SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK
İsra suresine giriş
esra” fiilinin mastarı olan “isra” sözcüğünden alan sure Mekke’de 50. sırada inmiştir. Surenin 26’ıncı, 32’inci, 33’üncü, 57’inci ve 73-80. ayetlerinin Medenî olduğu (Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; elCamiu li Ahkami’l Kur’an) nakledilmesine rağmen biz, tahlillerini yaparken açıklayacağımız gibi 73-77. ayetlerin Mekkî olduğunu düşünüyor ve belirtilen diğer Medenî ayetlerin Mekkî olan bu sure içinde yer almasının sebebini ise, sahabeden mushafı tertip eden heyetin, ayetleri bu şekilde tertip etmesi olarak görüyoruz.
Surenin giriş bölümünde “Beniisrailden (İsrailoğullarından)” bahsedildiği için, bu sureye “Benuisrail” suresi de denmektedir.
Surenin 1. ayetinin tahlilinde açıklanacağı gibi, İsra suresi Kasas suresinin devamı mahiyetindedir. Özellikle de 1. ayet, Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamı olarak okunursa, hem Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin oluşturduğu pasaj hem de İsra suresinin 1. ayeti daha iyi anlaşılmaktadır.
Ayetlerin Tahlili
1 – Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
Mushaf tertip heyeti tarafından İsra suresinin ilk ayeti olarak tertip edilen bu ayet, “giriş” bölümünde söylediğimiz gibi, Kur’an, elçi ve Kur’an-elçi ilişkisi üzerinde duran Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamıdır:
Kasas; 85-88 ve İsra:1:
Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi (Allah), elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: “Benim Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir.”
Ve sen Kitap’ın sana ilka edileceğini (indirileceğini) umuyor değildin. (O) ancak Rabbinden bir rahmet olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma (yardımcı olma).
Ve onlar (müşrikler) sana indirildikten sonra, sakın seni Allah’ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla müşriklerden olma!
Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun yüzünden (zatından) başka her şey yok olacaktır. Hüküm (yasa-ilke) yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz.
Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
Müslümanlar arasında özel bir yeri olan bu ayet, gerçek ifadelerinden uzaklaştırılmış ve “Mi’raç” diye ortaya konulan bir efsaneye kaynak yapılmıştır.
Biz, ayetin doğru anlaşılabilmesi için, ayetteki ifadelerin değerlendirmesinin topluca değil de, sözcükler bazında yapılmasının daha yararlı olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi buna göre sürdürüyoruz.
Bir gece,
Ayette sözü edilen olayın bir gece vakti meydana geldiği tartışmasızdır. Ama bu gecenin hangi gece olduğu ileride, ayette geçen diğer sözcüklerin açıklamaları yapıldıktan sonra belirtilecektir.
Kul
عبدصاحبكموماادراكvema edrake (… sana)” şeklindeki hitabın muhatabının Muhammed olduğunda, dolayısıyla buradaki “kul”un da Muhammed’e yönelik kullanıldığında en başından beri aynı fikirde olmuşlardır.
Mescid-i Haram’dan
Gerek tüm din ve dil bilginlerine, gerek tüm tarih ve coğrafya kaynaklarına ve gerekse hem Arap hem Rum şair ve yazarlarının eserlerinde yer aldığına göre, Mescid-i Haram, Kâbe’dir. Çünkü Kâbe’nin; haram, yani savaşın, kavganın yapılmadığı, yapılmayacağı “güvenli bölge / güvenli mescit” olarak bilinmesi İslâm öncesine dayanmaktadır. Bu sebeple ayette geçen “Mescid-i Haram”, yine tartışmasız olarak “Kâbe”dir.
Mescid-i Aksa’ya
Konumuzu aydınlatacak hususlardan birisi bu olup, peygamberimizin bir gece Mescid-i Haram’dan yürütüldüğü (yürüyerek gittiği) Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun doğru bilinmesi gerekmektedir.
Rivayetlere dayalı yorum yapanlar, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa’nın, bugün Kudüs’te bulunan tapınak olduğunu ileri sürerek kitaplara bu şekilde yazılmasını sağlamışlar ve bu yanlışı âdeta dayatmışlardır. Dolayısıyla bugün Mescid-i Aksa denilince çoğunluğun aklına Kudüs’teki mescit gelmektedir. Bu yanlış bilginin üstüne bir de bu konuda uydurulmuş bir hayli sayıdaki rivayetin etkisi eklenince, Müslümanlar arasında, peygamberimizin Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yürüyerek gittiği, hatta oradan da göklere çıktığı yolunda bir inanç oluşmuştur.
Hâlbuki “Mescid-i Aksa” ismi sadece üç rivayette yer almakta, o rivayetlerde de bu mescidin nerede olduğu hakkında herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Diğer taraftan, Kudüs’te bulunan tapınağın kastedildiği rivayetlerde ise, bu tapınak hep Beyt-ül Makdis adıyla anılmaktadır.
Bu rivayetlere geçmeden önce, her Müslüman tarafından mutlaka iyice ve doğru olarak bilinmesi gerektiğine inandığımız aşağıdaki hususları hatırlatmakta yarar görüyoruz:
Uyarı:
Hadis ıstilâhında “sahih” demek, mutlak doğru ve sağlam demek olmayıp, o ilmin konulmuş belli kalıplarına kurallarına uyan demektir. Hadis İlmi’nin de belli kuralları vardır. Bu kurallara göre; adalet ve zabıt sahibi kişilerin birbirinden nakilleriyle meydana gelen, kesintisiz senetle rivayet edilen, şazz olmak ve illetli bulunmaktan uzak hadislere “sahih” denir. Bu kurallar içerisindeki hadislerin sahih olduğu söylenebilir ama bu hadislerin kesinkes doğru olduğu söylenemez. Ayrıca muhaddislerden bazısının sahih gördüğünü, bir başkası sahih görmeyebilir.
Hadisçiler, rivayet ettikleri hadislerin “metin tenkidi”ni hiç yapmamışlardır. Yani hadislerin “akla, bilime, Kur’an’a, fıtrata, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına,” uygun olup olmadığını hiç dikkate almamışlardır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları, yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi, onların umurunda olmamıştır. Onlar sadece “sahih” tanımı içindeki kriterleri göz önüne almışlar ve rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmişlerdir.
Bazı mezhepler ise ne yazık ki, Bakara suresinin 143’üncü, Âl-i Imran suresinin 110’uncu, Enfal suresinin 64’üncü, Tövbe suresinin 100’üncü, Fetih suresinin 18’inci, Haşr suresinin 8’inci ayetlerini kendi siyasî görüşleri doğrultusunda çarpıtıp, ayrıca bir çok hadis de uydurarak sahabe sıfatlı kişilerin “yüzde yüz güvenilir olduğuna” karar vermişler, yani sahabenin hatasız, kusursuz, yalansız, yanlışsız, art niyetsiz olduklarını kabul etmişler, onların bir bölümünün münafık olduğu dikkate alınmadan hepsine dokunulmazlık zırhı giydirmişlerdir. Durum böyle olunca da hiç kimse önüne konulan rivayeti sorgulama cesaretini gösterememiştir. Dolayısıyla yalan ve yanlışın üstüne gidilememiş, “Hazretin böyle deyişinde, böyle yapışında vardır bir hikmet ve kesin doğrudur” denilip teslim olunmuştur. Hâlbuki beşerin masumluğu söz konusu olamaz. Ayrıca, İslâm literatüründe “münafık” denilen kesimin, peygamberimizin çevresinde bulunan, bizim de sahabe dediğimiz kimselerden bazılarının oldukları unutulmamalı, bunlar gibi başka “hazret”lerin de o dönemdeki gibi her türlü hainliği, sinsi düşmanlığı yapabilecekleri göz ardı edilmemelidir.
Sonuç olarak bu tarz kabuller, hem bazı kimselerin uydurdukları yalanlarla arı duru İslâm dinini yozlaştırma çabalarına destek olmuştur hem de o kimselerin haksız olarak elde ettikleri saltanatlarını ve gayrimeşru icraatlarını meşrulaştırmıştır. Peygamberimiz döneminde iktidarları ellerinden alınıp sus pus olanlar, hırs ve hınçlarını peygamberimizin ölümünden yıllar sonra bu yolla almışlardır.
Bu safsataları gören muhterem din büyüklerimiz ise “Bu, yalan veya yanlıştır.” deyip geri itmek yerine, yalanları kılıfına sokabilmek için yüzlerce yalan ve yanlışın daha söylenip yapılmasına vesile olmuşlardır.
Bu uyarıdan sonra, konumuz olan ayetteki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu hakkındaki araştırmamıza rivayetlerle devam edebiliriz.
Rivayetlerdeki Mescid-i Aksa:
.
1. rivayet;
Sahih-i Buharî, 21 kitab, 1. Bab, 1 numaralı hadis: 3.cilt/1130
“…… Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: “İbadet için şu üç mescitten başkasına yolculuk edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Rasülüllah, ve Mescid-i Aksâ.”
2. rivayet;
Sahih-i Buharî 21. Kitab, 8 numaralı hadis:
…Bize Şu’be, Abdulmelik ibn Umeyr’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben, Ziyâd’ın himayesinde olan Kazaa’dan işittim, o şöyle dedi: ben Ebu Said Hudri’den işittim; o, peygamberden dört şey tahdis ediyordu ki, bu dört şey hem beni hayrete düşürdü, hem de sevindirdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Eşi veya bir mahremi kendisiyle beraber bulunmayan kadın, iki günlük mesafeye sefer etmesin. Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününden ibaret olan ramazan ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak yoktur. İki namazdan sonra da namaz yoktur; biri sabah namazından sonra güneş doğup yükselinceye kadar, öbürü ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar. Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim.
Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, saray beslemelerinden Şihab-ez Zühri tarafından o günkü iktidara yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla peygamberimizin;
“Ancak üç mescit için sefere çıkılır. İbrahim’in mescidi (Kâbe), şu benim mescidim ve Süleyman’ın mescidi.” şeklindeki ifadesinin,
“Ancak üç mescit için ziyaret seferine çıkılabilir. Bunlar, Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa’dır.” şekline sokulması suretiyle tahrif edilmiştir. (Geniş bilgi Ezrakî’de mevcuttur.)
Bu iki rivayet aslında aynı olmasına rağmen ravileri farklıdır; birinci rivayet Ebu Hüreyre menşeli iken, ikincide ara ravi Ebu Said el Hudri olmuştur. Bu konudaki başkalarının farklı rivayetleri de Şihab tarafından tahrif edilmiştir. Bize göre ise, orijinal olarak ileri sürülen rivayet de uydurmadır. Çünkü Kur’an’da bir çok ayette (Âl-i Imran; 137, En’am; 6, 11, Yusuf; 109, Nahl; 36, Hacc; 46, Neml; 69, Ankebut; 20, Rum; 9, 42, Fatır; 44, Mümin; 21, 82, Muhammed; 10) seyrüsefer emredilmektedir ve bu ilâhî emirleri yasaklamak ya da sınırlamak, peygamberimizin asla yapmayacağı bir eylemdir.
3. rivayet;
Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği herkesin elinde bulunan Hadis Ansiklopedisi Kütübü Sitte kitabının 8. Cilt; 134. sayfasında görülebilir. (Bu rivayet, Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace’de çeşitli konularda mükerreren yer almıştır):
İbrahim İbnü Yezid et-Teymî anlatıyor: Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur’ân öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine: “Babacığım yolda niye secde ediyorsun?” diye sordum. Dedi ki: “Ben Ebu Zerr RA’ın şöyle dediğini işittim: Rasülüllah’a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: Mescid-i Haram olduğunu söyledi. Ben: Sonra hangisi? dedim, Mescidi Aksâ! diye cevap verdi. Ben İkisi arasında kaç yıl fark var? dedim. Kırk yıl! dedi ve ilave etti: Yeryüzü sana mescittir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını kıl, çünkü fazilet ondadır.”
Bu rivayet, Sahih-i Buharî’nin Kitab ül Enbiya’sında 40 ve 98 numara ile yine Ebu Zerr kaynaklı, ama son ravileri farklı olarak yer almıştır ve oradaki metinlerde de “Mescid-Aksa” adı geçmektedir. Bu üçüncü rivayette dikkat edilmesi gereken nokta; Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa’nın yapımları arasında 40 sene olduğu noktasıdır ki bu, tarihî gerçeklere uymamaktadır. Çünkü milâttan önce 2. bin yılın başlarında yaşamış olan İbrahim peygamberin (Ana Britannica, c:16, s:234) yaptığı Mescid-i Haram’ın (Bakara; 127) inşası ile milâttan önce 1000-962 yıllarında hüküm sürmüş olan Davud peygamber (Ana Britannica, c:9, s:340) ve ondan sonra tahta geçen Süleyman peygamber tarafından yapılmış olan mescidin inşası arasında yaklaşık BİN, BİN İKİ YÜZ sene olması gerekmektedir. Buradan da; rivayetlerde konu edilen Mescid-i Aksa’nın, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından Kudüs’te yapılan mescit olmasının mümkün olmadığı ve ayrıca, üçüncü rivayette ortaya atılmış olan 40 senelik sürenin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar rivayetlerdeki bu uydurma -hâşâ- peygamberimize mal edilmişse de, gerçekte uyduranın kim, kimler olduğu ortadadır.
:
1. rivayet;
Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 95. sayfası:
… Rasülüllah’ın azatlısı Meymune RA. anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasülü! Bize Beyt-ül Makdis hakkında fetva ver!” demiştim. Şöyle buyurdular: “Orası mahşer ve menşer yeridir. (İnsanların kıyamet gününde toplanacağı ve defterlerin yayılacağı yer.) Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılacağınız bin namaz gibidir.”
Ben tekrar sordum: “Oraya gitmeye muktedir olamazsam ne yapmalıyım?” Şu cevabı verdi: “Ona kandil yağı bağışlarsın, aydınlatılmasında kullanılır. Böyle yapan da oraya varan gibidir.”
Not: Bu rivayetin birçok ta’n noktası vardır. Ama biz bu rivayeti sadece konumuz sadedinde yani “Beyt-ül Makdis” konusunda ele aldığımız için diğer hususlara değinmiyoruz, onları siz değerlendirebilirsiniz.
2. rivayet;
Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 96. sayfası:
…Abdullah İbnü Amr RA. anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Hz.Davut’un oğlu Süleyman, Beyt-ül Makdis’in inşaatını tamamlayınca Allah’tan üç şey talep etti: Allah’ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları.”
Sonra dedi ki: “İlk ikisi verilmiştir, üçüncünün de verildiğini ümit ediyorum.”
Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, Kudüs’teki mescidin adı o dönemde “Mescid-i Aksa” değil, “Beyt-ül Makdis”dir.
Kudüs’teki Beyt-ül Makdis’in İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır. Zira peygamberimiz Medine hicretinde Beyt-ül Makdis’i kıble edinmiş ve bu durum uzun süre devam etmiştir.
Tarih ve rivayet kitaplarında yer aldığına göre peygamberimiz, kendisine vahy gelmemiş olan birçok konuda Ehlikitap’ı esas almış, yani Ehlikitap’ı müşriklerden üstün tutmuştur. Hatta müşriklere muhalefet olsun diye saçlarının şeklini bile Ehlikitap’ınkine benzetmiştir. Hakkında herhangi bir vahy bulunmayan kıble konusunda da peygamberimiz, Medine’ye gelince Ehlikitap’a uymuş ve onların kıblesi olan Beyt-ül Makdis’i kıble edinmiştir. Peygamberimizin fayda umarak ederek, kendisinin yaptığı bir tercih ve bir “içtihat” olan bu uygulama, rivayetlere göre 16-18 ay kadar sürmüştür. Ama bu süre zarfında peygamberimizin kendi tercihi ile yaptığı bu uygulamadan beklenen fayda sağlanamamış ve peygamberimiz bu konuda Allah’tan vahy beklemeye başlamıştır. Nitekim çok geçmeden vahy gelmiş ve Mescid-i Haram kıble olarak belirlenmiştir. Bazıları, peygamberimizin Beyt-ül Makdis’i kıble olarak seçmesinin de vahy ile olduğunu ve sonradan bu vahyin neshedildiğini ileri sürmüşlerse de bu saçma bir iddiadır.
Mekke dönemindeki kıble ile ilgili olan iki farklı rivayet vardır. Konunun aslı Bakara suresinin 142-145. ayetlerde yer almakta olup oradan tetkik edilmesi daha uygundur.
Beyt-ül Makdis’in kıble olması ile ilgili rivayetler:
1. rivayet;
Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 26, 27. sayfası:
el-Berâ anlatıyor: Rasülüllah ile birlikte Beyt-ül Makdis’e doğru on sekiz ay namaz kıldık. Medineye girişinden iki ay sonra kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi. Rasülüllah Beyt-ül Makdis’e müteveccihen namaz kılarken yüzünü çokça semaya çeviriyordu. Allah Teala hazretleri, peygamberinin kalbinden geçeni, yani, Kâ’be’ye yönelme arzusunu bildi. Bir gün Cebrail aleyhisselam yükseldi. Rasülüllah, o, yerle gök arasında yükselirken onu gözüyle takip etmeye başladı, onun nasıl bir vahy getireceğini gözetliyordu. Derken Aziz ve Celil olan Allah “Biz senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz…..” (Bakara suresi 144. âyet) âyetini indirdi. Biz, Beyt-ül Makdis’e doğru farzın iki rekatını kılmış tam rükuda iken, bir adam gelip: “Kıble, Kâ’be’ye doğru çevrilmiştir!” haberini getirdi. Derhal yönlerimizi çevirdik. Namazımızı yenilemeyip kıldığımız kısmın devamını tamamladık. Rasülüllah: “Ey Cibril! Beyt-ül Makdis’e doğru kıldığımız namazların hali ne olacak?” diye sordu. Bunun üzerine de Allah teala hazretleri: “Allah sizin imanınızı ( daha önce Beyt-ül Makdis’e doğru kıldığınız namazları) zayi etmeyecektir.” âyetini (Bakara suresi 143. âyet) inzal buyurdu.
2. rivayet;
Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 154. sayfası (Bu hadis Buhari’de dört kez, Müslim’de bir kez, Tirmizi’de üç kez, Nesaî’de dört kez yer almıştır):
…el-Berâ İbn-ül Âzib buyurdular ki: Rasülüllah Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan ecdadının- veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca Beyt-ül Makdis’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâ’be’ye doğru olmasını arzuluyordu. Kâ’be’ye doğru kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Rasülüllah ile beraber ashaptan bir grup kimse kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: “Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber’le Kâ’be’ye doğru namaz kıldık.” dedi. Cemaat oldukları yerde Kâ’be’ye yöneldiler. Müslümanların Beyt-ül Makdis’e doğru namaz kılmaları Yahudileri memnun ediyordu. Yüzler Kâ’be’ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar. Arkadan hemen şu âyet nazil oldu: “İnsanlar içinden bazı beyinsizler…” (Bakara suresi âyet 142- 145)
3. rivayet;
Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 157. sayfası:
Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir: Onlar Beyt-ül Makdis’e doğru yönelmiş halde, sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve “Kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi” dedi. Bu sözünü iki kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken KÂ’be’ye yöneldiler.
4. rivayet;
Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 157. sayfası (Bu rivayet Ebu Davut ve Tirmizî’de yer alır):
İbnü Abbas anlatıyor: Âyeti kerimenin emriyle Rasülüllah kıbleyi Kâ’be’ye yöneltince Müslümanlar sordular: “Ey Allah’ın rasülü, Beytül Makdis’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?” Bunun üzerine Cenabı Hakk şu âyeti indirdi: “ Senin yöneldiğin istikameti, peygamberlere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık…” (Bakara suresi 143. âyet.)
Görüldüğü gibi Kudüs’teki mescidin adı bütün rivayetlerde Beyt-ül Makdis olarak geçmiş, birinde bile Mescid-i Aksa adı anılmamıştır. Zaten konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa, gerçekten Kudüs’teki mescit olsaydı, ayete teberrüken başta peygamberimiz bütün Müslümanlar Kudüs’teki mescit için “Mescid-i Aksa” ifadesini kullanırlar, Beyt-ül Makdis adını ağızlarına bile almazlardı.
Beyt-ül Makdis’e Mescid-i Aksa adını kim verdi?
لاقصامُقدّسمَقدِسmakdis” sözcükleri arasında anlam ve yapı yönünden bir bağ ve yakınlık yoktur.
Çoğunluk tarafından yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Kudüs’teki mescit, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılmış olan mescidin (Kudüs Tapınağı) M.S. 70 yıllarında Romalılar tarafından yıkılmasından sonra yıkıntıların hemen yanına yapılmıştır. Yapılışından itibaren de adına, uzun yıllarca Yahudiler tarafından “İlya Mescidi”, Araplar tarafından ise “Mescid-i Mukaddes” veya “Beyt-ül Makdis” denilmiştir:
Kudüs Tapınağı, … Birinci tapınak, Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında inşa edilerek İÖ 957’de tamamlandı. … Babil kralı II. Nabukadnezar İÖ 586’da … yapıyı tümüyle yıktırdı. … Babil fatihi II. Kyros (Büyük), İÖ 538’de … Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Çalışmalar İÖ 515’te tamamlandı. Özgün yapının gösterişsiz bir benzeri olarak yapılan İkinci Tapınak’ın ayrıntılı plânı günümüze ulaşamadı. … İS 66’da Roma’ya karşı çıkan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde odaklaştı ve İS 70’de … Romalıların tapınağı yıkmasıyla sonuçlandı. İkinci Tapınak’tan geriye yalnızca batı duvarının bir parçası, bugün Ağlama Duvarı diye anılan bölüm kaldı. … (Ana Britannica, c:19, s:420)
Görüldüğü gibi, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılan tapınak 70 yılında yerle bir olmuş ve bugüne de sadece bir duvarı kalmıştır. Ama bugün, bu duvardan başka, tapınağın yıkıntılarının bir bölümü üzerinde, 6. ve 7. yüzyıllarda inşa edilmiş iki yapı da mevcuttur. Bunlardan biri, 527-565 yılları arasında hüküm sürmüş olan Bizans imparatoru I. İustinianos tarafından yaptırılan bir bazilikadır ki, bu yapı 638 yılında halife Ömer’in Kudüs’ü almasından sonra camiye çevrilmiştir (Ana Britannica, c:22, s:304, 305). Diğer bina ise 691 yılında Emevî halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından ve halife Ömer’in camiye çevirttiği yapının hemen kuzeyinde yaptırılan Kubbetü’s Sahra’dır (Ana Britannica, c:19, s:411).
. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler ve bunun aksini söylemek, açıklamak hatta düşünmek bile imkânsız hâle gelmiştir.
tahlilden sonra, 1. ayetteki ifadelerle ilgili değerlendirmemize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
حولhavl” kelimesinin gerçek anlamı “bir yan, bir kenar, kıyı” demek olup, çevre demek değildir. Önemine binaen, “havl” sözcüğü ile ilgili olarak Meryem suresinde verdiğimiz detayı burada da veriyoruz:
Havl
“Havl” sözcüğünün esas anlamı; “bir şeyin değişmesi, değişime uğrayıp başkasından ayırt edilmesi” demektir. “Hâl (durum, vaziyet)” sözcüğü de “havl” sözcüğünün farklı bir ifadesidir ki bu sözcük; insan ve başka bir şeyin iç ve dış dünyası, bedeni, kazancı gibi değişken işlerin ve şeylerin durumunu ifade eder (“hâl” sözcüğü aynen bu anlamıyla Türkçeleşmiştir). Ama bu sözcük genellikle “sene” anlamında kullanılır. Bunun sebebi, Dünya üzerindeki sabit bir noktadan bakıldığında Güneş’in ufuktaki aynı noktadan iki defa doğması veya batması arasında geçen zamanın bir sene olmasındandır. Başka bir ifade ile söylenecek olursa, Dünya üzerindeki sabit bir noktaya göre her gün değişik noktadan doğan ve batan Güneş, bu değişik noktaları kapsayan turunu bir senede tamamlayıp, değişimin başladığı noktaya bir sene sonra döndüğü için, değişimlerin bittiği süre olan bir yıla “havl” denir. Meselâ Araplar “Halet id dar (ev / yurt değişti)” şeklindeki deyimle; “evin üzerinden bir sene geçtiğini” ifade etmek isterler. Klâsik Arap dilinde bunların birçok örneği mevcuttur.
Çoğulu “ahval” ve “huvul” olarak söylenen “havl” sözcüğü, Kur’an’da da birçok ayette “sene” anlamında kullanılmıştır:
Bakara; 233: Ve anneler, çocuklarını, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri maruf ile (geleneklere uygun olarak) bir borçtur. Her nefis (her kişi) ancak gücüne göre mükellef olur. -Çocuğu sebebiyle bir anne de, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın.- Vârise düşen de bunun aynıdır. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişare edip, her ikişinin de rızasıyla çocuğu memeden ayırmak isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi maruf ile (geleneklere, günün şartlarına uygun olarak) verdikten sonra bunda da size bir günah yoktur. Ve Allah’a takvalı davranın ve bilin ki, Allah yaptığınız şeyleri görendir.
Bakara; 240: Ve sizden eşler bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. …
Bizim kaynak olarak seçtiğimiz sözlüklerde, sözcük hakkında şu açıklamalar yer almaktadır: Bir şeyin havli, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. Yani bir şeyin değiştiğini gösteren, belli eden tarafı (dış yüzü, dış kenarı) o şeyin havlidir. “Hile” sözcüğü de “havl” sözcüğünden gelir. (Tac ül Arus; c:14 s:179–186, Lisan ül Arab; c:2 s:664–673, Müfredat; s:137, 138)
“Havl” sözcüğü Kur’an’da 17 kez geçmektedir. Bunlardan ikişi (Bakara; 233, 240) “sene” anlamında 15 tanesi de (Meryem; 68, Zümer; 75, Âl-i Imran; 159, Tövbe; 101, 120, Ahkaf; 27, Bakara; 17, İsra; 1, Şuara; 25, 34, Mümin; 7, En’âm; 92, Ankebut; 67, Neml; 8, Şura; 7) “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu (Avlu; yapının yanı başında duvarla çevrili yer)” olarak geçmiştir.
Bir kenarını mübarek kıldığımız
. Bu durumda yapılması gereken, önce mübarek yerin neresi olduğunu bulmak, sonra da bu yerin kenarının neresi olduğunu tespit etmektir.
Mübarek yerin neresi olduğu Kur’an’da bildirilmiştir:
Âl-i Imran; 96: İnsanlar için konulan ilk ev, Bekke (Mekke)’deki mübarek ve âlemlere rahmet olan evdir.
Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram; “Haram bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu haram/ mübarek/ bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin kenarlarının nereleri olduğu da tespit edilebilsin.
Mekke ve Kâbe’yi konu alan tüm belgelerde haram/ mübarek/ bereketli bölgenin sınırları şöyle belirlenmiştir:
– Kâbe’den Medine yolu istikametine dört mil,
– Kâbe’den Yemen yolu istikametine altı mil,
– Kâbe’den Taif yolu istikametine on bir mil,
– Kâbe’den Irak yolu istikametine yedi mil,
– Kâbe’den Ci’rane vadisi istikametine dokuz mil,
– Kâbe’den Cidde yolu istikametine on mil.
.
Tarihî kaynaklardaki Mescid-i Aksa:
“Mescid-i Aksa”; “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin, merkeze, diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dil bilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.
.
VAKIDİ FOTOKOPİLER
Uyarı:
O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da namaz, secde, rükû ve hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, namaz kılmak ya da toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan oranın yapısı değil kullanım şeklidir.
Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında artık, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu bilinmektedir. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/ mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakikî Mescid-i Aksa, Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, İlk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.
Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh, haşiye yazanların, rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için yaptıkları hokkabazlıkları, tevilleri görmek ve gülmek için metinlerin ister orijinaline ister tercümesine bakılabilir.
Kur’an’daki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun tespitini böylece yaptıktan sonra, ayetin tahliline kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Peygamberin yürütülüş nedeni: Ayetlerimizden gösterelim diye …
Ayette bildirildiğine göre; Allah’ın kulu (Muhammed), kendisine bir takım ayetler gösterilmek üzere, Mescid-i Haram’dan, mübarek kılınmış yerin kenarındaki Mescid-i Aksa’ya bir gece yürütülmüştür.
Rabbimiz hem bu gösteriyi hem de ayetlerini “nerede” ve “nasıl” gösterdiğini Necm suresinde açıkladığı için, oradaki tahlilimizi burada aynen tekrarlıyoruz:
Necm suresinin 5-18. ayetleri:
5, 6. Ayetler: Ona onu, müthiş kuvvetleri olan öğretti. Üstün akıl sahibi. Ki O istiva etti (doğrulup dikildi, egemenlik kurdu, yerleşti).
Peygamberimizi göğe, Allah`ın yanına çıkarmaya karar vermiş olan zihniyet, bu ayetleri de çarpıtmış ve Allah`a ait olan nitelikleri maalesef Cebrail`e yakıştırmıştır. Gördüğünüz gibi 5 ile 6. ayetlerde Kur`an`ı yani vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. İşte rivayetçiler bu sıfatları Cebrail`e vermişler, ama 10. ayette, Muhammed`in Cebrail`e kul olması anlamı ortaya çıkınca işin içinden çıkamamışlar, bin bir safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken bataklıkta çırpınarak boğulmuşlardır.
İlk olarak, Peygamberimize Kur`an`ı öğretenin kim olduğu konusunda tereddütsüz, kuşkusuz söyleyebiliriz ki, Kur`an`ı öğreten Cebrail değil, Rahman`dır, yani Allah`tır:
Rahman; 1, 2:
Rahman/ çok merhametli olan kur`anı öğretti.
Görülmektedir ki Kur`an`ı öğretenin Cebrail olduğunu söylemek, Kur`an`a tamamen terstir.
İkinci olarak da ayetlerde bahsedilen sıfatları açıklamakta yarar vardır:
شديدالقوىقديرقوىّ Kaviyyün” olarak söylenir. “Kaviyyün” sözcüğü de zaten Allah`ın sıfatlarından birisidir. Kur`an`da dokuz kez yer alır:
Enfal; 52:
… Muhakkak ki Allah Kavî`dir (çok güçlüdür, azabı çok şiddetli yapandır).
Diğer ayetler ise şunlardır: Hud; 66, Hacc; 40, 74, Mümin; 22, Şûra; 19, Hadid; 25, Mücadele; 21, Ahzab; 25.
ذومرّة zümirre (üstün akıl sahibi)” ifadesi de Allah`ın Rabb ve mukaddir (her şeyin en inceden inceye hesabını yapan) olduğunun beyanıdır. Bu sözcük bu ayetten başka hiç bir yerde yer almaz.
استوى istiva eden” ifadesi ile kastedilen de Allah`tır. Çünkü, “İstiva” Allah`ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir. “İstiva”, mecazen, “egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı” demektir. Ayette müteşabih bir kavram, mecaz olarak kullanılmıştır. “İstiva” sözcüğü, aşağıdaki ayetlerden başka, Yunus suresinin 3., Ra`d suresinin 2., Furkan suresinin 59. ve Secde suresinin 4. ayetlerinde de bu şekilde geçmektedir.
Ta Ha; 5:
Rahman, Arş üzerine istiva etmiştir (egemenlik kurmuştur).
A`râf; 54:
Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra da Arş üzerine istiva eden (egemenlik kuran), gündüzü durmadan kovalayan gece ile bürüyen, Güneş, Ay, yıldızları emrine boyun eğdirmiş olarak var eden Allah`tır. Gözünüzü açın; yaratış da onundur, buyruk da. -Âlemlerin Rabbi olan Allah çok yücedir.-
Bakara; 29:
O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra semaya istiva edip (egemenlik kurup) onları yedi gök olarak düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilicidir.
استوى istiva” sözcüğü ile müteşabih anlatımla Allah`ın gücü ve kuvveti tanıtılmaktadır. “İstiva etti”den başka, “Gökte olan”, “Tahtta oturan”, “Tahtını sekiz meleğin çektiği kral” gibi ifadeler de müteşabih olup, Kur`an`da Allah`ın gücünü ve kuvvetini anlatmak için kullanılmıştır. Bu müteşabih ifadelerin çoğu, o günkü Araplar arasında yerleşmiş kabuller olup, anlatılmak istenen kavramlar, onların kendi anlayışlarına uygun olan şekilde ifade edilmiştir.
Kur`an`da müteşabih ayetlerin varlığını bildiren Âl-i Imran suresinin 7. ve Zümer suresinin 23. ayetlerinin uyarıları göz ardı edilip her ayet, her ifade, zahirî, lâfzî ve hakikat anlamlarıyla dikkate alınırsa, bu, Kur`an`ın ruhuna aykırı bir davranış olur. Meselâ Allah`ın; gelmesi, inmesi, yaklaşması, Arş üzerine istiva etmesi, gökte olması, eli olması, yüksek-açık ufukta olması, Âdem ve İblis ile bire bir diyalog kurması, görmesi, işitmesi… müteşabih ifadeler olup, bu ifadeler ehil kişilerce tevil edilirler.
Müteşabih ifadelerin anlaşılmasını zamana ve ehline bırakmak daha doğru bir davranış olacaktır. Zaman içinde ilimde rasih olacaklar yani yetişecek uzmanlar o ayetleri tevil edeceklerdir.
7-10. Ayetler: Ve O, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı, ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.
Bu ayetlerle Allah`ın Muhammed`e ilk kez nasıl vahyettiğinin (Alak suresinin inişinin) kompozisyonu çizilerek, heyecanlı bir sahne sergilenmiştir. Buradaki ayetlerin özneleri, müteşabih ayetleri ve mecazları anlamayan zihniyet tarafından çarpıtılarak Cebrail yapılmıştır. Yani bu zihniyet sahiplerine göre, orada peygamberimiz Cebrail ile karşılaşmış, birbirlerine yaklaşmışlar, peygamberimiz Cebrail`e KUL olmuş, Cebrail de ona vahyedeceğini vahyetmiştir. (Haşa)!
Meselenin iyi kavranabilmesi için vahy ile ilgili kısa bir açıklama sunmakta yarar görüyoruz:
Vahy
وحى vahy” sözcüğünün “vaz`ı (ilk konuş, türetiliş)” anlamı; kendinden başkasına ilka ettiğin şey; gizlice bilgilendirmek” (Lisanü’l Arab, c.9, s. 243-245 ) demektir. Zaman içinde bu anlam çerçevesinde “Gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme” anlamlarında da kullanılır olmuştur.
القاء ilka” sözcüğü ile anlamdaş olarak kullanılır. Bakara; 37, Neml; 6 ve Mümin; 15`e bakabilirsiniz.
“Vahy” kelimesinin Kur`an`da sözcük anlamıyla kullanıldığı ayetler; “Allah ile ilgili olan” ve “Allah ile ilgili olmayan” olmak üzere iki grupta toplanabilir:
1- Allah ile ilgili olarak kullanıldığı ayetlerde “vahy” sözcüğü şu değişik anlamlara gelmektedir:
a) “Emir ve bir iş yaptırma”:
Fusılet; 12:
… ve her göğün işini kendisine vahyetti….
Zilzal; 4-5:
İşte o gün yerküre tüm haberlerini; Rabbin kendisine vahyettiklerini bir bir söyler.
Nahl; 68:
Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve kovanlarda evler (yuvalar) edinmesini vahyetti.
Enfal; 12:
Ve Rabbin meleklere vahyediyordu (emrediyordu); “Ben sizinle birlikteyim inananları destekleyin. …”
b) “İma etme, ilham”:
Maide; 111: Ve hani havarilere: “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim de onlar, “inandık, ve bizim gerçekten teslim olduğumuza tanık ol” demişlerdi.
c) “İlham ve rüya”:
Kasas; 7:
2 – Allah ile ilgili olmadan kullanıldığı ayetlerde de “vahy” sözcüğü yine değişik anlamlar ifade eder:
a) “İma etmek, işaret etmek”:
Meryem; 11:
O (Zekeriyya), bunun üzerine mihraptan kavminin (halkının) karşısına çıkıp sabah akşam Rablerini tesbih etmelerini vahyetti (işaret etti).
b) “Fısıldama, gizli konuşma”:
En`âm; 112:
Böylece Biz her peygamber için ins ve cin şeytanlarını (her kötü kişiyi) düşman yaptık. Onlar aldatmak için birbirlerine süslü ve yaldızlı sözler Vahyederler (fısıldarlar). …
c) “Teşvik etme, telkin etme, söyleme”:
En`âm; 121:
… Ve gerçekten şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etmeleri için vahyederler (telkinde bulunurlar)…
“Vahy” sözcüğü, terim anlamı olarak ise Kur`an`da 68 yerde geçmekte olup, bu ayetlerin tümünde sadece Allah`a özgülenmiştir. Bunun anlamı; terim anlamındaki vahyin Allah`ın işi olduğu, ne melek, ne peygamber, ne de herhangi bir insanın bu anlamda vahyetmesinin mümkün olmadığıdır.
Sonuç olarak 10. ayette geçen “vahy” sözcüğü de terim anlamında kullanıldığına göre, burada kuluna vahyeden Allah`tır, ve Cebrail`in vahyi getirmesi söz konusu olamaz.
9. Ayette geçen “yay boyu”, o zamanlarda kullanılan ve o günkü insanların bildiği bir uzunluk ölçüsüdür. O dönemlerde “metre” gibi uluslar arası kabul görmüş ölçülerin henüz icat edilmediği için yöresel ölçüler kullanılmaktaydı. İşte “yay boyu” da, o zamanlarda kullanılan rumh (mızrak), sevt (deynek), arşın, kulaç, boy, isbi` (parmak), hatve (adım), şibr (karış), zira (kol), ok atımı, gibi bir ölçü birimiydi. Bu ölçü mantığı o günkü Batı ülkelerinde de geçerli olup, bu ülkelerde de insan ayağının uzunluğunu temel alan “feet”, insan elinin baş parmağının tırnak dibindeki genişliğini temel alan “inch” gibi ölçüler kullanılmakta idi. Dolayısıyla Yüce Allah mesajında, muhatap aldığı toplumun anlayabileceği bir ölçü kullanmıştır.
Bu açıklamalardan sonra, Allah`ın peygamberimize nasıl vahyettiğini anlatan sahneye geri dönecek olursak, bu kompozisyonun çizildiği 7-10. ayetler hakkında tefekkür ederken peygamberimize gelen vahyden söz eden Tekvir suresinin 19-25. ayetlerindeki açıklamaları hatırlamakta yarar görüyor ve yapılacak değerlendirmelerde, hem Musa peygamberin hem de Muhammed peygamberin ilk vahylerini anlatan ayetlerdeki “ağaç” ögesinin dikkate alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Tekvir; 19-25:
Kuşkusuz bu, değerli bir elçi sözüdür; güçlü, Arş`ın Sahibi`nin yanında çok itibarlı, itaat edilir, güvenilir. Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. Ant olsun o, O`nu açık ufukta gördü. O gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
7-10. ayetlerde, vahy anında neler olduğu hakkında bize açık bir bilgi verilmemiştir. Ama sanki bir cismin (helikopter gibi) gökten aşağıya doğru inişini çağrıştıran bir ifade kullanılmıştır. Bu konuyu araştıranlar, Allah izin verdiği takdirde, o gün olanların izahını tartışma şeklinde yapacaklar ve en büyük mucizelerden birini veya bir kaçını daha açıklayarak insanlığa büyük bir hizmet yapmış olacaklardır.
11-13. Ayetler: Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. Siz onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? (onun gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyordunuz?) Ant olsun onu, başka bir inişte de gördü.
اقرأ ikra” ile başlayan 1. ve 2. ayetlerin gelişinde, ikincisi de yine “ikra” ile başlayan 3. ve 5. ayetlerin gelişinde olmuştur.
14-15. Ayetler: Son sidrenin yanında, Ki onun yanında oturmaya değer bahçe/ mesire yeri vardır.
Bu ayetlerde vahy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. Bu ayetlere göre, 7-10. ayetlerde anlatılan kompozisyon (Allah`ın sarkması, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi), yanında oturmaya değer bahçe olan son sidre ağacının yanında vuku bulmuştur.
جمطعندعند ınde” mekân zarfının pasajdaki tüm olaylara bağlanması, en doğru olanıdır. Buna gramer açısından hiçbir sakınca yoktur.
Sidretül münteha, cennet-ül me`va (Vadide bir mesire yeri.): Ayette bahsedilen sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınır aralarında, sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayan çobanlar, çiftçiler, dağcılar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi noktası olarak kabul edilirdi.
Ayette geçen “cennet” ile ilgili olarak da, rivayet tefsircileri, bu cenneti yedi kat gökten birine, adamına göre farklı farklı katlarına yerleştirmişlerdir. Bu olay nedeniyle peygamberimizi Allah`ın yanına çıkaran bazıları da ayette sözü edilen cennetin, Kur`an`ın bütününü dikkate almadan, ahiretteki cennet olduğunu söylemişlerdir.
“Cennet” sözcüğü, “cinn” sözcüğü gibi “cenn” kökünden türemiş bir isim olup, sözcüğün esas anlamı; “gizlenmek, karanlıkta kaybolmak” demektir. Bitkilerin dal ve yapraklarıyla örttükleri toprak parçalarına cennet/ bostan denir ve çoğul hâli olan “cennat” ve “cinan” şekilleriyle kullanılır.
Dinî terim olarak ise cennet; peygamberlerin davetine uyarak, Allah`tan gelen Hakk Din`e inanan, salih ameller işleyen, Allah`tan sakınan kullar için ahirette hazırlanmış olan mutluluk ve mükâfat yurdudur. Bu cennetin farklı nitelikleri; hoş kokulu yiyecekler, gönlün hoşlandığı her türlü yiyeceğin varlığı, içinden nehirlerin akışı, bal ve sütten ırmaklar, emre amade kişiye özel hizmetçiler, ipek atlas giyecekler, altın ve gümüşten kaplar, sınırsız genişlik vs. ile birlikte, bunları kimlerin hak ettiği ve bunlara kimlerin kavuşacağı Kur`an`da hep açıklanmıştır. Ancak Kur`an`da, yukarıda sayılan niteliklerin birer sembol, örnek olduğu vurgulanır ve asıllarının daha muhteşem olduğu ima edilir (Ra`d; 35, Muhammed; 15, İnsan; 12-22). Ahiretteki mutluluk yurduna “cennet” adı verilmesinin nedeni, ağaçlarının ve gölgelerinin çokluğundan ötürü olsa gerektir.
“Cennet” kavramı ve inancının, Arapça`dan başka dillerde de, İslâm`dan başka dinlerde de yeri vardır. Ama biz konuyu, Kur`an`dan öğrenerek açıklığa kavuşturmak durumundayız.
“Cennet” sözcüğü, Kur`an`da sadece dinî terim olarak değil, sözcük anlamıyla da kullanılmıştır. Meselâ Âdem peygamberin kıssasındaki cennet, sözcük anlamındaki cennettir. Yani Âdem peygamber bu dünyadaki yeşili, bitkisi, ağacı bol bir yerde yaratılmış, orada iken Allah`ın emrine aykırı davranmış ve oradan çıkartılarak çöle indirilmiştir. Çünkü Kur`an`dan öğrendiğimize göre ahiretteki cennet bir ikram ve lütuf yurdudur, orada yasak olan ve günaha sokacak bir şey yoktur, o cennet süreklidir, ebedîdir:
Vakıa; 25:
Ne boş bir lâf işitirler orada (cennette) ne de günaha sokacak bir şey.
Vakıa; 32, 33:
Birçok meyveler arasındadırlar. Ne tükenir, ne yasaklanır.
Zühruf; 71:
Çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır. -Ve siz orada sürekli kalacaksınız.-
Duhan; 56:
Orada ilk ölüm dışında ölüm tatmazlar…
Hâlbuki Âdem peygamber ve eşinin yaşadığı cennette yasak ağaç vardır, kötülük eden ve vesvese veren şeytan (İblis) vardır ve bu cennet ebedî değildir. Nitekim İblis, yasak ağaca yaklaşma konusundaki vesveseyi ölümsüzlük vaadiyle vermiştir.
Kur`an`da, “cennet” sözcüğü, sözcük anlamıyla sadece Âdem peygamber ile ilgili ayetlerde değil, başka ayetlerde de kullanılmıştır.
Bakara; 265:
Allah`ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların (mallarını bağışlayanların) durumu kendisine bol yağmur isabet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin (bahçenin) durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti, bir nem bile yetişir. Allah yapmakta olduklarınızı tam bir biçimde görmektedir.
Kalem; 17:
Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir (kesinlikle belâ vereceğiz), (tıpkı) o cennet (çiftlik, bahçe) sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca mutlaka onu devşireceklerine yemin etmişlerdi.
جنّةالمأوى cennet-ül me`va (bahçe konak)”nın da ahirette vadedilen cennet olmadığı, yeryüzündeki belli bir coğrafî nokta olduğu anlaşılmaktadır. Yani bu ayetteki “cennet” sözcüğü, dinî anlamıyla değil, sözcük anlamıyla kullanılmıştır. Yüzyıllardır rivayetçilerin etkisinde kalmış “bilgin etiketliler” ise, cesaret gösterip işin gerçeğini haykıramamışlar, bu ayetteki cenneti ahirete, göğün katlarına hatta Allah`ın yanına yerleştiren rivayetlerin karanlık gölgesinde kalmışlardır. Özetle ifade edecek olursak; 7-10. ayetlerdeki olaylar, yani Allah`ın yeryüzüne inmesi, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi, yanında cennet-ül me`va (bahçe konak) bulunan son sidre ağacının yanında olmuştur. 14, 15. ayetlerde, bu olayın vuku bulduğu, yani ilk vahyin vuku bulduğu mahallin adresi verilmektedir.
O günün Mekkelileri, bu bahçe konağı, oradaki sidre ağaçlarını ve en sondaki sidre ağacını biliyor olmalılardı ki, içlerinden hiçbirisi bu yerin neresi olduğuna dair bir soru sormamış ve bu olayın peygamberimizin göğe çıkıp Allah veya Cebrail ile sohbet ettiğini anlatan bir olay olduğuna dair de bir iddia ileri sürmemişlerdir. Peygamberimizin göğe çıktığı yolundaki çarpık anlayış, peygamberimizden 90-100 yıl sonra yaşayan rivayetçilerin, o günün iktidarına yaranmak için, art niyetli davranışlarından kaynaklanmıştır.
16. Ayet: O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.
Mevcut meal ve tefsirlerin büyük çoğunluğunda, ayetin başındaki “iz” edatı (zaman edatı) ihmal edilmiş, ekleme ve parantezlerle yazarların kendi inanç ve kabulleri doğrultusunda çeviriler yapılmıştır. Oysa bu edat, ayette çok önemli bir noktayı aydınlatmakta; vahy anını belirtmektedir: “O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.” Yani, ilk vahyin indiği yeri 14 ve 15. ayetlerde belirten Yüce Allah, bu ayette de, vahyin “sidreyi kaplayanın kapladığı zaman” indirildiğini bildirmektedir.
Sidre ağacında nelerin olduğu bize ayrıntılı olarak aktarılmamıştır. Belki de bizlerin hafsalasının almayacağı, dilimizle de ifade edemeyeceğimiz tecelliler gerçekleşmiştir. Bu gibi durumlarda bizlere düşen, hakkında bilgi verilmeyen şeylerin arkasına düşmemek ve “Allah`ım senin verdiğin bilginin dışında bilgimiz yok.” demektir. Rivayet kitaplarında yer alan; sidreyi (kiraz ağacını) ateş, nur, altın-gümüş-mücevher, kelebek, arı, melek gibi şeylerin kapladığı ve ağacın yapraklarının fil kulağı, meyvelerinin de küp gibi olduğu, ağacın da Arş-ı A`lâ`da, cennette bulunduğu yolundaki iddialar, Kur`an dışı, hayalî, ciddiyetten uzak ve art niyetli söylentilerdir. Bu konuda bizim göz önünde bulunduracağımız tek husus, Allah`ın kulları ile nasıl konuşacağını bildiren Kur`an ayetidir:
Şûra; 51:
Bir beşer için, bir vahy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah`ın kendisiyle konuşması olmaz. Muhakkak O, Aliyy`dir Hakîm`dir.
Bu ayetin ışığında “sidre ağacını kaplayan kaplıyordu” ifadesinden, bir perde oluştuğunu ve Allah`ın o perdenin arkasından konuştuğunu/ vahyettiğini anlamak mümkündür. Ancak Musa peygamberin ilk vahyinde “ağaç” ve “ateş” olarak belirtilen bu perdenin mahiyeti, Muhammed peygamberin vahyinde açıkça belirtilmemiş, “ma-i mevsul (şey)” olarak kalmıştır.
Necm suresinin ilk vahyi anlatan ayetleri ile, Musa peygamberin ilk vahyini anlatan ayetler birlikte incelendiğinde, her iki peygamberin de ilk vahylerinin birbirine benzediği görülmektedir:
Kasas; 30:
Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin Sağ tarafından, bir ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Musa! Âlemlerin Rabbi Allah Benim, Ben!”
Ta Ha; 9-15:
Ulaştı mı sana Musa`nın haberi? Hani bir ateş görmüştü de ailesine, “Bekleyin! Gözüme bir ateş ilişti. Olabilir ki, ondan size bir kor parçası getiririm yahut onun üzerinde bir kılavuz bulurum.” demişti. Onun yanına geldiğinde kendisine “Musa! “Benim Ben, senin Rabbin. Hadi pabuçlarını çıkar, sen kutsal vadide, Tuva`dasın. Ve Ben seni seçtim; o hâlde vahyedilecek olanı dinle. Hiç kuşkulanma ki, Ben Allah`ım. İlâh yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl. Kuşku duyma ki o saat gelecektir. Onu neredeyse gizleyeceğim ki, her kimse gayretinin karşılığını elde etsin.” diye seslenildi.
Bu sahneler, Kitab-ı Mukaddes`te ise şöyle yer alır:
Çıkış, 3. Bab, 1-6. cümleler:
“Ve Musa, kaynatası Midyan kâhini Yetro`nun sürüsünü güdüyordu ve Allah`ın dağına Horeb`e geldi. Ve Rabbin meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü ve gördü ve işte çalı ateşle yanıyor ve çalı tükenmiyordu. Ve Musa dedi: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. Ve görmek için döndüğünü Rab görünce, Allah ona çalının ortasından çağırıp dedi: Musa, Musa! Ve O: İşte ben, dedi. Ve dedi: Buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. Ve dedi: Ben babanın Allah`ı, İbrahim`in Allah`ı, İshak`ın Allah`ı ve Yakup`un Allah`ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah`a bakmaya korkuyordu.”
17. Ayet: Göz şaşmadı ve azmadı.
“Göz şaşmadı ve azmadı” ifadesiyle, fiziksel ve psikolojik olarak bir yanılgı olmadığı, peygamberimizin her şeyi sağlıklı bir biçimde algıladığı anlatılmaktadır.
18. Ayet: Ant olsun. Rabbinin ayetlerinin en büyüğünü gördü.
Ayetin ifadesine göre, İsra suresinin 1. ayetinde “gece yürüyüşü” olarak adlandırılan yolculuk, peygamberimize ayet gösterilmek için yaptırılmış ve amaçlanan gerçekleştirilmiştir.
الكبرى el Kübrâ” ism-i tafdilinin anlamını doğru bir şekilde vermeyen bir çeviri ile; “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” veya “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden gördü” şeklinde yer almaktadır. Oysa bizim yaptığımız çeviri, Allah`ın izniyle ayetin cümle yapısını tam tamına ifade etmektedir. Ancak ayetlerin en büyüğünün ne olduğu hakkında bize bilgi verilmemiştir Biz bunu peygamberimizin şahsına münhasır (kişiliğine özel) bir gösteri olduğunu düşünüyoruz ve ne olduğu ile ilgilenmiyoruz. Ama rivayet kitapları, ne yazık ki bu konuda da itibar edilmemesi gereken ve tamamen uydurulmuş hikâyelerle doldurulmuştur.
Necm Suresinin bu ilk 18 ayetinde Muhammed’in ve ona indirilen vahyin durumu ve vahyin nasıl indiği Tekvir suresinde de açıklanmaktadır:
Tekvir; 19-25:
Ki o, çok değerli bir elçinin sözüdür. Çok güçlüdür. Arş sahibinin katında saygındır. İtaat edilir orada kendisine, emindir. Ve arkadaşınızı bir cin çarpmış değildir. Andolsun ki o, onu apaçık ufukta gördü. O, gayb konusunda cimri değildir. Ve o, kovulmuş şeytanın sözü değildir. ”
Kulun (Muhammed’in) yürümesi ve mucizelerden en büyüğünü görmesi gece olmuştur…
Yürüyüşün gece vakti vuku bulduğu, hem “leylen (geceleyin)” zarfından hem de “esra” fiilinin “gece yolculuğu” anlamına gelmesinden te’kitli olarak anlaşılmaktadır.
Bu gecenin nasıl bir gece olduğu hakkında Kur’an’da şu bilgiler verilmiştir:
– Bu gece mübarek bir gecedir:
Duhan; 1-3:
Hâ Mîm. O ayan-beyan gösteren Kitap’a yemin olsun ki, Biz onu mübarek/ kutlu/ bereketli bir gecede indirdik. Hiç kuşkusuz biz uyarıcılarız.
– Bu gece Kadir gecesidir:
Kadir; 1: Biz o Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik.
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İsra suresinin 1’inci, Duhan suresinin 4’üncü ve Kadir suresinin 1’inci ayetlerinde geçen “gece” aynı gecedir.
Bakara suresinin 185. ayetine göre de Ramazan ayında olduğu belli olan bu gecenin, hangi yıldaki Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu hakkında bilgi ise Kur’an’da verilmemiştir. Rabbimizin hakkında bilgi vermediği her konuda olduğu gibi bu konuda da birçok rivayet nakledilmiş, bunların en sağlam kabul edilenlerinin birinde “Hicretten bir sene evvel oldu.” denmiş (Mükatil), diğerinde ise, Enes ve Hüseyin’den naklen Sahib-ül- Keşşaf; “Muhammed henüz peygamber olmazdan evvel.” demiştir. Pek tabiîdir ki bu olay, peygamberimizin elçilik görevi almasından 1-2 saat önce gerçekleşmiştir. Çünkü ayette bildirildiğine göre peygamberimiz, Mescid-i Haram’dam Mescid-i Aksa’ya, kendisine bir takım ayetler gösterilmek, yani peygamber yapılmak, vahyedilmek için yürütülmüştür. Nitekim Necm suresinden öğrendiğimize göre de peygamberimiz, bu yürüyüşün sonunda, Mescid-i Aksa’daki son sidre ağacının yanında ilk vahyi almış ve kul Muhammed olarak geldiği “Cennet-ül Meva”dan elçi Muhammed olarak ayrılmıştır.
Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
السّميعبصيرbasıyr” sıfatlarıyla yer almasının sebebi bize göre; Allah’ın, toplumun cehaletinden ileri gelen sıkıntılarını görmesi ve mevcut düzenlerdeki zulümden kaynaklanan feryatları duymasıdır. Yüce Allah, bu sıkıntıları ve feryatları görmezlikten, duymazlıktan gelmemiş, toplumu aydınlatacak, insanları mutlu kılacak, onların Allah’ın rahmetine kavuşmalarını sağlayacak bir elçi görevlendirmek için o kişiyi Mescid’i Haram’dan Mescid’i Aksa’ya yürütmüştür.
Yüce Allah’ın elçi göndermesindeki bu gerekçeler, Musa peygamberin elçi yapılması ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te de varittir:
Çıkış, 3. Bab; 7-12:
7 RAB, “Halkımın Mısır`da çektiği sıkıntıyı çok iyi biliyorum” dedi, “Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
8 Bu yüzden aşağıya indim. Onları Mısırlılar`ın elinden kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal ülkesine, Kenanlılar`ın, Hititler`in, Amorlular`ın, Perizliler`in, Hivliler`in, Yevuslular`ın topraklarına götüreceğim.
9 İsrailliler`in feryadı bana erişti. Mısırlılar`ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
10 Gel, halkım İsrail`i Mısır`dan çıkarmak için seni Firavun`a göndereyim.”
11 Musa, “Ben kimim ki Firavun`a gidip İsrailliler`i Mısır`dan çıkarayım?” diye karşılık verdi.
12 Tanrı, “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım” dedi, “Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır`dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapacaksınız.”
2, 3 – Musa’ya da kitap verdik ve Benim astlarımdan “vekil” edinmeyiniz diye onu (Kitap’ı), İsrail oğulları; Nuh`la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar için kılavuz kıldık. Şüphesiz o (Nuh) çok şükredici bir kuldu.
Surenin 2-8. ayetlerinden oluşan bu bölümünde, peygamberimizin çağdaşı olan İsrailoğullarına, hem çok eski hem de yakın geçmişlerine değinilmek suretiyle başlarına gelenler hatırlatılmakta, yani İsrailoğulları tarihî geçmişleriyle özel olarak uyarılmaktadır.
Konumuz olan 2, 3. ayetlerdeki uyarılarda; Allah’ın astlarından “vekil” edinmesinler diye onlara kılavuz olarak kitap yollandığı bildirilmekte, ayrıca Nuh peygamber gibi çok şükreden bir atanın soyu olmaları sebebiyle, onların da ataları Nuh gibi çok şükreden ve “vekil” olarak sadece Allah’ı tanıyan kullar olmaları istenmektedir.
“Vekil” sözcüğü, “Rabb” sözcüğüyle eş anlamlı olup; “var eden, varlığı sürdüren gelişim ve evrimi programlayan, rızk veren ve koruyan” demektir. Bu sözcüğün anlamı ile ilgili ayrıntı, Furkan suresinin sonunda bulunan “Vekâlet – Vekil – Tevekkül” başlıklı yazımızda mevcuttur. ((Tebyinü’l Kur’an; c. 3. s. ………)
Nuh peygamber, tarih öncesi çağda yaşadığı için, aslında tüm insanların atası durumundadır. Burada İsrailoğullarının atası olarak nitelenmesi, İsrailoğullarına verilen özel mesaj sebebiyledir. Bu nitelemeyle sanki onlara; “Sizin dedeniz olan Nuh çok şükreden bir kuldu. Kendisine verilen her nimeti Rabbinden bilir ve karşılığını Allah için öderdi. Siz, onun zürriyetisiniz. Öyleyse atanız gibi yapın.” denilmiştir. Hakkı Yılmaz
http://www.istekuran.com/index.php?page=176dc03baec48a336496710a029fcef2&id=62
Cİ’RANE –DIA (Diyanet Ansiklopedisi)
Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetlerin dağıtıldığı yer. Mekke ile Tâif arasında. Mekke’ye 9 mil uzaklıktadır. Burada aynı adla anılan bir su kuyusu vardı. Kelime ilk dönem hadis âlimlerinin çoğu tarafından Cirrâne, tarihçiler ve dilciler tarafından Ci’râne şeklinde okunmuştur.
Ci’râne İslâm tarihinde Hz. Peygamber’in ganimetleri dağıtması sırasında çıkan olaylar sebebiyle meşhur olmuştur. Huneyn’de Hevâzin ve Sakîf kabilelerine bağlı kuvvetler büyük bir hezimete uğramış, bir kısmı Evtâs mevkiine çekilirken bir kısmı da Tâif Kalesi’ne sığınmıştı. Hz. Peygamber düşmanı takip için Evtâs’a bir seriyye göndermiş, kendisi de elde edilen ganimetleri Ci’râne mevkiinde bırakarak Taife hareket edip burayı muhasara altına almıştı (8/630).
Tâif muhasarasının kaldırılmasından sonra ganimetlerin muhafaza edildiği Ci’râne bölgesine dönen Hz. Peygamber, sayıları büyük bir yekün tutan esirleri ve bol miktardaki ganimeti askerler arasında dağıtmadan bir süre bekledi. Niyeti, müslüman olarak kendisine başvuracak Hevâzinliler’e bu ganimetleri iade etmekti. Fakat Hevâzin heyeti geç kalınca bazı münafıklarla İslâmî bir şuura sahip olmayan yeni müslüman olmuş bir kısım bedeviler, ganimetleri hemen dağıtması için Hz. Peygamber’i incitecek şekilde ısrarda bulundular.
Beytülmâl hissesi olarak beşte biri ayrılıp geri kalan esir ve ganimetlerin taksim edilmesinden sonra Hevâzin’den gelen heyet Hz. Peygamber’e müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mallarının iadesini istediler. Hz. Peygamber sadece esirleri ashabının rızâsını alıp He-vâzin’e geri vermek isteyince bazı kişiler yine mesele çıkardılar. Ancak kazanılacak ilk zaferde kendilerine bunu fazlasıyla telâfi edecek ganimet vaad edilince muhalefet etmekten vazgeçtiler.
Hz. Peygamber Huneyn’de ele geçirilen ganimetlerden müellefe-i kulûb’a daha fazla pay verdi. Onun bu tasarrufunun, ganimetin beytülmâl hissesi olarak ayrılan ve harcama yetkisi Hz. Peygamber’e ait olan beşte birden mi (humus), yoksa ganimetin tamamından mı olduğu hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebû Ubeyd. fazlalığın onlara humustan verilmiş olduğunu söyler.
Hz. Peygamberin ganimetten müellefe-i kulûba fazla pay vermesi üzerine bazı müslümanlar sert itirazlarda bulundular. Bu arada ensardan bazı kimseler de Hz. Peygamberin bu tasarrufundan memnun olmadıklarını belirten sözler sarfederek kendi aralarında dedikodu yaptılar. Durumdan rahatsız olan ensardan Sa’d b. Ubâde, bu sözleri Hz. Peygamber’e naklederek ganimetten kendilerine hiç pay verilmediğini söyledi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ensarı toplayarak müellefe-i kulûba ganimetten niçin fazlaca hisse verdiğini kendilerine anlattı; bu arada ensarın faziletini dile getirerek kendisinin daima onlarla beraber olacağını söyledi, onlara ve çocuklarına dua etti. Yaptıkları dedikodudan dolayı pişman olan ensar üzüntülerini ifade edip Hz. Peygamber’den razı olduklarını söylediler.
Ganimetlerin taksiminden sonra Hz. Peygamber Ci’râne’de ihrama girerek umre için Mekke’ye gitti. Daha sonra tekrar Ci’râne’ye gelip buradan Medine’ye hareket etti.
Ci’râne’de bu olayların hâtıralarını yâ-detmek üzere inşa edilmiş bir mescid vardır.
Hil bölgesinde yer alan Ci’râne, Harem bölgesinde bulunan kimselerin umre için ihrama girdikleri yerlerden biri olarak da önem taşımaktadır. Harem’de bulunanların umre için diğer mîkât yerleri ise Hudeybiye ve Ten’îm’dir. Şâfıîler’e ve Mâliki ile Hanbelî mezheplerinden bazı âlimlere göre bu üç yerin içinde en faziletli mîkât Ci’râne’dir. Daha sonra sırasıyla Tenim ve Hudeybiye gelir. Hanefîler, Hanbelîlerin çoğunluğu ve bazı Şâfiîler’e göre ise Ten’îm’den ihrama girmek daha faziletlidir. Mâliki” âlimlerin ekseriyeti ise Ci’râne ile Hudeybiye arasında fazilet bakımından fark bulunmadığı görüşünü benimsemiştir. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Ci’rane Maddesi)
posted in İSRA MİRAÇ | 8 Comments