SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
BÜYÜCÜLÜK VE BÜYÜNÜN MADDİ BİR ETKİSİ VAR MI?
Râzî’nin tesbitine göre Mu’tezile âlimleri, sihir adı altında ileri sürülen, fakat gerçekte doğal nedenlere dayalı doğal olaylardan ibaret olan gösterilerin sihir olmadığını belirtmişler; bunun dışında kalan ve olağan üstü güçler yardımıyla gerçekleştirildiği öne sürülen bütün sihir çeşitlerini asılsız, imkânsız olan sahte gösterilerden ibaret saymışlardır (Râzî, Tefsir, III, 213). Ehl-i sünnet âlimlerinden bir kısmı, sihir diye ortaya konan işlemlerin büyük bölümünün gerçekte hünerli bazı kimselerin sergilediği el çabukluğu, algı yanıltması, halkın bilgisizliğinden yararlanarak bazı fizik kanunlarını istismar etme, esrar, morfin vb. uyuşturucu veya sarhoş edici maddeler veya ilaçlar içirerek bir kısım insanları etkileme, umulmadık yöntemlere başvurarak insanları birbirine düşürme gibi gerçekte normal olan bir olayın olağan üstü bir yanı varmış gibi gösterilmesinden ibaret olduğunu belirtmişlerdir.
Şâfiîlerden Ebû Bekir el- Esterâbâdî, hanefîlerden Ebû bekir Râzî gibi alimlerin benimsedikleri bu görüşe göre sihirin etkisi hayal ve vehimden ibarettir; fiziki bir etkisi yoktur (Tehânevî, Keşşâf, sihir maddesi). İbn Haldûn’un da içlerinde yer aldığı birçok sünnî âlim ise Hârut Mârut hikayesi, Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını anlatan hadisler gibi delillere dayanarak sihrin maddi etkisinin de bulunduğunu, ancak bunu sihirbazın değil -onun sebepleri yerine getirmesi sonucunda- Allah’ın yarattığını kabul ve ifade etmişlerdir. (Râzî, Bakara sûresi, 2/102-103. âyetlerin tefsiri, İbn Haldun, Mukaddime, Vâfî neşri, s. 1147 vd.; Tehânevî, aynı yer).
Bize göre sihrin, maddi değil, ancak vehim ve hayal boyutunda bir etkisi olabileceği görüşü daha isabetlidir. Karşı görüşün en güçlü iki nakli (âyet ve hadis) delilinin, karşı tezi isbat etmediği aşağıdaki açıklamalardan anlaşılacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hârût ve Mârût’un geçtiği âyette şöyle buyurulmaktadır. “Süleyman’ın egemenliği konusunda onlar, şeytanların (uydurup kulaklarına) okuduklarına tabi oldular. Halbuki Süleyman (büyü yaparak) Allah’ı inkar etmedi, ama şeytanlar inkar edip kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de, iki meleğe; Hârût ile Mârût’a indirilenleri (bildirilenleri) öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi, ‘Biz ancak imtihan için gönderildik, yanlış yapıp küfre girmeyin’ demeden kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlar, o ikisinden, kişiyi eşinden ayırmada kullanacakları şeyi öğreniyorlardı; ancak onlar, Allah izin vermedikçe öğrendikleri ile kimseye zarar verebilecek değillerdir. Onlar, kendilerine zarar vereni, fayda vermeyeni öğreniyorlar. Ayrıca onu (sihri) bedel ödeyerek alan ve uygulatanların ahirette hiçbir nasiplerinin olmayacağını da çok iyi biliyorlar. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötü; keşke bunu bilseler! (Bakara:2/102).
Görüldüğü üzere âyet, Süleyman’a atılan iftiralar ile Hârût ve Mârût’un sihir öğretişi hakkında iki ana konuya dair bilgi vermektedir. Müfessirler bu âyetin sihir öğretmenin ve öğrenmenin sakıncalarını vurguladığı konusunda hem fikirdirler.
Bu âyette Hârût ve Mârût hakkında ayrıntıya girilmediği, ayrıca Hârût ve Mârût ile ilgili senedi güvenilir hiçbir hadis bulunmadığı halde tarih ve tefsir kitaplarında, özellikle “İsrâiliyat” denilen ve hadis literatürüne de giren yahudi kaynaklı rivayetlerde bazı ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Ancak Taberî, Kadı İyâd İbn Hazm, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Kurtubî, İbn Kesîr, İbnü’l-Cevzî, Fahreddin er-Râzî, Taberî gibi müslüman tefsirci ve bilginler bu rivayetleri tenkit etmişler, uydurma veya zayıf olduğunu ifade etmişlerdir. Meselâ İbn Kesîr bu rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu ve gerçekte yahudi asıllı Ka’b el-Ahbâr’dan kaynaklandığını belirtir.
Öte yandan âyetteki ilgili kelimenin mütevâtir olan okunuşu “melekeyn” (iki melek) şeklinde olmakla birlikte, İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Ebü’l-Esved ve Dahhâk gibi bazı âlimler bu kelimeyi “melikeyn” (iki melik, iki kral) şeklinde okuyarak Hârût ve Mârût’u insan isimleri olarak kabul etmişlerdir. İbn Hazm ise bunların melek değil iki şeytan veya iki cin kabilesi olduğunu ileri sürmüştür. Buradaki “melekeyn” (iki melek) kelimesinin, “iki kudretli kişi” veya “iki ruhanî kişi” anlamında mecaz olduğunu ileri sürenler de vardır (R. Riza, el-Menâr, I, 402).
Hz. Peygamber dönemindeki Yahudiler, Kur’an’ın verdiği bilgileri kabul ederek, diğer bütün peygamberler gibi Hz. Süleyman’ın da mâsum, faziletli ve hikmet sahibi bir peygamber olduğuna inanmak yerine, Yahudi literatüründe geçen ve onu, işlerini sihirle yürüten, işretçi, âsi ve günahkâr, hatta putperestliğe sapmış bir kral olarak gösteren düzmece bilgilere, isnat ve iftiralara inanırlardı. Yersiz yurtsuz dolaşmaları ve uzun zamanlar esir hayatı yaşamaları nedeniyle cahilleşen, yoksullaşan ve İbrâhimî kültürden uzaklaşıp yozlaşan Yahudiler, kendi tarihlerinde gelip geçmiş birçok peygamber gibi Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında da şeytanların, cinlerin veya şeytan karakterli insanların telkinlerine, kâhinlerin derlediği sihir kitaplarına uyarak gerçek dışı kanaatlere sapmışlar; cinlerin insanlara gaybı öğrettiği, Süleyman’ın ilminin bu kaynaktan geldiği, saltanatını da bu bilgilerle gerçekleştirdiği, bu bilgiler sayesinde insanları, cinleri, rüzgârı emri altına aldığı yolunda inançlara kapılmışlardır (Zemahşerî, I, 85).
Müfessirlerin çoğu Hârût ve Mârût’a indirilenin de sihir olduğunu belirtirler. Buna göre şeytanların öğrettiği şey, Allah tarafından bu iki meleğe indirilen sihirdir. Fakat bazı eski ve yeni müfessirler, “…indirileni (bildirileni)..” diye çevirdiğimiz “ve mâ ünzile ale’l-melekeyni” cümlesindeki “mâ” kelimesini olumsuzluk edatı kabul ederek bu cümleyi, “İki meleğe (Cebrâil ile Mîkâil’e) böyle bir şey indirilmedi” şeklinde anlamışlardır (bk. Taberî, I, 452; Şevkânî, I, 131; el-Menâr, I, 403). İbn Abbas ve Rebî’ b. Enes’e isnat edilen bu yorumu dikkate alan Taberî âyeti şöyle anlamlandırıyor: “Onlar (Yahudiler), Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanın düzüp koştuğu şeylere uydular. Halbuki iki meleğe böyle bir şey indirilmedi; fakat inkârcı şeytanlar Bâbil’de yani insanlara Hârût ve Mârût’a sihir öğretiyorlardı. Buna göre âyetteki iki melekten maksat Cebrâil ve Mîkâil’dir. Çünkü Yahudi sihirbazları, Allah’ın Süleyman’a sihri Cebrâil ve Mîkâil’in diliyle indirdiğine inanırlardı. İşte âyette Allah bunu yalanlamış ve elçisi Hz. Muhammed’e, Cebrâil ve Mîkâil’in asla sihir indirmediğini; haber vermiş; ayrıca Süleyman’ı, Yahudilerin isnat ettikleri sihirden tenzih etmiş; sihrin bir şeytan işi olduğunu, şeytanların Bâbil’de insanlara sihir öğrettiklerini; aslında insanlara bunu, önceden uyararak öğretenin, Hârût ve Mârût isimli iki kişi olduğunu bildirmiştir. Bu anlayışa göre Hârût ve Mârût insan isimleridir ve böylece Yahudilerin iddiaları reddedilmiş olmaktadır (Taberî, I, 452).
Seyyid Kutub da âyeti bu yönde açıkladıktan sonra şöyle diyor: “Anlaşılan ortada bu iki melekle ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan, bu iki meleğin büyücülüğü bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla ilgili bilginin onlara Allah tarafından verildiğini yayıyorlardı. İşte Kur’ân-ı Kerîm bu iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da yalanlıyor” (Fî Zılâli’l-Kur’ân, I, 146). Ancak Hamdi Yazır, âyetin devamının böyle bir yorumu kabule elverişli olmadığı kanaatindedir (I, 445-446).
Âyette sihrin bir fitne, yani ona inanıp inanmayacakları, bu işle meşgul olup olmayacakları hususunda insanlar için bir imtihan vasıtası olduğu; sihirbazların, Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremeyecekleri bildirilmiş; bu arada Yahudilerin, kendisini sihre kaptıran bir kimsenin âhiret hayatını büsbütün kaybedeceğini bile bile, yarar sağlayacak bilgiler yerine zarar getirecek bilgiler peşinde koştukları ifade edilmek suretiyle sihre inanmanın, yapmanın ve yaptırmanın dinî bakımdan ne kadar sakıncalı olduğu bir kez daha ortaya konmuştur.
Sonuç olarak bu âyet, Hz. Peygamber dönemindeki Medine Yahudilerinin ve onlardan etkilenen Araplar’ın bir peygamber olan Hz. Süleyman’ın putperestliğe saptığı yolundaki iftiralarını reddetmektedir. Sihir denilen sahtekârlık veya fitne-fesat işlerini ancak şeytanlar türetip insanlara öğretirler. Bunlar Müslüman işi değildir. Melekler insanlara, kötülük yapsınlar diye bilgi vermezler; onların öğrettiği hususlar birer deneme vesilesidir; dolayısıyla insanlar onları iyi maksatlar veya -eşlerin arasını bozmak gibi- kötü maksatlar için kullanabilirler ve Allah katında bu tutumlarına göre yargılanırlar. Şunu da bilmek gerekir ki, Allah’ın izni olmadıkça kötü niyetliler zarar veremezler; onlar sadece âhirette kendilerine zarar verecek şeyleri satın almış ve böylece çok kötü bir iş yapmış olurlar.
Şu halde âyetin asıl maksadı Hz. Süleyman’ı Yahudilerin iftiralarından tenzih etmek, kötülüğün kaynağının peygamberler veya melekler değil, şeytanlar veya şeytan tabiatlı cinler yahut insanlar olduğunu, meleklerin insanlara telkin edeceği bilgileri birer imkân ve dolayısıyla imtihan sebebi bilip bunları hayırlı konularda değerlendirmek gerektiğini anlatmak, böylece müminleri yanlış inanç ve uygulamalardan korumaktır. Konumuz bakımından en önemli husus da âyette, Hârût ile Mârût’un öğrettiği bildirilen şeyin “sihir” olduğunun ifade edilmiş olmadığıdır. Tam aksine âyet, insan ve cin şeytanlarının insanlara sihir öğrettiklerini bir de o iki meleğe bildirileni öğrettiklerini söylüyor; bu ifade açıkça gösteriyor ki, Allah’ın gönderdiği, bildirdiği bilgi sihir değil, başka bir bilgidir. Bu bilgiyi ve sihri, karı kocayı ayırmak için kullananlar kötülük peşindeki insanlardır. Karı ve kocanın ayrılması sonucunu doğuran da -yine âyete dikkat edilirse görüleceği üzere- büyü değil, büyücülerdir, onların telkinleri, bilgilerini kötü maksatla kullanmaları ve bozucu ifadeleri, çabaları, düzenleridir, düzmeceleridir; yani Kur’an, “sihir karı kocayı ayırır” da dememiştir.
Yine Kur’an-ı Kerim’de Firavun’un sihirbazları ile Hz. Mûsâ’nın bunlara karşı yürüttüğü mücadele anlatılmıştır. Bu âyetlerde sihirbazların yaptıkları şeyin göz bayma (bir çeşit illüzyon) ve insanları korkutarak etki altına alma ve hayal görmelerini sağlama” olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bunların, illüzyon yoluyla yılan suretinde gösterdikleri ipleri ve değnekleri, Allah’ın, peygamberi Mûsâ’ya lütfettiği mucize sayesinde yok olup gitmiştir (A’râf: 7/116; Tâhâ: 20/66).
Âyette geçen “Allah izin vermedikçe öğrendikleri ile kimseye zarar verebilecek değillerdir.” cümlesini, “Allah izin verirse sihir tesir eder ve zarar verir” şeklinde anlamak doğru değildir. Doğru anlayış şudur: Sihirbazlar aksini söyleseler de onların yaptığı sihir, öyle istedikleri için insanlara tesir etmez, zarar vermez, ancak Allah isterse (isteseydi, böyle bir kanun koysaydı) zarar verir, akıl ve nakil delilleri sihrin böyle bir etki ve zararının olmadığını ortaya koymuştur; şu halde Allah izin vermemiştir ve sihir kimseye zarar veremez.
Felak ve Nas surelerinin tefsirinde, ayrıca hadis kitaplarının (Mesela Buhârî’nin) Tıp ve Yaratılış bölümlerinde rivayet edilen hadise göre Yahudiler, Peygamberimize sihir yapıyorlar, o da bundan etkileniyor; bir şeyi yaptığı halde yapmadığını sanıyor, gücü azalıyor…
Bu hadis karşısında Müslüman alimlerin farklı tavırları olmuştur:
1. Mutezile âlimleri, Peygamber’in sihirden etkilenmesinin, peygamberlik ve vahiy konusunda şüpheye sebep olacağından bu hadisin sahih olmadığını, yanlış bir anlama ve nakletmeye dayandığını ileri sürmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim, peygamberimizin sihirlenmiş olması iddiasını reddetmektedir (İsra: 17/47).
2. Sünnî alimler hadisin sahih olduğunu, ancak sihirin etkisinin baş ağrısı, ateşlenme gibi, peygamberliğe zarar vermeyecek ölçüde bir etki olduğunu, alınan tedbir ile bunun da geçtiğini ileri sürmüşlerdir.
Hadisin bazı rivayetlerinde “öyle olmadığı halde kendisine yapmış, olmuş gibi geldiği, öyle hayal ettiği” ifadesi geçmektedir. Bu da yukarıda geçen, “sihirin gerçek ve maddi tesiri yoktur, vehim ve hayal etkisi vardır” görüşü ile örtüşmektedir.
İlim ve itikad (kesin bilgi ve dini inanç) konularında mütevatir olmayan (yalan ve yanlış olma ihtimalini ortadan kaldıracak kadar büyük bir topluluk tarafından rivayet edilmeyen) hadisler geçerli ve yeterli olmadığından bize göre bu hadisi de bilgi ve inanç konusunda bir delil, bir dayanak, bir kaynak olarak kullanmak doğru değildir.
Allah Teâlâ’nın peygamberine, vahyi tebliğ etmesini emrettikten sonra “Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide: 5/67) buyurmuş olması da, başkalarına etkisi olsa bile ona sihrin tesir etmesine izin vermeyeceğini göstermektedir.
Şu halde sihirin etkisi konusunda vahye dayalı olup tartışma götürmez bir delil yoktur. Bilim de sihirbazların iddialarını isbat için kullandıkları delilleri -bilim alanında, bilim yöntemleri ölçütünde- geçerli bulmamıştır.
Bir başka mantıki kanıt da şöyle ifade edilebilir: Hem gayptan haber verdiklerini hem de insanlara sihir yoluyla bir şeyler yaptıklarını ve yaptırdıklarını iddia edenler, kandırdıkları kimselerden aldıkları üç beş kuruşla geçiniyorlar, kendilerini basmaya gelen emniyet güçlerinden haberdar olamıyorlar, sihir yapıp hapisten ve cezadan kurtulamıyorlar, yer altında, definelerde saklı büyük servetlerin yerini bulup onlara sahip olamıyorlar.
Sihir öğrenme ve yapmanın hükmü:
İster etkili olsun ister olmasın sihir, kötüye de kullanıldığı, psikolojik olarak insanları etkilediği, kontrol edilemez olduğu, Allah’ın kurduğu tabii düzeni değiştirmeyi amaçladığı, insanların -dinde “sünnetullah” diye ifade edilecek kadar önemli kabul edilen- bilimsel gerçeklere (meselâ bilimsel tedavi yöntemlerine) güvensizlik duymalarına yol açtığı, insanların zaaflarını, dertlerini, korkularını veya ümitlerini sömürmeye ve onları aldatmaya elverişli olduğu, inanca zarar verdiği ve bunlara benzer daha başka sakıncaları da bulunduğu için şiddetle yasaklanmıştır.
Büyücü veya sihirbazların birçok gizli şeyleri bilebildiği, tabiat üstü işler başarabildiği şeklindeki yaygın inançlar, muteber kaynaklarda İslâm’a aykırı görülmüş, sihri mubah saymanın, haramı helâl saymak anlamına geleceği, bu sebeple de Müslümanın dinden çıkmasına sebep olacağı kanaatine varılmış; ayrıca en yetkili ve güvenilir Müslüman bilginler, bir kimsenin, sihrin haram olduğuna inanmakla birlikte, sihir yapmasının veya yaptırmasının ya da sihre ve sihirbaza inanmasının da büyük günah olduğu konusunda ittifak etmişlerdir (bu husustaki hadisler için meselâ bk. Buhârî, “Vesâyâ”, 23; Müslim, “Îmân”, 144; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10). Aslında sihir menfaat amaçlı bir uygulama olduğundan Allah, Peygamber ve din gibi kutsal gerçekleri tanımaz; bununla birlikte, ihtiyaç duyduğunda bu değerleri menfaat ve başarı aracı olarak kullanmaktan da çekinmez. Bütün bu anlayış ve uygulamalar, Allah’ın irade ve kudretinin üstünde işler başarabileceği iddiasında olan veya öyle sanılan ya da eyleminin içeriğinde böyle bir iddia saklı bulunan sihirbaza Peygamber’den, hatta Allah’tan daha büyük değer vermek anlamını ortaya çıkarmakta olup sihir yapmayı ve yaptırmayı yasaklayan hükmün temelinde öncelikle bu gerekçeler bulunmaktadır. Sihir öğrenmeyi mutlak olarak haram sayanlar yanında, yalnızca bilgi sahibi olmak ve koruyup korunmak için öğrenmenin caiz olduğunu söyleyenler de vardır. (İbn Haldun, s. 1157; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire, 1959, XII, 335; Günay Tümer, “Büyü”, DİA, VI, 501-506). (Hayrettin Karaman-Hayatımızdaki İslam-Kehanet sihir başlığı)
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00187.htm
posted in BÜYÜ-SİHİR | 1 Comment