-
26th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

CEHENNEM AZABI GEÇİCİ Mİ?

DİYANET TEFSİRİ: “Kurtubî -haklı olarak- rüşvet almak gibi haramlar işleyip sonra da “Nasıl ol­sa Allah affeder” şeklinde boş ümitlere kapılmanın sadece yahudilere mahsus bir hastalık olmadığını, müslümanlann da bu şekilde günahlar işlediklerini belirtmek­tedir. Aynı müfessirin, ilâhî buyruklara uygun davranmanın sadece yahudilerle sınırlı bir görev olmadığını, bu ve benzeri âyetlerin müslümanları da bağ­ladığını, çünkü bu konularda dinler arasında bir farklılık bulunmadığını belirtme­si de yerinde ve anlamlı bir tespittir. M. Reşîd Rızâ da müslümanların, özellikle din adamlarının aynı illete müptelâ olmalarından yakınmakta; bu kurun­tularla mağfiret, şefaat gibi yalnızca Allah’ın hoşnut olduğu kullar için bir değer taşıyan kavramlara bel bağlayarak haramlar irtikâp ettiklerini hatırlatmaktadır. Al­lah’ın İsrâiloğulları hakkında bu bilgileri vermesindeki maksadı, müslümanlann bunlardan ibret ve ders alarak hallerini düzeltmeleri, onların işlediği günahlardan uzak durmalarıdır.” (Diyanet Tefsiri, 7/169 açıklaması)

SÜLEYMAN ATEŞ: “3/23- Baksana Kitaptan kendilerine bir pay verilmiş olanlar, aralarında hüküm versin diye Allah’ın Kitabına çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar. 24– Bu hareketleri, onların: “Bize, ateş sayılı birkaç günden başka dokunmayacak.” demelerinden ileri gelmektedir. Uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır. 25– Peki, ya kendilerini, hiç şüphe olmayan bir gün için topladığımız ve herkesin kazandığı, kendisine tastamam verilip hiç kimseye haksızlık edilmediği zaman (durumları) nasıl (olacak)?

Bu tür inançlar, peygamberlerin öğretileri değil, dinin ruhundan uzaklaşmış din adamlarının dini keyiflerince yorumlarından ibaret uydurmalardır. Bu yanlış yorumlar halkı da saplantılara, hurafelere düşürmüş, böyle hayallere kaptırmıştı. Maalesef bu tür hayaller her din mensubunda olduğu gibi, Müslümanlar arasında da yayılmıştır. Müslümanlar da bunun benzerini söylemiyorlar mı? Reşid Rızâ şöyle diyor:

Bugün müslümanların çoğunun inancı budur: Diyorlar ki:’Büyük günâh işleyen müslüman, ya şefaatle, ya keffâretle veya Allah’ın lütuf ve rahmetiyle kurtulacaktır. Günâhı kadar cehennemde yanacak, sonra çıkıp cennete girecektir. Fakat diğer din mensupları, durumları ve amelleri ne olursa olsun ebedî olarak cehennemde kalacaklardır.’ Oysa Kur’ân, herhangi bir dine mensub olmağa değer vermiyor; cehennemden kurtulmayı nimet yurdu olan cennete girmeyi; benimseyenlerin davranış biçimlerini tanımladığı, vasıflarını açıkladığı imana, yararlı eylemlere, yüksek ahlâk ve takvaya, açık ve kapalı günâhları bırakmağa bağlıyor.

“Allah’ın bağışlaması ise Kur’ân’a göre, günâhı kendisini kuşatmış olan kimseye mahsus değildir. Günâhı kendisini kuşatmış, kalbini tamamen kapatmış, bütün arzusu şehvetini doyurmaktan ibaret olan; dinin, ruhunda hiçbir etki yapmadığı kimseler, cehennemde sürekli kalacaklardır. Bunun için bu hikmetli Kitâb, dini ırkçılığa hasreden, sadece o dine mensub olmayı cehennemden kurtulmağa yeterli sayan, ya da geçmişte yaptıklarına güvenen kimse, vehmine kapılmıştır.’Uydurdukları şeyler, dinleri konusunda onları aldatmıştır’ âyetinde buyurulduğu gibi o kimse bilmeden Allah’a iftira etmiştir.

“Yahudilerin bu sözü de dinlerine aldanmalarından ve ona güven­melerinden kaynaklanmıştır. Âhirette kimin cehennemde ebedî kalacağı, kimin cennete gireceği gibi hususlar, re’y ile, tahminle bilinemez. Gayba âit bu gibi şeyler, ancak vahy ile bilinir. Vahiyde bunların düşüncelerini destekleyen bir şey yoktur. Ancak Allah’tan söz almakla insan cehennemden kurtulacağına emin olabilir. Allah bu konuda kimseye garanti vermemiştir. Allah’ın buyruğu şöyledir: “Bir de dediler ki:’Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır.’ De ki:’Allah’tan (bu hususta) bir söz mü aldınız, -şayet öyle ise Allah verdiği sözden dönmez- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? Evet kim bir günâh kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar, ateş (cehennem) halkıdır, orada ebedi kalacaklardır”.”

Demek ki cennete veya cehenneme girmek, âhiret saadet veya şekavetine ermek herhangi bir dine veya mezhebe, ya da falan falan peygamber ve sâlihlere mensub olmakla değil, kişinin Allah’a şirksiz imânı ve bu imânın gereği olan sâlih eylemiyledir. O gün onlar, âhiret cezasının, nefislerinin dışından değil, bizzat kendi nefislerinin içinden geldiğini göreceklerdir. Âhiret ödülü ve cezası, insanların taşıdıkları sıfatlardan ve yaptıkları işlerden oluşur. Ve yine göreceklerdir ki bu cezada insanlar, milletler arasında hiçbir ayırım yoktur. Herhangi bir kavim’Allah’ın seçkin milleti’ diye isimlendirilmiş olsa bile yine onun âhiret ödülü ve cezası, yaptığı işlerine göre olacaktır. İşte her nefse yaptığı işlerin tastamam verilmesi budur. Orada iltimas yok, tam adalet vardır!”

Esasen Reşid Rıza’nın burada anlattıklarını biz, çeşitli yerlerde belirtmişizdir. Şimdi bu güzel düşünceleri, yüce Allah’ın, bütün insanlığı kapsayan ebedî yasasıyla taçlandırmak istiyoruz. Yüce Allah, Müslümanlara hitaben buyuruyor ki:

4/123- (iş) Ne sizin kuruntularınızla, ne Kitâb ehlinin kuruntularıyla olmaz. Kötülük yapan (kim olursa olsun, hangi din, mezhep veya millete mensup bulunursa bulunsun), onunla cezalandırılır ve kendisine Allah’tan başka ne dost, ne de yardımcı bulamaz (Allah’ın vereceği cezayı hiç kimse ondan savamaz). 4/124- Erkek veya kadından her kim inanarak güzel işler yaparsa, işte öyle kimseler cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.”

İşte Kur’ân, herhangi bir din veya zümre mensubuna ayrıcalık tanımıyor, bütün insanlık için genel bir prensip getirerek Allah’a, âhirete inanan, sadece Allah’a tapan ve güzel işler yapan herkese cennetin kapısını açıyor. Bunun dışında hiç kimseye bir garanti vermiyor. Hattâ Hz. Peygamber’e: “Bana ve size ne yapılacağını bilmem, ben sadece bana vah-yolunana uyuyorum!” demesini emreden âyet(46/9), Peygamber’in kendisi için dahi bir garanti vermemiştir. Nitekim Ahmed ibn Hanbel’in rivayet ettiği şu hadîs de bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:

İbn Abbâs (r.a.)ın rivayetine göre (sahâbîlerden) Osman ibn Maz’ûn öldüğü zaman bir kadın (başka rivayette göre Osman’ın kendi karısı):’Cennet sana kutlu olsun ey Maz’ûn oğlu Osman!’ demiş. Allah’ın Elçisi (s.a.v.) ona kızgınca bakmış:’Ne biliyorsun (cennete gireceğini)?’ demiş. (Kadın):’Ey Allah’ın Elçisi, senin şövalyen ve sahâbîndir’ demiş. Allah’ın Elçisi:’Vallahi ben Allah’ın Elçisiyim, ben bile bana ne yapıla­cağını bilmem (başka rivayette de: Ne bana, ne de ona ne yapılacağını bilmem)!’ buyurmştur.”

Kitap ehli bilginleri içinde bazı kimseler de elleriyle yazdıkları Kitabın, Allah katından gelmiş Kitab olduğunu iddia ediyorlardı. Elleriyle yazdıkları Kitab’dan maksat Tevrat değildir. Ya Tevrat’tan , şerhlerinden Arapçaya çevirdikleri bazı bölümler veya Tevrat ve İncil üzerine yazdıkları şerhler, tefsirler, fıkıh kitaplarıdır. Çünkü Kur’ân, Tevrat’ın ve İncil’in kendisini saygı ile anmakta ve en son sûrelerden olan Mâide Sûresinde, Allah’ın hükmünü içerdiğini belirttiği o Kitapların hükümlerinin uygulan­masını istemektedir (5/45, 47, 66). O halde Allah katından olmadığını vurguladığı Kitap, Tevrat ve İncîl değil, insanların kendi düşün­celeriyle yazdıkları din kitabıdır.

Din adamları, yazdıkları şerhleri, Kitabın aslında bulunmayan ayrıntılara dair ictihâd hükümlerini Allah’ın buyrukları olarak görüyor ve halka bunların da Tanrı buyruğu olduğunu söylüyorlardı. Hattâ bunlar birbirine aykırı hükümler içerse de yine bunların, Allah’ın buyruğu olduğunu söylüyorlardı. Oysa Allah’ın sözünde çelişki olmaz. Aslında o adamların kendilerinin ve egemen tabakanın arzu ve çıkarları doğrul­tusundaki bu kitaplar, insanları düz, geniş, kolay olan Hak yoluna iletmek için inmiş olan İlâhî Kitabın ruhuna aykırı idi. İşte bundan dolayı dini hedefinden saptırma rağmına çıkar sağlayan insanların “durumlarına yazıklar olsun!” denilmektedir.

16/116’ncı âyette kendi düşünceleriyle koydukları hükümleri, Allah’ın hükmü olarak gösterenlerin, Allah’ın üstüne yalan atan kimseler olduğu ve böylelerinin asla onmayacağı belirtilmektedir. Bunu yapan Yahudiler, Yahudileşmiş ve Hıristiyanlaşmış Araplar ve müşrikler onmadığı gibi müslümanlar da onmazlar. Çünkü bu tür hükümler o zaman için birkaç kişiye çıkar, yarar sağlasa da, Hakk’ın yolunu daraltır, dini yozlaştırır, sonuçta toplumun sızlanmasına, bozulmasına yol açar.

Bu konuda Reşîd Rızâ, hocası Muhammed Abduh’a dayanarak bazı kadıların, me’zûnların, âlimlerin ve vaizlerin nasıl Rablerinin buyruğu dışına çıkıp dini çarpıttıklarına işaret etmektedir.” (Süleyman Ateş Tefsiri, 3/23 açıklaması. Kur’an Ansiklopedisi, Şeri Hile ve Gerçek Din maddeleri)

RAZİ TEFSİRİ: “Biz ise şöyle diyoruz: Herşeyin mâliki ve sahibi Allah olduğu için, O’nun yaptığı her şey güzeldir. Mutezileye göre, günahkâr tevbe etmediği veya af­folunmadığı müddetçe, isyanından Ötürü ebedî cezaya hak kazanır. Buna gö­re şayet: “Cenab-ı Allah bir günaha karşılık daha fazla ceza vermeyi menederek: “Kötülüğün cezası, misli ile kötülüktür” (şûra,40) buyurmuştur.”

Cübbâi şöyle demiştir: Bu ayet Allah’ın, Hz. Musa (a.s)’ya ve ondan sonra gelen diğer peygamberle- re, günahkârları ve büyük günah sahiplerini, azab ettikten sonra cehennemden çıkaracağına söz vermediğini gösterir. Çünkü Allah’u Teâlâ, eğer onla­ra bu sözü vermiş olsaydı, yahudilerin bu sözünü yadırgaması doğru olmazdı. Hak Teâlâ’nın onlara böyle bir söz vermediği ve onlara günahkarlara olan va’îdinden bahsettiği sabit olunca, ve bundan bahsetmek sureti ile günaha düşmekten onları menedince, Va’idiyye (Mû’tezile)’nin görüşüne göre, on­ların ahiretteki azabının ebedî olması gerekir. Bu durum başka ümmetler hak­kında sabit olunca, bu ümmet hakkında da söz konusu olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ’nın va’ad ve va’îdleri ile ilgili hükümlerinin ümmetlere göre değiş­mesi caiz olmaz. Çünkü bunların hepsinden sudur eden günahın derecesi aynıdır. (Razi Tefsiri, 2/80 açıklaması)

posted in AHİRET | 6 Comments