TEVHİD DİNİ
Tevhid “birlemek, bir şeyin bir ve tek olduğunu kabul etmek, onu böylece bilmek”tir. İslam dinine “tevhid dini” de denildiği biliyoruz. Bunun manası şudur: İslam dininin insanlığa sunduğu uluhiyet kavramında “bir”lik her yönüyle açıklanmış, bu konuda hiçbir tereddüde yer bırakılmamıştır. Dinler tarihi kaynaklarından öğrendiğimize göre İslamiyet’in ortaya çıktığı asırlarda yeryüzündeki insanlar, inanç sistemleri bakımından doğru yoldan sapmış, kainatı yaratan ve idare eden Allah’ın zatı ve sıfatları konusunda çeşitli görüşlere ayrılmıştı. Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi ilahi dinlerin dışında kalan kitler çeşitli putlara, tabiat varlıklarına ve kuvvetlerine, hatta insanlara tapıyor, bunlarda tanrılık özelliklerinin bulunduğunu zannediyordu. Bununla birlikte putların fevkinde yüce kudret sahibi bir tanrı’nın mevcudiyetini de kabul ediyor, putların o tanrı’ya aracı olacağına inanıyorlardı.
Yahudi ve Hıristiyan gelince Yahudiler, Allah’a beşeri sıfatlar yakıştırıyor, onun “yorulduğunu, bahçede gezdiğini, önceden yaptığına sonradan pişman olup yüreğinde acı duyduğunu” kabul ediyordu. Hıristiyanlar ise üçlü bir ulûhiyet sistemine (baba, oğul, Ruhu’l- kudüs) inanıyordu. İşte İslam dini bütün bu sapmaları, yanlış anlamaları, yersiz yorumları bertaraf etmiş, Allah’ın birliğini şüpheye mahal bırakmayacak bir açıklıkla izah ve ilan etmiştir.
Son peygamber Muhammed aleyhisselam, tevhid inancının tebliğine, izahına, öğretilmesine ve gönüllere yerleştirilmesine son derece önem vermiştir. Çünkü o devirlerde tevhid anlayışı yeryüzünden kalkmış gibiydi. Üstelik Hz. Peygamber’in ilk muhatapları asırlardan beri puta tapan, bunu ikinci karakter haline getiren bir neslin çocuklarıydı. İslam’ın ilk günlerin de Abese oğlu Amr ile Peygamber efendimiz arasında geçen şu konuşma bu gerçeğin açık ifadesidir. Amr, gece vakti Harem-i şerif’te karşılaştığı Resül-i Ekrem’e sormuş:
“ Necisin sen?”
“ Allah’ın habercisiyim”
“ Allah’ın habercisi ne demektir.”
“ Allah’ın elçisi demektir.”
“ Peki, seni Allah mı göndermiş, görevlendirmiştir? “
“ Evet”
“ O halde hangi görevde göndermiştir?”
“ Allah’ın birlenmesi, hiçbir şeyin O’na ortak koşulmaması, putların kırılması, hısım akrabanın gözetilmesiyle.”
Bunun üzerine Amr Müslüman olmuştu. O, kendisinin dördüncü Müslüman olduğunu söylerdi.
Asr-ı saadet tarihi ve sonraki İslami kaynaklar şunu ispat etmiştir ki son peygamberin getirdiği tevhid inancı ona inanlar arasında tam manasıyla yerleşmiş, kökleşmiş ve dünya durdukça varlığını sürdürebilecek bir güce erişmiştir. Bugün dünya nüfusunun dörtte birini teşkil eden Müslümanlar, yeryüzünün iskan edilmiş hemen her bölgesinde az veya çok sayıda bulunmaktadır. Namaz vakitleri güneşin hareketine (başka bir deyişle yer küresinin güneşe karşı hareketine) bağlı olarak kuzey ve güney yarımkürenin çeşitli yerlerinde farklı zamanlarda oluşur. Bu sebeple yer küresi her an ezan sesleri dinlenmektedir. Ezan “ilan” demektir. Ezan-ı Muammedi, büyük şairimiz Mehmet Akif’in:
“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli”
Mısrasında belirtildiği üzere, dinimizin temelini cihana duyurmaktadır. Bu temel Allah’ın birliği, Muhammed aleyhisselamın elçiliğidir.
Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar için “bütün insanların faydalanması maksadıyla yaratılmış bir ümmet” aşırılığın iki türünden de sakınan “mütedil ümmet” denilmektedir. Bu özelliklerin en önemli neticesi tevhid inancının yaşatılmasında göze çarpar.
On dört asırlık İslam tarihi içinde zaman zaman tevhid inancından sapmalar olmuş, bazı gruplar bu inancı zedelemeye yeltenmiştir. Aşağıda anlatacağımız üzere tevhid, yani Allah’ın birlenmesi, onun zatında, sıfatlarında, fiillerinde ve kendisine ibadet edilmesinde olmak üzere dört yerde aranmalıdır. Şimdi bu noktaların her birinde meydana gelen sapmalara kısaca göz atalım.
1- Tarihsel süreç içinde kısa veya uzun ömürlü birçok itikadi mezhep, farklı inanç grupları ortaya çıkmıştır. Bunların arasında “Allah’ın zatında tevhid’i bozanların, yani Allah’tan başkasına tanrılık nisbet edenlerin sayısı pek azdır, birkaç kişiden ibarettir. Evet, tarih kitapları incelendiğinde sayıları pek sınırlı bazı insanların, kendilerinin tanrı oluğunu, tanrılığın kendilerine hulul ettiğini(geldiğini, girdiğini) iddia ettikleri görülecektir. Fakat aynı kaynaklardan bu maceraperestlerin çok az taraftar bulduğu, tesirlerinin kısa zaman içinde sönüp gittiği de hemen görülecektir. Yine İslam dünyasında görülen bazı gruplar, Hz Ali sevgisini maske edinerek ona veya kendilerine lider(imam) kabul edilen bazı kişilere tanrılık nisbet etmişlerdir. Ne var ki bunların Ali taraftarlığını(Şiiliğini) bizzat Şii gruplar bile samimi görmemiştir. Hareket noktaları siyaset, hedefleri de anarşiden ibaret bulunan bu grupları gerek sünnet, gerek bid’at bütün İslam mezhepleri mensupları “İslam dışı” kabul etmiştir.
2-Allah’ın sıfatlarında tevhidi zedeleyenlere Müşebbihe(benzetenler) denilmiştir. Bunlar Allah’a ait bazı sıfatları kulların sıfatlarına benzetmişler. Bu çeşit görüşleri benimseyenlerin sayısı az olmakla beraber çoğu samimidir. Bu konudaki fikir farklılıkları daha ziyade ilmi güçlüklerden ve metot ayrılıklarından doğmaktadır.
3- Cenab-ı Hakk’ın fiillerinde tevhide gelince, bundan maksat şudur: Kâinatı yaratan ve zerresinden küresine kadar onu idare eden Allah Teala’dır. Bu konuda İslam filozoflarıyla Mu’tezile’nin farklı bazı görüşleri varsa da bu görüş sahiplerini “tevhidi bozan gruplar” diye vasıflandırmak doğru değildir.
4-Tevhidin dördüncü nevini ibadette tevhid teşkil ediyordu. Buradaki hedef ibadetin sadece Allah’a tahsis edilmesi, onun rızası için yapılmasıdır. Bu tevhidin bozulması gösterişi(riya) doğurur. Bu konu daha ziyade psikolojiktir. Riya hiçbir zaman açık bir şirk(tevhid bozma) manasına gelmez. Bin dört yüz küsür yıllık İslam tarihi boyunca Allah’tan başkasına “kulluk”(ibadet) eden Müslümanlar varsa sayıları gerçekten istisna teşkil edecek kadar azdır.
b) TEVHİD ÇEŞİTLERİ
1- İmanda Tevhid
Kur’an-ı Kerim’de dünya ve ahiret saadeti iki şarta bağlanmıştır: iman ve amel. İslam dininin nazari ve ameli (teorik ve pratik) yönünü teşkil eden bu iki esası kendisinde birleştiren insan, gerçek manada dindardır. Tevhid dini olan İslamiyet’te iman “Allah’ın birliği” temeli üzerine oturduğu gibi bütün çeşitleriyle amel ve ibadetler de sadece “Allah rızası” için yapılır. Bunlardan birincisi imanda tevhidi, ikincisi de amelde tevhidi teşkil eder.
İmanda tevhid, Allah Teâlâ’yı zatında, sıfatlarında, fiillerinde bir ve tek kabul etmek, bu noktalarda O’na ortak koşmamaktır.
A) Allah’ın Zatında Tevhid
Allah’ın zatı, kendisi demektir. Onun zatında tevhid, kendisinin birliğini, tek, yegane ve biricik olduğunu kabul etmekten ibarettir. Allah’ın varlığı konusunun çeşitli yerlerinde belirttiğimiz üzere insan, kendisine ve yaşadığı tabiata hakim bir kuvvete, bir yüce yaratıcıya yaratılışı itibariyle inanmak ihtiyacındadır. Bu beşeri ve ruhi ihtiyaç tarih boyunca kendini hissettirmiş, çeşitli insan toplulukları doğru veya yanlış bir tanrı inancına bağlana gelmiştir. Denebilir ki inanç tarihinde dikkati çeken, inkâr değil şirktir. İnsanlar, dün de bugün de, büyük bir çoğunlukla(bir yoruma göre ittifakla) tanrının mevcudiyetinde yanılmamış, fakat Allah’ın birliğinde ve onun kemal sıfatları konusunda doğru çizgiden ayrılmışlardır. Dün, daha çok bilgisizlikten, bugün ise iradesizlikten… Bunun için bütün peygamberler ümmetlerine tevhidi telkin etmeye çalışmıştır.
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona şunu vahyetmemiş olmayalım: benden başka tanrı yoktur. Yalnız bana ibadet edin.”
Aslında Allah’ın varlığı, aklı yerinde olan ve onu kullanmak isteyen kimseler için nasıl ki tabii bir şey ise O’nun birliği de aynen böylece, tabii ve kaçınılmaz bir gerçektir, bir realitedir. Bu gerçeği sezmekte insanın karşısına çıkan iki engel var: Akıl nimetinden mahrum olmak veya akla sahip olduğu halde onu kullanmamak. Birinci hastalığa müptela olanların sayısı hem azdır, hem de beşeri planda ve Allah katında sorumlulukları yoktur. İkinci hastalığa yakalananlara gelince, işte problem olan bunlardır. Bunlar aklı olup da düşünmek istemeyenler, gözleri olup da gerçeği görmezden gelenler, kulakları olup da doğru haberi dinlemeyenlerdir. Peygamberler bunları uyarmak için gönderilmiş, hakimler bunlara öğüt vermek istemiş, bilginler bunlara ışık tutmaya çalışmış, gönül adamları bunların kalbini yumuşatmayı ummuş, terbiyeciler bunların iradesini kuvvetlendirmeyi hedef edinmiştir. İşte ilahi ikazın birkaç örneği:
“De ki: hamd olsun Allah’a, selam olsun onun seçip ayırdığı kullarına. (şimdi düşünün) Allah mı daha hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları nesneler mi?”
“ Evet, onların mı, yoksa gökleri ve yeri yaratan, sizin için gökten su indiren mi? Doğrusu biz, o su ile bir ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler bitirdik. Allah ile birlikte başka bir tanrı mı? Hayır, onlar Allah’a ortak koşmayı adet edinen kimselerdir.”
“ Yoksa yer küresini karargah yapan, orasından burasından ırmaklar akıtan, ona has sabit dağlar yükselten, iki denizin arasına(tuz miktarları karışmasın diye) engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir tanrı mı? Besbelli ki onların çoğu bilmiyorlar.”
“Yoksa çaresiz kalanın yalvarışlarına cevap veren, sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün varisleri ve hükümdarları kılan mı? Allah ile başka bir tanrı mı? Siz ne kadar az düşünüyorsunuz?”
“Yoksa kara ve denizlerin karanlıkları içinde size yol bulduran, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile başka bir tanrı mı? Doğrusu Allah, onların kattıkları ortaklardan yücedir. Münezzehtir. ”
“Yoksa yaratmayı başlatan, sonra onu devam ettiren, size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah ile birlikte başka bir tanrı mı? De ki: Eğer haklı ve samimi kimselerseniz getirin delilinizi”
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın birliğini ifade eden birçok ayet vardır. Müslümanların, hayatlarında en çok tekrar ettikleri söz kelime-i tevhiddir:
“ La ilahe illallah”
“ Allah’tan başka tanrı yoktur.”
La ilahe illallah: Müslümanların bayrağıdır.
La ilahe illallah: Cennetin anahtarıdır.
La ilahe illallah: Allah’ı anmanın en üstün derecesidir.
La ilahe illallah: İnsanın hürriyeti, can ve mal güvenliğidir.
Akıl nimetinden yoksun olmayan, kültür derecesi ne olursa olsun kendi seviyesinde aklını kullanma iradesine sahip bulunan herkes tabiattaki birlik, beraberlik, ahenk ve düzeni sezer. Milyarlarca insan, hayvan, bitki ve cansızlar alemi… milyarlarca yıldızlar, gezegenler… Gözle görülen ve görülmeyen varlıklar… Bunca çokluk ve çeşitlilik karşısında her bir alemi kendi içindeki tezatlara rağmen ahenk içinde devam ettiren, bütün bu alemleri düzenleyip kainatın birliğini sağlayan, ilmin ve sanatın en büyük harikalarını göstererek idare eden sonsuz kudret sahibi yüce Allah, zatında bir, sıfatlarında tek, fiillerinde yegane olmaz mı? Müslümanlar günün beş vaktinde kıldıkları kırk rek’at namazda kırk defa “el-hamdü lillahi rabbi’l-alemin” cümlesini tekrar ederek bu evrensel gerçeğin şuurunu muhafaza ederler: “Bütün övgü ve senalar, alemlerin yaratıp geliştiren, idare eden biricik Allah’a layıktır!”
Kur’an-ı Kerim insanın bu şuuruna, bu anlayışına hitap etmekte, ibret nazarıyla kâinata bakmasını ve onu incelemesini istemektedir. Bu suretle insan Allah’ın hem varlığını hem birliğini idrak edecek, çokluktan kurtulup “bir”liğe ulaşacaktır.
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, şüphe yok ki, kainatın düzeni bozulurdu.”
Yahudilerle Hıristiyanlar, ilahi dinlere bağlı oldukları halde, Allah’a evlat nispet etmişler, birinciler Üzeyir’i, ikinciler de Hz İsa’yı Allah’ın oğlu zannetmişlerdir. Şüphe yok ki bu inanç da, Cenab-ı Hakk’ın zevcesi olduğunu söylemek de tevhidi bozan batıl akidelerdir.
“Allah, asla evlat edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir tanrı da yoktur. Öyle olsaydı her bir tanrı kendi yarattığına sahip çıkar, tanrıların bir kısmı diğerini yenip üstün gelirdi(kâinatın düzeni bozulurdu). Allah, müşriklerin yakıştırdıkları vasıflardan yücedir.”
Gökleri ve yeri var eden odur.
Nasıl olur da çocuğu olabilir ki O’nun hiçbir zaman eşi olmamıştır. Her şeyi yaratan O’dur. Her şeyi hakkıyla bilen de O’dur.”
Müslümanlar yine günde kırk defa, namaz içinde okudukları Fatiha süresinin sonunda Allah’a nisbet edilen batıl inançları reddetmekte ve bunlardan O’na sığınmaktadır:
“ Bizi dosdoğru yola, nimetine erdirdiğin kimselerin yoluna ilet, Allah’ım! İlahi gazaba çarpılmış (Yahudilerin) ve haktan sapmış(Hıristiyan)ların yoluna değil!”
B)Allah’ın Sıfatlarında Tevhid
Cenab-ı Hak zatında her bakımdan bir ve tek olduğu gibi sıfatlarında da birdir. Allah Teâlâ’yı anlayabilmemiz için kendisinin bize bildirdiği vasıflara, özelliklere O’nun sıfatları denilmiştir: Varlığının başlangıcı olmamak, sonu olmamak, bilir, işitir ve görür olmak gibi. Kur’an ‘da ve hadiste Cenab-ı Hakk’a nisbet edilen sıfatların bir kısmı sadece kendine hastır. O’ndan başka hiçbir varlık için söz konusu edilemez. Bir kısmı da kelime ve kavram olarak yaratıklar –mesela insanlar için- de kullanılır. Bilmek, işitmek, görmek gibi. Bununla beraber onun bütün vasıfları mahiyeti, iç yüzü, aslı, özellikleri bakımından kendine hastır, hiçbir yaratığın sıfatına benzemez. Örnek verelim:
1. Hayat (diri olmak).
İnsan için düşünüldüğünde:
– Sonradan edinilen,
– Varlığı başkasında olan,
– Devamı için belli şartlara ihtiyaç hissetiren,
– Sonu olan bir sıfattır.
Allah için düşünüldüğünde:
– Varlığının başlangıcı olmayan,
– Varlığı başkasından olmayan,
– Devamı için hiçbir şarta muhtaç olmayan,
– Sonu olmayan bir sıfattır.
2- İlim, (bilici olmak)
İnsan için düşünüldüğünde:
– Sonradan kazanılan,
– -Elde edilmesi öğrenim gibi sebeplere bağlı bulunan,
– Sınırlı olan,
– İnsanın ölümüyle son bulan bir sıfattır.
Allah Teâlâ için düşünüldüğünde:
– Varlığının başlangıcı olmayan,
– Varlığı kendinden olup başka sebeplere bağlı bulunmayan,
– Sınırlı olmayan,
– Hiçbir şekilde son bulup yok bir sıfattır.
İslam alimleri Kur’an-ı Kerim’in şu ayetini tevhid konusunda ana prensip olarak kabul etmişlerdir.
“Hiçbir şey O’nun benzeri değildir.”
Yaratanla yaratılmış arasında hiçbir noktada ve hiçbir şekilde benzerlik yoktur, herhangi bir ortak nokta mevcut değildir. Bazı İslam düşünür ve bilginleri bu konuda o konuda o kadar titizlik göstermiştir ki halikla mahluk arasında benzerliğe meydan vermeyeceğiz diye- nerede ise Allah’ın kısım sıfatlarını inkar etme durumuna düşmüşlerdir.
Yaratılmışla yaratılmışlar arasında benzerlik kurmamanın, başka bir deyişle Allah Teala’yı sıfatlarında “bir”lemenin hayatımıza yansıyan iki önemli neticesi vardır:
a) Yüce Allah hakkında, O’nun şanına yakışacak şekilde saygılı ve ölçülü ifadeler kullanmak
b) Kendi değer hükümlerimize göre sevgi ve saygıya ne kadar layık olursa olsun hiçbir insan için beşer üstü bir özellik tanımamak, beşer üstü bir özellik tanımamak, beşer üstü kavram ve ifadele kullanmamak, hiçbir nesnede ilahi bir kutsiyet kabul etmemek.
C)Allah’ın Fiillerinde Tevhid
Fiil “iş” demektir. Allah’ın fiilleri, O’nun yaptığı işler manasına gelir. Bu “işler”, oluşturmak ve yaratmak kavramlarıyla özetlenebilir.
“Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi gözetleyen ve idare edendir.” Kainatı ilkin var eden, geliştiren, değiştiren, yaratma, geliştirme ve değiştirme her an için yürüten yalnız O’dur. O’ndan başka her şey, her varlık, her olay yaratılmıştır, O’nun idaresi ve yasarrufu altındadır. O, yaratıcı olarak da tektir, O’ndan başka yaratıcı yoktur.
Hiçbir Müslüman Allah’tan başkasına yaratıcı, yoktan var edici kabul edemez. Böyle bir telakki İslam’ın tevhid inancına layıktır. Alimlerimiz gerçek manada olmasa bile (yani mecazi de olsa) “yaratmak” mefhumunun Allah’tan başkası için kullanılmasını İslam adabına ve konunun nezaketine uygun görmemişlerdir.
2-İbadette Tevhid
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız “imanda tevhid” prensibi, imanın fikir ve bilgi ile ilgili(nazari, teorik) yönünü teşkil ediyordu. Bu, zihni ameliyeye dayanır. Yani İslam’ın getirip sunduğu imani tevhid, ona inanan insanların, zihinlerini işletmek ve bilgi edinme kabiliyetlerini harekete geçirmek suretiyle anlayacakları, kabul edecekleri gerçeklerden ibarettir, Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek bilmek gibi. Buna tevhid-i ilmi diyebiliriz. Bir de ameli tevhid vardır. Bu, zihniyle Allah’ın birliğini kavrayan insanın kalbiyle O’nu sevmesi, davranışlarıyla bu sevgisini isbat etmesidir. Bu davranışlar da ibadetlerdir. İmanda tevhid insanın kafasını(zihnini), ibadette tevhid ise onun kalbini(duygusunu) aydınlatır. İmanda tevhid insanın fikir hürriyetini, ibadette tevhid ise duygu hürriyetini sağlar.
Düşünce tarihinde her sistem, kenine göre, bir yaratılış felsefesi(kozmogoni) yapmaya çalışmıştır. Kimine göre kainat ezelden beri vardır, maddenin bir yaratıcısı yoktur. O, kendi kendine oluşup varlığını sürdürmektedir(materyalist felsefe). Düşünürlerin ve dolayısıyla insanların çoğunluğuna göre ise; kainatın yaratan ve idare eden, madde ötesi bir varlık, yani Allah vardır. Şüphe yok ki peygamberler de Allah’ın varlığını ve birliğini tebliğ etmişleridir.
Nice insan vardır ki kainatı yaratan ve idare edenin Allah Teala olduğunu, hatta Allah’ın, zatında ve sıfatlarında bir olduğunu kabul eder. Onların zihinleri, yaratılış felsefeleri içinde Tanrı’nın mevcudiyetini savunan düşünce tarzını tercih eder. Ancak biz böylelerine “mümin” diyememekteyiz. Çünkü bunlar Allah’ı bilmişler, fakat onu sevmemişlerdir. Başka bir deyişle ilmi ve zihni tevhidi gerçekleştirler; fakat ameli ve kalbi tevhide ulaşamamışlardır. “ Bilmek başka şey, inanmak başka şeydir”. Bilmek zihnin fonksiyonudur. İnanmak zihni fonksiyona iradenin de katılmasıdır. iman bilgi ile sevginin bir araya gelmesinden doğar.
Allah sevgisi ibadetle kendini gösterir. İadet boyun eğmek, itaat etmek manasına gelir ki Türkçe’de “kulluk” ve “tapmak” kavramlarıyla karşılanabilir. Müslümanların en çok tekrar ettikleri kelime-i tevhiddeki “ilah” kelimesi “mabud”(tapacak) manasına gelir.
“Yoktur tapacak, Çalap’tır ancak”.
İbadette tevhid, tapılmaya, boyun eğilmeye, ençok sevilmeye, son noktasına kadar tazim edilmeye layık olanın sadece Allah Teala olduğuna inanmak, bu gerçeğe gönülden bağlanmaktır. İbadette tevhidin ruhu ihlastır. İhlas, sadece Allah rızasını gaye edinmek, dini davranışlarında sevgi ve samimiyetten başka bir hedef gözetmemektir. Beş vakit namazda kırk defa okuduğumuz Fatiha suresinde bu samimiyet prensibini günde kırk defa tekrar etmekteyiz:
“ Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz”.
Kişiler sevgi, saygı ve şükran bağlarıyla birbirine bağlı olabilirler. Bu, tabii de değerli bir şeydir. Bir Müslüman elbette anasına, babasına, hocasına, mürşidine, büyük bildiği kimselere karşı hürmet ve tazim duyguları besler. Ancak bu hürmet ve tazim, hiçbir zaman, konu edindiği kimseyi “insan üstü” bir seviyeye çıkaramaz. Müslüman, şahsiyetli insandır. Allah’tan başkasına kul-köle olmaz, peygambere bile, çünkü o da bir insandır. Kaynakların kaydettiğine göre Resül-i Ekrem, kendisine secde etmek isteyen bir sahabiyi men etmiş ve bunun islam’da caiz olmadığını ifade buyurmuştur.
İslam dininde imani tevhide çok önem verildiği gibi ameli tevhide de son derece özen gösterilmiş, ibadette tevhidi zedelemeye vesile olabilecek her şey yasaklanmıştır. Resulullah kabirlerin üzerinde namaz kılınmasını men etmiş ve “ Şunu biliniz kiinsanların en kötüsü peygamberlerin kabirlerini namazgah edinen kimselerdir.” “Peygambelerinin kabirlerini namazgah edinen kimseleri Allah kahretsin” buyurmuştur. Müslümanların en çok kullandıkları cümlelerden biri şudur: Allahüekber . “ Allah en büyüktür” veya “ Allah yegane büyüktür”(sadece O büyüktür, O’dan başka büyük yoktur) tarzında manalandırabileceğimiz bu cümle hem zihni, hem de kalbi tevhidi çok güzel bir örneğidir.
O Allah ki varlığında en büyüktür: Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Varlığında başkasına muhtaç değildir. O’dan başka her şey sonradandır, yaratılmamış, fanidir, O’na muhtaçtır.
O Allah ki sıfatlarında en büyüktür: Sıfatlarının da varlığı başlangıçsız ve sonsuzdur. En üstün dereceye sahiptir. Kimseye benzemez, kimse O’na benzemez.
O Allah ki fiillerinde en büyüktür: Yegane yaratıcıdır, O’dan başka yaratıcı yoktur.
O Allah ki ibadet edilmeye layık olan sadece O’dur. O’ndan başka mabud yoktur. Huzurunda eğilmeye, secde edilmeye hak kazanan sadece O’dur.
Allahüekber, fert ve cemiyet olarak Müslümanların hayatına girmiş çok kısa, fakat çok manalı bir cümledir. Dini hayatın devam ettiği Müslüman bir toplum düşünelim. Bu toplum içindeki Müslüman, günde beş defa ezan dinler, müezzinle birlikte otuz defa Allahüekber cümlesini tekrar eder. Beş defa kamet getirir, yine otuz defa Allahüekber der. Her gün kıldığı kırk rek’at namaz içinde 221 defa Allahüekber okur. Şayet namazların sonunda tesbih çekerse 1665 defa Allahüekber der. Böylece bir Müslüman, hem zihni, hem de kalbi tevhidin sembolü olan tekbiri yirmi dört saat içinde 446 defa okumuş veya dinlemiş olur. Tekbirin ayrıca hac vazifesinin yerine getirilmesi sırasında, ramazan bayramında, kurban bayramı günlerinde, kurban kesme sırasında, cenazede, yolculuktan önce, yolculuk sırasında ve dönüşte, savaşlarda, hatta uykudan önce emir veya tavsiye edildiği de hatırlanınca tevhid inancının Müslüman hayatında ne kadar büyük bir önem kazandığı, bu akidenin korunmasına, bu şuurun devam ettirilmesine ne derece özen gösterildiği kolaylıkla anlaşılmış olur.
Zihni tevhid faydalı bilgiyi yani imanı, kalbi tevhid makbul ameli(amel-i salih) doğurur. Bu ikisi de saadeti sağlar, dünya ve ahret saadetini. Şu ayet-i kerime bu mutlu sonucu kutlamaktadır:
“İman edip de iyi işler(amel-i salih) yapanlara ne mutlu! Dönüp gidecek güzel yurt da onların!”
B)Şirkin Çeşitleri
Şirk, sözlükte “ ortak olmak, ortak koşmak” manasına gelir. Şerik de “ortak” demektir. İslam dininde, Allah teala’ya zatında, sıfatlarında, fiillerinde veya kendisine ibadet edilmesinde ortak tanımak, bu noktalarda onun benzeri, dengi, ortağı olduğunu söylemek şirktir. Şirk en büyük günahtır. Cenab-ı Hak şirki affetmeyeceğini beyan buyurmuş ve bu günahı işleyenin cennet yüzü görmeyeceğini haber vermiştir:
“ Şüphe yok ki Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bundan başka dilediği kimselerin günahını bağışlar.”
“ Hakikat şu: Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz ki Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer ateştir.”
Şirk insanlığın bir şaşkınlığıdır; cehaletin, aczin ve tembelliğin eseridir. Yüce Allah, kâinatın üstün varlığı olarak yarattığı insanı akıl gücü ile donatmış, ona rehberlik etsin diye peygamberler göndermiş, onlar vasıtasıyla insanların düşüncelerini aydınlatacak kitaplar göndermiştir. İnsan türünün hayatı, Hz Adem’le birlikte, tevhid inancı ile başlamıştır. Bu gerçeği ilahi kitaplar haber vermekte, dinler tarihi ve sosyoloji alanındaki yeni araştırmalar da ispat etmektedir. Ne var ki insanlar, zamanla düşünce tembelliğine müptela olmuş, maddenin ve bedeni arzuların cazibesine kapılmış, uzak ve gerçek sebebi unutmuş, görünmeyen gücü, biricik yaratıcıyı ikinci planda tutarak görünene tapmış, hazır ve peşin olana gönül bağlamıştır. Şirk, dün de bugün de, insanlığın bayağılaşması, fikirsizliğe ve iradesizliğe yenilmesi, boşluğa düşmesidir. Eğer o, taassuptan kurtulup zekasını kullanabilse, iradesini bağlayan şehvet zincirini kırabilse fikren ve ruhen yükselecek, ahenk arz eden, birlik fısıldayan kainat içinde la ilahe illallah gerçeğini kavrayacak, şirk boşluğundan kurtulacaktır.
Şirke düşen insanın psikolojisini tasvir eden ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “ Kim Allah’a ortak koşarsa, yükseklerden düşüp parçalanmış, kuşlar tarafından kapılmış, yahut rüzgar tarafından uzak bir yere sürüklenip atılmış gibi olur.”
Evet, şirk, putatapıcılık, Allah’tan başkasına boyun eğicilik, bir şahsiyetsizlik, bir dünya menfaatçiliğidir. Yalan üzerine oturulmuş bir dostluk, sahte bir antlaşma, iğreti bir dayanışmadır. Bu şenliğin dünya çapındaki ömrü pek kısadır. Yalancının mumu yatsıya kadar yanacakdır.ahirete, o ölümsüz hayata gelince, putçuluğun oradaki durumunu putperestlerle kıyasıya mücadeleye girişen peygamberin dilinden ve Kur’an-ı Kerim’in ifadesinden dinleyelim: “İbrahim şöyle dedi: Siz, dünya hayatında aranızda dostluk vesilesi olsun diye, Allah’ı bırakıp da birtakım putları mabud edindiniz. Kıyamet günü birbirinize küfredecek, birbirinize lanet okuyacaksınız. Barınacağınız yer ateş olacak, hiçbir yardımcınız da bulunmayacaktır.”
1-Büyük Şirk
Allah Teâlâ’ya karşı işlenebilecek en büyük günah O’na eş ortak koşmak, O’na benzer ve denk olacak, O’na yardımcı, muhalif veya rakip olacak bir varlığın bulunduğunu kabul etmektir. Şirk denen bu günahın affedilmeyeceğini yukarıda söylemiştik. Şüphe yok ki tövbe kapısı daima açıktır. Şirkten dönmek, o inancı bırakıp tevhide bağlanmak, başka bir deyişle Müslüman olmak demektir.
Denilir ki kâinatın yaratıcısı Allah Teâlâ’ya her yönüyle denk olacak ikinci bir tanrı tasavvuru insan yaratılışına, onun zihni kuruluşuna uymayan bir düşüncedir. Bu bakımdan dış görünüşüyle birden fala tanrıya tapanlar, aslında, o tanrıların üstünde hakim ve yüce bir Tanrı’nın temsilcileri, şefaatçileri durumundadır. Fakat İslam dinine ve ondan önceki bütün ilahi orijinal tebligata göre Allah Teâlâ’nın zatında olduğu gibi sıfatlarında, fiillerinde denk veya benzer bir kuvvet, bir varlık kabul etmek yine şirktir, tevhidi bozucu, imanı yok edici bir inanıştır. Nitekim Hz. İsa israiloğulları’na ısrarla tevhidi telkin ettiği, Allah’a ortak koşanların cennet yüzü göremeyeceğini anlattığı halde Hıristiyanlar, Cenab-ı Hakk’ı bir ve tek bilmekle beraber O’nun bazı sıfatlarının başka varlıklarda da tecelli ettiğine inanmışlar, böylece hem bir, hem üç(1=3) çelişkisine düşmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i kitabın bu tarz inançlarını da şirk kabul etmiştir: “De ki: Ey kitaplılar! Geliniz, bizim için de, sizin için de doğru olan bir söz üzerinde birleşelim: Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rab edinmesin.”
Çeşitli kaynakların kaydettiğine göre Peygamber efendimizin Hıristiyan devlet adamlarına gönderdiği islam’a davet mektublarında mealini sunduğumuz ayet-i kerimenin metni de yer almıştır.
Resul-i Ekrem müslümanların, doğrudan puta tapmayacaklarına işaret ederek şöyle buyurmuştur:
“ şeytan, namaz kılanların kendisine tapacaklarından ümidini kesmiştir artık.”
On dört asırlık İslam tarihi içinde islan dininin sınırları dahilinde kalan gruplardan puta tapan, apaçık şirke düşen kişiler hiç yoktur. Veya yok denecek kadar azdır. Ancak dolaylı olarak şirk sayılan, tevhid inancını zedeleyen telakkiler vardır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür.
2-Yaratıklara Aşırı Hürmet
a-Şahıslara Hürmet
İslamiyet sevgi üzerine kurulu bir dindir. Son peygamber Muhammed aleyhisselamın dini yayma çalışmalarında bağlı kaldığı hareket noktasını belirten ayet-i kerime Müslümanlar arasında levha haline gelmiştir.
“ Ey Muhammed! De ki: Ben tebliğ görevime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, sadece yakınlık ve dostluk bağları içinde sevgi bekliyorum.”
Her insanın sevdiği, hürmet gösterdiği kişiler vardır. İnsan, hem cinsinden başka tabiatı, tabiat nesnelerini de sever. Ancak müslümanın, Allah’tan başka varlıklara karşı duyacağı sevgi ve saygı beşeriyet ve yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçemez. Din dost gibi bunların içbiri müminin kalbinde Allah sevgisine ortak olamaz, Allah’a gösterilecek tazime konu teşkil edemez; nazargah-ı ilahi olan müminin kalbi fanilere esir olamaz.
Bu temel prensibe dayalı olarak içbir insan Allah’ın haram kıldığını helal yapamayacağı gibi O’nun helal kıldığını da haram diye ilan edemez. Kimse dinde olmayan bir şeyi ona ilave edemez, dinde olanı da ondan çıkaramaz. Yahudi Hıristiyanların, din adamlarını rab edindiklerini beyan eden ayet-i kerimeyi peygamber efendimiz şöyle tefsir etmiştir: “ Gerçi Yahudilerle Hıristiyanlar din adamlarına tapmamışlardır. Fakat Yahudi bilginleriyle Hıristiyan rahipleri dindaşlarına helali haram, haramı helal kılıyor, onlar da bunu kabul ediyordu.”
Müslüman düşüncelerinde, duygularında ve davranışlarında hem şuurlu, hem de samimi olmalıdır. Şimdi soralım:
– Müslüman neden Allah’tan başkasını yüceltir, ona hürmet gösterir?
– Onu yüceltilmeye, hürmet gösterilmeye layık gördüğü için.
– Peki, kâinatın efendisi, peygamberlerin sonuncusu, insanlığın kurtarıcısı Muhammed aleyhisselamdan da mı üstün?
– Hayır! Hiçbir Müslüman böyle bir düşünceye sahip olamaz.
Kur’an ayetleri, Muhammed aleyhisselamın bizim gibi bir insan olduğunu, ilahi talimata(vahiy) mazhar olmaktan başka bir ayrıcalığının ısrarla haber veriyor:
“ De ki: Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Şu kadar var ki Tanrnızın bir tek Tanrı olduğu gerçeği bana vahyedilmektedir.”
Siyer ve İslam tarihi kitapları, hatta yabancı kaynaklar son peygamberin hayatını ince noktalarına kadar tesbit etmiştir. Bütün kaynaklar onun tevazuunda ittifak etmekte, kendisine aşırı hürmet gösterilmesine müsaade etmediğini yazmaktadır. O, kendisine secde edilmesine izin vermemiş, huzurunda konuşan bir sahabinin, söz sırasında Allah ve Resulü ‘nü andıktan sonra “…o ikisi…” manasına ikili(tesniye) zamir kullanmasını tasvip etmemiş, bir topluluğun yanına gittiğinde kendisi için ayağı kalkılmasını yasaklamış, yanına giren bir zatın, heybetinden titremesi karşısında, “müsterih ol, ben kral değilim, sadece et kurusu yiyen bir kureyş kadının oğluyum” demiştir. Hatta ona aşırı bir tazim edası içinde “Efendimiz! Efendimizin oğlu!” tarzında hitap edilince, “Ey insanlar! Takvadan ayrılmayın, şeytana aldanmayın! Ben sadece Abdullah oğlu Muhammed’im, Allah’ın kulu ve elçisiyim. Yemin ederim ki, beni Cenab-ı Hakk’ın oturttuğu mertebenin üstüne çıkarmanızı asla istemem” şeklinde karşılık vermiştir. Bir başka rivayette Resul-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Efendi (seyyid), hepimizin efendisi olan Allah’tır.”
İki cihan Peygamber’i gerek hayatında, gerek ölümünden sonra şahsı etrafında herhangi bir aşırılığın oluşmasına fırsat vermemiş, bu konuda da ümmeti için örnek olmuştur. Aslında “efendi”(seyyid) kelimesi Arap dilinde yerleşmiş ve hürmet gösterilen, büyük tanınan kimseler için normal olarak kullanılagelmiştir. Ancak özellikle İslamiyet’in ilk devirlerinde ve söyleyenin özel durumuna göre aşırılıkla sebeble olacak, sonraki nesillere de intikal edebilecek her ihtimalli ifade menedilmiş, bu konuda titizlik gösterilmiştir. Son Peygamber’in, son nefeslerini yaşadığı sırada tekrar ettiği şu söz de aynı inceliği taşımaktadır: “ Peygamberlerinin kabirlerini tapınak edinen kimselere Allah lanet etsin!”
Hıristiyanlar Hz. İsa’yı tanrılaştırmıştır. Kur’an-ı Kerim ise İsa’nın da, annesi Meryem’in de insan olduklarını, insanlar gibi yemek yediklerini ifade etmiştir. Aynı hataya Asr-ı saadet müşrikleri de düşmüş ve “ Bu nasıl peygamber ki (tıpkı bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor” demiştir. Kur’an ise bütün peygamberlerin bu tür beşeri vasıfları taşıdığını haber vermiştir. Resul-i Ekrem de şöyle buyurmuştur: “Ben bir kulum. Her insan gibi yer, her insan gibi otururum.” Yine o şöyle buyurmuştur:
“Hıristiyanların Meryem oğlu isa’yı aşırı bir şekilde övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum. Bu sebeble Allah’In kulu ve resulü, deyin.”
Müslümanın nazarında, hiçbir insan peygamber derecesine çıkamayacağına, peygamberlere bile insan üstü bir özellik nisbet edilemeyeceğine göre hiçbir kimsede insan üstü bir kuvvet düşünülemeyecek, ancak Allah’a sunulabilecek tazim ve hürmet O’dan başka kimseye gösterilemeyecektir. Her Müslüman , düşünce ve duygu hayatında daima bu şuuru muhafaza etmek, sözlerinde ve hareketlernde tedbirli olmak mecburiyetindedir. Nezaket kurallarını yerine getireceğim diye taparcasına davranmak, türbe ve kabirlere karşı aşırı hürmet göstermek bunların üzerinde namaz kılmak, yatrlardan medet ummak saf tevhid inancına ve İslam şahsiyetine yakışmayan hareketlerdir. Bundan başka “yaratmak, diriltmek” gibi Allah’a mahsus fiil ve sıfatları O’ndan başkasına nisbet etmek –dış görünüşü itibariyle de olsa tevhid prensibini zedeleyen şeylerdir.
c) Tabiatı Yüceltme
Tabiat Allah’ın sanat eseridir. Karıncasından galaksisine kadar birkoç güzelliğe, harika denecek özeliklere, eşsiz ahenk ve inceliklere sahiptir. Ama hepsi büyük yaratıcının mahlukudur, onun emrindedir. İnsan da O’nun mahlukudur. İnsan kainatın efendisidir,ondan üstün, ondan değerlidir. İnsan tabiat için değil, tabiat insan için yaratılmıştır. Yer, gök, ay, güneş, yıldızlar bütün tabiat insanın emrine, insanın hizmetine verilmiştir.”
Allah’tan başka hiçbir şey kutsiyet taşımaz. Bizim bazı şeylere kutsiyet nisbet etmemiz sadece mecazi ve itibarimahiyet arz eder. İnsanadan başka her şey yaratana kılavuzluk, yaratılmışa hizmet ettiği ölçüde değer ifade eder, insan da rabbini tanıdığı nisbette.
Kabe, Hacerülesved, Mescid-i nebi, Mescid-i Aksa, Müslümanların hayatında gördüğü vazifeler ve taşıdığı hatıralar açısından kıymet taşır, kendi yapıları, maddeleri ve hacimleri bakımından değil. Hz. Peygamber’in hırkası ve sakalı da böyledir. O halde bunlara ve diğer herhangi bir şeye yaratılmışlık ötesi bir özellik, bir yücelik, bir kutsiyet verilemez.
Bu türden olmak üzere Allah’tan başka herhangi bir şey üzerine yemin edilemez, milyarların kıblesi olan Kabe üzerine de, Resul-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“ Yemin etmek isteyen Allah’a yemin etsin, aksi takdirde sussun.”
Hz. Ömer’in hacerülesved için söylediği şu söz de konuya ışık tutmaktadır: “ Senin, zararı ve faydası dokunmayan bir taş olduğunu biliyorum. Resullallah’ın seni öptüğünü görmeseydim ben de öpmezdim.”
İnsanlar içinde yıldızlara tapanlar, kainatı yıldızların idare ettiğine inanalar olmuştur. Tabii, bu da batıl bir inanç ve isabetsiz bir düşüncedir. O halde fal açtırmak, yıldızlardan ve burçlardan hüküm çıkarmak, dış görünüşüyle şirk kokusu taşıyan mantıksız şeylerdir. Peygamber efendimizin oğlu ibrahim’in öldüğü gün güneş tutulmuş, bazı Müslümanlar bunun İbrahim’in ölümü sebebiyle meydana geldiğini zannetmişti. Durumdan haberdar olan Resullah şöyle buyurmuştur: “ Güneş ve ay kimsenin ne ölmesi, ne de yaşaması sebebiyle tutulmaz. Onlar Allah’ın (varlık ve birlik) ayetlerinden iki ayettir. Tutulduklarını gördüğünüzde namaz kılınız, dua ediniz.”
Cenab-ı hak, insanlığa son peygamber Muhammed aleyhisselama, davet ve tebliğinin dayandığı esası şöyle ilan etmesini emretmiştir:
“ de ki: işte benim yolum! Ben insanaların körükörüne değil basiret üzere Allah’a çağırıyorum; ben de bana uyanlar da böyleyiz. Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.”
İslamiyet basiret dinidir. Müslüman basireti açık insandır. Dini, dindarlığı fevkalade hadiselerde, sihirli ve mucizeli görünümlerde aramaz. Vahyin aydınlatığı akıl yoluyla açıklanamayan konuları dinden saymaz: bu tür dedikoduları iman sahasına yaklaştırmaz. Bu türden olmak üzere bazı günleri uğursuz saymak, göz ve kaş seğirmesinden, köpeğin filan yerden geçmesinden sonuç çıkarmak, özellikle kötüye yormak islam’ın ve tevhid inancının kabul etmeyeceği hususlardır.
3-Gaybın bilinmesi
Duyularımızın ötesinde ve bilgimizin dışında kalan hususlarda gayb denilir. Bir şeyi gözümüzle görmüyor, kulağımızla işitemiyor, diğer duyu organlarımızla idrak edemiyor ve bir de aklımızı kullanmak suretiyle o konuda açık bilgi edinemiyorsak o, bizim için gaybdır, gizlidir, bilinemezdir. Artık o mevzuda bilgi edinmemiz sadece onu bilenin haber vermesiyle mümkündür.
Mesela, Allah’ın zatı duyularımızın ötesindedir. Fakat onun varlığını, eserlerine bakmak ve aklımızı kullanmak suretiyle idrak edebiliyoruz. O halde Allah bu manda gayb konularından değildir. O’nun sıfatlarına gelince, onları da duyularımızla idrak edemiyoruz. Aklımız da bu konuda tam ve kesin bir bilgi sunamıyor bize. Bunun gibi, ahret ve halleri, cennet, cehennem ve özellikleri de bizim için gaybdır. İşte bu hususları peygamberin bildirmesiyle(haber) öğreniyoruz.
Geçmişte meydana gelen olaylara kendimiz şahit olmuşsak, unutmadığımız sürece onları biliriz. Kendimiz şahit olmamışsak bizzat görenlerin sözlerinden ve yazılı beyanlarından öğrenebiliriz. Şu anda olan bitenler, şayet duyularımızın içinde ise, onları biliriz, dışında ise bilemeyiz, görenlerden öğrenebiliriz. Gelecekte vuku bulacak hadiselere gelince, bunların sadece Allah bilir. Gerçi gelecek için bazı tahminler, kıyaslar, yorumlar yapılabilir. Fakat bütün bunlar bize kesin sonuç (bilgi,ilim) sağlamaz, ancak ihtimaller(zan) gösterir.
İslam dini gaybın bilinmesini(ilmü’ı-gayb)sadece Allah Teala’ya tahsis etmiştir. Kur’an-ı kerim’de bununla ilgili birçok ayet vardır. Bunlardan biri şudur:
“ De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”
Cahiliye devrinin putperestlik anlayışına göre kahin ve benzeri kişiler gaybı bilir. O devrin insanları böylelerine başvurur, bilinemeyecek hususların bilgisini onlardan öğrendiklerine inanırlardı. Bu da bir putperestlikti. Kahin, bir bakıma tanrılık, bir bakıma peygamberlik taşıyan bir şahsiyetti. Bu husus islam’ın benimsenmesine, tevhid inancının yerleşmesine engel teşkil ediyordu. Bu sebeble Resul-i Ekrem(sallallahu aleyhi ve sellem) kahine gitmeyi, ona danışmayı, ona ücret vermeyi, söylediklerini tesdik etmeyi şiddetle yasaklamıştır. Bu yasak sadece o devreye mahsus değildir. Tevhid inancının yerleşmesi ve korunması için her çağa ve her şahsa yaygındır. Onun bu konudaki hadislerin biri şöyledir:
“Kim bir kahine gider de onun söylediğini tasdik ederse Muhammed’e indirilenden (İslam) sıyrılmış olur.
Bugünkü toplumlarda kahinlerin yerini kitap açanlar, fala bakanlar, cin derleyenler, periler almıştır.
Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez. Bu genel kaidenin bir istisnası var: peygamberler. Kaide olarak peygamber gaybı bilmez. Önceki peygamberler gaybı bilmediklerini beyan ettikleri gibi bizim peygamberimizde beyan etmiştir: “De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem.” Ancak Allah Teala elçilerinden dilediği kimseleri seçmiş ve onlara gayb haberlerinden bazılarını bildirmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“ Gaybı bilen o’dur. Beğenip seçtiği peygamber müstesna, kimseyi gaybına vakıf kılmamıştır.”
O halde her peygamber gaybı bilmez, içlerinden bilenler de her şeyi bilmez. Sadece mucize olarak Cenab-ı Hakk’ın öğrettiklerini bilir. Peygamber efendimizin hayatını incelediğimiz takdirde onun bazı gaybları bildiğini, haber verdiğini görürüz. Bunun yanında bilmedikleri de vardır. Peygamberin gösterdiği fevkalade(tabiat üstü) hadise demek olan mucize, her istediği zaman kullanılabilen bir vasıta değildir. Yani peygamber her istediği zaman mucize gösteremez. Mucize Allah’ın elinededir. O, lutfederse, yaratırsa vuku bulur.
“ Allah’ın sevgili kulu ve dostu” demek olan veliye gelince, Ehl-, sünnet inancına göre velinin elinde fevkalade hadiselerin meydana gelmesi mümkündür. Buna keramet diyoruz. Veli iman ve takva sahibi kimse demektir. Onun elinde zuhur edecek fevkalade hadise onun için keramet, bağlı bulunduğu peygamber için de mucize sayılır. Ancak mucize hakkında söylediğimiz keramet hakkında da söylemeliyiz: keramet her istediği zaman meydana gelen bir olay değildir. Allah verirse olur. Burada şu önemli noktaya da temas edelim: peygamber olduğunu ve Allah’ın izniyle bir mucize gösterdiği sırada mucize göstermekte olduğunu bilir, mucizesinin gerektirdiği neticeden de emin olur. Veli ise veli olduğunu bilmez, elinde zuhur edecek kerameti önceden kestiremez. Keramet bir doğuştur, bir tecellidir. Kişinin iradesi ve bilgisi olmadan doğar. Bu açıdan “keramet göstermek” sözü dedoğru değildir. Mucize peygamber tarafından – Allah’ın izniyle- gösterirlir, keramet ise zahir olur, Allah’ın izniyle kendiliğinden meydana gelir. O halde keramet bilgi, iş ve tesir vasıtası olarak arzu edildiği zaman meydana getirilemez, kullanılamaz. Bu sebeble “ Filan zat gaybı bilir, filan mürşid insanların iç yüzüne vakıftır, şeyhmüridlerinin bütün hareket ve davranışlarından haberdarolup onları manevi kontrol altında tutar” gibi söz ve kanaatler İslam akaidine, Kur’an ve Sünnet’in tesbit ettiği tevhid inancına uymaz.
“ Göklerin ve yerin gaybını bilen Allah’tır. Göğüslerde ve gönüllerde olanı bilen de O’dur.”
“ Allah açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir.”
Ehl-i sünnet inancına, yani İslam tarihi boyunca ve bugün Müslüman çoğunluğunun itikadına göre peygamber efendimizin dışında, kimsenin hiçbir müslümanın özel bir bilgi kaynağı yoktur. İslami gerçekler herkese açıktır, hatta inanmayanlara bile. Okuyan, inceleyen, soruşturan onları öğrenir. Gaybın bilgisi Allah nezdindedir. Onu bu dünyada ilan etmiyor, kimseye bildirmiyor. Ahiret ise bazı bilinmezlerin esrar perdesinin kaldıracağı bir alemdir.
4-Günahsızlık Şefaat
“ Her insan yanılır,yanıların en iyisi hatasından dönendir.” Resul-i Ekrem’in bu sözleri hiçbir insanın günahtan korunmuş(masum) olmadığını ifade ediyor. Sanıyorum ki yaratana ve yaratılmışlara karşı vazifelerini bilen, beşeri özelliklerini de tanıyan her insan bu gerçeği hemen kabul etmek durumundadır.
Bu genel kaidenin bir tek istisnası vardır: Peygamberler. Onlar, cenab-ı Hakk’ın insanlara gönderdiği elçiler, tebliğcilerdir. Ta ki insanaların Allah’a karşı ileri sürecekleri bahaneleri kalmasın. Bu sebeble gerek sözlerinde gerek davranışlarında daima örnek durumunda olan peygamberler özel olarak günahtan korunmuştur. Son peygamber Muhammed aleyhisselam olduğuna göre ondan sonra hiçbir insan, kim olursa olsun, günahtan korunmuş değildir. Alim, sufi, filozof, mezhep imamı, tarikat kurucusu, şeyh, lider gibi kimselere günahsız(masum), hatasız gözüyle bakılmaz, yüzde yüz kurtulmuş, cenneti hak etmiş telakki edilemez.
Gerçi Şia grupları Hz. Peygamber’den sonra belli bazı kişileri de (on iki imam gibi) masum kabul etmiştir. Onlara yönelttiğimiz ilmi itirazlarımız bir yana, şunu söyleyelim ki, o şahıslar da gelmiş geçmiş ve tarihteki devrelerini çoktan kapamıştır. Uzun asırlardan beri olduğu gibi bugün de günahsız olduğunu iddia edebileceğimiz hiçbir insan yoktur.
Hiçbir Müslüman hakkında “ mutlaka cennetliktir” veya “mutlaka cehennemliktir” diye kesin bir hüküm veremeyiz. Ancak ilahi vahye mazhar olan Resul-i Ekrem’in, kendi devrindeki belli kişiler(aşere-i mübeşşere gibi) hakkında söyledikleri müstesna. Biz, kendimiz de dahil kimsenin Allah nezdindeki derecesini ve akıbetini bilemeyiz. Sadece iyiler hakkında ümitli, kötü davranışlarını gördüklerimiz hakkında da endişeli oluruz. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur: “içinizden biri Müslüman kardeşini ille de övmek istiyorsa kesin konuşmayıp şöyle desin: Filan şöyle şöyle zannediyorum fakat Allah’a karşı kimseyi temize çıkarmıyorum.”
Bazı insanlar vardır ki bilgisizlikleri ve iradesizlikleri yüzünden belli kişiler hakkında aşırı derecede övgü duygusuna ve tezkiye düşüncesine sahiptirler. Onların nazarında bu kişiler büyük insanlardır, ermiştir, evliyaullahtır. Kıyamet gününde şefaatlerine nail olanlar kurtulur, eteklerine yapışanlar cennete girer.
Biraz önce söylediklerimizi tekrar etmeden şunu belirtelim ki evliyaullaha inanırız, Kur’an ve Sünnet’te de belirtildiği üzere Allah’ın veli kullarının ve dostlarının mevcut olduğunu kabul ederiz. Fakat bunların belli şahıslar olarak kimler olabileceğini kestiremeyiz. Ancak dine ve insanlığa hizmet edenler hakkında hüsnüzanda bulunuruz. Veli Allah’ın dostu demektir. “ Allah takva sahiplerinin dostudur.” Hadi diyelim ki biz filan zatı Allah dostu olarak görüyoruz, O zat da kendisini samimiyetle Allah dostluğuna adamıştır. Peki ,yüce Allah’ın, o zatı dost olarak kabul ettiğini, yani onun kulluğunun nezd-i ilahide kabule şayan görüldüğünü nereden bileceğiz? Bunu kim garanti edebilir?
Biz şefaate de inanırız. Kıyamet gününde peygamberlerin ve salih kulların, Cenab-ı Hakkı’ın izin vereceği kimselere şefaat edeceğini kabul ederiz. Ancak, belirttiğimiz üzere, Allah nezdinde kimin Salih kul olduğunubilemediğimiz için şu dünya hayatında kimse ile bu konuda bir anlaşma yapamayız. Sonra, şefaat edilmeye layık olduğumuzu da bilemeyiz. Çünkü şefaate nail olabilmek için belli bir kulluk merhalesine ulaşmak gerekmektedir. “nasıl olsa bir şefaat eden bulunur” diyerek kulluk vazifelerimizi ihmal edemeyiz. İki cihan peygamber’inin, son nefeslerini yaşadığı bir sırada, kızı fatıma ve halası safiiyye’ye söylediği sözler ne kadar manalıdır! “Kızım Fatıma, halam Safiyye! Yarın Allh’ın huzuruna çıkmak için iyi işler yapmaya bakın! Şunu bilin ki ben sizi Allah’ın azabından hiçbir şekilde kurtaramam!”
Netice olarak peygamberlerden başka herhangi bir zatı günahsız kabul etmek, belli kişileri veli, ermiş telakki etmek, onların şefaat edeceğine kesinlikle inanıp buna bel bağlamak doğrudan bir şirk değilse de nezih tevhid akidesine leke getiren ve onu zedeleyen bir inançtır.
5-Riya ve Menfaat
Riya “gösteriş” demektir. Dinde “Ahiret ameliyel dünya menfaati gözetmek” diye tarif edilir. “ Ahiret ameli”nden maksat ibadettir, sözle, bendenle ve servet yolula yapılan bütün ibadetler. İbadet yalnız Allah’a yapılır. O’nun rızası için yerine getirilir. Biz Müslümanlar günde kırk defa bu gerçeği tekrar ederiz: “ Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz” diye.
Bir Müslüman, mesela namaz kılarken, zekat verirken, Kur’an okurken, kendisi için “Ne güzel namaz kılıyor, ne çok zekat veriyor, ne güzel kur’an okuyor!” denilmesini aklından geçiriyor, bunu hareket noktalarından biri olarak kabul ediyorsa riyaya düşmüş olur. Resul-i Ekrem riyayı “küçük şirk”(şirk*i asgar) kabul etmiş ve ümmeti hakkına en çok korktuğu şeylerden biri olduğunu söylemiştir.
İbadet “tapmak, boyun eğmek, itaat etmek”, başka bir deyişle “zihnini ve gönlünü teslim etmek” demektir. Bu, insan için düşünülebilecek en büyük cömertlik, en büyük fedakarlıktır. Böylesi ancak en büyük varlık olan Allah’a yapılabilir. Kulluk sadece Allah rızası için ifa edilir; sadece O’na sunulursa sahibini, ulaşabileceği en yüksek noktaya yükseltir; dünya menfaatiyle karışırsa sahibini aşağılara düşürür.
Bir gün bir sahabi Resulullah’ın huzurunda gelerek “Ey Allah’ın elçisi, demiş, ben Allah rızası için savaşlara katılıyorum, fakat insanalar tarafından takdir edilmemi de arzu ediyorum. Buna ne dersin? “ Hz. Peygamber cevap vermeden şu ayeti kerime geldi: “ Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa doğru dürüst işler işlesin. Rabbine ibadet ederken hiçbir kimseyi O’na ortak tutmasın.”
Riya veya gösteriş “ibadet” gibi yüksek bir duygu ve yüce bir vaziyeyi samimiyetten(ihlas) yoksun kılar, menfaate alet eder, servet veya şöhret diye isimlendirebileceğimiz menfaat şu üç günlük dünya hayatının cazibesine kapılanlar, ya servetten ibaret olan maddi menfaate veya şöhret ve nüfuzdan ibaret bulunan manevi menfaate kurban olurlar. “Her ümmetin bir fitnesi (imtihan vesilesi) vardır, benim ümmetimin fitnesi de servettir” buyuran Resul-i Kibriya servet düşkünlerine şöyle beddua etmiştir.
“Kahrolsun altına, gümüşe ve lükse tapan kimse! Verilirse hoşlanır, verilmezse kızar o. Kahrolsun, boynu altında kalsın! Bir yerine diken battığında çıkaranı olmasın!”
Allah’tan başka tanrı edinmek suretiyle büyük şirke düşenler de, çoğu zaman, tevhid inancına menfaatleri yüzünden karşı çıkmışlardı. Peygamber efendimizin devrindeki müşriklerinin İslam’a karşı direnişi nedendi? Putla dolu bulunan kabe’nin, Mekke’yi bir dini turizm şehri haline getirmesi, bunun sağladığı servet ve şöhret. Kureyş eşrafı Müslüman olmak suretiyle bu avantajlarını yitirmek istemiyorlardı. Bugün de durum aynıdır. Tevhid inancından ayrılanlar, Allah’tan başkasına insan üstü saygı gösterenler, onlarıitira edilmez hatasız kişiler olarak ilan edenler cehaletin ve bir de şuurlu veya şuursuz bir şekilde servet ve şöhret menfaatlerinin itişleriyle hareket ederler. Böyleleri için Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Onlar kendileri için şeref ve güç kaynağı olsun diye Allah’tan başka bir tanrılar edindiler. Hayır hayır, o tanrılar ibadetlerini tanımayacaklar ve onlara düşman kesileceklerdir.”
Şirkin küçüğü de büyüğü de çirkindir. Fert hayatı için de toplum hayatı için de felakettir. Müslümana, onun değerli şahsiyetine, yüce davasına yakışmayan bir şeydir.
“Allahım! Bilerek sana bir şeyi ortak koşmamdan sana sığınırım. Bilmediğim hatalarımın bağışlanmasını da senden dilerim. Bütün gizlilikleri bilen sensin, yalnız sen!” (Prof. Bekir Topaloğlu, Prof. Yusuf Şevki Yavuz, Prof. İlyas Çelebi, İslam’da İnanç Esasları, Çamlıca Yayınları, s.75-110)