savunma mekanizmalarının bir bölümü bu tür dönüşümlerle gerçekleşiyor!)

Bilinçteki yaşantıların, yaşantı hareketlerinin neden çok azının farkındayız? Bilinçte neden bilemediğimiz, denetimimiz altında olmayan yaşantı süreçleri yaşanıyor? Neden bilinç bizim elimizde değil? Bir ölçüde elimizde, bir ölçüde bilincimize egemeniz. Neden tümüyle bilincimizde olanların bilincinde değiliz, denetimini ele geçiremiyoruz? Bilinç neden kendi kendisinin bilgisine ulaşamıyor, kendisinde neler olup bittiğinin farkına varamıyor?

Bilinç uzayında, yaşantı uzayının bir parçası olarak bir meydan ve bir haneden söz edebiliriz. Bilinç meydanı, bilince açık, dile getirilebilip, iletilebilen yaşantılarla yüklüdür. Bilinç, kendi meydanında dolaşabilir, meydanı düzenleyebilir. Bilinç, bilinç meydanına egemendir! Oysa, bilinç, yalnızca meydandan ibaret değildir. (Aydınlanma düşüncesi “aklı” böyle bir meydandan oluşmuş sanıyordu, bir bakıma.) Bilincin bir de “kapalı alanı” mahremiyeti vardır. Bilincin hane hayatı, ancak belli bir bilinç eğitimi, terbiyesi ile kısmen farkedilebilecek bir hayattır. Bilinç düzeni, yalnızca meydan düzenlemesiyle sağlanamaz. Hanenin öyküsü, psikanaliz tarafından, farklı psikoloji, psikiyatri kuramlarıyla; felsefede Hegel, Marks, Schopenhauer, Nietzsche ve varoluşçu düşünürlerce anlatılıp duruyor. Öykü biteceğe benzemiyor.

 

 

 

Yaşantı Uzayının Güç Alanları

Yaşantı uzayında bilinç ve bedenle, “beri”yle ilgili dört güç alanından söz edebiliriz. İnsan, bedeni ve bilinciyle çevre ve ortamına güç yayan, buralarda “güç alam” oluşturan bir varlıktır. İnsan nereye gitse bu alanları yanında götürür. Bilincin içinde ve dışında, bedenin içinde ve dışında olmak üzere dört alan, insanın güç alanını ortaya koyar.

Bilincin iç güç alanı, bilinç içindeki yaşantı hareketlerini etkiler, bu hareketlerden etkilenir. Güç alanı, bilinç düzeninin yürütülmesinde bir enerji kaynağıdır. “Benlik”, (self) bilinç içindeki yaşantı akışının trafiğini, işlenişini düzenler, düzenlemeye çalışır. Benlik, bilincin bütünlüğünü sağlayan bir düzendir. Bütünlük, bilincin iç güç alanıyla, kısaca bilinç iç alanının güçlülüğü ile sağlanabiliyor. İç alanın zayıflığı, dağılan yarılan benlik anlamına gelir: Bilinç düzeni kendini sürdürecek enerjiyi bulamaz. Duygu, düşünce, düşler ya şiddetlerini yitirir, ya da şiddetleri arasındaki ahenk bozulur.

Bilincin dış güç alanı, onun bedenle, öteyle ilişkiye geçmesini sağlar. Dış alan, bedene, bedenden öteye uzanır. İnsan, çevre ve ortamında dış alanla diğer insanlarla ilişkiye geçer. İç ve dış alanlar etkileşim halindedirler. İç alan, dış alanı etkileyebilecek özellikte ise, örneğin, bir insana baktığınızda onun iç dünyasından, iç alanından kaynaklanan olumlu yada olumsuz iletiler (mesajlar) ulaşır size. Çağımız dış alanı düzenleyerek, etkili, güçlü görünmeye önem veriyor.

Bedenin de bilinç gibi iç ve dış alanları vardır. Bedenin iç alanı, iç organlarının düzeniyle, işleyişini etkiler, onlardan etkilenir. Dış alan (tam söylersek, bedenin dış güç alanı!) iç alanla etkileşim halindedir; insanlar arası bedensel etkileşimler dış alanların gücü altında gerçekleşiyor. Beden alanları ile bilinç alanları birbirlerine karışırlar, birbirlerini etkilerler; benlik, bu açıdan yalnızca iç bilinç alanının etki alam içinde değildir; bedenin iç ve dış alanlarından, kendi dış alanından da güç dalgaları alır. Bilincin bedenle eş güdümü, alanlar arasındaki “sağlıklı” etkileşimi gerektirir. Beden-bilinç-öte üçlüsü, güç alanlarının can verdiği yaşantı uzayında var olur.

Nedir güç alanlarının kaynağı? Fiziksel güç müdür güçleri? Ontolojik yapıları nelerdir?

Güç alanlarının yaşantı uzayında olduğunu anımsayalım.

Yaşantı uzayı, çevre ve ortam içindedirler. Öyleyse güç alanlarının hem fiziksel hem de “düşünsel”, “anlamsal” özellikleri var: Bilincin iç ve dış alanları, fiziksel, çevresel özelliklerini beyinde, sinir sisteminde, bedenin tümünde akan enerji dalgalan olarak “dışa” vururlar: Bu açıdan, bu dalgalar, şu anda tıbbın “psiko-somatik” dediği bir “enerji” taşırlar. Bedenin iç ve dış alanları “çizgilerini”, bilince, bilincin iç ve dış alanlarıyla karışmak üzere gönderirler. Alan “çizgileri” birbirlerini keserler: Bu alanların birbirlerinin içine girerek “çalkantısı”, beden-bilinç-öte arasındaki ayrılamaz bütünlüğün varlığını gösteren önemli bir gösterge.

 

 

 

Yaşantı Ayrışımları

Yaşantı uzayındaki yaşantıların bir kısım özelliklerini bu yazı çerçevesinde kısaca sıralayabiliriz:

1. Yaşantılar zamansal (temporal)dır. Zaman içinde bir sürekliliğe sahiptirler.

2. Her yaşantı bedene ve bilinçteki etkileriyle var olur. Nedir yaşantı olmak? Bilinçte, bilinç uzayında “izi” olmaktır. Bilinçte sürüp giden, olup biten yaşantılardır. Yaşanan yaşantılar kendilerini yansıtabilme (reflectibility) özelliğine sahiptirler. Örneğin, seyrettiğimiz bir manzaranın yaşantısı yıllar sonra bize kendini yansıtır, kendini sunar. Seyrederken seyrettiğimizin bilincine varmasak bile, seyretmiş olmamız onun kendisini yeniden bize sunmasını, yansıtmasını sağlayabilir. Yaşanan yaşantının yansıtabilme özelliği, dönüşüme uğrasa da onun kalıcılığını gösterebilir.

3. Yaşantı uzayında hiçbir yaşantı yitmez. (Unuttuklarımız, anımsamadıklarımız onların yok olduğunu göstermez). Onların “yansıtma”, kendilerini gösterme “bölge”lerine ulaşamadığımızın bir işareti olabilir. Bilincin düzeni “gereği”, yitip gittiğini düşündüğümüz, ya da bedensel yapımızın içinde bulunduğu durumlar sonucu yaşayıp da anımsayamadığımız yaşantılar, yaşantı uzayında “ebedi” yerlerini almışlardır aslında.

4. Her yaşantının salt yaşayan bilincin bilebileceği bir bileşeni (özel bileşen) ile kendini diğer bilinçlere yansıtabildiği bileşeni (kamusal bilinç) vardır.

5. Belli bir bilinç açısından yaşantılar, yaşanan ya da yaşanmayan yaşantılar olarak ikiye ayrılabilir. Yaşanmayan yaşantılar, bilince ulaştığı halde bilincin farketmediği yaşantılardır. (Belli dalga boyunun altındaki ışık ışınlarını göremesek de bilinçte yerlerini alırlar, beden-bilinç bütünlüğüne etkileri olabilir!)

6. Yaşantılar bilinç düzeninde oluşturdukları etkiler açısından belli şiddetlere sahiptirler. Büyük felaketlerde, travmalarda yaşantı şiddeti bilincin yerleşik düzenini alt üst edebilir. Örneğin “huzur” yaşantısı sıfır alınırsa, şiddeti, artı ve eksi olmak üzere niceliksel olmasa da kabaca nitelik açısından değerlendirebiliriz.

7. Yaşanan yaşantıların bir bölümü, bilincine varılmış, üzerinde durulmuş, gözden geçirilmiş bir bölümüyse düpedüz yaşanıp gitmiş yaşantılardır!

Bilinçteki yaşantıları belli bir açıdan sınıflamayı deneyebiliriz. Bedenden geçerek ya da bedenden kaynaklanan duyu ve duyumdan sözederek, yaşantıları ayrıştırmaya başlayabiliriz. Öteden bedene ulaşan, günlük dilde “beş duyu” gibi adlar alan görme, işitme, dokunma, tatma, koklama yaşantıları, duyuları oluştururlar. Duyum sözünü bedenin kendi içinden kaynaklanan, doğrudan öteden gelmediğini düşündüğümüz, ağrı, sancı, sızı gibi adlar verdiğimiz yaşantılar için kullanıyorum.

Duygu, bedenle bilinç arasında ilginç bir yeri olan yaşantıdır. Çoğu kez “akılla” (aklı, modelimiz açısından bilincin meydanında düzenlenen, açıklayıcı, yorumlayıcı, anlaşılmayı sağlayıcı yaşantılar dizgesi (sistemi) olarak yorumlayabiliriz, ilk bakışta!) anlaşılıp, denetlenemediği için filozofların çok fazla ilgisini çekmemiş, sanatın, edebiyatın konusu yapılmıştır.

Düşünce bilincin meydanında ise, duygular çoğu zaman bilinç hanesinde bulunurlar. Düşünce yaşantıları yansıtabilme, ifade edilebilme, düzenlenebilme özellikleri taşıyıp, içeriklerinden soyutlanarak biçimsel hale getirilebildikleri için “yüksek” bilinç yaşantıları sayılmışlardır. Batı düşüncesinin Lagos‘u değerli sayılmış, giderek, dinsel, kutsal anlamlar taşımıştır.

Buraya kadar dile getirdiğim yaşantı çeşitleri, yaşadığımız olağan yaşamın, kimi felsefe çevrelerinin “halk psikolojisi” (folk psychology) dediği sınıflaması sayılabilir. Beden-Bilinç-Öte bütünlüğü açısından, bu psikolojinin pek farketmediği bir yaşantı çeşidi üstünde durmak istiyorum. Türkçe’de bu yaşantıya yörelence, bu yaşantının yaşanma sürecine yöreleme diyorum. (Türkçe’de yer bulmamış bir sözcük. Batı diliyle buna sırasıyla, Eski Yunanca’dan çıkarak oikoima, oikoisis diyebiliriz; noema, noesis sözcüklerine benzeterek).

Yöreleme eylemini bilinç nasıl gerçekleştirir? Yöreleme bir öteleme eylemidir. Bilincin alanını güçlendirmesi, uzayda “kapladığı” yeri genişletmesidir. Yöreleyen bilinç, beden-bilinç-öte bütünlüğünü gözeterek işler. Düşünce bilinç içinde kalırsa, “spekülatif”, edilgindir; Marks’ın dünyayı değiştirmediğini düşündüğü düşünce olur. Oysa yöreleme böyle bir bilinç etkinliği değildir: Bilincin yöreyi dönüştürme eylemidir. Yöre, bilinci ve bedeni saran ortam ve çevredir, ötedir, ötenin bilinç-beden bütünlüğüne katılmış parçasıdır. Öte, bilincin ulaşamadığı, ulaşamayacağı bilinemez bölgeleri de taşır. Oysa bilinç-bedenle birleştiğinde yöre adını alır: Öteyi yöreleştirme, bilincin atılımlarından kaynaklanan bilinç-beden bütünlüğünün bir başarısıdır. Yöreleme, alışılmış terimlerle söylendiğinde arzu-irade-eylem bütünlüğüdür. Bilinç, iç ve dış güç alanlarının sağladığı potansiyelle yörede “varolmaya” çalışır, yöreler. Yöreleme ürünleri, yörelencelerdir. (Düşünme, düşünce gibi…) Dil bir yörelencedir, yörelenceler yeniden bilince yaşantılar olarak alınır, bu sayede insan düşüncesi daha yetkin, daha düzenli, daha açık, belirgin, tanımlı yürüyebilir. Teknoloji ürünleri, düşünce, efsane, folklor, sanat… ürünleri yörelencelerdir. Yöreleme, dünyayı yaşanır kılma, insanın kılma, deyim yerindeyse insanlama çabasıdır. Yöreleme ile bilim, sanat, din, felsefe, teknoloji (çeşitli mühendislik dallarıyla, tıp, ziraat, hayvancılık…), yönetim düzenleri, hukuk, gelenek, töre, ahlak… oluştu. Kültür, insanın yöreleme etkinliği sonucu geliştirdiği yörelencelerden, kültür ürünlerinden oluşur. Bilinç, ahlak açısından yöreleme ile ötekiyle ilişkiye geçer. Yöreleme, bilincin “dışına”, bütünlüğüne, beden ve öteye uzanma, kavuşma, onlarla bütünlenme uğraşıdır.

 

 

 

Bilinç Düzenini Anlamaya Doğru

Bilinç uzayında yaşantılar “başıboş” dolaşmıyor. Düzenleniyor. İşleniyor: bilinç, bir bakımdan yaşantı işliği. Peki, bilinçte yaşantıdan farklı ne var ki “düzenleme” gerçekleşiyor? Bilinç, boş bir uzay olarak verilmiyor bize. Doğuştan, bilinç, belli bir ön-coğrafya ile geliyor. Bedensel bir alt yapı ile donanım kazanıyor bilinç. Bu alt yapının genetik tarihi, belki Jung’cu bir yorumla çok eskilere gidebiliyor. Belli çevre ve ortamda bilincin binlerce yıllık serüveni, tarihsel, kültürel, bedensel dönüşümlerin izlerini taşımasına yol açıyor. Yaşantılar, bilincin bedensel ve kültürel tarihinin oluşturduğu coğrafyası içinde akıyor, odaklanıyor, yönleniyor. Bilince uğrayan yaşantılar, oranın düzeni içine giriyor. Bilinç alanı, bilincin bedensel alt yapısı, bilincin geçmişten devraldığı işleyiş biçimi, bilinç düzenini oluşturuyor. Ön-coğrafya deyimi, bilinç uzayının belli geometrik yapıyı, “engebeli” özelliklerini taşımasını anlatan benzetmeli bir ifade. Yaşantı akışı, bir nehrin akışına benzetildiğinde, nehir yatağının önceden bir ölçüde verildiğini söylemek istiyorum bu deyimle. Yaşantı trafiği zamanla bu ilk verilen coğrafyayı değiştirir, yaşantılar geldikleri kapılardaki dönüşümleri bilince aktarır, bilinç uzayının yapısını dönüştürürler. Bilinç, bedenin değişimlerinden, içinde bulunduğu durumların farklılaşmalarından, zaman içindeki gelişimlerinden, oluşumlarından etkilenir. Bilinç işleyişi, bilincin “oturmuş”, yerleşmiş coğrafyasında fazla bir değişiklik göstermese de, karşılaştığı yaşantı fırtınaları, afetlerinde, değişen bilinç coğrafyası, işleyişi değiştirecek özellikler taşıyabilir.

Yaşantılar, bilince uğrar; bilinç, yaşantılara maruz kalır. Bilinç pencere ve kapılarının durumuna göre, uğradığı yaşantılara karşı koyar, onları kabul eder, alır, “red eder”, görmezden gelir. Kapı ve pencerelerden bilince ulaşan yaşantıları bilinç “gerisin geri yollayamaz”, içine alır ve dönüştürür. Bilincin yaşantıları “red etmesi”, kovması demek değildir; onu coğrafyası içine yerleştirirken, “meydanından” uzak tutmaya çabalamasıdır. Bunda ne denli başarılı olabilir, bu kuşkuludur. İstenmeyen yaşantılar, bilinç alanının gücü, işleyiş düzeninin uygunluğu, içinde bulunulan “durum”un yapısına bağlı olarak etkisiz hale getirilmeye çalışılabilir. Bu sürecin bilinç ne denli farkında olabilir, bu da önemli bir soru olarak duruyor karşımızda.

Bilincin kendisine ulaşan yaşantılara hazırlıklı olabilmesi, beklenilmeyen yaşantı afetleri karşısında gerekli dönüşümler yaratabilmesi, onun yaşantılardan “öğrenebilme” özelliğini gösterir. Batı düşüncesinin Pathemata mathemata ya da experientia docet sözleriyle dile getirdiği yaşantılardan öğrenme, yöreleme etkinliğinin bileşenlerinden biridir. Örneğin Gademer’in Alman dilinde yaptığı Erlebnis-Erfahrung ayırımını Türkçe’mizde de yapma olanağı vardır. Üzerinde çalışılmamış, bilincin işleyip öğrenmediği yaşantıya ham yaşantı (Erlebnis) öğrenilen yaşantıya da deneyim (Erfahrung) diyebiliriz. Aristo, Emperia’dan, deneyimlerden genç insanların yararlanamayacağını; başka türlü söylersek, gençlerin yaşantıları deneyime çeviremediğini söylüyor. Genç insan yaşantılar, (yaşantılama, yaşantıları yaşama anlamında) ama onları deneyime dönüştüremez. Bilincin yaşantıları alabilip, işlemesiyle ilgili bir başarısıdır, deneyim.

Bilinç, devir aldığı bedensel alt yapı ve bilinçsel ön coğrafya ile, içinde yaşadığı durumlarla, yaşantıları karşılar. Öte, beden, bilinç kaynaklı yaşantılar, kendisi de düzenleyici, işleyici yaşantılar üreten bilinç tarafından işlenir.

Bilinç, gelen yaşantılarla, karşılayan bilinç yaşantılarının buluştuğu bir uzaydır, bir coğrafyadır. Bilinç cansız, ölü bir uzay değildir; canlı bir uzaydır; yaşantı duyarlı bir “organizma”dır, deyim yerindeyse. Yaşantılar, yansıtabilme özellikleriyle kendilerini ortaya koyarlar, karşılayıcı bilinç yaşantıları onlara yönelir. Karşılayıcı yaşantıların nereye, nasıl, neden dolayı yöneldiği bilincin yapısına, tarihine, içinde bulunulan duruma bağlıdır. (Edmund Husserl’in “akılar”la açıkladığı bilinç düzeninden farklı bir açıklama!) Onlarla etkileşir. Kimilerini tutar. Bilincin belli bölgelerine yerleştirir. Zaman içinde, bilinç içindeki yerleşim düzeni, bir benzetmeyle uzaya kurulmuş, bilincin işleyip tutup, yerleştirip, düzenlediği kentler oluşturur. (Bilincin, ruhun, kente, şehre, benzetilmesi, ortaçağ filozoflarının, Platon’un başvurduğu bir anlatım yoludur!) Deneyimler arttıkça, kentler, kentler arasındaki yaşantı trafiği yoğunlaşır. Bilinç düzenine güç veren alanın desteğiyle gelişmiş benliğin yönetimiyle bilincin çok karmaşık işleyişi, işleyişin sorunlarının üstesinden gelinmeye çalışarak başarılır. (Bilinç yönetimi ilginç bir konu, psikagoji adıyla üzerinde çalışılabilir) Bilincin, yönelme, tutma, yerleştirme, düzenleme işlevlerinin yanında türetme işlevinden de söz edebiliriz. Bilinç yaşantılar türetebilir. Düşünme ve düş kurmada, “dıştan gelen” yaşantılardan farklı yaşantılar ortaya konabilir,.Bu yazıda bilincin “gelen” (dıştan ve içten!) yaşantıları karşılayan, karşılayıcı yaşantılardan söz etmeyeceğim. Bilinç, kendi kendine yaşantılar yollayan, yaşantı kaynağı ve yaşantı alıcısıdır.

Peki, bilinçteki bu oluşumlardan, bilinç ne kadar “haberli”dir? Bilincin, yaşantıları yaşaması, onlardan “haberli” olması şimdileştirme dediğim bir süreçle gerçekleşir. (Edmund Husserl’in kendi sistemi içinde Vergegenwârtigung terimiyle dile getirdiği işleyişe bir açıdan benzer bir süreç!) Yaşantı yaşanması hep “şimdi” içinde olur. Anımsamak, örneğin, yerleştirilmiş yaşantılara yönelip onları şimdiye çekmektir, şimdileştirmektir. Şimdileştirebildiğimiz yaşantıları farkedip, yaşayabiliriz.

Bilince uğrayan yaşantılar, şimdileştirilebildiğinde, aralarındaki farklar görülüp, tanınabilirler. Yaşantıya maruz kalıp, aralarındaki farkları ayırt ederek tanıma, bilincin henüz edilgin süreçleridir. Etkinlik, bilincin yoğun bir yönelmeyle (odaklanma diyorum buna!), gelen yaşantılara anlam verme, yorumlama, değerlendirme işlemlerini uygulamasıyla ortaya çıkar. Bu odaklanmadan değerlendirmeye uzanan süreç, başarıldığında, yine yörelemenin bir parçası olur. Bilimde kavram oluşturma, açıklama, sanatta, felsefede yorumlama, yaşam içindeki ahlak ilişkilerindeki değerlendirme bu sürecin farklı işleyişleridir.

Modelin kaba çizgileriyle çizmeye çalıştığım kavramsal resmini burada kesiyorum. Geliştirmeye çabaladığım bilinç modeli içinde bir çok belirsizlikler ve boşluklar taşıyor. Yazımın başında sözünü ettiğim kaygılarla yürüdüğüm yolda, bu model, gelecekteki olası düzeltmelerle daha ayrıntılı işlenmeyi bekliyor.

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/bilinc.htm

 

 

 

 

 

AHMET İNAM’LA SÖYLEŞİ: “Düşünmek, göze almaktır.”

Halil Turan – Sinan Kadir Çelik

Halil Turan: Hocam, ikimizin de hocasısınız. Felsefe öğrenciliğinin sonu var mıdır? Buna bağlı olarak şunu da soralım: “İyi” felsefe öğrenciliği ne demektir? Bu konuda bir tanımınız var mı?

Ahmet İnam: Felsefeyle uğraşmak, bana sorarsanız, zaten “öğrenci” olmayı bilmek demektir. Öğrenci olamazsan, felsefeye olan ilgin dışardan bir ilgi olarak kalacaktır. Her zaman dışarlıklı bir felsefe uğraşıcısı olursun. İçten bir şekilde felsefeyle ilişkiye girmek ise öğrenci olmayı bilmekle olanaklı; çünkü, sonsuz bir öğrenme çabası var öğrencilikte ve bu çaba biter gibi de görünmüyor. Daha önce yaşamış olanlardan, düşünülmüş olanlardan bir şeyler öğreniriz. Aynı zamanda kendimizin onlarla olan ilişkisinden de bir şeyler öğreniriz. Bir üçüncü öğrenme daha var ki, bu kendi yaşamımızdan, başımızdan geçmiş olanlardan öğrendiklerimizdir. Çünkü felsefe kendi kişiliğimizi katmadan ilişkiye geçebileceğimiz, tarafsız bir tutumla veya soğukkanlı, yansız bir bakışla ilişkiye girebileceğimiz bir alan değil diye düşünüyorum. Belki bilim için de geçerlidir bu söylediğim.

Halil Turan: Ama sanırım, felsefenin nesnel olması gerektiğini savunanlar, hatta felsefeyi nesnel bir biçimde yaptıklarını iddia edenler var.

Ahmet İnam: Hayır, hayır, ben hiçbir şeyin öyle yapılabileceğini düşünmüyorum. En yansız etkinlik dediğimiz bilimde bile yansız olma tavrının da senin kişiliğinle ilgili olduğunu düşünüyorum. Kişilik bizde genellikle öznellik olarak görülür; öznellik de olumsuz bir kavram olarak yorumlanır. Öznelliği bir tür laubalilik, karşındaki nesneyle ilgilenmek yerine kendi özel çağrışım dünyana girip bir sürü laf söylemek olarak anlıyorlar. Benim burada sözünü ettiğim ise kendini katma meselesidir. Yani dışımızdaki problemlere, herkes için ortak olan problemlere, herkesin, görebileceği, ele alabileceği problemlere kendi bakış açımızdan, kendi duruşumuzdan, kendi deneyimimizden yola çıkarak, yani öznelliğimizden ziyade kendi özgüllüğümüzden, yani bize özgü olandan yola çıkarak bakabilme işidir ki bu sanıyorum, zaten bütün bilim insanlarının, bütün düşünen insanların da yapageldiği bir şeydir. Elbette herkes için ortak olan bir alan vardır. Ama o ortak alana biz kendimiz olarak giriyoruz. Ve kendimiz olarak girdiğimiz zaman bakışımız anlamlıysa, o bakış herkesi ilgilendiren, herkesle ortak bir şey oluyor. Herkeste ortak olan bir şey bile kendi gözümüzle gördüğümüz, gösterdiğimiz bir şeydir. Sadece felsefede değil, ama sanatta da, bilimde de bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, kendi özgüllüğünü yakalayabilmiş bir öğrenciliğin felsefe için çok gerekli olduğunu, ama bunun aynı zamanda çok zor başarıldığını düşünüyorum. Bunun çok büyük tehlikeleri de var. Bunun patolojik hali, kötü bir megalomani ve gaflettir; kendini bir matah sanmaktır ve her söylediğinin de özgün bir şeyler olduğunu düşünmektir. Bu, akademik hayatta gençken çok izin verilmeyen bir şeydir; çünkü gençken kendinize özgü laflar zaten ettirmiyorlar. Ama bir biçimde denetim mekanizmalarından kurtulup, deyim yerindeyse palazlandığınızda ve bir takım rütbeler alıp ağzınıza gelen her şeyi söylediğinizde, sizi denetleyecek bir güç olmadığı için kendinizi bir insan sanmaya başlıyorsunuz. Şakşakçılar da olduğu sürece “Bastır hoca”, “Helal olsun hoca”, “Ne güzel söyledin hoca” dedikçe, üfürüğün bir fırtınaya dönüştüğünü görebilirsiniz. Bu durum çok tehlikeli. Çünkü felsefede öğrenci olabilmek, kesinlikle bir özeleştiriyle yürüyen bir şeydir. Bu, öylesine zalimane bir özeleştiri olmalıdır ki kendini yerin dibine sokup o soktuğun yerin üzerinde tepinmen gerekebilir. Ama bunun hastalıklı hali de “ben akılsızım”, “ben aptalım”, “dur bakalım” falan deyip hiçbir şey söylemeden, sonunda söylediklerini totolojik hale getirip sağlamlaştırmaya çalışmak da bazı akademik çevrelerin yaptığı bir şeydir. Yani felsefede çok güvenceli bir yol izlersen, söylediklerini öyle teknik ve analitik bir biçimde söyleyeceksin ki söylediklerinde herkes bir şeyler var sanacak. Tabii, örtük totolojiler olur bunlar da. Birçok akademik makalenin de böyle olduğunu düşünüyorum. Akademik rütbelerin koşullandırmaları da eklendiğinde insanlar, o bir takım dergilerde makaleler yazmak için böylesine hiçbir anlamı olmayan bir sürü laf söyleyebiliyorlar ve yazdıklarını galiba bir kendileri bir de hakemler okuyor. Onun dışında, bu yazılara, arada bir göndermeler, anlaşmalı ya da şaşkınlıkla yapılan göndermeler de olabilir. Çağımızdaki felsefe öğrenciliğinin zorluğu, felsefenin günümüzde geldiği yerle ilgili. Felsefe bir meslek haline geldiği için, akademik bir birimin içinde çalışan ve sırf maaş aldığı için onla uğraşan insanlar var; yani içinden geldiği için, başka bir şey yapamayacağı için değil. Hasbelkader bir felsefe bölümüne kapağı atmış ve oradan da ekmek parası kazanabilmek için terfi etmek zorunda olan insanlar var ve bu insanların da belli bir üretimde bulunmaları gerekiyor. Bu üretimin de ortalama, sıradan ve çok saçma laflar etmeyen bir üretim olması lazım.

Halil Turan: O halde, tanımlarınıza göre, “Böyle kişiler öğrenci olamazlar” diyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Aslında bunlar da öğrenci olabilirler. Konuyu biraz saptırdım. Ama, evet bunlar da öğrenci olabilirler. Herhalde bunlar da kendi teknik felsefe anlayışları içinde bir şeyler öğreniyorlardır. Öğrenci olmak yaptıklarından bir şeyler öğrenmekse, bu kişiler de öğrenebilirler. Ama burada anlatmaya çalıştığım öğrenmenin biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Kendimizi öğrenmekle ilgili bir öğrenmeden söz ediyorum. İyi bir felsefe öğrencisi olmak demek, kendini felsefe problemlerinin içine katabilmek demektir. Dolayısıyla, o yolculuğun doğuracağı sıkıntılara katlanabilmek, o cesareti bulmak, hatta dalga geçilmeye, eğlenilmeye, dışlanılmaya katlanabilmek demektir. Felsefeciler çevresinden sürülebilirsin de, alay edilebilirsin, dalga geçebilirler, insan yerine konmayabilirsin; ama benim olduğum gibi ünlü, popüler de olabilirsin. Bunlar çok tehlikeli şeyler ve hakiki bir öğrenmenin ve iyi bir öğrenci olmanın göstergeleri değiller. Çünkü, iyi bir öğrenci olmanın göstergesi, kendi yaşamıyla felsefe problemlerinin iç içe oluşundan bir şeyler öğrenebilmektir. Öğrenci, bu öğrenme sürecinde kendi sorunlarıyla felsefe problemlerini elbette karıştırmayacak. Ama onun yaşam sorunlarıyla felsefe problemlerinin koşut olduklarını görebilen biri olması gerekir. Bunların ötesinde, felsefe sorunlarını tamamen kendi dışında olduğunu düşünen, “yaşamım ayrı, felsefe sorunları ayrı” diye bakan bir gözün öğrenmesinin bir felsefi öğrenme olmayacağı, bunun teknik ve mesleki bir öğrenme olacağını düşünüyorum. Bu biçimde felsefe yapan insanların sayısı çok fazladır. Ama bunlar yanlış yapıyorlar da diyemem. Çünkü böyle insanlar, felsefe de bir meslek olduğuna göre, her meslekte vardır. Her mesleğin teknisyeni vardır. Bu teknisyenlerin bir kısmı işlerini iyi yapabiliyorlar. Bazıları iyi teknisyenlerdir; bazıları ise değildirler. Teknisyenlerin çoğunun teknisyen olduklarının farkında olduklarını sanmıyorum; çünkü bu iş böyle yapılır diye öyle yapıyorlar. Bunların çoğunun da dürüst insanlar olduğunu düşünüyorum. Bir de, tabii, teknisyen olmayıp, felsefeyi kendi varoluş sorunu haline getiren insanlar var. Bunların her birinin ürettiği felsefi ürünlerin anlamlı olduğunu da savunamam; bunların çoğu saçmadır. Çünkü çok tehlikeli bir yoldur kendini katarak gitmek. Söylediğin her sözün bir matah olduğunu sanmanın dışında, kendi özel cinsel problemlerinin, duygusal problemlerinin büyük felsefi sorunlar olduğunu sanma tehlikesiyle karşılaşılabilir. Bu da kendi başına büyük bir sorundur. Galiba sağlıklı felsefe öğrenciliği şu: Herkesin kendi özgüllüğü içinde sorunlarla ilişkiye geçtiği, ama birlikte konuşulabilen, tartışılabilen, birlikte öğrenebilmenin gerçekleşebildiği bir öğrencilik. Felsefe hiçbir zaman bir kişilik bir etkinlik olmadığı için, felsefe etkinliğinin birlikte yürütülebilecek, yani agora’da sürekli tartışmalarla öğrenilebilecek bir şey olması gerek.


Sinan Kadir Çelik: Peki o zaman hocam, beraber neyi öğreneceğiz? Yahya Kemal’in “Bir aşk oluverdi aşinalık” dizesinden yola çıkarsak, aslında felsefe dediğimizin bize malum olanı mümkün kılma çabası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Sanırım, evet. Fenomenologlar, şaşırtıcı olarak ? Husserl’de olduğu gibi Wittgenstein’ da da bu vardır ? derler ki, “Hiçbir şey gizli değildir. Her şey önümüzdedir. Her şey önümüzde, her şey aşikar olduğu için onu görmek zordur”. Çünkü onlar bir yerlere saklanmış olsa, bir saklambaç oyunu haline döner felsefe ve biz onları bir yerlerde ararız. Asıl gizli olansa gözümüzün önünde olandır. Gözümüzün önünde olanı görebilmek çok çok zordur. Ve elbette bu başarılabilirse, fenomenolojiyle başarılacaktır. Fenomenolojinin “fenomen”i zaten görünendir; yani görünen üzerine konuşacağız. Söylediklerimiz gözümüze görünenler hakkında olacak. Görünmeyenler üzerine ahkam kesmek dayanaksız bir konuşma anlamına geliyor. Felsefeci konuşurken sürekli olarak gördüğü, duyduğu, yaşadığı şeyle ilişkili olarak konuşacaktır. Öbür türlü sadece bir yerlerde okuduğu ama göremediği bir şeyler hakkında konuşur. Çünkü okumak, soyut olarak anladığını sanmak, malumat sahibi olmak görmek anlamına gelmiyor. Görmek, problemleri görebilmek, Husserl’in sayfalar boyu, yıllar boyu anlamaya çalıştığı bir şeydi. Belki de Husserl görmeyi görmeye çalışıyordu; görmenin kendisinin nasıl bir şey olduğunu. Dolayısıyla mesele bir görme çabasıdır ve elbette bu görme de gözümüzün önünde olanı görmektir. Ama “neden gözümüzün önünde olanı görmüyoruz?” diye sorarsak, bunun cevabı “Çünkü gözümüzün önünde olanın nasıl bir şey olduğu bize öğretilir” olur. Aşinalıklar hep verilmiş aşinalıklardır; edinilmiş aşinalıklardır. Bizim kendi özgüllüğümüzden çıkan değil de, yaşadığımız kültürle, tarihle, dille öğretilen, yaşamdaki insan ilişkileri içinde edindiğimiz aşinalıklardır. Bu aşinalıkların çoğu gözlerimizi kör eder; çünkü bu aşinalıklar bir alışkanlığın ürünüdürler ve kolaycılıktırlar. Veciz sözler, atasözleri, basmakalıp düşünce şekilleri ve bunlarla yürünen araştırma yolu da herkese malum olanın ilamından başka bir şey olmayacaktır. İngilizce’de buna “belabour the obvious” diyorlar; yani açık (obvious) olanın üzerine konuşmaktan başka bir şey değil. Felsefe bu değil. Felsefe tam da bu açık gibi görünenin açık olmadığının farkına vardığın zaman başlayan bir şeydir. İşte o zaman Aristotelesçi anlamda şaşma da başlar. O zaman karşındaki kaleme “vay be!” diyerek bakabilirsin. İşte o zaman “hayret” başlar ve işte o zaman “aşk” başlar. İşte o zaman aşinalık aşka dönüşmüş olur. Felsefe sapına kadar bir aşk işidir; erotik bir iştir.

Sinan Kadir Çelik: Hocam, size iki sözünüzü hatırlayacağım. Birincisi, “Mutsuzluk ahlaksızlıktır” ki, bu sözünüz neredeyse bir motto oldu. Diğeri ise, “Bazıları uçup uçup düşecekler ki yürüyenler nereye gittiklerini görebilsin”. İşte bu iki sözün hayatınızın temel izlekleri olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Aslında ben hayatımla düşüncelerim arasında çok paralellik olduğunu düşünmüyorum. Sağda solda, evet, öyle konuşuyorum. Ama kendimin öyle olduğunu düşünmüyorum. Uçuk kaçık şeyler söylüyor gibi görünsem de, hayatıma baktığımda son derece ihtiyatlı olmaya çalışan bir insanım. Ama galiba bu ihtiyatlılığın bir hesabiliğe dönüşmesi beni rahatsız ediyor. Tabii, bir ihtiyat var ki felsefeci için bir anlamda gereklidir; çünkü uçmak bile belli bir ihtiyatla yapılabilen bir şey. Uçma derken alıkça bir uçmadan söz etmiyorum. Çünkü gidip kendini alıkça Galata Kulesi’nden atan bir adama benim hürmetim olamaz. Ama birisi kendine özgü bir aerodinamik teorisi geliştirir, ona göre kanatlarına özen gösterir ve hatta kanatlarını farklı renklere boyar… İşte böyle adamların uçamayışı çok anlamlıdır. Çünkü uçma üzerine düşünmüştür; uçma hakkında bir fikri vardır; uçmayla kendi yaşam deneyimlerini biriktirmiştir ve uçamamıştır. Yanındaki sevgilini etkilemek için kendini aşağı atabilirsin. Yahut ilaç alıp aşağı atlarsın. Bunlar bize bir şey öğretmez. Bir felsefe öğrencisinin, “hangi uçuculara saygı duyulmalıdır?” diye sorması lazım. Çünkü hakikaten bir saygın olanlar gibi, beş para etmez uçucular da var. Tabii bunların yanında piyadelerden de bahsedebiliriz. Gerçekten eli öpülesi piyadeler de vardır, alık piyadeler de. Bu alık piyadeler sürekli elinde kalkan olan birinin arkasından giden, onun bacağına yapışıp “bana ok gelmesin” diyen piyadelerdir bunlar. Diğerleri de “ben gidiyorum gelen var mı?” diyenlerden. Ötekiler de buna diyecektir ki “sen git, bir şey olmuyorsa biz de gelelim.” Bu doğuluların mayın tarlasına önce eşeklerini sürmelerine benziyor. Evet, böyle, mayın tarlasına girebilen piyadeler var. Yaratıcı düşünür ikiye ayırdık; uçarak düşünenler ve piyade olarak düşünenler diye. Bu iki düşünme biçiminde de ortak olansa risk almaktır; yani bir şeyleri göze almaktır. Çünkü, düşünmek göze almaktır. Heidegger buna “Wagnis” diyordu. Yani Wagnis tavrı içinde değilsen, ister uçucu ol ister piyade ol, eli öpülesi bir insan olacağını sanmıyorum. Mesela bizim akademik çevrelerde şöyle yürünür: Ciddi bir ifadeyle biri el çırpar ve tok bir sesle “Toplanın, yürüyeceğiz” der Sonuçta birilerini önden yürütüyorlar. O kişi alık bir asistan olabilir ya da meczup biri olabilir. “Sen bir yürü bakalım” derken de, yani “Sen bir makale yolla bakalım bir dergiye basılıyor mu?” demektir o. Ya da “Sen bir kitap yaz da alık gibi görünüyor musun yoksa, Nobel mi ödül mü alacaksın, akademik çevreler seni nasıl görecekler bakalım?” demektir. Bu insanların da ihtiyatları sigortalı bir ihtiyat oluyor; çok fazla garantili oluyor. Bu, çok anlamsızdır demek istemiyorum; zaten çoğunluk böyle yürüyor. Belki de, Viyana Çevresi’nin kurucuları ve bu düşünce akımının oluşturucuları kesinlikle iyi piyadelerdi. Onların eli öpülesi piyadeler olduklarını düşünüyorum; mesela Carnap. Wittgenstein zaten uçucudur ve daha Tractatus’dan anlarsınız bunu. Çünkü, rezil olabilirdi. Russell gibi bir insan olmasaydı, Moore gibi bir insan olmasaydı, Wittgenstein kolaylıkla rezil olabilirdi. Wittgenstein’ın akademik çevrede hiçbir şansı olmayabilirdi; adı sanı duyulmayabilirdi diye düşünüyorum. O tam bir uçucuydu; ama onun dışında bir Carnap gibi, Hempel gibi insanlar da çok saygın, eli öpülesi piyadelerdi. Mesela hocamız Teo Grünberg’i düşünürsek, o da saygın bir piyadedir. Fakat o çok titiz bir piyadedir. Titiz olması kendisinde cesaretsizliğe yol açmamıştır. Teo Bey’in dürüstlüğü bence şuradadır: Neyi nasıl yürüyeceğini baştan söyler. Gerçi son zamanlarda kendisinin de uçmaya kalktığı söylense de, ki uçmaya karar vermişse de hak etmiştir; hoca uçsa bile saygınlığını kaybedeceğini sanmam. Çünkü hoca, piyade yürüyüşlerinin tekniğini anlamaya çalışmıştır ve çok da anlamlıdır bu. Analitik okulda yürümek çok iyi bir şekilde yürüyüş tekniği üzerine düşünmekle olanaklıdır. Yürürken aynı zamanda “nasıl yürüyorum?” üzerine de yürüyüş yapmak lazım. Bir yandan sorunların üzerine giderken, “sorunların üzerine nasıl gidiyorum?” sorununun da üzerine gitmek lazım.

Halil Turan: Sizi çok sevenler, izleyenler olduğu gibi eleştirenler, yerenler de var. Size karşı bu farklı iki tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet İnam: Önce beni öven, sevdiğini söyleyenler için bir şeyler söyleyeyim; oradan başlayayım. Ne yapmaya çalıştığımın iyi anlaşıldığını sanmadığım için, bu övgülerin de çok anlamlı olduklarını düşünmüyorum. Övenlerin çoğu da zaten felsefeden anlamıyorlar. Dolayısıyla da beni övmeleri bir felsefeci olarak değildir. Belki bir Karagöz olarak övüyorlardır; belki Kavuklu diye övüyorlardır; yani meddah olarak övüyorlardır. Belki de sadece Türkiye’de yaşayan bir kültür insanı olarak övüyorlardır. Olmadı, suratımızı beğenmişlerdir filan da, onun için övüyorlardır. Bu övgülerin yazdıklarımın içeriğiyle ilgili olmadığını, dolayısıyla onların övgülerinin, onlardan özür dileyerek çok da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Yerenlere gelince, yerenlerin bir kısmının beni anlamadıklarını düşünüyorum. Beni yerenler arasında farklar var. Mesela, bunların bir kısmı beni bir akademisyen olarak görüp “Yahu, bir felsefecinin bu tür laflar etmemesi gerekir”; “Bu türden etkinliklere girmemesi lazım”; “Bu türde yazılar yazmaması gerekir” diye yeriyorlardır. Ama ben oralarda bir felsefeci olarak dolaşmıyorum. Benim bir felsefeci olarak görünmem, daha çok bir meslek sahibi olmakla ilgilidir. Felsefe üzerine konuşurken girdiğim tavırların laubaliliğinden dolayı beni yererlerse, o anlamlıdır. O yermeyi haklı bulurum ve haklı oldukları noktalar da vardır. Ama ben aşk üzerine konuşurken, bu konuşmayı bir felsefeci olarak yapmıyorum. Bu daha çok benim edebiyatçılığımla ilgili bir şey. Kaldı ki edebiyatla olan ilişkim felsefeden çok önce, daha 15-16 yaşlarındayken dergilerde yazmamla başlar. Söylediklerimin, yazdıklarımın çoğu edebi denemelerdir. Yazdığım kitapların çoğu da edebiyattır. O kitapları “felsefe” diye yutturduğumu da sanmıyorum. Eğer beni öyle eleştiriyorlarsa, o eleştiriler doğru değil. Ama beni felsefi tavrımla ilgili olarak eleştiriyorlarsa, orada benle ilgili bir sorun var; bu henüz kendimi anlatamamış olmakla ilgili bir sorun. Beni eğer Batı’daki bir takım kalıplara koyarak eleştiriyorlarsa, “işte postmodernist!”, bilmem ne diye, bu yanlış. Çünkü, hangi izleğin ardında olduğumu çok iyi bildiklerini sanmıyorum. Beni Heidegger çizgisinde, Levinas çizgisinde veya bir fenomenolog olarak görüp onların peşlerinden gitmeye çalışan, ama onu da beceremediği için işi meddahlığa vurmuş biri olarak görüp eleştiriyorlarsa, bu yanlış bir şeydir. Çünkü ben böyle bir şeyi felsefe yazılarımda yapmadım. Felsefe yazılarımda henüz Batılı düşünürlerle hesaplaşmadım; onları kritik bir bakış açısıyla gözden geçirmedim. Levinas üzerine yazdığım son yazıda bile başka bir kaygı var. Oysa ben bu kültürden açılan bir kapıdan yürümek istiyorum ve bu yürüyüşte yalnız olduğum için, şaşkın görülüp, birçok eleştiri okunu çekmem anlaşılır bir şeydir. Ama bu bilerek kendimi maruz bıraktığım bir şeydir ve bu tarz eleştirilere de söyleyeceğim bir şey yoktur. “Bir şey” deniyorum ben. Takla atmayı denerken, diyelim ki “Beceremedi”, “Atamadı”, “takla böyle atılmaz, çünkü atalarımız şöyle atıyorlardı” diyerek eleştirenler var; ama ben “şöyle de takla atılabilir” iddiasında bulunan, ama henüz o taklayı atamamış biriyim. Taklayı attığım zaman da bir sürü insan yine beğenmeyecek. Yerenlerime o açıdan da teşekkür edebilirim. Hepsini de okuduğumu söyleyemem. Yerenlerimin bir kısmından da hoşlanmadığımı söyleyebilirim. Bu eleştiriye kapalı olduğum anlamına gelmiyor. Çünkü beni yerenlerin ? bu belki bir hüsnükuruntudur, kendimi aldatıyor da olabilirim ama ? beni anlamadıklarını düşünüyorum. Ama tabii bu bir kaçış da olabilir. Onun için bana dair söyledikleri bana yararı olacak şeyler değil. Fakat hem yerenleri hem övenleri saygıyla selamlıyorum.

Sinan Kadir Çelik: Hocam nedense felsefeciler felsefeyi hep ikiye ayırırlar; ayrılmasa da ayırırlar. Derler ki, mesela, felsefe idealist-materyalist olarak ikiye ayrılır; Anglo-Sakson ve Kıta Avrupa felsefesi olarak ikiye ayrılır; Kartezyen ve Kartezyen olmayan olarak ikiye ayrılır; Doğu- Batı olarak ikiye ayrılır; vs. Örneğin Nietzsche de benden önce ve benden sonra diye felsefeyi ikiye ayırır. Ben de mesela felsefeyi şu şekilde ikiye ayırabilirim: Bir tür felsefeci “Bana bir sorun söyleyin onu çözeyim” der ki bu sizin deyiminizle “piyade” olacak herhalde; diğer tür felsefeci de “bana sorunsuz bir şey söyle sana onun ne kadar sorunlu olduğunu söyleyeyim” der ki “uçucular” da bunların arasından çıkıyor olsa gerek. Ama herhalde en basitinden felsefecileri “felsefe ikiye ayrılır” diyenler ve “Felsefe ikiye ayrılmaz” diyenler olarak ikiye ayırabiliriz. Herhalde bu önerme doğruluğundan şüphe edilmeyecek bir önerme olur. Peki hocam siz bu ayırmak meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ahmet İnam: Düşündükçe oldukça gülünç gelir bana, ben uzun yıllar taksonomi peşinde koştum. Şimdi düşündükçe de ne kadar saçma bir şey olduğunu fark ediyorum. Otuzlu yaşlarımda oluyor bunlar. Dedim ki tarafsız ve müthiş bir sınıflandırma yolu bulursam, yani bilim, felsefe, hayat ilişkisini anlatan içerikler üstü bir taksonomi yapabilirsem, problemi çözerim. Sonra uzun zaman düşündükçe saçmalığını anladım ? ama tabii bunlar da hep ustasızlıktan oluyor. Benim gibi insanlar cami avlusuna bırakılmış çocuklardır. Gerçi o cami avlusundan Cemal Yıldırım olsun, Teo bey olsun bizi almış. Onların da karakol olduğunu düşünüyorum; ayrıca Nermi Hoca, mesela, saygıyla andığım… Bu insanlar bizim ustalarımızdı ama hiçbirinin evinde oturamadığımız için öyle cami avlusunda kaldık. O cami avlusuna bırakılan, yetiştirme yurtlarında büyüyen kişiler bir aile sevgisi alamadığı için, Oxford’da Strawson’un yanında okusaydım veya Almanya’da bir filozofun, mesela Jaspers ekolünden birinin yanına gitseydim… Gerçi Takiyettin Bey’in ilgisini hep görmüşümdür; ama onun da sonuçta evine fazlasıyla giremedim. Çünkü, çocuk yuvasında yetiştiğimiz için böyle aile ortamları da bana hep bir huzursuzluk verir. Masasına oturunca çatal kaşık tutmayı bilmediğimiz için “elimizle yemeyelim” diye doğru dürüst yemek de yiyemedik. Dolayısıyla onların masasında da oturamadığımız için şaşkın olduk. Fakat, yaşım ilerledikçe bu şaşkınlığın bir olanak olduğunu düşünmeye başladım. İyi ki öyle olmuşum; bunun sonucu olarak farklı bir yolda yürünebileceği vehmine kapılıp yürümekteyim. Tabii, Aristoteles gibi düşünmek lazım: Henüz ölmedik, hala yaşıyoruz ve can çıkmadıkça da neler yaptığımızı anlamak zor, bunu ben bile anlayabilmiş değilim. Şu anda yüzlerce yayınlanmış yazım olduğu gibi, yayınlanmamış, dosyalarda duran bir sürü yazım var. Bu durumda ben de ne yaptığımı çok iyi bilemiyorum. Yapmış olduklarıma bakarak nerede olduğumu anlamam da zor. Onun için de yazdıklarımı okumuyorum. (Beni eleştireceklere ne denli çok malzeme veriyorum değil mi ?)


Halil Turan: Böyle bir taksonomi yapmalı mı?

Ahmet İnam: Tabii, yanlış olduğunu anladım. Taksonomi biraz Husserl, biraz da analitik felsefenin, mantık eğitimin getirdiği bir şey. “İçerikler üstü bir form bulabilir miyim?”; “Hangi içerik olursa olsun o formu yakalayabilir miyim?” diye soruyordum.

Halil Turan: Nasıl bir sonuca ulaştınız? Bulunamaz mı bu form? Hâlâ bulunabileceğine inananlar var.

Ahmet İnam: Evet, tabii, hâlâ var. Mathesis universalis, yani formlar üstü, biçemler üstü bir form elbet aranabilir. Ama ben bunun bulunabileceği fikrinden vazgeçtim. Ama ben vazgeçtim. Burada söylemek istediğim benim vazgeçtiğimdir. Bu biraz da özel yaşamımla ilgili bir şey. Ama arayan aramayı sürdürüyor. Zaten felsefenin en temel motiflerinden biri de budur. Felsefe sevdalısı tam da buna vurulur: “Bir form var” der; form aşığıdır yani. Platon’dan bu yana biz formların vurgununu yediğimiz için koşuyoruz bu işin peşinde. Ben kendi adıma konuşayım, bunu bulamayacağım düşüncesine kapıldım. Çünkü, konuşmanın başında da söylediğim gibi bu form meselesi, form arayışı kesinlikle tekillikten çıkıyor. Benim singularité’min içinden çıkan bir form. Bu form elbette ortaklaşa bir insanlık formudur. Bu form, bulabilirsem, evrensel olan bu form, kendi özel yaşantılarım, özel tecrübelerim sonucunda ortaya çıkmış bir formdur; ama bu form bulunmuş başka formların yanında çok cılız ya da anlamsız kalabilir. Dolayısıyla, bu formla hiç kimse ilgilenmeyebilir.

Halil Turan: Felsefeyi tanımlama çabası çok da verimli bir iş değil o halde, öyle mi?

Ahmet İnam: Bu daha çok şu anlama geliyor; form aramak yanlış değil. Ama form aramanın bedeli kendi yaşantılarımızdır. Kendimizi ortaya koyarak form bulabiliriz. Mesela Husserl bir takım formlar aradı. Russell olsun, Wittgenstein olsun bir takım formlar aradılar. Ama onların ortaya koyduğu formlarla, Leibniz’in ortaya koyduğu formlarla ? Monodoloji’de ortaya koyduğu formlar ? bunların ortaya koyduğu formlarla kendi yaşamları, yaşantı deneyimleri veya bütünlükleri arasında kesinlikle ilginin olduğunu ve bunun çok sıkı bir psikanalitik okumayla bulanabileceğini düşünüyorum.

Halil Turan: Fikirlerin kendileri açısından baktığımızda, bunların bir önemi var mı? Düşüncelerin kendi başına değerlerinden söz edemez miyiz?

Ahmet İnam: Tabii ki, kesinlikle söz edebiliriz. Bu düşüncelerin kendi başlarına bir değerleri var. Gödel’in nasıl bir psikolojisinin olduğu önemli değildi. Ama ortaya attığı tezleri ve yaptığı ispatlarla önemli bir insan. Dolayısıyla aynı şekilde bunu Husserl için söyleyebiliriz; Popper için de söyleyebiliriz. Fakat benim felsefi duruşuma göre, bu ikisi arasındaki bağ çok önemli. Benim yapmaya çalıştığım felsefi etkinlik, bu ikisi arasındaki köprüde cereyan ediyor. Benim kim olduğum ve psikolojik problemlerimle aradığım formlar arasındaki ilişki bizzat benim en büyük felsefe problemimdir. Ben bunu dert edinmiş bir insanım. Ama herkes bunu yapmalıdır diye bir şey söylemiyorum.

Halil Turan: “Yaratıcı olmak için psikolojik açıdan özürlü olmak gerekir” düşüncesi uzun zamandan beri gündemdedir.

Ahmet İnam: Hayır, ben bunun psikolojik bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Psikoloji bu işin görünüşüyle ilgili bir şey. Çünkü, temel duruş, insanın iç dünyasıyla, duygularıyla yarattıkları arasındaki ilişki problemi kesinlikle psikolojik, psiko-sosyolojik bir şey değil. Öyle de anlaşılabilir ama benim anladığım bu değil. Neden öyle değil derseniz, varoluşçuların “Angst” kavramı, “anxiété” kavramı ve diğer kavramları emosyonel kavramlarmış gibi gözükür. Ama onlar ontolojik kavramlardır. O, sana ait olmakla birlikte insan olarak aittir; bu, bütün insanlara ait bir şeydir. Kierkegaard’ın korkusu, titremesi sadece tuhaf bir rahip olan Kierkegaard’a ait değildir. O, tüm insanlığa ait olan korku ve titremeyi anlatmış ve onu dert etmiş bir insandır. Buradaki dert psikolojik bir saplantı, obsesyon olarak anlaşılmamalı, ontolojik bir obsesyon olarak anlaşılmalı. Ama keskin bir psikiyatrist diyebilir ki “Bu adam da her psikolojik problemini ontolojik bir problem haline getiriyor.” Ben öyle olmadığını düşünüyorum. Çünkü, bu fenomenolojiden sonra müthiş bir akıma, varoluşçuluğa yol açmış. Aynı şekilde, Heidegger’lerin yürüdüğü yola baktığımızda, Levinas gibi insanlara baktığımızda, örneğin, bu insanların psikolojik gibi gözükebilen, hatta teolojik gibi gözükebilen problemlerin çok derin ontolojik ve etik karşılıklarının olduğunu anlamış insanlar olduklarını düşünüyorum. Bu, köprü dediğim şey Halil, bir üslup, bir biçem, bir felsefe yapma tarzı. Durduğum noktadan, o anlamda bahsettim.

Halil Turan: Bazen Türkiye’de felsefe ve bilim etkinliğinin sığ ve bağımlı olduğunu söylüyorsunuz. Felsefecilerin de bilimcilerin de kendilerine bakmadıklarını söylüyorsunuz. Nedir “dönüp kendine bakmak”?

Ahmet İnam: Bunu söylerken bir hakkı teslim etmek lazım. Herkes kendi kişiliği içinde ve kendi yürüyüş yolu içerisinde, formlarla ilişkiye geçebilir. Dolayısıyla, ben kendi yürüyüş yolumdan yola çıkarak “Herkes böyle yürümeli” diyemem. Ama bu yürüyüş yolu içerisinde hangi yoldan yürürsen yürü, o yürüdüğün yolla ilgili bir kaygının olması, yani yol, sen ve yolunun götürdüğü yerle ilgili böyle bir triad ortaya koyarsak, bu triad’la ilgili bir kaygının olması gerektiği gibi bir saplantım var. Bu yanlış mıdır, doğru mudur, onu bilemiyorum. Burada dayandığım bir kaç şey var. Biri, gerçekten bilim alanında yaratıcı olmuş insanlarda böyle bir trilojinin ön planda olduğunu düşünüyorum. Newton’da olsun, Einstein’da olsun, daha az ünlü fizikçilerde olsun… Tabii, çok daha trajik deneyimler yaşayanlar var. Boltzmann gibi fizikçilerin daha ilginç yaşamları vardır; kimi matematikçilerin de öyle. Bu insanların problemlerle olan ilişkisi bir yaşam problemiyle, bir varoluş problemiyle kurulan ilişki gibidir. Çağımızda belki de bilimcilerin sayısının son derece artması, aynı şekilde felsefecilerin sayısının artması ve bunun bir meslek haline gelmesiyle teknisyenlik ön plana çıktı. Belki de bu çağ belli bir döneme kadar böyle gidecek. Bilim, felsefe ve sanat alanında o trilojiyi içselleştirmiş insanlar yerine, ufak tefek teknik meselelerle, Nermi Bey’in deyimiyle “bölük-pörçük” çalışan insanlar olacak ve bu insanların katkılarıyla bilim, felsefe ve sanat gelişecek. Hiçbir itirazım yok buna. Belki de benim itirazım çok gecikmiş, aslında modası geçmiş, romantik bir itirazdır. Evet, romantik deyimini burada kullanabiliriz. Herkes kendi gönlüyle problemlerle ilişkilensin, kendi duygu yaşamını katabilsin; kendi iç dünyasıyla çözeceği matematik problemi arasındaki bağlantıyı duysun. Bazıları duyar, bazıları duymaz; belki duymazsa daha da başarılı olur. Belki de duyan da alıklaşıyordur. Ama ben meseleye insan olmak açısından yaklaşıyor ve onu arıyorum. İnsan olmanın bilincine felsefeci, sanatçı olmakla varılamayacağı gibi bir iddiam var. Bunun akademik çevrelerde öğretilebilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Biz öğretmenlerin ele aldığımız sorunları öğrencilere anlatırken, o sorunları nasıl yaşadığımızı öğrencinin görmesinin çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben bazı öğretmenleri gördüğümde çok acı çekmiştim. Şöyle demiştim kendime: “Ben bu adamın öğrettiklerini öğrendiğimde bu adam gibi olacaksam, gergin, sinirli, kompleksli, takıntılı biri olacaksam; ben felsefeyi öğrenip bunun gibi bir adam olacaksam, okumuyorum, ben oynamıyorum”. Çünkü, ben bunun için felsefenin ardında değilim. Ama diyebilirsiniz ki “Sen adamın kendisine bakma da söylediğine bak.” Ama gençler ondan etkileniyorlar. Gençler senin sınıfta duruşundan etkileniyorlar. Ağzın müthiş laflar etse de, otuz beş kitap yazmış da olsan da, dünya çapında ünün olsa da, dünya bilmem ne birliği başkanı olsan da, sonuçta sen nasıl bir insansın o etkiliyor insanları. “Yaşamla felsefe arasında hiçbir bağ yokmuş” diye de etkileyebilir. Dünyanın bir çok yerinde, Rusya’da, Polonya’da, Fransa’da, orada burada karşılaştığım felsefeciler arasında ortalama felsefeci tipi olarak obsesif ve büyük ölçüde de paranoyak olduklarını düşündüğüm, gergin, sinirli, buzlu camın arkasından bakar gibi bakan, belki içlerinde büyük bir yaşama coşkusu olsa da onu derinlere itmiş, bir şeyler yapamayan, muzdarip insanlar karşıma çıktı. Belki tespitim ucuz bir tespittir. Ama ben felsefenin insana yaşama sevinci veren bir etkinlik olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de hep bir mizah, espri anlayışıyla beraber yürütülebilecek güzel bir şey olduğunu düşünürüm. Eh, tabii, bunu da Heidegger’den öğrendim. Heidegger aslında bu sözünü ettiğim tipe aykırıdır. Soğuk, yanına varılmaz, ters birisi olmasına rağmen, demek ki insan onun yazılarından böyle şeyler de öğrenebiliyor.

Sinan Kadir Çelik: Son soru olarak “Türkiye’de felsefe nereye gidiyor?” diye soralım.

Ahmet İnam: Hemen tespitlerimi söyleyeyim. Birincisi, sayı olarak felsefeci akademisyenler artıyor, felsefe bölümleri, felsefe dergileri, yayınları, kitapları artıyor. Nicel bir yükseliş kesinlikle var. İkincisi, felsefeyle ilgilenenlerin sayısı da artıyor. Türkiye için son derece olumlu bir durum bu. Ama yine de Türkiye’deki entelektüellerin en büyük problemi taklitçi oluşlarıdır. Bir mühendis, arkadaşı Nietzsche okumuşsa gider o da Nietzsche alır; “Ben senden daha akılsız ve daha az entelektüel değilim; onun için ben de Nietzsche okuyorum” demek için. Yalomlu malomlu şeyleri kütüphanesine koyabilir. Ama her ne olursa olsun, müthiş bir sayı artışı var. Ayrıca, başka bir saptamam da, felsefenin ilgi alanlarının çok arttığı. Yurt dışına gönderdiğimiz, buralarda değişik felsefe bölümlerinde çok değişik alanlarda yetişen insanlar var. Bu son derece olumludur. Bazı genç arkadaşların ihtiyatlı ve saygın felsefe piyadeleri olduklarını görmekteyim. Bu da beni gururlandırıyor. Uçucu olanlarsa henüz gözükmüyor etrafta. Belki profesör olduktan sonra uçmayı deneyebilirler. Ama erken uçmak iyi değildir, ciddi şekilde yaralanabilirsin, uçmayı hak etmek lazım.

Sinan Kadir Çelik: Evet, Nietzsche, Heidegger, Derrida gibi uçucu felsefecilerin doktora tezlerine baktığımızda hep dönemlerinin ana akımı içinde kalan tezler yazdıklarını, belirli bir noktadan sonra uçmaya başladıklarını görüyoruz.

Halil Turan: Öte yandan, çok genç yaşta “uçanlar” da var. Örneğin, genç yaşta ortaya önemli metafizik görüşler, çok önemli ontolojik görüşler koymuş filozoflar vardır.

Ahmet İnam: Bizim akademik hayatımız ona pek izin vermiyor. Çünkü, siz daha yüksek lisans tezinizden itibaren o felsefi topluluğun beklentilerine uygun bir şeyler üretmek zorundasınız. Tabii, bu felsefi toplulukların, akademik toplulukların sayısının ve rengini artırması da iyi bir şeydir. Eskiden felsefe birkaç kişinin tekeli altındaydı. Terfiler falan da onlara bağlıydı. Onlar da, Deli Dumrul gibi, terfileri bir biçimde engellemeye çalışıyorlardı. Ama bu engellemeler ve zıtlaşmalar hep sürecek. Bu zenginliğin ve çeşitliliğin içerisinde beni kaygılandıran, kendi öznel bakış açımdan beni üzen, buralı olmakla ilgili felsefi kaygısı olanların sayısının az oluşu. Çünkü ben buradan, Anadolu topraklarından, Türkçe’den evrensel formları arıyorum. Dolayısıyla bu bilinci ben her zaman diri tutmalıyım. Bu bilince sahip arkadaşların sayısının çok az olduğunu düşünüyorum. Hatta bu bilincin küçümsendiğini bile görüyorum. Nereden bakıyorsun? “Anadolu topraklarından, yani içimden bakıyorum, kendi öznel, otobiyografik yaşamımdan bakıyorum” demek, aslında Anadolu topraklarından ve Türkçemden bakıyorum demektir. Bu inanılmaz bir tehlikeyi de içinde taşıyor. Ama hiç aşılmaz bir şey gibi de görünmüyor bu tehlike. Kaldı ki bu bakışın kaygısını yaşayan, bu zorlukları aşmaya çalışan Hilmi Ziya gibi, Nurettin Topçu gibi insanlar da yaşamıştır. Ama nedense dinle ilgisi olmayan veya kendisini sol çizgide gören arkadaşlar, belki dini ve siyasi kaygılardan dolayı Hilmi Ziya Hocayı, hem de belki Nurettin Topçu Hocayı dudak bükerek okurlar. Ama bu iki zat da, özellikle Hilmi Ziya Ülken, çok çalışkan biriydi ve müthiş şeyler üretti. 1930’larda daha Türk düşüncesine dair ciddi kaygıları vardı ve Türkiye’de Düşünce Tarihi diye bir kitap yazmıştır. Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası düşünürlerini anlatan ve ihatalı bir insandı. Kuşatıcı insanlardı bunlar. Böyle kaygılara sahip arkadaşların sayıca az olduklarını görüyorum. Diğer yandan dini terbiye almış, felsefeyle ilişkili olan mesela ilahiyat çıkışlı arkadaşların geldikleri kökenin etkisinde çok fazla kaldıkları ve felsefeyi de biraz kendi yaşamlarını meşrulaştırmak için yaptıklarını düşünüyorum. Bunların da, maalesef, Türkiye’de felsefeye çok katkıları yok. Çünkü kafalarının biraz daha değişmesi lazım. Yoksa bizim klasik kültürümüzü bilmelerine rağmen, Osmanlıca okuyabilmelerine rağmen, İslamı iyi bilmelerine rağmen, maalesef bunları anlatabilecek evrensel donanımları eksiktir. Evrensel olanı bilen, çağdaş felsefenin sorunlarını bilenler de buralı olmakla ilgili kaygılardan ve dertlerden yoksun oldukları için bunu es geçmektedirler. Türkiye’de felsefe elbet gelişir; ama Türkiye’deki felsefe bir Meksika’daki felsefe gibi gelişmemeli. Türkiye’deki felsefe “no man’s land”deki bir felsefe gibi gelişmemelidir. Türkiye’deki felsefe Türkçe’nin yüzyıllardır biriken zenginliğine bir katkı olarak gelişmelidir. Türk şiirine, Türk düşüncesine, felsefe dışı düşünceye, siyasi düşünceye, Türk yaşam biçimini etkileyecek biçimde gelişmeli. Buradaki Türkçe’nin ve bize özgü yaşam biçimiyle yapılan felsefenin evrensel olarak yapılan felsefeye katkılar yapacak şekilde gelişmesi gerekir diye düşünüyorum. Bunun için daha zamana ihtiyaç var. Ama bu kaygı ne kadar yaşar bilemiyorum. Bunun daha muhafazakar bir çerçevede ayakta tutulabileceğini, daha milliyetçi veya daha dinci bir çerçeveyle geliştirilebileceğini de sanmıyorum. Böyle bir felsefeyi öncelikle bir dil, Türkçe’yi duyma heyecanıyla gerçekleştirebilirsiniz. Bu da bizim masallarımız, öykülerimizi, türkülerimizi, Yunus’u duymakla gerçekleşebilen bir şeydir.

Halil Turan, Sinan Kadir Çelik: Felsefe Yazın okurları adına teşekkür ederiz.

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/felsefeyazin.htm

 

 

 

 

 

AKLIMIZ DUYGULARIMIZIN NERESİNDE?- Prof. Dr. Ahmet İNAM

Akıl ve duygu ilişkisi hayatımızın çok önemli ilişkilerinden. Çünkü, biz insanlar hayatımızdaki yaşam serüvenimizde aklımız ve duygumuzla yaşıyoruz. Aklımız ve duygularımızı taşıyan maddi dayanak da bedenimiz. Bedenimiz, aklımız, duygularımız ve diğer insanlarla, çevremizle girdiğimiz ilişkilerimiz bizi oluşturuyor. İnsanlık tarihine baktığımızda, akıl duygu ilişkisinin çok düşündürücü olduğunu görebiliriz. İnsanlar, akılları ve duygularıyla, kendi kapasiteleri oranında, güçleri oranında yaşamayı bilmiyorlar. İnsanın geçmişine baktığımızda, sanki daha iyi bir hayat yaşayabilirdi gibi geliyor. Daha iyi olabilirdi. İnsanın donanımı, yeteneği buna daha uygundu. Ama, öyle değil de, böyle oldu. (Belki de böyle olması zorunluydu. Bu da bir tartışma konusu.) Başka türlü olamazdı; çünkü insanın, hayatını düzeltebilecek birtakım donanımlara sahip olduğunu anlaması için uzun yüzyıllar geçmesi gerekiyordu. Şimdi öyle bir noktada bulunuyoruz ki, İsa’nın doğumundan bu yana geçen süre içinde ve ondan önce insanların yazıya geçişi, uygarlıkları oluşturuşu, yerleşik düzene geçişi, teknolojiyi ve bilimi başlatışı. Bütün bu tarihleri içerisinde insanın bu serüvenini düşündüğümüzde, oldukça zengin bir birikime sahip. Yani insan için umutsuz olmak için sebebimiz yok. İnsan çok yanlış yapmış ve hâlâ yapmakta. Çok acı çekiyoruz. Çoğumuz mutsuzuz bu dünyada. Ama bu günkü mutsuzluğumuzla, geçmişteki mutsuzluğumuz arasında fark var. Belki bu gezegendeki hayat bitinceye kadar böyle problemler sürecek. Belki insanın hayatı dediğimiz serüven bundan başka bir şey değil. Yani hep acılarla, mutsuzluklarla, eksikliklerle, özürlerle süren bir yaşam; ama yine de dönüp baktığımızda bir şeyler öğrenmekte olduğumuzu görüyoruz. O yüzden geçmişteki yanlışlarımız ve mutsuzluklarımız; yaşadığımız haksızlıklar, zulüm ve çirkinlikler, şimdiki yanlışlardan, mutsuzluklardan, zulümlerden ve çirkinlikten farklı. Hiç değilse matematikçilerin deyimini kullanırsak, epsilon kadar bir farkı var.

İnsanın kendisini tanıması çok önemli. Çünkü yaşadığımız mutsuzluklar ve sorunların ardında, çirkinliklerin, eksikliklerin ardında biraz da kendimizi tanıyamamak, kendimizle yüzleşememek, geçmişte yaptıklarımızla hesaplaşamamak yatıyor. O yüzden aklımız ve duygularımız arasındaki ilişkinin, insan olarak bizim kendimizi daha iyi tanımamızda yol gösterici olabileceği gibi bir umudum var.

Akıl, bizim elimizde olanlardır. Aklımız, bizim yönetimimiz altında olan, farkına vardığımız, bir ölçüde dilediğimizce yönlendirebildiğimiz gücümüz. Tabi aklımızla her sorunu çözemiyoruz; ama nerede çözemediğimizi biliyoruz. Nereye kadar çözebildiğimizi biliyoruz. Aklımız kendi üzerine de düşünebiliyor. Dolayısıyla akıl, hem dünya hakkında hem kendisi hakkında bilebiliyor; bilgi sahibi olabiliyor. Dünyadaki sorunların üstesinden gelebiliyor. Aklımız deyince sadece bilim yapan, teorik düşünen, felsefe yapan aklımızı anlamıyorum. Aklın çok değişik boyutları var. Teori yapan, anlayan, sorgulayan, düşünen yanının yanında, aklımızın duygularımıza yakın özellikleri de var. Mesela sanat yapan yanımız da bir ölçüde aklımızla başarılır. Hatta insanın aşkı yaşamasında da aklın payı olabilir. Hatta bana sorarsanız aşk, akılla yaşanan bir şeydir. Genellikle akılsızların yaşadığı durumlar olarak anlaşılır; ama akılsızların yaşadığı aşka ben “şk” diyorum. “A” sı yok. Çünkü akıl olmayınca “a” harfi de aşktan kalkıyor. “şk” gibi bir şey kalıyor. Aklı bu kadar geniş algılarsak, belki biraz çarpıtmış oluyorum anlaşılagelen anlamı da, ama biraz da genişletmiş oluyorum. Yani gayet bilinçli, farkına vararak, isteyerek, planlayarak, umut ederek, bekleyerek, tasarlayarak, hazırlayarak gerçekleştirdiğimiz yaşam atılımlarının kendisinde aklımızın payı var. Tabi aklımızın gücü her şeye yetmiyor. Tanrı dediğimiz bir güç omnipotent bir şeydir; yani her şeye gücü yeten, kadiri mutlak olabilir. Ama bizim öyle bir gücümüz yok insan olarak; yine de bir gücümüz var. İşte insan bu gezegendeki hayatı daha güzel yaşayabilirdi ya da yaşabilir ya da yaşayabilecek dediğimizde insanın akıl gücünü gözönüne alarak bunu söylüyorum. İnsanda böyle bir güç vardır; ama böyle bir gücü harekete geçirebilmesi, böyle bir gücün her şeyden önce ayırdına varmasıyla, bilincine varmasıyla olanaklıdır. Yoksa bu güç, potansiyel halinde, uyku halinde, eskilerin deyimiyle atıl olarak bizde bulunur; aslında akıllıyızdır, ama aklımızı kullanamadığımız için kimse bize akıllı diyemez.

Hayat tamamen tesadüflerle, rastgele, bir derenin üzerindeki kurumuş bir yaprağın akışı gibi, tamamen dış güçlerin eline bırakılmış bir akış değildir. Hayatımızı bir ölçüde elimizde tutma olanağımız vardır. İşte bu gücün tam kendisine değilse, bile bu gücün büyük bir bölümüne akıl diyorum. Bu gücü kullanamayışımızın ardında duygularımızla ilişkilerimiz yatıyor olabilir; çünkü yaşam korkağı insanlarsak, risk almıyorsak, kullanmadığımız aklı potansiyel halinden etkin hale geçiremiyoruzdur; aslında gücümüzün içinde bulunanı, bizim farkına varmadığımız ve yeterince cesur, yeterince yiğit olamamaktan kaynaklanan korkaklıktan dolayı, gerçekleştiremediğimiz bir enerji olarak, bir güç olarak, bir yeti olarak, bir yetenek olarak, içimizde hareketsiz bırakıyoruzdur.

Duygularımız nasıl bir şeydir? Duygular, genellikle elimizde olmayan, aklımızın dışında, eski deyimle söylersek “maruz kaldığımız” şeylerdir. Yani bizim dışımızdan, v bir rüzgar gibi, yağmur gibi gelirler. Bize uğrarlar, biz onlara uğrarız. Kazaya uğramak gibi bir şey. “Ben şimdi biraz sonra kıskanıyım” deyip, kıskanma durumunu, kıskançlık duygusunu yönetemeyiz. Etrafa belli etmeyebilirsiniz de, ama o duygu içimizde olup biter. Nereden geliyor bu? Maruz kalıyorsunuz, uğruyorsunuz, üzerinize geliyor. Belki bundan dolayı, yüzlerce yıl düşünürler duyguların akıl dışında bir alanda olup bittiklerini söylemişlerdir.

Ne aklımızın ne düşüncemizin bizi hiç bırakmadığını, sürekli akış halinde olduğunu, bu akışın kimi zaman da durgun, durağan olduğunu düşünüyorum. En soyut matematik problemini çözerken bile duygularımızla birlikte çözümü yapıyoruz.

Soyut düşünmemiz veya bilimsel araştırmada düşünme biçimimiz hep duygularla olan bir şey. Belki de duygu durumlarımız, duygu dünyamız, duygu sağlığımız yerinde olmadığı için, düşünce akışımız engelleniyor olabilir.

Bütün yaşam sorunlarını çözmedeki gücümüz nereden geliyor? Aklımız mıdır sadece? Düşünme bizim farkına varmadığımız biçimde de iç dünyamızda devam ediyor. Aklımızın bir yanı düşünmeye devam ediyor; ama biz onun farkında değiliz. Demek ki, gözümüzden yahut bilincimizden, aklımızın ışığından kaçan yalnız duygularımız değildir; aklımızın işleyişinin bir kısmı da aklın ışığından uzaktadır. Karanlık bölgede cereyan eder. Duygularımız da aynı biçimde bizim dışımızdadır. Ama aklımızın egemen olduğumuz kısmıyla, işte bu bilemediğimiz yanlarla ilişkiye geçme olanağı vardır.

Duygularımızın o akılsal bileşenini yakalayabilecek akıl keskinliğine sahip miyiz? Bunun için aklı bileylemek gerekiyor. Aklımızı keskinleştirmenin imkanı vardır. Keskinleştirerek, duygularımızı tanımayı olanaklı kılabiliriz. Bunun için de aklın gücü içerisine alışılagelmiş anlamıyla iradeyi de katmak gerek. Duygu, akıl ve eylem bütünlüğünü kurabilmek gerek.

Duygularımızı dinleyebilen, duyguların sesini aklın ve iradenin kulağıyla anlayabilen, akıl dışı sesleri aklın kulağıyla dinlemeyi bilen bir insan için, eyleme geçebilme gücü de varsa, akıl dışı olanı adım adım tanıma ve aklın alanına katma olanağı da vardır.

(10 Mart 2004 Tarihinde TÜBİTAK’da yapılan konuşma özeti)

http://www.metu.edu.tr/~www41/ahmet-inam/duygu.htm

posted in PSİKOLOJİ | 0 Comments

2nd Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

NAMAZDA NE OKUMALI?-HADİSLER

Namazda dua: 2663-“Resûlullah buyurdular ki: “Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rek’atte bir teşehhüd vardır. Namazda huşû(derin saygı) duyulur, yoğun ihtiyaç içinde olduğu dua edilerek (temeskün-tezellül) açığa vurulur. Ellerini kaldırırsın.” Şöyle de dedi: “Ellerini, içleri kendi yüzüne dönük olarak Rabbine kaldırır; isteklerini (ısrarla tekrarla söyleyerek) istersin: “Ya Rabbi! ya Rabbi! ya Rabbi!..” Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.” Tirmizî, Salât 283, (385).

760. …Ali (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) namaza dur­duğu zaman tekbir alır sonra; “Yüzümü hak dine meylederek ve tes­lim olarak göklerle yeri yaratana çevirdim. Ben müşriklerden değilim. Namazım ve bütün ibâdetlerim, ölümüm ve hayatım âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Onun hiç bir şeriki yoktur. Ben bununla (gerçek tevhid inancıyla) emrolundum. Ve ben müslümanlann ilkiyim. Allah’ım sen yegâne hükümdarsın. Benim senden başka ilâhım yoktur. Sen rab­bimsin, ben de senin kulunum. Ben nefsime zulmettim; fakat günahı­mı itiraf ederim. Bütün günahlarımı affet. Çünkü günahları Senden başka affedecek yoktur. Beni ahlâkın en güzeline yönelt. Ahlâkın en güzeline yönelten ancak sensin. O kötü ahlâkı benden uzaklaştır. Onu senden başka benden uzaklaştıracak kimse yoktur. (Senin emirlerine) tekrar tekrar icabet eder, (buyruklarına) tekrar tekrar tabi olurum! Bü­tün hayırlar senin elindedir. Şer ise asla sana nisbet edilemez, varlı­ğım seninledir. (Önü de sonu da) Sana (dayanır) Mübareksin, yücesin. Senden mağfiret diler, Sana tevbe eylerim” derdi. Rüku’a vardığı za­man ise: “Allah’ım ancak Sana rüku ettim. Sana iman eyledim. Ve ancak sana teslim oldum, kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim ve sinirle­rim hep sana itaat etmektedir” derdi. Başını rüku’dan kaldırdığında da; “Allah hamd edenin hamdini işitir, (kabul eder). Ey Rabbimizl Gökler dolusu yer dolusu, gökle yer arası dolusu onlardan maada (var­lığını) dilediğin her şey dolusu hamd de sana mahsustur” derdi. Sec­deye varınca da; “Allah’ım, ancak sana secde ettim ve ancak sana inandım, sana teslim oldum, varlığım kendisini yaratıp en güzel şekle koyan, gözünü ve kulağını yaradan Allah’ına secde etti. Yaratıcıların en güzeli olan Allah pek yücedir” derdi. Namazdan (çıkmak için) se­lâm vermek istediği zaman da; “Allah’ım! Evvel ve âhir, gizli ve aşi­kâr, işlediğim bütün günahları ve yaptığım bütün israflarımı ve senin benden daha iyi bildiğin bütün kusurlarımı bağışla! İlerleten ve geri­leten ancak Sensin, Senden başka hiç bir ilâh yoktur” derdi. (Buhârî, teheccüd 1, Deâvat 10, 60; Müslim, müsâfirîn 201, zikr 70; Ebû Dâvûd, vitr 25; Tirmİzî, kıyâme 46, deavât32, 82; Ibn Mâce, ikâme 180; Dârimî, salât 169; Ahmed b. Hanbel, 1-95, 102, 103, 385; II, 292, 514, 526; VI, 391. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/161-163.)

781. …Ebû Hüreyre’den; demiştir ki: Peygamber (a.s.) na­maz için tekbir aldı mı, tekbir ile kıraat arasında sükût ederdi. Ben: Ey Allah’ın Resulü! Şu tekbir ile kıraat arasındaki sükûtunun hikmeti nedir? O esnada ne okuyor­sun (lütfen) bana bildir, dedim. Buyurdu ki: “Ey Allah’ım benimle, günahlarımın arasını doğu ile batı arası­nı uzaklaştırdığın gibi uzak eyle! Ya Rabbi, beni günahlarımdan be­yaz elbisenin kirden temizlendiği gibi temizle!Ey Allah’ım!Beni kar, su ve dolu ile (günahlardan) temizle, (diye dua ediyorum).” (Buhârî, ezan 89; deavât 39, 44, 46; Müslim, mesâcid 147, zikr 48; Tirmizî, deâvât 76; Nesâî, tahâre 47, iftitâh 14, 15; Ibn Mâce, ikâme I, dua 3; Ahmed b. Hanbel, II, 49. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/204.) Bazı Hükümler: Farzda olsun nafilede olsun iftitah tekbiri ile Fatiha arasında iftitah duası okumak meşrudur, imam Mâlik’in görüşüne göre ise, iftitah tekbirinden sonra hemen Fatiha’ya geçi­lir. Fakat bu duanın namazın başında, ortasında veya sonunda okunmasın­da da bir sakınca yoktur. İmam Azam ile İmam Ahmed b. Hanbel’e göre ise, sübhâneke duası okunur. (Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/206.)

774. …Âmir b. Rabia babasından; demiştir ki: Ensardan bir genç Resûlullah (s.a.)’in arkasında namaz kılarken aksırdı ve; “bize bağış­ladığı (gerek) dünya ve (gerekse) âhiret (nimetlerin)den dolayı Allah’a pek çok, güzel ve her an ziyâdeleşen hamdler olsun” dedi. Peygam­ber (s.a.) namazı bitirince: “(Bu) duayı okuyan kimdi?” diye sordu. (Amir) dedi ki, genç sükût etti.Sonra “(bu) duayı okuyan kimdi? Gerçekten o kimse sa­kıncalı birşey söylemedi” buyurdu. Bunun üzerine (o genç): O duayı ben okumuştum, ey Allah’ın Resulü; ben bu duâ ile hayırdan başka bir şey kastetmedim diye cevap verdi. (Nebiyy-i Ek­rem sallallahü aleyhi vesellem de): “(Bu dua) zikri sonsuz derecede büyük olan Rahman’in Arşına erişti” buyurdu. (Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/189-190)

2616-“Resûlullah rükü’ya gitti, sonra başını kaldırdı ve “Gıfâr kabilesini Allah mağfiret etsin, Eslem kabilesine Allah selâmet versin, Useyye Allah’a ve Resulüne isyan etmiştir. Allahım, Benî Lihyan’a lanet et. Ri’l ve Zekvân’a da lânet et” deyip secdeye gitti.” Müslim, Mesâcid 308, (679).

2617-İbnu Ömer’in anlattığına göre, Resûlullah’ın sabah namazının son rekatinin rükûsundan başını kaldırınca semi’allâhu limen-hamideh Rabbena ve leke’l-hamd dedikten sonra şöyle söylediğini işitmiştir: “Allahım falancaya falancaya lânet et.” Allah Teâlâ bunun üzerine şu mealdeki ayeti indirdi: “(Kullarımın) işinden hiçbir şey sana ait değildir. (Allah) ya onların tevbesini kabul eder, yahud onları, kendileri zâlim (kimse)ler oldukları için, azablandırır.” (Al-i İmrân 128). Buharî, Tefsîr, Âl-i İmrân 9; Tirmizî, Tefsîr; Nesâî, İftitah 121.

769. …el-Ka’nebî; “Mâlik farz ya da farzın dışında bir namazın başlangıcında, ortasında veya sonunda duâ etmekte bir sakınca yok­tur, dedi.” demiştir. (Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/181.)

Namazda Allah’ı anmak(zikir): 771. …Abdullah b. Abbâs (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre; Pey­gamber (s.a.) geceleyin namaza kalktığında (şöyle) derdi: “Allah’ım, hamd sana mahsustur. Göklerin ve yer yüzünün nuru sensin. Hamd de Sana mahsustur. Gökleri ve yer yüzünü ayakta tutan sensin. Sana hamd olsun. Göklerin yer yüzünün ve oralardakilerin Rabbi- Sensin. Sen haksın, Senin sözün hakdır. Va’din de haktır. Sana kavuşmak hak­tır. Cennet haktır, Cehennem haktır ve kıyamet haktır. Allah’ım! Yal­nız Sana teslim oldum, ancak Sana iman ettim, ancak Sana dayandım, yalnız Sana yöneldim, Ben (senin düşmanlarına karşı) ancak Senin (ver­diğin güç)le mücâdele ettim ve ancak Senin hükmüne başvurdum. Be­nim gerek evvelce ve gerekse sonradan işlediğim günahlarımla gizli ve aşikâr yaptıklarımı bana bağışla Benim rabbim Sensin, Senden baş­ka hiç bir ilâh yoktur!” (Buhârî, teheccud, I, deavât 9; tevhîd 8, 64; Müslim, müsâfirîn 199, zikir 68; Tirmizî,deavât 29; Nesâî, kıyâmu’1-leyl 9; ibn Mace, ikâme 180. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/183-184.)

775. …Ebû Said el-Hudrî’den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) ge­celeyin (teheccüd namazına) kalktığında tekbir alır, son­ra: “Ey Allah’ım, Seni hamdin ile teşbih ve tenzih ederim. İsmin müba­rektir, azametin yücedir ve Senden başka ilâh yoktur” der sonra da üç defa “Allah’dan başka bir ilah yoktur” der, üç de­fa “Allah en büyüktür” der, (daha) sonra da: “(Hakkın rahmetinden) koğulmuş olan şeytandan, vesvesesinden, kurmasından, büyüsünden semi'(her şeyi işiten) ve âlîm (her şeyi bilen) Allah’a sağınının” derdi. Sonra da (bir miktar Kur’ân) okurdu. (Müslim, salât 52; Tirmizî, salât 65, vitr 19; Nesâî, iftitâh 18; İbn Mâce, ikâme 1, Dârimî, salât 33; Ahmed b. HanbeflII, 50, 69.)

764. …Cübeyr b. Mut’ım’dan rivayet edildiğine göre, (Cübeyr) Resülüllah’ı namaz kılarken görmüş -(Ravi) Amr der ki: Gerçi hangi namazın olduğunu bilemiyorum- Peygamber (s.a.) (o namazda) “Al­lah gerçekten büyüktür, Allah gerçekten büyüktür, Allah gerçekten büyüktür Allah’a çok çok hamd olsun, Allah’a çok çok hamd olsun, Allah’a çok çok hamd olsun” (şeklinde) üç defa; “Allah’ı sabah ve akşam her türlü noksanlıklardan tenzih ederim” (diye) üç defa (zik­retti, bir defa da)! “Şeytandan, onun nefhinden, nefsinden ve hemzinden Allah’a sığınırım” dedi. (Amr) dedi ki: (Şeytanın) nefsi şiirdir, nefh’i kibirdir, hemz’i de ilişmesidir.” (Tirmizî, mevâkît 65; İbn Mâce, ikâme 2; Dârimî, salât 33; Ahmed b. Hanbel, I, 403, 404; III, 50; IV, 80, 81, 83, 85; VI, 156. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 3/174.)

MEZHEPLER: Malikiler Namazda Subhaneke ve Ettehiyyat gibi duları okumazlar.

HADİSLER: 2532-“…Bana Resûlullah: “Haydi git ve Medîne’de ilan et ki: “Sadece Fatiha süresi de olsa, Kur’ân’dan bir parça okumadıka kıldığınız namaz namaz değildir” dedi ve başka bir şey ilave etmedi.” Ebu Davud

2534-“(Namazda) Fatiha süresi ile kolaya gelen bir miktar (Kur’ânayetin)i okumakla emrolunduk.” Ebü Dâvud, Salât 136, (818).

posted in DUA | 0 Comments